www.MizanTefsiri.com

 

Mâide Sûresi'nin Devamı

 

Mâide Sûresi 55-56 ........................................................................ 5

 

55- Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve

rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir.

56- Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü edilen müminleri veli

edinirse, (bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Görüldüğü gibi bu iki ayet Ehlikitab'ı ve kâfirleri veli edinmeyi

yasaklayan ayetler arasında yer alıyor. Bundan dolayı Sünnî tefsircilerin

bir bölümü, bu iki ayetin önceki ve sonraki ayetlerle aynı

anlamı paylaştıklarını düşünerek hepsini aynı anlamda saymışlardır.

Bu ortak anlam, müminlerin yardımcı anlamında şahısları

veli edinme konusun-daki görevlerini açıklıyor ve Yahudileri, Hıristiyanları

ve kâfirleri veli edinmeyi yasaklıyor, veliliği sadece Allah'a, Peygamberine

(s.a.a) ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât

veren müminlere mahsus kılıyor. Çünkü bunlar gerçek müminlerdir.

Böylece münafıklar ile kalplerinde hastalık olanlar dışarıda

bırakılarak gerçek müminlerin veliliğinin gerekliliği vurgulanıyor.

Buna göre bu ayet, "Allah müminlerin velisidir." (Âl-i İmrân, 68)

"Peygamber, müminler üzerinde kendilerinden daha çok yetki

sahibidir." (Ahzâb, 6) "Onlar birbirlerinin velileridirler." (Enfâl, 72)

"Mümin erkekler ve kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyiliği emreder,

kötülükten sakındırırlar." (Tevbe, 71) ayetleri ile aynı anlamı

taşır. Dolayısıyla bu ayet, yardımcı olma anlamında Allah'ın, Peygamberinin

ve müminlerin müminler üzerinde velâyeti bulunduğunu

ifade etmektedir.

 

Bu durumda ayette açıklanması gereken tek bir nokta kalıyor.

O da, "zekât veren" ifadesiyle bağıntılı olan "rükû hâlinde iken "

şeklindeki hâl cümlesidir. Bu problem "rükû" kelimesinin mecazî

anlamda kullanıldığını kabul etmekle ortadan kalkar. Bu mecazî

anlam, mutlak anlamda yüce Allah'a boyun eğmek veya yoksulluk

 

6 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

gibi sebeplerle düşük durumda olmaktır. O zaman ayetin anlamı

şöyle olur: Sizin velileriniz (yardımcılarınız) Yahudiler, Hıristiyanlar

ve münafıklar değildirler. Sizin velileriniz (yardımcılarınız) Allah,

O'nun Resulü ve namaz kılan, zekât veren ve bütün bu durumlarda

Rablerine boyun eğerek O'nun emirlerine kayıtsız şartsız uyan

veya geçim darlığı çeken fakirler oldukları hâlde zekât veren müminlerdir.

Fakat bu iki ayet ile öncesi ve sonrasındaki ayetlere, ayrıca

surenin bütününe yönelik irdeleyici ve dikkat yoğunlaştırıcı bir

inceleme, bizi sözünü ettiğimiz tefsircilerin söylediklerinin tersine

sonuçlara gö-türür. Onların sözlerindeki ilk yanlış, bu ayetler

arasında anlam birliği olduğu, ayetlerin yardımcı olma

anlamındaki veliliğe değinerek bunun hangisinin doğru ve

hangisinin yanlış olduğunu ayırt ettiği yolundaki açıklamalarıdır.

Çünkü bu surenin Peygamberimizin son günlerinde, Veda

Haccı sırasında indiği gerçek olmakla birlikte, diğer bir gerçek de

onun bütün ayetlerinin hep birlikte inmemiş olmasıdır. Onun içindeki

bazı ayetlerin bundan daha önce indiği şüphesizdir. Bunun

kanıtı, o ayetlerin içerikleridir.

 

Ayrıca bu ayetlerin iniş sebeplerine ilişkin aktarılan rivayetler

de bunu desteklemektedir. Dolayısıyla ne bir ayetin bir ayetin öncesinde

veya sonrasında yer alması, o ayetler arasında anlam bütünlüğüne

delil sayılabilir, ne de iki ayet arasında belirli bir münasebetin

olması, o ayetlerin birlikte indiklerine veya anlamları arasında

bütünlük olduğuna delil teşkil eder.

 

Üstelik bir de şu var: Bu ayetlerin öncesindeki ayetler, yani "Ey

inananlar, Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin

velileridirler." diye başlayan ayetler, müminlere Yahudileri

ve Hıristiyanları veli edinmeyi yasaklamakta, münafıkları ve kalplerinde

hastalık olanları onlara doğru koşmakla, onların tarafını

tutmakla suç-lamakta, fakat Yahudilere ve Hıristiyanlara herhangi

bir hitap yöneltmemekte, onlara herhangi bir mesaj vermemektedir.

Buna karşılık bu iki ayetin sonrasında yer alan ayetlerde, yani

"Ey iman edenler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilenlerden

ve kâfirlerden dinlerinizi alaya alanları, eğlence konusu ya

Mâide Sûresi 55-56 ............................................................... 7

 

panları veli edinmeyin..." diye başlayan ayetlerde durum böyle

değildir. Bu ayetler, Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyi yasakladığı

gibi, onların durumunu ele alarak kendilerine hitap edilmesini

emrediyor, sonra da onları münafıklık ve fasıklıkla

suçluyor. Görülüyor ki, bu iki ayetin öncesinde ve sonrasında yer

alan ayetlerin amaçları farklıdır. Böyleyken nasıl olur da aralarında

anlam bütünlüğü olabilir?!

 

Bir de şu var: "Ey inananlar, Yahudileri ve Hıristiyanları veli

edinmeyin..." diye başlayan ayetleri incelerken gördük ki, yardımcı

olma anlamındaki velilik bu ayetlerle bağdaşmaz; bu ayetlerdeki

özellikler ve kullanılan öğeler, özellikle "Onlar birbirlerinin velileridirler."

ve "Sizden kim onları veli edinirse, onlardandır." ifadeleri

yardımcılık anlamındaki velilikle uyuşmaz. Çünkü iki kavim arasında

yardımlaşma anlaşması yapılması, o kavimlerden birinin diğerinden

olmasını, o kavimden sayılmasını gerektirmediği gibi,

böyle bir anlaş-mayı yasaklamanın gerekçesi olarak, o falanca

kavmin fertleri birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır, demek de yerinde

olmaz.

 

Fakat sevgi anlamındaki velilik anlaşması yapmak böyle değildir.

Çünkü bu tür bir anlaşma, taraflar arasında psikolojik ve

ruhsal kaynaşmayı gerektirir, taraflardan birinin diğerinin hayatî

meselelerinde ruhsal ve fiziksel tasarrufta bulunmasını mubah hâle

getirir, iki toplumu ahlâkta ve davranışlarda birbirine yaklaştırarak

bu toplumların kendine özgü özelliklerini giderir.

Şu da var ki, Peygamberimizi (s.a.a) yardımcı anlamında müminlerin

velisi saymak caiz değildir. Bunun tersi doğrudur. Çünkü

yüce Allah'ın önemle üzerinde durduğu ve Kur'ân'ın birçok ayetinde

sözünü ettiği bu yardım, din konusundaki yardımdır. Bu durumda,

dinin yasamacısı ve kanınlarının koyucusu olduğu için,

'Din Allah'ındır' denebilir.Bunun sonucu olarak Peygamberimiz veya

müminler ya da her ikisi Allah'ın dinine yardım etmeye çağrılırlar veya Allah'ın

koyduğu din hususunda Allah'ın yardımcıları olarak adlandırılırlar.

Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Havarîler, 'Biz Allah'ın

yardımcılarıyız' dediler." (Saff, 14) "Eğer siz Allah'a yardım ederseniz,

Allah da size yardım eder." (Muhammed, 7) "Allah peygamberlerden

söz aldı ki, ... ona inanacaksınız ve ona yardım edeceksi

8 .................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

niz." (Âl-i İmrân, 81) Bu anlamda daha birçok ayet vardır.

Aynı şekilde örneğin dine çağırdığı, onu tebliğ ettiği için 'Din

Peygamberindir' veya biri yasamacı, diğeri yol gösterici olması

hasebiyle, 'Din Allah'ın ve Peygamberinindir' de denebilir. Bunun

sonucu olarak insanlar dine yardım etmeye çağrılır veya dine

yardım ettikleri gerekçesi ile müminler övülür. Şu ayetlerde

olduğu gibi: "Onlar ki, onu korudurlar ve ona yardım ettiler." (A'râf,

157) "Onlar ki, Allah'a ve Peygamberine yardım ederler..." (Haşr, 8)

"Onlar ki, barındırdılar ve yardım ettiler..." (Enfâl, 72) Bu anlamda

daha birçok ayet vardır.

 

Yine dinin hükümleri ile yükümlü oldukları ve o hükümlerle

amel ettikleri için, 'Din Peygamberin ve müminlerindir.' de denebilir.

Bu durumda da yüce Allah'ın onların velisi ve yardım edicisi olduğu

ifade edilir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Hiç şüphesiz, Allah

kendisine yardım edenlere yardım eder." (Hac, 40) "Biz peygamberlerimize

ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin (şahitlik

için) ayağa kalktıkları gün mutlaka yardım ederiz." (Mü'min, 51)

"Müminlere yardım etmek bizim üzerimize borçtur." (Rûm, 47) Bu

anlamda başka ayetler de vardır.

 

Fakat herhangi bir bakımdan dini müminlere tahsis etmek, o

konuda müminleri temel kabul edip Peygamberimizi dışarıda

tutmak, sonra da onu o konuda müminlerin yardımcısı saymak

doğru değildir. Çünkü Peygamberimizin müminlere en güzel şekilde

ortak olmadığı, en iyi şekilde pay sahibi olmadığı hiçbir dinî

üstünlük yoktur. Bundan dolayı Kur'ân'da Peygamberimizin (s.a.a)

müminlerin yardımcısı olduğunu ifade eden bir tek ayet bile yoktur.

İlâhî kelâm, o benzersiz edebini gözetmeyi ihmal etmekten

münezzehtir.

 

Bu gerçek, Kur'ân'da Peygamberimize izafe edilen veliliğin tasarruf

yetkisi veya sevgi ve muhabbet anlamına geldiğinin en güçlü

delillerindendir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Peygamber,

müminler üzerinde kendilerinden daha çok yetki sahibidir."

(Ahzâb, 6) "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."

(Mâide, 55) Görüldüğü gibi hitap, müminlere yöneltilmiştir. Az

önce de belirtildiği üzere, Peygamberi müminlerin yardımcısı anlamında

onların velisi saymanın bir anlamı yoktur.

 

Mâide Sûresi 55-56 ............................................................. 9

 

Bu dediklerimizden şu sonuç ortaya çıktı: "Sizin veliniz ancak

Allah, O'nun Resulü..." diye başlayan iki ayetin, öncesindeki ayetlerin

yardımcı olma anlamındaki veliliğe değindikleri farz edilirse,

bu iki ayetin içeriği o ayetlerin içeriği ile aynı değildir. İkinci ayetin

sonundaki, "...galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir." cümlesi

sakın seni yanıltmasın. Çünkü galibiyet, yardım anlamındaki

velâyetle uyuştuğu gibi, tasarruf velâyeti ve aynı şekilde sevgi ve

muhabbet velâyetiyle de bağdaşır. Çünkü din mensuplarının nihaî

hedefi olan dinî galibiyet, müminlerin herhangi bir vesile ile Allah-

'a ve Peygambere bağlanmaları ile gerçekleşir.

Yüce Allah açık vaadi ile bu gerçeği müminlere duyurmuştur.

Şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah, 'Ben ve peygamberlerim mutlaka

galip geleceğiz' diye yazdı." (Mücâdele, 8) "Gönderilen peygamber

kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine

yardım edilecek ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur."

(Sâffât, 173)

 

Üstelik, Şiî ve Sünnî kanallardan gelen çok sayıdaki rivayete

göre, bu iki ayet namaz sırasında yüzüğünü sadaka olarak veren

Hz. Ali hakkında inmiştir. Buna göre, bu iki ayet genel değil, özel

anlamlıdır. Bu konudaki rivayetlerin büyük bir kısmını inşaallah

ayetleri hadisler ışığında incelerken nakledeceğiz.

Eğer çokluklarına ve yoğunluklarına rağmen bu tür rivayetler

ayetlerin tefsirinde iniş sebebi olarak kabul edilmeyecek ise, hiçbir

ayette hiçbir iniş sebebine dayanmak doğru olmaz. Bu açıktır.

Dolayısıyla bu iki ayeti genel anlamlı sayarak müminlerin birbirlerinin

velileri olduklarını ifade ettiğini söylemenin hiçbir dayanağı

yoktur.

 

Evet, bazı tefsirciler bu rivayetlere itiraz etmişler. Oysa bu kadar

çok sayıdaki rivayete itiraz etmeleri yersizdir. İleri sürdükleri itirazlar

şunlardır:

 

1) Bu rivayetler, bu ayetlerin yardımcı olma anlamındaki velilikle

ilgili zahirî içeriği ile çelişir. Bu noktaya yukarıda işaret edilmişti.

 

2) Bu rivayetler, çoğul kipi kullanıldığı hâlde tekilin kastedilmiş

olmasını gerektirir. Çünkü bu rivayetlere dayanıldığı takdirde,

"... namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminler"den

 

10 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Hz. Ali'nin kastedildiği kabul edilecektir ki, dil kuralları böyle bir

tefsire müsait değildir.

 

3) Bu rivayetler, zekâttan maksadın yüzüğü sadaka olarak

vermek olmasını gerektirir ki, buna zekât adı verilemez.

Sözü edilen tefsirciler şöyle demişler: Buna göre, ayeti genel

anlamlı saymalı ve burada "kasr'ul-kalp" veya "kasr'ul-ifrad" sanatının

söz konusu olduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü münafıklar

Ehlikitab'ın yardımına koşuyorlar ve bunu vurguluyorlardı. Bu sebeple

yüce Allah, onları böyle davranmaktan sakındırdı ve onların

velilerinin (yardımcılarının) Ehlikitap ve münafıklar değil, Allah,

O'nun Resulü ve gerçek müminler olduğunu ifade etti. Bu durumda

tek bir problem kalıyor. O da bu anlamın "ve rükû hâlinde iken"

ifadesi ile bağdaşmamasıdır. Bu problem de "rükû" kelimesinin

Allah'a boyun eğme veya fakirlik ve düşük durumluluk şeklinde

mecazî anlamda yorumlanması ile ortadan kalkar. İşte söz

konusu tefsircilerin ileri sürdükleri itirazlar ve bu itirazlar ile ilgili

açıklamaları bunlardır.

 

Fakat bu ve benzeri ayetleri incelemek, ileri sürülen açıklamaları

tümü ile geçersiz kılmaktadır.

Önce bu ayetin yardım anlamındaki veliliği ifade eden bir anlatım

içinde yer aldığı, dolayısıyla bu anlamda yorumlanması gerektiği

tezini ele alalım. Daha önce belirtildiği üzere bu ayetlerin

maksadı asla bu değildir. Eğer daha önceki ayetlerin yardım anlamındaki

veliliği ele aldıkları farz edilse bile, bu ayet o ayetlerin

bu maksadını paylaşmamaktadır.

 

"...namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir"

ifadesinde çoğul kullanıldığı hâlde tekilin kastedilmesi konusuna

gelince; bu kitabın üçüncü cildinde Mübahele ayeti incelenirken

bu konuda verilen ayrıntılı cevabı biliyorsun. O cevabın özü

şu idi: Çoğul kipi kullanıp bununla tekil kastetmek ve çoğul kipini

tekil anlamında kullanmak ile, uyarlanabileceği örneklere uyarlansın

diye çoğul lafzı ile genel bir hüküm ortaya koymak ya da

çoğul lafzı ile bazı vasıfları haiz bir topluluktan haber vermek, ancak

bu genel hükmün uyarlanabileceği örneğin ya da bu vasıfları

taşıyan ferdin sadece bir tane olması, birbirinden farklı şeylerdir.

Birinci şıkkı dilbilgisi kuralları kabul etmez. Fakat ikincisi kurallara

 

Mâide Sûresi 55-56 ................................................................. 11

 

uygundur ve kullanımı yaygındır.

Bu itirazı yapanlar, acaba "Ey iman edenler, düşmanlarımı ve

düşmanlarınızı veli edinmeyin. Siz onlara sevgi yolluyorsunuz...

Siz onlara gizlice sevginizi iletiyorsunuz." (Mümtehine, 1) ayeti hakkında

ne diyecekler? Çünkü ayette Kureyşliler ile mektuplaşan

Hatıb b. Ebu Baltaa'nın kastedildiğini biliyoruz. "Eğer Medine'ye

dönersek, üstün olanlarımız aşağı konumda olanları oradan çıkaracak."

(Münafıkun, 8) ayeti de öyledir. Çünkü bu sözü Abdullah b.

Übey b. Selul'un söylediği biliniyor. "Sana, ne infak edeceklerini

sorarlar." (Bakara, 215) ayeti de böyledir. Çünkü bu soruyu soran

tek kişidir. "Mallarını gece-gündüz, gizli-açık (Allah yolunda) harcayanlar..."

(Bakara, 274) ayeti de bu kategoriye girer. Çünkü rivayetlere

göre, ayette sözü edilen harcama Hz. Ali veya Ebu Bekir tarafından

yapılmıştır. Bu çeşit ayetler çoktur.

 

Bu örneklerin en şaşırtıcısı "Kalplerinde hastalık bulunanların,

'Bize bir felâketin gelmesinden korkuyoruz' diyerek..." (Mâide, 52)

ayetidir. Çünkü bu itirazı yapan tefsircilerin de kabul ettikleri iniş

sebebine ilişkin rivayetlere göre, bu sözü söyleyen Abdullah b.

Übey'dir ve bu ayet sözünü ettiğimiz ayetler arasında yer almaktadır.

Şöyle denebilir: Bu örneklerde, genellikle adı geçen kişiler gibi

düşünen veya onların davranışlarını onaylayan başka kimseler de

vardır. Bu yüzden yüce Allah onları ve onlar gibi olanları çoğul kipi

ile ifade etmiştir.

 

Buna şöyle cevap verilebilir: Demek ki, bu kullanımı caiz kılan

bir incelik söz konusu olduğu zaman dil kuralları bakımından bunun

bir sakıncası yoktur. O hâlde, "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun

Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir."

ayeti de pekâlâ bu kategoriye girebilir ve bunun inceliği de

şu gerçeğe işaret olabilir: Ayette ifade edilen veliliğin de aralarında

bulunduğu dinî üstünlükler, bazı müminlere rastgele verilip diğerlerine

verilmeyen ayrıcalıklar değildir. Bunlar, ihlâsta ve amelde

öne çıkmanın sonucudur, başka türlü elde edilemezler.

Bir de şu var: Sözünü ettiğimiz rivayetleri nakledenlerin büyük

ço-ğunluğu sahabîler ile onların hemen arkasından gelen tabiîndir.

Bunlar, dillerinin saflığı bozulmamış öz Araplardır. Eğer böyle bir

 

12 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

kullanım, dilbilgisi kurallarına aykırı olup o dili kullananların yadırgadığı

bir tarz olsaydı, onların tabiatı bunu kabul etmez ve buna

itiraz etmek asıl onlardan beklenirdi. Oysa onların hiçbirinden böyle

bir itiraz rivayet edilmemiştir.

 

Sözü edilen tefsircilerin "sadaka olarak yüzük vermeye zekât

adı verilmez" şeklindeki itirazlarına gelince; buna şu şekilde cevap

veririz: "Zekât" kelimesi, şeriat ehlinin dilinde bilinen ıstılâhî anlamını,

onun dinde farz edildiğini bildiren ayetin inmesinden sonra

kazanmıştır. Kelimenin sözlük anlamı ise, şeriat ehlinin dilindeki

ıstılâhî anlamından daha geniş kapsamlıdır. Bu kelime, mutlak

olarak veya namazla yan yana kullanıldığında "Allah rızası için

mal harcama" anlamına gelir. Bu gerçek, eski peygamberlerden

söz eden ayetlerde açıkça görülür. Meselâ Hz. İbrahim'den, Hz.

İshak'tan ve Hz. Yakup'tan söz edilirken, "Onlara hayırlı işler

yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik." (Enbiyâ, 73)

buyruluyor.

 

Başka bir ayette Hz. İsmail'den söz edilirken, "O, ehline namaz

kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabbi katında beğenilmiş

bir kişi idi." (Meryem, 55) buyuruluyor. Hz. İsa'nın beşikte söylediği

sözleri nakleden şu ayette de aynı şey söz konusudur: "Sağ

olduğum sürece bana namaz kılmayı ve zekât vermeyi emretti."

(Meryem, 31) Oysa bu peygamberlerin şeraitlerinde İslâmiyet'te bilinen

şekli ile malî zekâtın olmadığı bilinen bir gerçektir.

 

Şu ayetler de bu kategoriye girer: "Gerçekten kurtulmuştur, zekât

verip arınan ve Rabbinin adını anıp namaz kılan." (A'lâ, 15) "O

kimse ki, malını verip arınır." (Leyl, 8) "Onlar ki, zekât vermezler ve

onlar ahireti inkâr ederler." (Fussilet, 7) "Onlar ki, zekâtı verirler."

(Mü'mi-nûn, 4)

Mekke inişli surelerde, özellikle Fussilet ve benzeri gibi

Peygamberimizin (s.a.a) peygamberliğinin başlangıç döneminde

inen surelerde bu türden başka ayetler vardır. O sıralarda henüz

bilinen anlamı ile zekât yasalaşmış değildi. Acaba o dönemde

Müslümanlar bu ayetlerdeki "zekât" kelimesinden ne

anlıyorlardı?! Hatta zekât ayeti olarak bilinen "Onların mallarından bir miktar

sadaka al ki, onunla onları temizleyesin, arındırasın; ve onlara

dua et, çünkü senin duan onların ıstıraplarını yatıştırır." (Tevbe,103)

 

Mâide Sûresi 55-56 ............................................................ 13

 

 ayeti, zekâtın sadakanın bir türü olduğunu ve zekât adını almasının

sebebinin, mutlak olarak sadakanın temizleyici ve arındırıcı

olması olduğunu gösterir. Ne var ki, bununla birlikte "zekât"

kelimesi çoğunlukla şer'î dildeki sadaka anlamında kullanılmıştır.

Bütün bu anlattıklarımızdan açıkça anlaşılıyor ki, mutlak sadakaya

ve Allah yolunda yapılan malî harcamaya zekât adı verilmesinin

hiçbir engeli yoktur. Yine ortaya çıktı ki, "rükû" kelimesine

mecazî anlam vererek onu zahirî anlamından başka bir anlamda

kullanmanın gerekçesi yoktur.

 

Ayrıca "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."

ifadesinin orijinalinde "inne" edatının ismi

(veliyyukum=veliniz) tekil olduğu hâlde atfedilerek onun haberi olan

cümlede (ellezîne âme-nû=müminler) çoğul getirilmesini göz

önünde bulundurarak farklı yorumlar yapmanın da gerekçesi yoktur.

Bundan iyice faydalanmalısın.

 

"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir." Ragıp

İsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde şöyle diyor: "Velâ ve tevalî kelimeleri,

iki ve daha çok sayıda nesnenin aralarında yabancı bir

nesne olmayacak şekilde bir arada bulunmaları demektir. Bu kelime

istiâre yolu ile yer, nispet, arkadaşlık, yardım ve inanç bakımından

yakınlık anlamında kullanılır. Vilâyet yardım, velâyet ise

bir işi üstlenmek demektir. Velâyet ve vilâyet kelimelerinin, tıpkı

delâlet ve dilâlet gibi, her ikisinin de aynı anlamı taşıdığı ve o anlamın,

bir işi üstlenmek olduğu da söylenmiştir. Veli ve mevlâ kelimeleri

de bu anlamda kullanılır. Bu kelimelerin her biri hem fail,

yani muvalî, hem de mef'ul, yani muvalâ anlamına gelebilir. Mümin

için 'O yüce Allah'ın velisidir' denir, fakat 'mevlâsıdır' dendiğine

hiç rastlanmamıştır. Fakat 'Allah, müminlerin velisi ve

mevlâsıdır' denir."

 

Ragıp, sonra şöyle devam ediyor: "Tevellâ fiili, kendiliğinden

geçişli (müteaddî binefsih) olarak kullanıldığı zaman tıpkı 'velâyet'

gibi bir şeyin diğer şeye daha yakın noktada yer aldığını ifade eder.

Örneğin, 'velleytu sem'î keza=kulağımı şu yöne çevirdim',

'velleytu aynî keza=gözümü şu tarafa çevirdim' ve 'velleytu vechî

keza=yüzümü şu yöne döndürdüm' dendiği zaman o uzuvların o

yöne doğru döndürüldüğü ve o yöne daha yakın bir vaziyet aldığı

anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Seni razı olaca

 

14 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ğın bir kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru

çevir. Nerede olsanız, yüzünüzü ona doğru çevirin.' [Bakara, 144]

Ancak lafızda veya takdirde 'an' harf-i cerriyle geçişli (müteaddî)

kılınırsa, o zaman bir şeyden yüz çevirme, ondan uzaklaşma anlamını

ifade eder." (Ragıp'tan aktardığımız burada son buldu.)

Anlaşılan o ki, velâyet kelimesi ile ifade edilen yakınlık kavramı,

insan tarafından ilk önce cisimlerin yerleri ve zamanları arasındaki

yakınlık hakkında kullanılmıştır. Sonra da Ragıb'ın anlattığının

tersine istiâre yolu ile manevî yakınlığı ifade etmek üzere

kullanılmıştır. İnsanın gelişme süreci ile ilgili araştırmalar bu sonucu

ortaya koyar. İnsanın, hayatında somut nesneleri algılayıp

onlarla ilgilenmesi, kavramlar ve anlamlar hakkında düşünüp onlarda

tasarrufta bulunmasından daha öncedir.

 

Özel bir yakınlık türü olan velilik, manevî meselelerde ele alındığında

bunun gerekli sonucu şu olur: Veli, velisi olduğu kimsenin

ancak kendi sahip olduğu ve kendi aracılığı olmaksızın başka

hiç kimsenin sahip olmadığı bir hakka sahiptir. Dolayısıyla bir

kimsenin kendisiyle ilgili başkasını yerine koyabileceği tüm tasarruflarda,

onun yerini velisi tutar, başkası tutamaz. Ölünün velisi

gibi. Ölünün sağlığında mülkiyet gerekçesi ile üzerinde tasarrufta

bulunduğu malda velisi olan mirasçısı, mirasçılık veliliği gerekçesi

ile tasarrufta bulunur. Küçük yaştaki çocuğun velisi, velilik gerekçesi

ile küçük çocuğun malî işlerinde tasarrufta bulunarak işlerini

düzenler. Yardımcı anlamındaki veli, yardım ettiği kimsenin işlerinde

savunmasını kuvvetlendirme yönünde tasarrufta bulunur.

Yüce Allah da kullarının velisidir. Onların dünya ve ahiret işlerini

plânlayıp düzenler. O'ndan başka veli yoktur. Allah müminlerin

dinleri konusundaki işlerini düzenleme konusunda onların velisidir.

Bu veliliği hidayet, hakka çağrı, tevfik, yardım etme ve başka

yollarla gerçekleştirir.

 

Peygamber de, yasa koymak ve hüküm vermek suretiyle

müminlerin lehine ve aleyhine hükmetmekle yetkili bir velidir.

Devlet başkanı da, hükümdarlık yetkisinin çerçevesi içinde halka

hükmeden bir velidir. Diğer velilik türlerinde de bu ölçüler geçerlidir.

Köle azat etme, anlaşma yapma, komşuluk, boşama ve amca

oğlu velilikleri, sevgi veliliği ve veliahtlık veliliği gibi...

 

Mâide Sûresi 55-56 ................................................................. 15

 

"Yuvellûn'el-edbâr" yani, sırtlarını savaş meydanına doğru çeviriyorlar.

"Tevelleytum" yani, siz kendinizi veya yüzünüzü falan şeyin

tersi yönüne çevirerek onu kabul etmediniz. Veliliğin değişik

kullanım alanlarındaki ortak anlamının özü, veliye tasarruf ve düzenleme

yetkisi veren bir yakınlık türüdür.

 

"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."

ayeti, bu ayette sözü edilen veliliğin aynı türden tek bir velilik olduğuna

delâlet eder. Çünkü Allah, O'nun Resulü ve o müminler

sayıldıktan sonra hepsi birlikte "sizin velinizdir" ifadesine bağlanıyor.

Bundan bütün bu sayılanlardaki veliliğin aynı anlamda olduğu

anlaşılır. Bir sonraki ayetteki "galip gelecek olanlar, Allah'ın hizbidir."

cümlesi de bunu teyit eder. Çünkü bu ifade, Allah'ı, O'nun

Resulünü ve söz konusu müminleri veli edinenlerin tümünün Allah'ın

velâyeti altında olmaları hasebiyle O'nun hizbi olduğunu ima

veya ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberin ve sözü edilen müminlerin

velâyeti, Allah'ın velâyeti türünden bir velâyettir.

Yüce Allah, velâyet türlerinden tekvinî velâyeti kendine izafe

eder. Bu velâyet O'nun her şeyi tasarrufu altında bulundurması,

yaratıkların işlerini dilediği gibi düzenlemesi anlamına gelir. Şu

ayetlerde olduğu gibi: "Yoksa onlar Allah'tan başka veliler mi edindiler?

Veli yalnız Allah'tır." (Şûrâ, 9) "Sizin Allah'tan başka bir

veliniz, bir şefaatçiniz yoktur. Düşünüp öğüt almıyor musunuz."

(Secde, 4) "Dünyada ve ahirette benim velim sensin." (Yûsuf, 101)

"Allah kimi saptırırsa, artık onun O'ndan başka bir velisi olmaz."

(Şûrâ, 44) Şu ayetler de okuduğumuz ayetlerle aynı anlamdadır:

"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kaf, 16) "Biliniz ki, Allah

kişi ile kalbi arasına girer." (Enfâl, 24)

Yüce Allah'ın bazı ayetlerde kendine izafe ettiği yardım etme

anlamındaki velâyeti de tekvinî velâyetin kapsamında sayabiliriz.

Şu ayetlerde olduğu gibi: "Bu böyledir. Çünkü Allah müminlerin

velisidir (yardımcısıdır). Kâfirlerin ise velisi (yardımcısı) yoktur."

(Muhammed, 11) "O'nun (Peygamberin) velisi (yardımcısı) Allah'tır."

(Tahrîm, 4) Şu ayet de aynı anlamdadır: "Müminlere yardım etmek

üzerimize borçtur." (Rûm, 47)

 

Yine yüce Allah, müminlerin dinî işleri ile ilgili olan yasa koyma,

hidayet, irşat ve tevfik gibi konularda onların veliliğini de kendine

izafe eder. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah müminlerin veli

 

16......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

sidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara, 257) "Allah

müminlerin velisidir." (Âl-i İmrân, 68) "Allah takva sahiplerinin velisidir."

(Câsiye, 19) Şu ayet de aynı anlama gelir: "Allah ve Resulü

bir işte hüküm verdikleri zaman artık mümin bir erkek ve kadının,

işlerini kendi isteğine göre belirleme hakkı yoktur. Kim Allah'a

ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."

(Ahzâb, 36)

Yüce Allah'ın Kur'ân'da kendine izafe ettiği velâyet türleri bunlardır.

Bunlar özleri itibariyle "tekvinî velâyet" ile "teşriî velâyet"e

dönerler. Bunlara "hakikî velâyet" ve "itibarî velâyet" de denebilir.

Yüce Allah, Peygambere (s.a.a) mahsus velâyet türü olarak

teşriî velâyeti zikreder. Teşriî velâyet yasa koymayı, hakka çağırmayı,

ümmeti eğitmeyi, onlara hükmetmeyi ve aralarında hüküm

vermeyi içerir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Peygamber, müminler

üzerinde kendilerinden daha çok yetki sahibidir." (Ahzâb, 6)

Şu ayetler de aynı anlamdadır: "Biz sana hak olarak kitabı indirdik

ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm

veresin." (Nisâ, 105) "Sen insanları kesinlikle doğru yola iletirsin."

(Şûrâ, 52) "Allah, onlara kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini

okuyan, onları arındıran, kendilerine kitabı ve hikmeti öğreten

bir peygamber gönderdi." (Cum'a, 2) "Sana da bu Kur'ân'ı indirdik

ki, insanlara indirileni kendilerine açıklayasın." (Nahl, 44)

"Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Nisâ, 59) "Allah ve

Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman artık mümin bir erkek ve

kadının, işlerini kendi isteğine göre belirleme hakkı yoktur."

(Ahzâb, 36) "Onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Onların

keyiflerine uyma. Dikkat et de Allah'ın indirdiğinin bir kısmından

seni şaşırtmasınlar." (Mâide, 49) Fakat daha önce de söylediğimiz

gibi yüce Allah, ümmete yardımcı olma anlamındaki veliliği Peygamber

efendimize (s.a.a) izafe etmemiştir.

Bütün bunlardan çıkan ortak sonuca göre Peygamberimizin,

ümmeti Allah'a sevk etme, onları yönetme ve aralarında hüküm

verme konusunda onlar üzerinde velilik yetkisi vardır. Onlar da

ona mutlak anlamda itaat etmekle yükümlüdürler. Buna göre

Peygamberimizin (s.a.a) veliliği Allah'ın teşriî veliliğinin kapsamına

girer. Bununla şunu kastediyoruz:

 

Mâide Sûresi 55-56 ...................................................... 17

 

Peygamberimize (s.a.a) ümmetin önderi olarak itaat etmek

farzdır. Çünkü ona itaat, Allah'a itaat ve onun velâyeti Allah'ın velâyetidir.

Az önce okuduğumuz ayetlerin bir kısmı bunun delilidir.

Şu ayetler gibi: "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Nisâ,

59) "Allah ve Peygamber bir işte hüküm verdikleri zaman..."

(Ahzâb, 36) Bu anlamdaki diğer ayetler de öyledir.

"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."

ayetinde Allah'a ve O'nun Resulüne atfedilerek müminler için söz

konusu edilen velilik de, Allah ve Peygamberimiz için sabit olan

bu anlamdaki veliliğin aynısıdır. Çünkü ayetin akışı, bu veliliğin bir

velilik olduğunu ve bu veliliğin asaleten yüce Allah'ın, bağımlı olarak

ve Allah'ın izni ile de Peygamberin ve ayette sözü geçen müminlerin

hakkı olduğunu gösteriyor.

 

Eğer ayette Allah'a izafe edilen velilik, müminlere izafe edilen

velilikten başka türde olsaydı, yanlış anlama ihtimalini ortadan

kaldırmak için müminler için başka bir velilik zikredilmesi uygun

oldurdu. Buna benzer durumlarda olduğu gibi. Nitekim yüce Allah

şöyle buyuruyor: "O sizin için hayırlı bir kulaktır. Allah'a inanır,

müminlere inanır." (Tevbe, 61) Bu ayette "inanmak" kelimesi tekrarlanmış;

çünkü her iki yerdeki anlamı birbirinden farklıdır. Bunun

benzerini "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Nisâ,

59) ayetinde de görüyoruz. Kitabımızın önceki cildinde bu ayeti

tefsir ederken bu hususa dikkat çekmiştik.

 

Üstelik "Sizin veliniz" ifadesindeki "veli" kelimesi tekil, izafe

edildiği "müminler" kelimesi ise çoğuldur. Tefsirciler, bu durumu

buradaki veliliğin tek anlamı olduğu ve bunun asaleten yüce Allah-

'a, bağımlı olarak da O'ndan başkalarına ait olduğu şeklinde açıklamışlar.

Bütün bu dediklerimizden, "Sizin veliniz ancak..." ifadesindeki

sınırlamanın "kasr'ul-ifrad" anlamında olduğu hususu da açıklık

kazanmış oldu. Yani muhatapların, bu veliliğin hem ayette sayılanlar,

hem de başkaları için söz konusu olduğunu zannetmemeleri

için bu veliliğin sadece ayette sayılanlara mahsus olduğu vurgulanmıştır.

Bu sınırlama, "kasr'ul-kalb" anlamını ifade etmeye yönelik

bir sınırlama olarak da yorumlanabilir. (Bu durumda, "Allah,

O'nun Resulü ve ayette sözü edilen müminler sadece sizin velinizdir,

başkaları değil" gibi bir anlam ortaya çıkar.)

 

18 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

"...namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren..." Bu ifade,

(inananların velisi olarak bildirilen) "müminler" hakkında bir açıklamadır.

"ve rükû hâlinde iken" ifadesi "zekât veren" ifadesiyle ilintili

hâldir.

"Rükû" insan vücudunun belirli bir durumunu ifade eder. Beli

bükülmüş yaşlı adama da "şeyh-i râki" derler. Şeriat dilinde ise ibadette

belirli bir durum anlamına gelir. Yüce Allah, "rükûa varanlar

ve secde edenler" (Tevbe, 112) buyuruyor. Rükû, Allah'a boyun

eğmeyi, O'nun karşısında alçalmayı temsil eder. Fakat secdenin

aksine bu ibadet biçimi İslâm'da namaz dışında meşru değildir.

Rükû, boyun eğmeyi ve alçalmayı içerdiği için bazen istiâre yolu

ile her boyun eğme ve alçalma veya fakirlik ve geçim sıkıntısı

gibi normal olarak başkasına boyun eğme sonucunu doğuran hâller

anlamında da kullanılır.

"Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü edilen müminleri veli edinirse,

(bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir." Ayette geçen

"yetevelle" fiilinin mastarı olan "tevellî" veli edinmek demektir.

"Müminler"den maksat, bir önceki ayette sözü edilen müminlerdir.

"Galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir." ifadesi, şartın

cezası yerindedir, ama ceza değildir. Bu ifade, hükmün sebebine

delâlet etsin diye büyük önermeyi sonuç yerine koymak kabilindendir.

Buna göre ayetin anlamı, "Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü

edilen müminleri veli edinirse galiptir. Çünkü o Allah'ın hizbindendir

ve Allah'ın hizbi kesinlikle galiptir" şeklindedir. Buna göre bu

ifade, o kimselerin Allah'ın hizbi olduklarını kinaye yolu ile dile getiren

bir ifadedir.

 

Ragıp İsfahanî'nin açıklamasına göre "hizb" katı ve sert bir

topluluk demektir. Yüce Allah, Kur'ân'ın başka bir yerinde de buradakine

yakın bir içeriği bulunan bir ayette "Allah'ın hizbi" tabirini

kullanmış ve onların kurtuluşa eren kimseler olduklarını belirtmiştir.

Sözünü ettiğimiz ayet şudur: "Allah'a ve ahiret gününe inanan

bir topluluğun babaları, oğulları, kardeşleri ve akrabaları da olsa

Allah'a ve Peygambere düşman olanlarla dost olduklarını göremezsin.

Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden

bir ruh ile desteklemiştir. Onlar Allah'ın hizbidirler. İyi bil ki,

 

Mâide Sûresi 55-56 ............................................................... 19

 

felâha erenler, yalnız Allah'ın hizbidir." (Mücadele, 22)

Ayette geçen "felah" kelimesi, istenileni elde etme, hedefe

kavuşma anlamında zafer ve galibiyet demektir. Yüce Allah bu galibiyet

ve felâhı, müminlere en güzel ifadelerle vaat etmiş, onlara

buna kavuşacakları müjdesini vermiştir. "Müminler kesinlikle felâha

ermiştir." (Mü'minûn, 1) ayetinde olduğu gibi. Bu anlamdaki

ayetlerin sayısı çoktur. Bu ayetlerin hepsinde "felâh" kelimesi

mutlak biçimi ile yer almıştır. Buna göre maksat mutlak galibiyet,

mutlak felâhtır. Yani dünyada ve ahirette mutluluğa ermek, hakka

erişmek, kötülüğe galip gelmek ve batılı yok etmektir. Bu sonuç,

dünyada Allah'ın dostlarından oluşmuş ve şeytanın dostlarından

arınmış takva sahibi sağlıklı bir toplumda varolabilen temiz hayatla,

ahirette ise âlemlerin Rabbinin huzurunda gerçekleşebilir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi adlı eserde Ali b. İbrahim'den, o da babasından, babası

da İbn-i Ebu Ümeyr'den, o da Ömer b. Üzeyne'den, o da Zürare,

Fudayl b. Yesar, Bukeyr b. A'yun, Muhammed b. Müslim, Bureyd b.

Muavi-ye ve Ebu'l-Carud'dan İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu

nakledilir: "Yüce Allah, Peygambere (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s) veliliğini

emretti, ona, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz

kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir.' ayetini indirdi

ve ulülemrin veliliğini farz kıldı. Ashap bunun ne olduğunu

bilmediler. Bunun üzerine Allah, Hz. Muhammed'e (s.a.a) namazı,

zekâtı, orucu ve haccı açıkladığı gibi velâyeti de açıklamasını emretti."

"Allah'tan bu emir gelince, Peygamber (s.a.a) sıkıntıya kapıldı.

İnsanların dinlerinden dönmelerinden, kendisini yalanlamalarından

korktu. Bu sıkıntı üzerine yüce Allah ona, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından

sana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun

elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan

korur.' (Mâide, 67) ayetini indirdi. Bunun üzerine Peygamber

(s.a.a) Allah'ın emrini haykırdı. Gadir-i Hum günü 'Toplanın' diye

seslendi ve ayağa kalkarak Hz. Ali'nin (a.s) veliliğini ilân etti. Ardından

insanlara, orada olanların olmayanlara bu mesajı duyurmalarını

emretti."

 

20 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Ömer b. Üzeyne'nin Ebu'l-Carud dışındaki ravilerin tümüne

dayanarak naklettiğine göre İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Bu,

son farz idi. Velâyet meselesi, son farz olduğu için yüce Allah arkasından,

'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım ve size nimetimi

tamamladım.' (Mâide, 3) ayetini indirdi. Yüce Allah bu ayette, 'Bundan

sonra size başka bir farz indirmeyeceğim. Size ait farzları tamamladım.'

diyor." [Usûl-i Kâfi, c.1, s.289. h:4]

 

el-Burhan ve Gayet'ül-Meram adlı eserlerde Şeyh Saduk'un

kendi rivayet zinciriyle Ebu'l-Carud'a dayanarak verdiği bilgiye göre

İmam Bâkır (a.s) "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve...

müminlerdir." ayeti hakkında şöyle buyurdu: "Aralarında Abdullah

b. Selâm'ın, Esed'in, Sâlebe'nin, İbn-i Yâmin'in ve İbn-i Suriya'nın

bulunduğu bir grup Yahudi, Müslüman olmuştu. Bunlar Peygamberimize

gelerek şu soruyu sordular: 'Ey Allah'ın elçisi! Hz. Musa,

yerine Yuşa b. Nun'u vasiyet etti. Senin vasin kimdir? Senden sonra

velimiz kim olacak?' Bunun üzerine, 'Sizin veliniz ancak Allah,

O'nun Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren

müminlerdir.' ayeti indi."

"O sırada Peygamberimiz onlara, 'Kalkın.' dedi, onlar da kalktılar

ve mescide vardılar. İçeri girerken dışarı çıkan bir dilenci ile

karşılaştılar. Peygamberimiz ona, 'Ey dilenci, sana bir şey veren

oldu mu?' diye sordu. Dilenci, 'Evet, bu yüzüğü verdiler.' dedi. Peygamberimiz,

'Onu sana kim verdi?' diye sordu. Dilenci, 'Şu namaz

kılan adam.' dedi. Peygamberimiz, 'Sana yüzüğü verirken ne durumda

idi?' diye sordu. Dilenci, 'Rükû hâlinde idi.' dedi. Bunun üzerine

Peygamber tekbir getirdi ve arkasından mescittekiler de

tekbir getirdiler."

"Arkasından Peygamberimiz, 'Benden sonraki veliniz Ali'dir'

dedi. Sahabîler de, 'Biz Allah'ın Rabbimiz, Muhammed'in peygamberimiz

ve Ali'nin velimiz olmasına razı olduk.' dediler. Bunun

üzerine, 'Kim Allah'ı, O'nun Resulü ve sözü edilen müminleri veli

edinirse, (bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir.'

ayeti indi." [el-Burhan, c.1, s.480; Gayet'ül-Meram, s.107]

Tefsir'ul-Kummî adlı eserde müellif, babasından, o da

Safvan'dan, o da Eban b. Osman'dan, o da Ebu Hamza Sumalî'den

İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakleder: "Peygamberimiz,

 

Mâide Sûresi 55-56 ........................................................ 21

 

aralarında Abdul-lah b. Selâm'ın da bulunduğu bir grup Yahudi ile

oturduğu bir sırada bu ayeti indi. Peygamber mescide gitmek üzere

çıktı. Karşısına bir dilenci çıktı. Peygamber ona, 'Sana bir şey

veren oldu mu?' diye sordu. Dilenci, 'Evet, şu namaz kılan adam.'

karşılığını verdi. Peygamberimiz yakına gelince onun Hz. Ali olduğunu

gördü."

 

Ben derim ki: Bu rivayet, Tefsir'ul-Ayyâşî'de de İmam Bâkır'-

dan (a.s) nakledilmiştir. [c.1, s.328, h:139]

el-Emalî adlı eserde Şeyh Tusî, Muhammed b. Muhammed'-

den -yani Şeyh Müfid'den-, o Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed-i Katip'ten,

o Hasan b. Ali Zâferanî'den, o Ebu İshak İbrahim b. Muhammed

Saka-fî'den, o Muhammed b. Ali'den, o Abbas b. Abdullah

Anberî'den, o Abdurrahman b. Esved Kindî Yeşkurî'den, o Avn

b. Ubeydullah'tan, o babasından, babası dedesi Ebu Râfi'den şöyle

dediğini nakleder: "Bir gün Peygamberimizin yanına girdim. Peygamber

uyuyordu. Odanın bir yanında bir yılan gördüm. Onu öldürüp

Peygamberimizi uyandırmak istemedim. O sırada ona vahiy

indiğini düşündüm. Bu yüzden Peygamber ile yılan arasında yere

uzandım ve, 'Eğer yılandan bir kötülük gelirse ona değil, bana gelsin.'

dedim."

"Durumdan memnundum. O sırada Peygamber (s.a.a) uyandı.

Uyanırken 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir.'

ayetini okuyordu. Ayeti sonuna kadar okuyup bitirince, 'Ali'ye

yönelik nimetini tamamlayan Allah'a hamdolsun. Allah'ın

kendisine yönelik bu bağışı yüzünden ne mutlu ona!' dedi. Sonra

bana dönerek, 'Burada ne işin var?' diye sordu. Kendisine odadaki

yılan meselesini anlattım. Bana, 'Öldür onu.' dedi. Ben de dediğini

yaptım. Sonra bana, 'Ey Ebu Râfi, bir gün gelecek bir grup Ali ile

savaşacak. Ali hak üzere ve o grup batıl üzere olacak. O gün sen

ne yapacaksın? Onlara karşı cihat etmek hak olarak Allah için yapılan

bir cihattır. Buna gücü yetmeyen onlara kalbi ile karşı çıkmalıdır.

Bunun ötesinde başka bir şey yoktur.' dedi. Peygamberimize,

'Ya Resulallah, benim için Allah dua et ki, eğer o zamanı görürsem,

bana onlarla savaşma gücü versin.' dedim. Peygamberimiz

benim için dua etti ve 'Her peygamberin bir güvendiği kişi vardır.

Benim güvenilir adamım da Ebu Râfi'dir.' dedi."

Ebu Râfi sözlerine şöyle devam ediyor: "Osman'dan sonra halk

 

22 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Hz. Ali'ye biat edip Talha ile Zübeyr ona karşı çıkınca Peygamberimizin

sözlerini hatırladım. Bunun üzerine Medine'deki evimi ve

Hay-ber'deki arazimi sattım. Yanıma çocuklarımı alarak Hz. Ali ile

birlikte sefere çıktım. Arzum onun önünde şehit olmaktı. Fakat

ben bu arzuma yetişemeden o Basra'dan geri döndü. Sonra onunla

birlikte Sıffin ve Nehrevan savaşlarında savaştım. Kendisi şehit

edilinceye kadar onun-la birlikte oldum. Sonra Medine'ye döndüm.

Orada ne evim ve ne arazim vardı. Hz. Hasan bana Yenbu'da bir

parça arazi verdi ve Hz. Ali'nin evinin bir bölümünü bana ayırdı.

Ben de ailemle birlikte orada oturmaya başladım."

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Hasan b. Zeyd'den, o babası Zeyd b.

Hasan'dan, o dedesinden Ammar b. Yasir'in şöyle dediğini rivayet

eder: "Bir gün Hz. Ali nafile namazında rükû hâlindeyken başına

bir dilenci dikildi. Hz. Ali parmağındaki yüzüğü çıkarıp dilenciye

verdi. Dilenci varıp bunu Peygambere haber verdi. Bunun üzerine

Peygambere, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz

kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir." ayeti indi.

Peygamberimiz bu ayeti bize okudu ve arkasından şöyle dedi:

'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, ona

dost olanlara dost, düşman olanlara düşman ol!" [c.1, s.327, h:139]

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Mufaddal b. Salih'ten, o da arkadaşlarının

birinden iki imamdan (a.s) birinin (İmam Bâkır veya

İmam Sadık) şöyle buyurduğunu nakleder: "Sizin veliniz ancak Allah,

O'nun Resulü ve... müminlerdir." ayeti inince, Peygamberimiz

sıkıntıya düş-tü, Kureyşlilerin kendisini yalanlayacaklarından korktu.

Bunun üzerine yüce Allah, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen

mesajı tebliğ et...' ayetini indirdi. Peygamberimiz de Gadir-i

Hum günü bu görevi yerine getirdi." [c.1, s.328, h:140]

 

Aynı eserde müellif Ebu Cemile'den, o da arkadaşlarının birinden

iki imamdan (a.s) birinin (İmam Bâkır veya İmam Sadık) şöyle

buyurduğunu nakleder: "Peygamberimiz şöyle buyurdu: Allah bana

şu dört kimseyi sevmemi vayhetti: Ali, Ebuzer, Selman ve

Mikdad." Ravi diyor ki: "Ben, 'Onca kimse arasında bunu (kimin

veli olduğunu) bilen biri yok muydu?' diye sordum. Bunun üzerine

İmam, 'Üç kişi vardı.' karşılığını verdi. 'Sizin veliniz ancak Allah,

O'nun Resulü ve... müminlerdir.' ayeti ile 'Allah'a itaat edin, Peygambere

ve sizden olan ulülemre itaat edin.' ayetlerinin kimin

 

Mâide Sûresi 55-56 ................................................... 23

 

hakkında indiğini soran biri olmadı mı? diye sordum. İmam, 'Bu

ayetlerin kim hakkında indiği bir yana, onların nereden kendilerine

geldiğini bile sormazlardı.' cevabını verdi." [c.1, s.328, h:141]

Gayet'ül-Meram adlı eserde müellif, Şeyh Saduk'tan, o kendi

rivayet zinciriyle Ebu Said Verrak'tan, o babasından, babası Cafer

b. Mu-hammed'den, o babasından ve babası da dedesinden naklettiğine

göre Hz. Ali, Ebu Bekir'in halifeliği üstlendiği sırada ona

bazı çağrılarda bulundu, kendi üstünlüklerini anlattı ve bu konuda

Peygamberden (s.a.a) kaynaklanan delilleri hatırlattı. Söylediklerinden

biri şuydu: "Allah adına söylemeni istiyorum: Yüzük zekâtı

ile ilgili ayette Peygamberin veliliği ile birlikte anılan velilik, Allah

tarafından bana mı verildi, yoksa sana mı?" Ebu Bekir, Hz. Ali'ye,

'Sana verildi.' dedi." [s.108, h:16]

 

Şeyh, el-Mecalis adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle

Ebuzer'den şöyle naklediyor: "Hz. Ali, Şûra Günü Osman, Zübeyr,

Abdurrahman b. Avf ve Sa'd b. Vakkas'a Allah adına çağrıda bulundu.

Aralarında Peygamberin sözleri de bulunan çeşitli delillerle

karşılarına çıktı. Hep-si de söylediklerinin doğru olduğunu kabul

ediyordu. Söylediklerinden biri şu idi: İçinizde rükû hâlindeyken

sadaka verdiği için hakkında, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü

ve... müminlerdir.' ayeti inen benden başka biri var mı?' Hepsi,

'Hayır, yok.' dediler."

 

el-İhticac adlı eserde verilen bilgiye göre İmam Ali b. Muhammed

Hadi (a.s), Ahvaz halkının cebir ve tefviz konularına ilişkin sorularına

cevap olarak yazdığı mektupta şöyle diyor:

"Bütün İslâm ümmeti, Kur'ân'ın hak olduğu ve onda hiçbir

şüphe olmadığı hususunda ittifak etmiştir, aralarında hiçbir ihtilâf

yoktur. Bütün İslâm fırkalarında bu böyledir. Onlar bu ortak görüşlerinde

isabetlidirler ve Allah'ın indirdiklerini tasdik etmekle Peygamberimizin

(s.a.a) 'Benim ümmetim sapıklıkta birleşmez.' hadisinin

işaret ettiği doğru yoldadırlar. Peygamberimiz bu hadisinde

ümmetin hep birlikte kabul ettiği, birbirlerine muhalefet etmedikleri

görüşün hak olduğunu bildirmiştir. Hadisin anlamı budur. Yoksa

onun anlamı, cahillerin yorumları ve inatçıların söyledikleri değildir.

Onların yorumları, Kur'ân'-ın hükmünü ortadan kaldırıp uydurma

hadislerin ve yanıltıcı rivayetlerin hükümlerine uymayı telkin

ediyor. Yaptıkları iş, Kur'ân'ın nasları-na ve ışık saçan açık

24............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ayetlerin gerçeklerine ters düşen helâk edici, aşağılık nefsanî arzuların

peşine takılmaktır. Allah'tan bizi namaz kılmaya muvaffak

etmesini ve doğru yola iletmesini dileriz."

İmam (a.s) sözlerine şöyle devam ediyor: "Kur'ân bir haberin

doğru ve gerçek olduğuna şahadet edince, eğer ümmetin bir bölümü

bu haberi inkâr ederse, ona bu uydurma hadislerden biri ile

karşı çıkarlar. Onlar bu haberi inkâr etmekle ve Kur'ân'ı göz ardı

etmekle sapıklığa düşmüş olurlar."

"Kur'ân tarafından doğrulandığı bilinen ve Peygamberimizin

sözü olduğu ittifakla kabul edilen en sahih hadislerden biri şudur:

Ben sizin aranızda iki halife bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve

özsoyum. Bunlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapıklığa

düşmezsiniz. Bunlar birbirinden ayrılmaksızın (Kevser) havuzun(

un) başında bana geleceklerdir."

"Peygamberimizin aynı anlamdaki diğer bir hadisi de şöyledir:

Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum: Allah'ın kitabı

ve özsoyum olan Ehlibeytim. Bu ikisi havuzun başında benim yanıma

ge-linceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Onlara

sarıldığınız sürece asla dalâlete düşmezsiniz."

"Kur'ân'da bu hadisin doğruluğuna delâlet eden ayetler vardır.

Meselâ şu ayet bunlardan biridir: 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun

Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren

müminlerdir.' İlim adamlarından gelen rivayetler de şu hususta

görüş birliği hâlindedirler ki, Hz. Ali, rükû hâlindeyken yüzüğünü

sadaka olarak verdi ve yüce Allah onun bu işini takdirle

karşılayarak bu ayeti onun hakkında indirdi."

"Ayrıca Peygamberimizin Hz. Ali'yi diğer sahabîlerden farklı biçimde

ön plâna çıkardığını belirten sözleri vardır. Bunların

başlıcaları şunlardır:

"Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım onu

seveni sev, ona düşman olana düşman ol!"

"Ali benim borçlarımı öder, verdiğim sözleri yerine getirir, o

benden sonra başınızdaki halifemdir."

"Peygamberimiz (sefere çıkarken) Hz. Ali'yi Medine'de kendi

yerine vekil bıraktığında Hz. Ali, 'Beni kadınlar ve çocuklar üzerine

mi halife bırakıyorsun?' dedi. Peygamberimiz ona şu cevabı verdi:

 

Mâide Sûresi 55-56 .......................................................... 25

 

Musa için Harun ne idi ise, sen de benim için öyle olmaya razı değil

misin? Yalnız benden sonra peygamber gelmeyecektir."

"Böylece Kur'ân'ın bu rivayetleri doğruladığını ve bu delillerin

gerçek olduğunu gösterdiğini öğrendik. Bu rivayetler Kur'ân'a uygun

olunca ümmetin onlara inanması gerekir. Bu rivayetlerin

Kur'ân'a uygun olduğunu ve Kur'ân'ın da bu rivayetlere uygun olduğunu

ve onlara işaret ettiğini gördüğümüzde onlara uymak farz

olur. İnatçıların ve fesatçıların dışında hiç kimse bu gerçeği göz

ardı edemez." [c.2, s.251-253]

 

el-İhticac adlı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle buyurduğu nakledilir:

"Münafıklar Peygambere şöyle demişlerdi: 'Rabbinin bize yüklediği

farzlar dışında yükleyeceği başka bir farz var mı? Eğer varsa

onu bize bildir ki, başka bir farz kalmadı diye rahatlayalım.' Bunun

üzerine şu ayetler indi: 'De ki: Size bir tek öğüt veriyorum...' (Sebe,

46) Yani size velâyeti öğütlüyorum. 'Sizin veliniz ancak Allah, O'-

nun Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren

müminlerdir.' Bütün ümmetin görüş birliği ile sabittir ki, o gün rükû

hâlinde tek bir kişiden başka kimse zekât vermemiştir..."

Şeyh Müfid el-İhtisas adlı eserinde, Ahmed b. Muhammed b.

İsa'dan, o da Kasım b. Muhammed Cevherî'den naklettiğine göre

Hasan b. Ebu'l-Alâ şöyle dedi: "İmam Sadık'a (a.s), 'Peygamberin

vasiyet ettiği kimselere itaat etmek farz mıdır?' diye sordum. Bana

şu cevabı verdi: Evet; onlar Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu

kimselerdir: 'Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan

ulülemre itaat edin.' (Nisâ, 59) Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü

ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir."

[s.277]

 

Ben derim ki: el-Kâfi adlı eserde bu rivayet, Hüseyin b. Ebu'l-

Alâ' aracılığı ile İmam Sadık'tan,1 bu anlamda bir başka rivayet de

Ahmed b. İsa aracılığı ile yine İmam Sadık'tan nakledilmiştir.2 Bu

rivayetlerde Hz. Ali hakkında inen ayetin bütün Ehlibeyt İmamlarına

izafe edildiği görülüyor. Bunun sebebi onların tek bir aile olmaları

ve konumlarının aynı olmasıdır.

1- [Usûl-u Kâfi, c.1, s.189, h:16]

2- [Usûl-u Kâfi, c.1, s.187, h:7]

 

26 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Sa'lebî Tefsiri'nde şu bilgiye yer verildiği aktarılıyor: Bize Ebu'l-

Hasan Muhammed b. Kasım Fakih, ona Abdullah b. Ahmed

Şa'ranî, ona Ebu Ali Ahmed b. Ali b. Rezin, ona Muzaffer b. Hasan

Ensarî, ona Serî b. Ali Varrak, ona Yahya b. Abdulhamid Cemanî,

ona Kays b. Rebî, ona A'meş, ona Abaye b. Rib'î bildirdiğine göre

bir gün Abdullah b. Abbas Zemzem kuyusunun yanı başında bize

hadis naklediyordu. O sırada başı ve yüzü sarıkla örtülmüş bir adam

çıkageldi. Abdullah, "Peygamber dedi ki" dedikçe, o da ona,

"Peygamber dedi ki" diye karşılık veriyordu."

İbn-i Abbas adama, "Allah adına sana soruyorum, sen kimsin?"

dedi. Adam yüzünü örten sarığı açarak şunları söyledi: "Ey

insanlar, beni tanıyan tanır. Tanımayanlara söylüyorum ki, ben

Cündeb b. Cü-nade Bedrî Ebuzer Gıfarî'yim. Peygamberimizden şu

iki kulağımla işittim. Yalan söylüyorsam kulaklarım sağır olsun.

Onu bu iki gözümle gördüm. Yalan söylüyorsam gözlerim kör olsun.

Peygamber şöyle dedi: Ali, iyilerin önderi ve kâfirlerin öldürenidir.

Ona yardım edene Allah yardım eder. Onu yalnız bırakanı Allah

yalnız bırakır."

"Ben günlerden bir gün Peygamber (s.a.a) ile birlikte öğle namazı

kılıyordum. Dilencinin biri mescit içinde yardım istedi. Hiç

kimse ona bir şey vermedi. Bunun üzerine ellerini havaya kaldırarak:

'Allah'ım şahit ol ki, ben Peygamberin mescidinde yardım istedim;

fakat hiç kimse bana bir şey vermedi.' dedi. O sırada rükû

hâlinde olan Hz. Ali dilenciye sağ elinin yüzük parmağını işaret etti.

Hz. Ali'nin o parmağında yüzük vardı. Dilenci ona yaklaştı ve

parmağındaki yüzüğü çıkarıp aldı."

"Bu olay Peygamberin gözü önünde gerçekleşmişti. Peygamber

namazı bitirince başını havaya kaldırdı ve şöyle dedi: 'Allah'ım,

Musa sana şöyle dua etmişti: 'Rabbim, göğsümü benim için aç, işimi

bana kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki, söylediklerimi anlasınlar

ve ailemden bana bir yardımcı kıl, kardeşim Harun'u.

Onunla arkamı güçlendir ve onu işime ortak et.' [Tâhâ, 25-32]

Kur'ân'da buyurduğuna göre sen de ona şu cevabı verdin: 'Pazunu

kardeşinle güçlendireceğiz ve ikinize bir kudret vereceğiz. Artık

ayetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler.' [Kasas, 35]"

"Allah'ım, ben senin peygamberin ve seçilmiş kulun Muham

 

Mâide Sûresi 55-56 .......................................................... 27

 

med'im. Allah'ım, benim de göğsümü bana aç, işimi bana kolaylaştır

ve ailemden bana bir yardımcı kıl, Ali'yi. Onunla arkamı güçlendir."

Ebuzer şöyle devam ediyor: "Peygamber (s.a.a) sözlerini

tamamlar tamamlamaz Cebrail, Allah katından inerek ona, 'Ey

Muhammed! Oku!' dedi. Peygamberin, 'Ne okuyayım?' demesi

üzerine ona, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz

kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir, diye oku.'

dedi." [Gayet'ül-Meram'dan naklen, s.103, h:1]

 

Zerrrin, el-Cem'u Beyne's-Sıhah'is-Sitte adlı eserinin üçüncü

cildinde, "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü..." ayetinin tefsirinde

Neseî'den naklen şu bilgiye yer veriyor: Abdullah b. Selâm

dedi ki: "Peygambere (s.a.a) geldik ve ona, 'Allah'a ve Peygambere

inandık diye kavmimiz bize düşman kesildi, bizimle konuşmayacaklarına

yemin ettiler.' dedik. Bunun üzerine, 'Sizin veliniz ancak

Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât

veren müminlerdir.' ayeti indi."

"Arkasından Bilâl öğle ezanını okudu. İnsanlar namaza kalktılar.

Kimi secdede, kimi de rükûda idi. O sırada bir dilenci dilenmekte

ve yardım istemekteydi. Ali rükû hâlinde iken ona yüzüğünü

verdi. Dilenci bunu Peygambere haber verdi. Peygamber de bize

şu ayetleri okudu: Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve

namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir. Kim

Allah'ı, O'nun Resulü ve sözü edilen müminleri veli edinirse, (bilsin

ki) galip gelecekler olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir."

 

İbn-i Mağazilî'nin Menakıb adlı eserinde "Sizin veliniz ancak

Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir." ayetinin tefsiri sırasında

şu bilgiye yer verildiği naklediliyor: Muhammed b. Ahmed b. Osman'ın,

Ebu Bekir Ahmed b. İbrahim b. Şazan Bezzaz'dan, onun

Hasan b. Ali Advî'den, onun Seleme b. Şebib'den, onun

Abdurrezzak'tan, onun Mücahid'den rivayet ettiğine göre İbn-i

Abbas, "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve

rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir." ayetinin Hz. Ali (a.s)

hakkında indiğini bildirmiştir.

 

Yine aynı eserde şu bilgiye yer verildiği naklediliyor: Ahmed b.

Muhammed b. Tavan'ın, Ebu Ahmed Ömer b. Abdullah b. Şevzeb'-

den, onun Muhammed b. Ahmed Askerî Dekkak'dan, onun

 

28 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Muham-med b. Osman b. Ebu Şeybe'den, onun Ubade'den, onun

Ömer b. Sa-bit'ten, onun Muhammed b. Saib'den, onun Ebu Salih'-

ten rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle dedi:

"Hz. Ali (a.s) rükû hâlindeyken yanına bir yoksul dilenci geldi.

O da yüzüğünü ona verdi. Peygamber dilenciye, 'Bunu sana kim

verdi?' dedi. Dilenci, 'Onu bana şu rükû hâlindeki kişi verdi.' dedi.

Bunun üzerine, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir.'

ayeti indi."

 

Yine aynı eserde şu bilgiye yer verildiği naklediliyor: Ahmed b.

Muhammed b. Tavan, Ebu Ahmed b. Abdullah b. Şevzeb'den, o

Mu-hammed b. Cafer b. Muhammed Askerî'den, o Muhammed b.

Osman-dan, o İbrahim b. Muhammed b. Meymun'dan rivayet ettiğine

göre Ali b. Abis şöyle dedi: "Ben ve Ebu Meryem, Abdullah b.

Ata'nın yanına gittik. Ebu Meryem ona, 'Daha önce bana Ebu Cafer'den

naklettiğin hadisi, Ali'ye de naklet.' dedi."

"Bunun üzerine Abdullah b. Ata şunları söyledi: 'Ben bir gün

Ebu Cafer'in yanında oturuyordum. O sırada Abdullah b. Selâm'ın

oğlu oradan geçti. Ben, 'Allah beni sana feda etsin, bu adam

Kur'ân ilmine sahip olan adamın oğlu değil mi?' dedim. Ebu Cafer

bana; Hayır, o dediğin vasıftaki adam imamınız Ebu Talib oğlu Ali'dir.

Onun hakkında inen ayetler vardır. Bunların başlıcaları şunlardır:"

"Sizinle benim aramda Allah'ın ve kitap bilgisine sahip kimsenin

şahitliği yeter." [Ra'd, 43]

"Rabbinden apaçık bir delili bulunan ve kendisini yine

kendisinden bir şahit izleyen kimse..." [Hûd, 17]

"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."

Hatib-i Harezmî'den aktarılan bilgiye göre Amr b. As ile

Muaviye arasındaki mektuplaşmada, Amr b. As Muaviye'ye şu cevabı

vermiştir: "Ey Muaviye, bildiğin gibi Kur'ân'da Hz. Ali'nin rakipsiz

faziletleri hakkında ayetler vardır. Bunların başlıcaları şunlardır:"

"Verdikleri sözleri yerine getirirler." [İnsân, 7]

"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve

rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir." [Mâide, 55]

"Rabbinden apaçık bir delili bulunan ve kendisini yine

kendisinden bir şahit izleyen ve ondan önce..." [Hûd, 17]

 

Mâide Sûresi 55-56 ............................................................... 29

 

sinden bir şahit izleyen ve ondan önce..." [Hûd, 17]

"Allah'a verdikleri sözde duran erkekler..." [Ahzâb, 23]

"De ki: Ben bunun karşılığında yakınlarımı sevmenizden başka

sizden bir ücret istemiyorum." [Şûrâ, 23]

 

Yine Hatib-i Harezmî'nin, kendi rivayet zinciriyle Ebu Salih'e

dayanarak verdiği bilgiye göre İbn-i Abbas şöyle demiştir: "Abdullah

b. Selâm, yanında kavminden İslâm'ı kabul etmiş bir grup ile

birlikte Peygamberimize gelerek şöyle dediler: 'Ey Allah'ın Resulü!

Evlerimiz uzaktadır. Bu toplantıdan başka katılabileceğimiz bir

toplantı ve konuşma da yoktur. Soydaşlarımız bizim Allah'a ve

Peygambere inandığımızı görünce bizi terk ettiler. Bizimle oturup

kalkmamaya, evlilik ilişkisi kurmamaya ve konuşmamaya karar

verdiler. Bu bizim ağrımıza gitti.' Bunun üzerine Peygamber onlara,

'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve rükû

hâlinde iken zekât veren müminlerdir.' ayetini okuyarak cevap

verdi."

"Bunun arkasından Peygamber odadan çıkarak mescide gitti.

İnsanların kimi kıyamda, kimi rükûda idi. Bu arada gördüğü bir dilenciye,

'Sana bir şey veren oldu mu?' dedi. Dilenci, 'Evet, bir yüzük.'

dedi. Peygamber, 'Onu sana kim verdi?' dedi. Dilenci Hz. Ali'-

yi göstererek, 'Şu ayaktaki adam.' dedi. Peygamber, 'Onu sana ne

durumdayken verdi?' dedi. Dilenci, 'Onu bana rükû hâlindeyken

verdi.' dedi. Bunun üzerine Peygamber tekbir getirdi ve arkasından,

'Kim Allah'ı, O'nun Resulünü... veli edinirse, (bilsin ki) galip

gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir.' ayetini okudu. Şair Hassan

b. Sabit de bu olay üzerine şu şiiri söyledi:

"Ey Ebu Hasan, canım ve ruhum sana feda olsun!

Hidayet yolunda ağır ağır ve hızlı şekilde yol alan herkesin canı

da!

Gerek benim bu övgüm, gerekse sevenlerinin övgüsü boşa mı

gider?

Allah rızası için yapılan övgüler boşa gitmez.

Rükûdayken sadaka veren sensin!

Bu kavmin canları sana feda olsun, ey rükûa varanların en hayırlısı!

 

30 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Mübarek yüzüğünü sadaka olarak verdin, ey efendilerin en hayırlısı!

Ey alıcıların ve satıcıların en hayırlısı!

Yüce Allah veliliğin en hayırlısını senin hakkında indirdi

Ve senin veliliğini dinin en sağlam ilkelerinden kıldı."

 

Hameveynî'nin, kendi rivayet zinciriyle Ebu Hüdbe İbrahim b.

Hüdbe'den naklettiğine göre Enes b. Malik şöyle dedi: "Dilencinin

biri, 'Borçlusuna mühlet tanıyıp, borcunu tam olarak ödeyen birine

borç verecek biri var mı?' diyerek mescide geldi. Ali rükû hâlindeyken

eli ile, 'Parmağımdaki yüzüğü çıkar da al.' diye işaret etti.

Bunun üzerine Peygamberimiz, Ömer'e, 'Gerekli oldu.' dedi. Ömer,

'Ey Allah'ın Resulü, anam ve babam sana feda olsun, ne gerekli

oldu?' dedi. Peygamber (s.a.a) ona şu cevabı verdi: 'Ona (Ali'ye)

cennet gerekli oldu. Vallahi o yüzüğü parmağından çıkarır

çıkarmaz bütün günahlardan arınmış oldu."

Yine Hameveynî'nin, kendi rivayet zinciriyle Zeyd b. Ali b. Hüseyin'den,

onun babasından, babasının dedesinden rivayet ettiğine

göre Ammar b. Yasir şöyle dedi: "Hz. Ali nafile namazında rükû

hâlindeyken yanına bir dilenci geldi. O da yüzüğünü çıkarıp dilenciye

verdi. Dilenci Peygambere gelerek bunu haber verdi. Bunun

üzerine, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan

ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir.' ayeti indi. Sonra

Peygamber, 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.' dedi."

Hafız Ebu Nuaym'ın Ebu Zübeyr'den rivayet ettiğine göre Cabir

şöyle dedi: "Abdullah b. Selâm ile soydaşlarından birkaç kişi Peygamberimize

geldi. Müslüman olduklarından beri soydaşlarının

kendilerinden uzaklaştıklarından şikâyetçi idiler. Peygamberimiz,

'Burada dilenen biri olacak, onu bana bulun.' dedi. Mescide girdik.

Dilencinin biri Peygamberimize yaklaştı. Peygamber ona, 'Sana

bir şey veren oldu mu?' dedi. Dilenci, 'Evet, rükû hâlinde olan birinin

yanına gittim, bana yüzüğünü verdi.' dedi. Peygamber, 'Git bana

onu göster.' dedi. Gittik, gördük ki, Ali ayakta duruyor. Dilenci,

'İşte bu adam!' dedi. Bunun üzerine, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'-

nun Resulü ve... müminlerdir.' ayeti indi."

Yine Ebu Nuaym'ın Musa b. Kays Hadremî'den rivayet ettiğine

 

Mâide Sûresi 55-56 ........................................................... 31

 

göre Seleme b. Kuheyl şöyle dedi: "Ali rükû hâlindeyken yüzüğünü

sadaka olarak verdi. Bunun üzerine 'Sizin veliniz ancak Allah, O'-

nun Resulü ve...' ayeti indi."

Yine Ebu Nuaym'ın Avf b. Ubeyd b. Ebu Rafi'den, onun da babasından

rivayet ettiğine göre dedesi şöyle dedi: "Bir defasında

Peygamberin yanına girdim. Peygamber uykuda kendisine vahiy

geliyordu. Odanın bir tarafında bir yılan gördüm. Onu öldürüp Peygamberimizi

uyandırmak istemediğim için kendisi ile yılanın arasında

yere uzandım. Bir şey olursa bana olsun istedim. Az sonra

Peygamber, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir.'

ayetini okuyarak uyandı ve, 'Elhamdülillah!' dedi. Yanıma

geldi ve, 'Niye burada yatıyorsun?' dedi. 'Şu yılanın varlığı yüzünden.'

dedim. Bana, 'Kalk öldür onu!' dedi, ben de onu öldürdüm."

"Sonra elimi tutarak şöyle dedi: 'Ey Ebu Rafi, benden sonra Ali

ile savaşan bir topluluk çıkacak. Onlar ile cihat etmek Allah'a karşı

bir görevdir. Onlara karşı eli ile cihat etmeye gücü yetmeyenlerin

dilleri ile, dilleri ile cihat edemeyenlerin kalpleri ile cihat etmeleri

gerekir. Bunun ötesi yoktur."

 

Ben derim ki: Bu iki ayetin yüzüğün sadaka olarak verilmesi

konusunda indiğine dair rivayetler çoktur. Bunların bazılarını

Bahranî-nin Gayet'ül-Meram adlı eserinden aldık. Bu rivayetler, bu

eserin kaynak gösterdiği kitaplarda da vardır. Biz bu rivayetler içinden

olayı değişik ibarelerle anlatan rivayetleri nakletmekle

yetindik.

 

Bu rivayetlerin nakledilmesinde Ebuzer, İbn-i Abbas, Enes b.

Malik, Ammar, Cabir, Seleme b. Kuheyl, Ebu Rafi ve Amr b. As gibi

çok sayıda sahabî ve Hz. Ali, İmam Huseyin, İmam Seccad, İmam

Bâkır, İmam Sadık ve İmam Hadi gibi Ehlibeyt İmamları (hepsine

selâm olsun) iştirak etmiştir.

 

Bu rivayetleri Ahmed, Neseî, Taberî, Taberanî, Abd b. Humeyd

ve diğerleri gibi tanınmış tefsir imamları ile hadis hafız ve imamları

reddetmeden ittifakla nakletmişlerdir. Kelâmcılar tarafından

da bu rivayetlerin doğruluğu kabul edilmiştir. Fıkıh bilginleri de bu

rivayetleri namazda "amel-i kesir" ve "nafile sadakalara zekât adı

verilip verilemeyeceği" konularında yer vermişlerdir. Zemahşerî ve

Ebu Heyyan gibi edebiyetta tanınmış tefsirciler de eserlerinde bu

 

32 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

rivayetlere yer verdikleri hâlde ayetler ile rivayetler arasındaki uyumluluğu

tartışma konusu yapmamışlardır. Hepsi birer dil uzmanı

olan raviler de böyle bir tartışmayı gündeme getirmemişler.

Bütün bunlardan sonra bir tefsircinin, bu ayetin iniş sebebinin

yüzük meselesi olduğu yolundaki rivayeti uydurma saymasına asla

itibar edilmez. Bu arada Şeyh'ul-İslâm İbn-i Teymiye gibi biri de

daha da ileri giderek bu rivayetin uydurma olduğuna dair âlimler

arasında ittifak olduğunu iddia etmiştir ki, bu şaşırtıcı bir iddiadır.

Gerçeğin ne olduğunu ise yukarıdaki açıklamamızda ortaya koymuş

bulunuyoruz.

 

Mâide Sûresi 57-66 .................................................................. 33

 

34 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

57- Ey iman edenler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş

olanlardan, dininizi alay ve eğlence konusu yapanları ve kâfirleri

dost edinmeyin. Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan çekinin.

 

58- Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu

yaparlar. Bu, onların akıl erdirmeyen bir topluluk olduklarındandır.

 

59- De ki: "Ey Ehlikitap, bizden yadırgadığınız, sırf bizim Allah-

'a, bize indirilene ve daha önce indirilenlere inanmış olmamız ve

çoğunuzun fasık (yoldan çıkmış) kimseler oluşunuz değil midir?"

 

60- De ki: "Karşılık bakımından Allah katında bundan daha

kötü konumda olanları size bildireyim mi? Allah'ın lânet ettiği, gazabına

uğrattığı, aralarından bir bölümünü (çarpıtarak) maymuna

ve domuza dönüştürdüğü kimseler ile tağuta tapanlar; işte bunlar

yerleri daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmış olanlardır."

 

61- Bunlar, size geldiklerinde, "İman ettik." derler. Oysa yanınıza

kâfir olarak girmiş ve kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların

gizli tuttuklarını (herkesten) daha iyi bilir.

 

62- Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yemekte

birbirleri ile yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!

 

63- Kendilerini Allah'a vermiş bilginler ile din adamları, onları

günah söz söylemekten ve haram mal yemekten sakındırsalar ya!

Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!

 

64- Yahudiler, "Allah'ın eli kolu bağlıdır." dediler. Elleri kolları

bağlansın ve söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun. Tersine,

O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun, Rabbin tarafından

sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır.

Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir

düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa,

Allah onu söndürdü. Onlar yeryüzünde hep bozgunculuk peşinde

 

Mâide Sûresi 57-66 ................................................................................................ 35

 

koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez.

 

65- Eğer Ehlikitap, iman edip sakınsalardı, kötülüklerini örter

ve onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık.

 

66- Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine

indirileni yaşatsalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan

nimetler yerlerdi. İçlerinde ölçülü bir kesim var. Fakat

çoğunun yaptıkları ne kötüdür!

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Okuduğumuz ayetlerde, Allah'ı ve onun ayetlerini alaya alan

Eh-likitab'ı ve kâfirleri dost edinmek yasaklanıyor. Onların kötü sıfatlarından

bazıları sayılıyor. Allah'a verdikleri sözleri ve taahhütleri

bozmaları ve bunların uzantısı olan kötülükleri hatırlatılıyor. Bu

hatırlatmalar, bu surenin amacı olan verilmiş sözleri tutmayı, antlaşmalara

bağlı kalmayı teşvik etmeye, antlaşmaları çiğnemeyi

kınamaya uygun düşüyor.

Bu ayetlerin tek ve kesintisiz bir akışı var gibidir. Gerçi bazılarının

ayrı ve bağımsız bir iniş sebebinin olması da mümkündür.

"Ey iman edenler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan

dininizi alay ve eğlence konusu yapanları ve kâfirleri dost edinmeyin."

Ragıp İsfahanî diyor ki: "Hüzüv" kelimesi, birinin arkasından

onu alaya almak demektir. Bu kelime alaya benzeyen davranışlar

için de kullanılır... "La'b" sağlıklı bir gayesi olmayan davranış

anlamına gelir. (Ragıb'ın sözü burada bitti.)

Bilindiği gibi eğer bir şey kendisine ciddî şekilde önem verilmeyi

engelleyen bir niteliğe sahip sayılırsa, o şey alaya alınır. Bu

alayın maksadı o şeyin önemsenmeye lâyık olmadığını açıklamaktır.

Öte yandan eğer bir şeyin arkasında gerçek olmayan amaçlara

alet edilmekten başka sağlıklı ve mantıklı bir maksadın

olmadığı kabul edilirse, o şey eğlence konusu yapılır.

Dinle alay etmek, onu eğlence konusu yapmak, onun birtakım

asılsız, gayri ciddî ve sağlıksız amaçlara karşılık verdiğini açığa

vurmak içindir. Eğer dinle alay edenler, onu gerçek bir din saysalardı,

bu dini ortaya koyanı, onu çağıranı ve inananlarını ciddî ve

samimî kabul etselerdi, bu dine ve bağlılarına saygı duysalardı,

onu bu konuma düşürmezlerdi. Yani onların dini alay ve eğlence

 

36 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

konusu yapmaları, dinin hiçbir gerçek ve değer taşımadığı, onun

sadece alaya alınmaya ve eğlence konusu yapılmaya lâyık olduğu

yolunda bir hüküm verdiklerinin delilidir.

 

Bu ayetten şu sonuçlar ortaya çıkıyor:

1) Dost edinilmesi yasaklanan kimselerin bir niteliği olarak

dini alaya almaları ve eğlence konusu yapmalarının altının çizilmesi

bu yasaklamanın gerekçesine yönelik bir işaret içermektedir.

Çünkü ruhsal kaynaşmayı ve psikolojik, sosyolojik alanlarda

tasarrufu gerektiren dostluk ile dostlardan birinin kutsal saydığı,

hürmet ettiği ve kendi canı dahil olmak üzere her şeyden önemli

gördüğü değerlerle karşı tarafın alay etmesi bağdaşmaz. Böyle bir

kimsenin dost edinilmemesi, ruh ve cisimde tasarruf dizginlerinin

eline verilmemesi gerekir.

 

2) "Ey iman edenler" ifadesinin "dininizi alay ve eğlence konusu

yapanları" ifadesinin karşısına konmasının ve "dininizi" ifadesinde

dinin müminlere izafe edilmesinin ifade ettiği uyum dikkat

çekicidir.

 

3) "Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan çekinin" ifadesi,

"dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin" ifadesini

daha genel ve geniş kapsamlı sözlerle pekiştirir gibidir. Çünkü

iman kulpuna sarılmış olan bir müminin, inandığı değerlerle alay

edilmesine, onların eğlence konusu yapılmasına razı olması anlamsızdır.

Buna göre bu kimseler eğer iman sahibi iseler -yani bu

din onların dini ise- söz konusu kimseleri dost edinmeme konusunda

Allah'tan çekinmeleri kaçınılmazdır.

"Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan çekinin." ifadesinin

birkaç ayet önce geçen "Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır."

ifadesine işaret olması da muhtemeldir. O zaman bu ifadenin

anlamı, "Eğer onlardan değilseniz, onları dost edinme konusunda

Allah'tan çe-kinin." şeklinde olur. Fakat galiba ilk anlam

daha uygundur.

"Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar..."

Bu ayet, onların müminlerin dinini alay ve eğlence konusu

yaptıklarının somut örneği niteliğindedir. Namaza çağırmaktan

maksat da, günlük farz namazlardan önce okunan ezandır. Söylendiğine

göre Kur'ân'da ezan sadece bu ayette zikredilmiştir.

 

Mâide Sûresi 57-66 ......................................................... 37

 

"Onu alay ve eğlence konusu yaparlar..." ifadesindeki zamir

ya namaza veya "çağırdığınız" ifadesinden anlaşılan mastara, yani

"çağrı"ya dönüktür. Mastara dönük olan zamir müzekker de,

müennes de olabilir. "Bu, onların akıl erdirmeyen bir topluluk olduklarındandır."

ifadesi, oların davranışlarına cevap niteliği taşıyan

bir ektir. Bununla söz konusu davranışlarının, yani namazı veya

ezanı alay ve eğlence konusu yapmalarının akıl erdirmeyen bir

topluluk olduklarından kaynaklandığı, bu yüzden dinin emrettiği

bu ibadetler ve amellerdeki kul-luk gerçeğini, bunların Allah'a yaklaştırıcı

faydalarını, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu birlikte

sağlayan özelliklerini kavrayamadıkları vurgulanıyor.

"De ki: Ey Ehlikitap, bizden yadırgadığınız, sırf bizim Allah'a... inanmış

olmamız... değil midir?" Ragıp İsfahanî, Müf-redat'ul-Kur'ân adlı

eserinde diyor ki: "Bir şeyi sözle veya cezalandırmak suretiyle yadırgadığın

zaman 'nekımtu'ş-şey'e' veya 'nekamtuhu' dersin. Yüce

Allah buyuruyor ki: 'Sırf Allah ve Resulünün lütfü ile onları zengin

etmesini yadırgadılar.' (Tevbe, 74) 'Onlardan, sırf aziz ve hamid olan

Allah'a inanıyor olmalarını yadırgadılar.' (Burûc, 8) '...bizden

yadırgadığınız...' (Mâide, 59) 'Nıkmet' de cezalandırmak anlamındadır.

Yüce Allah buyuruyor ki: 'Sonunda onları cezalandırdık,

kendilerini denizde boğduk.' (A'râf, 136)"

Buna göre bu ayetin anlamı şudur: "Bizden yadırgadığınız veya

hoşlanmadığınız, sırf bu gördüğünüz durum, yani bizim Allah'a ve

indirmiş olduğu kitaplara inanmış olmamız ve sizin fasık oluşunuz

değil mi?" Bu ifade halk arasındaki şu sözlere benzer: "Sırf senin

ahlâksız olmana karşın benim iffetli oluşumdan hoşlanmıyor değil

misin?" Veya "Sırf senin fakir olmana karşın benim zengin oluşumdan

hoşlanmıyor değil misin?" İki karşıtın karşılaştırıldığı diğer

ifadeler de böyledir. Buna göre bu ayetin anlamı şöyledir:

"Bizden yadırgadığınız, sırf sizin çoğunuzun fasık olmasına karşın

bizim mümin oluşumuz değil mi?"

Bazı tefsirciler, "çoğunuzun fasık kimseler oluşunuz" ifadesinin

sebep bildirdiğini söylüyorlar. Buna göre ayetin anlamı, "Sırf

çoğunuzun fasık kimseler olduğunuz için bizden hoşlanmıyor değil

misiniz? şeklindedir.

"Bize indirilene ve daha önce indirilenlere" ifadesi, "bize ve

size indirilen kitaplara" anlamındadır. İndirilen kitapların onlara

 

38 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

izafe edilmemesinde onlara yönelik tariz vardır. Onlar Allah'a verdikleri

söz-leri tutmadıkları ve kitaplarındaki emirleri yerine getirmedikleri

için bu kitaplar onlara inmemiş sayılmış ve onlar bu kitapların

ehli kabul edilmişlerdir.

 

Bu ifadenin anlamı şudur: Biz ne Allah'ın indirdiği kitaplar arasında

ve ne O'nun peygamberleri arasında ayırım yapmayız. Bu ifadede,

onların Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yaparak,

"Onların bazılarına inanıyor ve bazılarına inanmıyoruz." dedikleri

yönünde bir tariz vardır. Nitekim onlar, "Müminlere inen kitaba

günün başlangıcında inanın, fakat günün sonunda onu inkâr edin."

diyorlardı.

 

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ı ve O'nun peygamberlerini

inkâr edenler, Allah ile peygamberleri arasında ayırım yapanlar,

'Bir kısmına inanıyor, bir kısmını inkâr ediyoruz' diyenler ve bunun

arasında bir yol tutturmak isteyenler, gerçek anlamı ile kâfirdirler.

Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık." (Nisâ, 151)

"De ki: "Karşılık bakımından Allah katında bundan daha kötü konumda

olanları size bildireyim mi? Allah'ın lânet ettiği..." Bu ayette yüce

Allah, Peygamberine (s.a.a) söz konusu dini alay ve eğlence

konusu yapanlara seslenmesini emrediyor. Orta yollu bir ifade kullanılarak

onların dedikleri kabul ediliyor. Maksat, onları kendi sözleri

ile bağlamaktır. Yani eğer onlar Allah'a ve peygamberlerine

indirdiği kitaplara inanıyorlar diye müminleri kınıyorlarsa, asıl

kendilerini kınamalıdırlar. Çünkü onlar Allah'ın lânetine uğradıkları,

çarpıtılarak maymunlara ve domuzlara dönüştürüldükleri ve

tağuta taptıkları için daha kötü konumda ve doğru yoldan daha

çok sapıtmış durumdalar. Bunca kınama sebebi ortadayken, eğer

onlar kendilerini kınamıyorlarsa, bundan daha az kötü konumda

olanları kınamak onlara düşmez. Bu kötü konum, eğer Allah'a ve

onun kitaplarına inanmak kötü kabul ediliyorsa, müminlerin iman

etmişlik durumlarıdır ki, bu durum asla kötü olamaz.

Ayetteki "mesûbet=karşılık" kelimesi ile mutlak karşılık kastediliyor.

Belki de bu kelime istiâre yolu ile akıbet ve ayrılmaz sıfat

anlamındadır. Çünkü "Karşılık bakımından bundan daha kötü" ifadesinin

"Allah katında" ifadesi ile kayıtlanmasından bu sonuç

çıkıyor. Sebebine gelince Allah katında olan şey sabit ve

 

Mâide Sûresi 57-66 .......................................................... 39

 

değişmezdir. Yüce Allah o şeye hükmetmiş, onu emretmiştir. Şu

ayetlerde buyrulduğu gibi: "Allah katında olan kalıcıdır." (Nahl, 96)

"O'nun hükmünün peşine düşecek kimse yoktur." (Ra'd, 41) Buna

göre bu karşılık, yüce Allah katında olduğu için ayrılmaz bir karşılıktır.

Bu ifadede, bir tür dolaylı biçimde ifade etme sanatı vardır.

Çünkü sözün doğrudan akışının gereğine göre "Lânetleme, çarpılma

ve tağuta tapma, Allah'a ve O'nun kitaplarına inanmaktan

daha kötü ve daha sapık bir durumdur." denmeliydi, "Allah'ın lânet

ettiği, gazabına uğrattığı, aralarından bir bölümünü çarpıtarak

maymuna ve domuza dönüştürdüğü ve tağuta tapan kimseler,

daha kötü ve daha sapık konumdadırlar." denmeliydi. Ancak burada

sıfatı taşıyanların sıfatın yerine konmuş olduğu kabul edilirse,

problem kalmaz. Çünkü bu üslûp Kur'-ân'da yaygındır. "Fakat

iyilik, Allah'a inanan... kimsedir." (Bakara, 177) ayeti bunun bir örneğidir.

Kısaca söylenmek istenen şudur: Eğer bizim Allah'a ve

peygamberlerine indirdiği kitaplara inanmamız, sizce kötü bir şey

ise, o zaman durun, bundan daha kötü olanı size bildireyim de

onu yadırgayın. O da, siz de bulunan sıfattır.

Bazı tefsirciler, ayetteki "bundan daha kötü" ifadesindeki "bu"

ism-i işaretiyle "bizden yadırgadığınız" ifadesinin delâlet ettiği

müminlerin tümüne işaret edildiğini söylemişlerdir. Buna göre sözün

akışı düzgündür, hiçbir dolaylı tarafı yoktur. Bu durumda ayetin

anlamı, "Size müminlerden daha kötü konumda olup kınamanız

gerekenlerin kim olduğunu bildirelim mi? Siz kendinizsiniz.

Çünkü siz lânete uğramış, çarpıtılmış ve tağuta tapmaya duçar

olmuşsunuz." şeklindedir.

Yine denebilir ki: "bundan daha kötü" ifadesindeki işaret edatıyla

"bizden yadırgadığınız" ifadesinin delâlet ettiği mastara işaret

ediliyor. Buna göre ayetin anlamı şöyle olur: "Ceza bakımından

bu yadırgamanızdan daha kötü olanını size bildireyim mi? Bu maruz

kaldığınız çarpıtılma ve lânete uğrama gibi durumlardır."

"Bunlar, size geldiklerinde, 'İman ettik.' derler. Oysa yanınıza kâfir

olarak girmiş ve kâfir olarak çıkmışlardır..." Yüce Allah, onların kalplerinde

münafıklık olduğuna, müminlerle karşılaştıklarında Allah'ın

 

40 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

hoşlanmadığı duygularını sakladıklarına işaret ederek, "size geldiklerinde,

'İman ettik.' derler." buyuruyor. Yani size geldikleri

zaman iman ettiklerini belirtirler, oysa yanınıza kâfir olarak geldikleri

gibi, kâfir olarak da yanınızdan ayrılırlar. Yani onlar yanınıza

gelirken de, yanınızdan ayrılırken de bir tek hâldedirler ki, o da küfürdür.

Bu hâllerinde hiçbir değişiklik olmaz; sadece müminmiş

gibi görünürler, oysa Allah onların öteden beri içlerinde sakladığı

hile ve düzeni bilir.

"Oysa yanınıza kâfir olarak girmiş ve kâfir olarak çıkmışlardır."

ifadesi, bizim "Onların kâfirlik durumu değişmemiştir." sözümüzle

aynı anlamdadır. Orijinalde "çıkmışlardır" ifadesinin başında

yer alan "hum= onlar" zamiri, pekiştirme işlevi yanında onların bu

konuda ön plâna çıktıklarını ve kâfirliklerinin sabitleştiğini de ifade

ediyor.

Bazı tefsircilere göre ise, bu ayette onların kâfirlikte hâlden

hâle geçtikleri ifade ediliyor.

"Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yemekte birbirleri

ile yarıştıklarını görürsün..." Anlaşılan, ayetteki "ism=günah" sözcüğünden

maksat, müminlere inen ayetlere dil uzatmak, din öğretileri

konusunda kâfirliği ve fasıklığı gerektirecek pervasızlıkta ileri

geri sözler söylemektir. Bir sonraki ayetteki "...gü- nah söz söylemekten

ve haram mal yemekten" ifadesi de bu anlamı desteklemektedir.

Buna göre bu üç şey, yani günah, düşmanlık ve haram yemek

onların sözlü ve fiilî fasıklıklarının örneklerini oluşturuyor. Yani onlar

hem sözle günah işlerler, ki bu sözlü günahtır, hem de fiilî günah

işlerler. Bu fiilî günah ya kendileri ile müminler arasında olur,

ki bu müminlere yönelik düşmanlıklarıdır veya kendi aralarında

olur, ki bu da faiz, rüşvet ve benzeri şekillerde haram mal yemeleridir.

Onların böyle bir tutum içinde oldukları vurgulandıktan sonra

arkasından "Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!" ifadesi ile bu davranışları

yeriliyor. Ardından da ilim adamları ile din adamlarına

yönelik bir kınama geliyor. Çünkü onlar bu yapılanların suç ve günah

olduğunu bildikleri hâlde seslerini çıkarmıyorlar, halkı bu

mahvedici suçları ve günahları işlemekten sakındırmıyorlar. Yüce

 

Mâide Sûresi 57-66 ................................................................... 41

 

Allah'ın bu kınaması şöyledir: "Kendilerini Allah'a vermiş âlimler

ile din adamları, onları günah söz söylemekten ve haram mal

yemekten sakındırsalar ya! Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!"

"Günah söz söylemekten ve haram mal yemekten" ifadesi,

bir önceki ayetteki "Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve

haram yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün." ifadesi ile

karşılaştırıldığında ikinci ayette "udvan=düşmanlık" kelimesine

yer verilmediği görülür. Bundan şu sonuç çıkarılabilir: Günah ve

düşmanlık ile, aynı şey kastedilmektedir. Bu da, Allah'ın koyduğu

sınırları sözle aşmaktır. Bu-nun karşısında fiilî günah yer alır ki,

bunun örneği de haram mal yemeleridir.

 

Buna göre, "Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram

yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün." ifadesinden maksat,

onların günah ve düşmanlık diye tabir edilen sözlü kötülüklerinden

ve haram mal yemelerinde belirginleşen fiilî kötülüklerinden

örnekler sergilemektir.

 

Ayette geçen "yusariûne=yarışırlar" kelimesinin mastarı olan

"mu-saraat" kelimesi, ağır ve yavaş olmanın karşısında oldukça

hızlı ve sür'atli olma anlamındadır. Kullanıldıkları yerlere göre

sür'at ile acele arasındaki farka gelince; sür'at daha çok organların

işi, acele ise kalbin işiyle ilgilidir. Huzu ile huşu, havf (korku) ile

haşyet arasındaki fark gibi. Ragıp İsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde

şöyle diyor: "Sür'at, yavaşlığın zıddıdır; cisimler ve fiiller için

kullanılır..."

 

Bazılarına göre, sür'at ile acele aynı anlama gelir. Yalnız sür'at

daha çok hayırlı işlerde kullanılır. Buna rağmen, -ayette yerme söz

konusu olduğu ve "acele" kelimesinin yermeyi daha iyi ifade edebileceği

hâlde- "sür'at" kökünden bir kelimenin kullanılması, onların

bu yaptıklarında haklılarmış gibi davrandıklarına işaret etmek

içindir.

 

"Yahudiler, 'Allah'ın eli kolu bağlıdır.' dediler. Elleri kolları bağlansın

ve söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun. Tersine, O'nun iki eli de

açıktır, dilediği gibi verir." Kur'ân'ın çeşitli ayetlerinden anlaşılacağı

üzere Yahudiler dinî hüküm-lerin neshedilmesini caiz

görmüyorlardı. Bu yüzden Tevrat'ın nesh-edilmiş olmasını kabul

etmiyorlar ve Müslümanları hükümleri neshet-mekle

suçluyorlardı. Aynı şekilde tekvinî olaylarda da "beda"yı caiz

 

42 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

görmüyorlardı. Nitekim, "Biz bir ayeti nesheder veya unutturursak,

ondan daha iyisini veya onun bir benzerini getiririz." (Bakara,

106) a-yetini tefsir ederken ve başka yerlerde bu konuda bazı sözler

söylemiştik.

 

Bu ayet, yani "Yahudiler, 'Allah'ın eli kolu bağlıdır.' dediler."

ifadesi de, onların bu genel görüşü ile örtüşüyor gibi görünse de,

yüce Allah'ın onlara cevap niteliğindeki "Tersine, O'nun iki eli de

açıktır, dilediği gibi verir." açıklaması, bu ihtimal ile bağdaşmaz

ve onların bu günah nitelikli sözü rızk konusunda söylediklerine

delâlet eder.

 

Buna göre burada birkaç ihtimal söz konusudur: Birinci ihtimal;

onlar bu sözü, müminlerin genelinin içinde bulunduğu yaygın

fakirlik ve çektiği geçim sıkıntısından dolayı müminler için söylemişlerdir.

Bu durumda, istihza yollu yüce Allah'ın mümin kullarını

zenginleştirmeye, onları fakirlikten ve perişanlıktan kurtarmaya

gücünün yetmediğini ima etmek istemiş olurlar. Fakat bu ihtimal,

bu ayetin Mâide suresinde yer almasına uygun düşmüyor. Tabi ki

eğer bu ayet surenin diğer ayetleriyle birlikte inmiş ise. Çünkü

Müslümanlar bu surenin indiği günlerde bolluk, geçim rahatlığı ve

refah içinde yaşıyorlardı.

 

İkinci ihtimal; onlar bu sözü kendi sıkıntılarından dolayı söylemişlerdir.

Yani, başlarına bir kıtlık, bir pahalılık gelmiş de bu

yüzden sıkıntıya düşmüş, hayat düzenleri bozulmuş ve maddî durumları

sarsılmış olduğu için böyle konuşmuşlardır. Nitekim ayetin

iniş sebebi hakkındaki bazı rivayetlerden de bu anlaşılmaktadır.

Fakat ayetlerin akışı bu ihtimalle bağdaşmıyor. Çünkü bu ayetlerde

onların Müslümanlara yönelik düşmanlıkları ve hileleriyle ilgili

bazı sıfatlarına değinilmekte, kendileriyle ilgili olarak söyledikleri

günah bir sözden bahsedilmemektedir.

 

Üçüncü ihtimal; onlar bu sözü, "Kim Allah'a güzel bir borç verir."

(Bakara, 245) ve "Allah'a güzel bir borç verin." (Müzzemmil, 20)

gibi ayetleri işitince söylemişlerdir. Bununla, alay ve istihza yollu

Allah'ın elinin kolunun bağlı olduğunu, dinini yaymak, çağrısını

hayata geçirmek için gereken harcamaları karşılamaya gücü

yetmediğini söylemek istemişler. Nitekim ayetin iniş sebebi hakkındaki

başka bazı rivayetlerden de bu anlaşılmaktadır. Bu ihtimal

 

Mâide Sûresi 57-66 .................................................................... 43

 

daha akla yakındır.

Bu ihtimallerin hangisi geçerli olursa olsun, Yahudilerin el kol

bağlılığını ve bazı olaylar karşısında mağlubiyeti Allah'a izafe etmeleri,

dinî inançlarının ve Tevrat'ta yer alan görüşlerin reddetmediği

bir yaklaşımdır. Tevrat, güçlü insanlar gibi bazı etkenlerin

yüce Allah'ı âciz bırakmasını, O'nun bazı maksatlarını gerçekleştirmesine

engel olmasını caiz görür. Nitekim Tevrat'ta Hz. Âdem

ve diğer peygamberlerle ilgili olarak hakkında anlatılan bazı hikâyeler,

bunu doğrular niteliktedir.

Buna göre, onların inanç tarzlarında, yüce Allah'ın şanına ve

yüceliğine lâyık olmayan yakıştırmaları O'na izafe etmenin cevazının

dayanakları vardır. Dolayısıyla onlar bu sözü her ne kadar alay

etmek maksadı ile söylemişlerse de, bunun arkasında bir inanç

dayanağı vardır. Çünkü insanların her davranışının ardında,

gerçekte onu o davranışa sürükleyici ve cesaretlendirici bir inanç

temeli vardır.

Ayetteki "Elleri kolları bağlansın ve söyledikleri sözden ötürü

onlara lânet olsun." ifadesi, Yahudilere yönelik bir bedduadır. Bu

beddua ile onların yüce Allah'a izafe ettikleri yakışıksız eksikliğe

benzer bir azaba çarpılmaları gündeme getiriliyor. Allah'a izafe ettikleri

yakışıksız eksiklik, elinin kolunun bağlı ve istediğini gerçekleştirecek

güçten yoksun olduğu iddiasıdır.

Buna göre "ve söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun."

ifadesi, "elleri kolları bağlansın" ifadesine yönelik tefsir amaçlı bir

atıftır. Yani, onların ellerinin kollarının bağlanması, Allah'ın kendilerine

yönelik lânetinin delili ve göstergesidir. Zira Allah'ın sözü,

O'nun fiili ve uygulaması demektir. Allah'ın bir kişiye lânet etmesi

onu ya dünyaya veya ahirete ait bir azaba çarptırmasıdır. Buna göre

lânet, ya onların ellerinin kollarının bağlanmasına denk düşen

veya daha geniş kapsamlı olan bir azaptır.

"Elleri kolları bağlansın" ifadesinin azap hükmünün gerçekleşmesini

haber veren bir cümle olması da muhtemeldir. [Buna

göre ayetin anlamı şöyle olur: Onların elleri kolları bağlandı...] Bu

azap, onların "Allah'ın eli kolu bağlıdır." sözlerinde sembolleşen

küstahlıklarının cezasıdır. Birinci ihtimal daha akla yakındır.

"Tersine, O'nun iki eli de açıktır ve dilediği gibi verir." ifadesi,

 

44 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Yahudilerin "Allah'ın eli kolu bağlıdır." şeklindeki sözlerine kökten

reddedici bir kalıpla verilmiş bir cevaptır.

 

"O'nun iki eli de açıktır." cümlesi kudretin varlığını ifade eden

ki-nayeli bir ifadedir. Bu ifade tarzının kullanımı yaygındır.

Yahudilerin "Allah'ın eli kolu bağlıdır." sözlerinde "el" kelimesi

tekil olduğu hâlde, onlara cevap olarak verilen cümlede "el" kelimesinin

ikili sıyga ile kullanılarak "O'nun iki eli" denilmesi, güç ve

kudretin kemâlini, tam olduğunu ifade etmek içindir. Şu ayetteki

"el" kelimesi de aynı maksatla ikili sıyga ile kullanılmıştır: "Allah,

'Ey İblis, iki elimle yarattığım varlığa secde etmekten seni alıkoyan

sebep nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden miydin?' dedi."

(Sâd, 75) Bu ifade tarzında, son derece güç kullanıldığına yönelik

bir işaret veya de-lâlet vardır. Bu anlamda Araplar, "Senin bu işte

iki elin yoktur." derler. Bu söz, her türlü gücü ve nimeti reddeden

mübalağalı bir ifade biçimidir.

 

Dil bilginleri "el" kelimesi için bildiğimiz vücut organı dışında

çeşitli anlamlar sayarlar. Kudret, güç, nimet, mülkiyet, egemenlik

gibi... Fakat kelime aslında bildiğimiz vücut organı anlamındadır.

Bunun dışındaki anlamlarda kullanılması istiâre yolu iledir. Çünkü

o anlamlar ile bildiğimiz vücut organı anlamı arasında bir tür ilişki

vardır. Meselâ, hayır severlik ve cömertlik ile bildiğimiz el arasında

elin açık olması bakımından, mülkiyet ile el arasında tasarruf etme,

tutma, koyma ve kaldırma bakımından bir tür ilişki ve bağlantı

vardır.

 

Kur'ân'da ve hadislerde Allah'a izafe edilen "el" kelimeleri

kullanıldıkları yerlere göre farklı anlamlar ifade ederler. Meselâ

"Tersine, O'nun iki eli de açıktır." (Mâide, 64) ayeti ile "İki elimle

yarattığım varlığa" (Sâd, 75) ayetinde "el" kelimesinden kudret ve

bu kudretin kemâl derecesinde oluşu kastedilmiştir. Bunun

yanında, "Bütün hayır-lar sadece senin elindedir." (Âl-i İmrân, 26)

"Her şeyin egemenliği elinde bulunan Allah ne yücedir." (Yâsîn, 83)

"Egemenliği elinde bulunduran Allah ne kutludur." (Mülk, 1) gibi

ifadelerde "el" kelimesi egemenlik ve sulta anlamında

kullanılmıştır. "Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulünün iki elinin

arasında (huzurunda) öne geçmeyin." (Hucurât, 1) ayetindeki "el"

ise huzur anlamında kullanılmıştır.

 

Mâide Sûresi 57-66 ........................................... 45

 

"Dilediği gibi verir." ifadesi, "O'nun iki eli de açıktır." cümlesinin

açıklamasıdır.

"Andolsun Rabbin tarafından sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını

ve kâfirliğini arttıracaktır." Bu ve bunu izleyen ayetin sonuna

kadarki ifadeler, cümlelerin akışından anlaşılacağı üzere, "Yahudiler,

'Allah'ın eli,kolu bağlıdır.' dediler. Elleri kolları bağlansın ve

söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun." ifadelerine açıklık

getirme amacı taşıyor.

"Andolsun Rabbin tarafından sana indirilen, onların çoğunun

azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır." ifadesine gelince; bu cümleler,

Yahudilerin yüce Allah'a karşı küstahça davranmalarının, O'na

"Allah'ın eli kolu bağlıdır." gibi çirkin sözlerle dil uzatmalarının onlardan

beklenmeyecek davranışlar olmadığına işaret ediyor. Çünkü

onlar çok eskiden beri düşmanlıkla ve küfürle damgalanmış bir

kavimdirler ve bu durum, azgınlık ve kıskançlığı onlara miras bırakmıştır.

Böyle bir karaktere sahip olan kimselerin, başkalarının

yüce Allah tarafından kendilerinin elde edemeyecekleri bir nimete

sahip kılındıklarını gördükleri zaman azgınlıklarını ve kâfirliklerini

arttırmalarından emin olunamaz.

 

Yahudiler kendilerini dünyanın efendisi ve önderi olarak görüyorlardı.

Kendilerini Ehlikitap olarak adlandırıyorlar, ilim ve din

adamları ile övünüyorlar, ilim ve hikmetle iftihar ediyorlar ve diğer

milletleri ümmî (okuma-yazmasız) olarak adlandırıyorlardı. Sonra

on-ların ilmi ve kutsal kitabı karşısında eziklik duyan bir kavme

"Kur'ân" adında bir kutsal kitabın indiğini gördüler. Oysa cahiliye

döneminde kendileri ile Araplar arasında kendilerinin lehine işleyen

bir saygı düzeni egemendi. Sonra bu kutsal kitabı inceleyince

gördüler ki, bu kitap kendinden önceki semavî kitaplardan üstün

bir ilâhî kitaptır. Apaçık gerçeği, yüce öğretiyi ve eksiksiz hidayeti

içermektedir. Bunu görünce, övündükleri ve gururlandıkları ilim ve

kitap alanının kendisinde, ezikliğe ve aşağılık duygusuna kapılarak

hayal uykularından uyandılar, düşmanlıklarını arttırdılar, azgınlıklarını

ve küfürlerini katmerleştirdiler.

 

Dolayısıyla azgınlık ve küfürlerinin artışının Kur'ân'a izafe edilmesi,

onların azgın ve kıskanç nefislerinin, Kur'ân'ın inmesini ve

içerdiği gerçek bilgileri ve açık çağrıyı görünce küfürlerinde taşkınlık

etmesi münasebetiyledir.

 

46 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Şu da var ki, yüce Allah Kur'ân'da birçok yerde hidayeti ve saptırmayı

kendine izafe eder. Şu ayette olduğu gibi: "Hepsine,

bunlara da, onlara da (müminlere de, kâfirlere de) Rabbinin bağışından

pay veririz. Rabbinin bağışından kesilmiş değildir." (İsrâ,

20) Kur'ân hakkında da şöyle buyruluyor: "Kur'ân'dan müminler için

şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz. Fakat bu ayetler, zalimlere

ziyandan başka bir şey arttırmaz." (İsrâ, 82)

Saptırma ve benzeri durumlar, tek taraflı olarak ve durup dururken

meydana getirilirse, kötü bir şey sayılıp yadırganabilir. Ancak

Allah'ın gazabının inmesini gerektiren ve içinde bulunulan sapıklığın

daha ileri boyutlara varmasına yol açan bir fasıklık ve günahın

ardından ceza olarak gelen saptırmanın hiçbir sakıncası

yoktur ve kınanacak bir durum da değildir. Şu ayetlerde belirtildiği

gibi: "Onunla sadece fasık-ları saptırır." (Bakara, 26) "Onlar eğrilince

Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5)

Sonuç olarak Kur'ân'ın onların azgınlıklarını ve kâfirliklerini

arttırması demek, ilâhî tevfikten ve destekten mahrum bırakılmaları

demektir. Böyle olunca içinde bulundukları azgınlıktan ve Allah'ın

ayet-lerini inkâr etme tutumundan vazgeçip hak çağrısına

uymak suretiyle teslimiyete ve imana yönelmeleri gerçekleşmiyor.

Bu kitabın birinci cildinde, "Onunla sadece fasıkları saptırır." ayetinin

tefsiri sırasında bu konu incelenmiştir.

 

Sözün başına dönelim. "Andolsun Rabbin tarafından sana

indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır." ifadesi,

kendilerini Ehlikitap diye adlandıran, Allah'ın çocukları ve

sevdikleri olduklarını iddia eden bu adamların "Allah'ın eli kolu

bağlıdır." gibi edep dışı ve seviyesiz sözlerle Allah'a karşı küstahlık

etmelerinden kaynaklanan yadırgama ve şaşkınlığı ortadan kaldırmayı

amaçlıyor gibidir.

 

Azgınlık ve kâfirliklerindeki bu artış onlar için gerekli ve kaçınılmaz

bir cezadır. Sarf ettikleri o seviyesiz söz de, bu artışın bir

sonucudur ve bunu başka çirkin sonuçlar izleyecektir.

"Leyezîdenne=arttıra-caktır" ifadesindeki lâm-ı kasem ve nun-i tekit

buna delâlet etmektedir.

 

Ayette azgınlığın kâfirlikten önce yer alması, bunun tersi bir sıralamanın

yapılmaması doğal bir sıralamadır. Çünkü kâfirlik, azMâide

Sûresi 57-66 ..................................................... 47

 

gınlığın sonuçlarından ve uzantılarından biridir.

 

"Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve

kin saldık." "Onlar"dan maksat Yahudilerdir. Çünkü bu ayetlerin

başında genel olarak Ehlikitap söz konusu edilmişse de, söz akışının

burasında konu sadece Yahudilerdir. Buna göre bu ifadede

yer alan düşmanlık ve kinden maksat, Yahudiler arasındaki mezhep

ve görüş ayrılıklarına dönük düşmanlık ve kindir.

Kur'ân'ın birçok ayetinde bu noktaya işaret ediliyor. Şu ayette

olduğu gibi: "Andolsun, biz İsrailoğullarına kitap, hüküm ve

peygamberlik verdik... Onlar ancak kendilerine bilgi geldikten

sonra aralarındaki çekemezlik yüzünden ayrılığa düştüler.

Şüphesiz, Rabbin kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri

konularda onların arasında hüküm verecektir." (Câsiye, 16-17) Bu

anlamda daha başka ayetler de vardır.

 

Ayetteki "adavet=düşmanlık"tan maksat, beraberinde fiilî saldırıyı

getiren kindir. Buna karşılık "bağda=kin" kelimesi, kalpte gizli

duran kini ifade eder, bu kinin fiilî saldırıyı arkadan getirmesi

şart değildir. Bu ikisinin bir arada olması, başkalarına zulmetmeyi

gerektiren kin ile bunu gerektirmeyen kin anlamlarını birlikte ifade

eder.

 

Ayetteki "kıyamet gününe kadar" ifadesi, Yahudi milletinin,

dünyanın sonuna kadar varlığını sürdüreceğine açıkça delâlet etmektedir.

"Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa, Allah onu söndürdü." "Ateşi

yakmak" onu alevlendirmek, "söndürmek" ise onun alevlerini

sakinleştirmek, onu etkisiz hâle getirmek demektir. Bu ifadenin

anlamı açıktır. "Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa" ifadesinin

"onların arasına... düşmanlık ve kin saldık" ifadesinin açıklaması

olması da muhtemeldir. O zaman ifadenin anlamı, "Onlar ne

zaman Peygambere (s.a.a) ve müminlere karşı savaş ateşini körüklediler

ise, Allah aralarında anlaşmazlık çıkarmak suretiyle bu

ateşi söndürdü." şeklinde olur.

 

Ayetten; Yahudilerin, yüce Allah'ın dinine, Allah'a ve O'nun ayetlerine

inandıkları gerekçesi ile Müslümanlara karşı açacakları

savaşta kesinlikle hayal kırıklığına uğrayacakları anlaşılmaktadır.

Fakat hak dine karşı değil de siyasî ve millî üstünlük kurmak

 

48 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

maksadı ile açmak isteyecekleri savaşlar bu ayetin çerçevesi dışındadır.

"Onlar yeryüzünde hep bozgunculuk peşinde koşarlar. Oysa Allah

bozguncuları sevmez." "Sa'y" hızlı adımlarla yürümek demektir,

"fesaden" ise mef'ulün lehtir. Yani yeryüzünde fesat çıkarmak için

uğraşırlar. Allah ise fesat çıkaranları sevmediği için fesat çıkarma

emellerini gerçekleştirmelerine fırsat vermez ve böylece çabaları

boşa gider. Yine de doğrusunu Allah bilir.

Bütün bunlar, onların ellerinin kollarının bağlı olduğunun ve

söyledikleri sözden ötürü lânete uğradıklarının açıklamasıdır.

Çünkü onlar Peygambere (s.a.a) ve Müslümanlara karşı savaş ateşi

tutuşturma maksatlarına ulaşamamakta ve yeryüzünde fesat

çıkarma çabalarında başarısızlığa uğramaktalar.

 

"Eğer Ehlikitap, iman edip sakınsalardı, kötülüklerini örter..." Bu

ayetle tekrar genel olarak Ehlikitab'a dönülüyor. Tıpkı genel olarak

söze onlarla başlandığı gibi. Bu ayet, onların kaçırdıkları dünya ve

ahiret mutluluğu nimetine kısaca değinerek sözü noktalıyor. Bu

kaçırılan nimet, nimetlerle dolu cennet ile mutlu hayat nimetidir.

İmandan sonra sözü edilen sakınma (takva), kesinlikle Allah-

'ın gazabını ve cehennem ateşini gerektiren haramlardan ve günahlardan

sakınmak demektir. Bunlar da Allah'a ortak koşmak ve

hakkında cehennem vaadi bulunan helâk edici diğer büyük günahlardır.

Buna göre yüce Allah'ın örteceğini vaat ettiği kötülüklerden

maksat küçük günahlardır. Dolayısıyla bu ayet, "Eğer size

yasak edilen günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin kötülüklerinizi

(küçük günahlarınızı) bağışlarız ve sizi şerefli ve güzel

bir yere sokarız." (Nisâ, 31) ayeti ile aynı anlamı ifade ediyor.

"Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni

yaşatsalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler

yerlerdi." Bu ayette sözü edilen Tevrat'tan ve İncil'den maksat,

Kur'ân'da Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya indirildikleri bildirilen iki semavî

kitaptır. Yoksa Ehlikitab'ın elinde olan ve yine Kur'ân'da tahrif

edildikleri bildirilen kitaplar kastedilmiş değildir.

Anlaşılan, "Rableri tarafından kendilerine indirilen"den maksat,

vaktiyle Ehlikitab'ın arasında görev yapmış peygamberlere ait

diğer kutsal kitaplardır. Kur'ân'ın Zebur adı ile andığı Davud Pey

 

Mâide Sûresi 57-66 ....................................................... 49

 

gambere ait Mezamir ve diğer kutsal kitaplar gibi.

"Rableri tarafından kendilerine indirilen" ifadesi ile Kur'ân'ın

kastedilmiş olması ihtimali uzaktır. Çünkü Kur'ân içerdiği hükümlerle

Tevrat'ın ve İncil'in şeriatlarını neshetmiştir. Böyle olunca

Kur'ân'ın Tevrat ile İncil'i kendisi ile birlikte sayması ve o kitapları

nesheden Kur'ân ile birlikte onlarla amel etmelerini temenni etmesi

doğru değildir.

 

Kur'ân ile amel etmenin aynı zamanda bu kitaplarla amel etmek

olacağını söylemek de makul değildir. Bu durum İslâm'daki

neshedici hükümlerle amel etmeye benzemez. Çünkü Allah'ın dini

bir olduğu için İslâm'daki neshedici hükümlerle amel etmek,

neshedeni ve edileni birlikte içeren İslâm şeriatının bütünü ile amel

etmek demektir. Bu hükümler birbiriyle çelişmez; sadece bazı hükümler

süreli ve geçicidir, ama çelişki söz konusu değildir. Böyle bir

şey söylemek de doğru değildir; çünkü yüce Allah bu kitapların hükümlerinin

"ikame" edilmesinden, yani ayakta tutulmasından, yaşatılmasından

bahsediyor. Bu ifade neshedilen hükümlerle,

neshedilmiş olmaları hasebi ile bağdaşmaz.

Dolayısıyla Tevrat'ın ve İncil'in hükümlerinin ayakta tutulması,

ancak bu iki şeriatın başka bir şeriatla neshedilmemiş olduğu dönem

için söz konusu olur. İncil'e gelince; o, çok az konu dışında

Tevrat'ın şeriatını neshetmemişti.

Üstelik "Rableri tarafından kendilerine indirilen" ifadesinde

"indirilen"in Ehlikitab'a indirildiği ifade ediliyor. Oysa Kur'ân-ı Kerim'de

Kur'ân'ın Ehlikitab'a indirildiğine dair bir ifade görülmemiştir.

Anlaşılan, "Rableri tarafından kendilerine indirilen" ifadesinden

maksat, Tevrat'tan ve İncil'den sonra İsrailoğulları peygamberlerine

indirilen diğer kutsal kitaplarla vahiy mesajlarıdır. Davud

Peygamberin Zebur'u ile diğer ilâhî mesajlar gibi. Bu kitapları ayakta

tutmaktan, yaşatmaktan maksat, bu kitaplardaki ilâhî şeriatları

genel anlamda korumak, yüce Allah'ın bu kitaplarda açıkladığı

tevhit ve meada ilişkin bilgilere inanmak ve bu mesajları tahrif

etmekten, saklamaktan ve açıkça bir yana bırakmaktan sakınmaktır.

İşte eğer kendilerine kitap verilenler bu kitapları bu anlamda

ayakta tutsalardı, başları üzerinden ve ayakları altından

 

50 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

kaynaklanan nimetler yerlerdi.

 

"Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler

yerlerdi" ifadesine gelince, buradaki "yemek"ten maksat, mutlak

anlamda nimetlerden yararlanmaktır. İster gıda maddeleri için olduğu

gibi bildiğimiz yemek anlamında, isterse diğer şeyler için olduğu

gibi başka yollarla yararlanmak olsun. "Yemek" fiilini mutlak

tasarruf ve yararlanma anlamında kullanmak Arap dilinde yaygındır

ve problemsizdir.

 

"Başları üzer"inden maksat gök ve "ayakları altı"ndan maksat

yeryüzüdür. Bu cümle, onların gök ve yeryüzü nimetlerinden yararlanmalarını

ve bu nimetlerin bereketleri ile kuşatılmalarını anlatan

kinayeli bir ifadedir. Tıpkı şu ayette buyrulduğu gibi: "Eğer o

şehirlerin halkları iman edip sakınsalardı, üzerlerine gökten ve

yerden bereketler (bolluklar) açardık. Fakat yalanladılar. Biz de

onları işledikleriyle cezalandırdık." (A'râf, 96)

Bu ayet gösteriyor ki insanoğlunun imanı ile iyi amellerinin,

evrensel düzenin insanoğlu ile ilişkisinde onun yararına işlemesinde

etkisi vardır. Eğer insanoğlu iyi olursa, dünya düzeni de iyi ve

yararlı olur, insanoğlunun mutlu yaşaması için gerekli imkânları

sağlar, sıkıntısız ve bol nimetli olur.

Kur'ân'ın çok sayıdaki ayetinde bu gerçek mutlak ifadelerle dile

getirilmiştir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "İnsanların elleriyle

kazandıkları (günahlar) yüzünden karada ve denizde fesat çıktı.

Allah, belki dönerler diye, yaptıklarının bir bölümünü böylece

kendilerine tattırır. De ki: 'Yeryüzünde dolaşın da öncekilerin

sonunun nasıl olduğunu görün. Onların çoğu (Allah'a) ortak

koşanlardan idi." (Rûm, 41-42) "Başınıza gelen her musibet, kendi

ellerinizle kazandığınız (günahlar) yüzündendir" (Şûrâ, 30) Bu

kitabın ikinci cildinde amellerin hükümlerinden söz ederken bu

konuya değinmiştik.

 

"İçlerinde ölçülü bir kesim var. Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!"

Ayetteki "muktesidetun" kelimesinin mastarı olan "iktisad"

ölçülü davranmak demektir ki, bu da her konuda orta yolu benimsemektir.

Ölçülü kesim, din ve Allah'ın emrine teslim olma konusunda

ölçülü olan kimseler anlamındadır.

Bu ifade daha önceki cümlelerin devamı olmayan bağımsız bir

 

Mâide Sûresi 57-66 ................................................................ 51

 

nitelik taşıyor ve şunu açıklamayı amaçlıyor: Allah'ın sınırlarını

çiğnedikleri, O'nun ayetlerini inkâr ettikleri, bu yüzden onların toplumlarının

ilâhî gazaba ve lânete uğradıkları yönünde kendilerine

kitap verilenlere izafe edilen durumların tümü, onların çoğunluğu

hakkında geçerlidir. Çoğunluğu böyle olduğu için de bu çirkin işler

onlara izafe edilmiştir. Fakat bununla birlikte içlerinde ölçülü davranan

ve anlatılan niteliklerde olmayan bir kesim de vardır.

Bu da, Allah'ın sözünde ne derecede insafa riayet edildiğini,

hiçbir hakkın çiğnenmediğini, az da olsa hakkın göz ardı edilmediğini

sergiliyor. Bu noktaya daha önceki ayetlerde de değinilmişti.

Fakat o değinmeler bu ayetteki kadar açık değildi. Şu ayetlerde

buyrulduğu gibi: "ve çoğunuzun fasık (yoldan çıkmış) kimseler oluşunuz...",

"Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram

yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürüsün.", "Andolsun,

Rabbin tarafından sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve

kâfirliğini arttıracaktır."

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir'ul-Kummî'de "Bunlar size geldiklerinde, 'İman ettik.'

derler..." ayetinin tefsiri sırasında şöyle geçer: "Bu ayet Abdullah

b. Übeyy ve arkadaşları hakkında inmiştir. Çünkü onlar İslâm'ı kabul

ettiklerini söylemelerine rağmen Peygamberimizin (s.a.a) yanına

kâfir olarak girdiler."

 

Ben derim ki: Ayetlerin akışından, münafıklar hakkında değil,

Ehlikitap hakkında indiği anlaşılmaktadır. Yalnız bu ayetin tek başına

münafıklar hakkında indiği söylenirse, o başka.

Yine aynı eserde, "kâfir olarak çıkmışlardır." ifadesi hakkında,

"ve küfürleri sebebi ile imandan çıkmışlardır." açıklaması yer almıştır.

 

el-Kâfi'de müellif, Ebu Basir'den, o da Ömer b. Riyah'tan şöyle

dediğini naklediyor: "İmam Sadık'a (a.s), 'Aldığım bilgiye göre sen

sünnete uygun biçimde eşini boşamayan kişinin boşama kararını

geçersiz sayıyormuşsun!' dedim. İmam bana şu cevabı verdi: 'Bunu

ben söylemiyorum, Allah öyle buyuruyor. Vallahi eğer biz size

zulme dayalı yanlış bir fetva verirsek, durumumuz sizinkinden daha

kötü olur. Çünkü yüce Allah, 'Kendilerini Allah'a vermiş bilgin

 

52 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ler ile din adamları, onları günah söz söylemekten ve haram mal

yemekten sakındırsalar ya!' buyuruyor." [Fürû-i Kâfi, c.6, s.57, h:1]

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'den şöyle dediği naklediliyor: "İmam

Sadık'a (a.s) dedim ki: 'Ömer b. Riyah'ın anlattığına göre siz

şahitsiz yapılan boşamanın geçersiz olduğunu söylüyorsunuz?'

İmam bana şu cevabı verdi: 'Bunu ben söylemiyorum, Allah öyle

buyuruyor. Vallahi eğer biz size zulme dayalı yanlış bir fetva verirsek,

sizden daha kötü duruma düşeriz. Yüce Allah, 'Kendilerini Allah'a

vermiş bilginler ile din adamları, onları günah söz söylemekten

ve haram mal yemekten sakındırsalar ya!' buyuruyor."

[c.1, s.330, h:144]

 

Şeyh Tusî'nin el-Mecalis adlı eserinde İbn-i Ebu Ümeyr'den,

onun da Hişam b. Salim'den naklettiğine göre İmam Sadık (a.s)

"Yahudiler, 'Allah'ın eli kolu bağlıdır.' dediler." ayeti hakkında,

"Onlar bu sözleri ile Allah'ın kâinatın işinden el çektiğini

söylüyorlar." buyurmuştur.

 

Ben derim ki: Tefsir'ul-Ayyâşî'de de Yakup b. Şuayb ve

Hamma-d'a dayanılarak İmam Sadık'tan (a.s) bu anlamda bir hadis

rivayet edilmiştir. [c.1, s.330, h:146-147]

 

Tefsir'ul-Kummî'de şöyle deniyor: "Yahudiler, 'Allah kâinatın işinden

elini çekti. Artık ilk aşamada takdir ettiğinden başka hiçbir

şey meydana gelmez.' dediler. Allah onların bu iddiasını reddederek,

'Tersine, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.' buyurdu.

Yani Allah olayları öne alabilir, geriye bırakabilir, arttırabilir ve eksiltebilir.

Beda ve meşiyet O'nun yetkisindedir."

 

Ben derim ki: Bu anlamda bir hadisi Şeyh Saduk, el-Maânî adlı

eserinde İshak b. Ammar'a, o da kendisinden duyduğu bir kişiye

dayanarak İmam Sadık'tan (a.s) nakletmiştir. [s.18, h:15]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de verilen bilgiye göre Hişam Meşrikî şöyle diyor:

"İmam Rıza (a.s) buyurdu ki: 'Allah, kendini nitelediği gibi

tektir, hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde her şey O'na muhtaçtır

ve nurdur. Onun iki eli de açıktır.' Bunun üzerine elimle onun ellerini

göstererek kendisine, 'Allah'ın böyle iki eli mi var?' dedim. İmam,

'Eğer öyle olsaydı mahluk (yaratılmış) olurdu.' karşılığını

verdi." [c.1, s.330, h:145]

 

Ben derim ki: Bu hadisi Şeyh Saduk da, Uyun-u Ahbar-ir Rıza

 

Mâide Sûresi 57-66 ........................................................ 53

 

adlı eserinde Maşrıkî'ye dayanarak İmam Rıza'dan (a.s) nakletmiştir.

[c.1, s.146]

 

el-Maânî adlı eserde verilen bilgiye göre Muhammed b. Müslim

şöyle diyor: "İmam Sadık'a (a.s), 'Ey İblis, iki elimle yarattığım

varlığa secde etmekten seni alıkoyan sebep nedir?' ayetinin anlamını

sordum. Bana, 'yed=el' kelimesi Arapça'da güç ve nimet anlamlarına

gelir, dedikten sonra şu ayetleri örnek gösterdi: 'Bizim

eller sahibi (güçlü) kulumuz Davud'u an.' [Sâd, 17] 'Göğü kendi ellerimizle

(gücümüzle) çattık ve biz onu genişletmekteyiz.' [Zâriyât,

47] 'Onları kendinden bir ruh ile teyit etti (güçlendirdi.)' [Mücadele,

22] Araplar, 'üzerimde nimeti vardır.' anlamında, 'Falâncanın benim

üzerimde beyaz eli vardır.' derler."

 

Tefsir'ul-Kummî'de "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i... yaşatsalardı..."

ayetinin tefsiri yapılırken şöyle deniyor: "Yani Yahudiler ve Hıristiyanlar.

'Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan

nimetler yerlerdi.' ayetindeki başları üzerinden gelen nimetten

maksat yağmur, ayakları altından kaynaklanan nimetten maksat

da bitkilerdir."

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de "İçlerinde ölçülü bir kesim var." ayetinin

tefsirinde verilen bilgiye göre Ebu Sahbâ Kubra şöyle diyor: "Hz. Ali

(a.s) Re'sülcalut'un ile Hıristiyanların piskoposunu çağırarak onlara,

'Ben size sizden daha iyi bildiğim bir konuyu sormak istiyorum.

Benden doğruyu saklamayın.' dedikten sonra Hıristiyan piskoposuna

dönerek sözlerine şöyle devam etti: 'İncil'i Hz. İsa'ya indiren

ve onun ayağını bereketli kılan Allah aşkına söyle ki, Hz. İsa anadan

doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyor, göz sancılarını gideriyor,

ölüyü diriltiyor, size çamurdan kuş yapıyor, yediğiniz ve sonraya bıraktığınız

yiyeceklerinizi size haber verebiliyordu.' Piskopos, 'Bu

kadar yemine gerek yok, doğru cevap vereceğim.' dedi."

"Hz. Ali (a.s) ona, 'İsrailoğulları Hz. İsa'dan sonra kaç fırkaya

ayrıldı?' dedi. Piskopos, 'Hayır, Allah'a andolsun, onlar bir tek fırkadır.'

dedi. Hz. Ali piskoposa, 'Yalan söylüyorsun! Kendisinden

başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, onlar yetmiş iki fırkaya

ayrıldılar. Biri dışında bu fırkaların hepsi cehennemliktir. Yüce

Allah, 'İçlerinde ölçülü bir kesim var. Fakat çoğunun yaptıkları

ne kötüdür.' buyuruyor. Cehennemden kurtulacak olan, işte o ölçülü

kesimdir.' dedi."

 

54 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Zeyd b. Eslem'den Enes b. Malik'in

şöy-le dediği naklediliyor: "Peygamberimiz (s.a.a) şöyle diyordu:

'Musa'nın ümmeti yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Bunların yetmişi cehennemlik

ve bir tanesi cennetliktir. İsa'nın ümmeti yetmiş iki fırkaya

ayrıldı. Bunların yetmiş biri cehennemlik ve bir tanesi cennetliktir.

Benim ümmetim Yahudi ve Hıristiyanlardan bir tane daha

fazla fırkaya bölünecektir. Bunların yetmiş iki tanesi cehennemlik

ve bir tanesi cennetliktir.' Sahabîlerin, 'O cennetlikler kimlerdir?'

diye sormaları üzerine, 'Cemaatler, Cemaatler.' karşılığını

verdi." [c.1, s.330-331, h:150]

 

Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Yakub b. Yezid'den şöyle dediği nakledilir:

"Hz. Ali (a.s), bu hadisi Peygamberimizden (s.a.a) naklettikten

sonra şu ayetleri okurdu: 'Eğer Ehlikitap iman edip sakınsalardı,

kötülüklerini örter ve onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık...

Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!', 'Yarattıklarımızın

içinde hak ile doğru yola ileten ve hakka uygun, adil hükümler

veren bir ümmet vardır.' (A'râf, 181) Bunlar Muhammed'in ümmetidir."

[c.1, s.331, h:151]

 

Mâide Sûresi 67 ................................................. 55

 

67- Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.

Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş

olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri (bu mesajı

inkâr edenleri) amaçlarına ulaştırmaz.

 

AYETİN AÇIKLAMASI

 

Ayetin anlamı kendiliğinde (tek başına ele alındığında) gayet

açıktır. Tehdit üslûbu ile Peygamberimize (s.a.a) aldığı mesajı tebliğ

etmesini emrediyor ve yüce Allah'ın kendisini insanlardan koruyacağını

vaat ediyor. Fakat bulunduğu yer bakımından incelendiğinde

hayret verici bir durum ortaya çıkıyor. Çünkü Ehlikitab'ın

durumuna değinen, Allah'ın haramlarını çeşitli şekillerde çiğnemeleri

ve ayetlerini inkâr etmeleri gerekçesi ile onları kınayan ve

azarlayan ayetler arasında yer alıyor. Zira öncesinde, "Eğer onlar

Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni yaşatsalardı,

başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler

yerlerdi..." ayeti ve sonrasında, "Ey Ehlikitap, sizler Tevrat-

'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri ayakta tutmadıkça

(yaşatmadıkça), bir şey (temel) üzerinde değilsiniz." ayeti

bulunuyor.

 

Ayrıca ayetin kendisi ve içindeki cümleler arasındaki bağlantı

üzerinde derin bir incelemeye girişilince insanın hayreti ve şaşkınlığı

kat kat artıyor.

 

Eğer ayet, Ehlikitap konusu ile ilgili olarak aynı söz bütünlüğü

bağ-lamında önündeki ve arkasındaki ayetlere bağlı olsaydı anlamı

şu olurdu: Yüce Allah, Peygamberimize Ehlikitap konusunda indirdiği

mesajı vurgulu bir dille tebliğ etmeyi emrediyor ve sözün akışı

hasebi ile Rab-binden kendisine gelen mesajdan maksat da, "Ey

Ehlikitap, sizler Tev-rat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri

ayakta tutmadıkça (yaşatmadıkça)..." ayetinde tebliğ edilmesi

 

56 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

emredilen mesajdır.

 

Oysa ayetin akışı bu ihtimali reddeder. Çünkü "Allah seni

insanlardan korur" cümlesi gösteriyor ki, Peygambere indirilen ve

duyurulması emredilen konu önemli bir konudur ve Peygamberin

şahsı veya tebliğinin başarısı açısından Allah'ın dini ile ilgili tehlike

içermektedir. Öte yandan Yahudilerin ve Hıristiyanların Peygamberimize

yönelik tehlikelerini, onun tebliği durdurmasına veya bir

süre için ertelemesine yol açacak kadar büyük görmek ve bu gerekçe

ile Allah'ın onu koruyacağını vaat etmesine ihtiyaç duyduğunu

düşünmek de anlamsızdır. Çünkü Medine'ye göç ettiği ilk

günlerde bile Peygamberimiz için böyle büyük bir tehlike söz konusu

olmamıştır ki, o günlerde Yahudiler Hayber gibi çatışmalara

yol açacak derecede şiddet ve saldırganlık gösteriyorlardı.

Üstelik bu ayet, Yahudilere yönelik şiddetli bir emir ve keskin

bir ifade de içermiyor. Oysa daha önce Yahudilere bundan daha

şiddetli, daha ağır ve daha sert emirleri tebliğ etmesi istenmiştir.

Genel tebliğinde Peygamberimiz bundan daha ağır mesajları tebliğ

etmekle görevlendirilmiştir. Kureyş kâfirlerine ve müşrik Araplara

tevhit ilkesini ve putperestlikten vazgeçmelerini tebliğ etmiştir.

Üstelik Kureyşli kâfirler ile müşrik Araplar Yahudilerden ve diğer

Ehlikitap'tan daha kaba, daha saldırgan, daha kan dökücü ve

daha cür'etli idiler. Buna rağmen yüce Allah onlara yönelik tebliğinde

Peygamberimizi ne tehdit etmiş, ne de kendisini onlardan

koruyacağını vaat etmişti.

 

Şu da var: Ehlikitab'ın durumunu ele alan ayetler, Mâide suresinin

büyük bölümünü oluşturur. Bu surenin Ehlikitap hakkında

indiği kesindir. Bu surenin indiği sırada Yahudilerin gücü kırılmış,

ateşleri sön-müştü. Başlarına ilâhî gazap ve lânet çökmüştü. "Ne

zaman savaş için bir ateş yaktılarsa, Allah onu söndürdü."

Bu yüzden Peygamberimizin (s.a.a) Allah'ın dini hakkında

onlardan korkmasının anlamı yoktur. Çünkü o sırada İslâm'ın egemenlik

alanı içinde barış ortamına girmişler ve Hıristiyanlarla birlikte

cizye vermeyi kabul etmişlerdi. Bu yüzden Allah'ın, Peygamberimize

onlardan korktuğunu ve aldığı emri onlara tebliğ etme

konusunda sıkıntıya düştüğünü söylemesi de anlamsızdır.

Üstelik Peygamber (s.a.a), onlara bundan daha önemli emirler

 

Mâide Sûresi 67 ......................................................... 57

 

tebliğ etmiş, bundan önce daha tehlikeli ve korkutucu durumların

ortasında kalmıştır.

 

Dolayısıyla bu ayetin anlam bütünlüğü bakımından önceki ve

sonraki ayetlerle ortak bir nitelik taşımadığı, onlarla bağlantılı olmadığı,

tek başına inmiş, ayrı bir ayet olduğu hususunda şüphe

etmemek gerekir.

 

Bu ayet yüce Allah'ın Peygambere indirdiği bir emrin söz konusu

olduğunu ortaya koyuyor. Bu emir ya dinin bütünü veya bazı

bölümleri ile ilgilidir. Peygamberimiz bu emri insanlara duyurmaktan

korktuğu için onu uygun bir zamana erteliyordu. Eğer Peygamberimizin

korku sebebi ile o emri duyurmaktan kaçınması söz

konusu olmasaydı, "Eğer yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini

yerine getirmemiş olursun." ifadesiyle tehdit edilmesine ihtiyaç

duyulmazdı.

 

Nitekim peygamberliğinin ilk döneminde bu tür vurgulayıcı

emirler almıştı, ama bu emirler tehdit içermiyordu. Şu ayetlerde

olduğu gibi: "Oku yaratan Rabbinin adıyla...." diye başlayan Alak

suresinin bütünü, "Ey elbiselerine bürünen kişi, kalk ve uyar."

(Müddessir, 1-2) "O'na doğru yönelin, O'ndan af dileyin. O'na ortak

koşanların vay hâline!" (Fussilet, 6) Kur'ân'da bunlar gibi başka ayetler

de vardır.

 

O hâlde Peygamberimiz insanlardan korkuyordu. Fakat bu

korku yüce Allah karşısında kendi canı ile ilgili değildi. O Allah yolunda

canını feda etmekten çekinmez, Allah'ın dini uğruna kanının

akıtılmasında cimrilik yapmazdı. O, böyle olmaktan çok daha

yüce idi. Onun hayat hikâyesi ve çizdiği görüntü böyle bir ihtimali

tekzip eder.

 

Üstelik yüce Allah, bütün peygamberleri hakkında bunun tersine

şahitlik eder. Nitekim O şöyle buyuruyor: "Allah'ın kendisi ayırdığı

şeyde Peygambere herhangi bir sıkıntı yoktur. Bu, Allah'ın

önceden geçip giden peygamberler hakkında da geçerli olan bir

yasasıdır. Allah'ın işi ölçülüp biçilmiş bir iştir. O peygamberler Allah'ın

emirlerini tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan

başka hiç kimseden korkmazlar. Allah yeterli hesap görücüdür."

(Ahzâb, 38-39)

 

Allah bu tür farzlarla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Eğer ger

 

58 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

çekten mümin iseniz, onlardan değil, benden korkun." (Âl-i İmrân,

175) Yüce Allah bir bölüm kulunu, insanlar kendilerini korkuttukları

hâlde onlardan korkmadıkları için şöyle övmektedir: "O kimseler

ki, insanlar kendilerine, 'İnsanlar size saldırmak için yığınak

yaptılar, onlardan korkun.' dediler de bu söz daha da onların imanını

artırdı ve 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.' dediler."

(Âl-i İmrân, 173)

Şöyle demek de doğru değildir: Peygamber öldürülmekten ve

bunun sonucunda yaptığı çağrının boşa gitmesinden ve arkasının

kesilmesinden korktuğu için kendisine gelen emrin açıklanmasını

böyle bir sakıncanın söz konusu olmayacağı bir zamana

erteliyordu. Bu da doğru değildir. Çünkü yüce Allah ona, "Bu konuda

senin yapabileceğin bir şey yok." (Âl-i İmrân, 128) diyor. Yüce

Allah, Peygamber öldürülse bile, istediği herhangi bir vesile ile, dilediği

herhangi bir sebeple davetini yürütmekten âciz değildir.

Evet, "Allah seni insanlardan korur." ifadesinin anlamına dayanılarak

şöyle farz edilebilir: Peygamber bu emri tebliğ ettiği

takdirde İslâm çağrısını ebedî bir zarara uğratacak bir suçlama ile

karşılaşabileceğinden korkmuş olabilir. Bu tür görüş ve içtihatlar

Peygambere caiz ve sakıncasızdı ve bu gibi durumlardaki korku

Peygamberin kendisi ile ilgili değildi.

Bundan anlaşılıyor ki, bu ayet bazı tefsircilerin söylediği gibi,

peygamberliğin başlangıcında inmemiştir. Çünkü o zaman "Allah

seni insanlardan korur." ifadesinin tek anlamı şu olurdu: Peygamberimiz

kendisi ile ilgili olarak öldürülür de hayattan mahrum

olur veya öldürülür de İslâmiyet'i yayma çabaları boşa gider diye

korktuğu için tebliğ konusunda ihmalkârlık ediyor, ağır davranıyordu.

Dolayısıyla bütün bu faraziyelerin hiçbiri muhtemel değildir.

Şu da var ki, eğer bu ayetteki Rabbinden kendisine indirilenden

maksat, dinin özü veya bütünü olsa, o zaman "Eğer bunu

yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun."

ifadesinin an-lamı şöyle olur: Ey Peygamber dini tebliğ et.

Eğer dini tebliğ etmezsen, dini tebliğ etmemiş olursun!

Bazı tefsirciler bu ifadeyi şair Ebu Necm'in şu mısrası gibi

saymak istemişler: "Ben Ebu Necm'im ve şiirim şiirimdir." O takdirde

ayetin anlamı şöyle olur: Eğer peygamberlik görevini yap

 

Mâide Sûresi 67 ......................................................... 59

 

mazsan, Allah'ın sana ısrarla emrettiği konuya koşmakta ihmalkâr

ve onu tebliğ etmekte kusurlu davranmış olma suçunu işlemiş

olursun. Nitekim Ebu Necm'in yukarıdaki mısrasının anlamı da

"Ben Ebu Necm'im ve Benim şiirim, belâgatı ve güzelliği ile meşhur

olan şiirimdir" şeklindedir.

Bu ihtimal de geçersizdir. Çünkü Ebu Necm'in kullandığı bu

söz sanatı genel-özel, mutlak-kayıtlı ve benzeri yerlerde söz konusu

olabilir. O zaman bu tür ifade tarzıyla o iki şeyin aynı olduğu ifade

edilmiş olur. Buna göre Ebu Necm'in "Şiirim, şiirimdir" sözünün

anlamı şöyledir: Hiç kimse benim şiir yeteneğimin kaybolduğunu

veya olaylar beni yıprattığı için eskiden söylediğim kalitede

şiir söyleyemediğimi sanmasın. Bu gün söylediğim şiir, dün söylediğim

şiirin aynısıdır.

"Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine

getirmemiş olursun." ifadesinde ise böyle bir söz sanatı geçerli

değildir. Çünkü eğer bu ayetin, peygamberliğin başlangıcında

indiği farz edilirse, buradaki elçilik görevi dinin bütününü veya

özünü tebliğ etmek olur ki, o zaman ortalıkta tek şey olur, farklı ve

değişik iki şey olmaz ki, "Eğer bu görevi tebliğ etmezsen, o görevi

veya o görevin özünü tebliğ etmemiş olursun" demek doğru olsun.

Çünkü bu farza göre tebliğ edilmesi istenilen görev, dinî bilgilerin

tümü demek olan elçilik görevinin özüdür.

Böylece ortaya çıktı ki, bu ayet bu içeriği ile peygamberliğin

başlangıcında inmiş kabul edilmeye elverişli değildir ki, burada

Peygambere (s.a.a) indirilen mesajdan maksat, dinin bütünü veya

özü olabilsin. Bundan şu da ortaya çıkıyor: Bu ayet peygamberliğin

başlangıcı dışındaki başka bir zaman diliminde dinin bütününü

veya özünü tebliğ etme konusunda inmiş kabul edilmeye de elverişli

değildir. Çünkü yine "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma

görevini yerine getirmemiş olursun." ifadesinin anlamsız kalması

problemiyle karşı karşıya kalırız.

Üstelik, eğer ayetteki peygamberlik görevi ile dinin bütününün

ve-ya özünün kastedildiği farz edilirse, "Ey Elçi, Rabbin tarafından

sana indirilen mesajı tebliğ et." ifadesi, ayetin peygamberliğin

başlangıcı dışındaki herhangi bir zaman diliminde inmiş olması ile

uyuşmaz. Bu açıktır.

 

60 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Üstelik, "Allah seni insanlardan korur." ifadesinin, Peygamberimizin

tebliğinde insanlardan korktuğuna delâlet etmesi sakıncası

da aynen devam eder.

 

Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Peygamberimize

indirilen ve ayetin tebliğ edilmesini ısrarla istediği emir, varsayılabilecek

bütün ihtimalleri dahil dinin bütünü veya özü değildir. O

hâlde bu emrin dinin bir bölümü olduğunu söylemeliyiz. O zaman

ayetin anlamı "Rabbin tarafından sana indirilen hükmü tebliğ et,

eğer bunu yapmazsan peygamberlik görevini ifa etmemiş olursun."

şeklinde olur. Bu varsayım, "peygamberlik görevi" deyiminden

maksadın, Peygamberin yüklenmiş olduğu dinî görevin tümü

olmasını gerektirir. Aksi hâlde ifadenin anlamsız duruma düşmesi

sakıncası aynen geçerli olur. Çünkü "peygamberlik görevi" deyimi

ile söz konusu hükümle ilgili görevin kastedildiği takdirde ayetin

anlamı, "Bu hükmü tebliğ et; eğer onu tebliğ etmezsen, onu tebliğ

etmemiş olursun." şeklinde olur ki, bu ifade açık bir şekilde anlamsız

olur.

 

Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: "Bu hükmü tebliğ et; eğer

onu tebliğ etmezsen, peygamberlik görevinin özünü veya bütününü

tebliğ etmemiş olursun." Bu da doğru ve mantığa uygun bir anlamdır.

Böyle olunca bu ifade, Ebu Necm'in "Ben Ebu Necm'im ve

şiirim şiirimdir." ifadesinin kullanıldığı duruma benzer bir durumda

kalmış olur.

 

Şöyle bir varsayım da ileri sürülebilir: Bu hüküm tebliğ edilmez

ise, peygamberlik görevi ifa edilmemiş gibi olur. Bunun sebebi,

dinî bilgilerin ve hükümlerin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmalarıdır.

Öyle ki, bu karşılıklı bağlılığın gayet sıkı olmasından dolayı özellikle

tebliğ konusunda eğer bir emir ihlâl edilirse, bütün emirler ihlâl

edilmiş olur.

 

Bu varsayım her ne kadar sakıncasız ise de, ayetin devamı olan

"Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri doğru yola

iletmez." ifadesi ile uyuşmaz. Çünkü ayetin bu son bölümünden,

iman etmemiş olan kâfir bir topluluğun Peygambere inen bu

hükme karşı çıkmayı kararlaştırdığı veya durumlarının bu hükme

şiddetle karşı çıkacaklarını, bu çağrıyı geçersiz kılmak, boşa çıkarmak,

etkisiz ve faydasız hâle getirmek için ellerinden gelen her

 

Mâide Sûresi 67 ................................................. 61

 

tedbiri alacaklarını gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden de yüce

Allah Peygamberini onlardan koruyacağını, onların hilelerini boşa

çıkaracağını, onları komplolarında başarıya erdirmeyeceğini vaat

ediyor.

 

Bu anlam ise, Allah'ın indirdiği herhangi bir hükümle

bağdaşmaz. Çünkü İslâm'ın öğretilerinin ve hükümlerinin tümü

aynı derecede değildir. Bunların içinde dinin direği olan vardır;

bunların içinde yeni ayı (hilâli) görünce dua etmek de vardır. Bunların

içinde evli birinin zina etmesi vardır; bunların içinde yabancı

kadına bakmak da vardır. Bu hükümlerin hepsi hakkında Peygamberimizin

korkuya düştüğünü ve Allah'ın ona koruma vaat ettiğini

farz etmek doğru değildir. Bu korku ve koruma bazı hükümlerle

ilgilidir.

 

Dolayısıyla bu hükmün tebliğ edilmemesinin diğer hükümlerin

tebliğ edilmemiş olmasını gerektirmesi, o hükmün ihmalinin aslında

diğer hükümlerin ihmal edilmesi anlamına gelecek derecede

önemli bir konumda olmasından, o hükmün hayat, hareket ve

duygunun kaynağı olan ruh, diğer hükümlerin ise beden mesabesinde

olmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre ayet, yüce Allah-

'ın Peygamberimize (s.a.a) dini tamamlayıp istikrara kavuşturacak

nitelikte bir hüküm emrettiğini ortaya koymaktadır. Bu hüküm öyle

bir hükümdür ki, insanların ona karşı çıkması, Peygamberimizin

gayretlerini boşa çıkarabilir, kurduğu din binasının temellerini yıkabilir,

parçalarının dağılıp gitmesine yol açabilir.

 

Peygamberimiz (s.a.a) bu ihtimali sezdiği ve insanların

tepkisinden korktuğu için bu hükmün tebliğini art arda

erteliyordu. Maksadı, uygun bir fırsat ve güvenli bir ortam bularak

çağrısının başarıya ulaşabileceği şartları yakalamak ve çabasının

boşa gitmemesini sağlamaktı. Fakat yüce Allah, kendisine hemen

o hükmü tebliğ etmesini emretti, hükmün önemini açıkladı;

kendisini O'nun insanlardan koruyacağını, onların komplolarını

başarıya erdirmeyeceğini ve kutsal çağrıyı alt-üst etmelerine izin

vermeyeceğini vaat etti.

 

Peygamberimizin (s.a.a) çağrısının alt-üst edilmesinin, İslâm'ın

yayılmasından sonra emeklerinin boşa çıkarılmasının müşrikler,

Arap putperestler veya başkaları tarafından olmayacağını düşünmek

gerekir. Aksi hâlde bu ayet hicretten önce Mekke'de inmiş de

 

62 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Peygamberimizin insanlardan korkusu, müşriklerin iftiralarından

ve kendisine yönelik suçlamalarından yanaymış gibi olur.

Kur'ân'ın naklettiği bu iftiraların bazı örnekleri şunlardır:

"O, eğitilmiş bir delidir." (Duhân, 14) "O bir şairdir, zamanın

şartları içinde öleceğini bekliyoruz." (Tûr, 30) "O, ya bir büyücü ya

da bir delidir." (Zâriyât, 52) "Siz ancak büyülenmiş bir adamın peşinden

gidiyorsunuz." (İsrâ, 47) "Bu ancak eskilerden öğrenilmiş

bir büyüdür." (Müddessir, 24) "Bu (Kur'ân) eski milletlerin masallarıdır.

(Muhammed) onları adamlarına yazdırmış; bunlar sabahları

ve akşamları ona okunmaktadır." (Furkan, 5) "Onu (Kur'ân'ı), bir

insan ona öğretiyor." (Nahl, 103) "Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta

direnin. Sizden istenen budur." (Sâd, 6) Müşriklerin Peygamber

(s.a.a) hakkında bu türden daha birçok saçma sözleri vardır.

Bütün bu iftiralar ve hakaretler dinin temelini zayıflatmayı gerektirecek

şeyler değildir. Bunların kanıtladığı tek şey, müşriklerin

ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemedikleri ve belirli bir tutum

sahibi olamadıklarıdır. Üstelik bu iftiralar ve hakaretler sadece

Peygamberimize yapılmış değil ki, onları sezince sıkıntıya düşsün

ve gerçekleşmelerinden korksun. Çünkü diğer peygamberler de

onun gibi bu belâlara ve sıkıntılara maruz kalmışlar, ümmetlerinin

bu tür nahoş tepkileri ile karşılaşmışlardır. Nitekim yüce Allah, Hz.

Nuh'un ve ondan sonra gelip Kur'ân'da adı geçen diğer peygamberlerin

karşılaştıkları bu türden sıkıntıları nakletmektedir.

Eğer bir şey varsa -ki var- bu emrin hicretten ve İslâm toplumunda

dinin yerleşmesinden sonra geldiği düşünülmelidir. O günün

Müslümanları karmaşık bir yapı arz ediyorlardı. Bir kesimi

salih müminlerdi. Bir bölümü münafıklardı. Bunlar küçümsenmeyecek

bir güce sahiptiler. Diğer bir kesimi hasta kalplilerdi. Bunlar

Kur'ân'ın deyimi ile dışardan gelen sözlere kulakları son derece

duyarlı idi. Bunlar Peygamberimize gerçekten veya görünüşte inanmış

olmakla birlikte onu bir padişah gibi görüyor ve Allah'ın

dininin hükümlerine de beşerî ve millî kanunlar gözü ile bakıyorlardı.

Bu durum bu kitabın daha önceki ciltlerinde tefsir edilen bazı

Kur'ân ayetleri tarafından ortaya konmuştu.1

1- Âl-i İmrân suresindeki Uhud Savaşına ilişkin ayetler ile Nisâ suresinin

105-126. ayetleri buna örnektir.

 

Mâide Sûresi 67 ..................................................... 63

 

Bu yüzden bazı dinî hükümlerin tebliğ edilmesi, zihinlerde

Peygamberimizin koyduğu kanunlarla kişisel yarar sağladığı vehmini

uyandırabilir, bu kanunların uygulanması ile de peygamber

görüntüsünde bir padişah ve yasaları da din görüntüsünde padişahlık

kanunları olarak algılanabilirdi. Nitekim bazılarının sözlerinde

bu çarpık algılamanın delillerine rastlanmaktadır.1

Bu öyle bir şüphedir ki, eğer kendisi veya benzeri insanların

kalplerinde meydana gelmiş olsa, dinde hiçbir gücün gideremeyeceği,

hiçbir tedbirin düzeltmeyeceği çapta büyük bir yıkım ve zarar

meydana getirir. Demek oluyor ki, Peygambere inen ve kendisine

tebliğ edilmesi emredilen bu hüküm, Peygamberimizin faydasına

olacağı sanılan ve ona diğer Müslümanların ortak olamayacakları,

hayatî bir imtiyaz sağladığı düşünülen bir hükümdü. Zeyd olayında,

çok eşlilik konusunda, ganimetlerin beşte birini alma ayrıcalığında

ve bunlara benzer hükümlerde olduğu gibi.

Yalnız şu var ki, eğer ayrıcalıklar Müslümanların genelini

ilgilendirmeyen konularda olmazsa, doğal olarak kalplerde şüphe

de uyandırmaz. Meselâ evlâtlığın eşi ile evlenmek sadece

Peygamberimize mahsus bir imtiyaz değildi. Eğer Peygamber

(s.a.a) dörtten çok kadınla evlenmeyi Allah'ın izni olmaksızın

kendi arzusu ile gerçekleştirmiş olsaydı, aynı serbestliği diğer

Müslümanlara da tanımaktan geri durmazdı. Allah adına ve

kendine ayırdığı ganimet mallarında ve diğer hususlarda

Müslümanları kendine tercih eden tutumu da, bu konularda en

ufak bir şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktı.

Bütün bu anlattıklarımızdan şu ortaya çıkıyor: Bu ayet,

Peygamberimizin faydasına olacağı izlenimini veren ve ona

başkalarının da sahip olmak istediği bir imtiyaz sağladığı

düşünülen bir hüküm ortaya koyuyor. Bu hükmün tebliğ edilip

hayata geçirilmesi, halkın o imtiyazdan mahrum olmasını

gerektiriyordu. Peygamber de bu yüzden onu açıklamaktan

çekiniyordu. Fakat yüce Allah ona bu hükmü tebliğ etmeyi ısrarla

emrediyor ve kendisini insanlardan koruyacağını, bu konuda

komplo kurmak isteyenlerin komplolarında başarıya

ulaşmayacaklarını vaat ediyor.

1- Osman'ın halifeliğe getirildiği toplantıda Ebu Süfyan'ın söylediği sözler

bunun örneğidir.

 

64 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Bu açıklama, her iki mezhep kanalı ile gelen rivayetlerce de

doğrulanmaktadır. Bu rivayetlere göre, bu ayet Hz. Ali'nin (a.s) velâyeti

hakkında inmiş ve yüce Allah Peygambere (s.a.a) bu mesajı

tebliğ etmesini emretmişti. Peygamber, amcasının oğlunu tuttuğu

şeklindeki suçlamalardan korktuğu için bu emrin tebliğini art arda

erteliyordu. Fakat sonunda bu ayet inince bu mesajı Gadir-i Hum

konuşmasında tebliğ etti ve o konuşmada, "Ben kimin mevlâsı isem,

Ali de onun mevlâsıdır." dedi.

Ümmetin başında bir velinin olmasının İslâm dini için kaçınılmaz

bir zorunluluk olduğu açıktır. Bir din düşünün ki, bütün insanlığa,

bütün asırlar ve bütün bölgelere sesleniyor. Temel meselelere,

ahlâk prensiplerine, insanın tüm davranışları ile ilgili bütün ayrıntılı

hükümlere ilişkin ilkeleri bir bütün olarak belirliyor. Diğer

bütün genel kanunların tersine insanların hem bireysel, hem de

sosyal hayatını düzenliyor. Böyle bir dinin gerçek anlamda bir koruyucuya

ihtiyaç duymayacağı düşünülebilir mi? Bütün toplumlar

başlarında bir yöneticinin bulunmasını gerekli görürken İslâm

ümmeti, İslâm toplumu bu sosyal kanunun dışında kalarak başsız,

yöneticisiz ve yürütücüsüz ayakta kalabilir mi? Böyle bir başı boşluğa,

Peygamberimizin sosyal ve idarî uygulamalarına dayanan bir

mazeret bulunabilir mi?

 

Bilindiği gibi Peygamberimiz herhangi bir sefere çıktığı zaman

yerine toplum çarkını döndürecek bir vekil bırakırdı. Nitekim

Tebuk seferine çıkmadan önce de yerine Hz. Ali'yi vekil bırakmıştı

da Hz. Ali (a.s), "Beni kadınların ve çocukların başına mı vekil bırakıyorsun?"

demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) ona şu

cevabı vermişti: "Harun Musa için ne idi ise, sen de benim için o

olmak istemez misin? Yalnız benden sonra başka bir peygamber

gelmeyecek."

 

Peygamberimiz (s.a.a) Mekke, Taif, Yemen gibi Müslümanların

elinde olan beldelere hükümdar yetkileri ile donatılmış genel

valiler tayin ediyor, sefere çıkardığı müfrezelerin ve orduların başına

komutanlar getiriyordu. Bu konuda onun hayatta olduğu dönem

ile ölümünden sonrası arasında ne fark var? Tek fark şu olabilir:

Onun ölümünden sonra bu uygulamaya olan ihtiyaç kat kat

artmış ve zaruriliği daha kaçınılmaz hâle gelmiştir.

 

Mâide Sûresi 67 ................................................................ 65

 

"Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." Peygambere

(s.a.a) resul (elçi) sıfatı ile hitap ediliyor. Çünkü ayetin

tebliğ edilmesini emrettiği ilâhî hükme en uygun düşen sıfat budur.

Bu sıfat, ayetin açıkladığı ve Peygamberimize kesin bir dille

işittirdiği tebliğin gerekliliğini ortaya koyan açık bir delildir. Çünkü

resulün (elçinin) yegane fonksiyonu taşıdığı mesajı tebliğ etmektir.

Elçilik görevini taşımak, Peygamberi tebliğ fonksiyonunu gerçekleştirmekle

yükümlü kılar.

Ayette Peygamberimize (s.a.a) indirilen mesajın içeriğinin ne

olduğu açıkça bildirilmiyor. Onun sadece niteliğine değinilerek "ona

indirilmiş bir şey" olduğu söyleniyor. Bu ifade tarzı, indirilen

mesajın önemi ve yüceliğini bildirir. Aynı zamanda bu konuda

Peygamberin yapacak bir şeyi olmadığına, bir yetkisi bulunmadığına,

dolayısıyla o mesajı gizlemeye, duyurulmasını ertelemeye

hakkı olmadığına da delâlet eder. Ayrıca Peygamberin (s.a.a) o

mesajı insanlara açıklaması için de bir mazeret oluşturur. Bunların

yanı sıra bu ifade tarzı, onun insanlar hakkındaki o mesajla ilgili

sezgi ve korkusunun haklı olduğunu teyit etmekle birlikte, o

mesajı açık açık dile getirmek zorunda olduğunu da vurgular.

"Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş

olursun." Ayetteki "risaletehu=elçilik görevi" kelimesinin

"risalâtihi" şeklinde, yani çoğul sıygası ile okunduğu da nakledilmiştir.

Bu kelimeden maksat, yukarıda söylediğimiz gibi, yüce Allah'ın

Peygamberimize yüklediği mesaj iletme görevlerinin bütünüdür.

Yine az önce söylediğimiz gibi bu ifade, üstü kapalı biçimde

değinilen hükmün önemli olduğunu, tebliğ edilmediği takdirde

Peygamberin iletmekle yükümlü kılındığı hiçbir mesajın tebliğ edilmediği

anlamına gelecek derecede yüksek bir konumu olduğunu

vurguluyor.

Ayetin üslûbu tehdit biçimindedir. Özü ise hükmün önemini

vurgulamak ve bu mesajın halka ulaşmadığı, hakkı gözetilmediği

takdirde bunun dinin hiçbir hükmünün hakkının gözetilmediği anlamına

geleceği bildirilmektedir. "Eğer bunu yapmazsan, O'nun

elçi olma görevini yerine getirmemiş olursun." cümlesi bir şart

cümlesidir. Fonksiyonu, oldukça önemli olan cezanın (karşılığın)

kendisine bağlı olduğu şartın önemini belirtmektir.

Ayetteki şart koşma bizim aramızda geçen şart koşmalarla

 

66 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

aynı nitelikte değildir. Çünkü biz insanlar yaptığımız şart koşmalarda

şartın gerçekleşeceğini bilmediğimiz için cezanın (karşılığın)

gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmeyiz. Fakat buradaki durum

farklıdır. Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) Allah'tan gelen bir emri

tebliğ etmeyeceği ihtimalini Kur'ân'ın onun için farz edeceği

düşünülemez. Çünkü yüce Allah "Allah, kime peygamberlik görevi

vereceğini herkesten iyi bilir." (En'âm, 124) buyuruyor.

Kısacası "Eğer bunu yapmazsan..." cümlesi zahiri ile tehdit içeriklidir;

ama gerçekte Peygamberimize (s.a.a) ve diğer insanlara

bu hükmün önemli olduğunu ve Peygamberin bu hükmü tebliğ

etmekte mazur olduğunu bildirmektedir.

 

"Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri amaçlarına

ulaştırmaz." Ragıp İsfahanî şöyle diyor: "Ayette geçen 'ya'simuke=

seni korur' kelimesinin kökü olan 'asm' tutmak, engellemek

demek-tir. Bu kelimenin başka bir türevi olan 'itisam' ise tutunmak

demektir... İsam'da bir şeyi bağlamaya yarayan bağ anlamındadır.

Peygamberlerin ismeti, onların Allah tarafından korunması

demektir. Yüce Allah bu korumayı çeşitli şekillerde gerçekleştirmiştir.

En başta onlara maya ve karakter saflığı bağışlamış.

Sonra onları cismanî ve ruhanî üstünlüklerle donatmış. Sonra onlara

desteğini sunarak ayaklarını yere sağlam basmalarını sağlamış.

Sonra onlara huzur ve sükûnet indirmiş, kalplerini korumuş

ve onlara başarı nasip etmiştir. Nitekim yüce Allah Peygamberimize

(s.a.a), 'Allah seni insanlardan korur.' buyurmuştur."

"Bilezik gibi kola takılan takıya da 'ismet' denir. Bileziğin kol

üzerindeki yerine ise 'mi'sem=bilek' denir. Bunun gibi bukağılıktaki

beyazlığa da bileziğe benzetilerek 'ismet' denir. Tıpkı ayaktaki

beyazlığa 'bağ' dendiği gibi. Bunun gibi kızılca kargaya da

'Gurabun A'sem' denir." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Ragıb'ın peygamberlerin korunmuşluğu (ismeti) hakkında söyledikleri

güzeldir, fena değildir. Yalnız bu söylenenler, "Allah seni

insanlardan korur." ayeti ile örtüşmez. Olsa olsa şu ayetle örtüşür:

"On-lar sana hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, sana kitabı ve

hikmeti indirdi ve sana bilmediğin gerçekleri öğretti. Allah'ın sana

lütfu gerçekten büyüktür." (Nisâ, 113)

"Allah seni insanlardan korur." ifadesinden anlaşılan; bu ko

 

Mâide Sûresi 67 ..................................................... 67

 

ruma, Peygamberimizi insanların, onun şahsına veya dinî amaçlarına

ya da tebliğinin başarısına ve gayretlerinin hedefe varmasına

yönelik kötülüklerinden koruyup kollamak anlamındadır.

Her neyse; kelimenin kullanıldığı yerlerden çıkan sonuca göre

an-lamı tutmak ve kavramaktır. Korumak anlamına gelmesi istiâre

yolu iledir. Aralarında lâzım-melzum ilişkisi vardır. Çünkü korumak,

tutmayı gerektirir.

 

Ayette korumanın insanlardan olacağı belirtiliyor. Fakat korumanın

onların nesinden olacağı açıklanmıyor. Bu koruma insanların

öldürme, zehirleme ve suikast gibi bedene yönelik saldırılarına

karşı olabilir. Sövme ve iftira atma gibi sözel saldırılarına karşı

olabilir. Tuzak kurma, hile yapma ve aldatma yolu ile işleri bozma

girişimlerine karşı olabilir. Korumanın neye karşı olacağının söylenmemesi,

genellik ifade etmek içindir. Fakat kesin olan, Peygamberimizin

(s.a.a) işlerinin bozulmasına ve yücelttiği İslâm sancağının

yere düşmesine yol açacak kötülüklere karşı oluşudur.

Ayette geçen "nas=insanlar" mutlaktır, insan özelliğini benliğinde

taşıyan kişi demektir. Bu tanımlama da ne erkeklik-kadınlık

gibi doğal ve yapısal özellikler, ne de bilgi, erdem, zenginlik gibi

doğal olmayan özellikler göz önüne alınır. Bundan dolayı çoğunlukla

fertler için değil, topluluklar için kullanılır. Yine bundan dolayı

bazen fazilet sahibi insanlar anlamına gelir. Yalnız bu, o fazilette

insanlık özelliğinin gözetildiği zaman olur. "Kendilerine, 'İnsanların

iman ettiği gibi siz de iman edin.' dendiği zaman..." (Bakara,

13) ayetinde olduğu gibi. Yani kendilerinde insanlık özelliği bulunan

kişilerin iman ettiği gibi. Bu özellik, hakkı idrak etme, onu batıldan

ayırt etme yeteneğidir.

 

Bu kelime, bazen de seviye düşüklüğü anlamında kullanılır.

Bu da, üzerinde konuşulan konunun, genel insanlık anlamının ötesinde

bir takım insanî erdemlerin varlığına ihtiyaç gösterdiği zaman

olur. "Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30) ayetinde

olduğu gibi. Veya "İnsanların sözüne, güvenme; onlara bel bağlama."

sözünde olduğu gi-bi. Bu sözle anlatılmak istenen şudur: Sırf

insan ismini taşıyan kimselere güvenmek, bel bağlamak doğru

değildir. Ancak ahde vefakârlık ve kararlarında sebatkârlık gibi

üstünlüklere sahip olan insanlara güvenilir ve bel bağlanabilir.

 

68 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Bu kelime, genel insanlık anlamı dışında bir amaçla ilgili olmadığı

bazı durumlarda ise, ne övgü ve ne yergi anlamı taşımaz.

"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve tanışasınız

diye sizi milletler ve kabileler yaptık. Şüphesiz, Allah katında

en değerliniz, (kötülüklerden) en çok sakınanızdır." (Hucurât, 13)

"Allah seni insanlardan korur." ifadesindeki "insan" kelimesi,

mü-minleri, münafıkları ve kalbi hasta olanları içerecek şekilde

genel anlamında kullanılmış olmalıdır. Çünkü bu zümreler birbirinden

ayırt edilmeyecek şekilde birbirine karışmışlardı. Dolayısıyla

korkulduğunda onların genelinden korkulur.

 

Belki de "Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz." ifadesi bu anlama

işaret ediyor. Çünkü bu ifade "Allah seni insanlardan korur."

cümlesinin sebebi, gerekçesi konumundadır. Daha önce söylediğimiz

gibi bu ayet hicretten ve İslâm'ın egemenliğinin perçinlenmesinden

sonra inmiştir. O dönemde insanların çoğu Müslüman

görünüyordu. Her ne kadar aralarında münafıklar ve diğerleri vardıysa

da dış görünüş buydu.

 

Ayetteki "kâfirler"den maksat, nitelikleri belirtilen, fakat kimler

oldukları söylenmeyen insanlardır. Yüce Allah bunların komplolarını

boşa çıkaracağını, Peygamberini onların şerrinden koruyacağını

vaat ediyor.

 

Yine ayetin zahirinden anlaşılan o ki, bu ifadedeki küfürden

maksat, Allah'ın ayetlerinden birini inkâr etmektir ki bununla,

"Rabbin tarafından sana indirilen mesaj" ifadesindeki hüküm

kastediliyor. Hac ile ilgili şu ayette olduğu gibi: "Kim inkâr ederse,

(bilsin ki) Allah'ın âlemlere ihtiyacı yoktur." (Âl-i İmrân, 97) Kelime-i

şahadetten yüz çevirme anlamındaki küfür ise, bu ayetin içeriği ile

bağdaşmamaktadır. Böyle bir anlamın söz konusu olabilmesi için

"Rabbin tarafından sana indirilen mesaj" ifadesi ile dinin bütün

mesajlarının kastedildiğini ileri süren görüşü kabul etmek gerekir

ki, bunun doğru bir yorum olmadığı yukarıda anlatılmıştı.

Söz konusu kâfir topluluğu Allah'ın hidayet etmeyeceğinden

maksat şudur: Yüce Allah onları tuzaklarında ve hilelerinde başarıya

erdirmez. Cari sebeplerin onlara boyun eğmesini engeller,

böylece amaç edindikleri kötülüğe ve fesada ulaşmalarına meydan

vermez. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Allah fasıkları amaç

 

Mâide Sûresi 67 ............................................................. 69

 

larına erdirmez." (Mü-nafikûn, 6) "Allah zalimleri amaçlarına

erdirmez." (Bakara, 258) Bu kitabın ikinci cildinde bu konuyu incelemiştik.

Buradaki hidayet etmemenin imana hidayet etmeme anlamında

olması ise kesinlikle doğru değildir. Çünkü bu anlam tebliğin

ve davetin özü ile çelişir. Yani, "Onları Allah'a veya Allah'ın

hükmünü benimsemeye çağır. Fakat ben onları buna hidayet etmem.

Senin tebliğin sadece kıyamet günü sığınacakları bir bahaneleri

kalmasın diyedir." demek, yerinde ve doğru olmaz.

Üstelik yüce Allah birçok kâfiri hidayet etmiş ve etmeye devam

ediyor. Bunu somut örneklerde görüyoruz. Nitekim şöyle buyuruyor:

"Allah dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 213)

Açıkça anlaşıldı ki, bu ayetteki kâfirleri hidayet etmemekten

maksat, onların hak sözü geçersiz kılma ve Allah tarafından indirilen

hük-mün nurunu söndürme yolundaki amaçlarına ermelerine

fırsat vermemektir.

 

Çünkü kâfirler, aynı şekilde zalimler ve fasıklar, nefislerinin

kötülüğü ve görüşlerinin sapıklığı ciheti ile, Allah'ın evrende yürürlükte

olan yasalarını değiştirmek, sonuçlara doğru giden sebepleri

arzularına göre yönlendirmek, âlemlerin Rabbine isyan etmeleri

asla söz konusu olmayan hak sebeplerin mecralarını bozuk amaçlarına,

batıl maksatlarına doğru çevirmek isterler. Fakat onların

görünüşteki güçleri âlemlerin Rabbi ile başa çıkamaz. Kaldı ki, o

güçleri onlara veren, bünyelerine yerleştiren Allah'tan başkası değildir.

Onlar zaman zaman çabalarında ilerleyebilirler. Birkaç anlığına

amaçlarına erebilirler. Belirli bir süre için yükseliş kaydedebilirler,

iş-leri yolunda gidebilir. Fakat çok geçmeden plânları bozulur

ve kazdıkları kuyuya kendileri düşerler. Kötü tuzak, ancak sahibini

kuşatır. İşte böylece Allah hak ile batılı örneklerle açıklar; batıl su

köpüğü misali uçar gider, insanlara fayda sağlayan cevher ise yeryüzünde

kalır.

 

Buna göre, "Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz" cümlesi

"Allah seni insanlardan korur." cümlesinin tefsiridir. Yalnız koruma

kav-ramını sınırlı anlamda almak gerekir.

O zaman korumadan maksat, Peygamberimizi (s.a.a) insanla

 

70 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

rın kötülüklerinden koruyarak onun bu hükmü tebliğ edip ümmet

arasına yerleştirme amacını gerçekleştirmesini önlemelerine

meydan vermemektir. Meselâ amacına ulaşmadan önce Peygamberimizi

(s.a.a) öldürmelerine, ona karşı isyan edip işlerini alt

üst etmelerine, ona müminlerin dinlerinden dönmelerine yol açacak

suçlamalar yöneltmelerine, bu hükmü öldürüp toprağa gömecek

komplolar düzenlemelerine fırsat vermemek gibi...

Bunlar yerine yüce Allah hak sözü üstün getirir ve dilediği gibi,

dilediği yerde, dilediği zaman, dilediği kimselerde dinini hâkim kılar.

Şu ayette buyurduğu gibi: "Ey insanlar, eğer Allah dilerse sizi

götürür de başkalarını getirir. Allah'ın gücü bunu yapmaya yeter."

(Nisâ, 133)

"Allah seni insanlardan korur." cümlesini taşıdığı geniş kapsamlı

mutlak anlamda ele almak Kur'ân'a, sahih hadislere ve kesin

tarihî gerçeklere ters düşer. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) kâfiri,

mümini ve münafığı ile bir bütün olarak ümmetinden o kadar

çok musibet, sıkıntı, engelleme ve eziyet çekti ki, ondan başka hiç

kimse bunlara katlanamazdı. Nitekim meşhur bir hadisinde şöyle

buyurmuştur: "Benim çek-tiğim eziyetleri başka hiçbir peygamber

çekmedi."

 

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif Ebu Salih'ten, o da İbn-i Abbas ve

Ca-bir b. Abdullah'tan şöyle dediklerini rivayet eder: "Yüce Allah,

Peygamberine Hz. Ali'yi insanlar arasında alem olarak dikerek

onun veliliğini ilân etmesini emretti. Peygamber; insanların, amcasının

oğlunu kayırdığını söyleyerek kendisini suçlayacaklarından

korktu. Fakat Allah ona, "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen

mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini

yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur."

ayetini indirdi. Bunun üzerine Peygamber, Gadir-i Hum günü onun

veliliğini ilân etti." [c.1, s.331, h:152]

 

Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Hannan b. Sedir'den, o da babasından

İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet

eder: "Veda Haccı sırasında Cebrail, Peygamberimize Hz. Ali'nin

halifeliğini emreden "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indiri

 

Mâide Sûresi 67 .......................................................... 71

 

len mesajı tebliğ et..." ayetini indirince, Peygamber Cuhfe'ye gelinceye

kadar insanların korkusundan üç gün durdu (sustu) ve Ali'nin

elini tutmadı (veliliği ve halifeliğini ilân etmedi)."

"Gadir-i Hum günü Cuhfe'ye varınca, Mehyaa denen yerde konakladı

ve 'Haydin namaza!' diye seslendi. İnsanlar toplanınca,

'Size kendinizden evlâ kimdir?' diye sordu. İnsanlar yüksek sesle,

'Allah ve O'nun Peygamberi.' diye bağırdılar. Peygamber aynı

soruyu ikinci ve üçüncü kez sordu. Yine, 'Allah ve O'nun Peygamberi.'

dediler."

"Arkasından Hz. Ali'nin elini tutarak şöyle dedi: 'Ben kimin

mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu dost edineni

dost edin, ona düşman kesilene düşman kesil. Ona yardım edene

yardım et; onu yalnız bırakanı yalnız bırak. O benden ve ben de

ondanım. Harun, Musa için ne idi ise, o da benim için odur. Yalnız

benden sonra başka peygamber gelmeyecektir." [c.1, s.332, h:153]

 

Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu'l-Carud'dan naklen İmam Muhammed

Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu kaydedilir: "Ey Elçi, Allah tarafından

sana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'-

nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan

korur. Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz." ayeti indiğinde

Peygamber, Hz. Ali'nin elini tutarak şöyle buyurdu: 'Ey insanlar,

benden önceki peygamberlerin hepsi bir süre yaşadıktan

sonra Allah tarafından çağrılıp bu çağrıya icabet ettiler. Ben de

çağrı alıp bu çağrıya icabet etmek üzereyim. Ben sorumluyum; siz

de sorumlusunuz. Ne diyeceksiniz?' Hep bir ağızdan, 'Senin Allah-

'ın mesajını tebliğ ettiğine, insanlara nasihat ettiğine ve görevini

yerine getirdiğine şahitlik ederiz. Allah seni diğer peygamberlere

verdiği mükâfatların en üstünü ile mükâfatlandırsın.' dediler. Bunun

üzerine Peygamber, 'Allah'ım, şahit ol.' dedi."

"Sonra sözlerine şöyle devam etti: 'Ey Müslümanlar, sözlerimi

burada olanlar olmayanlara iletsin. Bana inananlara, bani tasdik

edenlere Ali'nin veliliğini vasiyet ediyorum. Haberiniz olsun ki, Ali'-

nin veliliği benim veliliğimdir. Bu, Allah'ın bana yönelik bir ahdidir,

bunu size tebliğ etmemi emretti. Söylediklerimi işittiniz mi?' -

Bunu üç kez tekrarladı.- Bu arada birisi şöyle dedi: İşittik ey Allah-

'ın elçisi!" [c.1, s.334, h:155]

 

72 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

el-Besâir adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Fudayl b.

Yesar'dan şöyle rivayet eder: "İmam Muhammed Bâkır (a.s), 'Ey

Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.

Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş

olursun.' ayetindeki mesajın Ali'nin velâyeti olduğunu buyurdu."

[s.515, h:40]

 

Ben derim ki: Bu ayetin velâyet ve Gadir-i Hum konusu hakkında

olduğunu el-Besair'in yanı sıra Kuleynî de el-Kâfi'de kendi rivayet

zinciriyle Ebu'l-Carud'dan naklettiği uzun bir hadiste İmam

Muhammed Bâkır'dan (a.s) nakleder.1 Aynı anlamı, Şeyh Saduk

el-Maânî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Feyz

b. Muhtar'dan, o da babasından rivayet ettiği uzun bir hadiste İmam

Muhammed Bâ-kır'dan nakleder. Aynı anlamı, Tefsir'ul-Ayyâşî'de

müellif, Ebu'l-Ca-rud'dan aktardığı uzun bir hadiste ve

Amr b. Yezid'den, onun da babasından rivayet ettiği kısa bir hadiste

İmam Sadık'tan nakleder. [c.1, s.233, h:154]

 

Sa'lebî Tefsiri'nden nakledilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık

(a.s) şöyle buyurur: "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı

tebliğ et..." ayeti, Hz. Ali'nin üstünlüğü hakkında indi. Bu ayet

inince Peygamber, Hz. Ali'nin elini tutarak, 'Ben kimin mevlâsı isem,

Ali de onun mevlâsıdır.' dedi."

 

Yine Sa'lebî Tefsiri'nin Kelbî'ye, onun da Ebu Salih'e dayanarak

İbn-i Abbas'ın bu ayet hakkında şöyle dediği nakledilir: "Bu

ayet, Ali b. Ebutalip hakkında indi. Allah, Peygambere bu ayette

Hz. Ali'nin veliliğini tebliğ etmesini emretti. Bunun üzerine Peygamber

Ali'nin elini tuttu ve şunları söyledi: 'Ben kimin mevlâsı isem,

Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu seveni sev ve ona

düşman olana düşman ol."

 

el-Burhan tefsirinin İbrahim Sakafi'ye dayanarak verdiği bilgiye

göre Hudrî, Bureydet'ül-Eslemî ve Muhammed b. Ali bu ayetin

Gadir-i Hum günü Hz. Ali (a.s) hakkında indiğini bildirirler.

Sa'lebî Tefsiri'nden aktarılan bilgiye göre İmam Muhammed

Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Bu ayetin anlamı, 'Rabbin tarafından

Ali hakkında sana indirilen emri tebliğ et' şeklindedir."

1- [el-Kâfi, c.1, s.290, h:6]

 

Mâide Sûresi 67 ......................................................... 73

 

el-Menar tefsirinde ise Sa'lebî Tefsiri'nden nakledilerek şöyle

deniyor: "Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s) veliliği hakkındaki

bu sözleri kısa sürede İslâm beldelerinde yayıldı ve dalgalandı.

Haris b. Nü'man Fihrî, bu haberi alınca, devesinin sırtında Peygambere

geldi. Peygamber o sırada Ebtah denen yerde idi. Haris

devesinden indi ve onu bağladı. Arkasından sahabîlerden oluşan

bir grup arasında bulunan Peygamberimize, 'Ey Muhammed, sen

bize Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin O'nun Resulü olduğuna

şahitlik etmemizi emrettin, biz de kabul ettik.' dedi. Sonra İslâm'ın

diğer temel ilkelerini saydıktan sonra sözlerine şöyle devam

etti: 'Sonra bunlarla yetinmedin ve amcanın oğlunun ellerini

kaldırarak onu bize üstün kıldın ve 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de

onun mevlâsıdır.' dedin. Bu, senin görüşün müdür, yoksa Allah'ın

emri midir?' Peygamberimiz, 'Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a

yemin ederim ki bu, Allah'ın emridir.' dedi. Bunun üzerine

Haris, arkasını dönüp devesine doğru yürüdü. Giderken, 'Allah'ım,

eğer bu, senin katından gelmiş gerçek ise, üzerimize gökten bir

taş yağdır veya bize acı bir azap getir.' diyordu."

"Bunun üzerine henüz devesinin yanına varamadan Allah tarafından

üzerine bir taş atıldı ve bu taş tepesinden girerek makatından

çıktı. Arkasından, 'İsteyen biri, kâfirlerin başına gelecek bir

azap istedi. Öyle bir azap ki onu defedecek biri yok.' (Meâric, 1-2)

ayetleri indi." [el-Menar, c.6, s.464]

 

Ben derim ki: el-Menar tefsiri, bu hadisi naklettikten sonra şu

açıklamayı yapıyor: "Bu rivayet uydurmadır. Çünkü sözü edilen

Mearic suresi Mekke döneminde inmiştir. Allah'ın, bazı Kureyş kâfirlerinin

sözü olarak bize hikâye ettiği "Allahım, eğer bu senin katından

gelmiş gerçek ise..." (Enfâl, 32) ayeti ise, onların hicretten

önce söyledikleri bir sözü hatırlatma amacını taşıyor. Bu hatırlatma

Enfâl suresinde yer alıyor ve bu sure Bedir Savaşından sonra,

Mâide suresinden birkaç yıl önce inmiştir. Bu rivayetten anlaşıldığına

göre olayda adı geçen Haris b. Nü'man Müslüman idi, fakat

dinden döndü. Oysa adı sahabe arasında geçmiyor. "Ebtah" denen

yer de Mekke'dedir ve Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum'dan Mekke'ye

dönmedi, Veda Haccından sonra Gadir-i Hum'a uğradıktan

sonra Medine'ye döndü."

 

el-Menar yazarının ne kadar delilsiz sözler sarf ettiği açıkça

 

74 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

görülüyor. "Bu rivayet uydurmadır. Çünkü sözü edilen Mearic suresi

Mekke döneminde inmiştir." şeklindeki sözünü ele alalım. O

böyle derken İbn-i Abbas ile İbn-i Zübeyr'den gelen ve Mearic suresinin

Mekke döneminde indiğini bildiren bir rivayete dayanıyor.

Fakat merak ediyorum, acaba bu rivayet ile o rivayet arasında ne

fark var ki, bunu ona tercih ediyor?! Çünkü bu rivayetlerin her ikisi

de haber-i vahid türündendir.

 

Kabul edelim ki, Meâric suresi Mekke'de inmiş. Nitekim ayetlerinin

çoğu içerikleri bu ihtimali destekliyor. Fakat bu, o surenin

bütün ayetlerinin Mekke'de indiğinin delili olamaz. Sure Mekke inişli

olmakla beraber bu iki ayeti Mekke'de inmemiş olabilir. Nitekim

incelemekte olduğumuz Mâide suresi, Peygamberimizin

(s.a.a) son döneminde inmiş bir Medine suresidir. Fakat sözünü

ettiğimiz "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ

et." ayeti bu surede yer alıyor. Oysa el-Menar yazarı, başka bazı

tefsirciler gibi ısrarla bu ayetin peygamberliğin başlangıcında

Mekke'de indiğini iddia ediyorlar. Mekke'de indiği söylenen "Ey

Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." ayetinin

Medine'de inen bir surede yer alması caiz olduğuna göre, Medine'de

inen "İsteyen biri... istedi." ayetinin Mekke'de inen Meâric

suresinde yer alması da caiz görülmelidir.

el-Menar yazarının "Allah'ın bazı Kureyş kâfirlerinin sözü olarak

bize hikâye ettiği..." diye başlayan sözü ise, önceki sözü gibi

delilden yoksundur. Farz edelim ki, Enfâl suresi Mâide suresinden

birkaç yıl önce inmiş olsun. Bu durum, surenin düzenlenmesi sırasında

daha sonra inmiş olan bazı ayetlerin bu sureye yerleştirilmesine

engel midir? Nitekim faiz ayeti ile bu tefsircilere göre Peygambere

(s.a.a) en son inen ayet olan "Allah'a döndürüleceğiniz,

çıkarılacağınız günden sakının." (Bakara, 281) ayeti, hicretin başlarında

inen Bakara suresinde yer almış. Oysa Enfâl suresi Mâide

suresinden sadece birkaç yıl önce inmiş.

 

Bunların yanı sıra el-Menar yazarının, "Hani onlar, 'Allah'ım,

eğer bu, senin katından gelmiş gerçek ise..." ayetinin Mekke

müşrikleri tarafından hicretten önce söylenmiş bir sözü hatırlatma

amacını taşıdığına ilişkin sözü de, bir başka delilden yoksun iddiadır.

Aslında ayetin içeriği bu iddianın tersine delil olarak da kabul

edilebilir. Çünkü bu ayette, yani "Allah'ım, eğer bu, senin katından

 

Mâide Sûresi 67 .......................................... 75

 

gelmiş gerçek ise, üzerime gökten bir taş yağdır veya bize acı bir

azap getir." ayetinde işaret ismi olan "haza=bu", ayrıcı zamir olan

"huve=o", başında tarif edatı bulunan "hakk=gerçek" kelimesi ve

"min indike=senin katından" ifadesi yer alıyor.

Söz üslûpları hakkında bilgi sahibi olan hiç kimse, ifadenin bu

nitelikleri karşısında hiç tereddüt etmeden şu sonuca varır: Bu ifade,

hakkı maskaraya alan, onunla alay eden müşrik bir putperestin

sözü değildir. Tersine bu söz, rububiyet makamına ikrar eden,

gerçeklerin O'nun tarafından belirlendiğine ve örneğin şeraitlerin

O'nun katından indiğine inanan bir insanın sözüdür. Fakat bu

insan, yüce Allah'a izafe edilen ve kesinlikle gerçek olduğu iddia

edilen bir konuda tereddüde düşüyor. Adam bunu hazmedemiyor.

Mesele ağrına gidiyor ve tükenmiş küsmüş, hayattan bıkmış bir

üslûpla kendine beddua ediyor.

 

el-Menar yazarının "Bu rivayetten anlaşıldığına göre olayda adı

geçen Haris b. Nü'man Müslüman idi, fakat dinden döndü. Oysa

adı sahabe arasında geçmiyor." şeklindeki sözü de, başka bir delilsiz

ifade örneğidir. Acaba Peygamberimizi (s.a.a) görüp ona inananların

veya ona inandıktan sonra dinden dönenlerin tam bir listesinin

kaydedildiğini iddia edebilecek bir kimse var mı? Eğer böyle

bir şey varsa, bu rivayet de o kategoriye giren bir belge sayılsın.

el-Menar yazarının "Ebtah denen yer de Mekke'dedir ve

Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum'dan Mekke'ye dönmedi." sözüne

gelince; anlaşılan, yazar 'Ebtah' kelimesini kumlu yer, çöl demek

olan genel anlamında değil, Mekke'deki belli bir yer anlamında

kabul etmiştir. Onun kabul ettiği anlamı destekleyecek hiçbir delil

yoktur. Tersine, genel anlamı destekleyen deliller vardır. Bu rivayet

de o deliller arasındadır. Başka delillerin yanı sıra aşağıdaki

beyit de bu anlamı destekleyen bir delildir:

"Ben kurtuldum; oysa İbn-i Mülcem, kılıcını Ebatıh'ın şeyhi (büyüğü)

olan Ebu Talib'in oğlunun kanı ile suladı."

Bu beyitten, Mekke ve civarının 'Ebatıh' (ebtah'ın çoğulu) olarak

adlandırıldığı anlaşılmaktadır.

 

Merasıd'ul-İttila adlı eserde şöyle geçer: "İçinde küçük çakıl

bulunan sel yatağına 'ebtah' denir. İbn-i Düreyd, 'Ebtah ve betha,

toprak yüzeyine yayılmış ince kum tabakası demektir.' diyor. Ebu

 

76 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Zeyd ise şu bilgiye veriyor: 'Ebtah, geniş ya da dar sel yatağı demektir.

Ebtah, Mekke ve Mina'ya uzaklıkta olan bir yerin de ismidir.

Belki Mina'ya daha yakındır." Burası çakıllık bir bölge olduğu

için 'Muhassab' ismiyle de bilinir. Buraya 'Benî Kinane Yamacı' da

denir. (Merâsıd'ul-İttilâ'dan alınan alıntı burada son buldu.)

Kaldı ki, bu rivayetin aynısını Sa'lebî'den başkası da nakletmiş,

ama bu nakilde Ebtah'tan söz edilmemektedir. Az sonra ele

alacağımız bu rivayet, Mecma'ul-Beyan adlı eserde yer alıyor ve

hem Sünnî, hem de diğer kanallardan naklediliyor.

Bütün bunlar bir yana, bu rivayet haber-i vahid türündendir.

Mütevatir olmadığı gibi doğruluğunu kanıtlayacak kesin bir ipucu

da yoktur. Daha önceki araştırmalarımızı okuyanlar bilirler; biz ayrıntı

niteliğindeki (fer'î) hükümler dışında diğer konularda ahad

haberlere dayanmayı uygun görmeyiz. Böyle yaparken insanın hayatında

dayandığı genel akıl ölçüsüne bağlı kalıyoruz. Deminden

beri yaptığımız incelemenin maksadı ise, yazarın bu rivayetin uydurma

olduğu sonucunu çıkarmak için dayanak olarak kullandığı

delillerin sakatlığını göstermektir.

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Bize Seyyid Ebu'l-

Hamd, ona Hâkim Ebu'l-Kasım Haskanî, ona Ebu Abdullah Şirazî,

ona Ebu Bekir Cürcanî, ona Ebu Ahmed Basrî, ona Muhammed b.

Sehl, ona Ensar'ın azatlısı Zeyd b. İsmail, ona Muhammed b.

Eyyub Vasıtî, ona Süfyan b. Uyeyne bildirdi ki, İmam Cafer Sadık

(a.s) atalarından şunu rivayet etti: Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum

günü Ali'yi veli olarak tayin edince, 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali

de onun mevlâsıdır.' dedi. Bu haber bütün beldelere yayıldı. Bunun

üzerine Nü'man b. Haris Fihrî Peygambere gelerek şöyle dedi:

'Allah'tan aldığın direktif ile bize, Allah'tan başka ilâh olmadığına

ve senin Allah'ın resulü olduğuna şahadet etmemizi, cihat etmemizi,

hacca gitmemizi, oruç tutmamızı, namaz kılmamızı, zekât

vermemizi emrettin. Biz de kabul ettik. Sonra bunlarla yetinmeyip

bu delikanlıyı başımıza tayin ettin ve 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali

de onun mevlâsıdır.' dedin. Bu tayin, senin görüşün müdür, yoksa

Allah tarafından bir emir midir?" Peygamberimiz, 'Kendinden

başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, bu tayin Allah tarafındandır.'

dedi."

 

Mâide Sûresi 67 ....................................................... 77

 

"Bunun üzerine Nü'man b. Haris geri döndü. Giderken, 'Allah'ım,

eğer bu senin katından gelmiş bir gerçek ise, üzerimize gökten

bir taş yağdır.' diyordu. Tam o sırada Allah tarafından başına

bir taş atıldı ve bu taş onu öldürdü. Arkasından, 'İsteyen biri, kâfirlerin

başına gelecek bir azap istedi...' ayetleri indi."

Bu anlamdaki bir rivayet, el-Kâfi'de de yer almıştır. [c.8, s.57,

h:18]

 

Hâfız Ebu Nuaym'ın Nüzul'ül-Kur'ân adlı eserinden nakledildiğine

göre, Hâfız Ebu Nuaym, merfu olarak Ali b. Amir'den, o, Ebu

Haccaf'tan, o, A'meş'ten, o da Atiyye'den şöyle rivayet eder: "Ey

Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et."

ayeti, Hz. Ali (a.s) hakkında Resulullah'a (s.a.a) indi. O sırada yüce

Allah ayrıca şöyle buyurdu: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim,

size yönelik nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı

oldum." (Mâide, 3)

 

Malikî'nin el-Fusul'ül-Mühimme adlı eserinde şöyle dediği

nakledilir: "Ebu'l-Hasan Vahidî, Esbab'un-Nüzûl adlı eserinde kendi

rivayet zinciriyle merfu olarak Ebu Said Hudrî'den şöyle dediğini rivayet

eder: "Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı

tebliğ et. ayeti, Gadir-i Hum günü Hz. Ali hakkında indi."

Ben derim ki: Feth'ul-Kadîr adlı eserde de aynı rivayet İbn-i

Ebu Hatem, İbn-i Mürdeveyh ve İbn-i Asakir aracılığı ile Ebu Said

Hud-rî'ye dayandırılarak nakledilir.1 Aynı rivayet, ed-Dürr'ül-

Mensûr'da da yer almıştır.

 

Şeyh Muhyiddin Nevevî'nin verdiği bilgiye göre, "Hum" Cuhfe'-

nin üç mil uzaklığında bir bahçenin adıdır. "Gadir" ise bu bahçenin

yanı başındaki meşhur bir gölektir.

 

Feth'ul-Kadîr adlı eserde verilen bilgiye göre İbn-i Mürdeveyh,

İbn-i Mesud'un şöyle dediğini bildirir: "Biz Resulullah'ın zamanında

'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen (Ali'nin müminlerin velisi

olduğu yolundaki) mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun

elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan

korur.' diye okurduk." [c.2, s.57]

 

Ben derim ki: Bunlar, "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indiri-

1- [Feth'ul-Kadîr, c.2, s.58]

 

78 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

len mesajı tebliğ et..." ayetinin Gadir-i Hum'da Hz. Ali (a.s) hakkında

indiğine delâlet eden rivayetlerin bir bölümüdür. "Ben kimin

mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." şeklindeki Gadir-i Hum hadisine

gelince; yüzü aşkın Şiî ve Sünnî kanaldan rivayet edilen,

mütevatir bir hadistir.

 

Bu hadis, çok sayıda sahabîden rivayet edilmiştir. Bunların

başlı-caları şunlardır: Bera b. Azib, Zeyd b. Erkam, Ebu Eyyub

Ensarî, Ömer b. Hattab, Ali b. Ebu Talib, Selman-ı Farisî, Ebuzer-i

Gıfarî, Am-mar b. Yasir, Bureyde, Sa'd b. Ebu Vakkas, Abdullah b.

Abbas, Ebu Hüreyre, Cabir b. Abdullah, Ebu Said Hudrî, Enes b.

Malik, İmrân b. Husayn, İbn-i Ebu Evfa, Sa'dane ve Zeyd b.

Erkam'ın eşi.

 

Öte yandan Ehlibeyt İmamlarının tümü (selâm olsun onlara)

bu hadisin doğru olduğu görüşündedirler. Hz. Ali (a.s), Rahbe denen

yerde insanları bu hadis hakkında yemin etmeye çağırmış ve

o toplantıda bulunan bir grup sahabî ayağa kalkarak Gadir-i Hum

günü Resulul-lah'tan (s.a.a) bu hadisi işittiklerine dair şahitlik etmişlerdir.

Bu konudaki rivayetlerin birçoğunda verilen bilgiye göre Peygamberimiz

(s.a.a), "Ey insanlar, benim müminlere kendilerinden

evlâ olduğumu bilmiyor musunuz?" diye sordu. Ashap, "Evet, biliyoruz."

diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber, "Ben kimin

mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." dedi.

 

Ahmed b. Hanbel'in, Müsned adlı eserinde veya başkalarının

naklettiği çok sayıda rivayet, bu şekildedir. Sünnî ve Şiî hadisçiler,

sırf bu rivayetlerin nakil zincirlerini saymak ve metinlerini incelemek

için ayrı eserler hazırlamışlar ve haklarında enine boyuna

geniş incelemeler yapmışlardır.

 

Hameveynî'nin es-Simtayn adlı eserinde Ebu Hüreyre'ye dayanarak

verdiği bilgiye göre, Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu:

"Yedinci kat göğe çıkarıldığım gece Arşın altından, 'Ali, hidayet

ayeti ve bana inananların sevdiğidir. Ali'nin veliliğini tebliğ et.' diyen

bir ses işittim." Peygamberimiz yeryüzüne indiğinde bu görev

kendisine unutturuldu. Bunun üzerine, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından

sana indirilen mesajı tebliğ et.' diye başlayan ayet indi." [c.2, s.57]

 

Feth'ul-Kadîr adlı eserde İbn-i Ebu Hatem'e dayanılarak verilen

 

Mâide Sûresi 67 .................................................. 79

 

bilgiye göre Cabir b. Abdullah şöyle dedi: "Peygamber (s.a.a), Benî

Enmar savaşı dönüşünde Zat'ur-Rakî denen yerde bir hurmalığın

başında mola verdi. Bir kuyunun başında oturdu ve ayaklarını kuyuya

sarkıttı. O sırada Neccar kabilesinden Vâris adında bir adam

'Muhammed'i öldüreceğim.' dedi. Arkadaşlarının, 'Onu nasıl öldüreceksin?'

diye sormaları üzerine Vâris, 'Ondan kılıcını isteyeceğim.

Kılıcını bana verince onunla kendisini öldüreceğim.' dedi. Arkasından

Peygamberin yanına gelerek, 'Ey Muhammed, kılıcını

ver de onu koklayayım.' dedi. Peygamber ona kılıcını verdi. Fakat

bu sırada eli titremeye başladı ve kılıç elinden düştü. Bunun üzerine

Peygamber (s.a.a), 'Senin ile yapmak istediğin iş arasına Allah

girdi.' dedi. Arkasından, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen

mesajı tebliğ et.' diye başlayan ayet indi." [c.2, s.57]

Ben derim ki: Feth'ul-Kadîr adlı eserde daha sonra şu bilgi veriliyor:

"İbn-i Hibban bu rivayeti Sahih adlı eserinde nakletmiştir.

İbn-i Mürdeveyh de bu hikâyenin bir benzerini olayın kahramanının

adını belirtmeden nakletmiştir. İbn-i Cerir de, Muhammed b.

Kâb Kurezî-nin hadisinde bunun bir benzerini nakletmiştir. Gavras

b. Hâris'in hikâyesi de sahih nakil ile sabittir. Bu hikâye bilinen,

meşhur bir hikâyedir." (Feth'ul-Kadîr'den yapılan alıntı burada sona

erdi.) Fakat mesele, bu olayın ayetin anlamı ile örtüşüp örtüşmediğidir,

ki kesinlikle örtüşmemektedir.

 

ed-Dürr'ül-Mensûr, Feth'ul-Kadîr ve başka eserlerde İbn-i

Mürdeveyh'e ve Ziya'nın el-Muhtare adlı eserinde İbn-i Abbas'a

dayanılarak verilen bilgiye göre, Peygambere, "Gökten indirilen

ayetler içinde senin için en sıkıntılı olanı hangisidir?" diye soruldu.

Peygamber bu soruya şu cevabı verdi: "Hac dönemi günlerinde

Mina'da idim. Müşrik Araplar ile halktan kendini bilmez bazı kimseler

hac dolayısıyla toplanmışlardı. Cebrail inerek bana, 'Ey Elçi,

Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.' ayetini getirdi."

"Bunun üzerine (Cemre-i) Akabe'nin yanında ayağa kalkarak

insanlara şöyle seslendim: Ey insanlar, Rabbimden gelen mesajı

tebliğ etmeme kim yardımcı olacak ki, ona cennet verilsin? Ey insanlar,

'La ilâhe illellah' deyin ve benim Allah'ın resulü olduğumu

ikrar edin ki, felâha, kurtuluşa eresiniz ve cennete giresiniz."

"Bu sözlerim üzerine oradaki erkek, kadın, çocuk, bütün kalabalık

hep birlikte bana toprak ve taş atmaya, yüzüme tükürmeye

 

80 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ve 'Yalancı! Dinsiz!' diye hakaret etmeye başladılar. O sırada biri

yanıma gelerek bana, 'Ey Muhammed, tam zamanı geldi, eğer

gerçekten peygamber isen, tıpkı Nuh Peygamberin yaptığı gibi

kavminin helâk edilmesi için beddua et.' dedi."

"Fakat Peygamber, beddua yerine, 'Allah'ım kavmimi doğru

yola ilet. Çünkü onlar bilmiyorlar.' dedi."

"Bir süre sonra Peygamberin amcası Abbas gelerek onu onlardan

kurtardı ve kalabalığı ondan uzaklaştırdı."

Ben derim ki: Daha önce açıklandığı üzere ayetin tamamı, bu

hikâye ile örtüşmez. Ancak eğer bu rivayetin, ayetin sadece "Ey

Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." bölümünün

o gün indiğini ifade ettiği kabul edilirse, o başka. Ne var ki rivayetin

zahiri, böyle bir ihtimale yer bırakmıyor. Aşağıdaki rivayet

de bunun gibidir.

 

ed-Dürr'ül-Mensûr ve Feth'ul-Kadîr'de Abd b. Humeyd'e, İbn-i

Cerir'e, İbn-i Ebu Hatem'e ve Ebu'ş-Şeyh'e dayanılarak verilen bilgiye

göre, Mucahid şöyle dedi: "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana

indirilen mesajı tebliğ et." ayeti inince Peygamber, "Ya Rabbi, ben

tek bir kişiyim, bunu nasıl yapabilirim? İnsanlar üzerime yürür."

dedi. Bunun üzerine, "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma

görevini yerine ge-tirmemiş olursun." ifadesi indi.

Aynı eserde Hasan'a dayanılarak verilen bilgiye göre, Peygamber

şöyle dedi: "Allah beni mesajını insanlara iletmekle görevlendirerek

gönderdi. Ben bu görevde sıkıntıya düştüm. İnsanların

beni yalanlayacaklarını anladım. Fakat Allah, mesajını tebliğ etmezsem,

beni azaba çarptırmakla tehdit etti ve 'Ey Elçi, Rabbin

tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.' ayetini indirdi."

Ben derim ki: Bu iki rivayette, rivayet zincirlerindeki kopukluğa

ilâveten önceki rivayette olan sorun (ayet ile örtüşmezlik) vardır.

Peygamberimizin (s.a.a) korumaları olduğunu, fakat bu ayet inince

bu korumalara yol vererek, "Allah beni koruyacağını vaat etti."

dediğini ileri süren bazı rivayetler de karışıklık bakımından bu iki

rivayete benzemektedir.

 

el-Menar adlı tefsirde şöyle deniyor: "Hadislere dayalı tefsir

yazarların Tirmizî'nin, Ebu'ş-Şeyh'in, Hâkim'in, Ebu Nuaym'in,

Beyhakî-nin ve Taberî'nin sahabeden bazı kişilerden naklettikleri

 

Mâide Sûresi 67 ..................................................... 81

 

ne göre, Pey-gamberimiz (s.a.a) Mekke'de bu ayetin inişinden önce

muhafızlar tarafından korunuyordu. Fakat ayet inince korunmaya

son verdi. Ebu Talip, onu korumaya önem verenlerin başında

geliyordu. Abbas da onu koruma görevini üstlenmişti."

 

Aynı eserde şöyle deniyor: "Bu konu ile ilgili olarak Cabir'den

ve İbn-i Abbas'tan gelen bir rivayete göre Peygamber, muhafızlar

tarafından korunuyordu. Amcası Ebu Talip, her gün Haşim oğullarından

birkaç erkeği onu korumakla görevlendiriyordu. Fakat bu

ayet inince Peygamber, 'Amca, Allah beni koruma altına aldı, artık

gönderdiğin adamlara ihtiyaç kalmadı.' dedi." [c.6, s.473]

 

Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu iki rivayet şuna delâlet ediyor:

Bu ayet, Peygamberin Mekke'de ikâmet ettiği dönemin ortalarında

indi. Peygamber bu dönemde mesaj iletme görevini bir süre

gerçekleştirdi. Fakat insanların kendisine yönelttikleri eziyetler ve

yalanlamalar ağırlaştı. Öyle ki, onlardan kendine zarar geleceğine

korkmaya başladı. Bunun üzerine tebliğ ve çağrı çalışmalarına son

verdi. Fakat ikinci bir tebliğ emri aldı. Bu emir, yüce Allah tarafından

tehdit içerikli idi. Aynı zamanda kendisine koruma vaat ediliyordu.

Bunun üzerine daha önce yaptığı görevi tekrar yapmaya

koyuldu. Bu iki rivayetten bu sonuç çıkıyor. Ama bu varsayım,

Peygamber (s.a.a) için söz konusu olamaz.

 

ed-Dürr'ül-Mensûr ile Feth'ul-Kadîr'de şöyle geçer: Abd b. Humeyd,

Tirmizî, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem, Ebu'şŞeyh,

Hâkim, İbn-i Mürdeveyh, Ebu Nuaym ve Beyhakî -her ikisi de

ed-Delail adlı eserde- Ayşe'den şöyle dediğini naklederler:

"Peygamber, 'Allah seni insanlardan korur.' ayeti ininceye kadar

muhafızlar tarafından korunuyordu. Bu ayet inince odasının

bacasından başını çıkararak muhafızlarına, 'Ey insanlar, dağılın

artık; Allah beni koruma altına aldı.' dedi."

Ben derim ki: Bu rivayet, bu ayetin Medine döneminde indiğine

açıkça delâlet ediyor.

 

Taberî Tefsiri'nde "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma

görevini yerine getirmemiş olursun." ayeti hakkında İbn-i

Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Yani, eğer sana inen ayeti saklarsan,

Allah'ın elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun." [c.6,

s.198]

 

82 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Ben derim ki: Eğer İbn-i Abbas, bu sözleri ile Peygambere

(s.a.a) indirilenlerin içinden belirli bir ayeti veya belirli bir hükmü

kastetmiş ise, bu açıklama doğru olabilir. Fakat eğer bu sözler ile

herhangi bir ayet veya herhangi bir hükümle ilgili bir tehdit kastetmiş

ise, daha önce söylediğimiz gibi ayet, bu rivayetin içeriği ile

bağdaşmaz.

 

Mâide Sûresi 68-86 ............................................................... 83

 

 

84 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

 

Mâide Sûresi 68-86 ............................................................... 85

 

 

68- De ki: "Ey Ehlikitap, sizler Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından

size indirilenleri ayakta tutmadıkça (yaşatmadıkça) hiçbir

şey (temel) üzerinde değilsiniz." Rabbin tarafından sana indirilen

ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttırmaktadır. O

hâlde kâfir topluluk için üzülme.

 

69- İman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah-

'a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanlara ne bir korku vardır,

ne de onlar üzüleceklerdir.

 

70- Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara peygamberler

gönderdik. Fakat ne zaman bir peygamber onlara canlarının istemediği

bir şey getirdiyse, (onlardan) bir kısmını yalanladılar, bir

kısmını da öldürüyorlardı.

 

71- (Bu cinayetlerinin sonucunda) hiçbir fitne olmayacağını

sandılar. Gözleri kör, kulakları sağır oldu. Sonra Allah onlara dönerek

tövbelerini kabul etti. Sonra yine kör ve sağır oldular, elbette

onların çoğu. Hiç şüphesiz, Allah onların yapmakta olduklarını görür.

 

72- "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler, kesinlikle kâfir

olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki: "Ey İsrailoğulları, benim

Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Doğrusu kim Allah'a

ortak koşarsa, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir;

onun varacağı yer cehennemdir ve zalimlerin hiçbir yardım edeni

yoktur."

 

73- "Allah, üçün üçüncüsüdür." diyenler, kesinlikle kâfir olmuşlardır.

Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur. Eğer onlar bu dediklerinden

vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanlara kesinlikle acı

bir azap dokunacaktır.

 

74- Onlar Allah'a dönüp tövbe etmez, O'ndan af dilemezler

mi?! Allah affedici ve merhametlidir.

 

75- Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce

birçok peygamber gelip geçmiştir. Onun annesi de özü-sözü doğru

bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak,

biz onlara ayetleri nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak, onlar

(bu ayetlerden) nasıl çevriliyorlar!

 

76- De ki: "Allah'ı bırakıp size ne zarar ve ne yarar dokundurma

gücüne sahip olmayan şeylere mi tapıyorsunuz?" Oysa Allah

 

86 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

her şeyi işitir, her şeyi bilir.

 

77- De ki: "Ey Ehlikitap, dininizde haksız yere aşırılığa kapılmayın

ve önceden sapıtmış, birçoklarını saptırmış ve düz yoldan

şaşmış olan bir kavmin keyfî isteklerine uymayın."

 

78- İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu

İsa'nın diliyle lânetlendi. Çünkü onlar karşı geldiler ve sınırları

çiğniyorlardı.

 

79- Onlar, işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı.

Yaptıkları ne kötü bir şeydi!

 

80- Onların çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün.

Kendilerinin kendileri için hazırladıkları şey ne kötüdür! Allah onlara

gazap etmiş ve sürekli azapta kalıcıdırlar.

 

81- Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve ona indirilene inansalardı,

onları (kâfirleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasık

(yoldan çıkmış) kimselerdir.

 

82- İnsanlar arasında müminlere düşmanlıkta en şiddetli olanların,

Yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu görürsün.

Müminlere sevgice en yakın olanların da, "Biz Hıristiyanız." diyenler

olduğunu görürsün. Bu, onların arasında keşişler ve rahiplerin

varolmasından ve onların büyüklük taslamadıklarından dolayıdır.

 

83- Peygambere indirileni (Kur'an'ı) işittikleri zaman, gerçeği

tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların

şöyle dediklerini görürsün: "Ey Rabbimiz, inandık, bizi de (gerçeğe)

şahit olanlar arasında yaz."

 

84- "Rabbimizin bizi iyi kullar arasına katacağını umarken Allah'a

ve bize gelen gerçeğe niçin inanmayalım?"

 

85- Böylece, Allah onları bu sözlerinden dolayı altlarından ırmaklar

akan içlerinde temelli olarak kalacakları cennetler ile ödüllendirdi.

Bu iyi kulların mükâfatıdır.

 

86- Kâfir olup ayetlerimizi yalan sayanlar ise, onlar cehennemliktirler.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Ayetler arasında bağlantı ve içerik uyumu vardır. Fakat "Ey Elçi,

 

Mâide Sûresi 68-86 .................................................... 87

 

Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et..." ayetine

göz yumularak, bu ayetler ile "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i... yaşatsalardı..."

arasında böyle bir bağlantıdan söz edilemez. "Ey Elçi...

tebliğ et..." ayetinin bağlantısı hakkında ise daha önce konuşmuştuk.

Görülen o ki, bu ayetler surenin başından buraya kadar olan

ayetler ile aynı söz akışını paylaşıyorlar. Yani "Allah,

İsrailoğullarından kesin söz almıştı ve içlerinden on iki gözetici

başkan göndermiştik..." (Mâide, 12) ayetinden inceleme konumuz

olan bu ayetlerin sonuna ka-darki bütün ayetler arasında içerik

bağlantısı vardır. Bunun daha önce incelediğimiz velâyet ayeti,

tebliğ ayeti vs. gibi birkaç istisnası vardır. Surenin sonlarına doğru

olan ayetler ile bu ayetler arasındaki bağlantı için de aynı şey söylenebilir.

Çünkü bu ayetlerin ortak niteliği Ehli-kitap hakkında olmalarıdır.

"De ki: Ey Ehlikitap, sizler Tevrat'ı, İncil'i... ayakta tutmadıkça, hiçbir

şey üzerinde değilsiniz..." İnsan güç ve şiddet kullanmayı gerektiren

bir işe giriştiği zaman düz bir zemin üzerinde durması, ona dayanması

gerektiğini görür. Ağır bir şeyi çekmek, itmek, kaldırmak

veya taşımak isteyen biri gibi. Böyle bir kimse önce ayaklarını yere

sağlam basar, sonra istediğini yapar. Çünkü böyle yap-mazsa, istediği

işi yapamayacağını bilir. Bu gerçek bu konuyu inceleyen ilim

dallarında anlatılmaktadır.

 

Bu gerçeğin ışığı altında, insanın ruhsal işleri veya ruhsal işleri

ile ilişkili organik hareketleri gibi manevî işleri ele aldığımızda şu

sonuca varırız: Önemli ve büyük işlerin gerçekleşmesi, manevî bir

üssün ve güçlü bir ruhsal temelin varlığına bağlıdır. Büyük işlerin

sabra, direnmeye, gayret yüceliğine, azim güçlülüğüne bağlı olması,

kulluk alanındaki başarının gerçek takvaya, Allah'ın haramlarından

kaçınmaya bağlı olması gibi.

 

Buradan ortaya çıkıyor ki, yüce Allah'ın "hiçbir şey (temel) üzerinde

değilsiniz." buyruğu, Ehlikitab'ın Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri

tarafından kendilerine indirilen hükümleri ayakta tutup yaşatabilmeleri

için ayaklarını basacakları sağlam bir dayanaklarının

olmadığını kinaye yolu ile dile getiren bir ifadedir. Bu kinayeli ifade

ile şu gerçeğe işaret ediliyor: Allah'ın dini ve hükmü, sabit bir

temele dayanmayan kişinin taşıyamayacağı kadar ağırdır; insanın

 

88 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

sırf istemesiyle, arzu etmesiyle ayakta tutulup yaşatılması mümkün

değildir.

 

Nitekim yüce Allah, Kur'ân bağlamında bu gerçeği şu şekilde

ifade ediyor: "Biz sana ağır bir söz indireceğiz." (Müzzemmil, 5) "Eğer

biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirmiş olsaydık, o dağı Allah korkusundan

parçalanmış ve çökmüş olarak görecektin. Biz, belki insanlar

düşünürler diye bu örnekleri veriyoruz." (Haşr, 21) "Biz bu

emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar onu yüklenmekten

kaçındılar, sorumluluğundan korktular." (Ahzâb, 72)

Yüce Allah, Tevrat hakkında Musa Peygambere (a.s) şöyle hitap

ediyor: "Bu kitaba sımsıkı sarıl ve kavmine de ondaki öğütlerin

en güzelini tutmalarını emret." (A'râf, 145) İsrailoğullarına ise

şöyle hitap ediyor: "Size verdiğimiz kitaba sımsıkı sarılın." (Bakara,

63) Yahya Peygambere de (a.s) şöyle hitap ediyor: "Ey Yahya, bu

kitaba sımsıkı sarıl." (Meryem, 12)

 

Buna göre bu ayetin anlamı şöyledir: Ey Ehlikitap, siz Allah

tarafından size indirilen kitaplardaki Allah'ın dinini hayata

geçirmek için dayanmanız gereken temelden yoksunsunuz. Bu

temel takva, sürekli biçimde Allah'a yönelme, O'nunla bağlantılı

olma, O'nun dergâhına sığınmadır. Ama siz, tersine büyüklük

taslayarak O'na itaat etmekten yüz çeviriyor, O'nun koyduğu

sınırları çiğniyorsunuz.

 

Yüce Allah'ın Peygambere (s.a.a) ve müminlere yönelik şu ayetinde

bu gerçek açıkça vurgulanıyor: "Allah, dinden Musa'ya

emrettiklerini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya

emrettiklerimizi sizin için din olarak yasalaştırdı." Böylece Allah,

dinin bütününü, saymış olduğu şeriatlarda birleştirdikten sonra

şöyle devam ediyor: "Dini ayakta tutasınız ve onda tefrikaya

düşmeyesiniz diye." Böylece bu şeraitlerin hepsinin, dini bir bütün

olarak, hiçbir unsurunu ayırt etmeden ayakta tutmaya dayandıklarını

açıkladıktan sonra, "Sizin, müşrikleri çağırdığınız şey (tevhit

dini) onlara ağır geldi." buyuruyor. Çünkü dine uymada ittifak ve

istikamet onlara ağır geldi.

 

Arkasından, "Allah, dilediğini ona (tevhit dinine) doğru seçer

ve (kendisine) yönelenleri ona iletir." diye buyurarak dini ayakta

tutmanın ancak Allah'ın hidayeti ile mümkün olacağını, bu hidaMâide

Sûresi 68-86 ........................................................ 89

 

yete lâyık olabilmek için mutlaka Allah'a bağlı olmak gerektiğini,

O'ndan hiç kopmamak icap ettiğini, bunun için sürekli biçimde

O'nun dergâhına yönelmenin şart olduğunu bildiriyor.

Daha sonra, "Onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra

kıskançlık ve azgınlıktan dolayı ayrılığa düştüler." diye buyurarak

Ehli-kitab'ın ayrılığa düşmelerine ve dini ayakta tutmalarına yol

açan tek sebebin, azgınlıkları ve kendileri için belirlenen orta yoldan

sapmaları olduğunu vurguluyor. (Şûrâ, 13)

Yüce Allah yukarıdaki ayetin benzeri ayetlerde de şöyle buyuruyor:

"Yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir; Allah'ın

yaratma kanununa (uygun olan dine) ki, O insanları ona göre yarattı.

Allah'ın yaratması değiştirilmez. İşte doğru din budur. Fakat

insanların çoğu bilmez. Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun,

namazı kılın ve Allah'a ortak koşanlardan, dinlerini parçalayıp

bölük bölük olanlardan olmayın; ki onların her fırkası kendi görüşü

ile sevinip övünmektedir." (Rûm, 32) Yüce Allah, bu ayetlerde

de fıtrat dinini ayakta tutmanın tek yolu olarak Allah'a yönelmeyi,

O'nunla bağlantıyı korumayı, O'nun sebeplerinden hiç kopmamayı

vurguluyor.

Bu gerçeğe, üzerinde konuşulan bu ayetten önceki ayetlerde

de işaret edilmiştir. Bu ayetlerde Allah'ın, koyduğu sınırları çiğnedikleri

gerekçesi ile Yahudilere lânet ve gazap ettiği, aralarına

düşmanlık ve kin saldığı bildirilmiştir. Bu gerçeğe surenin başka

bir yerinde Hıristiyanlar bağlamında şöyle değinilmiştir: "Bu yüzden

kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık."

(Mâide, 14)

Yüce Allah, Yahudilerin ve Hıristiyanların başlarına gelecek bu

musibetin benzeri konusunda Müslümanları uyarmış, onlara Yahudilerin

ve Hıristiyanların Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından

kendilerine indirilen diğer mesajları asla ayakta tutmayacaklarını

haber vermiştir. Nitekim tarihin akışı Kur'ân'ın verdiği bu haberi

doğrulamıştır. Tarih boyunca Yahudiler ile Hıristiyanların kendi aralarında

çok sayıda mez-hep ayrılıklarına düştükleri, aralarında kin

ve düşmanlığın kol gezdiği görülmüştür. Yüce Allah Rûm suresinin

birkaç ayetinde, "Allah'ı birleyici olarak yüzünü doğruca dine çevir."

(Rûm, 30) diye buyurarak İslâm ümmetini Rablerinden kopma

ve O'na yönelmeme konusunda Ehlikitab'ın izinden gitmemeleri

 

90 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

yolunda uyarmıştır.

Bu kitabın daha önceki ciltlerinde bu gerçeğe işaret eden bazı

ayetler etrafında konuşulmuştu. İnşallah ileride bu ayetlerin diğer

bazı benzerleri de inceleme konusu yapılacaktır.

"Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun

azgınlığını ve kâfirliğini arttırmaktadır." ifadesinin ne anlama

geldiğini daha önce incelemiştik. "O hâlde kâfir topluluk için üzülme."

ifadesi, yüce Allah tarafından Peygamberine (s.a.a) yöneltilmiş,

üzülmeyi yasaklama biçiminde bir tesellidir.

"İman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan..." Ayetten anlaşılan

o ki, "es-Saibûn=Sabiîler"ifadesi, "ellezîne amenu=i-man

edenler" ifadesinin mahalline matuftur. Nahv (dilbilgisi) bilginlerinden

bir grup, "inne" edatının haberi geçmeden ismine merfu

olarak atıf yapılamayacağı görüşündeler. Ancak bu ayet onlara

karşı bir delildir.

 

Bu ayet bize şu gerçeği açıklıyor: Mutluluğa kavuşmak için

isimler ve unvanlar önemli değildir. Bazı grupların Müslüman,

diğer bazılarının Yahudi, başkalarının Sabiî ve öbürlerinin

Hıristiyan adı ile anılmaları gibi. Önemli olan, Allah'a ve ahiret

gününe inanmak ve iyi işler yapmaktır. Bu kitabın birinci cildinde

yer alan Bakara suresinin 62. ayetinin tefsiri sırasında bu

meseleyi incelemiştik.

 

"Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik..."

Bu ayet, bundan sonraki birkaç ayetle birlikte Ehlikitab'ın

durumuna değiniyor ve bir anlamda "De ki: 'Ey Ehlikitap, sizler

Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri ayakta

tutmadıkça (yaşatmadıkça) hiçbir şey (temel) üzerinde değilsiniz."

ayetinin içeriğinin delilini ortaya koyuyor. Çünkü bu ayette

sayılan suçlar ve cürümler, insanla Allah arasında hiçbir bağ bırakmıyor

ki, bu bağa dayanılarak Allah'ın kitaplarını ayakta

tutmak mümkün olsun.

 

Bu ayetlerin "İman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve

Hıristiyanlardan..." ayeti ile bağlantılı olması da muhtemeldir. O

zaman bu ayetler isimlerin ve unvanların mutluluk aşamasında

hiçbir işe yaramayacağı gerçeğinin doğrulaması olur. Çünkü eğer

bunlar işe yarasaydı, Ehli-kitab'ı, peygamberleri öldürmekten ve

yalanlamaktan, helâk edici fitneler ve günahlar ile mahvolmaktan

 

Mâide Sûresi 68-86 ..................................................... 91

 

tan, helâk edici fitneler ve günahlar ile mahvolmaktan alıkoyması

gerekirdi.

Bu ayetlerin "İman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve

Hıristiyanlardan..." ayetinin, bu ayetin de "De ki: Ey Ehlikitap,

sizler... hiçbir şey (temel) üzerinde değilsiniz..." ayetinin

açıklayıcısı mesabesinde olması da mümkündür. Bu durumda

ayetin anlamı açıktır. "...bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlardı." Bu

ifadede iki kere kullanılan "farîkan=bir kısmını" kelimesi, daha

sonra gelen fiillerin mef'ulüdür. Mef'ullerin fiillerden önce getirilmesinin

sebebi, onların önemine dikkat çekmektir. İfade bir bütün

olarak, "Fakat ne zaman peygamber onlara... bir şey getirdiyse"

ibaresinin cevabıdır ve anlamı şöyledir: Ne zaman bir peygamber

Yahudilere hoşlarına gitmeyen bir mesaj, bir hüküm getirdiyse,

onlara kötülükle karşılık ve cevap vererek, onları iki gruba ayırdılar:

Bir grubunu yalanladılar, bir grubunu da öldürdüler.

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Eğer, 'bir kısmını

yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlar[dı].' ifadesinde şimdiki

zaman sıygalı fiilin niçin geçmiş zaman sıygalı fiile atfedildiği sorulacak

olursa, buna şöyle cevap veririz: Maksat, onların içinde bulundukları

durumu anlatmaktır. Bu ifadeyle şu anlam ifade edilmektedir:

Onlar yalanladılar ve öldürdüler ve de yalanlıyorlar ve

öldürüyorlar. Ayrıca 'yektulûne=öldürüyorlar' ifadesi ayetin sonu

olması itibariyle öbür ayetlerin sonlarıyla uyumlu olması istenmiştir."

"(Bu cinayetlerinin sonucunda) hiçbir fitne olmayacağını sandılar.

Gözleri kör, kulakları sağır oldu..." Bu ifade, önceki ayetteki sözün

tamamlayıcısıdır. Ayetin orijinalinde geçen "ha-sibû" fiilinin kökü

olan "husban" sanmak anlamındadır. "Fitne" insanı aldatan, yanıltan

zorluk veya her türlü kötülüğü ve belâyı kapsayan musibet

demektir. "Amâ=körlük" ise gerçeği görmemek, iyilik ile kötülüğü

birbirinden ayırt etmemek anlamına gelir.

 

"Samem=sağırlık" kelimesi ise öğütleri işitmemek, nasihatlere

kulak asmamak demektir. Bu körlük ve sağırlık, Yahudilerin fitne

olmayacağını sanmalarından kaynaklanıyor. Anlaşılan, bu zanlarının

sebebi de kendilerini üstün saymalarıdır. Çünkü onlar

İsrailoğulları olmaları hasebi ile Allah'ın evlâtları ve sevdikleri ol

 

92....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

duklarını ileri sürüyorlar ve bu sözde ayrıcalıkları sayesinde ne yaparlarsa

yapsınlar, ne cinayet ilerlerse işlesinler bir kötülükle karşılaşmayacaklarına

inanıyorlar.

 

Doğrusunu Allah bilir, ama ayetin anlamı şudur: Onlar kendileri

için inandıkları Yahudi olma üstünlüğü sayesinde, işledikleri suçlar

nedeniyle başlarına bir kötülük gelmeyeceğini veya fitneye

düşmeyeceklerini sandılar. Bu zan gözlerini kör ettiği için gerçeği

göremediler ve yine bu zan kulaklarını sağırlaştırdığı için peygamberlerinin

kendilerine faydalı olacak çağrılarını işitemediler.

 

Bu anlam, bu ayetlerin "İman edenler, Yahudiler..." ayetinin

açıklayıcısı mesabesinde olduğu yolundaki muhtemel gördüğümüz

görüşe ağırlık kazandırıyor. Bu durumda ayetin anlamı şöyle

olur: İsimler ve unvanlar hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Nitekim

Yahudilerin isimleri sebebi ile kendileri için varsaydıkları ayrıcalıklar

onlara hiçbir şey kazandırmadı. Tersine, onların gözlerini kör

etti ve peygamberlerini öldürmeleri ve yalanlamaları sebebi ile de

helâke ve fitneye sürüklenmelerine yol açtı.

 

"Sonra Allah onlara dönerek tövbelerini kabul etti. Sonra yine kör ve

sağır oldular, elbette onların çoğu. Hiç şüphesiz, Allah onların yapmakta

olduklarını görür." Allah'ın kullarına yönelik tövbesi, O'nun rahmeti

ile onlara yönelmesi demektir. Bu da gösteriyor ki, yüce Allah onları

rahmetinden ve yardımından uzaklaştırmıştı. Bunun sonucunda

sözünü ettiğimiz asılsız zanna kapıldılar, körlüğe ve sağırlığa

yakalandılar.

 

Fakat yüce Allah onlara ikinci kez tövbe ile yönelerek söz konusu

asılsız zannı kalplerinden attı, gözlerindeki ve kulaklarındaki

körlüğü ve sağırlığı giderdi. Bunun üzerine Allah katında takvadan

başka hiçbir ayrıcalıkları olmayan sıradan kullar olduklarını idrak

ettiler, hakkı gördüler ve yüce Allah'ın peygamberlerinin dili ile

kendilerine yaptığı öğütleri işittiler. Böylece isim takınmanın hiçbir

işe yaramadığını anladılar.

 

"Sonra yine kör ve sağır oldular, elbette onların çoğu." Körlük

ve sağırlığın önce çoğul kipinde onların topluluğuna izafe edilip

daha sonra "elbette onların çoğu." diye bir açıklama getirilmesi,

söz söylerken insafa riayet edilmesinin bir göstergesidir. Böyle bir

ifadenin kullanılmasıyla öncelikle şu husus anlatılmak istenmiştir:

 

Mâide Sûresi 68-86 ............................................... 93

 

Körlüğün ve sağırlığın onların topluluğuna izafe edilmesi, parçanın

hükmünün tüme izafe edilmesi kabilindendir. Yoksa gerçekte bu

iki sıfatı taşıyanlar onların tümü değil, çoğudur.

İkinci olarak; ilk defa sözü edilen körlüğün ve sağırlığın onların

hepsini kapsadığı ima edilmek istenmiştir. Bunu ikinci aşama için

sözü edilen karşıt ifadeden anlıyoruz.

Üçüncü olarak da; Allah'ın onlara dönüp tövbelerini kabul etmesinin

etkisiz kalmadığı ve tamamıyla boşa gitmediği, tersine

bu tövbe sonucu onların bir bölümünün kurtulduğu ve bir daha

önceki körlüğe ve sağırlığa dönmediği vurgulanmak istenmiştir.

Yüce Allah bu ayeti, "Hiç şüphesiz, Allah onların yapmakta olduklarını

görür." cümlesi ile noktalıyor. Bununla yüce Allah'ın hiçbir

şeyden gafil olmayacağı gerçeği vurgulanıyor. Allah'tan başkası

bir kavme bir ayrıcalık sununca, bu bağış onların kötülüklerini

ve kusurlarını görmesine engel olan bir perde olarak gözlerine iner.

Ama yüce Allah için böyle bir şey söz konusu değildir. Tersine,

O görendir, hiçbir şey O'nunla göreceği şeyler arasına girip o şeyleri

görmesine engel olamaz.

 

"Allah, Meryem oğlu Mesih'tir, diyenler, kesinlikle kâfir olmuşlardır."

Bu ifade, Hıristiyanların, Hıristiyan olmalarının ve Hz. İsa'ya (a.s)

bağlılıklarının kâfirlik damgası yemelerini engellemediğine yönelik

bir açıklamadır. Çünkü onlar "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir."

dedikleri için O'na ortak koşmuşlar, O'na gerçek anlamda inanmamışlardır.

Meryem oğlu İsa'nın uluhiyet cevherini kapsaması meselesinde

Hıristiyanlar arasında görüş ayrılığı vardır. Bir bölümü, Mesih

unsuru olan ilmin, hayat demek olan Rab unsurundan türemiş olduğunu

ileri sürer. Bir bölümü, Rab unsurunun dönüşüm yolu ile

İsa hâline geldiğini iddia eder. Bir bölümü de Rab unsurunun İsa'-

nın bedenine hulul ettiğini (sızdığını) ileri sürer. Bu kitabın üçüncü

cildinde Âl-i İmrân suresinin tefsiri sırasında Meryem oğlu İsa konusunu

incelerken bu meseleyi ayrıntılı biçimde ele almıştık.

Fakat bu görüşlerin her üçü de "Allah, Meryem oğlu Mesih'-

tir." sözü ile örtüşür. Anlaşılan bu sözü söyleyenlerden maksat sadece

Allah'ın İsa'ya dönüştüğünü iddia edenler değil, İsa (a.s) ile

ilgili aşırı görüşlere saplanmış bütün Hıristiyanlardır.

 

94 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Hz. İsa'nın, Meryem oğlu sıfatı ile nitelenmesinde Hıristiyanların

kâfir olmalarının sebebine yönelik bir delâlet veya işaret vardır.

Bu sebep, onların her ikisi de topraktan yaratılmış olan bir insan

oğlu insana ilâhlık izafe etmeleridir. Oysa toprak nerede, yüce Allah

nerede!

 

"Oysa Mesih demişti ki: Ey İsrailoğulları, benim Rabbim ve sizin

Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin..." Bu ifade, Hz. İsa'nın kendi sözü

ile Hıristiyanların kâfirliklerine ve görüşlerinin asılsızlığına yönelik

bir protestodur. Çünkü Hz. İsa'nın, "Benim Rabbim ve sizin

Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." sözü, kendisinin onlar gibi

Rabbi olan bir kul olduğunu gösterir.

Yine Hz. İsa'nın, "Doğrusu kim Allah'a ortak koşarsa, Allah

ona cenneti kesinlikle haram etmiştir." sözü de, ilâhlıkta Allah'a

ortak koşanların müşrik ve kâfir olup cennetten mahrum kalacak

kimseler olduklarını gösterir.

Yüce Allah'ın Hz. İsa'nın (a.s) dilinden hikâye ettiği "Allah ona

cenneti kesinlikle haram etmiştir; onun varacağı yer cehennemdir

ve zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur." ifadesi, Hıristiyanlar

tarafından Hz. İsa'ya izafe edilen "kendisini feda ettiği" şeklindeki

iddianın asılsız olduğunu gösterir. Onlara göre Hz. İsa çarmıha gerilmeyi

tercih etmekle kendisini onlar için feda etti. Bu yüzden onların

günahları affedilmiştir, ilâhî yükümlülükler omuzlarından

kaldırılmıştır. Gidecekleri yer cennettir, cehennem ateşi kendilerine

değmeyecektir. Âl-i İmrân suresinin tefsiri sırasında Meryem

oğlu İsa konusunu incelerken bu meseleyi ele almıştık. Feda etme

ve çarmıha gerilme hikâyesi sırf bu maksatla ortaya atılmıştır.

Ayetin Hz. İsa'nın sözü olarak hikâye ettiği tevhide davet,1

müşrikin ibadetinin geçersizliği2 ve zalimlerin ebedî olarak cehennemde

kalacakları3 gibi hususlara çeşitli İncillerin değişik bölümlerinde

rastlamaktayız.

 

"Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır."

Yani Allah, üçün biridir. Sözü edilen üç şey Baba, Oğul ve Ruh'ul-

1- Markus İncili, Bap 12: 29.

2- Matta İncili, Bap 6: 24.

3- Matta İncili, Bap 13: 50.

 

Mâide Sûresi 68-86 .................................................... 95

 

Kudüs'tur. Yani Allah, bu üç unsurun her biri ile örtüşür. Bu ifade

onların, "Baba ilâhtır, Oğul ilâhtır, Ruh ilâhtır. Onlar üçtür ve aynı

zamanda birdir." şeklindeki görüşlerinin gerektirdiği bir sonuçtur.

Onlar böyle demekle "Amr oğlu Zeyd insandır." sözüne benzer bir

söz söylemiş olduklarını ileri sürüyorlar. Bu sözde üç unsur vardır:

Zeyd, Amr'ın oğlu ve insan. Ama ortada bir unsur var, o da bu sıfatla

nitelenen kimseden ibarettir.

 

Hıristiyanlar böyle derken şu gerçeği göz ardı ediyorlar: Bu

çokluk eğer itibarî değil de gerçek bir çokluk ise, nitelenenin gerçek

anlamda çok olmasını gerektirir. Eğer nitelenen unsur gerçek

anlamda bir ise, bu durumda çokluğun gerçek değil, itibarî olması

gerekir. Buna göre, sayıca çokluğu ve sayıca tekliği, nitelenen unsur

olan Zeyd'de gerçek anlamda bir araya getirmek akla ve mantığa

sığmaz.

Bu yüzden bazı Hıristiyan misyonerler zaman zaman şöyle derler:

"Teslis meselesi ilmî ölçülerle çözümü kabul etmeyen, eski

kuşakların görüşlerinden miras kalmış bir formüldür." Böyle diyenler,

kulaklarına gelen her iddia için delil aramakla yükümlü olduklarının

farkında değildirler. Bu iddia ister eskilerden kalma olsun,

ister yeni dönemlerde ortaya atılmış olsun, fark etmez.

"Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur..." Bu ifade, Hıristiyanların

"Allah, üçün üçüncüsüdür." şeklindeki sözlerine yönelik bir reddiyedir.

Şöyle ki, yüce Allah zatında hiçbir anlamda çokluğu kabul

etmez. Yüce Allah zatında tektir. Yüce Allah sıfatları ile

nitelendiğinde ve adları ile anıldığında, bu durum O'nun zatına bir

şey eklemez. Bunun gibi, Allah'ın bir sıfatı başka bir sıfatına izafe

edildiğinde bu durum sayısal çokluğa yol açmaz. Çünkü yüce Allah

zatında tektir; ne gerçekte, ne hayalde, ne de akılda parçalara

bölünmez.

Yüce Allah zatında asla birkaç şeye ayrılmaz ve yine yüce

Allah'ın zatına bir şey izafe edildiğinde zatı iki veya daha çok

olmaz. Nasıl olabilir ki?! Oysa yüce Allah hayalde, varsayımda

veya gerçekte kendisine izafe edilmek istenen şeyle birliktedir,

ondan ayrı değildir.

Dolayısıyla yüce Allah zatında tektir. Fakat bu teklik, çoklukları

meydana getiren diğer nesnelerdeki sayısal teklik değildir. O ne

 

96 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

zatında, ne isminde ve ne sıfatında çoklukla nitelenmez. Nasıl nitelensin

ki?! Oysa gerek bu sayısal teklik ve gerekse bu birimden

oluşan çokluk, bunların her ikisi O'nun yarattığı, var ettiği şeylerdir.

O yarattığı şeylerle nasıl nitelenebilir?!

 

"Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur." ifadesinde başka hiçbir

ifadede bulunmayan pekiştirme (tekit) unsurları vardır. Bir defa ifade,

"Hiçbir ilâh yoktur; bir tek ilâhtan başka." şeklinde ilk bölümü

olumsuz, ikinci bölümü istisnalı bir cümle yapısına sahiptir.

Sonra olumsuz bölümün başına yaygınlığı pekiştiren "min" edatı

getirilmiştir. Arkasından, istisna edilen bölümdeki "ilâhun

vâhid=bir tek ilâh" ifadesi, türü ifade etmek üzere nekire (tarif edatsız)

olarak kullanılmıştır. Eğer bu iki kelime marife (tarif edatlı)

olarak kullanılıp "ille'l-ilâhu'l-vâhid" denseydi, tevhit gerçeği amaçlandığı

güçte ifade edilemezdi.

 

Bu durumda ifadenin anlamı şudur: Varlıkta bir tek ilâhın dışında

ilâh cinsinden bir şey yoktur. Bu bir tek ilâhın tekliği öyle bir

tekliktir ki, asla sayıya vurulmayı, çoğalmayı kabul etmez. Ne zatta

ve ne sıfatlarda, ne gerçekte ve ne varsayımda çokluğa açık

değildir. Eğer "Bir tek olan Allah'tan başka bir ilâh yoktur." denmiş

olsaydı, bu ifade ile Hıristiyanların "Allah, üçün üçüncüsüdür." şeklindeki

sözleri reddedilmiş olmazdı. Çünkü Hıristiyanlar yüce Allah-

'ın birliğini inkâr etmiyorlar. Sadece "O üç sıfatı ile beliren tek bir

zattır. O gerçek anlamda çok olmakla birlikte aynı zamanda birdir."

diyorlar.

 

Hıristiyanların bu yorum tarzı, ancak kendisinden asla çokluk

oluşmayan bir tekliği ispat ederek reddedilmiş olur. İşte Kur'ân'ın

"Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur." ifadesi, bu amacı gerçekleştiren

bir nitelik taşır.

Bu mana, tevhit anlamının hakikati hakkında Kur'ân'ın işaret

ettiği inceliklerden biridir. Bu konuyu ileride özel Kur'ânî bir araştırmada,

sonra aklî bir araştırmada, daha sonra naklî bir araştırmada

enine boyuna inceleyerek hakkını vereceğiz.

 

"Eğer onlar bu dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanlara

kesinlikle acı bir azap dokunacaktır." Bu ifade, onları acı bir ahiret

azabı ile tehdit ediyor. Ayetten anlaşılan, budur.

"Allah, üçün üçüncüsüdür." sözünün içerdiği teslis inancı, sı

 

Mâide Sûresi 68-86 ............................................ 97

 

radan insanların akıllarının alabileceği bir söz olmadığı için çoğu

Hıristiyanlar bu sözü basma kalıp bir ifade olarak dinî bir inanç biçiminde

kabul ediyorlar. Bu sözün manasını ne anlıyorlar, ne anlayabileceklerini

umuyorlar. Nitekim sağlıklı aklın da onu doğru bir

şekilde anlayabilmesi mümkün değildir. Sağlıklı bir akıl, onu sadece

imkânsız varsayımlardan biri olarak algılar. İnsan olmayan

insan gibi. Ne bir, ne çok, ne çift, ne tek olan sayı gibi.

Bundan dolayı sıradan Hıristiyanlar, bu inancı, anlamını incelemeden

basma kalıp bir dogma olarak kabul ediyorlar. Bunlar,

oğulluk-babalık ilişkisinde bir tür onurlandırma olduğuna inanıyorlar.

Bunlar, aslında teslis ehli değildirler. Onlar bunu ağızlarında

sakız çiğner gibi geveliyorlar. Ona görünüşte bağlılık gösteriyorlar.

Fakat sıradan halkın dışındaki Hıristiyanlık temsilcileri öyle değildirler.

Bunlar, yüce Allah'ın inanç ayrılıklarını kendilerine izafe ettiği

ve bu ayrılıkların onların azgınlığından kaynaklandığını vurguladığı

kimselerdir. Nitekim şöyle deniyor: "Dini ayakta tutun ve

onda ayrılığa düşmeyin... Onlar ancak kendilerine bilgi geldikten

sonra aralarındaki çekemezlik yüzünden ayrılığa düştüler." (Şûrâ,

14)

Dolayısıyla istizafa dayalı olmayan, yani tevhidi inkâr etmeyi

ve Allah'ın ayetlerini yalanlamayı içeren gerçek kâfirlik, onların

hepsi için değil, bir bölümü için söz konusudur. Yüce Allah, sadece

tevhidi inkâr edip Allah'ın ayetlerini yalanlayanları cehennem azabı

ile tehdit ederek şöyle buyuruyor: "İnkâr edip Allah'ın ayetlerini

inkâr edenlere gelince; onlar, içinde temelli kalmak üzere cehennemliktirler."

(Bakara, 39) Bu anlamda daha başka ayetler de

vardır. Nisâ suresinin doksan sekizinci ayetinin tefsiri sırasında bu

meseleyi incelemiştik.

Ayetteki "onlardan kâfir olanlara acı bir azap dokunacaktır."

şeklindeki açıkça ayırım gözeten ifadenin sırrı belki budur. Ya da

bu ayırımcı ifade ile, teslis sözünü etmeyen ve Hz. İsa'nın sadece

Allah'ın kulu ve resulü olduğuna inanan Hıristiyanların varolduğuna

işaret edilmek isteniyor. Nitekim tarihin kaydettiğine göre Habeşistan

ve başka yörelerin Hıristiyanları böyle idi.

Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Eğer Hıristiyanlar söylediklerinden

(bazılarının sözü hepsine izafe ediliyor) vazgeçmezlerse,

aralarındaki kâfirlere (bunlar teslis dogmasına inanan Hıristiyan

 

98................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

lardır) acı bir azap dokunacaktır.

Bazı tefsircilerin yorumuna göre de, "onlardan kâfir olanlara

acı bir azap dokunacaktır." ifadesinde zamir yerine ismi zahir kullanılmıştır.

Yoksa ifadenin aslı, "onlara acı bir azap dokunacaktır."

şeklindedir. Zamir yerine de ism-i mevsul ile sılasının konmasının

sebebi ise, söyledikleri sözün Allah'ı inkâr etmek anlamına geldiğini

ve Allah'ı inkâr etmenin tehdit edildikleri azaba gerekçe olduğunu

bildirmektir.

Eğer ayet "Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kâfir

olmuşlardır." şeklinde başlamamış olsaydı, bu yorum sakıncasız

olurdu. Uzak bir ihtimal olma bakımından bu görüşün bir benzeri

de, ayetteki "minhum=onlardan" ibaresindeki "min" edatının açıklama

amaçlı (beyaniye) olduğunu ileri süren görüştür. Çünkü bu

görüş, hiçbir delili olmadan ileri sürülen bir görüştür.

"Onlar Allah'a dönüp tövbe etmez, O'ndan af dilemezler mi?! Oysa

Allah affedici ve merhametlidir." Bu ayet, tövbeye ve af dilemeye yönelik

bir özendirme, Allah'ın affediciliği ve rahmeti ile ilgili bir hatırlatma

veya yapılan kötülüklere yönelik bir yadırgama veya azarlamadır.

"Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce de birçok

peygamber gelip geçmiştir. Onun annesi de özü-sözü doğru bir kadındı.

Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi." Bu ifade, Hıristiyanların,

"Allah, üçün üçüncüsüdür." sözlerine veya bu sözleri ile

birlikte daha önceki ayette nakledilen ve İsa Peygamberin ilâhlık

cevherine sahip olduğu anlamına gelen "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir."

şeklindeki sözlerine yönelik bir reddiyedir. Ayette vurgulanan

gerçek şudur:

 

İsa Peygamber (a.s) kendisinden önce ölen diğer Allah resullerinden

farklı biri değildir. Onlar, Allah'ın mesajını tebliğ etmekle

görevlendirilmiş birer insandı. Yüce Allah dışında Rab olmaları söz

konusu değildi. İsa Peygamberin annesi de yüce Allah'ın ayetlerini

tasdik eden, özü-sözü doğru bir insandı.

 

İsa Peygamberle annesinin her ikisi de, öbür insanlar gibi yemek

yerlerdi. Yemek yemek ve bunu izleyen eylemler, mümkünlük

ve yaratılmışlığın ilk belirtisi olan muhtaç olmaya dayanır. Buna

göre İsa Peygamber mümkünden doğmuş bir mümkündü. An

 

Mâide Sûresi 68-86 .......................................................... 99

 

nesi aracılığı ile yaratılmış, peygamber olan bir kuldu. Her ikisi de

Allah'a kulluk ederler, ihtiyaçlarını karşılama peşinde koşarlardı.

Dolayısıyla rab olması söz konusu değildi.

 

Hıristiyanların ellerindeki İncil'lerde bu gerçek itiraf ediliyor.

Bu kitaplar Meryem'in Allah'a inanan, O'na kulluk eden bir bakire

olduğunu, İsa Peygamberin insandan türemiş bir insan olarak ondan

doğduğunu, İsa Peygamberin öbür peygamberler gibi Allah

tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamber olduğunu, kendisinin

ve annesinin sıradan insanlar gibi yiyip içtiklerini açıkça dile

getiriyorlar.

 

Bu saydıklarımız çeşitli İncil'lerde açıklanan hususlardır. Bunlar

İsa Peygamberin (a.s) bir kul ve peygamber olduğunu kanıtlayan

delillerdir.

 

Bu ayetin İsa Peygamber ile birlikte annesinin de ilâhlığını reddetmeyi

amaç edinmiş olması da mümkündür. Nitekim ileride

okuyacağımız "Sen mi insanlara, 'Allah'tan başka beni ve annemi

de iki tanrı edinin' dedin?" (Mâide, 116) ayetinden Meryem'i, İsa gibi

ilâh sayanlar olduğu anlaşılıyor.

 

Ayetin maksadı, Hıristiyanların ilim ve din adamlarını ilâh edindikleri

tarzda Meryem'i de ilâh edindiklerini ifade etmek de olabilir.

Bu ilâh edinme, Meryem'e ve din adamlarına diğer insanlardan

daha çok saygı ve bağlılık göstermek anlamındadır.

Her neyse bu duruma göre ayet, İsa Peygamber ile annesinin

ilâhlığını birlikte reddediyor. Bunun için İsa Peygamberin diğer

peygamberler gibi bir peygamber olduğunu, annesinin Allah'ın ayetlerine

inanan, özü-sözü doğru bir kadın olduğunu ve her ikisinin

de sıradan insanlar gibi yiyip içtiklerini açıklıyor ki, bunların tümü

ilâhlıkla çelişen niteliklerdir.

 

"Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir." ifadesinde

peygamberlerin Hz. İsa'dan önce göçtükleri, yani öldükleri belirtiliyor.

Bu da onun tıpkı öbür peygamberler gibi ölebilecek ve yaşayabilecek

bir insan olduğuna yönelik delilleri pekiştirmektedir.

"Bak, biz onlara ayetleri nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak, onlar

(bu ayetlerden) nasıl çevriliyorlar!" Hitap, Peygambere (s.a.a) yöneliktir

ve hayret ettirme maksadı taşımaktadır. Yani, bizim onlara

ayetleri, delilleri açıklama tarzımıza hayret et. En açık ayeti, en

 

100 ............................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

belirgin tarzda açıklıyoruz ve bu ayet onların İsa Peygamberin ilâhlığı

ile ilgili iddialarının boşluğunu, dayanaktan yoksun oluşunu

kanıtlıyor.

Ayrıca, onların bu ayetler üzerinde düşünmekten nasıl yüz

çevirdiklerine, bunlardan yüz çevirip de nereye yönelmek

istediklerine ve bu ayetlerin iddialarının asılsızlığından ibaret olan

sonuçlarını niçin düşünmediklerine de hayret et.

 

"De ki: 'Allah'ı bırakıp size ne zarar ve ne yarar dokundurma gücüne

sahip olmayan şeylere mi tapıyorsunuz?' Oysa Allah her şeyi işitir, her

şeyi bilir." Tarihin en eski çağlarından beri insanlar arasında bir ilâha

tapma eğilimi egemendi. Bu eğilim özellikle sıradan halk kitleleri

arasında barizdi. Bu kitlelerin çoğunluğu putlara tapardı. Tarihî

araştırmalardan elde edilen sonuçlara göre, halk kitleleri bu ilâhlara

kendilerinden kötülüğü gidermeleri ve kendilerine fayda sağlamaları

için tapıyorlardı. Allah'a sırf Allah olduğu için kulluk edenler,

sadece peygamberler ve onların ümmetleri içindeki Allah'a

bağlı seçkinlerdi.

 

İşte bundan dolayı yüce Allah, Peygambere, onlara sıradan insanların

eğilimleri doğrultusunda hitap etmesini emrediyor. Onların

Allah'a kulluk etmekteki sade fıtrî beklentilerine karşılık vermesini

öneriyor. Tıpkı putperestlere hitap ederken kullandığı dili

kullanıyor. On-lara hatırlatıyor ki, insanı Rabbe ibadet etmeye zorlayan

faktör, iyiliğin ve kötülüğün, faydanın ve zararın dizginlerinin

Rabbin elinde olduğunu inancıdır. İnsan, zararın ve faydanın maliki

olduğu için Rabbe kulluk eder. İnsan ona kulluk etmekle zarardan

korunmayı ve faydayı elde etmeyi bekler.

 

Allah'ın dışındaki bütün sözde ilâhlar zararı önleme ve fayda

sağlama adına hiçbir güce sahip değildirler. Çünkü o sözde ilâhlar

kesinlikle Allah'ın mülkünün bir parçasıdırlar ve öz güçten yoksundurlar.

O hâlde nasıl olur da, onlara kulluk sunulabilir ve hem

onların, hem diğer bütün varlıkların maliki olan Allah'a yöneltilen

kulluğa onlar da ortak edilir?!

 

Buna göre, kulluğun sırf Allah'a yöneltilmesi, O'na bu konuda

başka ortak koşulmaması gerekir. Çünkü işitmek ve karşılık vermek

sırf O'na mahsustur. Bu sıfatla O, sıkıntıya düşenlerin kendi

dergâhına yönelttikleri çağrıları işitir ve onlara karşılık verir. Sırf

 

Mâide Sûresi 68-86 ................................................... 101

 

O'dur ki, kullarının ihtiyaçlarını bilir, onlardan gafil kalmaz ve onlarla

ilgili yanlışlık yapmaz. O'nun dışındaki sözde ilâhların bu niteliklere

sahip olması söz konusu değildir. O sözde ilâhlar sadece Allah'ın

verdiği şeylere sahiptirler ve Allah'ın kendilerine bağışladığı

güç oranında güçlüdürler.

 

Bu açıklamadan şunlar ortaya çıkıyor:

 

1- Her ikisi de İsa Peygamberin ve annesinin mümkün (varlığı

zorunlu olmayan) ve muhtaç kullar oldukları mukaddimesine bağlı

olmakla birlikte bu ayetin içerdiği delil bir önceki ayetin içerdiği

delilden farklıdır. Bir önceki ayetin delili şuydu: İsa Peygamber ve

annesi iki muhtaç insan ve Allah'a itaatkâr iki kuldurlar. Bu durumda

olan birinin tapılan ilâh olması söz konusu olamaz. Bu ayetin

delili ise şudur: İsa Peygamber sonradan yaratılmış, muhtaç bir

varlıktır; kendisi Allah'ın mülküdür, zarar ve yarar dokundurma

gücüne sahip değildir. Bu durumda olan kimsenin Allah dışında ilâh

olması ve tapınılması söz konusu olamaz.

 

2- Bu delil, bir ilâha tapan sıradan insanın amacı bakımından

basit anlayışın ve sade aklın kavrayabileceği niteliktedir. Böylesine

sıradan bir insan, zararı gidermek ve fayda elde etmek için ilâh

edinip ona tapar. Bu güç ise, Allah'ın tekelindedir. Başka hiçbir

varlık bu güce sahip değildir. O zaman Allah'tan başkasına tapmanın

hiçbir amacı kalmıyor. O hâlde insanın Allah'tan başkasına

tapmayı reddetmesi gerekir.

 

3- "Size ne zarar ve ne yarar dokundurma gücüne sahip olmayan

şeylere..." ifadesinde, İsa Peygamber akıl sahibi bir varlık

olduğu hâlde, akıl sahipleri için kullanılan "men=kimseler" edatı

değil, aklı olmayan varlıklar için kullanılan "ma=şeyler" edatına

yer verilmesinin sebebi şudur:

 

Bu delil, akıl sahibi olmayan şeylere tapan putperestler için de

gündeme getiriliyor. İsa Peygamberin akıl sahibi bir varlık olması,

delilin eksiksiz olmasını etkileyecek bir faktör değildir. Bu delil, Allah

dışında tapılan bütün muhtemel ilâhlar hakkında eksiksizdir.

Üstelik, Allah dışındaki varlıklar akıl sahibi de olsalar, vücutlarının

diğer yetenekleri ve organları gibi, akılları ve bilinçleri kendilerinden

değildir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın dışındaki

taptıklarınız tıpkı sizin gibi birer kuldurlar. Eğer onlarla

 

102 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ilgili düşünceniz doğru ise çağırın onları da size karşılık versinler

bakalım. Onların yürüyecek ayakları mı var? Tutacak elleri mi

var? Görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var? De

ki: Allah'a ortak koştuğunuz şeyleri yardıma çağırın, sonra hiç

göz açtırmadan bana tuzak kurun." (A'râf, 195)

Ayrıca, "ne zarar ve ne fayda" ifadesinde zarara faydadan önce

yer verilmesinin sebebi, yukarıda değindiğimiz sade fıtratın

mantığına ve tercihine uygun bir sıralama yapmaktır. Çünkü insan

doğası gereği, sahip olduğu nimetleri, elinde olduğu sürece kendi

malı olarak görür. Ne yok olabileceklerini düşünür ve ne elinden

gittikleri takdirde duyacağı elemi tasavvur edebilir. Fakat fiilen

karşılaştığı zarar ile elinden kaçırdığı için acısını yaşadığı kayıp

nimetler ile ilgili durum böyle değildir. O zaman fıtrat, insanı bu

zararı ve kaybı telafi edecek ve kendisine fayda getirecek bir ilâha

sığınması için uyarır. Şu ayetlerde buy-rulduğu gibi:

"İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve

ayaktayken bize yalvarır. Fakat sıkıntısını giderdiğimizde başına

gelen sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi olur." (Yûnus, 12)

"Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra insana bir rahmet

tattırırsak, 'Bu benim hakkımdır.' der." (Fussilet, 50) "İnsana bir

nimet verdik mi yüz çevirir, yan çizer. Fakat ona bir kötülük dokununca

yalvarır durur." (Fussilet, 51)

Bundan şu sonuç çıkıyor: Sıkıntıyla karşılaşmak, fayda elde

etmeye göre insanı inandığı ilâha saygı göstermeye, ona kulluk

etmeye daha kuvvetle sevk eden bir faktördür. İşte bundan dolayı

yüce Allah, "size ne zarar ve ne fayda dokundurma gücüne sahip

olmayan şeylere" ifadesinde zarara menfaatten önce yer vermiştir.

Buna benzer ayetlerde de aynı sıranın gözetildiğini görüyoruz.

Şu ayette olduğu gibi: "Müşrikler Allah'ı bir yana bırakarak hiçbir

şey yaratamayan, kendileri birer yaratık olan, kendilerine ne zarar

ve ne fayda dokundurma gücü bulunmayan, ölüm, yaşama ve

yeniden dirilme kendi ellerinde olmayan ilâhlar edindiler."

(Furkan, 3)

4- "De ki: Allah'ı bırakıp..." ayeti bütünü ile, kulluğu sırf Allah'a

yöneltmenin, bu konuda O'na başkasını ortak koşmamanın gere

 

Mâide Sûresi 68-86 ...................................................... 103

 

ğine delildir. Bu delil, aşağıdaki şekilde özetleyeceğimiz iki delile

çözümlenir:

 

[1-] İlâh edinmek ve Rabbe kulluk etmek, zararı gidermek ve

faydayı elde etmek maksadı ile yapılır. Buna göre, kendisine kulluk

sunulan ilâhın buna gücünün yetmesi gerekir. Bu konuda hiçbir

şeye gücü yetmeyen sözde ilâhlara kulluk sunmak akıl kârı

değildir.

[2-] Yüce Allah ise işitendir, dergâhına yöneltilen çağrıya kulak

verir; ihtiyacın mahiyetini bilendir, bilmemek O'nun için söz konusu

değildir. Fakat O'nun dışındaki varlıklar böyle değildir. O hâlde

O'na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk sunulması gerekir.

 

"De ki: Ey Ehlikitap, dininizde haksız yere aşırılığa kapılmayın."

Peygambere (s.a.a) yönelik bir başka hitaptır. Bu hitapta Allah

ona, kendilerine kitap verilenleri dinleri konusunda aşırılıklara kapılmamaya

çağırmasını emrediyor. Kendilerine kitap verilenlerin,

özellikle de Hıristiyanların bu hastalığa kapıldıkları görülür. Sınırı

aşarak ifrata kaçan kimseye "galî" ["gulüv" kökünden ism-i fail]

denir. Bunun tefrit tarafındaki karşıtına da [ihmalkâr, ağır davranan

anlamında] "kalî" denir.

Yüce Allah'ın indirdiği kitapların açıkladıkları din, tevhidi emreder,

Allah'a ortak koşmayı reddeder, Allah'a ortak koşmayı yasaklar.

Kendilerine kitap verilenler, Yahudi ve Hıristiyan kesimleri

ile genel olarak bu hastalığa yakalanmışlardır. Gerçi bu konuda

Hıristiyanların durumu daha vahim, daha fecidir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yahudiler, 'Üzeyr, Allah'ın

oğludur.' dediler. Hıristiyanlar da, 'Mesih, Allah'ın oğludur.' dediler.

Bunlar, onların ağızlarında geveledikleri (dayanıksız) sözlerdir. (Böyle

demekle) daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar. Allah

kahretsin onları! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! Onlar Allah'ı bir

yana bırakarak âlimlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i ilâh

edindiler. Oysa onlara sadece kendisinden başka ilâh olmayan

bir tek ilâha tapmaları emredilmişti. O, onların koştukları sözde

ortaklardan uzaktır." (Tevbe, 30-31)

Gerçi bugünün Yahudilerinin Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu

söyledikleri görülmüyor. Fakat ayet, indiği asırda onların bu sözü

söy-lediklerine tanıklık ediyor.

 

104 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Anlaşılan, bu onursal bir unvandı. Üzeyr, Yahudilere hizmet etmiş-

ti. Babil esaretinden sonra tekrar Urşelim'e (Beyt'ül-Makdis'e)

dön-melerine yardımcı olmuştu. Buhtunnussar istilası sırasında

kaybolan Tevrat'ı tekrar toplamıştı. Bu hizmetlerinin karşılığı olarak

ona onursal bir unvan olarak Allah'ın oğlu unvanını vermişlerdi.

Tıpkı günümüz Hıristiyanlarının babalığı onursal bir unvan olarak

kullandıkları ve papalara, patriklere ve keşişlere baba dedikleri

gibi. (Pap ve papa, baba demektir.) Nitekim yüce Allah, "Yahudiler

ve Hıristiyanlar, 'Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz.' dediler."

(Mâide, 18) buyuruyor.

Hatta ikinci ayet, yani "Onlar Allah'ı bir yana bırakarak âlimlerini,

rahiplerini ve Meryem oğlu İsa Mesihi ilâh edindiler." (Tevbe,

31) ifadesi, buna delâlet ediyor bile. Çünkü burada İsa Peygamberin

adı geçiyor, fakat Üzeyr'in adı geçmiyor. Dolayısıyla ayet, onun

"alimlerini, rahiplerini" ifadesinin kapsamına girdiğine, onların âlimlerine

olduğu gibi Üzeyr'e de Allah'ın oğlu unvanını verdiklerine

delâlet ediyor. Yukarıda söylediğimiz gibi bu arada özellikle

Üzeyr'in adını anmalarının sebebi, ona kendilerine yaptığı hizmetlerinden

dolayı özellikle teşekkür etmek istemiş olmalarıdır.

Sözün kısası; Yahudilerin ve Hıristiyanların peygamberlerini,

âlimlerini ve rahiplerini ilâh yerine koyarak onlara karşı Allah'tan

başkasına karşı sergilenmesi caiz olmayan bir huzu sergilemeleri,

dinleri konusunda saplandıkları bir aşırılıktır ki Allah, Peygamberinin

dili ile onlardan buna son vermelerini istiyor.

Dinde aşırılığın "haksızlık"la kayıtlandırılması -ki aşırılık mutlaka

haksız olur- pekiştirme amacını taşır. Ayrıca aşırılığın kaçınılmaz

sonucunu aşırılıkla birlikte zikretme (lâzımı melzumla birlikte

zikretme) isteğine dayanır. Böylece uyarıya muhatap olanların

bu gerçeği göz ardı etmemeleri amaçlanmıştır. Çünkü aşırılığa

düşenler aşırılığa düşerlerken bu gerçeği göz ardı etmiş veya göz

ardı etmiş gibi davranmışlardı.

Baba unvanını bütün maddî ve cismanî noksanlıklarından soyutlayarak

sırf yoktan var edici ve yetiştirici anlamında her türlü

eksiklikten münezzeh olan Allah'a ıtlak etmenin, aynı şekilde oğul

kelimesini analitik soyut anlamında (Allah'ın yaratıklarından biri

hakkında) kullanmanın aklen hiçbir engeli olmasa da şeriat buna

 

Mâide Sûresi 68-86 ........................................................ 105

 

izin vermez. Çünkü yüce Allah'ın isimleri sayılı ve belirlidir. Eğer

O'na değişik isimler takmak serbest olursa, bundan birçok sakıncalar

doğar.

Yahudiler ve Hıristiyanların özellikle de Hıristiyanların kilise

önderlerinin baba ve oğul unvanlarını Allah ile

irtibatlandırmalarından yüz yıllar boyunca doğan ve günümüzde

de etkisini sürdüren sakıncalar bu konuda yeterli bir örnektir.

"Ve önceden sapıtmış, birçoklarını saptırmış ve düz yoldan şaşmış

olan bir kavmin keyfî isteklerine uymayın." Ayetin akışından anlaşıldığına

göre burada nefsani isteklerine uyulması yasaklanan kavimden

maksat, kendilerine uyulan, görüşlerine ve emirlerine itaat

edilen kimselerdir. Buna göre, bunların sapıtmış olmaları, kendi

görüşlerine bağlılıkları yüzünden olurken birçoklarını saptırmış

olmaları da başkalarının onlara uymaları yolu ile gerçekleşmektedir.

Düz yoldan şaşmış olmaları ise, kendi sapmalarının ve başkalarını

saptırmalarının sonucudur. Bu, sapıklık üstüne sapıklıktır.

Yine ayetin akışından anlaşıldığına göre, bu kavimden maksat

put-perestlerdir. Çünkü ayetin akışından anlaşılan, sadece Peygamberimizin

(s.a.a) zamanındaki Ehlikitab'a değil, bütün zamanların

Ehlikitabı-na yöneliktir. Eğer hitap sadece Peygamberimizin

zamanındaki Ehli-kitab'a yönelik olsaydı, ayetin sonraki

Ehlikitab'a eski atalarına uymayı yasakladığı düşünülebilirdi. [Fakat

hitap bütün zamanların ki-tap ehline yönelik olduğu için uyulmaması

istenenlerin putperestler ol-duğu sonucu çıkıyor.]

"Yahudiler, 'Üzeyr, Allah'ın oğludur' dediler. Hıristiyanlar da

'Mesih, Allah'ın oğludur' dediler. Bunlar onların ağızlarında

geveledikleri (dayanaksız) sözlerdir. (Böyle demekle) daha

önceki kâfirlere özeniyorlar." (Tevbe, 30) ayeti de bu ihtimali

güçlendirmekte, hatta ona delil oluşturmaktadır.

Böylece burada, Kur'ân'ın işaret ettiği bir tarihî analiz gerçeği

ile karşı karşıyayız. Bu tarihî gerçek şudur: Babalık ve oğulluk gibi

sapık dogmalar Yahudilerin ve Hıristiyanların inanç sistemlerine

kendilerinden önce yaşamış putperestler tarafından sızmıştır. Bu

kitabın üçüncü cildinde Âl-i İmrân suresinde yer alan Hz. İsa ile ilgili

hikâyelerin incelenmesi sırasında bu görüşün, Hind ve Çin'deki

Brahman ve Budist putperestlerin sözleri ve görüşleri arasında yer

 

106 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

aldığını belirtmiştik. Eski Mısırlılar ile diğer putperestler arasında

da bu tür sapık görüşlere rastlanmıştır. Ne var ki bu görüş, kitaplı

dinlere kendi davetçilerinin eliyle dinî bir kılıfa sokularak sızdırılmıştır.

Böylece tevhit dini ismini taşıyan bir putperestlik ortaya

çıkmıştır.

"İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle

lânetlendi... Yaptıkları ne kötü bir şeydi!" Bu ayetlerde,

İsrailoğullarından kâfir olanların kendi peygamberlerinin dili ile

lânetlendiği bildiriliyor. Burada, bu ayetlerde Allah'ın kâfir olduklarını

bildirdiği Yahudilere yönelik bir tariz vardır. Onların kendi peygamberlerinin

bedduası ile lânetlendikleri belirtiliyor. Buna gerekçe

olarak da, onların kendi peygamberlerine karşı gelmeleri ve sürekli

Allah'ın sınırlarını çiğnemeleri gösteriliyor. "Onlar, işledikleri

kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı." ifadesi, "ve sınırları

çiğniyorlardı." ifadesinin açıklaması mahiyetindedir.

 

"Onların çoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün..." Bu ifade,

onların Allah'ın koyduğu sınırları çiğnediklerini gösteren somut bir

örnek veriyor. Çünkü onlar eğer gerçek anlamda dinlerine değer

verselerdi, ona bağlı olurlar ve onun çizdiği sınırları çiğnemezlerdi.

Bunun gereği tevhit inancına bağlı olanları dost edinip Allah'ı inkâr

edenlerden uzak durmalarıdır. Çünkü bir toplumun kutsal değerlerinin

düşmanları aynı zamanda o toplumun da düşmanlarıdır. Eğer

o toplum, kutsal değerlerinin düşmanlarını sever, dost edinirse

bu tutum, o toplumun kutsal değerlerinden yüz çevirdiğini, onlardan

koptuğunu gösterir. Çünkü düşmanın dostu düşmandır. Bunun

arkasından onlar, "Kendilerinin kendileri için hazırladıkları

şey, ne kötüdür." ifadesi ile yeriliyorlar.

Kendileri için hazırladıkları şeyden maksat, nefislerinin arzusuna

uyarak kâfirleri dost edinmektir. Bu davranışın karşılığı ve

cezası şu oldu: "Allah onlara gazap etmiş ve sürekli azapta kalıcıdırlar."

Bu ayette davranışın sonucu ve cezası davranışın kendisi

yerine konmuştur. Bununla da adamların bu davranışı yapmakla

sanki bu davranışın cezasını kendileri gerçekleştirmiş, hazırlamış

oldukları vurgulanıyor.

 

"Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve ona indirilene inansalardı, onları

(kâfirleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasık (yoldan çıkmış)

kimselerdir." Yani, şu kendilerine kutsal kitap verilenler Allah'a,

 

Mâide Sûresi 68-86 ............................................................ 107

 

Muhammed Peygambere (s.a.a) ve ona indirilen kutsal kitaba veya

örneğin kendi peygamberleri Musa'ya ve örneğin ona indirilen

Tevrat'a inansalardı, o kâfirleri dost edinmezlerdi. Çünkü iman, diğer

sebepleri etkisiz hâle getirir. Fakat onların çoğu fasık, yani

iman etmemekte inatla direnen kimselerdir.

Tefsirciler bu ayet için başka bir yorum tarzını muhtemel görmüşlerdir.

Buna göre, "kanû" ve "yuminûne" fiillerindeki zamirler

ile "ittehazûhum" ifadesindeki "hum" zamiri, (bir önceki ayetteki)

"ellezî-ne keferû=kâfirleri" ibaresine dönüktür. O zaman ayetin anlamı

şöyle olur: "Eğer Ehlikitab'ın dost edindiği o kâfirler Allah'a,

Peygambere ve Kur'ân'a inansalardı, Ehlikitap onları dost

edinmezdi. Onları dost edinmelerinin sebebi, onların kâfir olmasıdır."

Bu yorum tarzı haddi zatında sakıncasız olsa da "Fakat onların

çoğu fasık (yoldan çıkmış) kimselerdir." ifadesindeki söz akışı

değişmesi ile uyuşmaz.

"İnsanlar arasında müminlere düşmanlıkta en şiddetli olanların,

Yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu görürsün. Müminlere sevgice

en yakın olanların da, 'Biz Hıristiyanız' diyenler olduğunu görürsün."

Daha önceki ayetlerde genel olarak Ehlikitab'ın ortak kötülükleri

ile bunların bazı kesimlerinin özel kötülükleri açıklanmıştır. Meselâ

Yahudilerin "Allah'ın eli kolu bağlıdır." şeklindeki ve Hıristiyanların,

"Allah Meryem oğlu Mesih'tir." biçimindeki sözleri hatırlatılmıştır.

Bu ayetlerde ise, bu iki gruptan her birinin müminlere ve müminlerin

dinlerine karşı takındıkları özel tavırlarına dikkat çekilmiş,

bunların tutumlarına müşriklerin tutumu da eklenmiştir. Böylece

Müslüman olmayan ümmetlerin İslâm ile aralarındaki yakınlık

ve uzaklık konusu hakkında son söz söylenmiştir.

Bu son söz şudur: Hıristiyanlar, bu ümmetlerin sevgice Müslümanlara

en yakın olanı ve İslâm'ın hak çağrısına kulak vermeye

en yatkın olanıdırlar.

 

Hıristiyanların, Müslümanlara en çok sempati besleyen kesim

olarak sayılmalarının gerekçesi, bir sonraki "Peygambere indirileni

işittikleri zaman, gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden

yaşlar akarken..." ayetinde anlaşılacağı üzere bunların arasında

Peygambere (s.a.a) iman edenlerin bulunmasıdır. Fakat

eğer bir grup Hıristiyan'ın iman etmiş olması onların bütünü hak

 

108.................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

kındaki bu iyimser yaklaşımı haklı çıkarabilseydi, Yahudilerin ve

müşriklerin de Hıristiyanlar gibi sayılmaları ve onlar için de aynı iyimser

yaklaşımın benimsenmesi gerekirdi. Çünkü Yahudilerden

bir grup da Müslüman olmuştu. Abdullah b. Selâm ve arkadaşları

gibi. Arap müşriklerinin bir bölümü de Müslüman olmuştu. Üstelik

bunlar o günkü Müslüman nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlardı.

O hâlde Hıristiyanlara, "Peygambere indirileni işittikleri zaman..."

ayeti gibi bir ifade ile özellik tanınıp Yahudiler ile müşriklere

böyle bir özellik tanınmaması, Hıristiyanların İslâm çağrısını güzel

bir şekilde karşıladıklarını ve Peygamberin davetine icabet ettiklerini

gösterir. Oysaki onlar dinlerine bağlı kalıp cizye vermek ile

İslâm'ı kabul etmek veya savaşmak şıkları arasında serbest

bırakılmışlardı.

 

Ama müşriklerin durumu böyle değildi. Onlardan kabul edilebilecek

tek davranış, İslâm çağrısını kabul etmekti. Bu yüzden onlardan

çok kişinin iman etmesi, bu çağrıyı güzel bir şekilde karşıladıklarını

göstermez. Üstelik onların Peygamberimize (s.a.a) çektirdikleri

eziyetler, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve kabalıklar

bilinmektedir.

 

Yahudiler de öyle. Onlar da tıpkı Hıristiyanlar gibi dinlerine

bağlı kalıp Müslümanlara cizye verme arasında serbest bırakıldıkları

hâlde Müslümanlara tepeden bakmayı sürdürdüler, taassuplarını

pekiştirdiler, hilelere ve entrikalara başvurdular, verdikleri sözleri

çiğnediler, Müslümanlara karşı hep fırsat kolladılar, onlara

hep ıstırap ve acı tattırdılar.

 

Hıristiyanlar ile Peygamberimiz (s.a.a) ve İslâm çağrısı arasındaki

bu yakınlık ve buna karşılık Yahudiler ile müşriklerin sergiledikleri

serkeşlik ve taassup Peygamberden sonra da aynen devam

etti. Daha sonraki yüzyıllarda birçok Hıristiyan grup İslâm'ın çağrısını

kabul ederken Yahudiler ile putperestlerden Müslüman olanlar

az sayıda kaldılar. Bu kesimlerin ayette sözü edilen özelliklerini

tarih boyunca sürdürmeleri Kur'ân'ın onlar hakkındaki hükmünün

doğruluğunu kanıtlamaktadır.

 

Bilindiği gibi, "İnsanlar arasında müminlere düşmanlıkta en

şiddetli olanların..." ayeti, genel bir kuralı özel bir hitap çerçevesinde

ifade ediyor. Bunun benzeri, daha önceki "Onların çoğunun

 

Mâide Sûresi 68-86 .......................................... 109

 

kâfirleri dost edindiklerini görürsün." ve "Onların çoğunun günaha...

koştuklarını görürsün." ayetleridir.

"Bu, onların arasında keşişler ve rahiplerin varolmasından ve onların

büyüklük taslamadıklarından dolayıdır." Ayette geçen "kıssîs" kelimesi

"keşiş" kelimesinin Arapçalaştırılmış biçimidir. Yine ayette

yer alan "ruhban" kelimesi "rahib" kelimesinin çoğuludur, bazen

tekil olarak da kullanılır. Ragıp İsfahanî şöyle diyor:

"Rehbet ve Ruhb, sakınmayla birlikte olan korku demektir...

Terehhub, tapınma demektir. Rehbaniyet (ruhbaniyet), aşırı korkudan

kaynaklanan tapınmada çok ileri gitmek anlamına gelir.

Yüce Allah 'Onların uydurduğu rehbaniyet...' diye buyurmuştur.

'Ruhban' kelimesi hem çoğul, hem de tekil olarak kullanılır. Onu

tekil olarak kullananlar çoğulunu 'rehabîn' şeklinde getirirler."

(Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Yüce Allah, Hıristiyanların müminlere en çok yakınlık gösteren,

en fazla sempati besleyen kesim olmalarını, Yahudilerde ve

putperestlerde bulunmayan şu üç sebep ile izah ediyor: 1) Hıristiyanlarda

âlimler vardır. 2) Hıristiyanlarda rahipler ve zahitler vardır.

3) Hıristiyanlar büyüklük taslayan ve başkalarını hor gören bir

kesim değildirler. Bunlar onların mutluluğu elde etmeye hazırlıklı

olmalarının anahtarlarını oluştururular.

Söylemek istediğimiz şudur: Dinî hayatın mutluluğu, ilme dayalı

salih amel ile gerçekleşir. Başka bir deyişle bu mutluluk, hakkın

kabul edilmesi ve buna uygun amellerin yapılması demektir.

Bunun için dinin hakikatinin yani hak dinin idrak edilmesini sağlayacak

bilgiye ihtiyaç vardır.

Hakka uygun amel etmeye hazır hâle gelmek için hakkı idrak

etmek tek başına yeterli değildir. İnsanın nefsindeki iyi amel

yapmayı engelleyen niteliğin de ortadan kalkması gerekir. Bu engel,

taassup ve benzeri sebeplerle büyüklük taslayarak haktan yüz

çevirmektir. İnsan eğer faydalı bilgi ile donanır ve hakka karşı büyüklük

taslamayı bırakıp hakka karşı insaflı davranmayı ilke edinirse,

hak uyarınca amel etmeye hazır hâle gelir.

Yalnız bunun için ortamın buna ters olmaması şarttır. Çünkü

ameller ve davranışlarda ortamın davranışa uygunluğunun etkisi

büyüktür. Toplumun genelinin bütünü birtakım davranışları be

 

110 ........................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

nimsemesi, fertlerini onlara uygun şekilde yetiştirmesi ve fertlerin

bu kalıplaşmış davranışları gelenek hâline getirerek nesilden

nesile aktarması durumunda, bu davranışlar mutluluğu bozan zararlı

davranışlar olsa bile, fertler bunların üzerinde düşünmeye, onları

irdelemeye ve onlardan kurtulmaya fırsat bulamaz.

 

Yararlı davranış kalıpları için de aynı şey söz konusudur. Eğer

yararlı ve iyi işler bir toplumda yerleşirse, fertlerin onları bırakması

zor olur. Nitekim "Alışkanlık, ikinci bir tabiattır." denmiştir. Bundan

dolayı bir ferdin eskiye aykırı ilk davranışı yapması son derece

zordur. Aynı zamanda bu ilk aykırı davranış, ferde böyle yapmanın

mümkün olduğunu gösterir. Sonra bu aykırı davranışın her tekrar

edilişi, işi kolaylaştıran ve zorluğun oranını düşüren yeni bir adım

olur.

 

Bu nedenle insan, herhangi bir davranışın yararlı ve hak olduğunu

kavrayıp hakka karşı gelip büyüklük taslama duygusunu yenerek

içindeki inatı söküp attığında, onun için en etkili destek, bir

başkasının o davranışı yaptığını görmek ve böylece kendisinin aynı

davranışı yapabileceğini anlamaktır.

 

Bundan şu anlaşılıyor: Bir toplumun hakkı kabul etmeye hazır

hâle gelebilmesi için öncelikle hakkı bilen ve öğreten âlimlere sahip

olması gerekir. Arkasından hakka uygun davranan öncü kişilerin

bulunması gerekir. O sayede sıradan halk, o davranışın yapılabileceğini

kavrar ve güzel olduğunu görür. Bunların yanı sıra sıradan

halkın, hak ortaya çıktığında ona boyun eğmeye, ondan yüz

çevirmemeye alışması gerekir.

 

İşte bundan dolayı yüce Allah, Hıristiyanların dinin hak çağrısını

kabul etmeye yakın olmalarının gerekçesi olarak onların arasında

keşişler ile rahiplerin bulunmasını ve onların büyüklük taslamadıklarını

gösteriyor. Buna göre onların arasında kendilerine

hakkın ve dinî bilgilerin önemini sürekli olarak sözle hatırlatan ilim

adamları bulunduğu gibi onlara Rablerinin yüceliğini, dünyevî

ve uhrevî mutluluklarının önemini amelleri ile hatırlatan rahipler

de vardır. Ayrıca onlar hakkı kabul etmeyi engelleyen serkeşlikten

de uzaktırlar.

 

Yahudilere gelince, gerçi onların arasında da bilgi sahibi din

adamları vardır. Ama onlar serkeş ve gururludurlar. İnatları ve

 

Mâide Sûresi 68-86 ........................................... 111

 

kendilerini üstün görmeleri, hakkı kabul etmeye hazır hâle gelmelerine

imkân vermiyor.

Müşriklere gelince, onlar hem ilim adamlarından ve zahit kişilerden

yoksundurlar, hem de kendini beğenmişlik illetinin pençesindedirler.

"Peygambere indirileni (Kur'ân'ı) işittikleri zaman, gerçeği tanımalarının

sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediklerini

görürsün..." "Fâzet'il-aynu bi'd-dem'i" demek, "Gözden yaşlar boşandı."

demektir. "Min'ed-dem'i" ibaresindeki "min" edatı başlangıç,

"mim-ma" ibaresindeki kaynak, "min'-el-hakkı" ibaresindeki

ise, açıklama anlamı taşır.

"Rabbimizin bizi iyi kullar arasına katacağını umarken Allah'a ve bize

gelen gerçeğe niçin inanmayalım?" Bu ayette yer alan "yudhilena"

fiili "ca'l" anlamını içeriyor gibidir. Bu yüzden "maa" edatı aracılığı

ile müteaddi (geçişli) fiil yapılmıştır. Ayetin anlamı "Rabbimizin bizi

salihlerle beraber kılarak bizi onların arasına katacağını umarken..."

şeklindedir.

Hıristiyanların bize Allah tarafından nakledilen bu davranışları

ve sözleri onların müminlere daha çok sempati duydukları yolundaki

ilâhî açıklamayı doğruluyor. Ayrıca bu davranışları ve sözleri,

aralarında faydalı bilgi ile iyi amellerin bulunduğuna ve hakka boyun

eğmiş insanlar olduklarına kesinlik kazandırıyor. Çünkü onların

arasında keşişler ve rahipler vardı ve onlar büyüklük

taslamıyorlardı.

"Böylece Allah onları bu sözlerinden dolayı... ödüllendirdi. Bu, iyi kulların

mükâfatıdır. Kâfir olup... onlar cehennemliktirler." "İsâbe" karşılık

vermek, ödüllendirmek demektir. İlk ayette onların mükâfatı, ikinci

ayette ise, onlara ters düşenlerin cezası anlatılıyor. Bu anlatımda

bütün şıklar karşıtlık ilkesi gözetilerek ele alınmıştır.