www.MizanTefsiri.com

 

87- Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı hoşa giden şeyleri

haram etmeyin ve sınırları aşmayın. Hiç şüphesiz, Allah sınırları

aşanları sevmez.

 

88- Allah'ın size bağışladığı hoşa giden helâl şeylerden yiyin ve

iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun.

 

89- Allah sizi (ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminlerinizden

dolayı sorumlu tutmaz; fakat pekiştirdiğiniz (bilerek yaptığınız)

yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. (Böyle bir yemini bozarsanız,)

cezası (keffareti), ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması

üzerinden on yoksulu doyurmak ya onları giydirmek veya bir

köle azat etmektir. Bunların hiçbirini bulamayan (yapamayan)

kimse üç gün oruç tutar. İşte yemin ettiğiniz (ve bozduğunuz) zaman

yeminlerinizin cezası (keffa-reti) budur. Yeminlerinizi tutun.

İşte Allah, şükredesiniz diye size ayetlerini böyle açıklıyor.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Okuduğumuz bu üç ayet ile ardından surenin yüz küsuruncu

ayetine kadar gelen ayetler, bazı fer'î hükümleri açıklıyorlar. Bu

ayetlerin hepsi Hz. İsa'yı ve Hıristiyanları konu edinen ayetler arasına

girmiş ara ayetler gibidirler. Bu ayetler değişik hükümler

hakkında inmiş ve her biri anlam bakımından bağımsız bir nitelik

taşıyan ayrı ayrı kümeler oluşturdukları için bunların bir arada ve

 

Mâide Sûresi 87-89 .............................................................................................. 145

 

bir defada mı, yoksa surenin geriye kalan ayetleri eşliğinde mi indikleri

hakkında hüküm ver-mek zordur. Çünkü içeriklerinde bu

konuda bir belirti yoktur. Nüzul sebepleri hakkındaki rivayetlere

gelince; bunların önemlilerden bazılarına, "Ayetlerin Hadisler Işığında

Açıklaması" bölümünde yer verilecektir.

 

Ele aldığımız üç ayet hakkında da söyleyeceklerimiz aynıdır.

Üçüncü ayet, anlam bakımından bağımsızdır. Birinci ayet de üçüncü

ayetten bağımsızdır. Gerçi aralarında bir tür bağlantıdan

söz edilebilir. Bu bağlantı, ağız alışkanlığı ile yapılan boş yeminlerin

konularından birinin yüce Allah'ın helâl kıldığı temiz nimetleri

haram kılma girişimi ile ilgili olabileceği bakımındandır. Nüzul sebebi

olarak üç ayetin her üçünün ağız alışkanlığı ile yapılan boş

yemin hakkında indiğini söyleyen kimsenin dayandığı gerekçe de

bu olmalıdır.

 

Birinci ayetle üçüncü ayetin durumu budur. İkinci ayete gelince;

bu ayet birinci ayetin tamamlayıcısı gibidir. "İman etmiş olduğunuz

Allah'tan korkun." şeklindeki son cümlesi belirli oranda

bunu gösteriyor. Hatta ayetin baş tarafı da bunu gösteriyor. Çünkü

atıf harfi ile başlıyor. Ayrıca birinci ayetin haram kılınmasını yasakladığı

helâl ve temiz nimetleri yemeye ilişkin bir emri içeriyor. Bu

yüzden aynı içeriğe sahip bu iki ayet, anlamca uyuşmakta ve hükümce

birleşmektedir.

 

"Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı hoşa giden şeyleri haram

etmeyin." Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle diyor: "Haram,

men edilen şey demektir. Bu men ya ilâhî bir müdahele ya

zorlama yolu ile ya da akıl veya şeriat veya emrine uyulan bir

merci tarafından olur."

 

Yine şöyle demiştir: "Hall'in asıl anlamı düğümü çözmektir.

'Dilimdeki düğümü çöz.' [Tâhâ, 27] ayeti bunun bir örneğidir.

'Haleltü', 'kondum' demektir. Bunu aslı, konarken yüklerin (iplerinin)

çözülmesi anlamına dayanır. Sonra soyutlanarak konma anlamında

kullanılır olmuş ve 'halle hululen=kondu, yerleşti' ve

'ehallehu gayrehu=başkasını kondurdu, yeleştirdi' denmiştir. 'Veya

(bu belâlar) yurtlarının yakınına konar.' [Ra'd, 31] ve "Milletlerini

helâk yurduna kondurdular." [İbrahîm, 28] ayetleri buna örnektir.

Borcun ödeme zamanı geldiğinde 'hall'ed-deynü' denir. Bir yere

konan, yerleşen kavme de 'hille' ve 'hay-yün hilâl' denir. 'Mahalle'

 

146 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ise konulan yer anlamına gelir. 'Düğüm çözüldü' anlamından istiâre

edilerek de 'falanca şey helâl oldu' denir. Nitekim yüce Allah

'Allah'ın size bağışladığı hoşa giden helâl şeylerden yiyin.' [Mâide,

88] ve 'Bu helâl, şu da haramdır.' [Nahl, 116] buyurmuştur." (el-

Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Anlaşılan, "hill=helâllik" ile "hürmet=haramlık" arasındaki karşıtlık,

aynı şekilde "hill= Harem bölgesinin dışı ve ihram hâlinde

olmama" ile "Harem" ve "ihram" arasındaki karşıtlık, "hürmet" kelimesi

ile diğer iki kelimenin "men" anlamını içerdiğinden ve

"men"de de düğüm ve bağlama olduğunun hayal edilmesinden

kaynaklanıyor. Daha sonra "hürmet" kelimesi istiâre yolu ile "cevaz

ve mubahlık" anlamına gelen "hill" kelimesinin karşıtı olarak

kullanılmıştır. "Hill" ve "hürmet" kelimeleri, İslâm öncesi Arap geleneğinde

yeri olan kelimelerdir, bunlar şeriatın ve şeriat ehlinin

ilk olarak ortaya çıkardığı terimler değildir.

 

"Ey iman edenler... haram etmeyin." ayeti müminlere, Allah'ın

kendilerine helâl kıldığı şeyleri haram etmeyi yasaklıyor. Allah'ın

helâl kıldığı şeyi haram etmek, Allah onu nasıl helâl kıldıysa, aynı

şekilde haram etmek demektir. Bu işlem, ya kanuna karşı kanun

koymakla ya men etmekle veya sakınmakla, yani helâl bir işi

yapmaktan kaçınarak veya kendini veya başkasını o işten alıkoyarak

o işi terk etmekle olur. Bunların hepsi haram kılma, men etme,

Allah'ın egemenliğine karşı çıkmaya kalkışmak, O'na karşı

sınırları aşmak demektir ki, bu tutumlar Allah'a ve O'nun ayetlerine

iman etmekle çelişir. Bundan dolayı yüce Allah bu yasaklamaya

"Ey iman edenler" hitabı ile girmiştir. Bunun anlamı şudur: Allah'ın

size helâl kıldığı şeyleri haram etmeyin. Çünkü O'na iman

etmiş, emrine teslim olmuşsunuz.

Bir sonraki ayetin sonundaki "ve iman etmiş olduğunuz Allah'-

tan korkun." ifadesi de bu anlamı teyit eder.

Ayette "Allah'ın size helâl kıldığı" ifadesine "hoşa giden şeyler"

izafe edilmiştir. Oysa ifade, bu kelime olmaksızın tamdır. Bununla

söz konusu yasağın sebebinin tamamlanmasına işaret edilmek

istenmiştir. Çünkü müminlerin, Allah'ın kendilerine helâl

kıldığı şeyleri haram etmeleri, Allah'ın egemenliğine yönelik bir

tecavüz, Allah'a olan imanları ve O'nun emirlerine teslim olmaları

 

Mâide Sûresi 87-89 ....................................................... 147

 

ile çelişen bir davranış olduğu gibi aynı zamanda fıtratın hükmüne

karşı çıkmaktır. Çünkü insan fıtratı, bu helâllerden hoşlanır, onlardan

iğrenmez.

 

Nitekim şu ayette yüce Allah, Peygamberini ve onun getirdiği

şeriatı överken bu gerçeği şöyle vurguluyor: "Adını ellerindeki Tevrat'ta

ve İncil'de yazılmış buldukları, iyiliği emreden, kötülükten

sakındıran, güzel ve hoş şeyleri kendilerine helâl eden, pis şeyleri

onlara haram kılan, ağır yüklerini ve üzerlerindeki zincirleri kaldıran

şu ümmî (okuma-yazmasız) peygambere inananlar, evet ona

inananlar, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve onunla

birlikte indirilen nura (Kur'ân'a) uyanlar, işte kurtuluşa erenler

bunlardır." (A'râf, 157)

 

Bu açıklamamızdan şu sonuçlar ortaya çıkıyor:

 

1- Allah'ın helâl kıldığı şeyleri haram etmekten maksat, başkalarını

veya kendisini helâlleri terk etmeye zorlamaktır.

 

2- Buradaki "helâl", "haram"ın karşıtı olarak kullanılıyor. Buna

gö-re bu terim, karşıtlığın hakkını veren bir yorumla mubahları,

müste-hapları, hatta farzları da kapsamına alır.

 

3- "Hoşa giden şeyler" kelimesinin "Allah'ın helâl kıldığı" ifadesine

izafe edilmesi açıklama anlamlıdır.

 

4- "Ve sınırlarını aşmayın." cümlesinde söz konusu edilen sınırları

aşma eylemi, yüce Allah'ın kanun koyma yetkisine tecavüz

etmek veya O'na itaat ve teslimiyetten çıkıp helâl kıldığı şeyleri

haram etmektir. Talâk ayetinin sonunda buyrulduğu gibi: "Bunlar

Allah'ın koy-duğu sınırlardır, onları aşmayın. Kim Allah'ın koyduğu

sınırları aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridirler." (Bakara,

229)

Miras ayetlerinin sonundaki ifadeler de bu gerçeği vurguluyor:

"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine

itaat ederse, Allah onları içinde temelli kalacakları, altlarından

ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. İşte büyük kurtuluş, büyük

başarı budur. Buna karşılık kim Allah'a ve Peygamberine

karşı gelir, O'nun çizdiği sınırları çiğnerse, Allah onu, içinde temelli

kalmak üzere cehenneme atar ve onun için onur kırıcı bir

azap vardır." (Nisâ, 14) Görüldüğü gibi bu ayetler, Allah'ın koyduğu

yasaları benimseyip onlara bağlı kalmayı Allah'a ve Peygamberine

 

148 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

itaat sayarak övgüye değer bulurken teslimiyetten, bağlılıktan ve

boyun eğmekten çıkmayı tecavüz ve Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemek

olarak niteliyor ve bunları yerilmiş ve cezalandırılacak tutumlar

olarak kabul ediyor.

 

İncelemekte olduğumuz ayet, sonuçta Allah'ın helâl kıldığı

şeylerden sakınarak, onlara yaklaşmaktan kaçınarak onları haram

etmeyi yasaklıyor. Çünkü böyle bir eylem Allah'a ve O'nun ayetlerine

iman etmeye ters düşmekle birlikte, bu helâllerin kendilerinden

uzak durul-ması gereken kötü ve pis şeyler değil, güzel ve

hoş şeyler olmaları ile de bağdaşmaz. Bu ise bir tecavüzdür, Allah-

'ın koyduğu sınırları aşmaktır. Oysa Allah, koyduğu sınırları aşanları

sevmez.

 

"Ve sınırları aşmayın. Hiç şüphesiz Allah sınırları aşanları sevmez."

Daha önce vurguladığımız üzere ayetin akışından anlaşılan, buradaki

"sınırı aşmak"tan maksat, bir önceki cümlede sözü edilen

haram etmektir. Buna göre, buradaki "sınırı aşmayın" ifadesi "haram

etmeyin" ifadesini pekiştirmektedir.

Bazı tefsircilere göre buradaki "sınırı aşmak"tan maksat, züht

ve ruhbaniyet amacı ile helâllerden kaçınmanın, onlardan yararlanmamanın

karşıtı olarak onlara aşırı derecede yüklenerek, onlardan

haz almayı ileri boyutlara vardırarak itidâl sınırını aşmaktır.

Bu yoruma göre ayetin anlamı şöyle olur: Allah'a kulluk etmek ve

O'na yaklaşmak düşüncesi ile Allah'ın size helâl kıldığı hoşunuza

giden temiz şeylerden yararlanmayı ısrarla terk ederek onları

kendinize haram etmeyin. Buna karşılık bu helâl şeylere ifrat derecesine

varan bir aşırılığa dalarak vücutlarınıza ve ruhlarınıza zarar

verecek biçimde itidâl sınırını aşmayın.

 

Başka bir yoruma göre buradaki "sınırı aşmak"tan maksat,

güzel ve temiz helâlleri aşarak pis haramlara dalmaktır. O zaman

ifadenin anlamı şöyle olur: Helâlleri bir yana bırakarak haramları

irtikap etmeyin. Başka bir deyişle: "Allah'ın size helâl kıldığı şeyleri

haram edip Onun size haram kıldığı şeyleri helâl etmeyin."

Bu iki anlamın her ikisi de aslında doğrudur ve kesinlikle

Kur'ân'a uygundur. Fakat bu anlamların hiçbiri bu ve bundan sonraki

ayetin içeriği ile örtüşmemektedir. Her doğru olan anlam, içeriğine

ve bulunduğu yere bakılmaksızın her kelimeye yüklenemez.

 

Mâide Sûresi 87-89 ................................................ 149

 

"Allah'ın size bağışladığı hoşa giden helâl şeylerden yiyin..." Bu ayetteki

"yiyin" ifadesinin bir önceki ayetteki "haram etmeyin" ifadesine

atfedilmesinin amacı, anlaşıldığı kadarıyla bir önceki ayetin

içeriğini tekrar etmek ve pekiştirmektir. Bu ayetin baş tarafındaki

"hoşa giden helâl" ifadesi ile bir önceki ayetteki "Allah'ın size

helâl kıldığı hoşa giden şeyleri" ifadesi arasındaki paralellik bunu

destekliyor. Ayetin sonundaki "ve iman etmiş olduğunuz Allah'tan

korkun." ifadesi ile bir önceki ayetteki "Ey iman edenler" ifadesi

arasındaki paralellik de bunun bir başka teyididir. Buna daha önce

de değinmiştik.

 

Buna göre "yiyin" ifadesi yasaklamayı izleyen bir emir niteliğindedir

[ve cevazı bildirir.] "...hoşa giden şeyleri haram etmeyin"

ifadesindeki genellemeden sonra "yiyin" ifadesi ile yapılan sınırlama

da, sadece (manayı etkilemeyen) lafzî bir sınırlamadır. Dolayısıyla

yemekten maksat, Allah'ın rızk olarak bağışladığı hoşa giden

nimetler ile ilgili her türlü kullanımdır. Bu kullanım, gıda alma

anlamında yeme biçiminde olabileceği gibi, başka bir kullanım biçiminde

de olabilir. Daha önce de defalarca değindiğimiz gibi "yeme"

fiilinin her türlü "kul-lanım" anlamında kullanılması yaygın bir

kullanım biçimidir.

 

Buradaki "yemek"ten gerçek anlamının kastedilmiş olması da

muhtemeldir. Bu ihtimale göre bu iki ayetin iniş sebebiyle ilgili

olarak şöyle denebilir: Bu ayetlerin, indiği sıralarda bazı müminler

hoşa giden yiyecekleri kendilerine haram kılmışlar ve bu ayetler o

müminleri bu haram kılma tutumlarından vazgeçirmek için inmiştir.

İlk ayetteki yasaklama, yeme eylemi ile birlikte diğer kullanım

biçimlerini kapsayacak şekilde genelleştirilmiş olmasının sebebi

ise, genel kuralı ortaya koymaktır. Çünkü bu yasağın gerekçesi,

helâl yiyecekler ile diğer helâlleri ayırımsız şekilde kapsamaktadır.

Bu iki ayetten çıkardığımız anlamın gereği, "Allah'ın size bağışladığı

şeylerden" ifadesinin "yiyin" ifadesinin mef'ulü ve "hoşa

giden helâl" ifadesinin ise önceki ifadedeki [şeyler anlamındaki]

mevsulün iki hâli olmasıdır. Böylece iki ayet arasında uyum gerçekleşmiş

olur. Bazı tefsirciler ise, "hoşa giden helâl" ifadesinin

"yiyin" ifadesinin mef'ulü ve "Allah'ın size bağışladığı şeylerden"

ifadesinin "yiyin" ifadesi ile bağlantılı olduğunu veya "helâl" keli

 

150 ............................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

mesinin hâli olup nekire (belirsiz) olduğu için "helâl" kelimesinin

önüne geçtiğini ya da "helâl" kelimesinin hazfedilmiş bir mastarın

sıfatı olduğunu ve ifadenin anlamının "hoşa giden helâl rızk" şeklinde

olduğunu söylemişlerdir. Bu ifadeler ile ilgili daha başka görüşler

de vardır.

 

Ayetteki "helâl" kelimesinin varlığını delil göstererek rızkın helâli

ve haramı olduğunu, aksi hâlde bu kaydın boşuna olacağını ileri

süren de olmuştur.

 

Buna vereceğimiz cevap şudur: Bu kayıt helâl ve hoş olmayan

rız-kı dışarıda bırakmak için konan ihtirazî bir kayıt değil, kayıtlandırılan

kavramla eşit anlam taşıyan bir açıklama kaydıdır. İfadede

yer almasındaki incelik, daha önce değindiğimiz gibi, bu rızkın

helâl ve hoş olmasının onu kullanmaktan kaçınmaya hiçbir

mazeret bırakmadığını vurgulamaktır. Bu kitabın üçüncü cildindeki

Âl-i İmrân suresinin yirmi yedinci ayetinin tefsiri sırasında rızk

kelimesinin ne anlama geldiğini anlatmıştık.

 

"Allah sizi (ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminlerinizden dolayı

sorumlu tutmaz; fakat pekiştirdiğiniz (bilerek yaptığınız) yeminlerden

dolayı sizi sorumlu tutar." Ayette geçen "lağv=boş" kelimesi amelî

bir sonucu gerektirmeyen davranış demektir. Yine ayetteki

"eyman" kelimesi "yemin"in çoğuludur. Yemin de ant ve ahit demektir.

Ragıp İsfahanî bu kelime hakkında şu açıklamayı yapıyor:

"Yemin kelimesi, [ant ve ahit anlamı için] 'el' kelimesinden istiâre

edilmiştir. Bu istiârede ahdedenin, ant içenin yaptığı eylem göz

önüne alınmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Yoksa sizin lehinize

kıyamet gününe kadar sürecek yeminler mi üzerimizde?' (Kalem,

39) 'Yeminlerinin bütün gücüyle Allah adına ant içenler...' (Mâide,

53) 'Allah'ın sizi (ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminlerinizden

dolayı sorumlu tutmaz." (Mâide, 89) (Ragıp'tan alınan alıntı burada

son buldu.)

 

"(Ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminler" ifadesinin, "pekiştirdiğiniz

yeminler" ifadesinin karşıtı olarak kullanılmasından,

boş yemin demekle yemin edenin yemin etme maksadı ile yapmadığı,

kişisel veya toplumsal bir alışkanlık sonucu ağızdan kaçan

yeminin kast-edildiği anlaşılıyor. Bu da özellikle alış veriş sırasında

söylenen "hayır, vallahi; evet, vallahi" gibi yeminlerdir. Pekiştirilen

yemin ise, yemin edenin bir işi yapacağı veya yapmayacağı yolun

 

Mâide Sûresi 87-89 ................................................................. 151

 

da kararlı bir şekilde kendini bağlayarak yaptığı yemin türüdür.

"Vallahi şunu yapacağım, vallahi şunu yapmayacağım" demek gibi.

Ayetten anlaşılan, budur. Bu anlam, şeriatın "Vallahi, şu haram

işi yapacağım; vallahi şu farzı terk edeceğim" gibi yeminleri,

rüçhan unsuru içermemesi gerekçesiyle geçersiz yeminlerden

saymasıyla çelişmez. Çünkü bu tür yeminler sünnetçe boş yeminlere

ilhak edilmiştir ve sünnette belirlenen her hüküm hakkında

Kur'ân'da delil bulunması şart değildir.

"Fakat pekiştirdiğiniz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar."

ifadesi, sadece şeriat açısından geçerli olan yeminleri kapsar.

Çünkü bu ifadenin devamında "yeminlerinizi tutun." buyruluyor. Bu

ifade, her ne kadar lafzı mutlak olduğu için her türlü yemini kapsasa

da, ancak yüce Allah geçersiz saydığı yeminleri tutmayı emretmeyeceğine

göre ayetteki boş yeminlerden maksat, pekişmeyen,

bağlayıcı olmayan yeminlerdir. Pekiştirilen yeminden maksat

da geçerli sayılan yeminlerdir.

 

"(Böyle bir yemini bozarsanız,) cezası (keffareti), ya ... on yoksulu

doyurmak ya onları giydirmek veya bir köle azat etmektir." Ayette geçen

"keffaret" kelimesi, örtme anlamındaki "küfr" kökünden gelir.

Şer'î bir terim olarak günahın kötülüğünün bir şekilde örtülmesini

sağlayan davranış anlamını taşır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"...küçük günahlarınızı örteriz (affederiz)." (Nisâ, 31) Ragıp

İsfahanî, "Keffaret, günahı örten davranıştır. Yemin keffareti de bu

kategoriye girer." diyor.

 

Ayetteki "keffaretuhu=keffareti" ibaresi, gizli bir ifade varsayımı

ile yeminin sonucudur. O varsayılan ifade ile birlikte şöyle bir

anlam çı-kar: "Eğer yemininizi bozarsanız, bunun keffareti şudur."

Çünkü "kef-faret" kelimesinde, keffaret gerektiren bir günaha delâlet

vardır. Söz konusu günah yeminin kendisi değildir. Eğer böyle

olsaydı, ayetin devamında "yeminlerinizi tutun" ifadesi yer

almazdı. Çünkü günah olan bir şeyi tutmak anlamsız olur. Buna

göre keffaret yeminin kendisi ile değil, yemini bozmakla ilişkilidir.

Bundan anlaşılıyor ki, "Fakat pekiştirdiğiniz yeminlerden dolayı

sizi sorumlu tutar." ifadesinde sözü edilen sorumlu tutma,

yemin etmenin kendisi karşılığında değil, yemini bozma karşılı

 

152............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ğındadır. Sorumlu tutmanın yemine izafe edilmesi, sorumlu tutmaya

konu olan ye-mini bozmanın yemin ile ilgili olmasından dolayıdır.

Buna göre "kef-faretuhu" ibaresi aslında ayetin metninde

bulunmayan, fakat varsayılan "yemini bozma"nın sonucudur.

Çünkü "sorumlu tutar." ifadesi bu-na delâlet eder. Ayetin devamında

yer alan "İşte yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin

keffareti budur." ifadesinde de aynı şey geçerlidir. Buna göre bu

ifadenin de açılımı şöyledir: "Yemin edip de yemininizi bozduğunuz

zaman yeminlerinizin keffareti budur."

"...ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on

yoksulu doyurmak ya onları giydirmek veya bir köle azat etmektir."

Bu ifade tarzı, yemin bozulduğunda bu üç maddeden birinin

belirlenmesine delâlet eder. Arkadan gelen "Bunların hiçbirini bulamayan

(yapamayan) kimse üç gün oruç tutar." ifadesi, söz konusu

üç maddenin ayetteki sıralamayı gözetmeksizin seçmeye açık

olduğunu kanıtlar. Öyle olmasaydı, "bunların hiçbirini bulamayan"

ifadesindeki sonuç anlamı geçersiz olur ve ayetin akışı uyarınca

"veya üç gün oruç tutar" denmiş olması gerekirdi. Bu ayetten

çıkan birçok fer'î meseleler var ki, onlar için fıkıh ilmine başvurmak

gerekir.

"İşte yemin ettiğiniz (ve bozduğunuz) zaman yeminlerinizin cezası

(keffareti) budur." Daha önce söylediğimiz gibi bu ifadenin açılımı,

"Yemin edip de yemininizi bozduğunuz zaman'" şeklindedir. "İşte...

yeminlerinizin cezası (keffareti) budur" ve "İşte Allah, ...size

ayetlerini böyle açıklıyor." cümlelerinde bir tür muhatap değiştirme,

müminlere yönelik hitabı Peygamberimize (s.a.a) yönelik hitaba

dönüştürme vardır. Bu değişiklikteki muhtemel nükte şu olabilir:

Bu iki cümle Allah'ın insanlara yönelik açıklamasıdır ve Allah'ın

açıklaması Peygamber (s.a.a) aracılığı ile yapılmaktadır.

Böylece Peygamberimizin (s.a.a) kendisine vahyedilen mesajı insanlara

açıklamadaki fonksiyonun önemi vurgulanıyor gibidir. Şu

ayette buyrulduğu gibi: "Sana da Zikr'i (Kur'an'ı) indirdik ki, insanlara

indirilen şeyi onlara açıklayasın..." (Nahl, 44)

"İşte Allah, şükredesiniz diye, size ayetlerini böyle açıklıyor." Yani

Allah, Peygamberi aracılığı ile size hükümlerini açıklıyor ki, o hükümleri

öğrenip uygulamak suretiyle O'na şükredesiniz.

 

Mâide Sûresi 87-89 ...................................................... 153

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Kummî'de "Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı

hoşa giden şeyleri haram etmeyin..." ayeti hakkında şöyle deniyor:

Babam bana, ona da İbn-i Ebu Ümeyr, ona da ashabından biri

anlattı ki: İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Bu ayet Hz. Ali, Bilâl ve

Osman b. Maz'un hakkında indi. Hz. Ali geceleri hiç uyumamaya,

Bilâl hiçbir günü oruçsuz geçirmemeye ve Osman b. Maz'un da hiç

eşi ile cinsel ilişkide bulunmamaya yemin etmişlerdi."

"Güzel bir kadın olan Osman b. Maz'un'un eşi bir gün Ayşe'nin

yanına geldi. Ayşe ona, 'Senin kılığını-kıyafetini özensiz görüyorum.

Sebebi nedir?' diye sordu. Kadın da Ayşe'ye şu cevabı verdi:

Kime süsleneyim ki? Vallahi eşim bana şu kadar zamandan beri

hiç yaklaşmadı. Ruhbanlığa yönelmiş, keçi kılından bir elbiseye

bürünmüş ve dünyadan elini eteğini çekmiştir."

"Peygamber (s.a.a) eve gelince Ayşe ona bu durumu anlattı.

Bunun üzerine Peygamber dışarı çıkarak insanları namaza çağırdı.

İnsanlar toplanınca minbere çıktı. Allah'a hamd ve senadan sonra

şunları söyledi: Bazılarına ne oluyor da hoşa giden şeyleri kendilerine

haram ediyorlar?! Haberiniz olsun ki, ben geceleri uyurum, eşimle

yatıp kalkarım ve gündüzleri yer-içerim. Kim benim sünnetimden

yüz çevirirse benden değildir."

"Adı geçen şahıslar ayağa kalkarak, 'Ey Allah'ın Resulü, biz bu

konularda yemin ettik.' dediler. Bunun üzerine, 'Allah sizi (ağız alışkanlığı

ile yaptığınız) boş yeminlerinizden dolayı sorumlu

tutmaz; fakat pekiştirdiğiniz (bilerek yaptığınız) yeminlerden dolayı

sizi sorumlu tutar. (Böyle bir yemini bozarsanız,) cezası

(keffareti), ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden

on yoksulu doyurmak ya onları giydirmek veya bir köle azat etmektir.

Bunların hiçbirini bulamayan (yapamayan) kimse üç gün

oruç tutar. İşte yemin ettiğiniz (ve bozduğunuz) zaman yeminlerinizin

cezası (keffareti) budur.' ayeti indi."

Ben derim ki: "Allah sizi (ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş

yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz; fakat pekiştirdiğiniz (bilerek

yaptığınız) yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar..." ayetinin

adı geçen şahısların yeminleri ile örtüşmesi açık ve net değildir.

Daha önce bu konuya kısaca değinmiştik. Tabersî, Mecma'ul

 

154....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Beyan adlı tefsirinde bu olayı İmam Sadık'tan (a.s) nakletmiş, fakat

son bölümüne yer vermemiştir. Dolayısıyla bunun üzerinde

düşünmek gerekir.

 

el-İhticac adlı eserde İmam Hasan b. Ali'den (a.s) nakledilen

bir hadiste İmamın Muaviye ve yandaşlarına şöyle dediği kaydedilir:

"Allah aşkına söyleyin, Peygamberin (s.a.a) ashabı içinde Hz.

Ali'nin, nefsinin arzularını kendisine haram eden ilk kişi olduğunu

ve bunun üzerine, 'Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı hoşa

giden şeyleri haram etmeyin.' ayetinin indiğini biliyor musunuz?"

[c.1, s.407]

 

Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde bu ayet hakkında şöyle deniyor:

"Tefsircilerin verdikleri bilgiye göre, Peygamberimiz (s.a.a) bir gün

yere oturdu ve insanlara öğüt verip kıyameti anlattı. Bunun üzerine

dinleyenler duygulanıp ağlamaya başladılar. Arkasından ashaptan

on kişi Osman b. Maz'un el-Cumahî'nin evinde toplandı.

Bunlar Ali, Ebu Bekir, Abdullah b. Mes'ud, Ebuzer Gıfarî, Ebu

Huzeyfe'nin kölesi Salim, Abdullah b. Ömer, Mikdad b. Esved el-

Kindî, Selman-i Farisî ve Malik b. Mukrin idi. Bunlar gündüzleri oruç

tutmaya, geceleri ibadet etmeye, döşek üzerinde uyumamaya,

et ve yağ yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, güzel koku sürünmemeye,

keçi kılından örülmüş kaba elbiseler giymeye, dünya

ile ilgilenmemeye, yeryüzünde geziler düzenlemeye ve bazıları erkeklik

organlarını kesmeye karar verdiler."

"Bu haber Peygamberimize (s.a.a) ulaşınca, Osman b.

Maz'un'un evine gitti. Fakat onunla karşılaşamadı. Aktar olan eşi

Ebu Ümeyye kızı Havla Ümmü Hekim'e, 'Kocan ve arkadaşları

hakkında işittiklerim doğru mu?' diye sordu. Kadın hem Peygamberi

yalanlamak istemediği ve hem de eşinin durumunu açıklamaktan

çekindiği için, 'Ey Allah'ın Resulü, eğer bu durumu sana

Osman haber verdiyse, doğru söylemiştir.' dedi. Peygamber oradan

ayrıldı. Osman eve gelince eşi olup biteni ona haber verdi."

"Bunun üzerine Osman ve arkadaşları Peygambere (s.a.a) gittiler.

Peygamber onlara, 'Şu şu kararları aldığınızı size haber vermedim

mi?' dedi. Onlar, 'Evet, fakat maksadımız sadece iyilikti.'

dediler. Peygamber, 'Bana böyle şeyler emredilmedi.' dedikten

sonra sözlerine şöyle devam etti: Nefislerinizin sizin üzerinizde

hakkı var. Hem oruç tutun, hem yiyin-için. Geceleri hem ibadet e

 

Mâide Sûresi 87-89 ......................................................... 155

 

din, hem uyuyun. Ben geceleri hem ibadet eder, hem uyurum.

Gündüzleri hem oruç tutarım, hem yer içerim. Et de yerim, yağ da

yerim. Kadınlara da yaklaşırım. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse

benden değildir."

 

"Sonra insanları topladı ve onlara şu konuşmayı yaptı: 'Bazılarına

ne oluyor da, kendilerine kadınlara yaklaşmayı, yemek yemeyi,

güzel koku sürünmeyi, uyumayı, dünyevî istekleri haram ettiler.

Ben size keşişler ve rahipler gibi olun demiyorum. Benim dinimde

et yememek, kadınlara yaklaşmamak ve manastıra kapanmak

yoktur. Benim ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlığı ise cihattır. Allah'a

kulluk edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Hacca ve umreye

gidin, namazı kılın, zekâtı verin, ramazanda oruç tutun ve

dosdoğru olun ki, karşılığında doğruluk göresiniz. Sizden önceki

milletler aşırılık yüzünden helâk oldular. Onlar görevlerini ağırlaştırdıkça

Allah da yükümlülüklerini ağırlaştırdı. İşte şimdi kilise köşelerinde

ve manastırlarda onların kalın-tılarını görüyorsunuz.' Bu

olay üzerine Allah bu ayeti ['Ey iman edenler, Allah'ın size helâl

kıldığı... şeyleri haram etmeyin.'] indirdi."

Ben derim ki: Ehlisünnet rivayetlerine müracaat edildiğinde,

[Mecma'ul-Beyan'ın naklettiği] bu rivayetin aslında bu konuda

nakledilen rivayetlerin bir özeti olduğu anlaşılmaktadır. Bu konudaki

rivayetlerin sayısı oldukça çoktur. [Merhum] Tabersî bu rivayetlerin

farklı içeriklerini toplayıp tekrarlarını atarak onları bir rivayet

hâlinde zikretmiştir. Bu rivayetlerin kendine bakıldığında,

sayılarının çokluğuna rağmen hiçbirinde sahabîlerin adları bir arada

zikredilmemiştir. Bilâkis bu rivayetlerin lafız açısından en

kapsamlı olanında, sahabeden "Osman b. Maz'un ve arkadaşları"

diye söz edilmiştir. Bazılarında ise "Peygamberin ashabından bazı

insanlar" diye, bazılarında da "Peygamberin ashabından bazı kişiler"

diye söz edilmiştir.

 

Bu böyle olduğu gibi, bu rivayette geniş ve ayrıntılı olarak yer

alan Peygamberimizin sözleri ve halka yönelik konuşmasının

metni, bu rivayetlerde dağınık bir şekilde mevcuttur. Sözü edilen

kişilerin terk etmek istedikleri veya terkine yemin ettikleri davranışlarda

da durum aynıdır. Bu rivayetler söz konusu sahabîlerin

hepsinin bu davranışların tümünü terk etmeyi kararlaştırdıklarını

açıkça belirtmemişlerdir. Tersine bazı rivayetlerde terk etmek is

 

156........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

tedikleri veya terkine yemin ettikleri davranışların farklı olduğu

belirtilmiştir.

 

Meselâ Buharî ile Müslim'in Ayşe'den naklettikleri rivayete göre,

Peygamberin ashabından bazı insanlar, Peygamberin eşlerine

onun gizlide nasıl davrandığını, neler yaptığını sordular. Aldıkları

cevaplar üzerine kimisi, "Artık ben et yemiyeceğim." kimisi, "Artık

ben kadınlara yaklaşmıyacağım." kimisi de, "Artık ben hiç döşek

üzerinde uyumayacağım." dedi. Bu haber, Peygamberimize ulaşınca,

"Bazılarına ne oluyor da her biri şöyle şöyle diyor? Ben hem

oruç tutarım, hem yer-içerim. Hem uyurum, hem gece ibadetine

kalkarım. Et yerim ve kadınlara yaklaşırım. Kim benim sünnetimden

yüz çevirirse, benden değildir." dedi.

 

Söz konusu rivayetteki "Bunlar gündüzleri oruç tutmaya... karar

verdiler." şeklindeki ifadeden, onların her birinin bu davranışların

hep-sini kararlaştırdığı değil de, hepsinin toplam olarak bu

davranışları kararlaştırmış oldukları da kastedilmiş olabilir. Aralarında

zayıfı, mürseli ve muteberi bulunan bu rivayetlerin içerikleri

farklı olmakla birlikte birden değerlendirildiğinde şu sonuca güvenle

varmak gerekir: Ashaptan bazı kişiler bu tür bir züht ve ibadete

karar verdiler. Bunların arasında Hz. Ali ve Osman b. Maz'un

vardı. Bunun üzerine Peygamber onlara, "Kim benim sünnetimden

yüz çevirirse, benden değildir." dedi. Yine de doğrusunu Allah bilir.

Bu konuda bilgi edinmek için Tefsir-i Taberî, ed-Dürr'ül-Mensûr ve

Feth'ul-Kadîr gibi rivayetlere dayanan tefsirlere başvurmak gerekir.

ed-Dürr'ül-Mensûr'da şöyle deniyor: Tirmizî -hasen bir hadis olduğunu

belirterek-, İbn-i Cerir, İbn-i Ebu Hâtem, İbn-i Adî el-Kâmil

adlı eserinde, Taberanî ve İbn-i Mürdeveyh İbn-i Abbas'tan şöyle

dediğini bildirmişler: "Adamın biri Peygambere (s.a.a) gelerek, 'Ey

Allah'ın Resulü, ben et yediğimde kadınlara karşı ilgim artıyor ve

şehvetim kabarıyor. Bu yüzden kendime et yemeyi haram ettim.'

dedi. Bunun üzerine, 'Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı

hoşa giden şeyleri haram etmeyin.' ayeti indi."

Yine ed-Dürr'ül-Mensûr'da İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatem'in

Zeyd b. Eslem'den şöyle tahriç ettikleri kaydedilir: "Abdullah b. Revaha'ya

akrabalarından biri misafir gelmişti. Kendisi o sırada

 

Mâide Sûresi 87-89 ......................................................... 157

 

Peygam-berin (s.a.a) yanında idi. Bir süre sonra evine dönünce ailesinin

misafire yemek yedirmediğini, yemek yemek için onun eve

gelmesini bek-lediklerini gördü. Eşine, 'Benim yüzümden misafirimi

aç bıraktın. Bu yemek bana haram olsun.' dedi. Karısı, 'Bana

da haram olsun.' dedi. Misafir de, 'Bana da haram olsun.' dedi.

Abdullah bu durumu görünce elini yemeğe uzatarak, 'Allah'ın adıyla

yiyin.' dedi. Sonra Peygambere (s.a.a) gidip durumu anlattı.

Peygamber (s.a.a), 'Doğrusunu yaptın.' dedi. Bunun üzerine, 'Ey

iman edenler, Allah'ın helâl kıldığı hoşa giden şeyleri haram etmeyin.'

ayeti indi."

 

Ben derim ki: Son iki rivayette iniş sebebi olarak anlatılanların

ravilerin ayeti olaya uyarlaması olması da muhtemeldir. Ayetlerin

iniş sebepleri ilgili rivayetlerde bu duruma sık sık rastlanır. Ayrıca

bir ayetin inişi ile ilgili birden çok sebebin olması da mümkündür.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Abdullah b. Sinan'dan şöyle nakledilir: "İmama,

'Eğer ben haram veya helâl bir içecek içersem, eşim boş

olsun veya kölem azat olsun.' diyen bir adamın durumunu sordum.

İmam şu cevabı verdi: 'Haram olan içeceğe yemin etse de,

etmese de yaklaşma-ması gerekir. Helâl içeceği de terk etmemesi

gerekir. Çünkü Allah'ın helâl kıldığı şeyi haram etmeye yetkili değildir.

Zira yüce Allah, 'Ey iman edenler, Allah'ın helâl kıldığı hoşa

giden şeyleri haram etmeyin.' buyuruyor. O hâlde helâl içecek ile

ilgili yemininden dolayı ona hiçbir sorumluluk gelmez." [c.1, s.336,

h:162]

 

el-Kâfi'de müellif, kendi rivayet zinciriyle Mes'ade b. Sadaka'-

dan şöyle dediğini nakleder: "İmam Sadık'ın (a.s) 'Allah sizi (ağız

alışkan-lığı ile yaptığınız) boş yeminlerinizden dolayı sorumlu

tutmaz.' ayeti hakkında şöyle buyurduğunu duydum: 'Bu ayette

geçen 'lağv=boş' kelimesinden maksat, kişinin hiçbir şeye ciddî

olmaksızın, 'Evet vallahi, hayır vallahi' söylemesidir." [c.7, s.443, h:1]

Ben derim ki: Tefsir'ul-Ayyâşî'de de bu rivayetin benzeri Abdullah

b. Sinan'dan nakledilmiştir.1 Bir benzeri de Muhammed b.

Müslim'den nakledilmiştir. Muhammed b. Müslim'den aktarılan

rivayette "Kişinin söylediği söze ciddî kastı olmaksızın" ifadesi yer

1- [Tefsir'ül-Ayyâşî, c.1, s.336, h:163]

 

158 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

alıyor.1

 

ed-Dürr'ül-Mensûr'da İbn-i Cerir'in İbn-i Abbas'tan şöyle tahriç

ettiği kaydedilir: "Kendilerine kadınlara yaklaşmayı ve et yemeyi

haram kılan kimseler hakkında 'Ey iman edenler, Allah'ın helâl

kıldığı hoşa giden şeyleri haram etmeyin.' ayeti indiğinde bu kimseler,

'Ey Allah'ın Resulü, yaptığımız yeminler ne olacak?' dediler.

Bunun üzerine 'Allah sizi (ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminlerden

dolayı sorumlu tutmaz.' ayeti indi."

Ben derim ki: Bu rivayet, bu incelemenin başında naklettiğimiz

rivayetin son bölümü ile benzerlik gösteriyor. Yalnız bu rivayet,

ayetten anlaşılan anlam ile bağdaşmıyor. Çünkü bir farzın veya bir

mubahın terk edileceğine dair yapılan yeminde kararlılık ve kasıt

unsurunun olmadığı söylenemez.

 

Ayette "(ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminler" ifadesinin

karşılığı olarak "pekiştirdiğiniz yeminler" ifadesine yer verilmiştir.

Bu durum, boş yeminin pekiştirilmeyip bağlılık getirmeyen

yemin olduğuna delâlet eder. Ayetten anlaşılan bu anlam sadece

boş yemini ciddî bir kasıt içermeyen 'Hayır vallahi, evet vallahi' gibi

sözlerle açıklayan rivayetlerle bağdaşır. Şeriatın geçersiz saydığı

yeminlerde ise yemin konusu şeylerle ilgili kasıt vardır. Ortaya

çıkan sonuç, bu tür yeminin geçersizliğinin Kur'ân'a değil, sünnete

dayandırılmasıdır.

 

Üstelik ayetin içeriği, onun yemin keffaretini bildirmek ve yeminleri

tutmayı emretmek olduğuna dair en kesin delildir. Ayet

yemini tutmayı, bu (rivayetteki) tefsirin gerektirdiği gibi başka bir

konuya bağlı olarak değil, bağımsız olarak ele alıyor.

 

1- [Tefsir'ül-Ayyâşî, c.1, s.336, h:165]

 

Mâide Sûresi 90-93 ................................................................ 159

 

90- Ey inananlar! İçki, kumar, putlar (veya dikili taşlar) ve

(hayvan etini bölüşmekte yararlanılan) şans okları, şeytan işi pisliklerdir.

Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.

 

91- Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık ve kin

sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister.

Artık bunlardan vazgeçecek misiniz?

 

92- Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sakının. Eğer

yüz çevirirseniz bilin ki, Elçimize düşen, sadece açıkça duyurmaktır.

 

93- İnanıp iyi ameller işleyenlere, takvayı gözetip inandıkları

ve iyi ameller yaptıkları, sonra takvayı gözetip inandıkları ve sonra

takvayı gözetip amelleri güzel şekilde yaptıkları takdirde (sayılan

bu haramlardan) yedikleri ve içtikleri şeyler yüzünden bir günah

yoktur. Allah işleri iyi şekilde yapanları sever.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Okuduğumuz ayetler arasında sanki bir defada veya birbirine

yakın zamanlarda inmişler gibi akış açısından uyum vardır. Bu ayetlerin

sonuncusu, aşağıda ayrıntılı biçimde anlatacağımız üzere

 

160 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

zihinlerde uyanan bir şüpheyi giderecek bir konuma sahiptir. Dolayısıyla

bu ayetlerin hepsi içkiyi konu ediniyor, bazıları ise içkiye

kumarı, anıt taşlarını ve şans oklarını da ekliyor.

Daha önce kitabımızın ikinci cildinde, "Sana içkiyi ve kumarı

sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar

var; ama günahları faydalarından daha büyüktür." (Bakara,

219) ayetinde ve yine kitabımızın dördüncü cildinde, "Ey inananlar!

Ne söylediğinizi bilmeniz için, sarhoşken namaza yaklaşmayın."

(Nisâ, 43) ayetinde değindiğimiz gibi bu iki ayet, "De ki: Rabbim

ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı... haram kılmıştır." (A'râf,

33) ayeti ve açıklamasını yapmakta olduğumuz "Ey inananlar! İçki,

kumar, putlar (veya dikili taşları) ve şans okları şeytan işi pisliklerdir.

Öyleyse bunlardan kaçının... Artık bunlardan vazgeçecek

misiniz?" (Mâide, 90-91) ayetler birbirlerine eklendiklerinde,

farklı içerikleri ile şeriat koyucunun içki yasağında aşamalı süreci

izlediğine delâlet ederler.

 

Fakat bu tedricîlik, tenzih etmekten hoşlanmamaya ve oradan

kesin yasaklamaya varan ve böylece nesh sonucunu doğuran bir

gelişme süreci değildir. Aynı şekilde bu tedricîlik şeriat hükümlerinin

yürürlüğe konmasında dinî siyasetin menfaati gözetilerek

kapalı işaretten açık beyana, gizli kinayeden sarih ifadeye geçilme

anlamında bir tedrîcilik değildir.

 

Çünkü "günah" olarak anlamlandırdığımız "ism" ifadesi, A'râf

suresinde yer almış Mekke döneminde inen bir ayette geçiyor. Eğer

bu ifade hicretten sonra inmiş ilk uzun sure olan Bakara suresindeki

"De ki: Onlarda büyük günah... vardır." ifadesi ile bir arada

değerlendirilirse, bundan mazeret ve tevil peşinde olan kimseye

hiçbir imkân bırakmayan açık bir içki yasağı sonucu çıkar.

Bu yasaklamadaki tedricîliğin anlamı şudur: İlk aşamada içki

yasağı genel bir yasaklama çerçevesinde gündeme geldi. Bu genel

çerçeve "günah" kavramı ile çizildi. Arkasından nasihat üslûbu

ile özel bir yasaklama geldi. "De ki: Onlarda hem büyük günah,

hem insanlar için faydalar var; ama günahları faydalarından daha

büyüktür." ayeti bu amacı taşıyor. "Ne söylediğinizi bilmeniz için

sarhoşken namaza yaklaşmayın." ayetindeki sarhoşluktan

maksat eğer uyku sarhoşluğu değil de içkinin verdiği sarhoşluk i

 

Mâide Sûresi 90-93 ................................................... 161

 

se, bu ayet de öğüt üslûbu ile özel içki yasağını dile getirmiş oluyor.

Arkasından ısrarlı ve ağır ifadeli bir başka özel yasaklama geliyor.

Bu kesin yasaklamayı, "İçki, kumar, putlar (veya dikili taşları)

ve şans okları, şeytan işi pisliklerdir... Artık bunlardan vazgeçecek

misiniz?" ayetleri kanıtlıyor.

Bu iki ayet içki yasağı hakkında inmiş son ayetlerdir. Buna, bu

ayetlerde yer alan çeşitli pekiştirme yöntemleri delâlet ediyor. Birincisi

"innema=ancak" ibaresidir. Sonra içkinin ve onunla aynı kategoride

sayılan günahların "iğrençlik, pislik" olarak adlandırılmaları

gelir. Arkasından bu günahların şeytana izafe edilmiş olmaları

gelir. Sonra bunlardan kaçınılması yolundaki açık emir karşımıza

çıkıyor. Arkasından kurtuluşun bu günahlardan kaçınmakta aranması

telkin ediliyor. Sonra içki içmekten doğacak kötü sonuçlara

parmak basılıyor. Sonra bunlara son verilip verilmeyeceği soruluyor.

Arkasından Allah'a ve Peygambere (s.a.a) itaat edilmesi,

onlara karşı çıkmaktan sakınılması ve eğer karşı çıkma olursa, Allah'ın

ve Peygamberinin (s.a.a) bunlardan müstağni olduğu ve bu

itaatsizliği yapanların zarar göreceği vurgulanıyor.

Okuduğumuz ayetlerin sonuncusu olan "İnanıp iyi ameller işleyenlere,

takvayı gözetip inandıkları... takdirde bir günah yoktur."

ayetinde de ileride açıklanacağı üzere bu ayetlerin içki yasağı

hakkında inmiş son ayetler olduğuna dair belirli oranda delâlet

vardır.

 

"Ey inananlar! İçki, kumar... Umulur ki kurtuluşa erirsiniz." Bu surenin

başında, bu ayette sayılan "hamr, meysir, ensâb ve ezlâm" kelimelerinin

ne anlama geldikleri hakkında bilgi verilmişti. "Hamr",

aklı bulandıran ve fermantasyon işlemi ile üretilen her türlü sarhoş

edici sıvıdır. "Meysir" kelimesi, mutlak anlamda kumar demektir.

"Ensâb" kelimesi, putlar veya üzerinde kurban kesmek için

konmuş olan taşlardır. Bu taşlar saygın ve kutsal kabul ediliyordu.

"Ezlâm" kelimesi, hayvan etinin bölünüp payların belirlenmesinde

araç olarak kullanılan şans okları demektir. Bu kelime,

bir işe girişirken veya karar verirken örneğin bir yolculuğa çıkarken

veya benzeri bir işi yapmak isterken işin hayır mı, şer mi olduğunu

belirlemek amacıyla çekilen fal okları için de kullanılmıştır;

fakat bu kelime surenin başlarında birinci anlamda kullanılmıştır.

Çünkü yasak yiyecekler anlatılırken gündeme gelmişti. Bu

 

162............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

na dayanarak burada da aynı anlamda kullanılmış olması ihtimali

pekiştirilmiş olur.

 

Eğer desen ki: "Meysir" kelimesi genel anlamı ile hayvanın etini

paylaştırmada kullanılan şans okları anlamında alınacak

"ezlâm" kelimesinin anlamını da kapsar. Açık bir nükte ve incelik

olmaksızın genel bir ifadeden sonra özel bir ifadeye yer vermenin

anlamı yoktur. O hâlde "ezlâm" kelimesinin cahiliye dönemi Arapları

arasında işin hayır mı, şer mi olduğunu belirlemek amacıyla

çok yaygın olarak kullanılan fal okları anlamında olduğunu kabul

etmek gerekir. Nitekim bir şair şöyle diyor:

"Eğer Cezîme kabilesinin ileri gelenlerinin birçoğu öldürüldü

ise de, / Kadınları fal okları ile fal bakarlar."

Rivayetlere göre bu fal işlemi şöyle yapılırdı: Ok biçiminde üç

tane ince tahta parçası hazırlanırdı. Birinin üzerine "Bu işi yap.",

öbürünün üzerine "Bu işi yapma." yazılır, üçüncüsünün üzerine ise

hiçbir şey yazılmazdı. Fal bakacak olan kimse bu okları yanında

taşıdığı deri torbaya atardı. Bu oklar birbirinin benzeri olurdu. Adam

yolculuk gibi önem verdiği bir işe girişeceği zaman elini deri

torbaya daldırıp bu oklardan birini çıkarırdı. Eğer çıkardığı ok üzerinde

"Bu işi yap." yazısı olan ok olursa, niyetlendiği işe girişirdi.

Yok eğer üzerinde "Bu işi yapma." yazısı bulunan ok eline geldi ise,

o işten vazgeçerdi. Eğer eline gelen ok, üzerinde yazı bulunmayan

ok olursa, onu tekrar torbaya atar ve ok çekme işlemini yazılı

bir ok çıkarıncaya kadar tekrarlardı. Bu işleme "paylaştırma, pay

arama" adının verilmesinin sebebi, bu işlem ile kendisine ait rızkın

veya bir başka iyiliğin istenmesidir.

 

Bu ayet bu işlemin yasak olduğuna delâlet ediyor. Çünkü bu

işlem, gaybı bilme iddiasını çağrıştırıyor. Buna benzeyen diğer bütün

işlemler de böyledir. Tespih taneleri ile istihare yapmak ve

buna benzer şeyler gibi.

 

Buna karşılık olarak şöyle derim: Bilindiği gibi bu surenin başındaki

"fal okları ile bölmeniz" (Mâide, 3) ifadesi açıkça hayvanın

etini oklarla bölmekle ilgili bir tür kumardan söz ediyor. Çünkü

yenmesi haram şeyler arasında sayılmıştır. Bundan dolayı "ezlâm"

kelimesinin bu ayette de aynı anlama geldiği ihtimali güç kazanıyor.

 

Mâide Sûresi 90-93 .............................................................. 163

 

Eğer surenin baş tarafındaki konumu ile kelimenin bu anlama

gelişinin kuvvetli ihtimal hâline geldiği kabul edilmez ise, o zaman

maksadı hususunda açıklayıcı niteliği olacak hiçbir karine taşımayan

iki anlamlı bir kelime ile karşı karşıya geliriz ki, o takdirde

kelimenin an-lamını belirlemek, sünnet kaynaklı açıklamaya kalır.

Nitekim kararsızlık durumlarında tespih taneleri ile veya başka bir

yolla hayır talep etmenin caiz olduğu yolunda Ehlibeyt İmamlarından

gelen birçok rivayet vardır.

 

Bu meselenin mahiyeti şudur: İnsan bir işe girişmek istediğinde,

neyin kendisi için faydalı olduğunu öğrenmek isteyebilir. Bunun

sakıncası yoktur. Bu bilgiyi ya Allah'ın kendisine bağışladığı

düşünme yeteneği ile elde etmeye çalışır veya doğru ile eğriyi ayırt

edecek düzeyde olan kişilere danışır. Eğer bu yollardan doğru şıkkın

hangisi olduğunu öğrenemez de şaşkınlık içinde, tereddütte

kalırsa, hangi şıkkı seçeceğini belirlemek için herhangi bir yolla

Rabbine yönelmesinde hiçbir sakınca yoktur.

 

İnsanın bu tür bir istihare ile bir tercihte bulunmasında, ne

gaybı bilme iddiası, ne yüce Allah'ın ilâhlık yetkisine tecavüz girişimi,

ne işleri plânlamasında başkalarını Allah'a ortak etme gibi

bir şirk eylemi ve ne başka bir dinî sakınca vardır. O işi farz kılmak,

haram etmek veya başka bir yükümlülük hükmüne bağlamak

söz konusu değildir. Ayrıca bu işte gayb perdesini açıp iyiliği

ve kötülüğü kesinlikle belirleme talebi de yoktur. Sadece kişinin

hayrının girişilecek işi yapmakta mı, yoksa yapmamakta mı olduğuna

dair bir arayış ve böylece şaşkınlıktan ve kararsızlıktan kurtuluş

vardır.

 

İstihareden sonra bir işi yapmayı veya yapmamayı izleyecek

olan gelişmeler iyi de olabilir, kötü de olabilir. Bu ihtimal, düşünerek

veya danışarak varılacak olan kararın sonuçları ile aynı düzeydedir.

Buna göre istihare, tıpkı düşünmek ve danışmak gibi teşebbüs

aşamasında şaşkınlığı ve kararsızlığı gideren bir yoldur. İstihareye

uyularak yapılan işin gerekli kıldığı sonuç, düşünerek veya

danışarak yapılan işin gerekli kıldığı sonuç gibidir.

Evet, Kur'ân'la veya başka bir yolla istihare edildiğinde, gaybı

bilme iddiasına bulaşıldığı sanılabilir. Belki de insanın içinden bu

uygulama konusunda bir uğurluluk veya uğursuzluk duygusu geçebilir.

İnsan bu uygulamadan hayır veya şer, fayda veya zarar

 

164 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

bekleyebilir. Fakat her iki mezhep kanalı ile rivayet edilen hadislere

göre, Peygamberimiz (s.a.a) hayra yorar ve ona emrederdi. Buna

karşılık uğursuzluk duygusuna saplanmayı men eder ve böyle

bir kötümserlik ortaya çıkınca onu umursamamayı ve Allah'a tevekkül

etmeyi tavsiye ederdi.

 

Buna göre Kur'ân'la veya benzer bir yolla istihare etmenin önünde

hiçbir engel yoktur. Eğer bu yolla iyiye yönelik bir işaret alınırsa,

mesele yoktur. Aksi hâlde Allah'a tevekkül edilerek düşünülen

işe girişilir. Böyle bir istiharenin sağlayacağı fayda, mutluluk ve

fayda sağlayacağı sezilen işlerde insanın moralini düzeltmekten

başka bir şey değildir. Yeri geldiğinde bu meselenin hakkında geniş

bir inceleme yapılacaktır.

 

Bu söylediklerimizden ortaya çıktı ki, bazı tefsirlerde yapıldığı

gibi bu ayetteki "ezlâm" kelimesini, fal ve şans oku anlamına almak

ve buna dayanarak istiharenin haram olduğu sonucunu çıkarmak,

doğru bir yorum tarzı değildir.

 

"Şeytan işi pisliklerdir." ifadesinin orijinalinde geçen "rics" kelimesi,

Ragıp İsfahanî'nin el-Müfredat adlı eserindeki açıklamaya

göre "pis ve iğrenç şey" demektir. Dolayısıyla "recâset", "necâset

ve kazâ-ret" kelimeleri gibi, insan tabiatının iğrendiği için kendisinden

uzak durulan ve tiksinilen şeyin taşıdığı nitelik anlamına

gelir.

 

Ayette sayılan içki, kumar, putlar ve fal oklarının pislik olarak

nitelenmeleri, insan tabiatının bunlara yaklaşmayı istememesine

yol açan bir nitelik taşımaları yüzündendir. Bu da bunların insana

mutluluk verecek bütün unsurlardan yoksun olmaları durumudur.

Herhangi bir zamanda katıksız ve saf olması mümkün olan bir

mutluluktan bahsediyoruz. Yüce Allah da şu ayette bu gerçeğe işaret

ediyor:

"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük

günah, hem insanlar için faydalar var; ama günahları faydalarından

daha büyüktür." (Bakara, 219) Şöyle ki, yüce Allah bunların günahlarının

faydalarına baskın olduğunu ifade ediyor ve bu durum

için istisna ifadesi kullanmıyor. [Her zaman için günahı faydasından

daha büyüktür deniliyor.]

Her hâlde bu sebeple bu pislikler şeytana isnat edilmiş ve bu

 

Mâide Sûresi 90-93 .......................................................... 165

 

konuda ona hiç kimse ortak edilmemiştir. [Şöyle ki eğer bunlarda

bir hayır yön olsaydı, bu mutlaka şeytandan kaynaklanmıyor olacaktı.

Bu da bir başkasının şeytana ortak olması demek olurdu.]

Bir sonraki ayette de şöyle buyruluyor: "Şeytan içki ve kumarla

sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan

ve namaz kılmaktan alıkoymak ister."

 

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, şeytanı Kur'ân'da insanın

düşmanı, onun için asla iyilik istemeyen biri olarak tanıtmıştır.

Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır."

(Yûsuf, 5) "Bu şeytana ilişkin, kesinleşmiş hükme göre kim

onun peşinden giderse kendisini doğru yoldan çıkarır." (Hac, 4)

"Onlar hiçbir hayırla ilişkisi olmayan şeytandan başkasına tapmazlar.

Allah onu lânetlemiş..." (Nisâ, 117-118) Dolayısıyla Allah

onu lânetine uğrattı ve onu her türlü hayırdan mahrum etmiştir.

Yüce Allah, şeytanın insana sokulmasının, insana yönelik çalışmasının

kışkırtma, vesvese verme, ayartma yöntemleri ile kalbe

sızma olduğunu açıkladı. Nitekim şeytanın sözlerini bize aktararak

şöyle buyuruyor: "İblis dedi ki: 'Ey Rabbim, beni kışkırtıp sapıklığa

düşürdüğün için dünyada kötülüğü onlara cazip göstererek hepsini

yoldan çıkaracağım. Sadece onların arasındaki seçkin kılınan

kulların hariç.' Allah dedi ki: İşte bana ulaştıran doğru yolum

budur. Sana uyan sapıklar dışında kullarım üzerinde senin hiçbir

nüfuzun yoktur." (Hicr, 42)

 

Görülüyor ki, İblis insanları tehdit ediyor. Fakat elindeki yegâne

silâh kışkırtmadır. Yüce Allah ise onun yoldan çıkmış bağlıları

dışındaki insanlar üzerindeki hiçbir etkinliği olmayacağını

vurguluyor. Yüce Allah, şeytanın kıyamet günü insanlara ne söyleyeceğini

naklederek şöyle buyuruyor: "Benim sizi zorlayacak bir

gücüm yoktu. Sadece sizi yoluma çağırdım, siz de çağrıma uyuverdiniz."

(İbrahîm, 22)

 

Allah, şeytanın çağrısının niteliğini şöyle belirtiyor: "Ey Âdemoğulları,

sakın şeytan sizi şaşırtıp bir belâya düşürmesin... Sizin

şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler."

[A'râf, 27] Ayette açıklanıyor ki, şeytanın çağrısı bir insanın

başka bir insanı karşılıklı ikna yolu ile bir şeye çağırması gibi değildir.

Onun çağrısında çağrılan, çağıranın tek yanlı gözetimi altındadır.

Bunun tersine döndüğü hiç görülmez.

 

166 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Bu konuya nokta koyan söz, "İnsanların göğüslerine (kötü düşünceler)

fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden... insanların

Rabbine... sığınırım." (Nâs, 4) ayetleridir. Bu ayetlerde açıklanıyor

ki, şey-tanın insana yönelik çalışması insanın kalbine kötü duygular

fısıldayarak onu bu yolla sapıklığa çağırmasıdır.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, içkinin ve onunla birlikte ayette

sayılan kötülüklerin şeytan işi olmaları demek, bu kötülüklerin

şeytana özgü işlere dayanıyor olmalarıdır. Bu kötülüklere davetiye

çıkaran tek şey, insanı sapıklığa çağıran şeytanî fısıltılar ve sinsi

telkinlerdir. Bundan dolayı Allah bu kötülüklere pislik ve iğrençlik

adını verdi. Yüce Allah zaten sapıklığa pislik adını vermiştir. Şu

ayette olduğu gibi: "Allah kimi saptırmak isterse, göğsünü sanki

göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların

üstüne işte böyle pislik çökertir. Bu senin Rabbinin dosdoğru yoludur."

(En'âm, 125-126)

 

Arkasından bir sonraki ayette bu kötülüklerin şeytan işinden

kaynaklanan birer iğrençlik olmalarının anlamı şöyle anlatılıyor:

"Şeytan içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak,

sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister."

Yani şeytan sizi bu kötülüklere çağırırken istediği tek şey şerdir.

Bu yüzden bu kötülükler ona özgü eylemlerin bir parçası olan iğrençlikler

olmuşlardır.

 

Şöyle denebilir: Bu söylenenlerin özeti şudur: İçkinin ve onunla

bir arada sayılan kötülüklerin iğrençlik olmalarının anlamı, bunları

yapmanın ve meselâ içki içmenin şeytanın sadece kalplere fısıltı

aşılamasına ve insanı saptırmasına yol açmasıdır. Oysa birçok rivayetten

anlaşıldığına göre şeytan, insan kılığında ortaya çıkarak

ilk kez içki üretmiş ve onu hazırlamayı insana öğretmiştir.

Buna vereceğimiz cevap şudur: Evet, bu rivayetler her ne kadar

mütevatir ve dolayısıyla delil kabul edilecek nitelikte değiller

ise de, elimizde bu nitelikte değişik alanlarla ilgili birçok rivayet

vardır. Bu rivayetler şeytanın, peygamberler, veliler ve diğer insanlara

göründüğüne delâlet ediyor.

 

Başka bazı rivayetlerden de meleklerin somut kılıklarda göründüklerini,

diğer bazı rivayetlerden ise dünyanın, insan davranışlarının

veya başka şeylerin somut kılıklara büründüklerini öğreni

 

MâideSûresi 90-93 ......................................................... 167

 

yoruz. Allah'ın kitabı da bu somutlaşmaları bir dereceye kadar teyit

ediyor. Şu ayette olduğu gibi: "Bu sırada ona ruhumuzu (Cebrail'i)

gönderdik. O, ona normal bir erkek kılığında göründü." (Meryem,

17) İnşallah bu konuyu İsrâ suresinin ilk ayetinin tefsiri sırasında

veya başka uygun bir yerde enine-boyuna inceleyeceğiz.

 

Bu konuda bilinmesi gereken şudur: Eğer bir veya birkaç rivayette

bir hikâye yer alırsa, bu hikâye veya hikâyeler başka ayetlerle

açıkça desteklenen bir ayetin anlamının değişmesini

gerektirmez. Şeytanın insan üzerindeki tek silâhı düşünceye yönelik

tasarruftur. Ayetler gereğince bu imkânın bazı durumlarda ona

tanındığını biliyoruz. Eğer şeytan bir insana somut bir kılıkta görünse

ve bir iş yapsa veya insana bir şey yapmayı öğretse bu durum,

onun insanın fikrine yönelik tasarrufuna, etkisine yeni birşey

eklemez. Bu konuda yapacağımız incelemenin beklenmesini tavsiye

ediyoruz.

 

"Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz."

ifadesi, bu kötülüklerin yol açtıkları zararların açıklanmasından

sonra gelen açık bir yasaklamadır. Maksat vicdanlar üzerinde güçlü

bir etki yapmaktır. Sonra bu kötülüklerden kaçınıldığı takdirde

kurtuluşun umulabileceğine değiniliyor. Bu ifade tarzı yasaklamayı

güçlü bir dille pekiştirmektedir. Çünkü bu iğrençliklerden uzak

durmayanlar için hiç-bir kurtuluş ümidi olmadığı vurgulanıyor.

 

"Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak,

sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister." Ragıp

İsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde şöyle diyor: "Bu ayette geçen

'adavet' kelimesinin kökü olan 'adv' tecavüz ve uyuşmazlık demektir.

Bu kelime kimi zaman kalple ilgili olarak kullanılır. O zaman

'adâvet ve muâdât'[=düşmanlık] şeklinde olur. Kimi zaman

yürümekle ilgili uyumsuzlukta kullanılır. O zaman 'adv' [=koşmak]

şeklinde kullanılır. Bazen insanlar arası ilişkilerde adaleti ihlâl

etme anlamına gelir. O zaman 'udvan ve adv' şeklinde kullanılır.

'Taşkınlığa kapılarak körü körüne Allah'a söverler.' [En'âm, 108]

ayeti buna örnektir. Bazen de oturulan yerin bölümlerinin uyumsuzluğu

anlamına gelir. O zaman 'adva’' şeklinde kullanılır ve bölümleri

birbiri ile uyumsuz ikâmetgâh demek olur. 'Muâdât' ve

düşmanlık anlamında olan 'aduvv=düşman' kelimesi, hem düşman

kişi [tekil], hem de düşman kavim [çoğul] için kullanılır. Yüce

 

168 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Allah şöyle buyuruyor: 'Bazınız bazınıza düşmandır.' Hem 'idâ',

hem de 'a'dâ' olarak çoğul bağlanır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

'Allah'ın düşmanları ateşe sürüklendikleri gün...'

(Fussilet, 19)" (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.)

Yine ayette geçen "bağzâ" ve onun kökü olan "buğz" sevmenin

zıddı demektir. Ayetteki "yesuddûne" fiilinin kökü olan "sadd"

alı koyma ve "muntehûn" kelimesinin mastarı olan "intihâ" kelimesi,

yasağı benimseme ve başlamanın zıddı anlamına gelir.

Bu ayet -daha önce dediğimiz gibi- "şeytan işi" veya "şeytan işi

pislik" ifadesine açıklama getiriyor. Yani ayette sıralanan kötülüklerin

şeytan işi veya şeytan işi iğrenç şeyler olmalarının mahiyeti

şudur: Şeytan işi birer pislik olmaktan başka bir nitelikleri olmayan

içki ve kumarda şeytanın tek amacı, sınırlarınızı çiğneterek

birbirinizden nefret etmenizi sağlayarak sizin aranıza düşmanlık

ve kin tohumları ekmek ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktır.

Bu kötülüklerin hepsindeki, yani içkideki, kumardaki,

putlara saygı göstermenizi sağlamaktaki ve size şans oklarını kullandırmaktaki

maksadı budur.

 

Ayette kin ve düşmanlık tohumları ekme eylemi, sadece içkiye

ve kumara izafe edildi. Çünkü bu iki zarar, onların açık sonuçlarıdır.

Meselâ, içkiyi ele alalım. İçki içmek sinir sistemini kontrolsüz

bir hareketliliğe sevk eder. Bunun sonucunda akıl bulanır ve asabi

heyecanlar ön plâna çıkar. Eğer bu heyecan kabarması öfke biçiminde

ortaya çıkarsa, sarhoşun işlemeyeceği hiçbir cinayet yoktur.

Bu cinayetler alabildiğine büyük ve yırtıcı canavarların göze

alamayacakları derecede feci olabilirler.

 

Eğer bu heyecan kabarması şehvet ve hayvanlık biçimine bürünürse,

her türlü alçaklık ve iğrençlik sarhoşa cazip gözükür. Bu

alçaklıklar ve iğrençlikler kendi benliğine, malına, ırzına, saygı

gösterdiği ve kutsal bildiği dinî değer ve sosyal kurallara zarar verebilir.

Hırsızlık, hıyanet, değerleri çiğneme, sırrı ifşa etme ve insanlığın

mahvına yol açacak işlere girişme gibi davranışlar bu kategoriye

girer. İçki içmenin yaygın olduğu toplumlarda işlenen cinayetlerde

ve çeşit çeşit iğrençliklerde içkinin en büyük faktör olduğunu,

istatistik veriler ortaya koymaktadır.

Kumara gelince; o, insanın uzun zaman harcayarak kazandığı

 

Mâide Sûresi 90-93 ......................................................... 169

 

malı ve itibarı çok kısa zamanda kaybettirir. Kimi zaman mal kaybını

can, namus ve mevki kaybı izler. İnsan eğer kumarda rakiplerini

yener de para kazanırsa, bu durum ona normal ve dengeli hayat

tarzını terk ettirerek onu geniş ölçüde eğlencenin ve ahlâksızlıkların

kucağına atar; tembelliğe, aylaklığa, çalışmamaya ve

meşru yollardan hayatını kazanmaktan vazgeçmeye sürükler. Eğer

kumarbaz oyunda yenilirse, para kaybetmesi ve gayretlerinin

boşa gitmesi, kazanan rakibine karşı içinde kin ve düşmanlığa,

pişmanlığa ve öfkeye yol açar.

 

Gerçi bu zararlar az sayıda, bir veya iki kez gerçekleştiklerinde

sıradan saf insanların gözlerine batmaz. Fakat seyrek rastlanan

facialar yaygın gelişmelere davetiye çıkarır. Az, çoğa doğru götürür.

Bir, iki derken olayların sayısı kabarır ve eğer kökten

önlenemezse, çok geçmeden kalabalıkları sarar, toplumun bünyesine

işler ve vahşi bir belâ hâline gelir ki, azgın ihtiraslardan ve

mahvedici arzulardan başka hiçbir şey hâkim olamaz.

Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, "Şeytan, içki ve kumarla

sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan

ve namaz kılmaktan alıkoymak ister." ayetindeki hasredici

nitelik, bu sayılan kötülüklerin hepsine bir bütün hâlinde yöneliktir.

Fakat Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoyma zararı hepsinin

ortak niteliği iken düşmanlığı ve nefreti körüklemek, niteliklerinin

gereği olarak içkiye ve kumara mahsustur.

 

"Sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan" ifadesinde, namazın

Allah'ı anmanın bir örneği olmasına rağmen ayrı zikredilmesi,

Allah'ı anmanın eksiksiz bir örneği olması hasebiyle buna

verilen yoğun ihtimama delâlet ediyor. Nitekim sahih rivayetlere

göre Peygamberimiz (s.a.a) "Namaz dinin direğidir." buyurmuştur.

Kur'ân'ın birçok ayetinde namazın önemi son derece kuvvetli bir

ısrarla vurgulanmıştır. Bu şüphe götürmez bir gerçektir. Bu ısrarlı

vurgulamanın bazı örnekleri şunlardır:

"Müminler kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki, huşu içinde namaz

kılarlar..." (Mü'minûn, 2) "Onlar ki, kitaba sımsıkı sarılırlar ve namazı

kılarlar. Hiç şüphesiz biz iyi işler yapanların mükâfatını

kayba uğratmaksızın tam olarak veririz." (A'râf, 170) "Doğrusu insan

hırslı ve bencil yaratıldı. Kendine kötülük dokununca sızlanır,

fakat kendine hayır dokununca eli sıkı olur. Ancak namaz kılan

 

170....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

lar böyle değildir." (Meâric, 22) "Sana vahyedilen kitabı oku ve namaz

kıl. Hiç şüphesiz namaz, insanı iğrenç işlerden ve kötülüklerden

alıkoyar. Allah'ı anmak, daha büyüktür." (Ankebût, 45) "Allah'ı

anmaya koşun." (Cum'a, 9) Bu ayette Allah'ı anmaktan kastedilen,

namazdır. "Beni anmak için namazı kıl." (Tâhâ, 14) Aynı anlamı

taşıyan daha birçok ayet vardır.

 

Yüce Allah bu ayette önce kendi adını anmaya yer verdi, onu

namazın önüne aldı. Çünkü ilâhî çağrının tek hedefi budur. O, kulluk

vücuduna can veren ruhtur, dünya ve ahiret mutluluğunun

mayasıdır. Dini ilk olarak yasalaştırdığı gün yüce Allah'ın Hz. Âdem'e

söylediği sözler, bu gerçeğin delilidir: "Allah dedi ki, her ikiniz

de yere inin. Sizler birbirinizin düşmanısınız. Benden size bir

hidayet geldiğinde kim benim doğru yola çağıran mesajıma uyarsa,

o ne sapıtır ve ne sıkıntıya düşer. Ama kim benim uyarıcı

mesajıma (zikrime) sırt çevirirse, o geçim sıkıntısına düşer ve kıyamet

günü onu kör olarak toplantı yerine süreriz." (Tâhâ, 124)

"Rabbin müşrikler ile onların Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları

düzmece ilâhları bir araya getirdiği gün, düzmece ilâhlara Şu kullarımı

siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?' der.

Düzmece ilâhlar derler ki: Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin.

Senin dışında korucular ve dayanaklar edinmek bize

yaraşmaz. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimetler

verdin ki, sonunda seni anmayı unutarak yok edilmeyi hak eden

bir topluluk oldular." (Furkan, 18) "Bizi anmaktan yüz çeviren ve

dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir.

Onların erişebilecekleri bilgi sınırı budur." (Necm, 30)

Ayetlerde sözü edilen Allah'ı anmanın (zikrin) karşıtı, Allah'ı

unutmaktır ki, bu unutmayı kulluğu ve dine bağlılığı unutmak gelir

ki, bu olmadan insan ruhunu mutlu etmek mümkün değildir. Nitekim

yüce Allah, "Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah'ın onlara

kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın." (Haşr, 19) buyuruyor.

"Artık bunlardan vazgeçecek misiniz?" ifadesi, azarlama içerikli

bir soru cümlesidir. Bu cümle Müslümanların bu yasağa kadar

bu kötülükleri işlemeye son vermediklerine belirli bir oranda delil

teşkil ediyor. "Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık

ve kin sok-mak... ister." ayeti, "De ki: Onlarda hem büyük günah,

 

Mâide Sûresi 90-93 ...................................................... 171

 

hem de insanlar için faydalar varsa; ama günahları faydalarından

daha büyüktür." ayetinin tefsiri gibi bir konuma sahiptir. Yani,

içki ve kumarda varolduğu farz edilen ve günahla birlikte bulunan

yararın, günahtan veya kendisinden daha baskın olan günahtan

zaman zaman ayrılması mümkün değildir. Hem günah, hem de

fayda içeren yalan gibi meselâ. Yalanın bazen faydası günahtan

ayrılabiliyor. İnsanları barıştırmak gibi bir yararı elde etmek için

söylenen yalan gibi.

 

Çünkü "Bunlar şeytan işi pisliklerdir." ifadesinden sonra gelen

"Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak...

ister." ifadesindeki hasredici üslûptur. Yani ayetin anlamı

şöyledir: İç-ki ve kumar şeytan işi olmaktan başka bir nitelikle ortaya

çıkmazlar. Şeytanın içki ve kumar aracılığı ile istediği yegane

şey, aranızda kin ve nefret meydana getirmek, sizi Allah'ı anmaktan

ve namazdan alıkoymaktır. Buna göre bunlarda sadece faydanın

görüleceği bir durum-la hiçbir zaman karşılaşılamaz ki, o

durumda mubah görülsünler. Bu noktayı iyi anlamak gerekir.

 

"Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin, onlara karşı gelmekten

sakının." Bu ayet, daha önceki ayette söz konusu edilen iğrençliklerden

kaçınma ile ilgili emri pekiştiriyor. Bu pekiştirme ilk önce

kanun koyma yetkisi olan Allah'a itaat etmeyi emretmekle, ikinci

aşamada yürütmenin yetkisi olan Peygambere itaat etmeyi emretmekle

ve üçüncü adımda açık bir uyarı ile dile getiriyor.

Bunun yanı sıra "Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Elçmize düşen,

açıkça duyurmaktır." ifadesinde tehdit içerikli bir pekiştirme vardır.

Özellikle ayetteki "bilin ki" ifadesi bu pekiştirmeyi daha da

güçlendirmektedir. Çünkü bu ifade şunu ima ediyor: Eğer siz bu

emre sırt çevirip söz konusu günahları işlerseniz galiba sanıyorsunuz

ki, Peygamberin koyduğu yasağa karşı gelerek ona kafa tuttunuz

ve onu yendiniz. Fakat onun bizim tarafımızdan görevlendirilmiş

bir peygamber olduğunu bilememiş veya unutmuş oldunuz.

Onun görevi sadece kendisine vahyedilen ve tebliğ etmekle emredildiği

direktifleri açık bir dille duyurmaktır. Siz aslında Rabbinizle,

onun Rabliği konusunda çatışıyorsunuz.

 

Yukarıda söylediğimiz bu ayetler, söz konusu kötülükleri

yasaklama konusunda değişik pekiştirme yöntemlerini içeriyorlar.

Bu yöntemleri şöyle sıralayabiliriz: Söze "Ey inananlar!" hitabı ile

 

172 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

başlanmış olması; hasır ifade eden "innema" ibaresinin kullanılması;

söz konusu kötülüklerin iğrençlik olarak nitelenmeleri; bunların

şeytan işi olmalarının belirtilmesi; açıkça bunlardan kaçınılmasının

emredilmesi; kurtuluşun bu kaçınmadan beklenebileceğinin

bildirilmesi; bu kötülüklerin kin ve nefret, Allah'ı anmaktan

ve namazdan alıkoymak gibi genel zararlı sonuçlarının zikredilmesi;

bu kötülüklere son vermeyenlerin azarlanması; Allah'a ve

Elçiye itaat edilmesinin emredilmesi ve onlara karşı gelmekten

sakındırılması; açık tebliğden sonra bu yasağa sırt çevirenlerin

tehdit edilmesi.

 

"İnanıp iyi ameller işleyenler... Allah, işleri iyi şekilde yapanları sever."

Ayetteki "taimû" fiilinin kökleri olan" ta'm ve taam" kelimeleri

yemek yemek anlamına gelir. Bu kelime yiyecekler için kullanılır,

içecekler için kullanılmaz. Medinelilerin dilinde ise özel olarak

buğday anlamına gelir. Bu kelime bazen de tatmak anlamına gelir.

O zaman yemek anlamında kullanıldığı gibi içmek anlamında

da kullanılır. Nitekim, "Kim ondan (ırmağın suyundan) içerse, artık

o benden değildir. Kim de onu tatmazsa, bendendir; eliyle bir

avuç içenler başka." (Bakara, 249) ayetinde içmek anlamında kullanıldı.

Bazı rivayetlere göre de Peygamberimiz (s.a.a) zemzem

suyu hakkında "O hem bir içecek, hem de hastalıklar için şifadır."

buyurarak bu kelimeyi içecek anlamında kullanmıştır.

Bu ayete akışı itibariyle uygun tek yorum, onun kendinden önceki

ayetlerle bütünleşmiş sayılmasıdır. O takdirde içki yasağından

veya bu ayetlerin inişinden önce içki içmiş olan müminlerin

durumu ile ilgili şüpheyi ortadan kaldırmış olur. Çünkü bu ayetteki

"yedikleri ve içtikleri şeyler" ifadesi mutlaktır, onu kayıtlamaya

elverişli bir şeyle kayıtlanmış değildir.

 

Ayetin amacı bu mutlak yiyecek ve içecekten sakıncayı kaldırmaktır.

Oysa bu sakıncanın kaldırılması, "takvayı gözetip inandıkları

ve iyi ameller yaptıkları, sonra takvayı gözetip inandıkları

ve sonra takvayı gözetip amelleri güzel şekilde yaptıkları takdirde"

ifadesi ile kayıtlandırılıyor. İçinde takvanın üç kez tekrarlandığı

bu kayıtlayıcı ifadedeki takvanın anlamı, kelimenin gerçek anlamındaki

şiddetli takvadır.

Takva sahibi müminler için mutlak (helâl) yiyecek ve içecekle

 

Mâide Sûresi 90-93 ............................................................ 173

 

rin sakıncasız olduğunu bildirmek, eğer diğer müminler ve kâfirler

hakkında mutlak yasağı sabit saymak amacını taşıyorsa, böyle bir

yorum şu ve benzeri ayetlerle çelişir: "De ki: Allah'ın kulları için

çıkardığı süsü ve temiz rızkları kim haram etti? De ki: O dünya

hayatında inananlar içindir, kıyamet günü ise sadece onlarındır."

(A'râf, 32) Üstelik bu dinin özünü kavrayanlar iyi biliyorlar ki o, insan

fıtratının hayatta mubah saymak zorunda olduğu helâl ve temiz

şeyleri hiç kimseye yasaklamaz.

 

Yok, eğer ayetin amacı bu mutlak yiyecek ve içecekleri takva

sahipleri dışında kalan insanlara yasaklama amacı taşımıyorsa,

ayetin anlamı şöyle olur: İman edip iyi ameller işleyenler takva

sahibi olmaları, yine takva sahibi olmaları, yine takva sahibi olmaları

şartı ile bu yiyecek ve içeceklerden yararlanmaları caizdir. Oysa

bunlardan yararlanmanın sadece iman edip iyi ameller işleyenler

için caiz olmadığı, bu cevazın onlarla birlikte diğerleri için de

geçerli olduğu bilinen bir gerçektir. Eğer bu cevazın sadece onlara

mahsus olduğunu farz etsek bile bunun için bu ağır şart koşulmaz.

Eğer "yedikleri ve içtikleri şeyler yüzünden" kaydı, helâl ve

mutlak yiyecekler ve içecekler anlamına alınırsa, tefsircilerin yaptıkları

yo-rumların hiçbirisi bu iki çıkmazın birinden kurtulamaz.

Çünkü bu yorumların hepsi şu ifadenin sınırları içinde kalır: "İman

edip iyi amel işleyenler eğer haramlardan kaçınırlarsa, helâllerden

yararlanmalarında sakınca yoktur." Açıkça anlaşılacağı gibi bu anlam

az önce anlattığımız iki çıkmazın birinden kurtulamaz.

 

Bir tefsirci bu ayette hazfedilmiş kelimeler yani "...fîmâ taimû

ve ğayrihi" olduğunu ve bu takdire göre ayetin anlamının şöyle olduğunu

söylüyor: "İman edip iyi ameller işleyenler haramlardan

kaçındıkları takdirde onlar için yiyip içtikleri 've diğer yararlandıkları

için' bir sakınca yoktur." Bu yorum, delilsiz bir takdiri gerektirmiş

olması yanında, üstelik az önce sözünü ettiğimiz çıkmazı da

ortadan kaldırmıyor.

 

Bir başka tefsirci şöyle diyor: Burada iman ve iyi amelin her ikisi

de gerçek şart değildir. Maksat haramlardan kaçınmanın gerekliliğini

vurgulamaktır. İmanın ve iyi amelin buna eklenmesi, haramlardan

kaçınmanın gerekliliğine delâlet etsin diyedir.

Bu yorum hakkında söyleyeceğimiz şudur: Ayetten anlaşıldığı

 

174 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

kadarıyla maksat, yiyeceklerin ve içeceklerin sakıncasızlığını ifade

etmektir. Az önce söylediğimiz gibi bu sakıncasızlık için iman, iyi

amel veya haramlardan kaçınma şartı söz konusu değildir. Bu yorum

ayetten anlaşılan anlama, son derece uzak düşmektedir.

Başka bir tefsir bilgini şöyle diyor: Mümin için sakıncasızdır

demek uygundur. Ama kâfir, azaba mustahak olduğundan dolayı

onun için bu ifadeyi kullanmak doğru olmaz.

 

Bu yoruma vereceğimiz cevap şudur: Özellikle mümini zikretmek

doğru değildir. Nitekim "De ki: Allah'ın, kulları için çıkardığı

süsü ve temiz rızkları kim haram etti?" (A'râf, 32) ayetinde mümin

kelimesi yer almıyor. "De ki: Bana vahyolunanda yiyen kimse için

haram kılınmış bir şey bulamıyorum; ancak leş yahut akıtılmış

kan... akar kandan olursa başka." (En'âm, 145) ayetindeki hitapta

da müminden ve kâfirden söz edilmemektedir. "Ey insanlar, biz

sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Allah katında en üstününüz,

(kötülüklerden) en çok sakınanınızdır." (Hucurât, 13) ayetinde de

mümini ile kâfiri ile bütün insanlara seslenilmiştir.

 

Bir başka tefsir bilgini de, "Haramı ve helâli bilme yolunu kendine

kapattığı için ayette sadece müminden söz edilmiştir" diyor.

Bu yorum da daha önceki yorumdaki problemle karşı karşıyadır.

Üstelik "takva sahibi olduklarında" ifadesinden kaynaklanan

problemi de or-tadan kaldırmıyor.

 

Bu ayet hakkında yapılması yerinde olan yorum şudur: Bu ayet,

kendisinden önceki ayetlerle bütünleştiği için onlarla aynı anlamı

paylaşıyor. Ayet daha önce az veya çok içki içmiş veya kumar

oynayarak bir şeyler elde etmiş ya da kutsal sayılan taşlar üzerinde

hayvan boğazlamış müminlerin durumuna değiniyor. Sanki

müminler bu yasaklama ayetinin inişinden sonra vaktiyle içki içmiş

veya içki içmenin yanı sıra ayette sayılan diğer kötülükleri de

işlemiş ve o gün hayatta olan veya hayatında Allah'ın hükmüne

teslim olup ancak şimdi ölmüş bulunan kardeşlerinin durumunu

sordular da bu ayet onların sorusuna cevap olarak inmiştir.

Sorularına verilen cevap şudur: Sözü edilen müminler eğer

iman edip iyi amel işleyenlerden iseler, Allah'a iman ve iyi amelle,

daha sonra Peygambere inen bütün hükümlere inanmak ve inen

hükümleri titizlikle uygulamakla takva yolu üzerelerse, geçmiş

 

Mâide Sûresi 90-93 ..................................................... 175

 

günahlarından ötürü sorumlu tutulmayacaklardır.

Bununla ortaya çıkıyor ki, "fîma taimû (tattıkları şeyler)" ibaresindeki

ism-i mevsulden, içecek bir şey olması hasebi ile içki veya

tatma anlamına uygun gelecek nitelikleri hasebi ile ayette sayılan

içki, kumar, kutsal sayılan hayvan kesim taşları ve şans okları

gibi haramların tümü kastedilmektedir. O zaman ayetin anlamı

şöyle olur: İman edip iyi ameller işleyenler, yasaklayıcı hükmün

inmesinden önce içtikleri içkiden veya içki ile birlikte sayılan diğer

haramlardan ötürü sorumlu tutulmayacaklardır.

"Takvayı gözetip inandıkları ve iyi ameller yaptıkları, sonra

takvayı gözetip inandıkları ve sonra takvayı gözetip amelleri güzel

şekilde yaptıkları takdirde" ayetindeki "Takvayı gözetip inandıkları

ve iyi ameller yaptıkları" ifadesi, "inanıp iyi ameller işleyenlere...

bir günah yoktur." ifadesindeki konuyu tekrarlamaktadır.

Bu tekrarlama, ikinci ifadedeki iman edip iyi ameller işleme

niteliğinin, birinci ifadedeki sakıncasızlık hükmü üzerinde etkisi

olduğunu vurgulamak amacıyla yapılmıştır. Yüce Allah'ın şu ayetteki

müminlere yönelik hitabında aynı incelik vardır: "İşte, içinizdeki

Allah'a ve ahiret gününe inanan kimseye bununla öğüt verilir."

(Bakara, 232) Bu üslûp Arap dilinde yaygındır.

"Sonra takvayı gözetip inandıkları" ifadesinden, imandan sonra

imanın muteber olduğu anlaşılıyor. Buradaki ikinci iman, tafsilî

imandır. Bu da Peygamberin Allah katından getirdiği hükümlerin

bütününe, hiçbirini reddetmeksizin ve hiçbirine itiraz etmeksizin

inanmak de-mektir. Böyle bir iman, Peygamberin emirlerine ve

yasaklarına teslim olmayı gerektirir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:

"Ey inananlar! Allah'a ve Peygambere inanın." (Hadîd, 28) "Biz her

peygamberi, Allah'ın izni ile, kendisine itaat edilmesi için gönderdik...

Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar

hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükmü, içlerinde

hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe

inanmış olmazlar." (Nisâ, 65) Bu anlamdaki ayetlerin sayısı çoktur.

"ve sonra takvayı gözetip amelleri güzel şekilde yaptıkları

takdirde" ifadesinden ihsanın (iyi işler yapmanın) imandan sonra

imana izafe edilmesinin muteber olduğu anlaşılıyor. Bu ifadede

geçen "ihsan" kelimesi hiçbir bozuk niyet taşımaksızın bir işi güzel

 

176 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

şekliyle yapmak demektir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "İman

edip iyi ameller işleyenlere gelince, biz iyi işler yapanları kesinlikle

ödülsüz bırakmayız." (Kehf, 30) "Yara aldıktan sonra yine Allah'ın

ve Peygamberin (Uhud Savaşında müşriklerin ordusunu

takip etme) çağrısına icabet edenler, onların içinden iyilik yapanlar

ve (günahlardan) sakınanlar için büyük bir mükâfat vardır."

(Âl-i İmrân, 172) Yani bunların savaş çağrısına uymaları, Allah'ın rızasını

kazanmak ve emrine tes-lim olmak içindir, başka bir maksada

dayanmamaktadır. İhsanın başkalarına dönük bir türü de

vardır. Bu da güzel görünen bir şeyin başkalarına ulaştırılmasıdır.

"Ana-babaya iyilik edin." (Bakara, 83) ayeti ile "Allah sana nasıl iyilik

ediyorsa, sen de insanlara iyilik et." (Kasas, 77) ayetleri ihsanın

bu anlamının örnekleridir.

 

Ayetin yeri göz önüne alındığında, buradaki ihsanın iki anlamından

birincisinin uygun olduğu görülür. Bu anlamda, bir işi güzel

yönü üzere yapmak demektir. Dinî takvanın hakkı, sadece iman

etmek ve dinin gerçeğini tasdik etmekle tam verilmiş olmaz.

Bunun için dinin hükümlerine tek tek, ayrıntılı olarak inanmak gerekir.

Bu hükümlerin bir tekini reddetmek, dini kökten reddetmek

anlamına gelir.

 

Şeriat hükümlerine tek tek tafsilatlı biçimde inanmakla da

takvanın hakkı verilmiş olmaz. Bunun için o şeriat hükümlerini

uygulamak ve uygularken bunu güzel şekilde yapmak gerekir. Bu

hükümlerin gerektirdiği yapmaları ve yapmamaları harfiyen yerine

getirmek gerekir. Bu yerine getirme işlemi, Allah'ın emirlerine ve

yasaklarına boyun eğmekten ve uymaktan kaynaklanmalı, münafıkça

bir art niyete dayanmamalıdır. Takva azığı ile azıklanan kimsenin

Allah'a inanıp iyi amel işlemesi, Peygamberin (s.a.a) getirdiği

hükümlere bütünü ile inanması, bütün bunlarda uymayı ve ihsanı

esas alan tutumu benimsemesi gerekir.

 

Takvanın bu ayette üç kez tekrarlanmasına ve iman, iyi amel

ve ihsandan oluşan üç aşamanın bununla kayıtlanmasına gelince;

bu durum, bu üç aşamanın gerçek takva ile birlikte olması, bu aşamaların

hiçbirinde dinî olmayan başka bir amacın söz konusu

olmaması gerektiğine yönelik işareti pekiştirmek içindir. Daha

önceki bazı incelemelerde belirttiğimiz gibi takva, özel bir dinî

makam değildir; o bütün dinî makamları kapsamına alan bir ruh

 

Mâide Sûresi 90-93 .......................................... 177

 

hâlidir. Yani her dinî makamın kendine mahsus bir takva hâli vardır.

Bütün bu anlattıklarımızdan şu sonuç ortaya çıkıyor ki, "İnanıp

iyi ameller işleyenlere, takvayı gözetip inandıkları... bir günah

yoktur." ifadesinden maksat şudur: İman edip iyi ameller işleyenler,

vaktiyle içtikleri içkiden veya işledikleri ayette sayılan diğer

haramlardan sorumlu değildirler. Yalnız bunun için bütün davranışlarında

takvaya bağlı olmaları, Allah'a ve Peygambere imanla

donanmış olmaları, yap-tıkları amelleri iyi şekilde yapmaları, farzları

yerine getirmeleri ve kendilerine yasaklanan haramlardan kaçınmaları

şarttır. Bu durumda eğer yasaktan önce veya yasaklayıcı

direktifin kendilerine ulaşmasından önce ya da bu yasağın bilincine

varmalarından önce bu şeytanî pisliklere bulaşmışlarsa,

bunun onlara zararı yoktur.

 

Bu ayetin benzeri, kıble değişikliği ile ilgili ayetlerdir. O ayetler

de Müslümanların Kâbe'den başka tarafa dönerek kıldıkları namazların

hükmü ile ilgili sorularına cevap niteliğindedir. Yüce Allah

bu ayetlerin birinde, "Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir."

(Bakara, 143) buyurmuştur.

Buradaki söz akışı, "İnanıp iyi ameller işleyenlere..." ayetinin

kendinden önceki ayetlerle bağlantılı olduğuna, onun o ayetlerle

birlikte indiğine dair bir başka delildir. Bu ayetlerin dilinden anlaşılıyor

ki, onlar içki yasağı konusunda inmiş en son ayetlerdir; ayetlerin

dilinin işaret ettiği gibi bazı Müslümanlar -yukarıda vardığımız

sonuca göre- daha önceki yasaklayıcı ayetler ile bu ayetler arasında

geçen sürede içki içmeye son vermemişlerdi.

 

Arkasından bu ayetlerin inmesinden sonra o güne kadar içki

içenlerin durumu soruldu. Bunlardan bazıları yasaklayıcı ayetlerin

inmesinden önce içki içmişti. Bazıları yasağın bilincine varmadan

önce içki içmişti. Bazılarının da öne sürecek hiçbir mazereti yoktu.

Bunların hepsine özel durumları göz önüne alınarak cevap verildi.

İhsan ilkesine bağlı bir müminken, yasak hükmünün inmesinden

önce veya yasaklandığının farkında olmayarak içenler sorumlu

olmayacaktı. Fakat durumu bu tarife uymayarak içki içenlerin

hükmü, yukarıdakinden farklı olacaktı.

 

Tefsirciler bu ayet üzerinde uzun incelemeler yapmışlardır.

 

178 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Bunların bir bölümü "fîmâ taimû=yedikleri ve içtikleri şeyler" ifadesi

ile ilgilidir ki, bu konuya kısaca değinmiştik. Bir bölümü ise

ayetin devamı ile ilgilidir. Bu bölümde takva üç kez, iman iki kez

tekrarlanmış ve iyi amel vurgulandıktan sonra ihsan ilkesine parmak

basılarak ayet noktalanmıştır. İşte bu tekrarlar ve vurgulamalar

tefsirciler tarafından inceleme konusu yapılmıştır.

Bir tefsirci şu yorumu yapmıştır: "Takvayı gözetip inandıkları

ve iyi ameller yaptıkları" ifadesinden maksat, haramlardan kaçınıp

iman-da ve iyi amel işlemede sebat etmektir. "Sonra takvayı

gözetip inandıkları" demek, sonra içki gibi kendilerine haram edilenlerden

kaçındılar ve bunların haram olduğuna inandılar, demektir.

 

"Ve sonra takvayı gözetip amelleri iyi şekilde yaptıkları

takdirde" demek, günahlardan kaçınmayı sebatla devam ettirdiler

ve güzel işlerle meşgul oldular, demektir.

Bir başka tefsir bilgini ise bu tekrarları şöyle yorumluyor: Bu

tekrarla şu üç hâle işaret edilmiştir: 1- İnsanın takva ile imanı

kendisi ile nefsi arasında kullanması. 2- İnsanın takva ile imanı

kendisi ile insanlar arasında kullanması. 3- İnsanın takva ile imanı

kendisi ile Allah arasında kullanması... Anlaşıldığı kadarıyla buna

göre ihsan, insanlara iyilik etmek anlamınadır.

Başka bir tefsircinin görüşüne göre bu tekrarla şu üç aşama

göz önüne alınmıştır: Başlangıç, orta ve son olarak varılan nokta.

Bu üç nokta, gerçek takvadır.

 

Bir başka tefsir bilgini şöyle diyor: Bu tekrarlarda sakınılacak

şeyler göz önüne alınmıştır. Şöyle ki, ilâhî azaptan sakınmak için

haramların terk edilmesi, haramlara düşmemek için şüpheli şeylerden

uzak durulması, nefsi pislikten korumak ve tabiatın yapının

kirlerinden arınmak için bazı mubahlara yanaşılmaması gerekir.

Başka bir tefsirciye göre ilk takva, içki içmekten uzak durmak,

ilk iman, Allah'a inanmak; ikinci takva, birinci takvayı devam ettirmek,

ikinci iman birinci imanı devam ettirmek; üçüncü takva,

farzları yapmak ve ihsan da nafileleri yapmak demektir.

Bir diğer tefsir bilginine göre ilk takva akılla ilgili günahlardan

sakınmak, ilk iman, Allah'a ve bu günahların çirkinliğine inanmak;

ikinci takva, nakil [Kur'an ve sünnet] ile sabit olan günahlardan

sakınmak, ikinci iman bu günahlardan kaçınmak gerektiğine i

 

Mâide Sûresi 90-93 ..................................................... 179

 

nanmak demektir. Üçüncü takva, kullara yönelik zulümlere, başkalarına

karşı yapılan haksızlığa ve fesada mahsustur. İhsandan

maksat ise, insanlara iyilik etmektir.

 

Diğer bir görüşe göre birinci şart geçmişe mahsustur. İkinci

şart birinci şartın devamı ve onun gereğine uymayı sürdürmekle

ilgilidir. Üçüncü şart ise kullara yönelik zulümlere mahsustur.

Bu konuda daha başka görüşler de vardır. Bu görüşleri savunanların

söyledikleri bütün sözler, ayetin yorumunu dayandırmayı

gerektirecek ne ayetin sözlerinden kaynaklanan bir delile ve ne de

başka bir delile dayanmıyor. Bu görüşlerin içeriğini değerlendirmek

ve daha önce söylediklerimize dönmek, bu gerçeği açıkça ortaya

koyar.