El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER



AYETLERİN MEÂLİ

12- De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır."
O, rahmeti kendi üstüne yazdı. Sizi, elbette varlığında şüphe olmayan
kıyamet gününde toplayacaktır. Kendilerini ziyan edenler, işte onlar
inanmazlar.
13- Gece ve gündüzde barınan her şey, O'nundur. O, işitendir, bilendir.
14- De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi
beslenmeyen Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" De ki: "Bana, İslâm'ı
kabul edenlerin ilki olmam emredildi ve 'Sakın ortak koşanlardan
olma!' (denildi.)"
15- De ki: "Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından
korkarım."
16- "O gün kimden (azap) geri çevrilirse, gerçekten (Allah) ona
rahmetmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur."
17- Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek
yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, O, her şeye kadirdir.
18- Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir. O, hikmet sahibidir, her
şeyden haberdardır.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Tevhit ve ahiret günü hakkında müşriklerle tartışmayı hedefleyen bir
ayetler grubu. İlk iki ayet, ahiret gününe ilişkin somut kanıt içiriyor.
Geriye kalan beş ayette ise, tevhit, yani Allah'ın tek ve ortaksız ilâh
oluşu işleniyor. İleride değineceğimiz gibi, buna ilişkin olarak iki açıdan
somut kanıtlar sunuluyor.

12) De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır."

38 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ahiret günüyle ilgili somut kanıt sunulmaya başlanıyor. Kanıtın özü
şudur: Allah, göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir. Onlar üzerinde
dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisine ve gücüne sahiptir.
Bu arada, yüce Allah'ın rahmet sıfatının altı çiziliyor. Rahmetin anlamı
ise, her ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek, her şeyi lâyığına ulaştırmak,
her şeye lâyığını bahşetmektir. Kullarının bir kısmı, bu arada
insan, sonsuz bir hayat sürdürmeye elverişlidir, sonsuz hayatta
mutlu olmasını sağlayacak donanıma sahiptir. Bu nedenle yüce Allah,
egemenliğinin, sahipliğinin ve rahmetinin gereği olarak muhakkak
ki onlar üzerinde bir tasarrufta bulunacak, onları toplanma yerine
(mahşere) sürerek, herkese hak ettiğini, lâyığını verecektir.
Bu bakımdan, "De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?'..." ifadesi,
kanıtın önermelerinden birini, "O, rahmeti kendi üstüne yazdı." ifadesi
de, başka birini içermektedir. "Gece ve gündüzde barınan her şey
O'nundur..." ifadesi de, kanıtın bir parçası olarak üçüncü bir önermeyi
oluşturmaktadır.
"De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?'..." ifadesiyle, Peygamberimize
(s.a.a), göklere ve yere kimin malik olduğunu, kimin hiçbir engelle
karşılaşmadan onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunduğunu
sorması emrediliyor. Hiç kuşkusuz tüm bu yetkileri tekelinde
bulunduran, yüce Allah'tır. Çünkü O'nun dışındakiler, hatta müşrikler
tarafından ilâh oldukları ileri sürülen putlar ve heykeller dahi, diğer
varlıklar gibi yaratılmışlardır. Onlar da diğer varlıklar gibi, varoluşları
itibariyle gelip yüce Allah'a dayanırlar. Demek ki, göklerde ve yerde
bulunan her şeyin sahibi yüce Allah'tır.
Sorulan sualin cevabı, hem soruyu soranın, hem de soruya muhatap
olanların yanında bilinen, açık ve hasmın da ikrar ettiği bir şey olduğundan,
cevabın hasım tarafından ve kendi ağzıyla verilmesine gerek
duyulmamıştır. Bunun yerine, Peygamber efendimizden (s.a.a) cevabı
kendisinin vermesi istenmiştir. Bununla, onların vereceği cevabı beklemeden
kanıtın tamamlanması amaçlanmıştır.
Tartışma esnasında karşı tarafa soru yöneltip cevabını da kendi vermek,
kanıtlama alanında etkileyici ve parlak söz söyleme (bedî') sanatının
etkin örneklerinden biridir. Meselâ; birine nimet veren ve bu
En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 39
bağışı nankörlükle karşılanan kişi, nimet verdiği kimseye sorar: "Seni
yediren kimdir? İçiren kim, giydiren kim? Benim. Sana bunları ben
yapıyorum. Sense bana nankörlük ederek karşılık veriyorsun!"
Kısacası, bu soru ve cevapla, yüce Allah'ın her şeyin mutlak maliki ve
sahibi olduğu vurgulanıyor. Dolayısıyla O, her şey üzerinde dilediği gibi
tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Dilediğini diriltme, dilediğine
rızk verme, dilediğini öldürme, dilediğini ölümünden sonra yeniden
diriltme hakkı O'nun tekelindedir. İşin inceliği, ölüm, gaip olma, düzensizlik
vs. gibi hiçbir engel, bütün bunları yapmasına engel olamaz.
Bununla, kanıtın önermelerinden biri tamamlanıyor. Bunu, "O, rahmeti
kendi üstüne yazdı." önermesi izliyor.
O, rahmeti kendi üstüne yazdı. Sizi, elbette varlığında şüp-he olmayan
kıyamet gününde toplayacaktır. Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar.
Yazmak, ispat etme ve kesin bir hükme bağlama anlamını ifade ediyor.
Hak edene nimeti vermek ve lâyık olana mutluluğu ulaştırmak
demek olan rahmet, O'nun fiilî sıfatlarından olduğuna göre, bu sıfatın
yüce Allah'ın yazma eylemine konu olması doğrudur. Bunun anlamı
şudur: O, lâyık olanlara rahmet etmeyi, nimetler bahşetmeyi, hayırlar
indirmeyi kendisine farz ve gerekli kılmıştır.
Bunun gibi, eylemin yazmaya veya benzeri bir fiile konu olmasının
bir örneğini de şu ayette görebiliriz: "Allah, elbette ben ve elçilerim
galip geleceğiz, diye yazdı." (Mücâdele, 21) Veya şu ayette: "Göğün ve
yerin Rabbine andolsun ki o, (sabit bir) gerçektir." (Zâriyât, 23) Fakat
yüce Allah'ın hayat, ilim ve kudret gibi zatî sıfatlarını yazma ve benzeri
bir fiilin konusu yapmak doğru olmaz. Sözgelimi: "O, hayatı, ilmi
ve kudreti kendi üstüne yazdı." denilemez.
Daha önce de söylendiği gibi, yüce Allah'ın rahmeti kendi üzerine yazması,
gerekli kılması, insanlara yönelik nimetini tamamlamasını
gerektirmektedir. Bu da, söz ve eylemlerinin eksiksiz karşılığını vermek
üzere onları kıyamet gününde bir araya toplamakla mümkün
olabilir. Ki bunun sonucunda müminler büyük kurtuluşa erişmenin
sevincini yaşasınlar, diğerleri de büyük hüsrana uğramanın derin hüznünü
tatsınlar.
40 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
Kanıtın bir sonucu gibi, aşağıdaki değerlendirme cümlesine yer verilmesi
de bunu vurgulamaya dönüktür: "Sizi, elbette varlığında şüphe
olmayan kıyamet gününde toplayacaktır." Bu ifadeyle, yukarıda
sunulan kanıt, en etkili söylemlerden biriyle pekiştiriliyor. Bu amaçla,
ifadenin orijinalinde, yemin edatı olarak "lâm" ve "tekit nunu"nun
yanı sıra, "şüphe olmayan" ifadesi kullanılmıştır.
Ardından o günde müminlerin kârlı çıkacaklarına, buna karşın diğer
insanların ziyana uğrayacaklarına işaret ediliyor: "Kendilerini ziyan
edenler, işte onlar inanmazlar."
Tefsirini sunduğumuz bu ayette, kıyamet gününe ilişkin olarak ortaya
konulan kanıt, aşağıdaki ayetlerde bu konuyla ilgili olarak ortaya
konulan iki kanıttan ayrıdır: "Göğü, yeri ve o ikisi arasındakileri boş
yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin zannıdır. Ateşten vay hâllerine
o nankörlerin. Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk
yapanlar gibi mi kılacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar
gibi mi kılacağız?" (Sâd, 27-28) Bu iki ayette, ahiretle ilgili kanıt,
yüce Allah'ın fiilinin boşuna olmayacağı, tam tersine her fiilinin
bir amacının olduğu esasına dayandırılıyor. Öbür yandan müminle
kâfiri, muttakiyle günahkârı bir tutmanın, yüce Allah'a yakışmayan
bir zulüm olacağı vurgulanıyor. Oysa bunlar, dünya hayatında kesin
olarak birbirlerinden ayrılmazlar. Bu bakımdan bunların mutluluk ve
mutsuzluk bağlamında kesin olarak birbirlerinden ayrılacakları başka
bir hayatın olması kaçınılmazdır. Bu ise, tefsirini sunduğumuz
ayette rahmet yöntemini kullanarak hedefe varmayı esas alan kanıtlama
yönteminden farklı bir yöntem görünümündedir.

13) Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur. O, işitendir, bilendir.

Gece ve gündüzde barınmak, tabiat âlemi dediğimiz doğal ortamda
yer almak anlamında kullanılmıştır. Sözünü ettiğimiz bu ortam, gece
ve gündüz fenomenleriyle belirginlik kazanmaktadır. Bunlara egemen
olan ilâhî düzen, ışık kaynağı güneşin yansıttığı aydınlığa bağlı
olarak cereyan etmektedir. Yakınlık, uzaklık, çokluk, azlık, hazır olma,
gaip olma, yönler vs. gibi durumlar, hep bu ışık bağlamında kendi-
ni gösterir.
En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 41
Şu hâlde, gece ve gündüz bir evrensel beşik konumundadır; bütün
genel unsurlar ve bunların türevleri bu beşikte eğitilerek, bunların her
bir parçası, her bir ferdi kendisi için öngörülen hedefe yöneltilir; ruhen
ve bedenen olgunlaşması için öngörülen yola girmesi sağlanır.
Genel ve özel anlamda barınağın, o barınakta ikamet edenin oluşumu
üzerinde tam etkinliği vardır. Örneğin, herhangi bir yerde ikamet
eden bir insan, rızkını temin etmek için orada dolaşır, orada yetişen
hububattan, meyvelerden ve hayvan türlerinden yararlanır, suyundan
içer, havasını teneffüs eder, çevrenin oluşumuna katkıda bulunur,
kendisi de bu çevreden etkilenir. Vücudunun her bir parçası da kendisi
için öngörülen çerçeve dahilinde gelişir. Aynı şekilde, gece ve
gündüz de, kendilerinde barınan varlıkların oluşumu üzerinde genel
anlamda tam etkinlik gösterirler.
Gece ve gündüzde barınan varlıklardan biri olan insan da, Allah'ın iradesi
doğrultusunda, basit ve bileşik unsurların özel bir program dahilinde
bir araya gelmeleri sonucu varoluşunu gerçekleştirir. Onun
varlığı, oluş ve kalış bakımından düşünsel bilinç ve iradeye dayalı hayatla
belirginlik kazanır. Bu düşünsel bilinç ve irade de, sahip olduğu
birtakım içsel ve duygusal güçlerden kaynaklanır. Bu içsel ve duygusal
güçler, ona yararları cezp etmeyi, zararları defetmeyi telkin eder,
onu dil aracılığıyla anlaşma, insanlar arası ilişkilerde yasalara, kanunlara
ve geleneklere uyma, güzellik, çirkinlik, adalet, zulüm, itaat,
isyan, sevap, ceza ve af gibi konularda genel görüşlere ve inançlara
saygılı olma esasına dayalı toplumsal bir yaşama çağırır.
Gece ve gündüzün ve bunların içinde barınan varlıkların yaratıcısı, onların
var edicisi yüce Allah olduğuna göre, gece ve gündüzde barınan
varlıkların sahibi de O'dur. Şu hâlde, gece ve gündüzün, bunlarda barınan
herkesin ve her şeyin, bunlara bağlı olarak meydana gelen olayların,
eylemlerin ve sözlerin gerçek sahibi ulu Allah'tır. Bunlara egemen
olan akıl almaz genişlikteki evrensel yasalar sistemi de O'nun
eseridir. O, seslerden ve işaretlerden oluşan sözlerimizi işitir, güzellik,
çirkinlik, adalet, zulüm, iyilik, kötülük nitelikli fiil ve amellerimizi,
bunlara bağlı olarak nefislerimizin kazandığı mutluluk ve mutsuzluğu
bilir.
42 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
Bunları bilmemesi mümkün mü? Oysa her şey O'nun mülkünde ve
iznine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Kaldı ki bu tür şeyler, yani güzellik,
çirkinlik, adalet, zulüm, itaat ve isyan gibi kavramlar, aynı şekilde
zihinsel anlamlara delâlet eden diller, bilgi ortamının dışında gerçeklikleri
olmayan birtakım bilimsel şeylerdir. Bu yüzdendir ki tarafımızdan
sergilenen bir fiilin güzel, çirkin, itaat veya isyan olarak nitelendirilmesi
ya da yine tarafımızdan telaffuz edilen seslerin söz olarak adlandırılması,
ancak bunları bilmemiz ve amaçlarını kavramamızla
mümkün olmaktadır.
Bu nedenle, bir kimsenin, kendiliğinde bilimsel olan bir şeye, bilimsellik
yönüyle sahip olup sonra da ona cahil olması, onu bilmemesi
mümkün müdür? (İyi düşünün!)
Yüce Allah, şu uçsuz bucaksız evreni, bu evrende yer alan basit ve bileşik
unsurları, akıllara durgunluk veren düzeniyle meydana getirmiştir.
Sonra bizleri var etmiş, gece ve gündüzde barındırmıştır. Ardından
çoğalmamızı sağlamış, aramızda sosyal bir düzen yürürlüğe koymuştur.
Bunu izleyen süreçte dilleri meydana getirmemize imkân vermiştir.
Yasalar edinmemizi ve bu yasalara göre hareket etmemizi sağlamıştır.
Bizi ve diğer sebepleri adım adım izlemekte, faaliyetlerimizi
kontrol etmektedir. Bizi ve diğer sebepleri an be an gece ve gündüz
ortamlarından geçirmektedir. Havsalamıza sığmayacak yoğunluktaki
olayları peş peşe objeler dünyasına sevk etmektedir.
İçimizden biri konuştuğu zaman anlamın kalbine yerleşmesi, O'nun
ilham etmesiyledir. Sözcüklerin dilinde telaffuz edilmesi, O'nun öğretmesi
iledir. Muhatabına sözünü duyurması, O'nun duyurması iledir.
Anlamın muhatabın zihnine intikal etmesi, O'nun koruması iledir.
Düşünme yeteneğinin duyduklarını anlaması, O'nun öğretmesi iledir.
Muhatabın konuşmacı tarafından iletilen sözleri algılaması, O'nun
yöneltmesi iledir. Algıladığı anlamı kabul veya redde kalkışması, O'-
nun yönlendirmesi iledir. Hiç kimsenin sayamayacağı onca gelişmelerin
tüm aşamalarında yöneten, sürükleyen, yol gösteren, koruyan
ve denetleyen, O'dur. Bütün bunlar karşısında şunu söylemekten
başka çaremiz yoktur: Yüce Allah işitendir, bilendir. Üç kişinin gizli
konuştuğu yerde dördüncüsü O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde
En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 43
altıncısı O'dur. Bundan az veya çok, nerede olurlarsa olsunlar, O, onlarla
beraberdir. Sonra, kıyamet günü yaptıklarını onlara haber verecektir.
O, her şeyi bilir.
Aynı şekilde içimizden biri iyi veya kötü nitelikli bir iş yaptığında yüce
Allah onu bilir. Çünkü o, bir baba ve bir anneden doğmuştur. Onlar
onu serbest iradenin denetimi altında doğurmuşlardır. Bu çocuk anne
ve babasına ulaşıncaya kadar çeşitli aşamalardan geçmiştir. Uzun
bir yol katetmiş, etkin sebeplerin sulbünden, edilgen nedenlerin
rahminden geçerek yüce Allah'ın bildiği evrelerden süzüp gelmiştir.
Yüce Allah onu iradesiyle bir kucaktan öbürüne intikal ettirmiştir. -
Yeryüzü O'nun elinin içindedir, gökleriyse sağ eliyle tutmuştur.- Nihayet,
serbest iradesini kullanacağı menzile inmiştir. Bütün bu aşamalarda
yüce Allah onunla beraber olmuştur. Derken insan objeler dünyasının
ufuklarından belirmiş, gece ve gündüz barınağında yerini almıştır.
Sonra da evrenin bir parçası olarak onun diğer parçalarından
etkilenmeye başlamıştır. Bu süreçlerin tümünde yüce Allah onu görür,
bilgisiyle onu kuşatır. Böyle bir varlıktan ulu Allah'ın haberdar
olmaması mümkün müdür?! Yaratan bilmez mi?! O latiftir, haberdardır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki: "O, işitendir,
bilendir." ifadesi, "Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur." önermesinin
bir sonucu konumundadır.
Gerçi işitme ve bilme, yüce Allah'ın zatî sıfatlarından sayılırlar. Zatî sıfatlarsa
O'nun zatından ayrı değildirler, O'nun dışındaki herhangi bir
olguyla ilintili olarak algılanmazlar. Fakat bilmenin, aynı şekilde işitme
ve görmenin bir türü de vardır ki, zatın dışında olan fiilî sıfatlardan
sayılır. Bu tür bilme ve işitme, kutsal zatın dışındaki bir olguyla ilintili
olarak gerçekleşmektedir. Tıpkı yaratılan, beslenen, yaşayan ve
ölen birinin varlığıyla ilintili olarak gündeme gelen yaratma, besleme,
yaşatma ve öldürme sıfatları gibi.
Varlıklar özleri ve tözleri itibariyle yüce Allah'ın mülkü ve O'nun
tarafından kuşatılmışlardır. Dolayısıyla bunların sesler türünden
olanı, O'nun işitmesinin; ışıklar ve renkler türünden olanı, O'nun
görmesinin ve hepsi de, türü ne olursa olsun, O'nun bilmesinin
kuşatması altındadır. İşte bu tür bir bilme, O'nun fiilî sıfatlarından
44 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
dadır. İşte bu tür bir bilme, O'nun fiilî sıfatlarından sayılır. Bu tür bir
sıfat, söz konusu fiilin O'nun tarafından gerçekleştirildiği anda gerçekleşir,
ondan önce değil. Önceden olmayıp sonra gerçekleşen bu
tür sıfatların ispatı, O'nun kutsal ve münezzeh zatında değişiklik yaşandığı
anlamına gelmez. Çünkü bu sıfatlar, fiil bağlamından öteye
geçmezler, zatın dünyasına girmezler. Bu bakımdan, bilmeyi sahip
olmanın bir sonucu gibi gösteren ayet, fiil bağlamındaki bilmeyi kanıtlama
sadedindedir. Bunu anlamaya çalış.
"Gece ve gündüzde barınan her şey, O'nundur..." ifadesi, önceki ayette
açıklanan kanıtın önermelerinden biri konumundadır. Çünkü, "De
ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki: 'Allah'ındır.' O, rahmeti
kendi üstüne yazdı." ayetiyle, ahiret gününe ilişkin kanıt ortaya konulmuş
olsa da, basit ve ilkel anlayışlar, yüce Allah'ın varlıklara sahip
oluşunun onları bilmesini ve sesler gibi işitilenler türünden olanlarını
işitmesini gerektirdiğini kavramayabilirler.
Bu nedenle, gökler ve yerin sahibi olduğu tekrar vurgulanıp, işitme ve
bilme sıfatları buna bina edilerek bu hususa dikkat çekilmiş, "Gece
ve gündüzde barınan her şey, O'nundur. O, işitendir, bilendir."
buyurulmuştur. Dikkat edilirse, "Gece ve gündüzde barınan her şey,
O'nundur." ifadesi, "Göklerde ve yerde olanlar O'nundur." anlamını ifade
etmektedir. Bu bakımdan söz konusu ayet, önceki ayette ileri
sürülen kanıtın bütünleyici önermesi konumundadır.
Anlamının gerçek boyutlarını hakkıyla açıklayamamamıza ve açıklanamayacak
olmasına karşın, bu ayet Kur'ân'ın en ince anlamlı ayetlerinden
biridir. Son derece ince işaretler ve kanıtlar içermektedir.
Mantıksal dokusu ise, erişilmez bir görkemliliğe sahiptir.

14) De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi
beslenmeyen Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" De ki: "Bana, İslâm'ı
kabul edenlerin ilki olmam emredildi..."


Yüce Allah'ın birliğini ve ortaksızlığını kanıtlamanın başlangıcı konumundaki
bir ifadedir.

Putperestliğin ve insanların puta tapmaya başlamalarının tarihini incelediğimiz
zaman şu sonuca varıyoruz: İnsanların böyle bir duruma
düşmelerinin, düzmece ilâhlara boyun eğmelerinin iki nedeni vardır:

En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 45

Birincisi: İnsanlar, kendilerini hayatı sürdürme, yemek yeme, giyinme,
barınma, evlenme, evlât edinme ve bir akrabalar topluluğu içinde
yaşama gibi birçok sebebe muhtaç olma durumuyla karşı karşıya
bulmuşlardır. Bu ihtiyaçların en önemlisi ise, hiç kuşkusuz beslenmedir.
Basit bir gözlemle, insanın beslenmeye olan ihtiyacının sair
şeylere olan ihtiyacından çok daha fazla olduğu fark edilir. İnsanlar,
basit gözlemleri sonucu, bu ihtiyaçların her birinin bir sebeple bağlantılı
olduğunu fark etmişlerdir. Kendilerince, bu sebeplerin söz konusu
ihtiyaçlarını giderme erdeminde bulunarak kendilerini bu ihtiyaçtan
kurtardığı kanısına varmışlardır. Göğün yağmur yağdırıp hayvanları
için meraların ve çayırların yeşermesine, kendilerine bolluk
getirmesine yol açan sebep, ovaları ve dağları yöneten sebep, sevgi
ve kaynaşma duygularını harekete geçiren sebep veya denizleri ve
onlar üzerinde yüzen gemileri idare eden sebep gibi.
Daha sonra, insanlar, güçlerinin tek başına bu tür zorunlu ihtiyaçları
gidermeye yetmediğinin farkına varmışlardır. Bunun sonucunda, ihtiyaçlarıyla
bağlantılı sebebe boyun eğeme ve onu tapılan bir ilâh edinme
durumunda kalmışlardır.
İkincisi: İnsanlar, birtakım olayların açık hedefi olduklarını gözlemlemişlerdir.
Basit ve yalın bir gözlemle, insanın birçok zorlukla, bunlardan
kaynaklanan kötülüklerle, genel ve korkunç felâketlerle kuşatıldığını,
üstelik bunlara karşı koyacak gücünün bulunmadığını fark
etmişlerdir. Sel, deprem, kasırga, kıtlık ve veba gibi felâketleri buna
örnek vermek mümkündür. Cüz'î ama sayısız başka sıkıntı ve belâlar,
hastalıklar, açlıklar, sakatlıklar, yoksulluklar, kısırlıklar, düşman saldırıları,
çekememezlik, dedikodular gibi. Sonra, bunların birtakım sebeplerinin
olduğunu, onların bu musibetleri üzerlerine gönderdiklerini
düşünmüşler. Bunları ortaya çıkaranın, hayatlarını zehir edenin bu
sebepler olduğuna inanmışlar. Bunları, türlerin tanrıları, yıldızların ve
gökcisimlerinin ruhları gibi yüce varlıklar olarak algılamışlar. Ve bunların
öfkesinden ve azaplarından korktukları için onları tanrılar edinmiş,
kulluk sunmaya başlamışlar. Sundukları kullukla onları yatıştırmayı,
boyun eğmeleriyle onları hoşnut etmeyi ummuşlar. Böylece kö-
46 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
tülüklerinden, hayatlarını altüst eden felâketlerinden kurtulmuş olacaklarını
sanmışlar.

"De ki: '...Allah'tan başkasını mı veli edineyim?'..." ayeti ile birlikte,
ondan sonra gelen ayetlerde, müşriklerin puta tapma gerekçelerinin
her ikisi de aynen kendi aleyhlerine kanıt olarak kullanılıyor. Yani,
gerekçe esasında kabul ediliyor, gerçek olduğu belirtiliyor, ancak
böyle bir gerekçenin Allah'a kulluk sunmayı gerektirdiği, O'nu her türlü
uyduruk ortaklardan tenzih etmeyi lâzım kıldığı vurgulanıyor.
Dolayısıyla, "De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat
beslenmeyen Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" ayeti, birinci tarz
yaklaşımla sunulan gerekçeye yönelik bir işaret mahiyetindedir. Birinci
tarz yaklaşım, ümit yaklaşımı, nimet bahşeden ilâha nimet bahşettiği
için kulluk sunma yaklaşımıdır. Bu yaklaşımda, nimetlerine
teşekkür olarak kulluk sunulur ve sunulan bu kulluk nimetlerin artmasına
sebep olur.

Yüce Allah, Peygamberine, bir soru zımnında şu gerçeği onlara açıklamasını
emrediyor: Velinimet, nimetlerin bahşedicisi, yalnızca Allah'-
tır. İnsanların ve diğer canlıların yararlandıkları bu nimetler Allah'tan
gelmektedir. Çünkü başkasının kendisine rızk vermesine ihtiyacı olmayan
rızk verici O'dur. O besleyendir, fakat beslenen değildir. Bunun
kanıtı da O'nun gökleri ve yeri yoktan var etmesi, varlıkları yokluk karanlığından
varlık aydınlığına çıkarması, onlara varolma ve gerçekleşme
nimetini bahşetmesi, sonra varlıklarını sürdürmeleri için onlara
ancak kendisinin sayısını bildiği nimetler bahşetmesidir. Bunlar
arasında insanları ve diğer canlıları beslemesi de yer alır. Şu hâlde,
insanların ve diğer canlıların varlıklarını sürdürmelerini sağlayan bu
nimetler, bu nimetleri gerçekleşme ortamına süren sebepler, hepsi
ve hepsi, O'nun yaratması ve var etmesiyle var olmuşlardır. Bütün
sebepler ve sonuçlar, O'nun yaratmasının eseridir.

Dolayısıyla, insanlar nazarındaki en büyük göstergesi beslenme olan
rızk, sonuç itibariyle yüce Allah'a gelip dayanır. Şu hâlde insanın sadece
Allah'a kulluk sunması gerekir. Çünkü, başkasının kendisini
beslemesine ihtiyacı olmaksızın bizi besleyen O'dur.

Yaptığımız bu açıklamalardan şu hususlar belirginlik kazanıyor:

En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 47

Birincisi: "Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" ifadesinde kulluk
sunma ve ilâh edinme eylemi, veli edinme şeklinde ifade edilmiştir.
Bunun nedeni, kanıtın, yüce Allah'ın besleme şeklinde insanlara nimet
bahşedişinin vurgulanışı esasına dayalı olarak sunulmuş olmasıdır.

İkincisi: İfadenin, "Gökleri ve yeri yoktan var eden" cümlesiyle
ilintilendirilmesi de, besleme eyleminin sırf O'nunla sınırlandırılmasının
nedenini açıklamaya dönüktür. Nitekim daha önce bu husus üzerinde
durduk. "...fakat kendisi beslenmeyen..." ara cümleciğinden de
bu sonucu algılayabiliriz. Çünkü bu cümlecikle, İsa ve diğerleri gibi ilâh
edinilen kimselerin beslenmeye ya da bunun yerine geçebilecek
başka bir desteğe ihtiyaçlarının bulunduğu vurgulanıyor.
"Gökleri ve yeri yoktan var eden" ifadesinin kanıtın içinde yer almasından,
diğer iki yöntemden daha üst bir konumda olan başka bir
yönteme işaret edildiği sonucuna da varabiliriz. Şöyle ki: Yüce Allah,
şu âlemin var edicisidir. Her şey, sonuç itibariyle, O'nun yoktan ver
edişine gelip dayanır. O hâlde sadece O'na boyun eğmek gerekir.
Bu yöntemin diğerlerine oranla daha üst bir konumda olmasının gerekçesine
gelince; bundan önce işaret edilen iki yöntem, yüce Allah-
'ın tek mabut olduğu sonucunu veriyor olmasına rağmen, içinde bir
eksikliği de barındırıyor. Çünkü bu iki yöntem, Allah'a kulluk sunma
zorunluluğunu, O'nun nimetinde gözü olmaya veya azabından korkmaya
dayandırıyor. Dolayısıyla bu iki yaklaşımda, bizzat istenen, nimetin
celbi veya azabın def'idir, sırf yüce Allah değil. Ama bu yöntemde,
yüce Allah'a, Allah olduğu için kulluk sunulması gerektiği anlayışı
esas alınıyor.

Üçüncüsü: Yüce Allah'ın birçok nimeti arasında özellikle besleme nimetinin
zikredilmesinin gerekçesine gelince; beslenme, ilk sade bakışta,
yaşayan insanın ve diğer canlıların en belirgin ihtiyacıdır.
Ardından yüce Allah, kanıtı bütünüyle ortaya sunduktan sonra, Peygamberi'ne
(s.a.a), bu aklî kanıtı pekiştirecek bir hususu da onlara
açıklamasını emrediyor. Yüce Allah'ın, vahiy yoluyla kendisine, ilâh
edinmeyi aklın öngördüğü şekilde gerçekleştirmesini, yani tek ve ortaksız
Allah'ı ilâh edinmesini emrettiğini ve bu konuda müşriklerin
48 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
yolunu izlemesini kesin olarak yasakladığını bildirmesini istiyor, "De
ki: Bana, İslâm'ı kabul edenlerin (Allah'a teslim olanların) ilki olmam
emredildi ve 'Sakın ortak koşanlardan olma!' (denildi.)" buyurarak.
Geride açıklanması gereken iki nokta kalıyor:
Birincisi: "İslâm'ı kabul edenlerin ilki..." ifadesiyle kastedilen, e-ğer,
aranızda ilk Müslüman olan kimse ise, bu açık bir gerçektir. Çünkü
Peygamber efendimiz (s.a.a) ümmetinden önce Müslüman olmuştur.
Ancak eğer, ifadenin mutlak oluşundan da anlaşılacağı gibi, herhangi
bir kayıtlandırma olmaksızın, onun Müslüman olanların ilki olması
kastedilmişse, o zaman Peygamberimizin bu bağlamdaki ilkliği, zaman
açısından değil, derece açısından söz konusu olur.
İkincisi: Ayetlerin akışında sunulan kanıtın sonucu, bir tür boyun eğeme
ve teslim olma demek olan kulluk olduğundan, böyle bir bağlamda
İslâm sözcüğünün kullanılması, iman sözcüğünün kullanılmasından
daha isabetli bir seçimdir. Çünkü İslâm sözcüğünde kulluk anlamına,
yani boyun eğeme olgusuna yönelik bir işaret vardır.

15) De ki: "Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından
korkarım."


Burada, daha önce işaret ettiğimiz gibi, müşriklerin birtakım düzmece
ilâhlar edinmelerinin ikinci gerekçesine göndermede bulunuluyor.
Onların asılsız sanılarına göre, edindikleri bu düzmece ilâhlara kulluk
sunmaları, onları üzerlerine öfke ve gazaplarını indirmekten ya-na
güvencede kılıyordu.
Buna karşın yüce Allah, azap türleri içinde en fazla korkulmayı hak
eden kıyamet azabını, göklerin ve yerin ağırlığına dayanamadığı o
korkunç azabı esas alarak karşı kanıtını sunuyor. Nitekim ilk kanıt
çerçevesinde de, ilk bakışta nimet bazında insanın en fazla muhtaç
olduğu bir şey, yani beslenme gereksinimi esas alınmıştı.
Önceki ayette Peygamberimize (s.a.a) yönelik şirk yasağını ifade eden
"Sakın ortak koşanlardan olma!" ifadesine bir işaret olarak, "Eğer
Rabbime ortak koşarsam" şeklindeki bir ifade yerine, "Eğer
Rabbime karşı gelirsem" buyuruluyor. Bu ifade değişikliğiyle anlatılmak
istenen şey şudur: Büyük günün azabından yana güvencede olabilmek
için yalnızca Allah'a kulluk sunmak, aklın da gerekli ve zoEn'âm
Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 49
runlu gördüğü bir gerçektir. Aklın gösterdiği bu gerçeği, Rabbim tarafından
bana iletilen vahiy de desteklemektedir.
Bu açıdan, bu ayetle önceki ayet, önce aklî kanıtı ortaya sürüp, ardından
ilâhî vahiyle bunu pekiştirmek bakımından benzerlik göstermektedirler.
Verilmek istenen mesaj gayet açıktır. Kuşkusuz bu, Kur'-
ân'ın öz ve çarpıcı ifade tarzının hayret uyandırıcı bir özelliğidir. Böylesine
geniş ve çok boyutlu bir anlam, sadece "ortak koşarsam" ifadesi
yerine, "karşı gelirsem" ifadesi kullanılarak insanların dikkatine
sunulmuştur.

16) O gün kimden (azap) çevrilirse, gerçekten (Allah) ona
rahmetmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.


Ayetin ifade ettiği anlam açıktır. Bu anlamıyla ayet, önceki ayette
sunulan kanıtı bütünleyici özelliktedir. Çünkü ilk bakışta önceki ayette
şöyle bir durumla karşılaşıyoruz: Peygamber efendimiz (s.a.a),
kendisi açısından tevhit inancının zorunluluğuna yönelik bir kanıt
ortaya koyuyor, yüce Allah'ın kendisini şirkten nehyettiğini bildiriyor.
Buna göre, onun ahiret azabından korunabilmesi için Allah'ı birlemesi
gerekiyor.
Bu nedenle, gerçekleri görmekten yana gaflet içinde olan ve meseleleri
iyice irdeleyemeyen kimseler, Peygambere (s.a.a) şöyle bir
yanıt verebilirler: Senin de iddia ettiğin gibi şirk yasağı sırf sana
yönelik olduğuna göre, bu, korkunun, dolayısıyla Allah'ı birleme zorunluluğunun
da sırf sana özgü olmasını gerektirir. Şu hâlde, sunduğun
kanıt, senden başkası açısından şirki
olmusuzlamamaktadır. Bu bakımdan sunduğun kanıt, yalnızca seni
bağlar, başkalarını bağ-lamaz."
Buna karşın, "O gün kimden (azap) çevrilirse, gerçekten (Allah) ona
rahmetmiştir." buyurularak azabın herkese yönelik olduğu, herkesi
kuşattığı, ancak Allah'ın rahmetiyle ondan kurtulabilineceği vurgulanıyor.
Şu hâlde her insanın, kendisi açısından böyle bir günün
azabından korkması gerekmektedir. Tıpkı Peygamberimizin böyle
bir günün azabından korktuğu gibi. Bu demektir ki, kanıt geneldir,
herkesle ilgili olarak ortaya konmuştur, sırf Peygamberimize özgü
değildir.
50 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

17) Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek
yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, O, her şeye kadirdir.


Önceki ayetlerde sunulan iki kanıtta, insanların umdukları şeylerden
biri olan beslenme ile, korktukları şeylerden biri olan kıyamet gününün
azabı örnek alınmış ve açıklama bununla tamamlanmıştı. Yüce
Allah'ın insanlara dokundurduğu başka zarar ve yarar türlerine değinilmemişti.
Oysa tümü, yüce Allah'tandır.
Bu nedenle, bu ayette, kıyamet gününün azabından başka, yüce Allah'ın
insanlara dokundurduğu ve giderilmesi için sadece yüce Allah-
'a yönelmesi gereken başka zarar türlerinin de olduğu açık bir ifadeyle
ortaya konuyor. Aynı şekilde, yüce Allah tarafından insanlara bahşedilen
başka hayırların da olduğu ve Allah'ın bu lütuflarını onlardan
geri çevirecek, bunları onlara bahşetmesini engelleyecek kimsenin
olmadığı, çünkü O'nun her şeye gücü yettiği, hayır beklentisi ve umudunun
yalnızca yüce Allah'ın kulluk sunulan ilâh edinilmesini gerektirdiği
vurgulanıyor.
Ancak, hâlâ bazıları şöyle bir vehme kapılabilirler: Yüce Allah'ın insanlara
bir zarar veya bir hayır dokundurması, sadece O'nun kulluk
sunulan bir ilâh edinilmesini gerektirmektedir. Hasım da bunu inkâr
etmemektedir.1 Fakat O'nun kulluk sunulan tek ilâh edinilmesini,
ilâhlık ve mabutluğun O'na özgü kılınmasını gerektirmemektedir.
Çünkü müşrikler, ilâh edindikleri şeylere aracı sebepler, güçlü şefaatçiler
olarak bakarlardı. Onların evrende hayır ve şer yönünde etkinliklerinin
olduğuna inanırlardı. Bu bakımdan da, insanların onların
kötülüklerinden korunmak ve iyiliklerinden yararlanmak için onlara
ibadet etmeleri, kulluk sunmaları gerekmektedir.
1- Putperestlerin havas tabakası, yüce Allah'ın, kulların kendisine yönelmesi imkânsız
olan sınırsız bir varlık olduğuna dayanarak O'na ibadet edilmesini caiz görüyorlardıysa
da, avam tabakası, yüce Allah'ı diğer ilâhların yanında bir ilâh olarak görebiliyorlar,
bu bakış açısıyla O'na ibadet edebiliyorlardı. Nitekim Arap müşriklerinin
hac sırasındaki telbiyelerinden de bunu anlamak mümkündür. Onlar, şu şekilde
telbiye getiriyorlardı: "Emrine icabet ettim. Senin ortağın yoktur. Bir ortak dışında.
Ki sen ona maliksin, onun da kendi mülkü var."
En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 51
Bu vehmi, yüce Allah şu ifadelerle defediyor: O, kullarının üstünde
mutlak galiptir. Kullarından hiç kimse, bu gücün üstüne çıkamaz. Onlar,
bu gücün ezici etkisi altındadırlar. Amelleri ve amellerinin etkileri
de bu gücün etkisi altındadır. O'nun izni olmadan hayır ya da şer nitelikli
bir amel işleyemezler. Hiçbir konuda kesinlikle bağımsız hareket
edemezler. Kendileri açısından bir zarar veya yarar ya da başka bir
şey sahibi olamazlar. Onlardan meydana gelen hayır ya da şer nitelikli
her etkinlik, Allah'ın emrine, iradesine ve iznine dayanır. Kutsal zatına
yaraşacak şekilde O'na nispet edilir.
Dolayısıyla, iki ayet birlikte, bir tek anlamı tamamlamaktadır. Buna
göre, insana hayır veya şer olarak dokunan her şey, zatına yaraşacak
bir tarzda Allah'tan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, yüce Allah, kulluk
sunulması gereken tek ilâh, tek mabuttur. O'ndan başka ilâh,
O'ndan başka mabut yoktur.

"Eğer... dokundurursa..." ve "Ve eğer... dokundurursa..." ifadelerinde,
hayır ve zararın bir kimseye ulaşması, "dokunma" tabiriyle dile getirilmiştir.
Bu tabir, işin önemsizliğini vurgulamaya yöneliktir. Bununla
demek isteniyor ki, insana ulaşan zarar veya hayır, oldukça az bir
şeydir. Hiçbir şeyin karşısında duramayacağı, hiçbir sınırlı mahlukun
dayanamayacağı, tahammül edemeyeceği sonsuz güç açısından sözünü
etmeye bile değmez.

Hayırdan söz edilirken, "O, her şeye kadirdir." ifadesine yer verilmiş
olması, "Hiçbir engel O'nu engelleyemez." şeklindeki bir mesajı vermeye
yöneliktir. Bununla, yüce Allah'ın akla gelebilecek her türlü zarara
kadir olduğu gibi, akla gelebilecek her türlü hayra da kadir olduğu
vurgulanmak isteniyor. Böylece, "onu O'ndan başka giderecek
yoktur." sözünün gerekçesi de anlaşılıyor. Çünkü eğer O'nun dokundurduğu
zararı, O'ndan başka giderecek biri olsaydı, bu O'nun kudretini
olumsuzlayan bir husus olurdu. Aynı şekilde, her şeye yönelik
kudreti, hiçbir şeyin, O'nun dokundurduğu hayrı engellemeye de gücü
yetmemesini gerektirir.

Zarar ve hayır adına dokundurulan şeyin Peygamberimize (s.a.a) özgü
olarak zikredilmesi de, "De ki: Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük
günün azabından korkarım." ifadesindeki özgü kılmaya benze-

52 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mektedir. Aynı şekilde, "Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir."
cümlesi de, "O gün kimden (azap) çevrilirse, gerçekten (Allah) ona
rahmetmiştir." cümlesinin ifade ettiği genellemeyi vurgular mahiyettedir.

18) O, kullarının üstünde mutlak galiptir. O, hikmet sahibidir, her şeyden
haberdardır.


Ayetin orijinalinde geçen "kahir" kelimesinin kökeni olan "kahr"
sözcüğü, bir tür galibiyeti ifade eder. Bu galibiyet, bir şeyin bir şeye
üstün gelmesi, baskın çıkması şeklinde kendini gösterir. Buna göre,
doğaları itibariyle veya başka bir şekilde etkileri birbiriyle çelişen
mağlup taraf kendi etkisini yitirip galip tarafın etkisini kabullenmek
zorunda kalır. Sözgelimi, su ateşe üstünlük sağlarsa, onu sönmek
zorunda bırakır. Buna karşın ateş de suya üstün gelirse, onu
buharlaşmak, ıslaklığını yitirip kurumak zorunda bırakır. Yüce
Allah'ın etkin kıldığı evrensel sebepler de, müsebbeplerini etkileyerek
olayların mey-dana gelmesi için öngörülen araçlar konumunda
olduklarına göre, bu sebepler ne olursa olsun, yüce Allah'ın kendileri
hakkında ve kendilerinden istediği şey hususunda O'nun iradesine
boyun eğmek zorundadırlar. Bu nedenle, bütün sebepler, yüce
Allah'ın gücü ve iradesi karşısında makhur ve mağlup, O ise, her
şeyin üstünde galip ve kahirdir.

Dolayısıyla "Kahir" ismi, yüce Allah için olduğu gibi, başkaları için de
kullanılabilen bir isimdir. Ancak Allah'ın kahir olmasıyla başkalarının
kahir olması arasında bir fark vardır. Şöyle ki, yüce Allah'ın dışındaki
varlıkların bir kısmı, diğer bir kısmını baskı altında tutarak bir şeye
zorlayabilirse de, varlıklarının mertebesi ve oluşlarının derecesi açısından
aynı düzeydedirler. Sözgelimi, ateş odunu yanıp alevlenme zorunda
bırakır. Ama her ikisi de doğal varlıktır; sadece birisinin gerektirdiği,
doğal olarak diğerinin gerektirdiğinden farklıdır. Bu farklılık
bağlamında ateş odundan daha güçlü olduğu için, odunun kendisini
etkilemesine oranla, o odunu daha çok etkiler, üzerinde etkisini göstererek
ona üstünlük sağlar.

Ancak yüce Allah'ın kahirliği, ateşin oduna üstünlük sağlayıp etkinliği
altına alması gibi değildir. O, mutlak üstünlük ve kuşatıcılık anlamın

En'âm Sûresi / 12-18 ........................................................................ 53

da kahirdir, kahhardır. Örneğin, odun gibi bir cismi yakmayı, alevlendirmeyi
yüce Allah'a izafe ettiğimizde, bunun anlamı şudur: Yüce Allah,
ona bahşettiği sınırlı varlık bağlamında onun üzerinde kahirdir,
zorlayıcı güce sahiptir. Ona verdiği ve kendi eliyle (kudretiyle) içine
yerleştirdiği özellikler ve nitelikler bağlamında onun üzerinde kahirdir,
zorlayıcı güce sahiptir. Onu yakması için tutuşturduğu ateş bağlamında
onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir. Çünkü ateşin
kendisinin ve sahip olduğu bütün özelliklerin ve etkinliklerin sahibi
O'dur. Ve odunun direncini kesmek ve onun yerine yanma özelliğini
vermek bağlamında onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir.
Bu yüzden, O'nun iradesi ve dilemesi karşısında odunun direnmesi,
baş kaldırması, serkeşlik etmesi veya benzeri bir tavır içinde olması
söz konusu olamaz. Çünkü oldukça yüce bir ufuktan gelen bir iradedir
bu.

O hâlde yüce Allah, kulları üzerinde kahir ve zorlayıcı güce sahiptir;
ama aynı zamanda onların üstündedir. O'nun zorlaması, birbirine
denk iki şeyden birinin diğerini bir şeye zorlaması gibi değildir. Kur'-
ân, sonucu itibariyle bu konuyu en çarpıcı şekilde dile getirmiş ve bu
surede bu niteliği yüce Allah'ın ismi olarak iki yerde zikretmiştir. Biri
tefsirini sunduğumuz bu ayette, diğeri ise 61. ayette.
Her iki yerde de "kullarının üstünde" kaydı getirilmiştir. Kaynaklarda,
"galebe" sözcüğünün aksine, "kahr" sözcüğünün daha çok zorlanan
varlıkların akıl sahibi olmaları durumunda kullanıldığı yönünde bir
gözlem vardır. Bu yüzden Ragıp, bu kelimeyi, boyun eğdirme şeklinde
açıklamıştır. Boyun eğmenin, akıl sahibi varlıklarla ilgili daha anlaşılır
bir nitelik olduğu açıktır. Ama bu, gerçek anlamda veya mecaz olarak
akıl sahibi olmayan varlıklar için de kullanılmasına engel teşkil
etmez.

Allah, kullarının üstünde kahir ve zorlayıcı güce sahiptir. Onlara zarar
ve hayır dokundurur, iradesi karşısında onlara boyun eğdirir. Kullarının
yaptıkları işler, bıraktıkları etkiler açısından da onların üstünde
kahir ve zorlayıcı güce sahiptir. Çünkü, kullarına temlik ettiği şeylerin
maliki O'dur, kullarını kadir kıldığı şeylere kadir olan O'dur.

54 ............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Başka varlıklara da izafe edilebilecek zarar ve hayır dokundurma işi,
bu iki ayette yüce Allah'a izafe edildiği için, bu bağlamda O'nun konumunun
diğer varlıkların konumundan ayırt edilmesinin gereği duyulmuş
ve ayetin sonunda, "O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır."
buyurulmuştur. O, hikmet sahibidir; yaptıklarını boşuna ve iş
olsun diye yapmaz, her yaptığı yerindedir. Her şeyden haberdardır;
başkaları gibi yanılmaz, yanlış yapmaz.