Mâide Sûresi'nin Devamı
Mâide Sûresi 55-56 ........................................................................ 5
55- Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve
rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir.
56- Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü edilen müminleri veli
edinirse, (bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir.
Görüldüğü gibi bu iki ayet Ehlikitab'ı ve kâfirleri veli edinmeyi
yasaklayan ayetler arasında yer alıyor. Bundan dolayı Sünnî tefsircilerin
bir bölümü, bu iki ayetin önceki ve sonraki ayetlerle aynı
anlamı paylaştıklarını düşünerek hepsini aynı anlamda saymışlardır.
Bu ortak anlam, müminlerin yardımcı anlamında şahısları
veli edinme konusun-daki görevlerini açıklıyor ve Yahudileri, Hıristiyanları
ve kâfirleri veli edinmeyi yasaklıyor, veliliği sadece Allah'a, Peygamberine
(s.a.a) ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât
veren müminlere mahsus kılıyor. Çünkü bunlar gerçek müminlerdir.
Böylece münafıklar ile kalplerinde hastalık olanlar dışarıda
bırakılarak gerçek müminlerin veliliğinin gerekliliği vurgulanıyor.
Buna göre bu ayet,
"Allah müminlerin velisidir." (Âl-i İmrân, 68)"Peygamber, müminler üzerinde kendilerinden daha çok yetki
sahibidir."
(Ahzâb, 6) "Onlar birbirlerinin velileridirler." (Enfâl, 72)"Mümin erkekler ve kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyiliği emreder,
kötülükten sakındırırlar."
(Tevbe, 71) ayetleri ile aynı anlamıtaşır. Dolayısıyla bu ayet, yardımcı olma anlamında Allah'ın, Peygamberinin
ve müminlerin müminler üzerinde velâyeti bulunduğunu
ifade etmektedir.
Bu durumda ayette açıklanması gereken tek bir nokta kalıyor.
O da,
"zekât veren" ifadesiyle bağıntılı olan "rükû hâlinde iken "şeklindeki hâl cümlesidir. Bu problem "rükû" kelimesinin mecazî
anlamda kullanıldığını kabul etmekle ortadan kalkar. Bu mecazî
anlam, mutlak anlamda yüce Allah'a boyun eğmek veya yoksulluk
6 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
gibi sebeplerle düşük durumda olmaktır. O zaman ayetin anlamı
şöyle olur: Sizin velileriniz (yardımcılarınız) Yahudiler, Hıristiyanlar
ve münafıklar değildirler. Sizin velileriniz (yardımcılarınız) Allah,
O'nun Resulü ve namaz kılan, zekât veren ve bütün bu durumlarda
Rablerine boyun eğerek O'nun emirlerine kayıtsız şartsız uyan
veya geçim darlığı çeken fakirler oldukları hâlde zekât veren müminlerdir.
Fakat bu iki ayet ile öncesi ve sonrasındaki ayetlere, ayrıca
surenin bütününe yönelik irdeleyici ve dikkat yoğunlaştırıcı bir
inceleme, bizi sözünü ettiğimiz tefsircilerin söylediklerinin tersine
sonuçlara gö-türür. Onların sözlerindeki ilk yanlış, bu ayetler
arasında anlam birliği olduğu, ayetlerin yardımcı olma
anlamındaki veliliğe değinerek bunun hangisinin doğru ve
hangisinin yanlış olduğunu ayırt ettiği yolundaki açıklamalarıdır.
Çünkü bu surenin Peygamberimizin son günlerinde, Veda
Haccı sırasında indiği gerçek olmakla birlikte, diğer bir gerçek de
onun bütün ayetlerinin hep birlikte inmemiş olmasıdır. Onun içindeki
bazı ayetlerin bundan daha önce indiği şüphesizdir. Bunun
kanıtı, o ayetlerin içerikleridir.
Ayrıca bu ayetlerin iniş sebeplerine ilişkin aktarılan rivayetler
de bunu desteklemektedir. Dolayısıyla ne bir ayetin bir ayetin öncesinde
veya sonrasında yer alması, o ayetler arasında anlam bütünlüğüne
delil sayılabilir, ne de iki ayet arasında belirli bir münasebetin
olması, o ayetlerin birlikte indiklerine veya anlamları arasında
bütünlük olduğuna delil teşkil eder.
Üstelik bir de şu var: Bu ayetlerin öncesindeki ayetler, yani
"Eyinananlar, Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin
velileridirler."
diye başlayan ayetler, müminlere Yahudilerive Hıristiyanları veli edinmeyi yasaklamakta, münafıkları ve kalplerinde
hastalık olanları onlara doğru koşmakla, onların tarafını
tutmakla suç-lamakta, fakat Yahudilere ve Hıristiyanlara herhangi
bir hitap yöneltmemekte, onlara herhangi bir mesaj vermemektedir.
Buna karşılık bu iki ayetin sonrasında yer alan ayetlerde, yani
"Ey iman edenler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilenlerden
ve kâfirlerden dinlerinizi alaya alanları, eğlence konusu ya
Mâide Sûresi 55-56 ............................................................... 7
panları veli edinmeyin..."
diye başlayan ayetlerde durum böyledeğildir. Bu ayetler, Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyi yasakladığı
gibi, onların durumunu ele alarak kendilerine hitap edilmesini
emrediyor, sonra da onları münafıklık ve fasıklıkla
suçluyor. Görülüyor ki, bu iki ayetin öncesinde ve sonrasında yer
alan ayetlerin amaçları farklıdır. Böyleyken nasıl olur da aralarında
anlam bütünlüğü olabilir?!
Bir de şu var:
"Ey inananlar, Yahudileri ve Hıristiyanları veliedinmeyin..."
diye başlayan ayetleri incelerken gördük ki, yardımcıolma anlamındaki velilik bu ayetlerle bağdaşmaz; bu ayetlerdeki
özellikler ve kullanılan öğeler, özellikle
"Onlar birbirlerinin velileridirler."ve
"Sizden kim onları veli edinirse, onlardandır." ifadeleriyardımcılık anlamındaki velilikle uyuşmaz. Çünkü iki kavim arasında
yardımlaşma anlaşması yapılması, o kavimlerden birinin diğerinden
olmasını, o kavimden sayılmasını gerektirmediği gibi,
böyle bir anlaş-mayı yasaklamanın gerekçesi olarak, o falanca
kavmin fertleri birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır, demek de yerinde
olmaz.
Fakat sevgi anlamındaki velilik anlaşması yapmak böyle değildir.
Çünkü bu tür bir anlaşma, taraflar arasında psikolojik ve
ruhsal kaynaşmayı gerektirir, taraflardan birinin diğerinin hayatî
meselelerinde ruhsal ve fiziksel tasarrufta bulunmasını mubah hâle
getirir, iki toplumu ahlâkta ve davranışlarda birbirine yaklaştırarak
bu toplumların kendine özgü özelliklerini giderir.
Şu da var ki, Peygamberimizi (s.a.a) yardımcı anlamında müminlerin
velisi saymak caiz değildir. Bunun tersi doğrudur. Çünkü
yüce Allah'ın önemle üzerinde durduğu ve Kur'ân'ın birçok ayetinde
sözünü ettiği bu yardım, din konusundaki yardımdır. Bu durumda,
dinin yasamacısı ve kanınlarının koyucusu olduğu için,
'Din Allah'ındır' denebilir.Bunun sonucu olarak Peygamberimiz veya
müminler ya da her ikisi Allah'ın dinine yardım etmeye çağrılırlar veya Allah'ın
koyduğu din hususunda Allah'ın yardımcıları olarak adlandırılırlar.
Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:
"Havarîler, 'Biz Allah'ınyardımcılarıyız' dediler."
(Saff, 14) "Eğer siz Allah'a yardım ederseniz,Allah da size yardım eder."
(Muhammed, 7) "Allah peygamberlerdensöz aldı ki, ... ona inanacaksınız ve ona yardım edeceksi
8 .................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
niz."
(Âl-i İmrân, 81) Bu anlamda daha birçok ayet vardır.Aynı şekilde örneğin dine çağırdığı, onu tebliğ ettiği için 'Din
Peygamberindir' veya biri yasamacı, diğeri yol gösterici olması
hasebiyle, 'Din Allah'ın ve Peygamberinindir' de denebilir. Bunun
sonucu olarak insanlar dine yardım etmeye çağrılır veya dine
yardım ettikleri gerekçesi ile müminler övülür. Şu ayetlerde
olduğu gibi:
"Onlar ki, onu korudurlar ve ona yardım ettiler." (A'râf,157)
"Onlar ki, Allah'a ve Peygamberine yardım ederler..." (Haşr, 8)"Onlar ki, barındırdılar ve yardım ettiler..."
(Enfâl, 72) Bu anlamdadaha birçok ayet vardır.
Yine dinin hükümleri ile yükümlü oldukları ve o hükümlerle
amel ettikleri için, 'Din Peygamberin ve müminlerindir.' de denebilir.
Bu durumda da yüce Allah'ın onların velisi ve yardım edicisi olduğu
ifade edilir. Şu ayetlerde olduğu gibi:
"Hiç şüphesiz, Allahkendisine yardım edenlere yardım eder."
(Hac, 40) "Biz peygamberlerimizeve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin (şahitlik
için) ayağa kalktıkları gün mutlaka yardım ederiz."
(Mü'min, 51)"Müminlere yardım etmek bizim üzerimize borçtur."
(Rûm, 47) Buanlamda başka ayetler de vardır.
Fakat herhangi bir bakımdan dini müminlere tahsis etmek, o
konuda müminleri temel kabul edip Peygamberimizi dışarıda
tutmak, sonra da onu o konuda müminlerin yardımcısı saymak
doğru değildir. Çünkü Peygamberimizin müminlere en güzel şekilde
ortak olmadığı, en iyi şekilde pay sahibi olmadığı hiçbir dinî
üstünlük yoktur. Bundan dolayı Kur'ân'da Peygamberimizin (s.a.a)
müminlerin yardımcısı olduğunu ifade eden bir tek ayet bile yoktur.
İlâhî kelâm, o benzersiz edebini gözetmeyi ihmal etmekten
münezzehtir.
Bu gerçek, Kur'ân'da Peygamberimize izafe edilen veliliğin tasarruf
yetkisi veya sevgi ve muhabbet anlamına geldiğinin en güçlü
delillerindendir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:
"Peygamber,müminler üzerinde kendilerinden daha çok yetki sahibidir."
(Ahzâb, 6)
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."(Mâide, 55)
Görüldüğü gibi hitap, müminlere yöneltilmiştir. Azönce de belirtildiği üzere, Peygamberi müminlerin yardımcısı anlamında
onların velisi saymanın bir anlamı yoktur.
Mâide Sûresi 55-56 ............................................................. 9
Bu dediklerimizden şu sonuç ortaya çıktı:
"Sizin veliniz ancakAllah, O'nun Resulü..."
diye başlayan iki ayetin, öncesindeki ayetlerinyardımcı olma anlamındaki veliliğe değindikleri farz edilirse,
bu iki ayetin içeriği o ayetlerin içeriği ile aynı değildir. İkinci ayetin
sonundaki,
"...galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir." cümlesisakın seni yanıltmasın. Çünkü galibiyet, yardım anlamındaki
velâyetle uyuştuğu gibi, tasarruf velâyeti ve aynı şekilde sevgi ve
muhabbet velâyetiyle de bağdaşır. Çünkü din mensuplarının nihaî
hedefi olan dinî galibiyet, müminlerin herhangi bir vesile ile Allah-
'a ve Peygambere bağlanmaları ile gerçekleşir.
Yüce Allah açık vaadi ile bu gerçeği müminlere duyurmuştur.
Şu ayetlerde olduğu gibi:
"Allah, 'Ben ve peygamberlerim mutlakagalip geleceğiz' diye yazdı."
(Mücâdele, 8) "Gönderilen peygamberkullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine
yardım edilecek ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur."
(Sâffât, 173)
Üstelik, Şiî ve Sünnî kanallardan gelen çok sayıdaki rivayete
göre, bu iki ayet namaz sırasında yüzüğünü sadaka olarak veren
Hz. Ali hakkında inmiştir. Buna göre, bu iki ayet genel değil, özel
anlamlıdır. Bu konudaki rivayetlerin büyük bir kısmını inşaallah
ayetleri hadisler ışığında incelerken nakledeceğiz.
Eğer çokluklarına ve yoğunluklarına rağmen bu tür rivayetler
ayetlerin tefsirinde iniş sebebi olarak kabul edilmeyecek ise, hiçbir
ayette hiçbir iniş sebebine dayanmak doğru olmaz. Bu açıktır.
Dolayısıyla bu iki ayeti genel anlamlı sayarak müminlerin birbirlerinin
velileri olduklarını ifade ettiğini söylemenin hiçbir dayanağı
yoktur.
Evet, bazı tefsirciler bu rivayetlere itiraz etmişler. Oysa bu kadar
çok sayıdaki rivayete itiraz etmeleri yersizdir. İleri sürdükleri itirazlar
şunlardır:
1) Bu rivayetler, bu ayetlerin yardımcı olma anlamındaki velilikle
ilgili zahirî içeriği ile çelişir. Bu noktaya yukarıda işaret edilmişti.
2) Bu rivayetler, çoğul kipi kullanıldığı hâlde tekilin kastedilmiş
olmasını gerektirir. Çünkü bu rivayetlere dayanıldığı takdirde,
"... namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminler"
den
10 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Hz. Ali'nin kastedildiği kabul edilecektir ki, dil kuralları böyle bir
tefsire müsait değildir.
3) Bu rivayetler, zekâttan maksadın yüzüğü sadaka olarak
vermek olmasını gerektirir ki, buna zekât adı verilemez.
Sözü edilen tefsirciler şöyle demişler: Buna göre, ayeti genel
anlamlı saymalı ve burada "kasr'ul-kalp" veya "kasr'ul-ifrad" sanatının
söz konusu olduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü münafıklar
Ehlikitab'ın yardımına koşuyorlar ve bunu vurguluyorlardı. Bu sebeple
yüce Allah, onları böyle davranmaktan sakındırdı ve onların
velilerinin (yardımcılarının) Ehlikitap ve münafıklar değil, Allah,
O'nun Resulü ve gerçek müminler olduğunu ifade etti. Bu durumda
tek bir problem kalıyor. O da bu anlamın
"ve rükû hâlinde iken"ifadesi ile bağdaşmamasıdır. Bu problem de "rükû" kelimesinin
Allah'a boyun eğme veya fakirlik ve düşük durumluluk şeklinde
mecazî anlamda yorumlanması ile ortadan kalkar. İşte söz
konusu tefsircilerin ileri sürdükleri itirazlar ve bu itirazlar ile ilgili
açıklamaları bunlardır.
Fakat bu ve benzeri ayetleri incelemek, ileri sürülen açıklamaları
tümü ile geçersiz kılmaktadır.
Önce bu ayetin yardım anlamındaki veliliği ifade eden bir anlatım
içinde yer aldığı, dolayısıyla bu anlamda yorumlanması gerektiği
tezini ele alalım. Daha önce belirtildiği üzere bu ayetlerin
maksadı asla bu değildir. Eğer daha önceki ayetlerin yardım anlamındaki
veliliği ele aldıkları farz edilse bile, bu ayet o ayetlerin
bu maksadını paylaşmamaktadır.
"...namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir"
ifadesinde çoğul kullanıldığı hâlde tekilin kastedilmesi konusuna
gelince; bu kitabın üçüncü cildinde Mübahele ayeti incelenirken
bu konuda verilen ayrıntılı cevabı biliyorsun. O cevabın özü
şu idi: Çoğul kipi kullanıp bununla tekil kastetmek ve çoğul kipini
tekil anlamında kullanmak ile, uyarlanabileceği örneklere uyarlansın
diye çoğul lafzı ile genel bir hüküm ortaya koymak ya da
çoğul lafzı ile bazı vasıfları haiz bir topluluktan haber vermek, ancak
bu genel hükmün uyarlanabileceği örneğin ya da bu vasıfları
taşıyan ferdin sadece bir tane olması, birbirinden farklı şeylerdir.
Birinci şıkkı dilbilgisi kuralları kabul etmez. Fakat ikincisi kurallara
Mâide Sûresi 55-56 ................................................................. 11
uygundur ve kullanımı yaygındır.
Bu itirazı yapanlar, acaba
"Ey iman edenler, düşmanlarımı vedüşmanlarınızı veli edinmeyin. Siz onlara sevgi yolluyorsunuz...
Siz onlara gizlice sevginizi iletiyorsunuz."
(Mümtehine, 1) ayeti hakkındane diyecekler? Çünkü ayette Kureyşliler ile mektuplaşan
Hatıb b. Ebu Baltaa'nın kastedildiğini biliyoruz.
"Eğer Medine'yedönersek, üstün olanlarımız aşağı konumda olanları oradan çıkaracak."
(Münafıkun, 8)
ayeti de öyledir. Çünkü bu sözü Abdullah b.Übey b. Selul'un söylediği biliniyor.
"Sana, ne infak edeceklerinisorarlar."
(Bakara, 215) ayeti de böyledir. Çünkü bu soruyu sorantek kişidir.
"Mallarını gece-gündüz, gizli-açık (Allah yolunda) harcayanlar..."(Bakara, 274)
ayeti de bu kategoriye girer. Çünkü rivayetleregöre, ayette sözü edilen harcama Hz. Ali veya Ebu Bekir tarafından
yapılmıştır. Bu çeşit ayetler çoktur.
Bu örneklerin en şaşırtıcısı
"Kalplerinde hastalık bulunanların,'Bize bir felâketin gelmesinden korkuyoruz' diyerek..."
(Mâide, 52)ayetidir. Çünkü bu itirazı yapan tefsircilerin de kabul ettikleri iniş
sebebine ilişkin rivayetlere göre, bu sözü söyleyen Abdullah b.
Übey'dir ve bu ayet sözünü ettiğimiz ayetler arasında yer almaktadır.
Şöyle denebilir: Bu örneklerde, genellikle adı geçen kişiler gibi
düşünen veya onların davranışlarını onaylayan başka kimseler de
vardır. Bu yüzden yüce Allah onları ve onlar gibi olanları çoğul kipi
ile ifade etmiştir.
Buna şöyle cevap verilebilir: Demek ki, bu kullanımı caiz kılan
bir incelik söz konusu olduğu zaman dil kuralları bakımından bunun
bir sakıncası yoktur. O hâlde,
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nunResulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir."
ayeti de pekâlâ bu kategoriye girebilir ve bunun inceliği de
şu gerçeğe işaret olabilir: Ayette ifade edilen veliliğin de aralarında
bulunduğu dinî üstünlükler, bazı müminlere rastgele verilip diğerlerine
verilmeyen ayrıcalıklar değildir. Bunlar, ihlâsta ve amelde
öne çıkmanın sonucudur, başka türlü elde edilemezler.
Bir de şu var: Sözünü ettiğimiz rivayetleri nakledenlerin büyük
ço-ğunluğu sahabîler ile onların hemen arkasından gelen tabiîndir.
Bunlar, dillerinin saflığı bozulmamış öz Araplardır. Eğer böyle bir
12 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
kullanım, dilbilgisi kurallarına aykırı olup o dili kullananların yadırgadığı
bir tarz olsaydı, onların tabiatı bunu kabul etmez ve buna
itiraz etmek asıl onlardan beklenirdi. Oysa onların hiçbirinden böyle
bir itiraz rivayet edilmemiştir.
Sözü edilen tefsircilerin "sadaka olarak yüzük vermeye zekât
adı verilmez" şeklindeki itirazlarına gelince; buna şu şekilde cevap
veririz: "Zekât" kelimesi, şeriat ehlinin dilinde bilinen ıstılâhî anlamını,
onun dinde farz edildiğini bildiren ayetin inmesinden sonra
kazanmıştır. Kelimenin sözlük anlamı ise, şeriat ehlinin dilindeki
ıstılâhî anlamından daha geniş kapsamlıdır. Bu kelime, mutlak
olarak veya namazla yan yana kullanıldığında "Allah rızası için
mal harcama" anlamına gelir. Bu gerçek, eski peygamberlerden
söz eden ayetlerde açıkça görülür. Meselâ Hz. İbrahim'den, Hz.
İshak'tan ve Hz. Yakup'tan söz edilirken,
"Onlara hayırlı işleryapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik."
(Enbiyâ, 73)buyruluyor.
Başka bir ayette Hz. İsmail'den söz edilirken,
"O, ehline namazkılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabbi katında beğenilmiş
bir kişi idi."
(Meryem, 55) buyuruluyor. Hz. İsa'nın beşikte söylediğisözleri nakleden şu ayette de aynı şey söz konusudur:
"Sağolduğum sürece bana namaz kılmayı ve zekât vermeyi emretti."
(Meryem, 31)
Oysa bu peygamberlerin şeraitlerinde İslâmiyet'te bilinenşekli ile malî zekâtın olmadığı bilinen bir gerçektir.
Şu ayetler de bu kategoriye girer:
"Gerçekten kurtulmuştur, zekâtverip arınan ve Rabbinin adını anıp namaz kılan."
(A'lâ, 15) "Okimse ki, malını verip arınır."
(Leyl, 8) "Onlar ki, zekât vermezler veonlar ahireti inkâr ederler."
(Fussilet, 7) "Onlar ki, zekâtı verirler."(Mü'mi-nûn, 4)
Mekke inişli surelerde, özellikle Fussilet ve benzeri gibi
Peygamberimizin (s.a.a) peygamberliğinin başlangıç döneminde
inen surelerde bu türden başka ayetler vardır. O sıralarda henüz
bilinen anlamı ile zekât yasalaşmış değildi. Acaba o dönemde
Müslümanlar bu ayetlerdeki "zekât" kelimesinden ne
anlıyorlardı?! Hatta zekât ayeti olarak bilinen
"Onların mallarından bir miktarsadaka al ki, onunla onları temizleyesin, arındırasın; ve onlara
dua et, çünkü senin duan onların ıstıraplarını yatıştırır."
(Tevbe,103)
Mâide Sûresi 55-56 ............................................................ 13
ayeti, zekâtın sadakanın bir türü olduğunu ve zekât adını almasının
sebebinin, mutlak olarak sadakanın temizleyici ve arındırıcı
olması olduğunu gösterir. Ne var ki, bununla birlikte "zekât"
kelimesi çoğunlukla şer'î dildeki sadaka anlamında kullanılmıştır.
Bütün bu anlattıklarımızdan açıkça anlaşılıyor ki, mutlak sadakaya
ve Allah yolunda yapılan malî harcamaya zekât adı verilmesinin
hiçbir engeli yoktur. Yine ortaya çıktı ki, "rükû" kelimesine
mecazî anlam vererek onu zahirî anlamından başka bir anlamda
kullanmanın gerekçesi yoktur.
Ayrıca
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."ifadesinin orijinalinde "inne" edatının ismi
(veliyyukum
=veliniz) tekil olduğu hâlde atfedilerek onun haberi olancümlede (ellezîne âme-nû
=müminler) çoğul getirilmesini gözönünde bulundurarak farklı yorumlar yapmanın da gerekçesi yoktur.
Bundan iyice faydalanmalısın.
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."
Ragıpİsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde şöyle diyor: "Velâ ve tevalî kelimeleri,
iki ve daha çok sayıda nesnenin aralarında yabancı bir
nesne olmayacak şekilde bir arada bulunmaları demektir. Bu kelime
istiâre yolu ile yer, nispet, arkadaşlık, yardım ve inanç bakımından
yakınlık anlamında kullanılır. Vilâyet yardım, velâyet ise
bir işi üstlenmek demektir. Velâyet ve vilâyet kelimelerinin, tıpkı
delâlet ve dilâlet gibi, her ikisinin de aynı anlamı taşıdığı ve o anlamın,
bir işi üstlenmek olduğu da söylenmiştir. Veli ve mevlâ kelimeleri
de bu anlamda kullanılır. Bu kelimelerin her biri hem fail,
yani muvalî, hem de mef'ul, yani muvalâ anlamına gelebilir. Mümin
için 'O yüce Allah'ın velisidir' denir, fakat 'mevlâsıdır' dendiğine
hiç rastlanmamıştır. Fakat 'Allah, müminlerin velisi ve
mevlâsıdır' denir."
Ragıp, sonra şöyle devam ediyor: "Tevellâ fiili, kendiliğinden
geçişli (müteaddî binefsih) olarak kullanıldığı zaman tıpkı 'velâyet'
gibi bir şeyin diğer şeye daha yakın noktada yer aldığını ifade eder.
Örneğin, 'velleytu sem'î keza
=kulağımı şu yöne çevirdim','velleytu aynî keza
=gözümü şu tarafa çevirdim' ve 'velleytu vechîkeza
=yüzümü şu yöne döndürdüm' dendiği zaman o uzuvların oyöne doğru döndürüldüğü ve o yöne daha yakın bir vaziyet aldığı
anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
'Seni razı olaca
14 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
ğın bir kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru
çevir. Nerede olsanız, yüzünüzü ona doğru çevirin.'
[Bakara, 144]Ancak lafızda veya takdirde 'an' harf-i cerriyle geçişli (müteaddî)
kılınırsa, o zaman bir şeyden yüz çevirme, ondan uzaklaşma anlamını
ifade eder." (Ragıp'tan aktardığımız burada son buldu.)
Anlaşılan o ki, velâyet kelimesi ile ifade edilen yakınlık kavramı,
insan tarafından ilk önce cisimlerin yerleri ve zamanları arasındaki
yakınlık hakkında kullanılmıştır. Sonra da Ragıb'ın anlattığının
tersine istiâre yolu ile manevî yakınlığı ifade etmek üzere
kullanılmıştır. İnsanın gelişme süreci ile ilgili araştırmalar bu sonucu
ortaya koyar. İnsanın, hayatında somut nesneleri algılayıp
onlarla ilgilenmesi, kavramlar ve anlamlar hakkında düşünüp onlarda
tasarrufta bulunmasından daha öncedir.
Özel bir yakınlık türü olan velilik, manevî meselelerde ele alındığında
bunun gerekli sonucu şu olur: Veli, velisi olduğu kimsenin
ancak kendi sahip olduğu ve kendi aracılığı olmaksızın başka
hiç kimsenin sahip olmadığı bir hakka sahiptir. Dolayısıyla bir
kimsenin kendisiyle ilgili başkasını yerine koyabileceği tüm tasarruflarda,
onun yerini velisi tutar, başkası tutamaz. Ölünün velisi
gibi. Ölünün sağlığında mülkiyet gerekçesi ile üzerinde tasarrufta
bulunduğu malda velisi olan mirasçısı, mirasçılık veliliği gerekçesi
ile tasarrufta bulunur. Küçük yaştaki çocuğun velisi, velilik gerekçesi
ile küçük çocuğun malî işlerinde tasarrufta bulunarak işlerini
düzenler. Yardımcı anlamındaki veli, yardım ettiği kimsenin işlerinde
savunmasını kuvvetlendirme yönünde tasarrufta bulunur.
Yüce Allah da kullarının velisidir. Onların dünya ve ahiret işlerini
plânlayıp düzenler. O'ndan başka veli yoktur. Allah müminlerin
dinleri konusundaki işlerini düzenleme konusunda onların velisidir.
Bu veliliği hidayet, hakka çağrı, tevfik, yardım etme ve başka
yollarla gerçekleştirir.
Peygamber de, yasa koymak ve hüküm vermek suretiyle
müminlerin lehine ve aleyhine hükmetmekle yetkili bir velidir.
Devlet başkanı da, hükümdarlık yetkisinin çerçevesi içinde halka
hükmeden bir velidir. Diğer velilik türlerinde de bu ölçüler geçerlidir.
Köle azat etme, anlaşma yapma, komşuluk, boşama ve amca
oğlu velilikleri, sevgi veliliği ve veliahtlık veliliği gibi...
Mâide Sûresi 55-56 ................................................................. 15
"Yuvellûn'el-edbâr" yani, sırtlarını savaş meydanına doğru çeviriyorlar.
"Tevelleytum" yani, siz kendinizi veya yüzünüzü falan şeyin
tersi yönüne çevirerek onu kabul etmediniz. Veliliğin değişik
kullanım alanlarındaki ortak anlamının özü, veliye tasarruf ve düzenleme
yetkisi veren bir yakınlık türüdür.
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."
ayeti, bu ayette sözü edilen veliliğin aynı türden tek bir velilik olduğuna
delâlet eder. Çünkü Allah, O'nun Resulü ve o müminler
sayıldıktan sonra hepsi birlikte
"sizin velinizdir" ifadesine bağlanıyor.Bundan bütün bu sayılanlardaki veliliğin aynı anlamda olduğu
anlaşılır. Bir sonraki ayetteki
"galip gelecek olanlar, Allah'ın hizbidir."cümlesi de bunu teyit eder. Çünkü bu ifade, Allah'ı, O'nun
Resulünü ve söz konusu müminleri veli edinenlerin tümünün Allah'ın
velâyeti altında olmaları hasebiyle O'nun hizbi olduğunu ima
veya ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberin ve sözü edilen müminlerin
velâyeti, Allah'ın velâyeti türünden bir velâyettir.
Yüce Allah, velâyet türlerinden tekvinî velâyeti kendine izafe
eder. Bu velâyet O'nun her şeyi tasarrufu altında bulundurması,
yaratıkların işlerini dilediği gibi düzenlemesi anlamına gelir. Şu
ayetlerde olduğu gibi:
"Yoksa onlar Allah'tan başka veliler mi edindiler?Veli yalnız Allah'tır."
(Şûrâ, 9) "Sizin Allah'tan başka birveliniz, bir şefaatçiniz yoktur. Düşünüp öğüt almıyor musunuz."
(Secde, 4)
"Dünyada ve ahirette benim velim sensin." (Yûsuf, 101)"Allah kimi saptırırsa, artık onun O'ndan başka bir velisi olmaz."
(Şûrâ, 44)
Şu ayetler de okuduğumuz ayetlerle aynı anlamdadır:"Biz insana şah damarından daha yakınız."
(Kaf, 16) "Biliniz ki, Allahkişi ile kalbi arasına girer."
(Enfâl, 24)Yüce Allah'ın bazı ayetlerde kendine izafe ettiği yardım etme
anlamındaki velâyeti de tekvinî velâyetin kapsamında sayabiliriz.
Şu ayetlerde olduğu gibi:
"Bu böyledir. Çünkü Allah müminlerinvelisidir (yardımcısıdır). Kâfirlerin ise velisi (yardımcısı) yoktur."
(Muhammed, 11)
"O'nun (Peygamberin) velisi (yardımcısı) Allah'tır."(Tahrîm, 4)
Şu ayet de aynı anlamdadır: "Müminlere yardım etmeküzerimize borçtur."
(Rûm, 47)
Yine yüce Allah, müminlerin dinî işleri ile ilgili olan yasa koyma,
hidayet, irşat ve tevfik gibi konularda onların veliliğini de kendine
izafe eder. Şu ayetlerde olduğu gibi:
"Allah müminlerin veli
16......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
sidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır."
(Bakara, 257) "Allahmüminlerin velisidir."
(Âl-i İmrân, 68) "Allah takva sahiplerinin velisidir."(Câsiye, 19)
Şu ayet de aynı anlama gelir: "Allah ve Resulübir işte hüküm verdikleri zaman artık mümin bir erkek ve kadının,
işlerini kendi isteğine göre belirleme hakkı yoktur. Kim Allah'a
ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."
(Ahzâb, 36)
Yüce Allah'ın Kur'ân'da kendine izafe ettiği velâyet türleri bunlardır.
Bunlar özleri itibariyle "tekvinî velâyet" ile "teşriî velâyet"e
dönerler. Bunlara "hakikî velâyet" ve "itibarî velâyet" de denebilir.
Yüce Allah, Peygambere (s.a.a) mahsus velâyet türü olarak
teşriî velâyeti zikreder. Teşriî velâyet yasa koymayı, hakka çağırmayı,
ümmeti eğitmeyi, onlara hükmetmeyi ve aralarında hüküm
vermeyi içerir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi
: "Peygamber, müminlerüzerinde kendilerinden daha çok yetki sahibidir."
(Ahzâb, 6)Şu ayetler de aynı anlamdadır: "
Biz sana hak olarak kitabı indirdikki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm
veresin."
(Nisâ, 105) "Sen insanları kesinlikle doğru yola iletirsin."(Şûrâ, 52)
"Allah, onlara kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetleriniokuyan, onları arındıran, kendilerine kitabı ve hikmeti öğreten
bir peygamber gönderdi."
(Cum'a, 2) "Sana da bu Kur'ân'ı indirdikki, insanlara indirileni kendilerine açıklayasın."
(Nahl, 44)"Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin."
(Nisâ, 59) "Allah veResulü bir işte hüküm verdikleri zaman artık mümin bir erkek ve
kadının, işlerini kendi isteğine göre belirleme hakkı yoktur."
(Ahzâb, 36)
"Onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Onlarınkeyiflerine uyma. Dikkat et de Allah'ın indirdiğinin bir kısmından
seni şaşırtmasınlar."
(Mâide, 49) Fakat daha önce de söylediğimizgibi yüce Allah, ümmete yardımcı olma anlamındaki veliliği Peygamber
efendimize (s.a.a) izafe etmemiştir.
Bütün bunlardan çıkan ortak sonuca göre Peygamberimizin,
ümmeti Allah'a sevk etme, onları yönetme ve aralarında hüküm
verme konusunda onlar üzerinde velilik yetkisi vardır. Onlar da
ona mutlak anlamda itaat etmekle yükümlüdürler. Buna göre
Peygamberimizin (s.a.a) veliliği Allah'ın teşriî veliliğinin kapsamına
girer. Bununla şunu kastediyoruz:
Mâide Sûresi 55-56 ...................................................... 17
Peygamberimize (s.a.a) ümmetin önderi olarak itaat etmek
farzdır. Çünkü ona itaat, Allah'a itaat ve onun velâyeti Allah'ın velâyetidir.
Az önce okuduğumuz ayetlerin bir kısmı bunun delilidir.
Şu ayetler gibi:
"Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Nisâ,59)
"Allah ve Peygamber bir işte hüküm verdikleri zaman..."(Ahzâb, 36)
Bu anlamdaki diğer ayetler de öyledir."Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."
ayetinde Allah'a ve O'nun Resulüne atfedilerek müminler için söz
konusu edilen velilik de, Allah ve Peygamberimiz için sabit olan
bu anlamdaki veliliğin aynısıdır. Çünkü ayetin akışı, bu veliliğin bir
velilik olduğunu ve bu veliliğin asaleten yüce Allah'ın, bağımlı olarak
ve Allah'ın izni ile de Peygamberin ve ayette sözü geçen müminlerin
hakkı olduğunu gösteriyor.
Eğer ayette Allah'a izafe edilen velilik, müminlere izafe edilen
velilikten başka türde olsaydı, yanlış anlama ihtimalini ortadan
kaldırmak için müminler için başka bir velilik zikredilmesi uygun
oldurdu. Buna benzer durumlarda olduğu gibi. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor:
"O sizin için hayırlı bir kulaktır. Allah'a inanır,müminlere inanır."
(Tevbe, 61) Bu ayette "inanmak" kelimesi tekrarlanmış;çünkü her iki yerdeki anlamı birbirinden farklıdır. Bunun
benzerini
"Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Nisâ,59)
ayetinde de görüyoruz. Kitabımızın önceki cildinde bu ayetitefsir ederken bu hususa dikkat çekmiştik.
Üstelik
"Sizin veliniz" ifadesindeki "veli" kelimesi tekil, izafeedildiği
"müminler" kelimesi ise çoğuldur. Tefsirciler, bu durumuburadaki veliliğin tek anlamı olduğu ve bunun asaleten yüce Allah-
'a, bağımlı olarak da O'ndan başkalarına ait olduğu şeklinde açıklamışlar.
Bütün bu dediklerimizden,
"Sizin veliniz ancak..." ifadesindekisınırlamanın "kasr'ul-ifrad" anlamında olduğu hususu da açıklık
kazanmış oldu. Yani muhatapların, bu veliliğin hem ayette sayılanlar,
hem de başkaları için söz konusu olduğunu zannetmemeleri
için bu veliliğin sadece ayette sayılanlara mahsus olduğu vurgulanmıştır.
Bu sınırlama, "kasr'ul-kalb" anlamını ifade etmeye yönelik
bir sınırlama olarak da yorumlanabilir. (Bu durumda, "Allah,
O'nun Resulü ve ayette sözü edilen müminler sadece sizin velinizdir,
başkaları değil" gibi bir anlam ortaya çıkar.)
18 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
"...namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren..."
Bu ifade,(inananların velisi olarak bildirilen) "müminler" hakkında bir açıklamadır.
"ve rükû hâlinde iken"
ifadesi "zekât veren" ifadesiyle ilintilihâldir.
"Rükû" insan vücudunun belirli bir durumunu ifade eder. Beli
bükülmüş yaşlı adama da "şeyh-i râki" derler. Şeriat dilinde ise ibadette
belirli bir durum anlamına gelir. Yüce Allah,
"rükûa varanlarve secde edenler"
(Tevbe, 112) buyuruyor. Rükû, Allah'a boyuneğmeyi, O'nun karşısında alçalmayı temsil eder. Fakat secdenin
aksine bu ibadet biçimi İslâm'da namaz dışında meşru değildir.
Rükû, boyun eğmeyi ve alçalmayı içerdiği için bazen istiâre yolu
ile her boyun eğme ve alçalma veya fakirlik ve geçim sıkıntısı
gibi normal olarak başkasına boyun eğme sonucunu doğuran hâller
anlamında da kullanılır.
"Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü edilen müminleri veli edinirse,
(bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir."
Ayette geçen"yetevelle" fiilinin mastarı olan "tevellî" veli edinmek demektir.
"Müminler"den maksat, bir önceki ayette sözü edilen müminlerdir.
"Galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir."
ifadesi, şartıncezası yerindedir, ama ceza değildir. Bu ifade, hükmün sebebine
delâlet etsin diye büyük önermeyi sonuç yerine koymak kabilindendir.
Buna göre ayetin anlamı, "Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü
edilen müminleri veli edinirse galiptir. Çünkü o Allah'ın hizbindendir
ve Allah'ın hizbi kesinlikle galiptir" şeklindedir. Buna göre bu
ifade, o kimselerin Allah'ın hizbi olduklarını kinaye yolu ile dile getiren
bir ifadedir.
Ragıp İsfahanî'nin açıklamasına göre "hizb" katı ve sert bir
topluluk demektir. Yüce Allah, Kur'ân'ın başka bir yerinde de buradakine
yakın bir içeriği bulunan bir ayette "Allah'ın hizbi" tabirini
kullanmış ve onların kurtuluşa eren kimseler olduklarını belirtmiştir.
Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
"Allah'a ve ahiret gününe inananbir topluluğun babaları, oğulları, kardeşleri ve akrabaları da olsa
Allah'a ve Peygambere düşman olanlarla dost olduklarını göremezsin.
Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden
bir ruh ile desteklemiştir. Onlar Allah'ın hizbidirler. İyi bil ki,
Mâide Sûresi 55-56 ............................................................... 19
felâha erenler, yalnız Allah'ın hizbidir."
(Mücadele, 22)Ayette geçen "felah" kelimesi, istenileni elde etme, hedefe
kavuşma anlamında zafer ve galibiyet demektir. Yüce Allah bu galibiyet
ve felâhı, müminlere en güzel ifadelerle vaat etmiş, onlara
buna kavuşacakları müjdesini vermiştir.
"Müminler kesinlikle felâhaermiştir."
(Mü'minûn, 1) ayetinde olduğu gibi. Bu anlamdakiayetlerin sayısı çoktur. Bu ayetlerin hepsinde "felâh" kelimesi
mutlak biçimi ile yer almıştır. Buna göre maksat mutlak galibiyet,
mutlak felâhtır. Yani dünyada ve ahirette mutluluğa ermek, hakka
erişmek, kötülüğe galip gelmek ve batılı yok etmektir. Bu sonuç,
dünyada Allah'ın dostlarından oluşmuş ve şeytanın dostlarından
arınmış takva sahibi sağlıklı bir toplumda varolabilen temiz hayatla,
ahirette ise âlemlerin Rabbinin huzurunda gerçekleşebilir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi adlı eserde Ali b. İbrahim'den, o da babasından, babası
da İbn-i Ebu Ümeyr'den, o da Ömer b. Üzeyne'den, o da Zürare,
Fudayl b. Yesar, Bukeyr b. A'yun, Muhammed b. Müslim, Bureyd b.
Muavi-ye ve Ebu'l-Carud'dan İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu
nakledilir: "Yüce Allah, Peygambere (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s) veliliğini
emretti, ona, '
Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namazkılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir.'
ayetini indirdive ulülemrin veliliğini farz kıldı. Ashap bunun ne olduğunu
bilmediler. Bunun üzerine Allah, Hz. Muhammed'e (s.a.a) namazı,
zekâtı, orucu ve haccı açıkladığı gibi velâyeti de açıklamasını emretti."
"Allah'tan bu emir gelince, Peygamber (s.a.a) sıkıntıya kapıldı.
İnsanların dinlerinden dönmelerinden, kendisini yalanlamalarından
korktu. Bu sıkıntı üzerine yüce Allah ona, '
Ey Elçi, Rabbin tarafındansana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun
elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan
korur.'
(Mâide, 67) ayetini indirdi. Bunun üzerine Peygamber(s.a.a) Allah'ın emrini haykırdı. Gadir-i Hum günü 'Toplanın' diye
seslendi ve ayağa kalkarak Hz. Ali'nin (a.s) veliliğini ilân etti. Ardından
insanlara, orada olanların olmayanlara bu mesajı duyurmalarını
emretti."
20 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Ömer b. Üzeyne'nin Ebu'l-Carud dışındaki ravilerin tümüne
dayanarak naklettiğine göre İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Bu,
son farz idi. Velâyet meselesi, son farz olduğu için yüce Allah arkasından,
'
Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım ve size nimetimitamamladım.'
(Mâide, 3) ayetini indirdi. Yüce Allah bu ayette, 'Bundansonra size başka bir farz indirmeyeceğim. Size ait farzları tamamladım.'
diyor."
[Usûl-i Kâfi, c.1, s.289. h:4]
el-Burhan ve Gayet'ül-Meram adlı eserlerde Şeyh Saduk'un
kendi rivayet zinciriyle Ebu'l-Carud'a dayanarak verdiği bilgiye göre
İmam Bâkır (a.s)
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve...müminlerdir."
ayeti hakkında şöyle buyurdu: "Aralarında Abdullahb. Selâm'ın, Esed'in, Sâlebe'nin, İbn-i Yâmin'in ve İbn-i Suriya'nın
bulunduğu bir grup Yahudi, Müslüman olmuştu. Bunlar Peygamberimize
gelerek şu soruyu sordular: 'Ey Allah'ın elçisi! Hz. Musa,
yerine Yuşa b. Nun'u vasiyet etti. Senin vasin kimdir? Senden sonra
velimiz kim olacak?' Bunun üzerine,
'Sizin veliniz ancak Allah,O'nun Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren
müminlerdir.'
ayeti indi.""O sırada Peygamberimiz onlara, 'Kalkın.' dedi, onlar da kalktılar
ve mescide vardılar. İçeri girerken dışarı çıkan bir dilenci ile
karşılaştılar. Peygamberimiz ona, 'Ey dilenci, sana bir şey veren
oldu mu?' diye sordu. Dilenci, 'Evet, bu yüzüğü verdiler.' dedi. Peygamberimiz,
'Onu sana kim verdi?' diye sordu. Dilenci, 'Şu namaz
kılan adam.' dedi. Peygamberimiz, 'Sana yüzüğü verirken ne durumda
idi?' diye sordu. Dilenci, 'Rükû hâlinde idi.' dedi. Bunun üzerine
Peygamber tekbir getirdi ve arkasından mescittekiler de
tekbir getirdiler."
"Arkasından Peygamberimiz, 'Benden sonraki veliniz Ali'dir'
dedi. Sahabîler de, 'Biz Allah'ın Rabbimiz, Muhammed'in peygamberimiz
ve Ali'nin velimiz olmasına razı olduk.' dediler. Bunun
üzerine,
'Kim Allah'ı, O'nun Resulü ve sözü edilen müminleri veliedinirse, (bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir.'
ayeti indi."
[el-Burhan, c.1, s.480; Gayet'ül-Meram, s.107]Tefsir'ul-Kummî adlı eserde müellif, babasından, o da
Safvan'dan, o da Eban b. Osman'dan, o da Ebu Hamza Sumalî'den
İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakleder: "Peygamberimiz,
Mâide Sûresi 55-56 ........................................................ 21
aralarında Abdul-lah b. Selâm'ın da bulunduğu bir grup Yahudi ile
oturduğu bir sırada bu ayeti indi. Peygamber mescide gitmek üzere
çıktı. Karşısına bir dilenci çıktı. Peygamber ona, 'Sana bir şey
veren oldu mu?' diye sordu. Dilenci, 'Evet, şu namaz kılan adam.'
karşılığını verdi. Peygamberimiz yakına gelince onun Hz. Ali olduğunu
gördü."
Ben derim ki: Bu rivayet, Tefsir'ul-Ayyâşî'de de İmam Bâkır'-
dan (a.s) nakledilmiştir.
[c.1, s.328, h:139]el-Emalî adlı eserde Şeyh Tusî, Muhammed b. Muhammed'-
den -yani Şeyh Müfid'den-, o Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed-i Katip'ten,
o Hasan b. Ali Zâferanî'den, o Ebu İshak İbrahim b. Muhammed
Saka-fî'den, o Muhammed b. Ali'den, o Abbas b. Abdullah
Anberî'den, o Abdurrahman b. Esved Kindî Yeşkurî'den, o Avn
b. Ubeydullah'tan, o babasından, babası dedesi Ebu Râfi'den şöyle
dediğini nakleder: "Bir gün Peygamberimizin yanına girdim. Peygamber
uyuyordu. Odanın bir yanında bir yılan gördüm. Onu öldürüp
Peygamberimizi uyandırmak istemedim. O sırada ona vahiy
indiğini düşündüm. Bu yüzden Peygamber ile yılan arasında yere
uzandım ve, 'Eğer yılandan bir kötülük gelirse ona değil, bana gelsin.'
dedim."
"Durumdan memnundum. O sırada Peygamber (s.a.a) uyandı.
Uyanırken
'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir.'ayetini okuyordu. Ayeti sonuna kadar okuyup bitirince, 'Ali'ye
yönelik nimetini tamamlayan Allah'a hamdolsun. Allah'ın
kendisine yönelik bu bağışı yüzünden ne mutlu ona!' dedi. Sonra
bana dönerek, 'Burada ne işin var?' diye sordu. Kendisine odadaki
yılan meselesini anlattım. Bana, 'Öldür onu.' dedi. Ben de dediğini
yaptım. Sonra bana, 'Ey Ebu Râfi, bir gün gelecek bir grup Ali ile
savaşacak. Ali hak üzere ve o grup batıl üzere olacak. O gün sen
ne yapacaksın? Onlara karşı cihat etmek hak olarak Allah için yapılan
bir cihattır. Buna gücü yetmeyen onlara kalbi ile karşı çıkmalıdır.
Bunun ötesinde başka bir şey yoktur.' dedi. Peygamberimize,
'Ya Resulallah, benim için Allah dua et ki, eğer o zamanı görürsem,
bana onlarla savaşma gücü versin.' dedim. Peygamberimiz
benim için dua etti ve 'Her peygamberin bir güvendiği kişi vardır.
Benim güvenilir adamım da Ebu Râfi'dir.' dedi."
Ebu Râfi sözlerine şöyle devam ediyor: "Osman'dan sonra halk
22 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Hz. Ali'ye biat edip Talha ile Zübeyr ona karşı çıkınca Peygamberimizin
sözlerini hatırladım. Bunun üzerine Medine'deki evimi ve
Hay-ber'deki arazimi sattım. Yanıma çocuklarımı alarak Hz. Ali ile
birlikte sefere çıktım. Arzum onun önünde şehit olmaktı. Fakat
ben bu arzuma yetişemeden o Basra'dan geri döndü. Sonra onunla
birlikte Sıffin ve Nehrevan savaşlarında savaştım. Kendisi şehit
edilinceye kadar onun-la birlikte oldum. Sonra Medine'ye döndüm.
Orada ne evim ve ne arazim vardı. Hz. Hasan bana Yenbu'da bir
parça arazi verdi ve Hz. Ali'nin evinin bir bölümünü bana ayırdı.
Ben de ailemle birlikte orada oturmaya başladım."
Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Hasan b. Zeyd'den, o babası Zeyd b.
Hasan'dan, o dedesinden Ammar b. Yasir'in şöyle dediğini rivayet
eder: "Bir gün Hz. Ali nafile namazında rükû hâlindeyken başına
bir dilenci dikildi. Hz. Ali parmağındaki yüzüğü çıkarıp dilenciye
verdi. Dilenci varıp bunu Peygambere haber verdi. Bunun üzerine
Peygambere,
'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namazkılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir."
ayeti indi.Peygamberimiz bu ayeti bize okudu ve arkasından şöyle dedi:
'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, ona
dost olanlara dost, düşman olanlara düşman ol!"
[c.1, s.327, h:139]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Mufaddal b. Salih'ten, o da arkadaşlarının
birinden iki imamdan (a.s) birinin (İmam Bâkır veya
İmam Sadık) şöyle buyurduğunu nakleder:
"Sizin veliniz ancak Allah,O'nun Resulü ve... müminlerdir."
ayeti inince, Peygamberimizsıkıntıya düş-tü, Kureyşlilerin kendisini yalanlayacaklarından korktu.
Bunun üzerine yüce Allah,
'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilenmesajı tebliğ et...'
ayetini indirdi. Peygamberimiz de Gadir-iHum günü bu görevi yerine getirdi."
[c.1, s.328, h:140]
Aynı eserde müellif Ebu Cemile'den, o da arkadaşlarının birinden
iki imamdan (a.s) birinin (İmam Bâkır veya İmam Sadık) şöyle
buyurduğunu nakleder: "Peygamberimiz şöyle buyurdu: Allah bana
şu dört kimseyi sevmemi vayhetti: Ali, Ebuzer, Selman ve
Mikdad." Ravi diyor ki: "Ben, 'Onca kimse arasında bunu (kimin
veli olduğunu) bilen biri yok muydu?' diye sordum. Bunun üzerine
İmam, 'Üç kişi vardı.' karşılığını verdi.
'Sizin veliniz ancak Allah,O'nun Resulü ve... müminlerdir.'
ayeti ile 'Allah'a itaat edin, Peygambereve sizden olan ulülemre itaat edin.'
ayetlerinin kimin
Mâide Sûresi 55-56 ................................................... 23
hakkında indiğini soran biri olmadı mı? diye sordum. İmam, 'Bu
ayetlerin kim hakkında indiği bir yana, onların nereden kendilerine
geldiğini bile sormazlardı.' cevabını verdi."
[c.1, s.328, h:141]Gayet'ül-Meram adlı eserde müellif, Şeyh Saduk'tan, o kendi
rivayet zinciriyle Ebu Said Verrak'tan, o babasından, babası Cafer
b. Mu-hammed'den, o babasından ve babası da dedesinden naklettiğine
göre Hz. Ali, Ebu Bekir'in halifeliği üstlendiği sırada ona
bazı çağrılarda bulundu, kendi üstünlüklerini anlattı ve bu konuda
Peygamberden (s.a.a) kaynaklanan delilleri hatırlattı. Söylediklerinden
biri şuydu: "Allah adına söylemeni istiyorum: Yüzük zekâtı
ile ilgili ayette Peygamberin veliliği ile birlikte anılan velilik, Allah
tarafından bana mı verildi, yoksa sana mı?" Ebu Bekir, Hz. Ali'ye,
'Sana verildi.' dedi."
[s.108, h:16]
Şeyh, el-Mecalis adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle
Ebuzer'den şöyle naklediyor: "Hz. Ali, Şûra Günü Osman, Zübeyr,
Abdurrahman b. Avf ve Sa'd b. Vakkas'a Allah adına çağrıda bulundu.
Aralarında Peygamberin sözleri de bulunan çeşitli delillerle
karşılarına çıktı. Hep-si de söylediklerinin doğru olduğunu kabul
ediyordu. Söylediklerinden biri şu idi: İçinizde rükû hâlindeyken
sadaka verdiği için hakkında,
'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulüve... müminlerdir.'
ayeti inen benden başka biri var mı?' Hepsi,'Hayır, yok.' dediler."
el-İhticac adlı eserde verilen bilgiye göre İmam Ali b. Muhammed
Hadi (a.s), Ahvaz halkının cebir ve tefviz konularına ilişkin sorularına
cevap olarak yazdığı mektupta şöyle diyor:
"Bütün İslâm ümmeti, Kur'ân'ın hak olduğu ve onda hiçbir
şüphe olmadığı hususunda ittifak etmiştir, aralarında hiçbir ihtilâf
yoktur. Bütün İslâm fırkalarında bu böyledir. Onlar bu ortak görüşlerinde
isabetlidirler ve Allah'ın indirdiklerini tasdik etmekle Peygamberimizin
(s.a.a) 'Benim ümmetim sapıklıkta birleşmez.' hadisinin
işaret ettiği doğru yoldadırlar. Peygamberimiz bu hadisinde
ümmetin hep birlikte kabul ettiği, birbirlerine muhalefet etmedikleri
görüşün hak olduğunu bildirmiştir. Hadisin anlamı budur. Yoksa
onun anlamı, cahillerin yorumları ve inatçıların söyledikleri değildir.
Onların yorumları, Kur'ân'-ın hükmünü ortadan kaldırıp uydurma
hadislerin ve yanıltıcı rivayetlerin hükümlerine uymayı telkin
ediyor. Yaptıkları iş, Kur'ân'ın nasları-na ve ışık saçan açık
24............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
ayetlerin gerçeklerine ters düşen helâk edici, aşağılık nefsanî arzuların
peşine takılmaktır. Allah'tan bizi namaz kılmaya muvaffak
etmesini ve doğru yola iletmesini dileriz."
İmam (a.s) sözlerine şöyle devam ediyor: "Kur'ân bir haberin
doğru ve gerçek olduğuna şahadet edince, eğer ümmetin bir bölümü
bu haberi inkâr ederse, ona bu uydurma hadislerden biri ile
karşı çıkarlar. Onlar bu haberi inkâr etmekle ve Kur'ân'ı göz ardı
etmekle sapıklığa düşmüş olurlar."
"Kur'ân tarafından doğrulandığı bilinen ve Peygamberimizin
sözü olduğu ittifakla kabul edilen en sahih hadislerden biri şudur:
Ben sizin aranızda iki halife bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve
özsoyum. Bunlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapıklığa
düşmezsiniz. Bunlar birbirinden ayrılmaksızın (Kevser) havuzun(
un) başında bana geleceklerdir."
"Peygamberimizin aynı anlamdaki diğer bir hadisi de şöyledir:
Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum: Allah'ın kitabı
ve özsoyum olan Ehlibeytim. Bu ikisi havuzun başında benim yanıma
ge-linceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Onlara
sarıldığınız sürece asla dalâlete düşmezsiniz."
"Kur'ân'da bu hadisin doğruluğuna delâlet eden ayetler vardır.
Meselâ şu ayet bunlardan biridir:
'Sizin veliniz ancak Allah, O'nunResulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren
müminlerdir.'
İlim adamlarından gelen rivayetler de şu husustagörüş birliği hâlindedirler ki, Hz. Ali, rükû hâlindeyken yüzüğünü
sadaka olarak verdi ve yüce Allah onun bu işini takdirle
karşılayarak bu ayeti onun hakkında indirdi."
"Ayrıca Peygamberimizin Hz. Ali'yi diğer sahabîlerden farklı biçimde
ön plâna çıkardığını belirten sözleri vardır. Bunların
başlıcaları şunlardır:
"Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım onu
seveni sev, ona düşman olana düşman ol!"
"Ali benim borçlarımı öder, verdiğim sözleri yerine getirir, o
benden sonra başınızdaki halifemdir."
"Peygamberimiz (sefere çıkarken) Hz. Ali'yi Medine'de kendi
yerine vekil bıraktığında Hz. Ali, 'Beni kadınlar ve çocuklar üzerine
mi halife bırakıyorsun?' dedi. Peygamberimiz ona şu cevabı verdi:
Mâide Sûresi 55-56 .......................................................... 25
Musa için Harun ne idi ise, sen de benim için öyle olmaya razı değil
misin? Yalnız benden sonra peygamber gelmeyecektir."
"Böylece Kur'ân'ın bu rivayetleri doğruladığını ve bu delillerin
gerçek olduğunu gösterdiğini öğrendik. Bu rivayetler Kur'ân'a uygun
olunca ümmetin onlara inanması gerekir. Bu rivayetlerin
Kur'ân'a uygun olduğunu ve Kur'ân'ın da bu rivayetlere uygun olduğunu
ve onlara işaret ettiğini gördüğümüzde onlara uymak farz
olur. İnatçıların ve fesatçıların dışında hiç kimse bu gerçeği göz
ardı edemez."
[c.2, s.251-253]
el-İhticac adlı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle buyurduğu nakledilir:
"Münafıklar Peygambere şöyle demişlerdi: 'Rabbinin bize yüklediği
farzlar dışında yükleyeceği başka bir farz var mı? Eğer varsa
onu bize bildir ki, başka bir farz kalmadı diye rahatlayalım.' Bunun
üzerine şu ayetler indi:
'De ki: Size bir tek öğüt veriyorum...' (Sebe,46)
Yani size velâyeti öğütlüyorum. 'Sizin veliniz ancak Allah, O'-nun Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren
müminlerdir.'
Bütün ümmetin görüş birliği ile sabittir ki, o gün rükûhâlinde tek bir kişiden başka kimse zekât vermemiştir..."
Şeyh Müfid el-İhtisas adlı eserinde, Ahmed b. Muhammed b.
İsa'dan, o da Kasım b. Muhammed Cevherî'den naklettiğine göre
Hasan b. Ebu'l-Alâ şöyle dedi: "İmam Sadık'a (a.s), 'Peygamberin
vasiyet ettiği kimselere itaat etmek farz mıdır?' diye sordum. Bana
şu cevabı verdi: Evet; onlar Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu
kimselerdir:
'Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olanulülemre itaat edin.'
(Nisâ, 59) Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulüve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir."
[s.277]
Ben derim ki: el-Kâfi adlı eserde bu rivayet, Hüseyin b. Ebu'l-
Alâ' aracılığı ile İmam Sadık'tan,
1 bu anlamda bir başka rivayet deAhmed b. İsa aracılığı ile yine İmam Sadık'tan nakledilmiştir.
2 Burivayetlerde Hz. Ali hakkında inen ayetin bütün Ehlibeyt İmamlarına
izafe edildiği görülüyor. Bunun sebebi onların tek bir aile olmaları
ve konumlarının aynı olmasıdır.
1- [Usûl-u Kâfi, c.1, s.189, h:16]
2- [Usûl-u Kâfi, c.1, s.187, h:7]
26 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Sa'lebî Tefsiri'nde şu bilgiye yer verildiği aktarılıyor: Bize Ebu'l-
Hasan Muhammed b. Kasım Fakih, ona Abdullah b. Ahmed
Şa'ranî, ona Ebu Ali Ahmed b. Ali b. Rezin, ona Muzaffer b. Hasan
Ensarî, ona Serî b. Ali Varrak, ona Yahya b. Abdulhamid Cemanî,
ona Kays b. Rebî, ona A'meş, ona Abaye b. Rib'î bildirdiğine göre
bir gün Abdullah b. Abbas Zemzem kuyusunun yanı başında bize
hadis naklediyordu. O sırada başı ve yüzü sarıkla örtülmüş bir adam
çıkageldi. Abdullah, "Peygamber dedi ki" dedikçe, o da ona,
"Peygamber dedi ki" diye karşılık veriyordu."
İbn-i Abbas adama, "Allah adına sana soruyorum, sen kimsin?"
dedi. Adam yüzünü örten sarığı açarak şunları söyledi: "Ey
insanlar, beni tanıyan tanır. Tanımayanlara söylüyorum ki, ben
Cündeb b. Cü-nade Bedrî Ebuzer Gıfarî'yim. Peygamberimizden şu
iki kulağımla işittim. Yalan söylüyorsam kulaklarım sağır olsun.
Onu bu iki gözümle gördüm. Yalan söylüyorsam gözlerim kör olsun.
Peygamber şöyle dedi: Ali, iyilerin önderi ve kâfirlerin öldürenidir.
Ona yardım edene Allah yardım eder. Onu yalnız bırakanı Allah
yalnız bırakır."
"Ben günlerden bir gün Peygamber (s.a.a) ile birlikte öğle namazı
kılıyordum. Dilencinin biri mescit içinde yardım istedi. Hiç
kimse ona bir şey vermedi. Bunun üzerine ellerini havaya kaldırarak:
'Allah'ım şahit ol ki, ben Peygamberin mescidinde yardım istedim;
fakat hiç kimse bana bir şey vermedi.' dedi. O sırada rükû
hâlinde olan Hz. Ali dilenciye sağ elinin yüzük parmağını işaret etti.
Hz. Ali'nin o parmağında yüzük vardı. Dilenci ona yaklaştı ve
parmağındaki yüzüğü çıkarıp aldı."
"Bu olay Peygamberin gözü önünde gerçekleşmişti. Peygamber
namazı bitirince başını havaya kaldırdı ve şöyle dedi: 'Allah'ım,
Musa sana şöyle dua etmişti:
'Rabbim, göğsümü benim için aç, işimibana kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki, söylediklerimi anlasınlar
ve ailemden bana bir yardımcı kıl, kardeşim Harun'u.
Onunla arkamı güçlendir ve onu işime ortak et.'
[Tâhâ, 25-32]Kur'ân'da buyurduğuna göre sen de ona şu cevabı verdin:
'Pazunukardeşinle güçlendireceğiz ve ikinize bir kudret vereceğiz. Artık
ayetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler.'
[Kasas, 35]""Allah'ım, ben senin peygamberin ve seçilmiş kulun Muham
Mâide Sûresi 55-56 .......................................................... 27
med'im. Allah'ım, benim de göğsümü bana aç, işimi bana kolaylaştır
ve ailemden bana bir yardımcı kıl, Ali'yi. Onunla arkamı güçlendir."
Ebuzer şöyle devam ediyor: "Peygamber (s.a.a) sözlerini
tamamlar tamamlamaz Cebrail, Allah katından inerek ona, 'Ey
Muhammed! Oku!' dedi. Peygamberin, 'Ne okuyayım?' demesi
üzerine ona,
'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namazkılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir,
diye oku.'dedi."
[Gayet'ül-Meram'dan naklen, s.103, h:1]
Zerrrin, el-Cem'u Beyne's-Sıhah'is-Sitte adlı eserinin üçüncü
cildinde,
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü..." ayetinin tefsirindeNeseî'den naklen şu bilgiye yer veriyor: Abdullah b. Selâm
dedi ki: "Peygambere (s.a.a) geldik ve ona, 'Allah'a ve Peygambere
inandık diye kavmimiz bize düşman kesildi, bizimle konuşmayacaklarına
yemin ettiler.' dedik. Bunun üzerine, '
Sizin veliniz ancakAllah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât
veren müminlerdir.'
ayeti indi.""Arkasından Bilâl öğle ezanını okudu. İnsanlar namaza kalktılar.
Kimi secdede, kimi de rükûda idi. O sırada bir dilenci dilenmekte
ve yardım istemekteydi. Ali rükû hâlinde iken ona yüzüğünü
verdi. Dilenci bunu Peygambere haber verdi. Peygamber de bize
şu ayetleri okudu:
Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü venamaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir. Kim
Allah'ı, O'nun Resulü ve sözü edilen müminleri veli edinirse, (bilsin
ki) galip gelecekler olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir."
İbn-i Mağazilî'nin Menakıb adlı eserinde
"Sizin veliniz ancakAllah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."
ayetinin tefsiri sırasındaşu bilgiye yer verildiği naklediliyor: Muhammed b. Ahmed b. Osman'ın,
Ebu Bekir Ahmed b. İbrahim b. Şazan Bezzaz'dan, onun
Hasan b. Ali Advî'den, onun Seleme b. Şebib'den, onun
Abdurrezzak'tan, onun Mücahid'den rivayet ettiğine göre İbn-i
Abbas,
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan verükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir."
ayetinin Hz. Ali (a.s)hakkında indiğini bildirmiştir.
Yine aynı eserde şu bilgiye yer verildiği naklediliyor: Ahmed b.
Muhammed b. Tavan'ın, Ebu Ahmed Ömer b. Abdullah b. Şevzeb'-
den, onun Muhammed b. Ahmed Askerî Dekkak'dan, onun
28 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Muham-med b. Osman b. Ebu Şeybe'den, onun Ubade'den, onun
Ömer b. Sa-bit'ten, onun Muhammed b. Saib'den, onun Ebu Salih'-
ten rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle dedi:
"Hz. Ali (a.s) rükû hâlindeyken yanına bir yoksul dilenci geldi.
O da yüzüğünü ona verdi. Peygamber dilenciye, 'Bunu sana kim
verdi?' dedi. Dilenci, 'Onu bana şu rükû hâlindeki kişi verdi.' dedi.
Bunun üzerine,
'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir.'ayeti indi."
Yine aynı eserde şu bilgiye yer verildiği naklediliyor: Ahmed b.
Muhammed b. Tavan, Ebu Ahmed b. Abdullah b. Şevzeb'den, o
Mu-hammed b. Cafer b. Muhammed Askerî'den, o Muhammed b.
Osman-dan, o İbrahim b. Muhammed b. Meymun'dan rivayet ettiğine
göre Ali b. Abis şöyle dedi: "Ben ve Ebu Meryem, Abdullah b.
Ata'nın yanına gittik. Ebu Meryem ona, 'Daha önce bana Ebu Cafer'den
naklettiğin hadisi, Ali'ye de naklet.' dedi."
"Bunun üzerine Abdullah b. Ata şunları söyledi: 'Ben bir gün
Ebu Cafer'in yanında oturuyordum. O sırada Abdullah b. Selâm'ın
oğlu oradan geçti. Ben, 'Allah beni sana feda etsin, bu adam
Kur'ân ilmine sahip olan adamın oğlu değil mi?' dedim. Ebu Cafer
bana; Hayır, o dediğin vasıftaki adam imamınız Ebu Talib oğlu Ali'dir.
Onun hakkında inen ayetler vardır. Bunların başlıcaları şunlardır:"
"Sizinle benim aramda Allah'ın ve kitap bilgisine sahip kimsenin
şahitliği yeter."
[Ra'd, 43]"Rabbinden apaçık bir delili bulunan ve kendisini yine
kendisinden bir şahit izleyen kimse..."
[Hûd, 17]"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."
Hatib-i Harezmî'den aktarılan bilgiye göre Amr b. As ile
Muaviye arasındaki mektuplaşmada, Amr b. As Muaviye'ye şu cevabı
vermiştir: "Ey Muaviye, bildiğin gibi Kur'ân'da Hz. Ali'nin rakipsiz
faziletleri hakkında ayetler vardır. Bunların başlıcaları şunlardır:"
"Verdikleri sözleri yerine getirirler."
[İnsân, 7]"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve
rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir."
[Mâide, 55]"Rabbinden apaçık bir delili bulunan ve kendisini yine
kendisinden bir şahit izleyen ve ondan önce..."
[Hûd, 17]
Mâide Sûresi 55-56 ............................................................... 29
sinden bir şahit izleyen ve ondan önce..."
[Hûd, 17]"Allah'a verdikleri sözde duran erkekler..."
[Ahzâb, 23]"De ki: Ben bunun karşılığında yakınlarımı sevmenizden başka
sizden bir ücret istemiyorum."
[Şûrâ, 23]
Yine Hatib-i Harezmî'nin, kendi rivayet zinciriyle Ebu Salih'e
dayanarak verdiği bilgiye göre İbn-i Abbas şöyle demiştir: "Abdullah
b. Selâm, yanında kavminden İslâm'ı kabul etmiş bir grup ile
birlikte Peygamberimize gelerek şöyle dediler: 'Ey Allah'ın Resulü!
Evlerimiz uzaktadır. Bu toplantıdan başka katılabileceğimiz bir
toplantı ve konuşma da yoktur. Soydaşlarımız bizim Allah'a ve
Peygambere inandığımızı görünce bizi terk ettiler. Bizimle oturup
kalkmamaya, evlilik ilişkisi kurmamaya ve konuşmamaya karar
verdiler. Bu bizim ağrımıza gitti.' Bunun üzerine Peygamber onlara,
'
Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve rükûhâlinde iken zekât veren müminlerdir.'
ayetini okuyarak cevapverdi."
"Bunun arkasından Peygamber odadan çıkarak mescide gitti.
İnsanların kimi kıyamda, kimi rükûda idi. Bu arada gördüğü bir dilenciye,
'Sana bir şey veren oldu mu?' dedi. Dilenci, 'Evet, bir yüzük.'
dedi. Peygamber, 'Onu sana kim verdi?' dedi. Dilenci Hz. Ali'-
yi göstererek, 'Şu ayaktaki adam.' dedi. Peygamber, 'Onu sana ne
durumdayken verdi?' dedi. Dilenci, 'Onu bana rükû hâlindeyken
verdi.' dedi. Bunun üzerine Peygamber tekbir getirdi ve arkasından,
'
Kim Allah'ı, O'nun Resulünü... veli edinirse, (bilsin ki) galipgelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir.'
ayetini okudu. Şair Hassanb. Sabit de bu olay üzerine şu şiiri söyledi:
"Ey Ebu Hasan, canım ve ruhum sana feda olsun!
Hidayet yolunda ağır ağır ve hızlı şekilde yol alan herkesin canı
da!
Gerek benim bu övgüm, gerekse sevenlerinin övgüsü boşa mı
gider?
Allah rızası için yapılan övgüler boşa gitmez.
Rükûdayken sadaka veren sensin!
Bu kavmin canları sana feda olsun, ey rükûa varanların en hayırlısı!
30 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Mübarek yüzüğünü sadaka olarak verdin, ey efendilerin en hayırlısı!
Ey alıcıların ve satıcıların en hayırlısı!
Yüce Allah veliliğin en hayırlısını senin hakkında indirdi
Ve senin veliliğini dinin en sağlam ilkelerinden kıldı."
Hameveynî'nin, kendi rivayet zinciriyle Ebu Hüdbe İbrahim b.
Hüdbe'den naklettiğine göre Enes b. Malik şöyle dedi: "Dilencinin
biri, 'Borçlusuna mühlet tanıyıp, borcunu tam olarak ödeyen birine
borç verecek biri var mı?' diyerek mescide geldi. Ali rükû hâlindeyken
eli ile, 'Parmağımdaki yüzüğü çıkar da al.' diye işaret etti.
Bunun üzerine Peygamberimiz, Ömer'e, 'Gerekli oldu.' dedi. Ömer,
'Ey Allah'ın Resulü, anam ve babam sana feda olsun, ne gerekli
oldu?' dedi. Peygamber (s.a.a) ona şu cevabı verdi: 'Ona (Ali'ye)
cennet gerekli oldu. Vallahi o yüzüğü parmağından çıkarır
çıkarmaz bütün günahlardan arınmış oldu."
Yine Hameveynî'nin, kendi rivayet zinciriyle Zeyd b. Ali b. Hüseyin'den,
onun babasından, babasının dedesinden rivayet ettiğine
göre Ammar b. Yasir şöyle dedi: "Hz. Ali nafile namazında rükû
hâlindeyken yanına bir dilenci geldi. O da yüzüğünü çıkarıp dilenciye
verdi. Dilenci Peygambere gelerek bunu haber verdi. Bunun
üzerine,
'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılanve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir.'
ayeti indi. SonraPeygamber, 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.' dedi."
Hafız Ebu Nuaym'ın Ebu Zübeyr'den rivayet ettiğine göre Cabir
şöyle dedi: "Abdullah b. Selâm ile soydaşlarından birkaç kişi Peygamberimize
geldi. Müslüman olduklarından beri soydaşlarının
kendilerinden uzaklaştıklarından şikâyetçi idiler. Peygamberimiz,
'Burada dilenen biri olacak, onu bana bulun.' dedi. Mescide girdik.
Dilencinin biri Peygamberimize yaklaştı. Peygamber ona, 'Sana
bir şey veren oldu mu?' dedi. Dilenci, 'Evet, rükû hâlinde olan birinin
yanına gittim, bana yüzüğünü verdi.' dedi. Peygamber, 'Git bana
onu göster.' dedi. Gittik, gördük ki, Ali ayakta duruyor. Dilenci,
'İşte bu adam!' dedi. Bunun üzerine,
'Sizin veliniz ancak Allah, O'-nun Resulü ve... müminlerdir.'
ayeti indi."
Yine Ebu Nuaym'ın Musa b. Kays Hadremî'den rivayet ettiğine
Mâide Sûresi 55-56 ........................................................... 31
göre Seleme b. Kuheyl şöyle dedi: "Ali rükû hâlindeyken yüzüğünü
sadaka olarak verdi. Bunun üzerine
'Sizin veliniz ancak Allah, O'-nun Resulü ve...'
ayeti indi."
Yine Ebu Nuaym'ın Avf b. Ubeyd b. Ebu Rafi'den, onun da babasından
rivayet ettiğine göre dedesi şöyle dedi: "Bir defasında
Peygamberin yanına girdim. Peygamber uykuda kendisine vahiy
geliyordu. Odanın bir tarafında bir yılan gördüm. Onu öldürüp Peygamberimizi
uyandırmak istemediğim için kendisi ile yılanın arasında
yere uzandım. Bir şey olursa bana olsun istedim. Az sonra
Peygamber, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir.'
ayetini okuyarak uyandı ve, 'Elhamdülillah!' dedi. Yanıma
geldi ve, 'Niye burada yatıyorsun?' dedi. 'Şu yılanın varlığı yüzünden.'
dedim. Bana, 'Kalk öldür onu!' dedi, ben de onu öldürdüm."
"Sonra elimi tutarak şöyle dedi: 'Ey Ebu Rafi, benden sonra Ali
ile savaşan bir topluluk çıkacak. Onlar ile cihat etmek Allah'a karşı
bir görevdir. Onlara karşı eli ile cihat etmeye gücü yetmeyenlerin
dilleri ile, dilleri ile cihat edemeyenlerin kalpleri ile cihat etmeleri
gerekir. Bunun ötesi yoktur."
Ben derim ki: Bu iki ayetin yüzüğün sadaka olarak verilmesi
konusunda indiğine dair rivayetler çoktur. Bunların bazılarını
Bahranî-nin Gayet'ül-Meram adlı eserinden aldık. Bu rivayetler, bu
eserin kaynak gösterdiği kitaplarda da vardır. Biz bu rivayetler içinden
olayı değişik ibarelerle anlatan rivayetleri nakletmekle
yetindik.
Bu rivayetlerin nakledilmesinde Ebuzer, İbn-i Abbas, Enes b.
Malik, Ammar, Cabir, Seleme b. Kuheyl, Ebu Rafi ve Amr b. As gibi
çok sayıda sahabî ve Hz. Ali, İmam Huseyin, İmam Seccad, İmam
Bâkır, İmam Sadık ve İmam Hadi gibi Ehlibeyt İmamları (hepsine
selâm olsun) iştirak etmiştir.
Bu rivayetleri Ahmed, Neseî, Taberî, Taberanî, Abd b. Humeyd
ve diğerleri gibi tanınmış tefsir imamları ile hadis hafız ve imamları
reddetmeden ittifakla nakletmişlerdir. Kelâmcılar tarafından
da bu rivayetlerin doğruluğu kabul edilmiştir. Fıkıh bilginleri de bu
rivayetleri namazda "amel-i kesir" ve "nafile sadakalara zekât adı
verilip verilemeyeceği" konularında yer vermişlerdir. Zemahşerî ve
Ebu Heyyan gibi edebiyetta tanınmış tefsirciler de eserlerinde bu
32 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
rivayetlere yer verdikleri hâlde ayetler ile rivayetler arasındaki uyumluluğu
tartışma konusu yapmamışlardır. Hepsi birer dil uzmanı
olan raviler de böyle bir tartışmayı gündeme getirmemişler.
Bütün bunlardan sonra bir tefsircinin, bu ayetin iniş sebebinin
yüzük meselesi olduğu yolundaki rivayeti uydurma saymasına asla
itibar edilmez. Bu arada Şeyh'ul-İslâm İbn-i Teymiye gibi biri de
daha da ileri giderek bu rivayetin uydurma olduğuna dair âlimler
arasında ittifak olduğunu iddia etmiştir ki, bu şaşırtıcı bir iddiadır.
Gerçeğin ne olduğunu ise yukarıdaki açıklamamızda ortaya koymuş
bulunuyoruz.
Mâide Sûresi 57-66 .................................................................. 33
34 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
57- Ey iman edenler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş
olanlardan, dininizi alay ve eğlence konusu yapanları ve kâfirleri
dost edinmeyin. Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan çekinin.
58- Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu
yaparlar. Bu, onların akıl erdirmeyen bir topluluk olduklarındandır.
59- De ki: "Ey Ehlikitap, bizden yadırgadığınız, sırf bizim Allah-
'a, bize indirilene ve daha önce indirilenlere inanmış olmamız ve
çoğunuzun fasık (yoldan çıkmış) kimseler oluşunuz değil midir?"
60- De ki: "Karşılık bakımından Allah katında bundan daha
kötü konumda olanları size bildireyim mi? Allah'ın lânet ettiği, gazabına
uğrattığı, aralarından bir bölümünü (çarpıtarak) maymuna
ve domuza dönüştürdüğü kimseler ile tağuta tapanlar; işte bunlar
yerleri daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmış olanlardır."
61- Bunlar, size geldiklerinde, "İman ettik." derler. Oysa yanınıza
kâfir olarak girmiş ve kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların
gizli tuttuklarını (herkesten) daha iyi bilir.
62- Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yemekte
birbirleri ile yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!
63- Kendilerini Allah'a vermiş bilginler ile din adamları, onları
günah söz söylemekten ve haram mal yemekten sakındırsalar ya!
Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!
64- Yahudiler, "Allah'ın eli kolu bağlıdır." dediler. Elleri kolları
bağlansın ve söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun. Tersine,
O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun, Rabbin tarafından
sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır.
Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir
düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa,
Allah onu söndürdü. Onlar yeryüzünde hep bozgunculuk peşinde
Mâide Sûresi 57-66 ................................................................................................ 35
koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez.
65- Eğer Ehlikitap, iman edip sakınsalardı, kötülüklerini örter
ve onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık.
66- Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine
indirileni yaşatsalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan
nimetler yerlerdi. İçlerinde ölçülü bir kesim var. Fakat
çoğunun yaptıkları ne kötüdür!
Okuduğumuz ayetlerde, Allah'ı ve onun ayetlerini alaya alan
Eh-likitab'ı ve kâfirleri dost edinmek yasaklanıyor. Onların kötü sıfatlarından
bazıları sayılıyor. Allah'a verdikleri sözleri ve taahhütleri
bozmaları ve bunların uzantısı olan kötülükleri hatırlatılıyor. Bu
hatırlatmalar, bu surenin amacı olan verilmiş sözleri tutmayı, antlaşmalara
bağlı kalmayı teşvik etmeye, antlaşmaları çiğnemeyi
kınamaya uygun düşüyor.
Bu ayetlerin tek ve kesintisiz bir akışı var gibidir. Gerçi bazılarının
ayrı ve bağımsız bir iniş sebebinin olması da mümkündür.
"Ey iman edenler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan
dininizi alay ve eğlence konusu yapanları ve kâfirleri dost edinmeyin."
Ragıp İsfahanî diyor ki: "Hüzüv" kelimesi, birinin arkasından
onu alaya almak demektir. Bu kelime alaya benzeyen davranışlar
için de kullanılır... "La'b" sağlıklı bir gayesi olmayan davranış
anlamına gelir. (Ragıb'ın sözü burada bitti.)
Bilindiği gibi eğer bir şey kendisine ciddî şekilde önem verilmeyi
engelleyen bir niteliğe sahip sayılırsa, o şey alaya alınır. Bu
alayın maksadı o şeyin önemsenmeye lâyık olmadığını açıklamaktır.
Öte yandan eğer bir şeyin arkasında gerçek olmayan amaçlara
alet edilmekten başka sağlıklı ve mantıklı bir maksadın
olmadığı kabul edilirse, o şey eğlence konusu yapılır.
Dinle alay etmek, onu eğlence konusu yapmak, onun birtakım
asılsız, gayri ciddî ve sağlıksız amaçlara karşılık verdiğini açığa
vurmak içindir. Eğer dinle alay edenler, onu gerçek bir din saysalardı,
bu dini ortaya koyanı, onu çağıranı ve inananlarını ciddî ve
samimî kabul etselerdi, bu dine ve bağlılarına saygı duysalardı,
onu bu konuma düşürmezlerdi. Yani onların dini alay ve eğlence
36 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
konusu yapmaları, dinin hiçbir gerçek ve değer taşımadığı, onun
sadece alaya alınmaya ve eğlence konusu yapılmaya lâyık olduğu
yolunda bir hüküm verdiklerinin delilidir.
Bu ayetten şu sonuçlar ortaya çıkıyor:
1) Dost edinilmesi yasaklanan kimselerin bir niteliği olarak
dini alaya almaları ve eğlence konusu yapmalarının altının çizilmesi
bu yasaklamanın gerekçesine yönelik bir işaret içermektedir.
Çünkü ruhsal kaynaşmayı ve psikolojik, sosyolojik alanlarda
tasarrufu gerektiren dostluk ile dostlardan birinin kutsal saydığı,
hürmet ettiği ve kendi canı dahil olmak üzere her şeyden önemli
gördüğü değerlerle karşı tarafın alay etmesi bağdaşmaz. Böyle bir
kimsenin dost edinilmemesi, ruh ve cisimde tasarruf dizginlerinin
eline verilmemesi gerekir.
2)
"Ey iman edenler" ifadesinin "dininizi alay ve eğlence konusuyapanları"
ifadesinin karşısına konmasının ve "dininizi" ifadesindedinin müminlere izafe edilmesinin ifade ettiği uyum dikkat
çekicidir.
3)
"Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan çekinin" ifadesi,"dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin"
ifadesinidaha genel ve geniş kapsamlı sözlerle pekiştirir gibidir. Çünkü
iman kulpuna sarılmış olan bir müminin, inandığı değerlerle alay
edilmesine, onların eğlence konusu yapılmasına razı olması anlamsızdır.
Buna göre bu kimseler eğer iman sahibi iseler -yani bu
din onların dini ise- söz konusu kimseleri dost edinmeme konusunda
Allah'tan çekinmeleri kaçınılmazdır.
"Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan çekinin."
ifadesininbirkaç ayet önce geçen
"Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır."ifadesine işaret olması da muhtemeldir. O zaman bu ifadenin
anlamı, "Eğer onlardan değilseniz, onları dost edinme konusunda
Allah'tan çe-kinin." şeklinde olur. Fakat galiba ilk anlam
daha uygundur.
"Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar..."
Bu ayet, onların müminlerin dinini alay ve eğlence konusu
yaptıklarının somut örneği niteliğindedir. Namaza çağırmaktan
maksat da, günlük farz namazlardan önce okunan ezandır. Söylendiğine
göre Kur'ân'da ezan sadece bu ayette zikredilmiştir.
Mâide Sûresi 57-66 ......................................................... 37
"Onu alay ve eğlence konusu yaparlar..."
ifadesindeki zamirya namaza veya
"çağırdığınız" ifadesinden anlaşılan mastara, yani"çağrı"ya dönüktür. Mastara dönük olan zamir müzekker de,
müennes de olabilir.
"Bu, onların akıl erdirmeyen bir topluluk olduklarındandır."ifadesi, oların davranışlarına cevap niteliği taşıyan
bir ektir. Bununla söz konusu davranışlarının, yani namazı veya
ezanı alay ve eğlence konusu yapmalarının akıl erdirmeyen bir
topluluk olduklarından kaynaklandığı, bu yüzden dinin emrettiği
bu ibadetler ve amellerdeki kul-luk gerçeğini, bunların Allah'a yaklaştırıcı
faydalarını, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu birlikte
sağlayan özelliklerini kavrayamadıkları vurgulanıyor.
"De ki: Ey Ehlikitap, bizden yadırgadığınız, sırf bizim Allah'a... inanmış
olmamız... değil midir?"
Ragıp İsfahanî, Müf-redat'ul-Kur'ân adlıeserinde diyor ki: "Bir şeyi sözle veya cezalandırmak suretiyle yadırgadığın
zaman 'nekımtu'ş-şey'e' veya 'nekamtuhu' dersin. Yüce
Allah buyuruyor ki:
'Sırf Allah ve Resulünün lütfü ile onları zenginetmesini yadırgadılar.'
(Tevbe, 74) 'Onlardan, sırf aziz ve hamid olanAllah'a inanıyor olmalarını yadırgadılar.'
(Burûc, 8) '...bizdenyadırgadığınız...'
(Mâide, 59) 'Nıkmet' de cezalandırmak anlamındadır.Yüce Allah buyuruyor ki:
'Sonunda onları cezalandırdık,kendilerini denizde boğduk.'
(A'râf, 136)"Buna göre bu ayetin anlamı şudur: "Bizden yadırgadığınız veya
hoşlanmadığınız, sırf bu gördüğünüz durum, yani bizim Allah'a ve
indirmiş olduğu kitaplara inanmış olmamız ve sizin fasık oluşunuz
değil mi?" Bu ifade halk arasındaki şu sözlere benzer: "Sırf senin
ahlâksız olmana karşın benim iffetli oluşumdan hoşlanmıyor değil
misin?" Veya "Sırf senin fakir olmana karşın benim zengin oluşumdan
hoşlanmıyor değil misin?" İki karşıtın karşılaştırıldığı diğer
ifadeler de böyledir. Buna göre bu ayetin anlamı şöyledir:
"Bizden yadırgadığınız, sırf sizin çoğunuzun fasık olmasına karşın
bizim mümin oluşumuz değil mi?"
Bazı tefsirciler,
"çoğunuzun fasık kimseler oluşunuz" ifadesininsebep bildirdiğini söylüyorlar. Buna göre ayetin anlamı, "Sırf
çoğunuzun fasık kimseler olduğunuz için bizden hoşlanmıyor değil
misiniz? şeklindedir.
"Bize indirilene ve daha önce indirilenlere"
ifadesi, "bize vesize indirilen kitaplara" anlamındadır. İndirilen kitapların onlara
38 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
izafe edilmemesinde onlara yönelik tariz vardır. Onlar Allah'a verdikleri
söz-leri tutmadıkları ve kitaplarındaki emirleri yerine getirmedikleri
için bu kitaplar onlara inmemiş sayılmış ve onlar bu kitapların
ehli kabul edilmişlerdir.
Bu ifadenin anlamı şudur: Biz ne Allah'ın indirdiği kitaplar arasında
ve ne O'nun peygamberleri arasında ayırım yapmayız. Bu ifadede,
onların Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yaparak,
"Onların bazılarına inanıyor ve bazılarına inanmıyoruz." dedikleri
yönünde bir tariz vardır. Nitekim onlar,
"Müminlere inen kitabagünün başlangıcında inanın, fakat günün sonunda onu inkâr edin."
diyorlardı.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah'ı ve O'nun peygamberleriniinkâr edenler, Allah ile peygamberleri arasında ayırım yapanlar,
'Bir kısmına inanıyor, bir kısmını inkâr ediyoruz' diyenler ve bunun
arasında bir yol tutturmak isteyenler, gerçek anlamı ile kâfirdirler.
Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık."
(Nisâ, 151)"De ki: "Karşılık bakımından Allah katında bundan daha kötü konumda
olanları size bildireyim mi? Allah'ın lânet ettiği..."
Bu ayette yüceAllah, Peygamberine (s.a.a) söz konusu dini alay ve eğlence
konusu yapanlara seslenmesini emrediyor. Orta yollu bir ifade kullanılarak
onların dedikleri kabul ediliyor. Maksat, onları kendi sözleri
ile bağlamaktır. Yani eğer onlar Allah'a ve peygamberlerine
indirdiği kitaplara inanıyorlar diye müminleri kınıyorlarsa, asıl
kendilerini kınamalıdırlar. Çünkü onlar Allah'ın lânetine uğradıkları,
çarpıtılarak maymunlara ve domuzlara dönüştürüldükleri ve
tağuta taptıkları için daha kötü konumda ve doğru yoldan daha
çok sapıtmış durumdalar. Bunca kınama sebebi ortadayken, eğer
onlar kendilerini kınamıyorlarsa, bundan daha az kötü konumda
olanları kınamak onlara düşmez. Bu kötü konum, eğer Allah'a ve
onun kitaplarına inanmak kötü kabul ediliyorsa, müminlerin iman
etmişlik durumlarıdır ki, bu durum asla kötü olamaz.
Ayetteki "mesûbet
=karşılık" kelimesi ile mutlak karşılık kastediliyor.Belki de bu kelime istiâre yolu ile akıbet ve ayrılmaz sıfat
anlamındadır. Çünkü
"Karşılık bakımından bundan daha kötü" ifadesinin"Allah katında"
ifadesi ile kayıtlanmasından bu sonuççıkıyor. Sebebine gelince Allah katında olan şey sabit ve
Mâide Sûresi 57-66 .......................................................... 39
değişmezdir. Yüce Allah o şeye hükmetmiş, onu emretmiştir. Şu
ayetlerde buyrulduğu gibi:
"Allah katında olan kalıcıdır." (Nahl, 96)"O'nun hükmünün peşine düşecek kimse yoktur."
(Ra'd, 41) Bunagöre bu karşılık, yüce Allah katında olduğu için ayrılmaz bir karşılıktır.
Bu ifadede, bir tür dolaylı biçimde ifade etme sanatı vardır.
Çünkü sözün doğrudan akışının gereğine göre "Lânetleme, çarpılma
ve tağuta tapma, Allah'a ve O'nun kitaplarına inanmaktan
daha kötü ve daha sapık bir durumdur." denmeliydi, "Allah'ın lânet
ettiği, gazabına uğrattığı, aralarından bir bölümünü çarpıtarak
maymuna ve domuza dönüştürdüğü ve tağuta tapan kimseler,
daha kötü ve daha sapık konumdadırlar." denmeliydi. Ancak burada
sıfatı taşıyanların sıfatın yerine konmuş olduğu kabul edilirse,
problem kalmaz. Çünkü bu üslûp Kur'-ân'da yaygındır.
"Fakatiyilik, Allah'a inanan... kimsedir."
(Bakara, 177) ayeti bunun bir örneğidir.Kısaca söylenmek istenen şudur: Eğer bizim Allah'a ve
peygamberlerine indirdiği kitaplara inanmamız, sizce kötü bir şey
ise, o zaman durun, bundan daha kötü olanı size bildireyim de
onu yadırgayın. O da, siz de bulunan sıfattır.
Bazı tefsirciler, ayetteki
"bundan daha kötü" ifadesindeki "bu"ism-i işaretiyle
"bizden yadırgadığınız" ifadesinin delâlet ettiğimüminlerin tümüne işaret edildiğini söylemişlerdir. Buna göre sözün
akışı düzgündür, hiçbir dolaylı tarafı yoktur. Bu durumda ayetin
anlamı, "Size müminlerden daha kötü konumda olup kınamanız
gerekenlerin kim olduğunu bildirelim mi? Siz kendinizsiniz.
Çünkü siz lânete uğramış, çarpıtılmış ve tağuta tapmaya duçar
olmuşsunuz." şeklindedir.
Yine denebilir ki:
"bundan daha kötü" ifadesindeki işaret edatıyla"bizden yadırgadığınız"
ifadesinin delâlet ettiği mastara işaretediliyor. Buna göre ayetin anlamı şöyle olur: "Ceza bakımından
bu yadırgamanızdan daha kötü olanını size bildireyim mi? Bu maruz
kaldığınız çarpıtılma ve lânete uğrama gibi durumlardır."
"Bunlar, size geldiklerinde, 'İman ettik.' derler. Oysa yanınıza kâfir
olarak girmiş ve kâfir olarak çıkmışlardır..."
Yüce Allah, onların kalplerindemünafıklık olduğuna, müminlerle karşılaştıklarında Allah'ın
40 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
hoşlanmadığı duygularını sakladıklarına işaret ederek,
"size geldiklerinde,'İman ettik.' derler."
buyuruyor. Yani size geldiklerizaman iman ettiklerini belirtirler, oysa yanınıza kâfir olarak geldikleri
gibi, kâfir olarak da yanınızdan ayrılırlar. Yani onlar yanınıza
gelirken de, yanınızdan ayrılırken de bir tek hâldedirler ki, o da küfürdür.
Bu hâllerinde hiçbir değişiklik olmaz; sadece müminmiş
gibi görünürler, oysa Allah onların öteden beri içlerinde sakladığı
hile ve düzeni bilir.
"Oysa yanınıza kâfir olarak girmiş ve kâfir olarak çıkmışlardır."
ifadesi, bizim "Onların kâfirlik durumu değişmemiştir." sözümüzle
aynı anlamdadır. Orijinalde
"çıkmışlardır" ifadesinin başındayer alan "hum
= onlar" zamiri, pekiştirme işlevi yanında onların bukonuda ön plâna çıktıklarını ve kâfirliklerinin sabitleştiğini de ifade
ediyor.
Bazı tefsircilere göre ise, bu ayette onların kâfirlikte hâlden
hâle geçtikleri ifade ediliyor.
"Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yemekte birbirleri
ile yarıştıklarını görürsün..."
Anlaşılan, ayetteki "ism=günah" sözcüğündenmaksat, müminlere inen ayetlere dil uzatmak, din öğretileri
konusunda kâfirliği ve fasıklığı gerektirecek pervasızlıkta ileri
geri sözler söylemektir. Bir sonraki ayetteki
"...gü- nah söz söylemektenve haram mal yemekten"
ifadesi de bu anlamı desteklemektedir.Buna göre bu üç şey, yani günah, düşmanlık ve haram yemek
onların sözlü ve fiilî fasıklıklarının örneklerini oluşturuyor. Yani onlar
hem sözle günah işlerler, ki bu sözlü günahtır, hem de fiilî günah
işlerler. Bu fiilî günah ya kendileri ile müminler arasında olur,
ki bu müminlere yönelik düşmanlıklarıdır veya kendi aralarında
olur, ki bu da faiz, rüşvet ve benzeri şekillerde haram mal yemeleridir.
Onların böyle bir tutum içinde oldukları vurgulandıktan sonra
arkasından
"Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!" ifadesi ile bu davranışlarıyeriliyor. Ardından da ilim adamları ile din adamlarına
yönelik bir kınama geliyor. Çünkü onlar bu yapılanların suç ve günah
olduğunu bildikleri hâlde seslerini çıkarmıyorlar, halkı bu
mahvedici suçları ve günahları işlemekten sakındırmıyorlar. Yüce
Mâide Sûresi 57-66 ................................................................... 41
Allah'ın bu kınaması şöyledir:
"Kendilerini Allah'a vermiş âlimlerile din adamları, onları günah söz söylemekten ve haram mal
yemekten sakındırsalar ya! Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!"
"Günah söz söylemekten ve haram mal yemekten"
ifadesi,bir önceki ayetteki
"Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta veharam yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün."
ifadesi ilekarşılaştırıldığında ikinci ayette "udvan
=düşmanlık" kelimesineyer verilmediği görülür. Bundan şu sonuç çıkarılabilir: Günah ve
düşmanlık ile, aynı şey kastedilmektedir. Bu da, Allah'ın koyduğu
sınırları sözle aşmaktır. Bu-nun karşısında fiilî günah yer alır ki,
bunun örneği de haram mal yemeleridir.
Buna göre,
"Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haramyemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün."
ifadesinden maksat,onların günah ve düşmanlık diye tabir edilen sözlü kötülüklerinden
ve haram mal yemelerinde belirginleşen fiilî kötülüklerinden
örnekler sergilemektir.
Ayette geçen "yusariûne
=yarışırlar" kelimesinin mastarı olan"mu-saraat" kelimesi, ağır ve yavaş olmanın karşısında oldukça
hızlı ve sür'atli olma anlamındadır. Kullanıldıkları yerlere göre
sür'at ile acele arasındaki farka gelince; sür'at daha çok organların
işi, acele ise kalbin işiyle ilgilidir. Huzu ile huşu, havf (korku) ile
haşyet arasındaki fark gibi. Ragıp İsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde
şöyle diyor: "Sür'at, yavaşlığın zıddıdır; cisimler ve fiiller için
kullanılır..."
Bazılarına göre, sür'at ile acele aynı anlama gelir. Yalnız sür'at
daha çok hayırlı işlerde kullanılır. Buna rağmen, -ayette yerme söz
konusu olduğu ve "acele" kelimesinin yermeyi daha iyi ifade edebileceği
hâlde- "sür'at" kökünden bir kelimenin kullanılması, onların
bu yaptıklarında haklılarmış gibi davrandıklarına işaret etmek
içindir.
"Yahudiler, 'Allah'ın eli kolu bağlıdır.' dediler. Elleri kolları bağlansın
ve söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun. Tersine, O'nun iki eli de
açıktır, dilediği gibi verir."
Kur'ân'ın çeşitli ayetlerinden anlaşılacağıüzere Yahudiler dinî hüküm-lerin neshedilmesini caiz
görmüyorlardı. Bu yüzden Tevrat'ın nesh-edilmiş olmasını kabul
etmiyorlar ve Müslümanları hükümleri neshet-mekle
suçluyorlardı. Aynı şekilde tekvinî olaylarda da "beda"yı caiz
42 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
görmüyorlardı. Nitekim,
"Biz bir ayeti nesheder veya unutturursak,ondan daha iyisini veya onun bir benzerini getiririz."
(Bakara,106)
a-yetini tefsir ederken ve başka yerlerde bu konuda bazı sözlersöylemiştik.
Bu ayet, yani
"Yahudiler, 'Allah'ın eli kolu bağlıdır.' dediler."ifadesi de, onların bu genel görüşü ile örtüşüyor gibi görünse de,
yüce Allah'ın onlara cevap niteliğindeki
"Tersine, O'nun iki eli deaçıktır, dilediği gibi verir."
açıklaması, bu ihtimal ile bağdaşmazve onların bu günah nitelikli sözü rızk konusunda söylediklerine
delâlet eder.
Buna göre burada birkaç ihtimal söz konusudur: Birinci ihtimal;
onlar bu sözü, müminlerin genelinin içinde bulunduğu yaygın
fakirlik ve çektiği geçim sıkıntısından dolayı müminler için söylemişlerdir.
Bu durumda, istihza yollu yüce Allah'ın mümin kullarını
zenginleştirmeye, onları fakirlikten ve perişanlıktan kurtarmaya
gücünün yetmediğini ima etmek istemiş olurlar. Fakat bu ihtimal,
bu ayetin Mâide suresinde yer almasına uygun düşmüyor. Tabi ki
eğer bu ayet surenin diğer ayetleriyle birlikte inmiş ise. Çünkü
Müslümanlar bu surenin indiği günlerde bolluk, geçim rahatlığı ve
refah içinde yaşıyorlardı.
İkinci ihtimal; onlar bu sözü kendi sıkıntılarından dolayı söylemişlerdir.
Yani, başlarına bir kıtlık, bir pahalılık gelmiş de bu
yüzden sıkıntıya düşmüş, hayat düzenleri bozulmuş ve maddî durumları
sarsılmış olduğu için böyle konuşmuşlardır. Nitekim ayetin
iniş sebebi hakkındaki bazı rivayetlerden de bu anlaşılmaktadır.
Fakat ayetlerin akışı bu ihtimalle bağdaşmıyor. Çünkü bu ayetlerde
onların Müslümanlara yönelik düşmanlıkları ve hileleriyle ilgili
bazı sıfatlarına değinilmekte, kendileriyle ilgili olarak söyledikleri
günah bir sözden bahsedilmemektedir.
Üçüncü ihtimal; onlar bu sözü,
"Kim Allah'a güzel bir borç verir."(Bakara, 245)
ve "Allah'a güzel bir borç verin." (Müzzemmil, 20)gibi ayetleri işitince söylemişlerdir. Bununla, alay ve istihza yollu
Allah'ın elinin kolunun bağlı olduğunu, dinini yaymak, çağrısını
hayata geçirmek için gereken harcamaları karşılamaya gücü
yetmediğini söylemek istemişler. Nitekim ayetin iniş sebebi hakkındaki
başka bazı rivayetlerden de bu anlaşılmaktadır. Bu ihtimal
Mâide Sûresi 57-66 .................................................................... 43
daha akla yakındır.
Bu ihtimallerin hangisi geçerli olursa olsun, Yahudilerin el kol
bağlılığını ve bazı olaylar karşısında mağlubiyeti Allah'a izafe etmeleri,
dinî inançlarının ve Tevrat'ta yer alan görüşlerin reddetmediği
bir yaklaşımdır. Tevrat, güçlü insanlar gibi bazı etkenlerin
yüce Allah'ı âciz bırakmasını, O'nun bazı maksatlarını gerçekleştirmesine
engel olmasını caiz görür. Nitekim Tevrat'ta Hz. Âdem
ve diğer peygamberlerle ilgili olarak hakkında anlatılan bazı hikâyeler,
bunu doğrular niteliktedir.
Buna göre, onların inanç tarzlarında, yüce Allah'ın şanına ve
yüceliğine lâyık olmayan yakıştırmaları O'na izafe etmenin cevazının
dayanakları vardır. Dolayısıyla onlar bu sözü her ne kadar alay
etmek maksadı ile söylemişlerse de, bunun arkasında bir inanç
dayanağı vardır. Çünkü insanların her davranışının ardında,
gerçekte onu o davranışa sürükleyici ve cesaretlendirici bir inanç
temeli vardır.
Ayetteki
"Elleri kolları bağlansın ve söyledikleri sözden ötürüonlara lânet olsun."
ifadesi, Yahudilere yönelik bir bedduadır. Bubeddua ile onların yüce Allah'a izafe ettikleri yakışıksız eksikliğe
benzer bir azaba çarpılmaları gündeme getiriliyor. Allah'a izafe ettikleri
yakışıksız eksiklik, elinin kolunun bağlı ve istediğini gerçekleştirecek
güçten yoksun olduğu iddiasıdır.
Buna göre
"ve söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun."ifadesi,
"elleri kolları bağlansın" ifadesine yönelik tefsir amaçlı biratıftır. Yani, onların ellerinin kollarının bağlanması, Allah'ın kendilerine
yönelik lânetinin delili ve göstergesidir. Zira Allah'ın sözü,
O'nun fiili ve uygulaması demektir. Allah'ın bir kişiye lânet etmesi
onu ya dünyaya veya ahirete ait bir azaba çarptırmasıdır. Buna göre
lânet, ya onların ellerinin kollarının bağlanmasına denk düşen
veya daha geniş kapsamlı olan bir azaptır.
"Elleri kolları bağlansın"
ifadesinin azap hükmünün gerçekleşmesinihaber veren bir cümle olması da muhtemeldir. [Buna
göre ayetin anlamı şöyle olur: Onların elleri kolları bağlandı...] Bu
azap, onların
"Allah'ın eli kolu bağlıdır." sözlerinde sembolleşenküstahlıklarının cezasıdır. Birinci ihtimal daha akla yakındır.
"Tersine, O'nun iki eli de açıktır ve dilediği gibi verir
." ifadesi,
44 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Yahudilerin
"Allah'ın eli kolu bağlıdır." şeklindeki sözlerine köktenreddedici bir kalıpla verilmiş bir cevaptır.
"O'nun iki eli de açıktır."
cümlesi kudretin varlığını ifade edenki-nayeli bir ifadedir. Bu ifade tarzının kullanımı yaygındır.
Yahudilerin
"Allah'ın eli kolu bağlıdır." sözlerinde "el" kelimesitekil olduğu hâlde, onlara cevap olarak verilen cümlede "el" kelimesinin
ikili sıyga ile kullanılarak
"O'nun iki eli" denilmesi, güç vekudretin kemâlini, tam olduğunu ifade etmek içindir. Şu ayetteki
"el" kelimesi de aynı maksatla ikili sıyga ile kullanılmıştır:
"Allah,'Ey İblis, iki elimle yarattığım varlığa secde etmekten seni alıkoyan
sebep nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden miydin?' dedi."
(Sâd, 75)
Bu ifade tarzında, son derece güç kullanıldığına yönelikbir işaret veya de-lâlet vardır. Bu anlamda Araplar, "Senin bu işte
iki elin yoktur." derler. Bu söz, her türlü gücü ve nimeti reddeden
mübalağalı bir ifade biçimidir.
Dil bilginleri "el" kelimesi için bildiğimiz vücut organı dışında
çeşitli anlamlar sayarlar. Kudret, güç, nimet, mülkiyet, egemenlik
gibi... Fakat kelime aslında bildiğimiz vücut organı anlamındadır.
Bunun dışındaki anlamlarda kullanılması istiâre yolu iledir. Çünkü
o anlamlar ile bildiğimiz vücut organı anlamı arasında bir tür ilişki
vardır. Meselâ, hayır severlik ve cömertlik ile bildiğimiz el arasında
elin açık olması bakımından, mülkiyet ile el arasında tasarruf etme,
tutma, koyma ve kaldırma bakımından bir tür ilişki ve bağlantı
vardır.
Kur'ân'da ve hadislerde Allah'a izafe edilen "el" kelimeleri
kullanıldıkları yerlere göre farklı anlamlar ifade ederler. Meselâ
"Tersine, O'nun iki eli de açıktır."
(Mâide, 64) ayeti ile "İki elimleyarattığım varlığa"
(Sâd, 75) ayetinde "el" kelimesinden kudret vebu kudretin kemâl derecesinde oluşu kastedilmiştir. Bunun
yanında,
"Bütün hayır-lar sadece senin elindedir." (Âl-i İmrân, 26)"Her şeyin egemenliği elinde bulunan Allah ne yücedir."
(Yâsîn, 83)"Egemenliği elinde bulunduran Allah ne kutludur."
(Mülk, 1) gibiifadelerde "el" kelimesi egemenlik ve sulta anlamında
kullanılmıştır.
"Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulünün iki elininarasında (huzurunda) öne geçmeyin."
(Hucurât, 1) ayetindeki "el"ise huzur anlamında kullanılmıştır.
Mâide Sûresi 57-66 ........................................... 45
"Dilediği gibi verir."
ifadesi, "O'nun iki eli de açıktır." cümlesininaçıklamasıdır.
"Andolsun Rabbin tarafından sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını
ve kâfirliğini arttıracaktır."
Bu ve bunu izleyen ayetin sonunakadarki ifadeler, cümlelerin akışından anlaşılacağı üzere,
"Yahudiler,'Allah'ın eli,kolu bağlıdır.' dediler. Elleri kolları bağlansın ve
söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun."
ifadelerine açıklıkgetirme amacı taşıyor.
"Andolsun Rabbin tarafından sana indirilen, onların çoğunun
azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır."
ifadesine gelince; bu cümleler,Yahudilerin yüce Allah'a karşı küstahça davranmalarının, O'na
"Allah'ın eli kolu bağlıdır."
gibi çirkin sözlerle dil uzatmalarının onlardanbeklenmeyecek davranışlar olmadığına işaret ediyor. Çünkü
onlar çok eskiden beri düşmanlıkla ve küfürle damgalanmış bir
kavimdirler ve bu durum, azgınlık ve kıskançlığı onlara miras bırakmıştır.
Böyle bir karaktere sahip olan kimselerin, başkalarının
yüce Allah tarafından kendilerinin elde edemeyecekleri bir nimete
sahip kılındıklarını gördükleri zaman azgınlıklarını ve kâfirliklerini
arttırmalarından emin olunamaz.
Yahudiler kendilerini dünyanın efendisi ve önderi olarak görüyorlardı.
Kendilerini Ehlikitap olarak adlandırıyorlar, ilim ve din
adamları ile övünüyorlar, ilim ve hikmetle iftihar ediyorlar ve diğer
milletleri ümmî (okuma-yazmasız) olarak adlandırıyorlardı. Sonra
on-ların ilmi ve kutsal kitabı karşısında eziklik duyan bir kavme
"Kur'ân" adında bir kutsal kitabın indiğini gördüler. Oysa cahiliye
döneminde kendileri ile Araplar arasında kendilerinin lehine işleyen
bir saygı düzeni egemendi. Sonra bu kutsal kitabı inceleyince
gördüler ki, bu kitap kendinden önceki semavî kitaplardan üstün
bir ilâhî kitaptır. Apaçık gerçeği, yüce öğretiyi ve eksiksiz hidayeti
içermektedir. Bunu görünce, övündükleri ve gururlandıkları ilim ve
kitap alanının kendisinde, ezikliğe ve aşağılık duygusuna kapılarak
hayal uykularından uyandılar, düşmanlıklarını arttırdılar, azgınlıklarını
ve küfürlerini katmerleştirdiler.
Dolayısıyla azgınlık ve küfürlerinin artışının Kur'ân'a izafe edilmesi,
onların azgın ve kıskanç nefislerinin, Kur'ân'ın inmesini ve
içerdiği gerçek bilgileri ve açık çağrıyı görünce küfürlerinde taşkınlık
etmesi münasebetiyledir.
46 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Şu da var ki, yüce Allah Kur'ân'da birçok yerde hidayeti ve saptırmayı
kendine izafe eder. Şu ayette olduğu gibi:
"Hepsine,bunlara da, onlara da (müminlere de, kâfirlere de) Rabbinin bağışından
pay veririz. Rabbinin bağışından kesilmiş değildir."
(İsrâ,20)
Kur'ân hakkında da şöyle buyruluyor: "Kur'ân'dan müminler içinşifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz. Fakat bu ayetler, zalimlere
ziyandan başka bir şey arttırmaz."
(İsrâ, 82)Saptırma ve benzeri durumlar, tek taraflı olarak ve durup dururken
meydana getirilirse, kötü bir şey sayılıp yadırganabilir. Ancak
Allah'ın gazabının inmesini gerektiren ve içinde bulunulan sapıklığın
daha ileri boyutlara varmasına yol açan bir fasıklık ve günahın
ardından ceza olarak gelen saptırmanın hiçbir sakıncası
yoktur ve kınanacak bir durum da değildir. Şu ayetlerde belirtildiği
gibi:
"Onunla sadece fasık-ları saptırır." (Bakara, 26) "Onlar eğrilinceAllah da kalplerini eğriltti."
(Saff, 5)Sonuç olarak Kur'ân'ın onların azgınlıklarını ve kâfirliklerini
arttırması demek, ilâhî tevfikten ve destekten mahrum bırakılmaları
demektir. Böyle olunca içinde bulundukları azgınlıktan ve Allah'ın
ayet-lerini inkâr etme tutumundan vazgeçip hak çağrısına
uymak suretiyle teslimiyete ve imana yönelmeleri gerçekleşmiyor.
Bu kitabın birinci cildinde,
"Onunla sadece fasıkları saptırır." ayetinintefsiri sırasında bu konu incelenmiştir.
Sözün başına dönelim.
"Andolsun Rabbin tarafından sanaindirilen, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır."
ifadesi,kendilerini Ehlikitap diye adlandıran, Allah'ın çocukları ve
sevdikleri olduklarını iddia eden bu adamların
"Allah'ın eli kolubağlıdır."
gibi edep dışı ve seviyesiz sözlerle Allah'a karşı küstahlıketmelerinden kaynaklanan yadırgama ve şaşkınlığı ortadan kaldırmayı
amaçlıyor gibidir.
Azgınlık ve kâfirliklerindeki bu artış onlar için gerekli ve kaçınılmaz
bir cezadır. Sarf ettikleri o seviyesiz söz de, bu artışın bir
sonucudur ve bunu başka çirkin sonuçlar izleyecektir.
"Leyezîdenne
=arttıra-caktır" ifadesindeki lâm-ı kasem ve nun-i tekitbuna delâlet etmektedir.
Ayette azgınlığın kâfirlikten önce yer alması, bunun tersi bir sıralamanın
yapılmaması doğal bir sıralamadır. Çünkü kâfirlik, az
Mâide
Sûresi 57-66 ..................................................... 47
gınlığın sonuçlarından ve uzantılarından biridir.
"Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve
kin saldık."
"Onlar"dan maksat Yahudilerdir. Çünkü bu ayetlerinbaşında genel olarak Ehlikitap söz konusu edilmişse de, söz akışının
burasında konu sadece Yahudilerdir. Buna göre bu ifadede
yer alan düşmanlık ve kinden maksat, Yahudiler arasındaki mezhep
ve görüş ayrılıklarına dönük düşmanlık ve kindir.
Kur'ân'ın birçok ayetinde bu noktaya işaret ediliyor. Şu ayette
olduğu gibi:
"Andolsun, biz İsrailoğullarına kitap, hüküm vepeygamberlik verdik... Onlar ancak kendilerine bilgi geldikten
sonra aralarındaki çekemezlik yüzünden ayrılığa düştüler.
Şüphesiz, Rabbin kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri
konularda onların arasında hüküm verecektir."
(Câsiye, 16-17) Buanlamda daha başka ayetler de vardır.
Ayetteki "adavet
=düşmanlık"tan maksat, beraberinde fiilî saldırıyıgetiren kindir. Buna karşılık "bağda
=kin" kelimesi, kalpte gizliduran kini ifade eder, bu kinin fiilî saldırıyı arkadan getirmesi
şart değildir. Bu ikisinin bir arada olması, başkalarına zulmetmeyi
gerektiren kin ile bunu gerektirmeyen kin anlamlarını birlikte ifade
eder.
Ayetteki
"kıyamet gününe kadar" ifadesi, Yahudi milletinin,dünyanın sonuna kadar varlığını sürdüreceğine açıkça delâlet etmektedir.
"Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa, Allah onu söndürdü."
"Ateşiyakmak" onu alevlendirmek, "söndürmek" ise onun alevlerini
sakinleştirmek, onu etkisiz hâle getirmek demektir. Bu ifadenin
anlamı açıktır.
"Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa" ifadesinin"onların arasına... düşmanlık ve kin saldık"
ifadesinin açıklamasıolması da muhtemeldir. O zaman ifadenin anlamı, "Onlar ne
zaman Peygambere (s.a.a) ve müminlere karşı savaş ateşini körüklediler
ise, Allah aralarında anlaşmazlık çıkarmak suretiyle bu
ateşi söndürdü." şeklinde olur.
Ayetten; Yahudilerin, yüce Allah'ın dinine, Allah'a ve O'nun ayetlerine
inandıkları gerekçesi ile Müslümanlara karşı açacakları
savaşta kesinlikle hayal kırıklığına uğrayacakları anlaşılmaktadır.
Fakat hak dine karşı değil de siyasî ve millî üstünlük kurmak
48 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
maksadı ile açmak isteyecekleri savaşlar bu ayetin çerçevesi dışındadır.
"Onlar yeryüzünde hep bozgunculuk peşinde koşarlar. Oysa Allah
bozguncuları sevmez."
"Sa'y" hızlı adımlarla yürümek demektir,"fesaden" ise mef'ulün lehtir. Yani yeryüzünde fesat çıkarmak için
uğraşırlar. Allah ise fesat çıkaranları sevmediği için fesat çıkarma
emellerini gerçekleştirmelerine fırsat vermez ve böylece çabaları
boşa gider. Yine de doğrusunu Allah bilir.
Bütün bunlar, onların ellerinin kollarının bağlı olduğunun ve
söyledikleri sözden ötürü lânete uğradıklarının açıklamasıdır.
Çünkü onlar Peygambere (s.a.a) ve Müslümanlara karşı savaş ateşi
tutuşturma maksatlarına ulaşamamakta ve yeryüzünde fesat
çıkarma çabalarında başarısızlığa uğramaktalar.
"Eğer Ehlikitap, iman edip sakınsalardı, kötülüklerini örter..."
Buayetle tekrar genel olarak Ehlikitab'a dönülüyor. Tıpkı genel olarak
söze onlarla başlandığı gibi. Bu ayet, onların kaçırdıkları dünya ve
ahiret mutluluğu nimetine kısaca değinerek sözü noktalıyor. Bu
kaçırılan nimet, nimetlerle dolu cennet ile mutlu hayat nimetidir.
İmandan sonra sözü edilen sakınma (takva), kesinlikle Allah-
'ın gazabını ve cehennem ateşini gerektiren haramlardan ve günahlardan
sakınmak demektir. Bunlar da Allah'a ortak koşmak ve
hakkında cehennem vaadi bulunan helâk edici diğer büyük günahlardır.
Buna göre yüce Allah'ın örteceğini vaat ettiği kötülüklerden
maksat küçük günahlardır. Dolayısıyla bu ayet,
"Eğer sizeyasak edilen günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin kötülüklerinizi
(küçük günahlarınızı) bağışlarız ve sizi şerefli ve güzel
bir yere sokarız."
(Nisâ, 31) ayeti ile aynı anlamı ifade ediyor."Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni
yaşatsalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler
yerlerdi."
Bu ayette sözü edilen Tevrat'tan ve İncil'den maksat,Kur'ân'da Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya indirildikleri bildirilen iki semavî
kitaptır. Yoksa Ehlikitab'ın elinde olan ve yine Kur'ân'da tahrif
edildikleri bildirilen kitaplar kastedilmiş değildir.
Anlaşılan, "Rableri tarafından kendilerine indirilen"den maksat,
vaktiyle Ehlikitab'ın arasında görev yapmış peygamberlere ait
diğer kutsal kitaplardır. Kur'ân'ın Zebur adı ile andığı Davud Pey
Mâide Sûresi 57-66 ....................................................... 49
gambere ait Mezamir ve diğer kutsal kitaplar gibi.
"Rableri tarafından kendilerine indirilen"
ifadesi ile Kur'ân'ınkastedilmiş olması ihtimali uzaktır. Çünkü Kur'ân içerdiği hükümlerle
Tevrat'ın ve İncil'in şeriatlarını neshetmiştir. Böyle olunca
Kur'ân'ın Tevrat ile İncil'i kendisi ile birlikte sayması ve o kitapları
nesheden Kur'ân ile birlikte onlarla amel etmelerini temenni etmesi
doğru değildir.
Kur'ân ile amel etmenin aynı zamanda bu kitaplarla amel etmek
olacağını söylemek de makul değildir. Bu durum İslâm'daki
neshedici hükümlerle amel etmeye benzemez. Çünkü Allah'ın dini
bir olduğu için İslâm'daki neshedici hükümlerle amel etmek,
neshedeni ve edileni birlikte içeren İslâm şeriatının bütünü ile amel
etmek demektir. Bu hükümler birbiriyle çelişmez; sadece bazı hükümler
süreli ve geçicidir, ama çelişki söz konusu değildir. Böyle bir
şey söylemek de doğru değildir; çünkü yüce Allah bu kitapların hükümlerinin
"ikame" edilmesinden, yani ayakta tutulmasından, yaşatılmasından
bahsediyor. Bu ifade neshedilen hükümlerle,
neshedilmiş olmaları hasebi ile bağdaşmaz.
Dolayısıyla Tevrat'ın ve İncil'in hükümlerinin ayakta tutulması,
ancak bu iki şeriatın başka bir şeriatla neshedilmemiş olduğu dönem
için söz konusu olur. İncil'e gelince; o, çok az konu dışında
Tevrat'ın şeriatını neshetmemişti.
Üstelik
"Rableri tarafından kendilerine indirilen" ifadesinde"indirilen"in Ehlikitab'a indirildiği ifade ediliyor. Oysa Kur'ân-ı Kerim'de
Kur'ân'ın Ehlikitab'a indirildiğine dair bir ifade görülmemiştir.
Anlaşılan,
"Rableri tarafından kendilerine indirilen" ifadesindenmaksat, Tevrat'tan ve İncil'den sonra İsrailoğulları peygamberlerine
indirilen diğer kutsal kitaplarla vahiy mesajlarıdır. Davud
Peygamberin Zebur'u ile diğer ilâhî mesajlar gibi. Bu kitapları ayakta
tutmaktan, yaşatmaktan maksat, bu kitaplardaki ilâhî şeriatları
genel anlamda korumak, yüce Allah'ın bu kitaplarda açıkladığı
tevhit ve meada ilişkin bilgilere inanmak ve bu mesajları tahrif
etmekten, saklamaktan ve açıkça bir yana bırakmaktan sakınmaktır.
İşte eğer kendilerine kitap verilenler bu kitapları bu anlamda
ayakta tutsalardı, başları üzerinden ve ayakları altından
50 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
kaynaklanan nimetler yerlerdi.
"Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler
yerlerdi"
ifadesine gelince, buradaki "yemek"ten maksat, mutlakanlamda nimetlerden yararlanmaktır. İster gıda maddeleri için olduğu
gibi bildiğimiz yemek anlamında, isterse diğer şeyler için olduğu
gibi başka yollarla yararlanmak olsun. "Yemek" fiilini mutlak
tasarruf ve yararlanma anlamında kullanmak Arap dilinde yaygındır
ve problemsizdir.
"Başları üzer"inden maksat gök ve "ayakları altı"ndan maksat
yeryüzüdür. Bu cümle, onların gök ve yeryüzü nimetlerinden yararlanmalarını
ve bu nimetlerin bereketleri ile kuşatılmalarını anlatan
kinayeli bir ifadedir. Tıpkı şu ayette buyrulduğu gibi:
"Eğer oşehirlerin halkları iman edip sakınsalardı, üzerlerine gökten ve
yerden bereketler (bolluklar) açardık. Fakat yalanladılar. Biz de
onları işledikleriyle cezalandırdık."
(A'râf, 96)Bu ayet gösteriyor ki insanoğlunun imanı ile iyi amellerinin,
evrensel düzenin insanoğlu ile ilişkisinde onun yararına işlemesinde
etkisi vardır. Eğer insanoğlu iyi olursa, dünya düzeni de iyi ve
yararlı olur, insanoğlunun mutlu yaşaması için gerekli imkânları
sağlar, sıkıntısız ve bol nimetli olur.
Kur'ân'ın çok sayıdaki ayetinde bu gerçek mutlak ifadelerle dile
getirilmiştir. Şu ayetlerde olduğu gibi:
"İnsanların elleriylekazandıkları (günahlar) yüzünden karada ve denizde fesat çıktı.
Allah, belki dönerler diye, yaptıklarının bir bölümünü böylece
kendilerine tattırır. De ki: 'Yeryüzünde dolaşın da öncekilerin
sonunun nasıl olduğunu görün. Onların çoğu (Allah'a) ortak
koşanlardan idi."
(Rûm, 41-42) "Başınıza gelen her musibet, kendiellerinizle kazandığınız (günahlar) yüzündendir"
(Şûrâ, 30) Bukitabın ikinci cildinde amellerin hükümlerinden söz ederken bu
konuya değinmiştik.
"İçlerinde ölçülü bir kesim var. Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!"
Ayetteki "muktesidetun" kelimesinin mastarı olan "iktisad"
ölçülü davranmak demektir ki, bu da her konuda orta yolu benimsemektir.
Ölçülü kesim, din ve Allah'ın emrine teslim olma konusunda
ölçülü olan kimseler anlamındadır.
Bu ifade daha önceki cümlelerin devamı olmayan bağımsız bir
Mâide Sûresi 57-66 ................................................................ 51
nitelik taşıyor ve şunu açıklamayı amaçlıyor: Allah'ın sınırlarını
çiğnedikleri, O'nun ayetlerini inkâr ettikleri, bu yüzden onların toplumlarının
ilâhî gazaba ve lânete uğradıkları yönünde kendilerine
kitap verilenlere izafe edilen durumların tümü, onların çoğunluğu
hakkında geçerlidir. Çoğunluğu böyle olduğu için de bu çirkin işler
onlara izafe edilmiştir. Fakat bununla birlikte içlerinde ölçülü davranan
ve anlatılan niteliklerde olmayan bir kesim de vardır.
Bu da, Allah'ın sözünde ne derecede insafa riayet edildiğini,
hiçbir hakkın çiğnenmediğini, az da olsa hakkın göz ardı edilmediğini
sergiliyor. Bu noktaya daha önceki ayetlerde de değinilmişti.
Fakat o değinmeler bu ayetteki kadar açık değildi. Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi:
"ve çoğunuzun fasık (yoldan çıkmış) kimseler oluşunuz...","Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram
yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürüsün."
, "Andolsun,Rabbin tarafından sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve
kâfirliğini arttıracaktır."
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Kummî'de
"Bunlar size geldiklerinde, 'İman ettik.'derler..."
ayetinin tefsiri sırasında şöyle geçer: "Bu ayet Abdullahb. Übeyy ve arkadaşları hakkında inmiştir. Çünkü onlar İslâm'ı kabul
ettiklerini söylemelerine rağmen Peygamberimizin (s.a.a) yanına
kâfir olarak girdiler."
Ben derim ki: Ayetlerin akışından, münafıklar hakkında değil,
Ehlikitap hakkında indiği anlaşılmaktadır. Yalnız bu ayetin tek başına
münafıklar hakkında indiği söylenirse, o başka.
Yine aynı eserde,
"kâfir olarak çıkmışlardır." ifadesi hakkında,"ve küfürleri sebebi ile imandan çıkmışlardır." açıklaması yer almıştır.
el-Kâfi'de müellif, Ebu Basir'den, o da Ömer b. Riyah'tan şöyle
dediğini naklediyor: "İmam Sadık'a (a.s), 'Aldığım bilgiye göre sen
sünnete uygun biçimde eşini boşamayan kişinin boşama kararını
geçersiz sayıyormuşsun!' dedim. İmam bana şu cevabı verdi: 'Bunu
ben söylemiyorum, Allah öyle buyuruyor. Vallahi eğer biz size
zulme dayalı yanlış bir fetva verirsek, durumumuz sizinkinden daha
kötü olur. Çünkü yüce Allah,
'Kendilerini Allah'a vermiş bilgin
52 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
ler ile din adamları, onları günah söz söylemekten ve haram mal
yemekten sakındırsalar ya!'
buyuruyor." [Fürû-i Kâfi, c.6, s.57, h:1]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'den şöyle dediği naklediliyor: "İmam
Sadık'a (a.s) dedim ki: 'Ömer b. Riyah'ın anlattığına göre siz
şahitsiz yapılan boşamanın geçersiz olduğunu söylüyorsunuz?'
İmam bana şu cevabı verdi: 'Bunu ben söylemiyorum, Allah öyle
buyuruyor. Vallahi eğer biz size zulme dayalı yanlış bir fetva verirsek,
sizden daha kötü duruma düşeriz. Yüce Allah,
'Kendilerini Allah'avermiş bilginler ile din adamları, onları günah söz söylemekten
ve haram mal yemekten sakındırsalar ya!'
buyuruyor."[c.1, s.330, h:144]
Şeyh Tusî'nin el-Mecalis adlı eserinde İbn-i Ebu Ümeyr'den,
onun da Hişam b. Salim'den naklettiğine göre İmam Sadık (a.s)
"Yahudiler, 'Allah'ın eli kolu bağlıdır.' dediler."
ayeti hakkında,"Onlar bu sözleri ile Allah'ın kâinatın işinden el çektiğini
söylüyorlar." buyurmuştur.
Ben derim ki: Tefsir'ul-Ayyâşî'de de Yakup b. Şuayb ve
Hamma-d'a dayanılarak İmam Sadık'tan (a.s) bu anlamda bir hadis
rivayet edilmiştir.
[c.1, s.330, h:146-147]
Tefsir'ul-Kummî'de şöyle deniyor: "Yahudiler, 'Allah kâinatın işinden
elini çekti. Artık ilk aşamada takdir ettiğinden başka hiçbir
şey meydana gelmez.' dediler. Allah onların bu iddiasını reddederek,
'Tersine, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.'
buyurdu.Yani Allah olayları öne alabilir, geriye bırakabilir, arttırabilir ve eksiltebilir.
Beda ve meşiyet O'nun yetkisindedir."
Ben derim ki: Bu anlamda bir hadisi Şeyh Saduk, el-Maânî adlı
eserinde İshak b. Ammar'a, o da kendisinden duyduğu bir kişiye
dayanarak İmam Sadık'tan (a.s) nakletmiştir.
[s.18, h:15]Tefsir'ul-Ayyâşî'de verilen bilgiye göre Hişam Meşrikî şöyle diyor:
"İmam Rıza (a.s) buyurdu ki: 'Allah, kendini nitelediği gibi
tektir, hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde her şey O'na muhtaçtır
ve nurdur. Onun iki eli de açıktır.' Bunun üzerine elimle onun ellerini
göstererek kendisine, 'Allah'ın böyle iki eli mi var?' dedim. İmam,
'Eğer öyle olsaydı mahluk (yaratılmış) olurdu.' karşılığını
verdi."
[c.1, s.330, h:145]
Ben derim ki: Bu hadisi Şeyh Saduk da, Uyun-u Ahbar-ir Rıza
Mâide Sûresi 57-66 ........................................................ 53
adlı eserinde Maşrıkî'ye dayanarak İmam Rıza'dan (a.s) nakletmiştir.
[c.1, s.146]
el-Maânî adlı eserde verilen bilgiye göre Muhammed b. Müslim
şöyle diyor: "İmam Sadık'a (a.s),
'Ey İblis, iki elimle yarattığımvarlığa secde etmekten seni alıkoyan sebep nedir?'
ayetinin anlamınısordum. Bana, 'yed
=el' kelimesi Arapça'da güç ve nimet anlamlarınagelir, dedikten sonra şu ayetleri örnek gösterdi:
'Bizimeller sahibi (güçlü) kulumuz Davud'u an.'
[Sâd, 17] 'Göğü kendi ellerimizle(gücümüzle) çattık ve biz onu genişletmekteyiz.'
[Zâriyât,47]
'Onları kendinden bir ruh ile teyit etti (güçlendirdi.)' [Mücadele,22]
Araplar, 'üzerimde nimeti vardır.' anlamında, 'Falâncanın benimüzerimde beyaz eli vardır.' derler."
Tefsir'ul-Kummî'de
"Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i... yaşatsalardı..."ayetinin tefsiri yapılırken şöyle deniyor: "Yani Yahudiler ve Hıristiyanlar.
'Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan
nimetler yerlerdi.'
ayetindeki başları üzerinden gelen nimettenmaksat yağmur, ayakları altından kaynaklanan nimetten maksat
da bitkilerdir."
Tefsir'ul-Ayyâşî'de
"İçlerinde ölçülü bir kesim var." ayetinintefsirinde verilen bilgiye göre Ebu Sahbâ Kubra şöyle diyor: "Hz. Ali
(a.s) Re'sülcalut'un ile Hıristiyanların piskoposunu çağırarak onlara,
'Ben size sizden daha iyi bildiğim bir konuyu sormak istiyorum.
Benden doğruyu saklamayın.' dedikten sonra Hıristiyan piskoposuna
dönerek sözlerine şöyle devam etti: 'İncil'i Hz. İsa'ya indiren
ve onun ayağını bereketli kılan Allah aşkına söyle ki, Hz. İsa anadan
doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyor, göz sancılarını gideriyor,
ölüyü diriltiyor, size çamurdan kuş yapıyor, yediğiniz ve sonraya bıraktığınız
yiyeceklerinizi size haber verebiliyordu.' Piskopos, 'Bu
kadar yemine gerek yok, doğru cevap vereceğim.' dedi."
"Hz. Ali (a.s) ona, 'İsrailoğulları Hz. İsa'dan sonra kaç fırkaya
ayrıldı?' dedi. Piskopos, 'Hayır, Allah'a andolsun, onlar bir tek fırkadır.'
dedi. Hz. Ali piskoposa, 'Yalan söylüyorsun! Kendisinden
başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, onlar yetmiş iki fırkaya
ayrıldılar. Biri dışında bu fırkaların hepsi cehennemliktir. Yüce
Allah,
'İçlerinde ölçülü bir kesim var. Fakat çoğunun yaptıklarıne kötüdür.'
buyuruyor. Cehennemden kurtulacak olan, işte o ölçülükesimdir.' dedi."
54 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Zeyd b. Eslem'den Enes b. Malik'in
şöy-le dediği naklediliyor: "Peygamberimiz (s.a.a) şöyle diyordu:
'Musa'nın ümmeti yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Bunların yetmişi cehennemlik
ve bir tanesi cennetliktir. İsa'nın ümmeti yetmiş iki fırkaya
ayrıldı. Bunların yetmiş biri cehennemlik ve bir tanesi cennetliktir.
Benim ümmetim Yahudi ve Hıristiyanlardan bir tane daha
fazla fırkaya bölünecektir. Bunların yetmiş iki tanesi cehennemlik
ve bir tanesi cennetliktir.' Sahabîlerin, 'O cennetlikler kimlerdir?'
diye sormaları üzerine, 'Cemaatler, Cemaatler.' karşılığını
verdi."
[c.1, s.330-331, h:150]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Yakub b. Yezid'den şöyle dediği nakledilir:
"Hz. Ali (a.s), bu hadisi Peygamberimizden (s.a.a) naklettikten
sonra şu ayetleri okurdu:
'Eğer Ehlikitap iman edip sakınsalardı,kötülüklerini örter ve onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık...
Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!'
, 'Yarattıklarımızıniçinde hak ile doğru yola ileten ve hakka uygun, adil hükümler
veren bir ümmet vardır.'
(A'râf, 181) Bunlar Muhammed'in ümmetidir."[c.1, s.331, h:151]
Mâide Sûresi 67 ................................................. 55
67- Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.
Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş
olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri (bu mesajı
inkâr edenleri) amaçlarına ulaştırmaz.
Ayetin anlamı kendiliğinde (tek başına ele alındığında) gayet
açıktır. Tehdit üslûbu ile Peygamberimize (s.a.a) aldığı mesajı tebliğ
etmesini emrediyor ve yüce Allah'ın kendisini insanlardan koruyacağını
vaat ediyor. Fakat bulunduğu yer bakımından incelendiğinde
hayret verici bir durum ortaya çıkıyor. Çünkü Ehlikitab'ın
durumuna değinen, Allah'ın haramlarını çeşitli şekillerde çiğnemeleri
ve ayetlerini inkâr etmeleri gerekçesi ile onları kınayan ve
azarlayan ayetler arasında yer alıyor. Zira öncesinde,
"Eğer onlarTevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni yaşatsalardı,
başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler
yerlerdi..."
ayeti ve sonrasında, "Ey Ehlikitap, sizler Tevrat-'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri ayakta tutmadıkça
(yaşatmadıkça), bir şey (temel) üzerinde değilsiniz."
ayetibulunuyor.
Ayrıca ayetin kendisi ve içindeki cümleler arasındaki bağlantı
üzerinde derin bir incelemeye girişilince insanın hayreti ve şaşkınlığı
kat kat artıyor.
Eğer ayet, Ehlikitap konusu ile ilgili olarak aynı söz bütünlüğü
bağ-lamında önündeki ve arkasındaki ayetlere bağlı olsaydı anlamı
şu olurdu: Yüce Allah, Peygamberimize Ehlikitap konusunda indirdiği
mesajı vurgulu bir dille tebliğ etmeyi emrediyor ve sözün akışı
hasebi ile Rab-binden kendisine gelen mesajdan maksat da,
"EyEhlikitap, sizler Tev-rat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri
ayakta tutmadıkça (yaşatmadıkça)..."
ayetinde tebliğ edilmesi
56 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
emredilen mesajdır.
Oysa ayetin akışı bu ihtimali reddeder. Çünkü
"Allah seniinsanlardan korur"
cümlesi gösteriyor ki, Peygambere indirilen veduyurulması emredilen konu önemli bir konudur ve Peygamberin
şahsı veya tebliğinin başarısı açısından Allah'ın dini ile ilgili tehlike
içermektedir. Öte yandan Yahudilerin ve Hıristiyanların Peygamberimize
yönelik tehlikelerini, onun tebliği durdurmasına veya bir
süre için ertelemesine yol açacak kadar büyük görmek ve bu gerekçe
ile Allah'ın onu koruyacağını vaat etmesine ihtiyaç duyduğunu
düşünmek de anlamsızdır. Çünkü Medine'ye göç ettiği ilk
günlerde bile Peygamberimiz için böyle büyük bir tehlike söz konusu
olmamıştır ki, o günlerde Yahudiler Hayber gibi çatışmalara
yol açacak derecede şiddet ve saldırganlık gösteriyorlardı.
Üstelik bu ayet, Yahudilere yönelik şiddetli bir emir ve keskin
bir ifade de içermiyor. Oysa daha önce Yahudilere bundan daha
şiddetli, daha ağır ve daha sert emirleri tebliğ etmesi istenmiştir.
Genel tebliğinde Peygamberimiz bundan daha ağır mesajları tebliğ
etmekle görevlendirilmiştir. Kureyş kâfirlerine ve müşrik Araplara
tevhit ilkesini ve putperestlikten vazgeçmelerini tebliğ etmiştir.
Üstelik Kureyşli kâfirler ile müşrik Araplar Yahudilerden ve diğer
Ehlikitap'tan daha kaba, daha saldırgan, daha kan dökücü ve
daha cür'etli idiler. Buna rağmen yüce Allah onlara yönelik tebliğinde
Peygamberimizi ne tehdit etmiş, ne de kendisini onlardan
koruyacağını vaat etmişti.
Şu da var: Ehlikitab'ın durumunu ele alan ayetler, Mâide suresinin
büyük bölümünü oluşturur. Bu surenin Ehlikitap hakkında
indiği kesindir. Bu surenin indiği sırada Yahudilerin gücü kırılmış,
ateşleri sön-müştü. Başlarına ilâhî gazap ve lânet çökmüştü.
"Nezaman savaş için bir ateş yaktılarsa, Allah onu söndürdü."
Bu yüzden Peygamberimizin (s.a.a) Allah'ın dini hakkında
onlardan korkmasının anlamı yoktur. Çünkü o sırada İslâm'ın egemenlik
alanı içinde barış ortamına girmişler ve Hıristiyanlarla birlikte
cizye vermeyi kabul etmişlerdi. Bu yüzden Allah'ın, Peygamberimize
onlardan korktuğunu ve aldığı emri onlara tebliğ etme
konusunda sıkıntıya düştüğünü söylemesi de anlamsızdır.
Üstelik Peygamber (s.a.a), onlara bundan daha önemli emirler
Mâide Sûresi 67 ......................................................... 57
tebliğ etmiş, bundan önce daha tehlikeli ve korkutucu durumların
ortasında kalmıştır.
Dolayısıyla bu ayetin anlam bütünlüğü bakımından önceki ve
sonraki ayetlerle ortak bir nitelik taşımadığı, onlarla bağlantılı olmadığı,
tek başına inmiş, ayrı bir ayet olduğu hususunda şüphe
etmemek gerekir.
Bu ayet yüce Allah'ın Peygambere indirdiği bir emrin söz konusu
olduğunu ortaya koyuyor. Bu emir ya dinin bütünü veya bazı
bölümleri ile ilgilidir. Peygamberimiz bu emri insanlara duyurmaktan
korktuğu için onu uygun bir zamana erteliyordu. Eğer Peygamberimizin
korku sebebi ile o emri duyurmaktan kaçınması söz
konusu olmasaydı,
"Eğer yapmazsan, O'nun elçisi olma göreviniyerine getirmemiş olursun."
ifadesiyle tehdit edilmesine ihtiyaçduyulmazdı.
Nitekim peygamberliğinin ilk döneminde bu tür vurgulayıcı
emirler almıştı, ama bu emirler tehdit içermiyordu. Şu ayetlerde
olduğu gibi:
"Oku yaratan Rabbinin adıyla...." diye başlayan Alaksuresinin bütünü, "
Ey elbiselerine bürünen kişi, kalk ve uyar."(Müddessir, 1-2)
"O'na doğru yönelin, O'ndan af dileyin. O'na ortakkoşanların vay hâline!"
(Fussilet, 6) Kur'ân'da bunlar gibi başka ayetlerde vardır.
O hâlde Peygamberimiz insanlardan korkuyordu. Fakat bu
korku yüce Allah karşısında kendi canı ile ilgili değildi. O Allah yolunda
canını feda etmekten çekinmez, Allah'ın dini uğruna kanının
akıtılmasında cimrilik yapmazdı. O, böyle olmaktan çok daha
yüce idi. Onun hayat hikâyesi ve çizdiği görüntü böyle bir ihtimali
tekzip eder.
Üstelik yüce Allah, bütün peygamberleri hakkında bunun tersine
şahitlik eder. Nitekim O şöyle buyuruyor:
"Allah'ın kendisi ayırdığışeyde Peygambere herhangi bir sıkıntı yoktur. Bu, Allah'ın
önceden geçip giden peygamberler hakkında da geçerli olan bir
yasasıdır. Allah'ın işi ölçülüp biçilmiş bir iştir. O peygamberler Allah'ın
emirlerini tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan
başka hiç kimseden korkmazlar. Allah yeterli hesap görücüdür."
(Ahzâb, 38-39)
Allah bu tür farzlarla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Eğer ger
58 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
çekten mümin iseniz, onlardan değil, benden korkun."
(Âl-i İmrân,175)
Yüce Allah bir bölüm kulunu, insanlar kendilerini korkuttuklarıhâlde onlardan korkmadıkları için şöyle övmektedir:
"O kimselerki, insanlar kendilerine, 'İnsanlar size saldırmak için yığınak
yaptılar, onlardan korkun.' dediler de bu söz daha da onların imanını
artırdı ve 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.' dediler."
(Âl-i İmrân, 173)
Şöyle demek de doğru değildir: Peygamber öldürülmekten ve
bunun sonucunda yaptığı çağrının boşa gitmesinden ve arkasının
kesilmesinden korktuğu için kendisine gelen emrin açıklanmasını
böyle bir sakıncanın söz konusu olmayacağı bir zamana
erteliyordu. Bu da doğru değildir. Çünkü yüce Allah ona,
"Bu konudasenin yapabileceğin bir şey yok."
(Âl-i İmrân, 128) diyor. YüceAllah, Peygamber öldürülse bile, istediği herhangi bir vesile ile, dilediği
herhangi bir sebeple davetini yürütmekten âciz değildir.
Evet,
"Allah seni insanlardan korur." ifadesinin anlamına dayanılarakşöyle farz edilebilir: Peygamber bu emri tebliğ ettiği
takdirde İslâm çağrısını ebedî bir zarara uğratacak bir suçlama ile
karşılaşabileceğinden korkmuş olabilir. Bu tür görüş ve içtihatlar
Peygambere caiz ve sakıncasızdı ve bu gibi durumlardaki korku
Peygamberin kendisi ile ilgili değildi.
Bundan anlaşılıyor ki, bu ayet bazı tefsircilerin söylediği gibi,
peygamberliğin başlangıcında inmemiştir. Çünkü o zaman
"Allahseni insanlardan korur."
ifadesinin tek anlamı şu olurdu: Peygamberimizkendisi ile ilgili olarak öldürülür de hayattan mahrum
olur veya öldürülür de İslâmiyet'i yayma çabaları boşa gider diye
korktuğu için tebliğ konusunda ihmalkârlık ediyor, ağır davranıyordu.
Dolayısıyla bütün bu faraziyelerin hiçbiri muhtemel değildir.
Şu da var ki, eğer bu ayetteki Rabbinden kendisine indirilenden
maksat, dinin özü veya bütünü olsa, o zaman
"Eğer bunuyapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun."
ifadesinin an-lamı şöyle olur: Ey Peygamber dini tebliğ et.
Eğer dini tebliğ etmezsen, dini tebliğ etmemiş olursun!
Bazı tefsirciler bu ifadeyi şair Ebu Necm'in şu mısrası gibi
saymak istemişler: "Ben Ebu Necm'im ve şiirim şiirimdir." O takdirde
ayetin anlamı şöyle olur: Eğer peygamberlik görevini yap
Mâide Sûresi 67 ......................................................... 59
mazsan, Allah'ın sana ısrarla emrettiği konuya koşmakta ihmalkâr
ve onu tebliğ etmekte kusurlu davranmış olma suçunu işlemiş
olursun. Nitekim Ebu Necm'in yukarıdaki mısrasının anlamı da
"Ben Ebu Necm'im ve Benim şiirim, belâgatı ve güzelliği ile meşhur
olan şiirimdir" şeklindedir.
Bu ihtimal de geçersizdir. Çünkü Ebu Necm'in kullandığı bu
söz sanatı genel-özel, mutlak-kayıtlı ve benzeri yerlerde söz konusu
olabilir. O zaman bu tür ifade tarzıyla o iki şeyin aynı olduğu ifade
edilmiş olur. Buna göre Ebu Necm'in "Şiirim, şiirimdir" sözünün
anlamı şöyledir: Hiç kimse benim şiir yeteneğimin kaybolduğunu
veya olaylar beni yıprattığı için eskiden söylediğim kalitede
şiir söyleyemediğimi sanmasın. Bu gün söylediğim şiir, dün söylediğim
şiirin aynısıdır.
"Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine
getirmemiş olursun."
ifadesinde ise böyle bir söz sanatı geçerlideğildir. Çünkü eğer bu ayetin, peygamberliğin başlangıcında
indiği farz edilirse, buradaki elçilik görevi dinin bütününü veya
özünü tebliğ etmek olur ki, o zaman ortalıkta tek şey olur, farklı ve
değişik iki şey olmaz ki, "Eğer bu görevi tebliğ etmezsen, o görevi
veya o görevin özünü tebliğ etmemiş olursun" demek doğru olsun.
Çünkü bu farza göre tebliğ edilmesi istenilen görev, dinî bilgilerin
tümü demek olan elçilik görevinin özüdür.
Böylece ortaya çıktı ki, bu ayet bu içeriği ile peygamberliğin
başlangıcında inmiş kabul edilmeye elverişli değildir ki, burada
Peygambere (s.a.a) indirilen mesajdan maksat, dinin bütünü veya
özü olabilsin. Bundan şu da ortaya çıkıyor: Bu ayet peygamberliğin
başlangıcı dışındaki başka bir zaman diliminde dinin bütününü
veya özünü tebliğ etme konusunda inmiş kabul edilmeye de elverişli
değildir. Çünkü yine
"Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olmagörevini yerine getirmemiş olursun."
ifadesinin anlamsız kalmasıproblemiyle karşı karşıya kalırız.
Üstelik, eğer ayetteki peygamberlik görevi ile dinin bütününün
ve-ya özünün kastedildiği farz edilirse,
"Ey Elçi, Rabbin tarafındansana indirilen mesajı tebliğ et."
ifadesi, ayetin peygamberliğinbaşlangıcı dışındaki herhangi bir zaman diliminde inmiş olması ile
uyuşmaz. Bu açıktır.
60 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Üstelik,
"Allah seni insanlardan korur." ifadesinin, Peygamberimizintebliğinde insanlardan korktuğuna delâlet etmesi sakıncası
da aynen devam eder.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Peygamberimize
indirilen ve ayetin tebliğ edilmesini ısrarla istediği emir, varsayılabilecek
bütün ihtimalleri dahil dinin bütünü veya özü değildir. O
hâlde bu emrin dinin bir bölümü olduğunu söylemeliyiz. O zaman
ayetin anlamı "Rabbin tarafından sana indirilen hükmü tebliğ et,
eğer bunu yapmazsan peygamberlik görevini ifa etmemiş olursun."
şeklinde olur. Bu varsayım, "peygamberlik görevi" deyiminden
maksadın, Peygamberin yüklenmiş olduğu dinî görevin tümü
olmasını gerektirir. Aksi hâlde ifadenin anlamsız duruma düşmesi
sakıncası aynen geçerli olur. Çünkü "peygamberlik görevi" deyimi
ile söz konusu hükümle ilgili görevin kastedildiği takdirde ayetin
anlamı, "Bu hükmü tebliğ et; eğer onu tebliğ etmezsen, onu tebliğ
etmemiş olursun." şeklinde olur ki, bu ifade açık bir şekilde anlamsız
olur.
Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: "Bu hükmü tebliğ et; eğer
onu tebliğ etmezsen, peygamberlik görevinin özünü veya bütününü
tebliğ etmemiş olursun." Bu da doğru ve mantığa uygun bir anlamdır.
Böyle olunca bu ifade, Ebu Necm'in "Ben Ebu Necm'im ve
şiirim şiirimdir." ifadesinin kullanıldığı duruma benzer bir durumda
kalmış olur.
Şöyle bir varsayım da ileri sürülebilir: Bu hüküm tebliğ edilmez
ise, peygamberlik görevi ifa edilmemiş gibi olur. Bunun sebebi,
dinî bilgilerin ve hükümlerin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmalarıdır.
Öyle ki, bu karşılıklı bağlılığın gayet sıkı olmasından dolayı özellikle
tebliğ konusunda eğer bir emir ihlâl edilirse, bütün emirler ihlâl
edilmiş olur.
Bu varsayım her ne kadar sakıncasız ise de, ayetin devamı olan
"Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri doğru yola
iletmez."
ifadesi ile uyuşmaz. Çünkü ayetin bu son bölümünden,iman etmemiş olan kâfir bir topluluğun Peygambere inen bu
hükme karşı çıkmayı kararlaştırdığı veya durumlarının bu hükme
şiddetle karşı çıkacaklarını, bu çağrıyı geçersiz kılmak, boşa çıkarmak,
etkisiz ve faydasız hâle getirmek için ellerinden gelen her
Mâide Sûresi 67 ................................................. 61
tedbiri alacaklarını gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden de yüce
Allah Peygamberini onlardan koruyacağını, onların hilelerini boşa
çıkaracağını, onları komplolarında başarıya erdirmeyeceğini vaat
ediyor.
Bu anlam ise, Allah'ın indirdiği herhangi bir hükümle
bağdaşmaz. Çünkü İslâm'ın öğretilerinin ve hükümlerinin tümü
aynı derecede değildir. Bunların içinde dinin direği olan vardır;
bunların içinde yeni ayı (hilâli) görünce dua etmek de vardır. Bunların
içinde evli birinin zina etmesi vardır; bunların içinde yabancı
kadına bakmak da vardır. Bu hükümlerin hepsi hakkında Peygamberimizin
korkuya düştüğünü ve Allah'ın ona koruma vaat ettiğini
farz etmek doğru değildir. Bu korku ve koruma bazı hükümlerle
ilgilidir.
Dolayısıyla bu hükmün tebliğ edilmemesinin diğer hükümlerin
tebliğ edilmemiş olmasını gerektirmesi, o hükmün ihmalinin aslında
diğer hükümlerin ihmal edilmesi anlamına gelecek derecede
önemli bir konumda olmasından, o hükmün hayat, hareket ve
duygunun kaynağı olan ruh, diğer hükümlerin ise beden mesabesinde
olmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre ayet, yüce Allah-
'ın Peygamberimize (s.a.a) dini tamamlayıp istikrara kavuşturacak
nitelikte bir hüküm emrettiğini ortaya koymaktadır. Bu hüküm öyle
bir hükümdür ki, insanların ona karşı çıkması, Peygamberimizin
gayretlerini boşa çıkarabilir, kurduğu din binasının temellerini yıkabilir,
parçalarının dağılıp gitmesine yol açabilir.
Peygamberimiz (s.a.a) bu ihtimali sezdiği ve insanların
tepkisinden korktuğu için bu hükmün tebliğini art arda
erteliyordu. Maksadı, uygun bir fırsat ve güvenli bir ortam bularak
çağrısının başarıya ulaşabileceği şartları yakalamak ve çabasının
boşa gitmemesini sağlamaktı. Fakat yüce Allah, kendisine hemen
o hükmü tebliğ etmesini emretti, hükmün önemini açıkladı;
kendisini O'nun insanlardan koruyacağını, onların komplolarını
başarıya erdirmeyeceğini ve kutsal çağrıyı alt-üst etmelerine izin
vermeyeceğini vaat etti.
Peygamberimizin (s.a.a) çağrısının alt-üst edilmesinin, İslâm'ın
yayılmasından sonra emeklerinin boşa çıkarılmasının müşrikler,
Arap putperestler veya başkaları tarafından olmayacağını düşünmek
gerekir. Aksi hâlde bu ayet hicretten önce Mekke'de inmiş de
62 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Peygamberimizin insanlardan korkusu, müşriklerin iftiralarından
ve kendisine yönelik suçlamalarından yanaymış gibi olur.
Kur'ân'ın naklettiği bu iftiraların bazı örnekleri şunlardır:
"O, eğitilmiş bir delidir."
(Duhân, 14) "O bir şairdir, zamanınşartları içinde öleceğini bekliyoruz."
(Tûr, 30) "O, ya bir büyücü yada bir delidir."
(Zâriyât, 52) "Siz ancak büyülenmiş bir adamın peşindengidiyorsunuz."
(İsrâ, 47) "Bu ancak eskilerden öğrenilmişbir büyüdür."
(Müddessir, 24) "Bu (Kur'ân) eski milletlerin masallarıdır.(Muhammed) onları adamlarına yazdırmış; bunlar sabahları
ve akşamları ona okunmaktadır."
(Furkan, 5) "Onu (Kur'ân'ı), birinsan ona öğretiyor."
(Nahl, 103) "Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıktadirenin. Sizden istenen budur."
(Sâd, 6) Müşriklerin Peygamber(s.a.a) hakkında bu türden daha birçok saçma sözleri vardır.
Bütün bu iftiralar ve hakaretler dinin temelini zayıflatmayı gerektirecek
şeyler değildir. Bunların kanıtladığı tek şey, müşriklerin
ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemedikleri ve belirli bir tutum
sahibi olamadıklarıdır. Üstelik bu iftiralar ve hakaretler sadece
Peygamberimize yapılmış değil ki, onları sezince sıkıntıya düşsün
ve gerçekleşmelerinden korksun. Çünkü diğer peygamberler de
onun gibi bu belâlara ve sıkıntılara maruz kalmışlar, ümmetlerinin
bu tür nahoş tepkileri ile karşılaşmışlardır. Nitekim yüce Allah, Hz.
Nuh'un ve ondan sonra gelip Kur'ân'da adı geçen diğer peygamberlerin
karşılaştıkları bu türden sıkıntıları nakletmektedir.
Eğer bir şey varsa -ki var- bu emrin hicretten ve İslâm toplumunda
dinin yerleşmesinden sonra geldiği düşünülmelidir. O günün
Müslümanları karmaşık bir yapı arz ediyorlardı. Bir kesimi
salih müminlerdi. Bir bölümü münafıklardı. Bunlar küçümsenmeyecek
bir güce sahiptiler. Diğer bir kesimi hasta kalplilerdi. Bunlar
Kur'ân'ın deyimi ile dışardan gelen sözlere kulakları son derece
duyarlı idi. Bunlar Peygamberimize gerçekten veya görünüşte inanmış
olmakla birlikte onu bir padişah gibi görüyor ve Allah'ın
dininin hükümlerine de beşerî ve millî kanunlar gözü ile bakıyorlardı.
Bu durum bu kitabın daha önceki ciltlerinde tefsir edilen bazı
Kur'ân ayetleri tarafından ortaya konmuştu.
11- Âl-i İmrân suresindeki Uhud Savaşına ilişkin ayetler ile Nisâ suresinin
105-126. ayetleri buna örnektir.
Mâide Sûresi 67 ..................................................... 63
Bu yüzden bazı dinî hükümlerin tebliğ edilmesi, zihinlerde
Peygamberimizin koyduğu kanunlarla kişisel yarar sağladığı vehmini
uyandırabilir, bu kanunların uygulanması ile de peygamber
görüntüsünde bir padişah ve yasaları da din görüntüsünde padişahlık
kanunları olarak algılanabilirdi. Nitekim bazılarının sözlerinde
bu çarpık algılamanın delillerine rastlanmaktadır.
1Bu öyle bir şüphedir ki, eğer kendisi veya benzeri insanların
kalplerinde meydana gelmiş olsa, dinde hiçbir gücün gideremeyeceği,
hiçbir tedbirin düzeltmeyeceği çapta büyük bir yıkım ve zarar
meydana getirir. Demek oluyor ki, Peygambere inen ve kendisine
tebliğ edilmesi emredilen bu hüküm, Peygamberimizin faydasına
olacağı sanılan ve ona diğer Müslümanların ortak olamayacakları,
hayatî bir imtiyaz sağladığı düşünülen bir hükümdü. Zeyd olayında,
çok eşlilik konusunda, ganimetlerin beşte birini alma ayrıcalığında
ve bunlara benzer hükümlerde olduğu gibi.
Yalnız şu var ki, eğer ayrıcalıklar Müslümanların genelini
ilgilendirmeyen konularda olmazsa, doğal olarak kalplerde şüphe
de uyandırmaz. Meselâ evlâtlığın eşi ile evlenmek sadece
Peygamberimize mahsus bir imtiyaz değildi. Eğer Peygamber
(s.a.a) dörtten çok kadınla evlenmeyi Allah'ın izni olmaksızın
kendi arzusu ile gerçekleştirmiş olsaydı, aynı serbestliği diğer
Müslümanlara da tanımaktan geri durmazdı. Allah adına ve
kendine ayırdığı ganimet mallarında ve diğer hususlarda
Müslümanları kendine tercih eden tutumu da, bu konularda en
ufak bir şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktı.
Bütün bu anlattıklarımızdan şu ortaya çıkıyor: Bu ayet,
Peygamberimizin faydasına olacağı izlenimini veren ve ona
başkalarının da sahip olmak istediği bir imtiyaz sağladığı
düşünülen bir hüküm ortaya koyuyor. Bu hükmün tebliğ edilip
hayata geçirilmesi, halkın o imtiyazdan mahrum olmasını
gerektiriyordu. Peygamber de bu yüzden onu açıklamaktan
çekiniyordu. Fakat yüce Allah ona bu hükmü tebliğ etmeyi ısrarla
emrediyor ve kendisini insanlardan koruyacağını, bu konuda
komplo kurmak isteyenlerin komplolarında başarıya
ulaşmayacaklarını vaat ediyor.
1- Osman'ın halifeliğe getirildiği toplantıda Ebu Süfyan'ın söylediği sözler
bunun örneğidir.
64 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Bu açıklama, her iki mezhep kanalı ile gelen rivayetlerce de
doğrulanmaktadır. Bu rivayetlere göre, bu ayet Hz. Ali'nin (a.s) velâyeti
hakkında inmiş ve yüce Allah Peygambere (s.a.a) bu mesajı
tebliğ etmesini emretmişti. Peygamber, amcasının oğlunu tuttuğu
şeklindeki suçlamalardan korktuğu için bu emrin tebliğini art arda
erteliyordu. Fakat sonunda bu ayet inince bu mesajı Gadir-i Hum
konuşmasında tebliğ etti ve o konuşmada, "Ben kimin mevlâsı isem,
Ali de onun mevlâsıdır." dedi.
Ümmetin başında bir velinin olmasının İslâm dini için kaçınılmaz
bir zorunluluk olduğu açıktır. Bir din düşünün ki, bütün insanlığa,
bütün asırlar ve bütün bölgelere sesleniyor. Temel meselelere,
ahlâk prensiplerine, insanın tüm davranışları ile ilgili bütün ayrıntılı
hükümlere ilişkin ilkeleri bir bütün olarak belirliyor. Diğer
bütün genel kanunların tersine insanların hem bireysel, hem de
sosyal hayatını düzenliyor. Böyle bir dinin gerçek anlamda bir koruyucuya
ihtiyaç duymayacağı düşünülebilir mi? Bütün toplumlar
başlarında bir yöneticinin bulunmasını gerekli görürken İslâm
ümmeti, İslâm toplumu bu sosyal kanunun dışında kalarak başsız,
yöneticisiz ve yürütücüsüz ayakta kalabilir mi? Böyle bir başı boşluğa,
Peygamberimizin sosyal ve idarî uygulamalarına dayanan bir
mazeret bulunabilir mi?
Bilindiği gibi Peygamberimiz herhangi bir sefere çıktığı zaman
yerine toplum çarkını döndürecek bir vekil bırakırdı. Nitekim
Tebuk seferine çıkmadan önce de yerine Hz. Ali'yi vekil bırakmıştı
da Hz. Ali (a.s), "Beni kadınların ve çocukların başına mı vekil bırakıyorsun?"
demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) ona şu
cevabı vermişti: "Harun Musa için ne idi ise, sen de benim için o
olmak istemez misin? Yalnız benden sonra başka bir peygamber
gelmeyecek."
Peygamberimiz (s.a.a) Mekke, Taif, Yemen gibi Müslümanların
elinde olan beldelere hükümdar yetkileri ile donatılmış genel
valiler tayin ediyor, sefere çıkardığı müfrezelerin ve orduların başına
komutanlar getiriyordu. Bu konuda onun hayatta olduğu dönem
ile ölümünden sonrası arasında ne fark var? Tek fark şu olabilir:
Onun ölümünden sonra bu uygulamaya olan ihtiyaç kat kat
artmış ve zaruriliği daha kaçınılmaz hâle gelmiştir.
Mâide Sûresi 67 ................................................................ 65
"Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et."
Peygambere(s.a.a) resul (elçi) sıfatı ile hitap ediliyor. Çünkü ayetin
tebliğ edilmesini emrettiği ilâhî hükme en uygun düşen sıfat budur.
Bu sıfat, ayetin açıkladığı ve Peygamberimize kesin bir dille
işittirdiği tebliğin gerekliliğini ortaya koyan açık bir delildir. Çünkü
resulün (elçinin) yegane fonksiyonu taşıdığı mesajı tebliğ etmektir.
Elçilik görevini taşımak, Peygamberi tebliğ fonksiyonunu gerçekleştirmekle
yükümlü kılar.
Ayette Peygamberimize (s.a.a) indirilen mesajın içeriğinin ne
olduğu açıkça bildirilmiyor. Onun sadece niteliğine değinilerek "ona
indirilmiş bir şey" olduğu söyleniyor. Bu ifade tarzı, indirilen
mesajın önemi ve yüceliğini bildirir. Aynı zamanda bu konuda
Peygamberin yapacak bir şeyi olmadığına, bir yetkisi bulunmadığına,
dolayısıyla o mesajı gizlemeye, duyurulmasını ertelemeye
hakkı olmadığına da delâlet eder. Ayrıca Peygamberin (s.a.a) o
mesajı insanlara açıklaması için de bir mazeret oluşturur. Bunların
yanı sıra bu ifade tarzı, onun insanlar hakkındaki o mesajla ilgili
sezgi ve korkusunun haklı olduğunu teyit etmekle birlikte, o
mesajı açık açık dile getirmek zorunda olduğunu da vurgular.
"Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş
olursun."
Ayetteki "risaletehu=elçilik görevi" kelimesinin"risalâtihi" şeklinde, yani çoğul sıygası ile okunduğu da nakledilmiştir.
Bu kelimeden maksat, yukarıda söylediğimiz gibi, yüce Allah'ın
Peygamberimize yüklediği mesaj iletme görevlerinin bütünüdür.
Yine az önce söylediğimiz gibi bu ifade, üstü kapalı biçimde
değinilen hükmün önemli olduğunu, tebliğ edilmediği takdirde
Peygamberin iletmekle yükümlü kılındığı hiçbir mesajın tebliğ edilmediği
anlamına gelecek derecede yüksek bir konumu olduğunu
vurguluyor.
Ayetin üslûbu tehdit biçimindedir. Özü ise hükmün önemini
vurgulamak ve bu mesajın halka ulaşmadığı, hakkı gözetilmediği
takdirde bunun dinin hiçbir hükmünün hakkının gözetilmediği anlamına
geleceği bildirilmektedir.
"Eğer bunu yapmazsan, O'nunelçi olma görevini yerine getirmemiş olursun."
cümlesi bir şartcümlesidir. Fonksiyonu, oldukça önemli olan cezanın (karşılığın)
kendisine bağlı olduğu şartın önemini belirtmektir.
Ayetteki şart koşma bizim aramızda geçen şart koşmalarla
66 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
aynı nitelikte değildir. Çünkü biz insanlar yaptığımız şart koşmalarda
şartın gerçekleşeceğini bilmediğimiz için cezanın (karşılığın)
gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmeyiz. Fakat buradaki durum
farklıdır. Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) Allah'tan gelen bir emri
tebliğ etmeyeceği ihtimalini Kur'ân'ın onun için farz edeceği
düşünülemez. Çünkü yüce Allah
"Allah, kime peygamberlik görevivereceğini herkesten iyi bilir."
(En'âm, 124) buyuruyor.Kısacası
"Eğer bunu yapmazsan..." cümlesi zahiri ile tehdit içeriklidir;ama gerçekte Peygamberimize (s.a.a) ve diğer insanlara
bu hükmün önemli olduğunu ve Peygamberin bu hükmü tebliğ
etmekte mazur olduğunu bildirmektedir.
"Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri amaçlarına
ulaştırmaz."
Ragıp İsfahanî şöyle diyor: "Ayette geçen 'ya'simuke=seni korur' kelimesinin kökü olan 'asm' tutmak, engellemek
demek-tir. Bu kelimenin başka bir türevi olan 'itisam' ise tutunmak
demektir... İsam'da bir şeyi bağlamaya yarayan bağ anlamındadır.
Peygamberlerin ismeti, onların Allah tarafından korunması
demektir. Yüce Allah bu korumayı çeşitli şekillerde gerçekleştirmiştir.
En başta onlara maya ve karakter saflığı bağışlamış.
Sonra onları cismanî ve ruhanî üstünlüklerle donatmış. Sonra onlara
desteğini sunarak ayaklarını yere sağlam basmalarını sağlamış.
Sonra onlara huzur ve sükûnet indirmiş, kalplerini korumuş
ve onlara başarı nasip etmiştir. Nitekim yüce Allah Peygamberimize
(s.a.a),
'Allah seni insanlardan korur.' buyurmuştur.""Bilezik gibi kola takılan takıya da 'ismet' denir. Bileziğin kol
üzerindeki yerine ise 'mi'sem
=bilek' denir. Bunun gibi bukağılıktakibeyazlığa da bileziğe benzetilerek 'ismet' denir. Tıpkı ayaktaki
beyazlığa 'bağ' dendiği gibi. Bunun gibi kızılca kargaya da
'Gurabun A'sem' denir." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Ragıb'ın peygamberlerin korunmuşluğu (ismeti) hakkında söyledikleri
güzeldir, fena değildir. Yalnız bu söylenenler,
"Allah seniinsanlardan korur."
ayeti ile örtüşmez. Olsa olsa şu ayetle örtüşür:"On-lar sana hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, sana kitabı ve
hikmeti indirdi ve sana bilmediğin gerçekleri öğretti. Allah'ın sana
lütfu gerçekten büyüktür."
(Nisâ, 113)"Allah seni insanlardan korur."
ifadesinden anlaşılan; bu ko
Mâide Sûresi 67 ..................................................... 67
ruma, Peygamberimizi insanların, onun şahsına veya dinî amaçlarına
ya da tebliğinin başarısına ve gayretlerinin hedefe varmasına
yönelik kötülüklerinden koruyup kollamak anlamındadır.
Her neyse; kelimenin kullanıldığı yerlerden çıkan sonuca göre
an-lamı tutmak ve kavramaktır. Korumak anlamına gelmesi istiâre
yolu iledir. Aralarında lâzım-melzum ilişkisi vardır. Çünkü korumak,
tutmayı gerektirir.
Ayette korumanın insanlardan olacağı belirtiliyor. Fakat korumanın
onların nesinden olacağı açıklanmıyor. Bu koruma insanların
öldürme, zehirleme ve suikast gibi bedene yönelik saldırılarına
karşı olabilir. Sövme ve iftira atma gibi sözel saldırılarına karşı
olabilir. Tuzak kurma, hile yapma ve aldatma yolu ile işleri bozma
girişimlerine karşı olabilir. Korumanın neye karşı olacağının söylenmemesi,
genellik ifade etmek içindir. Fakat kesin olan, Peygamberimizin
(s.a.a) işlerinin bozulmasına ve yücelttiği İslâm sancağının
yere düşmesine yol açacak kötülüklere karşı oluşudur.
Ayette geçen "nas
=insanlar" mutlaktır, insan özelliğini benliğindetaşıyan kişi demektir. Bu tanımlama da ne erkeklik-kadınlık
gibi doğal ve yapısal özellikler, ne de bilgi, erdem, zenginlik gibi
doğal olmayan özellikler göz önüne alınır. Bundan dolayı çoğunlukla
fertler için değil, topluluklar için kullanılır. Yine bundan dolayı
bazen fazilet sahibi insanlar anlamına gelir. Yalnız bu, o fazilette
insanlık özelliğinin gözetildiği zaman olur.
"Kendilerine, 'İnsanlarıniman ettiği gibi siz de iman edin.' dendiği zaman..."
(Bakara,13)
ayetinde olduğu gibi. Yani kendilerinde insanlık özelliği bulunankişilerin iman ettiği gibi. Bu özellik, hakkı idrak etme, onu batıldan
ayırt etme yeteneğidir.
Bu kelime, bazen de seviye düşüklüğü anlamında kullanılır.
Bu da, üzerinde konuşulan konunun, genel insanlık anlamının ötesinde
bir takım insanî erdemlerin varlığına ihtiyaç gösterdiği zaman
olur.
"Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30) ayetindeolduğu gibi. Veya "İnsanların sözüne, güvenme; onlara bel bağlama."
sözünde olduğu gi-bi. Bu sözle anlatılmak istenen şudur: Sırf
insan ismini taşıyan kimselere güvenmek, bel bağlamak doğru
değildir. Ancak ahde vefakârlık ve kararlarında sebatkârlık gibi
üstünlüklere sahip olan insanlara güvenilir ve bel bağlanabilir.
68 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Bu kelime, genel insanlık anlamı dışında bir amaçla ilgili olmadığı
bazı durumlarda ise, ne övgü ve ne yergi anlamı taşımaz.
"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve tanışasınız
diye sizi milletler ve kabileler yaptık. Şüphesiz, Allah katında
en değerliniz, (kötülüklerden) en çok sakınanızdır."
(Hucurât, 13)"Allah seni insanlardan korur."
ifadesindeki "insan" kelimesi,mü-minleri, münafıkları ve kalbi hasta olanları içerecek şekilde
genel anlamında kullanılmış olmalıdır. Çünkü bu zümreler birbirinden
ayırt edilmeyecek şekilde birbirine karışmışlardı. Dolayısıyla
korkulduğunda onların genelinden korkulur.
Belki de
"Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz." ifadesi bu anlamaişaret ediyor. Çünkü bu ifade
"Allah seni insanlardan korur."cümlesinin sebebi, gerekçesi konumundadır. Daha önce söylediğimiz
gibi bu ayet hicretten ve İslâm'ın egemenliğinin perçinlenmesinden
sonra inmiştir. O dönemde insanların çoğu Müslüman
görünüyordu. Her ne kadar aralarında münafıklar ve diğerleri vardıysa
da dış görünüş buydu.
Ayetteki "kâfirler"den maksat, nitelikleri belirtilen, fakat kimler
oldukları söylenmeyen insanlardır. Yüce Allah bunların komplolarını
boşa çıkaracağını, Peygamberini onların şerrinden koruyacağını
vaat ediyor.
Yine ayetin zahirinden anlaşılan o ki, bu ifadedeki küfürden
maksat, Allah'ın ayetlerinden birini inkâr etmektir ki bununla,
"Rabbin tarafından sana indirilen mesaj"
ifadesindeki hükümkastediliyor. Hac ile ilgili şu ayette olduğu gibi:
"Kim inkâr ederse,(bilsin ki) Allah'ın âlemlere ihtiyacı yoktur."
(Âl-i İmrân, 97) Kelime-işahadetten yüz çevirme anlamındaki küfür ise, bu ayetin içeriği ile
bağdaşmamaktadır. Böyle bir anlamın söz konusu olabilmesi için
"Rabbin tarafından sana indirilen mesaj"
ifadesi ile dinin bütünmesajlarının kastedildiğini ileri süren görüşü kabul etmek gerekir
ki, bunun doğru bir yorum olmadığı yukarıda anlatılmıştı.
Söz konusu kâfir topluluğu Allah'ın hidayet etmeyeceğinden
maksat şudur: Yüce Allah onları tuzaklarında ve hilelerinde başarıya
erdirmez. Cari sebeplerin onlara boyun eğmesini engeller,
böylece amaç edindikleri kötülüğe ve fesada ulaşmalarına meydan
vermez. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:
"Allah fasıkları amaç
Mâide Sûresi 67 ............................................................. 69
larına erdirmez."
(Mü-nafikûn, 6) "Allah zalimleri amaçlarınaerdirmez."
(Bakara, 258) Bu kitabın ikinci cildinde bu konuyu incelemiştik.Buradaki hidayet etmemenin imana hidayet etmeme anlamında
olması ise kesinlikle doğru değildir. Çünkü bu anlam tebliğin
ve davetin özü ile çelişir. Yani, "Onları Allah'a veya Allah'ın
hükmünü benimsemeye çağır. Fakat ben onları buna hidayet etmem.
Senin tebliğin sadece kıyamet günü sığınacakları bir bahaneleri
kalmasın diyedir." demek, yerinde ve doğru olmaz.
Üstelik yüce Allah birçok kâfiri hidayet etmiş ve etmeye devam
ediyor. Bunu somut örneklerde görüyoruz. Nitekim şöyle buyuruyor:
"Allah dilediğini doğru yola iletir."
(Bakara, 213)Açıkça anlaşıldı ki, bu ayetteki kâfirleri hidayet etmemekten
maksat, onların hak sözü geçersiz kılma ve Allah tarafından indirilen
hük-mün nurunu söndürme yolundaki amaçlarına ermelerine
fırsat vermemektir.
Çünkü kâfirler, aynı şekilde zalimler ve fasıklar, nefislerinin
kötülüğü ve görüşlerinin sapıklığı ciheti ile, Allah'ın evrende yürürlükte
olan yasalarını değiştirmek, sonuçlara doğru giden sebepleri
arzularına göre yönlendirmek, âlemlerin Rabbine isyan etmeleri
asla söz konusu olmayan hak sebeplerin mecralarını bozuk amaçlarına,
batıl maksatlarına doğru çevirmek isterler. Fakat onların
görünüşteki güçleri âlemlerin Rabbi ile başa çıkamaz. Kaldı ki, o
güçleri onlara veren, bünyelerine yerleştiren Allah'tan başkası değildir.
Onlar zaman zaman çabalarında ilerleyebilirler. Birkaç anlığına
amaçlarına erebilirler. Belirli bir süre için yükseliş kaydedebilirler,
iş-leri yolunda gidebilir. Fakat çok geçmeden plânları bozulur
ve kazdıkları kuyuya kendileri düşerler. Kötü tuzak, ancak sahibini
kuşatır. İşte böylece Allah hak ile batılı örneklerle açıklar; batıl su
köpüğü misali uçar gider, insanlara fayda sağlayan cevher ise yeryüzünde
kalır.
Buna göre,
"Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz" cümlesi"Allah seni insanlardan korur."
cümlesinin tefsiridir. Yalnız korumakav-ramını sınırlı anlamda almak gerekir.
O zaman korumadan maksat, Peygamberimizi (s.a.a) insanla
70 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
rın kötülüklerinden koruyarak onun bu hükmü tebliğ edip ümmet
arasına yerleştirme amacını gerçekleştirmesini önlemelerine
meydan vermemektir. Meselâ amacına ulaşmadan önce Peygamberimizi
(s.a.a) öldürmelerine, ona karşı isyan edip işlerini alt
üst etmelerine, ona müminlerin dinlerinden dönmelerine yol açacak
suçlamalar yöneltmelerine, bu hükmü öldürüp toprağa gömecek
komplolar düzenlemelerine fırsat vermemek gibi...
Bunlar yerine yüce Allah hak sözü üstün getirir ve dilediği gibi,
dilediği yerde, dilediği zaman, dilediği kimselerde dinini hâkim kılar.
Şu ayette buyurduğu gibi:
"Ey insanlar, eğer Allah dilerse sizigötürür de başkalarını getirir. Allah'ın gücü bunu yapmaya yeter."
(Nisâ, 133)
"Allah seni insanlardan korur."
cümlesini taşıdığı geniş kapsamlımutlak anlamda ele almak Kur'ân'a, sahih hadislere ve kesin
tarihî gerçeklere ters düşer. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) kâfiri,
mümini ve münafığı ile bir bütün olarak ümmetinden o kadar
çok musibet, sıkıntı, engelleme ve eziyet çekti ki, ondan başka hiç
kimse bunlara katlanamazdı. Nitekim meşhur bir hadisinde şöyle
buyurmuştur: "Benim çek-tiğim eziyetleri başka hiçbir peygamber
çekmedi."
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif Ebu Salih'ten, o da İbn-i Abbas ve
Ca-bir b. Abdullah'tan şöyle dediklerini rivayet eder: "Yüce Allah,
Peygamberine Hz. Ali'yi insanlar arasında alem olarak dikerek
onun veliliğini ilân etmesini emretti. Peygamber; insanların, amcasının
oğlunu kayırdığını söyleyerek kendisini suçlayacaklarından
korktu. Fakat Allah ona,
"Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilenmesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini
yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur."
ayetini indirdi. Bunun üzerine Peygamber, Gadir-i Hum günü onun
veliliğini ilân etti."
[c.1, s.331, h:152]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Hannan b. Sedir'den, o da babasından
İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet
eder: "Veda Haccı sırasında Cebrail, Peygamberimize Hz. Ali'nin
halifeliğini emreden
"Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indiri
Mâide Sûresi 67 .......................................................... 71
len mesajı tebliğ et..."
ayetini indirince, Peygamber Cuhfe'ye gelinceyekadar insanların korkusundan üç gün durdu (sustu) ve Ali'nin
elini tutmadı (veliliği ve halifeliğini ilân etmedi)."
"Gadir-i Hum günü Cuhfe'ye varınca, Mehyaa denen yerde konakladı
ve 'Haydin namaza!' diye seslendi. İnsanlar toplanınca,
'Size kendinizden evlâ kimdir?' diye sordu. İnsanlar yüksek sesle,
'Allah ve O'nun Peygamberi.' diye bağırdılar. Peygamber aynı
soruyu ikinci ve üçüncü kez sordu. Yine, 'Allah ve O'nun Peygamberi.'
dediler."
"Arkasından Hz. Ali'nin elini tutarak şöyle dedi: 'Ben kimin
mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu dost edineni
dost edin, ona düşman kesilene düşman kesil. Ona yardım edene
yardım et; onu yalnız bırakanı yalnız bırak. O benden ve ben de
ondanım. Harun, Musa için ne idi ise, o da benim için odur. Yalnız
benden sonra başka peygamber gelmeyecektir."
[c.1, s.332, h:153]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu'l-Carud'dan naklen İmam Muhammed
Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu kaydedilir:
"Ey Elçi, Allah tarafındansana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'-
nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan
korur. Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz."
ayeti indiğindePeygamber, Hz. Ali'nin elini tutarak şöyle buyurdu: 'Ey insanlar,
benden önceki peygamberlerin hepsi bir süre yaşadıktan
sonra Allah tarafından çağrılıp bu çağrıya icabet ettiler. Ben de
çağrı alıp bu çağrıya icabet etmek üzereyim. Ben sorumluyum; siz
de sorumlusunuz. Ne diyeceksiniz?' Hep bir ağızdan, 'Senin Allah-
'ın mesajını tebliğ ettiğine, insanlara nasihat ettiğine ve görevini
yerine getirdiğine şahitlik ederiz. Allah seni diğer peygamberlere
verdiği mükâfatların en üstünü ile mükâfatlandırsın.' dediler. Bunun
üzerine Peygamber, 'Allah'ım, şahit ol.' dedi."
"Sonra sözlerine şöyle devam etti: 'Ey Müslümanlar, sözlerimi
burada olanlar olmayanlara iletsin. Bana inananlara, bani tasdik
edenlere Ali'nin veliliğini vasiyet ediyorum. Haberiniz olsun ki, Ali'-
nin veliliği benim veliliğimdir. Bu, Allah'ın bana yönelik bir ahdidir,
bunu size tebliğ etmemi emretti. Söylediklerimi işittiniz mi?' -
Bunu üç kez tekrarladı.- Bu arada birisi şöyle dedi: İşittik ey Allah-
'ın elçisi!"
[c.1, s.334, h:155]
72 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
el-Besâir adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Fudayl b.
Yesar'dan şöyle rivayet eder: "İmam Muhammed Bâkır (a.s),
'EyPeygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.
Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş
olursun.'
ayetindeki mesajın Ali'nin velâyeti olduğunu buyurdu."[s.515, h:40]
Ben derim ki: Bu ayetin velâyet ve Gadir-i Hum konusu hakkında
olduğunu el-Besair'in yanı sıra Kuleynî de el-Kâfi'de kendi rivayet
zinciriyle Ebu'l-Carud'dan naklettiği uzun bir hadiste İmam
Muhammed Bâkır'dan (a.s) nakleder.
1 Aynı anlamı, Şeyh Sadukel-Maânî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Feyz
b. Muhtar'dan, o da babasından rivayet ettiği uzun bir hadiste İmam
Muhammed Bâ-kır'dan nakleder. Aynı anlamı, Tefsir'ul-Ayyâşî'de
müellif, Ebu'l-Ca-rud'dan aktardığı uzun bir hadiste ve
Amr b. Yezid'den, onun da babasından rivayet ettiği kısa bir hadiste
İmam Sadık'tan nakleder.
[c.1, s.233, h:154]
Sa'lebî Tefsiri'nden nakledilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık
(a.s) şöyle buyurur:
"Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajıtebliğ et..."
ayeti, Hz. Ali'nin üstünlüğü hakkında indi. Bu ayetinince Peygamber, Hz. Ali'nin elini tutarak, 'Ben kimin mevlâsı isem,
Ali de onun mevlâsıdır.' dedi."
Yine Sa'lebî Tefsiri'nin Kelbî'ye, onun da Ebu Salih'e dayanarak
İbn-i Abbas'ın bu ayet hakkında şöyle dediği nakledilir: "Bu
ayet, Ali b. Ebutalip hakkında indi. Allah, Peygambere bu ayette
Hz. Ali'nin veliliğini tebliğ etmesini emretti. Bunun üzerine Peygamber
Ali'nin elini tuttu ve şunları söyledi: 'Ben kimin mevlâsı isem,
Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu seveni sev ve ona
düşman olana düşman ol."
el-Burhan tefsirinin İbrahim Sakafi'ye dayanarak verdiği bilgiye
göre Hudrî, Bureydet'ül-Eslemî ve Muhammed b. Ali bu ayetin
Gadir-i Hum günü Hz. Ali (a.s) hakkında indiğini bildirirler.
Sa'lebî Tefsiri'nden aktarılan bilgiye göre İmam Muhammed
Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Bu ayetin anlamı, 'Rabbin tarafından
Ali hakkında sana indirilen emri tebliğ et' şeklindedir."
1- [el-Kâfi, c.1, s.290, h:6]
Mâide Sûresi 67 ......................................................... 73
el-Menar tefsirinde ise Sa'lebî Tefsiri'nden nakledilerek şöyle
deniyor: "Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s) veliliği hakkındaki
bu sözleri kısa sürede İslâm beldelerinde yayıldı ve dalgalandı.
Haris b. Nü'man Fihrî, bu haberi alınca, devesinin sırtında Peygambere
geldi. Peygamber o sırada Ebtah denen yerde idi. Haris
devesinden indi ve onu bağladı. Arkasından sahabîlerden oluşan
bir grup arasında bulunan Peygamberimize, 'Ey Muhammed, sen
bize Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin O'nun Resulü olduğuna
şahitlik etmemizi emrettin, biz de kabul ettik.' dedi. Sonra İslâm'ın
diğer temel ilkelerini saydıktan sonra sözlerine şöyle devam
etti: 'Sonra bunlarla yetinmedin ve amcanın oğlunun ellerini
kaldırarak onu bize üstün kıldın ve 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de
onun mevlâsıdır.' dedin. Bu, senin görüşün müdür, yoksa Allah'ın
emri midir?' Peygamberimiz, 'Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a
yemin ederim ki bu, Allah'ın emridir.' dedi. Bunun üzerine
Haris, arkasını dönüp devesine doğru yürüdü. Giderken, 'Allah'ım,
eğer bu, senin katından gelmiş gerçek ise, üzerimize gökten bir
taş yağdır veya bize acı bir azap getir.' diyordu."
"Bunun üzerine henüz devesinin yanına varamadan Allah tarafından
üzerine bir taş atıldı ve bu taş tepesinden girerek makatından
çıktı. Arkasından,
'İsteyen biri, kâfirlerin başına gelecek birazap istedi. Öyle bir azap ki onu defedecek biri yok.'
(Meâric, 1-2)ayetleri indi."
[el-Menar, c.6, s.464]
Ben derim ki: el-Menar tefsiri, bu hadisi naklettikten sonra şu
açıklamayı yapıyor: "Bu rivayet uydurmadır. Çünkü sözü edilen
Mearic suresi Mekke döneminde inmiştir. Allah'ın, bazı Kureyş kâfirlerinin
sözü olarak bize hikâye ettiği
"Allahım, eğer bu senin katındangelmiş gerçek ise..."
(Enfâl, 32) ayeti ise, onların hicrettenönce söyledikleri bir sözü hatırlatma amacını taşıyor. Bu hatırlatma
Enfâl suresinde yer alıyor ve bu sure Bedir Savaşından sonra,
Mâide suresinden birkaç yıl önce inmiştir. Bu rivayetten anlaşıldığına
göre olayda adı geçen Haris b. Nü'man Müslüman idi, fakat
dinden döndü. Oysa adı sahabe arasında geçmiyor. "Ebtah" denen
yer de Mekke'dedir ve Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum'dan Mekke'ye
dönmedi, Veda Haccından sonra Gadir-i Hum'a uğradıktan
sonra Medine'ye döndü."
el-Menar yazarının ne kadar delilsiz sözler sarf ettiği açıkça
74 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
görülüyor. "Bu rivayet uydurmadır. Çünkü sözü edilen Mearic suresi
Mekke döneminde inmiştir." şeklindeki sözünü ele alalım. O
böyle derken İbn-i Abbas ile İbn-i Zübeyr'den gelen ve Mearic suresinin
Mekke döneminde indiğini bildiren bir rivayete dayanıyor.
Fakat merak ediyorum, acaba bu rivayet ile o rivayet arasında ne
fark var ki, bunu ona tercih ediyor?! Çünkü bu rivayetlerin her ikisi
de haber-i vahid türündendir.
Kabul edelim ki, Meâric suresi Mekke'de inmiş. Nitekim ayetlerinin
çoğu içerikleri bu ihtimali destekliyor. Fakat bu, o surenin
bütün ayetlerinin Mekke'de indiğinin delili olamaz. Sure Mekke inişli
olmakla beraber bu iki ayeti Mekke'de inmemiş olabilir. Nitekim
incelemekte olduğumuz Mâide suresi, Peygamberimizin
(s.a.a) son döneminde inmiş bir Medine suresidir. Fakat sözünü
ettiğimiz
"Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğet."
ayeti bu surede yer alıyor. Oysa el-Menar yazarı, başka bazıtefsirciler gibi ısrarla bu ayetin peygamberliğin başlangıcında
Mekke'de indiğini iddia ediyorlar. Mekke'de indiği söylenen
"EyElçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et."
ayetininMedine'de inen bir surede yer alması caiz olduğuna göre, Medine'de
inen
"İsteyen biri... istedi." ayetinin Mekke'de inen Meâricsuresinde yer alması da caiz görülmelidir.
el-Menar yazarının "Allah'ın bazı Kureyş kâfirlerinin sözü olarak
bize hikâye ettiği..." diye başlayan sözü ise, önceki sözü gibi
delilden yoksundur. Farz edelim ki, Enfâl suresi Mâide suresinden
birkaç yıl önce inmiş olsun. Bu durum, surenin düzenlenmesi sırasında
daha sonra inmiş olan bazı ayetlerin bu sureye yerleştirilmesine
engel midir? Nitekim faiz ayeti ile bu tefsircilere göre Peygambere
(s.a.a) en son inen ayet olan
"Allah'a döndürüleceğiniz,çıkarılacağınız günden sakının."
(Bakara, 281) ayeti, hicretin başlarındainen Bakara suresinde yer almış. Oysa Enfâl suresi Mâide
suresinden sadece birkaç yıl önce inmiş.
Bunların yanı sıra el-Menar yazarının,
"Hani onlar, 'Allah'ım,eğer bu, senin katından gelmiş gerçek ise..."
ayetinin Mekkemüşrikleri tarafından hicretten önce söylenmiş bir sözü hatırlatma
amacını taşıdığına ilişkin sözü de, bir başka delilden yoksun iddiadır.
Aslında ayetin içeriği bu iddianın tersine delil olarak da kabul
edilebilir. Çünkü bu ayette, yani
"Allah'ım, eğer bu, senin katından
Mâide Sûresi 67 .......................................... 75
gelmiş gerçek ise, üzerime gökten bir taş yağdır veya bize acı bir
azap getir."
ayetinde işaret ismi olan "haza=bu", ayrıcı zamir olan"huve
=o", başında tarif edatı bulunan "hakk=gerçek" kelimesi ve"min indike
=senin katından" ifadesi yer alıyor.
Söz üslûpları hakkında bilgi sahibi olan hiç kimse, ifadenin bu
nitelikleri karşısında hiç tereddüt etmeden şu sonuca varır: Bu ifade,
hakkı maskaraya alan, onunla alay eden müşrik bir putperestin
sözü değildir. Tersine bu söz, rububiyet makamına ikrar eden,
gerçeklerin O'nun tarafından belirlendiğine ve örneğin şeraitlerin
O'nun katından indiğine inanan bir insanın sözüdür. Fakat bu
insan, yüce Allah'a izafe edilen ve kesinlikle gerçek olduğu iddia
edilen bir konuda tereddüde düşüyor. Adam bunu hazmedemiyor.
Mesele ağrına gidiyor ve tükenmiş küsmüş, hayattan bıkmış bir
üslûpla kendine beddua ediyor.
el-Menar yazarının "Bu rivayetten anlaşıldığına göre olayda adı
geçen Haris b. Nü'man Müslüman idi, fakat dinden döndü. Oysa
adı sahabe arasında geçmiyor." şeklindeki sözü de, başka bir delilsiz
ifade örneğidir. Acaba Peygamberimizi (s.a.a) görüp ona inananların
veya ona inandıktan sonra dinden dönenlerin tam bir listesinin
kaydedildiğini iddia edebilecek bir kimse var mı? Eğer böyle
bir şey varsa, bu rivayet de o kategoriye giren bir belge sayılsın.
el-Menar yazarının "Ebtah denen yer de Mekke'dedir ve
Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum'dan Mekke'ye dönmedi." sözüne
gelince; anlaşılan, yazar 'Ebtah' kelimesini kumlu yer, çöl demek
olan genel anlamında değil, Mekke'deki belli bir yer anlamında
kabul etmiştir. Onun kabul ettiği anlamı destekleyecek hiçbir delil
yoktur. Tersine, genel anlamı destekleyen deliller vardır. Bu rivayet
de o deliller arasındadır. Başka delillerin yanı sıra aşağıdaki
beyit de bu anlamı destekleyen bir delildir:
"Ben kurtuldum; oysa İbn-i Mülcem, kılıcını Ebatıh'ın şeyhi (büyüğü)
olan Ebu Talib'in oğlunun kanı ile suladı."
Bu beyitten, Mekke ve civarının 'Ebatıh' (ebtah'ın çoğulu) olarak
adlandırıldığı anlaşılmaktadır.
Merasıd'ul-İttila adlı eserde şöyle geçer: "İçinde küçük çakıl
bulunan sel yatağına 'ebtah' denir. İbn-i Düreyd, 'Ebtah ve betha,
toprak yüzeyine yayılmış ince kum tabakası demektir.' diyor. Ebu
76 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Zeyd ise şu bilgiye veriyor: 'Ebtah, geniş ya da dar sel yatağı demektir.
Ebtah, Mekke ve Mina'ya uzaklıkta olan bir yerin de ismidir.
Belki Mina'ya daha yakındır." Burası çakıllık bir bölge olduğu
için 'Muhassab' ismiyle de bilinir. Buraya 'Benî Kinane Yamacı' da
denir. (Merâsıd'ul-İttilâ'dan alınan alıntı burada son buldu.)
Kaldı ki, bu rivayetin aynısını Sa'lebî'den başkası da nakletmiş,
ama bu nakilde Ebtah'tan söz edilmemektedir. Az sonra ele
alacağımız bu rivayet, Mecma'ul-Beyan adlı eserde yer alıyor ve
hem Sünnî, hem de diğer kanallardan naklediliyor.
Bütün bunlar bir yana, bu rivayet haber-i vahid türündendir.
Mütevatir olmadığı gibi doğruluğunu kanıtlayacak kesin bir ipucu
da yoktur. Daha önceki araştırmalarımızı okuyanlar bilirler; biz ayrıntı
niteliğindeki (fer'î) hükümler dışında diğer konularda ahad
haberlere dayanmayı uygun görmeyiz. Böyle yaparken insanın hayatında
dayandığı genel akıl ölçüsüne bağlı kalıyoruz. Deminden
beri yaptığımız incelemenin maksadı ise, yazarın bu rivayetin uydurma
olduğu sonucunu çıkarmak için dayanak olarak kullandığı
delillerin sakatlığını göstermektir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Bize Seyyid Ebu'l-
Hamd, ona Hâkim Ebu'l-Kasım Haskanî, ona Ebu Abdullah Şirazî,
ona Ebu Bekir Cürcanî, ona Ebu Ahmed Basrî, ona Muhammed b.
Sehl, ona Ensar'ın azatlısı Zeyd b. İsmail, ona Muhammed b.
Eyyub Vasıtî, ona Süfyan b. Uyeyne bildirdi ki, İmam Cafer Sadık
(a.s) atalarından şunu rivayet etti: Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum
günü Ali'yi veli olarak tayin edince, 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali
de onun mevlâsıdır.' dedi. Bu haber bütün beldelere yayıldı. Bunun
üzerine Nü'man b. Haris Fihrî Peygambere gelerek şöyle dedi:
'Allah'tan aldığın direktif ile bize, Allah'tan başka ilâh olmadığına
ve senin Allah'ın resulü olduğuna şahadet etmemizi, cihat etmemizi,
hacca gitmemizi, oruç tutmamızı, namaz kılmamızı, zekât
vermemizi emrettin. Biz de kabul ettik. Sonra bunlarla yetinmeyip
bu delikanlıyı başımıza tayin ettin ve 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali
de onun mevlâsıdır.' dedin. Bu tayin, senin görüşün müdür, yoksa
Allah tarafından bir emir midir?" Peygamberimiz, 'Kendinden
başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, bu tayin Allah tarafındandır.'
dedi."
Mâide Sûresi 67 ....................................................... 77
"Bunun üzerine Nü'man b. Haris geri döndü. Giderken, 'Allah'ım,
eğer bu senin katından gelmiş bir gerçek ise, üzerimize gökten
bir taş yağdır.' diyordu. Tam o sırada Allah tarafından başına
bir taş atıldı ve bu taş onu öldürdü. Arkasından,
'İsteyen biri, kâfirlerinbaşına gelecek bir azap istedi...'
ayetleri indi."Bu anlamdaki bir rivayet, el-Kâfi'de de yer almıştır.
[c.8, s.57,h:18]
Hâfız Ebu Nuaym'ın Nüzul'ül-Kur'ân adlı eserinden nakledildiğine
göre, Hâfız Ebu Nuaym, merfu olarak Ali b. Amir'den, o, Ebu
Haccaf'tan, o, A'meş'ten, o da Atiyye'den şöyle rivayet eder:
"EyPeygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et."
ayeti, Hz. Ali (a.s) hakkında Resulullah'a (s.a.a) indi. O sırada yüce
Allah ayrıca şöyle buyurdu:
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim,size yönelik nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı
oldum."
(Mâide, 3)
Malikî'nin el-Fusul'ül-Mühimme adlı eserinde şöyle dediği
nakledilir: "Ebu'l-Hasan Vahidî, Esbab'un-Nüzûl adlı eserinde kendi
rivayet zinciriyle merfu olarak Ebu Said Hudrî'den şöyle dediğini rivayet
eder:
"Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajıtebliğ et.
ayeti, Gadir-i Hum günü Hz. Ali hakkında indi."Ben derim ki: Feth'ul-Kadîr adlı eserde de aynı rivayet İbn-i
Ebu Hatem, İbn-i Mürdeveyh ve İbn-i Asakir aracılığı ile Ebu Said
Hud-rî'ye dayandırılarak nakledilir.
1 Aynı rivayet, ed-Dürr'ül-Mensûr'da da yer almıştır.
Şeyh Muhyiddin Nevevî'nin verdiği bilgiye göre, "Hum" Cuhfe'-
nin üç mil uzaklığında bir bahçenin adıdır. "Gadir" ise bu bahçenin
yanı başındaki meşhur bir gölektir.
Feth'ul-Kadîr adlı eserde verilen bilgiye göre İbn-i Mürdeveyh,
İbn-i Mesud'un şöyle dediğini bildirir: "Biz Resulullah'ın zamanında
'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen
(Ali'nin müminlerin velisiolduğu yolundaki)
mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onunelçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan
korur.'
diye okurduk." [c.2, s.57]
Ben derim ki: Bunlar,
"Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indiri-1- [Feth'ul-Kadîr, c.2, s.58]
78 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
len mesajı tebliğ et..."
ayetinin Gadir-i Hum'da Hz. Ali (a.s) hakkındaindiğine delâlet eden rivayetlerin bir bölümüdür. "Ben kimin
mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." şeklindeki Gadir-i Hum hadisine
gelince; yüzü aşkın Şiî ve Sünnî kanaldan rivayet edilen,
mütevatir bir hadistir.
Bu hadis, çok sayıda sahabîden rivayet edilmiştir. Bunların
başlı-caları şunlardır: Bera b. Azib, Zeyd b. Erkam, Ebu Eyyub
Ensarî, Ömer b. Hattab, Ali b. Ebu Talib, Selman-ı Farisî, Ebuzer-i
Gıfarî, Am-mar b. Yasir, Bureyde, Sa'd b. Ebu Vakkas, Abdullah b.
Abbas, Ebu Hüreyre, Cabir b. Abdullah, Ebu Said Hudrî, Enes b.
Malik, İmrân b. Husayn, İbn-i Ebu Evfa, Sa'dane ve Zeyd b.
Erkam'ın eşi.
Öte yandan Ehlibeyt İmamlarının tümü (selâm olsun onlara)
bu hadisin doğru olduğu görüşündedirler. Hz. Ali (a.s), Rahbe denen
yerde insanları bu hadis hakkında yemin etmeye çağırmış ve
o toplantıda bulunan bir grup sahabî ayağa kalkarak Gadir-i Hum
günü Resulul-lah'tan (s.a.a) bu hadisi işittiklerine dair şahitlik etmişlerdir.
Bu konudaki rivayetlerin birçoğunda verilen bilgiye göre Peygamberimiz
(s.a.a), "Ey insanlar, benim müminlere kendilerinden
evlâ olduğumu bilmiyor musunuz?" diye sordu. Ashap, "Evet, biliyoruz."
diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber, "Ben kimin
mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." dedi.
Ahmed b. Hanbel'in, Müsned adlı eserinde veya başkalarının
naklettiği çok sayıda rivayet, bu şekildedir. Sünnî ve Şiî hadisçiler,
sırf bu rivayetlerin nakil zincirlerini saymak ve metinlerini incelemek
için ayrı eserler hazırlamışlar ve haklarında enine boyuna
geniş incelemeler yapmışlardır.
Hameveynî'nin es-Simtayn adlı eserinde Ebu Hüreyre'ye dayanarak
verdiği bilgiye göre, Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Yedinci kat göğe çıkarıldığım gece Arşın altından, 'Ali, hidayet
ayeti ve bana inananların sevdiğidir. Ali'nin veliliğini tebliğ et.' diyen
bir ses işittim." Peygamberimiz yeryüzüne indiğinde bu görev
kendisine unutturuldu. Bunun üzerine,
'Ey Elçi, Rabbin tarafındansana indirilen mesajı tebliğ et.'
diye başlayan ayet indi." [c.2, s.57]
Feth'ul-Kadîr adlı eserde İbn-i Ebu Hatem'e dayanılarak verilen
Mâide Sûresi 67 .................................................. 79
bilgiye göre Cabir b. Abdullah şöyle dedi: "Peygamber (s.a.a), Benî
Enmar savaşı dönüşünde Zat'ur-Rakî denen yerde bir hurmalığın
başında mola verdi. Bir kuyunun başında oturdu ve ayaklarını kuyuya
sarkıttı. O sırada Neccar kabilesinden Vâris adında bir adam
'Muhammed'i öldüreceğim.' dedi. Arkadaşlarının, 'Onu nasıl öldüreceksin?'
diye sormaları üzerine Vâris, 'Ondan kılıcını isteyeceğim.
Kılıcını bana verince onunla kendisini öldüreceğim.' dedi. Arkasından
Peygamberin yanına gelerek, 'Ey Muhammed, kılıcını
ver de onu koklayayım.' dedi. Peygamber ona kılıcını verdi. Fakat
bu sırada eli titremeye başladı ve kılıç elinden düştü. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.a), 'Senin ile yapmak istediğin iş arasına Allah
girdi.' dedi. Arkasından,
'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilenmesajı tebliğ et.'
diye başlayan ayet indi." [c.2, s.57]Ben derim ki: Feth'ul-Kadîr adlı eserde daha sonra şu bilgi veriliyor:
"İbn-i Hibban bu rivayeti Sahih adlı eserinde nakletmiştir.
İbn-i Mürdeveyh de bu hikâyenin bir benzerini olayın kahramanının
adını belirtmeden nakletmiştir. İbn-i Cerir de, Muhammed b.
Kâb Kurezî-nin hadisinde bunun bir benzerini nakletmiştir. Gavras
b. Hâris'in hikâyesi de sahih nakil ile sabittir. Bu hikâye bilinen,
meşhur bir hikâyedir." (Feth'ul-Kadîr'den yapılan alıntı burada sona
erdi.) Fakat mesele, bu olayın ayetin anlamı ile örtüşüp örtüşmediğidir,
ki kesinlikle örtüşmemektedir.
ed-Dürr'ül-Mensûr, Feth'ul-Kadîr ve başka eserlerde İbn-i
Mürdeveyh'e ve Ziya'nın el-Muhtare adlı eserinde İbn-i Abbas'a
dayanılarak verilen bilgiye göre, Peygambere, "Gökten indirilen
ayetler içinde senin için en sıkıntılı olanı hangisidir?" diye soruldu.
Peygamber bu soruya şu cevabı verdi: "Hac dönemi günlerinde
Mina'da idim. Müşrik Araplar ile halktan kendini bilmez bazı kimseler
hac dolayısıyla toplanmışlardı. Cebrail inerek bana,
'Ey Elçi,Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.'
ayetini getirdi.""Bunun üzerine (Cemre-i) Akabe'nin yanında ayağa kalkarak
insanlara şöyle seslendim: Ey insanlar, Rabbimden gelen mesajı
tebliğ etmeme kim yardımcı olacak ki, ona cennet verilsin? Ey insanlar,
'La ilâhe illellah' deyin ve benim Allah'ın resulü olduğumu
ikrar edin ki, felâha, kurtuluşa eresiniz ve cennete giresiniz."
"Bu sözlerim üzerine oradaki erkek, kadın, çocuk, bütün kalabalık
hep birlikte bana toprak ve taş atmaya, yüzüme tükürmeye
80 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
ve 'Yalancı! Dinsiz!' diye hakaret etmeye başladılar. O sırada biri
yanıma gelerek bana, 'Ey Muhammed, tam zamanı geldi, eğer
gerçekten peygamber isen, tıpkı Nuh Peygamberin yaptığı gibi
kavminin helâk edilmesi için beddua et.' dedi."
"Fakat Peygamber, beddua yerine, 'Allah'ım kavmimi doğru
yola ilet. Çünkü onlar bilmiyorlar.' dedi."
"Bir süre sonra Peygamberin amcası Abbas gelerek onu onlardan
kurtardı ve kalabalığı ondan uzaklaştırdı."
Ben derim ki: Daha önce açıklandığı üzere ayetin tamamı, bu
hikâye ile örtüşmez. Ancak eğer bu rivayetin, ayetin sadece
"EyElçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et."
bölümününo gün indiğini ifade ettiği kabul edilirse, o başka. Ne var ki rivayetin
zahiri, böyle bir ihtimale yer bırakmıyor. Aşağıdaki rivayet
de bunun gibidir.
ed-Dürr'ül-Mensûr ve Feth'ul-Kadîr'de Abd b. Humeyd'e, İbn-i
Cerir'e, İbn-i Ebu Hatem'e ve Ebu'ş-Şeyh'e dayanılarak verilen bilgiye
göre, Mucahid şöyle dedi:
"Ey Elçi, Rabbin tarafından sanaindirilen mesajı tebliğ et."
ayeti inince Peygamber, "Ya Rabbi, bentek bir kişiyim, bunu nasıl yapabilirim? İnsanlar üzerime yürür."
dedi. Bunun üzerine,
"Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olmagörevini yerine ge-tirmemiş olursun."
ifadesi indi.Aynı eserde Hasan'a dayanılarak verilen bilgiye göre, Peygamber
şöyle dedi: "Allah beni mesajını insanlara iletmekle görevlendirerek
gönderdi. Ben bu görevde sıkıntıya düştüm. İnsanların
beni yalanlayacaklarını anladım. Fakat Allah, mesajını tebliğ etmezsem,
beni azaba çarptırmakla tehdit etti ve
'Ey Elçi, Rabbintarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.'
ayetini indirdi."Ben derim ki: Bu iki rivayette, rivayet zincirlerindeki kopukluğa
ilâveten önceki rivayette olan sorun (ayet ile örtüşmezlik) vardır.
Peygamberimizin (s.a.a) korumaları olduğunu, fakat bu ayet inince
bu korumalara yol vererek, "Allah beni koruyacağını vaat etti."
dediğini ileri süren bazı rivayetler de karışıklık bakımından bu iki
rivayete benzemektedir.
el-Menar adlı tefsirde şöyle deniyor: "Hadislere dayalı tefsir
yazarların Tirmizî'nin, Ebu'ş-Şeyh'in, Hâkim'in, Ebu Nuaym'in,
Beyhakî-nin ve Taberî'nin sahabeden bazı kişilerden naklettikleri
Mâide Sûresi 67 ..................................................... 81
ne göre, Pey-gamberimiz (s.a.a) Mekke'de bu ayetin inişinden önce
muhafızlar tarafından korunuyordu. Fakat ayet inince korunmaya
son verdi. Ebu Talip, onu korumaya önem verenlerin başında
geliyordu. Abbas da onu koruma görevini üstlenmişti."
Aynı eserde şöyle deniyor: "Bu konu ile ilgili olarak Cabir'den
ve İbn-i Abbas'tan gelen bir rivayete göre Peygamber, muhafızlar
tarafından korunuyordu. Amcası Ebu Talip, her gün Haşim oğullarından
birkaç erkeği onu korumakla görevlendiriyordu. Fakat bu
ayet inince Peygamber, 'Amca, Allah beni koruma altına aldı, artık
gönderdiğin adamlara ihtiyaç kalmadı.' dedi."
[c.6, s.473]
Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu iki rivayet şuna delâlet ediyor:
Bu ayet, Peygamberin Mekke'de ikâmet ettiği dönemin ortalarında
indi. Peygamber bu dönemde mesaj iletme görevini bir süre
gerçekleştirdi. Fakat insanların kendisine yönelttikleri eziyetler ve
yalanlamalar ağırlaştı. Öyle ki, onlardan kendine zarar geleceğine
korkmaya başladı. Bunun üzerine tebliğ ve çağrı çalışmalarına son
verdi. Fakat ikinci bir tebliğ emri aldı. Bu emir, yüce Allah tarafından
tehdit içerikli idi. Aynı zamanda kendisine koruma vaat ediliyordu.
Bunun üzerine daha önce yaptığı görevi tekrar yapmaya
koyuldu. Bu iki rivayetten bu sonuç çıkıyor. Ama bu varsayım,
Peygamber (s.a.a) için söz konusu olamaz.
ed-Dürr'ül-Mensûr ile Feth'ul-Kadîr'de şöyle geçer: Abd b. Humeyd,
Tirmizî, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem, Ebu'şŞeyh,
Hâkim, İbn-i Mürdeveyh, Ebu Nuaym ve Beyhakî -her ikisi de
ed-Delail adlı eserde- Ayşe'den şöyle dediğini naklederler:
"Peygamber,
'Allah seni insanlardan korur.' ayeti ininceye kadarmuhafızlar tarafından korunuyordu. Bu ayet inince odasının
bacasından başını çıkararak muhafızlarına, 'Ey insanlar, dağılın
artık; Allah beni koruma altına aldı.' dedi."
Ben derim ki: Bu rivayet, bu ayetin Medine döneminde indiğine
açıkça delâlet ediyor.
Taberî Tefsiri'nde
"Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olmagörevini yerine getirmemiş olursun."
ayeti hakkında İbn-iAbbas'tan şöyle rivayet eder: "Yani, eğer sana inen ayeti saklarsan,
Allah'ın elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun."
[c.6,s.198]
82 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Ben derim ki: Eğer İbn-i Abbas, bu sözleri ile Peygambere
(s.a.a) indirilenlerin içinden belirli bir ayeti veya belirli bir hükmü
kastetmiş ise, bu açıklama doğru olabilir. Fakat eğer bu sözler ile
herhangi bir ayet veya herhangi bir hükümle ilgili bir tehdit kastetmiş
ise, daha önce söylediğimiz gibi ayet, bu rivayetin içeriği ile
bağdaşmaz.
Mâide Sûresi 68-86 ............................................................... 83
84 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Mâide Sûresi 68-86 ............................................................... 85
68- De ki: "Ey Ehlikitap, sizler Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından
size indirilenleri ayakta tutmadıkça (yaşatmadıkça) hiçbir
şey (temel) üzerinde değilsiniz." Rabbin tarafından sana indirilen
ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttırmaktadır. O
hâlde kâfir topluluk için üzülme.
69- İman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah-
'a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanlara ne bir korku vardır,
ne de onlar üzüleceklerdir.
70- Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara peygamberler
gönderdik. Fakat ne zaman bir peygamber onlara canlarının istemediği
bir şey getirdiyse, (onlardan) bir kısmını yalanladılar, bir
kısmını da öldürüyorlardı.
71- (Bu cinayetlerinin sonucunda) hiçbir fitne olmayacağını
sandılar. Gözleri kör, kulakları sağır oldu. Sonra Allah onlara dönerek
tövbelerini kabul etti. Sonra yine kör ve sağır oldular, elbette
onların çoğu. Hiç şüphesiz, Allah onların yapmakta olduklarını görür.
72- "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler, kesinlikle kâfir
olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki: "Ey İsrailoğulları, benim
Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Doğrusu kim Allah'a
ortak koşarsa, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir;
onun varacağı yer cehennemdir ve zalimlerin hiçbir yardım edeni
yoktur."
73- "Allah, üçün üçüncüsüdür." diyenler, kesinlikle kâfir olmuşlardır.
Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur. Eğer onlar bu dediklerinden
vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanlara kesinlikle acı
bir azap dokunacaktır.
74- Onlar Allah'a dönüp tövbe etmez, O'ndan af dilemezler
mi?! Allah affedici ve merhametlidir.
75- Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce
birçok peygamber gelip geçmiştir. Onun annesi de özü-sözü doğru
bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak,
biz onlara ayetleri nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak, onlar
(bu ayetlerden) nasıl çevriliyorlar!
76- De ki: "Allah'ı bırakıp size ne zarar ve ne yarar dokundurma
gücüne sahip olmayan şeylere mi tapıyorsunuz?" Oysa Allah
86 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
her şeyi işitir, her şeyi bilir.
77- De ki: "Ey Ehlikitap, dininizde haksız yere aşırılığa kapılmayın
ve önceden sapıtmış, birçoklarını saptırmış ve düz yoldan
şaşmış olan bir kavmin keyfî isteklerine uymayın."
78- İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu
İsa'nın diliyle lânetlendi. Çünkü onlar karşı geldiler ve sınırları
çiğniyorlardı.
79- Onlar, işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı.
Yaptıkları ne kötü bir şeydi!
80- Onların çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün.
Kendilerinin kendileri için hazırladıkları şey ne kötüdür! Allah onlara
gazap etmiş ve sürekli azapta kalıcıdırlar.
81- Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve ona indirilene inansalardı,
onları (kâfirleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasık
(yoldan çıkmış) kimselerdir.
82- İnsanlar arasında müminlere düşmanlıkta en şiddetli olanların,
Yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu görürsün.
Müminlere sevgice en yakın olanların da, "Biz Hıristiyanız." diyenler
olduğunu görürsün. Bu, onların arasında keşişler ve rahiplerin
varolmasından ve onların büyüklük taslamadıklarından dolayıdır.
83- Peygambere indirileni (Kur'an'ı) işittikleri zaman, gerçeği
tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların
şöyle dediklerini görürsün: "Ey Rabbimiz, inandık, bizi de (gerçeğe)
şahit olanlar arasında yaz."
84- "Rabbimizin bizi iyi kullar arasına katacağını umarken Allah'a
ve bize gelen gerçeğe niçin inanmayalım?"
85- Böylece, Allah onları bu sözlerinden dolayı altlarından ırmaklar
akan içlerinde temelli olarak kalacakları cennetler ile ödüllendirdi.
Bu iyi kulların mükâfatıdır.
86- Kâfir olup ayetlerimizi yalan sayanlar ise, onlar cehennemliktirler.
Ayetler arasında bağlantı ve içerik uyumu vardır. Fakat
"Ey Elçi,
Mâide Sûresi 68-86 .................................................... 87
Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et..."
ayetinegöz yumularak, bu ayetler ile
"Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i... yaşatsalardı..."arasında böyle bir bağlantıdan söz edilemez.
"Ey Elçi...tebliğ et..."
ayetinin bağlantısı hakkında ise daha önce konuşmuştuk.Görülen o ki, bu ayetler surenin başından buraya kadar olan
ayetler ile aynı söz akışını paylaşıyorlar. Yani
"Allah,İsrailoğullarından kesin söz almıştı ve içlerinden on iki gözetici
başkan göndermiştik..."
(Mâide, 12) ayetinden inceleme konumuzolan bu ayetlerin sonuna ka-darki bütün ayetler arasında içerik
bağlantısı vardır. Bunun daha önce incelediğimiz velâyet ayeti,
tebliğ ayeti vs. gibi birkaç istisnası vardır. Surenin sonlarına doğru
olan ayetler ile bu ayetler arasındaki bağlantı için de aynı şey söylenebilir.
Çünkü bu ayetlerin ortak niteliği Ehli-kitap hakkında olmalarıdır.
"De ki: Ey Ehlikitap, sizler Tevrat'ı, İncil'i... ayakta tutmadıkça, hiçbir
şey üzerinde değilsiniz..."
İnsan güç ve şiddet kullanmayı gerektirenbir işe giriştiği zaman düz bir zemin üzerinde durması, ona dayanması
gerektiğini görür. Ağır bir şeyi çekmek, itmek, kaldırmak
veya taşımak isteyen biri gibi. Böyle bir kimse önce ayaklarını yere
sağlam basar, sonra istediğini yapar. Çünkü böyle yap-mazsa, istediği
işi yapamayacağını bilir. Bu gerçek bu konuyu inceleyen ilim
dallarında anlatılmaktadır.
Bu gerçeğin ışığı altında, insanın ruhsal işleri veya ruhsal işleri
ile ilişkili organik hareketleri gibi manevî işleri ele aldığımızda şu
sonuca varırız: Önemli ve büyük işlerin gerçekleşmesi, manevî bir
üssün ve güçlü bir ruhsal temelin varlığına bağlıdır. Büyük işlerin
sabra, direnmeye, gayret yüceliğine, azim güçlülüğüne bağlı olması,
kulluk alanındaki başarının gerçek takvaya, Allah'ın haramlarından
kaçınmaya bağlı olması gibi.
Buradan ortaya çıkıyor ki, yüce Allah'ın
"hiçbir şey (temel) üzerindedeğilsiniz."
buyruğu, Ehlikitab'ın Tevrat'ı, İncil'i ve Rableritarafından kendilerine indirilen hükümleri ayakta tutup yaşatabilmeleri
için ayaklarını basacakları sağlam bir dayanaklarının
olmadığını kinaye yolu ile dile getiren bir ifadedir. Bu kinayeli ifade
ile şu gerçeğe işaret ediliyor: Allah'ın dini ve hükmü, sabit bir
temele dayanmayan kişinin taşıyamayacağı kadar ağırdır; insanın
88 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
sırf istemesiyle, arzu etmesiyle ayakta tutulup yaşatılması mümkün
değildir.
Nitekim yüce Allah, Kur'ân bağlamında bu gerçeği şu şekilde
ifade ediyor:
"Biz sana ağır bir söz indireceğiz." (Müzzemmil, 5) "Eğerbiz bu Kur'ân'ı bir dağa indirmiş olsaydık, o dağı Allah korkusundan
parçalanmış ve çökmüş olarak görecektin. Biz, belki insanlar
düşünürler diye bu örnekleri veriyoruz."
(Haşr, 21) "Biz buemaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar onu yüklenmekten
kaçındılar, sorumluluğundan korktular."
(Ahzâb, 72)Yüce Allah, Tevrat hakkında Musa Peygambere (a.s) şöyle hitap
ediyor:
"Bu kitaba sımsıkı sarıl ve kavmine de ondaki öğütlerinen güzelini tutmalarını emret."
(A'râf, 145) İsrailoğullarına iseşöyle hitap ediyor:
"Size verdiğimiz kitaba sımsıkı sarılın." (Bakara,63)
Yahya Peygambere de (a.s) şöyle hitap ediyor: "Ey Yahya, bukitaba sımsıkı sarıl."
(Meryem, 12)
Buna göre bu ayetin anlamı şöyledir: Ey Ehlikitap, siz Allah
tarafından size indirilen kitaplardaki Allah'ın dinini hayata
geçirmek için dayanmanız gereken temelden yoksunsunuz. Bu
temel takva, sürekli biçimde Allah'a yönelme, O'nunla bağlantılı
olma, O'nun dergâhına sığınmadır. Ama siz, tersine büyüklük
taslayarak O'na itaat etmekten yüz çeviriyor, O'nun koyduğu
sınırları çiğniyorsunuz.
Yüce Allah'ın Peygambere (s.a.a) ve müminlere yönelik şu ayetinde
bu gerçek açıkça vurgulanıyor:
"Allah, dinden Musa'yaemrettiklerini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya
emrettiklerimizi sizin için din olarak yasalaştırdı."
Böylece Allah,dinin bütününü, saymış olduğu şeriatlarda birleştirdikten sonra
şöyle devam ediyor:
"Dini ayakta tutasınız ve onda tefrikayadüşmeyesiniz diye."
Böylece bu şeraitlerin hepsinin, dini bir bütünolarak, hiçbir unsurunu ayırt etmeden ayakta tutmaya dayandıklarını
açıkladıktan sonra,
"Sizin, müşrikleri çağırdığınız şey (tevhitdini) onlara ağır geldi."
buyuruyor. Çünkü dine uymada ittifak veistikamet onlara ağır geldi.
Arkasından,
"Allah, dilediğini ona (tevhit dinine) doğru seçerve (kendisine) yönelenleri ona iletir."
diye buyurarak dini ayaktatutmanın ancak Allah'ın hidayeti ile mümkün olacağını, bu hida
Mâide
Sûresi 68-86 ........................................................ 89
yete lâyık olabilmek için mutlaka Allah'a bağlı olmak gerektiğini,
O'ndan hiç kopmamak icap ettiğini, bunun için sürekli biçimde
O'nun dergâhına yönelmenin şart olduğunu bildiriyor.
Daha sonra,
"Onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonrakıskançlık ve azgınlıktan dolayı ayrılığa düştüler."
diye buyurarakEhli-kitab'ın ayrılığa düşmelerine ve dini ayakta tutmalarına yol
açan tek sebebin, azgınlıkları ve kendileri için belirlenen orta yoldan
sapmaları olduğunu vurguluyor.
(Şûrâ, 13)Yüce Allah yukarıdaki ayetin benzeri ayetlerde de şöyle buyuruyor:
"Yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir; Allah'ın
yaratma kanununa (uygun olan dine) ki, O insanları ona göre yarattı.
Allah'ın yaratması değiştirilmez. İşte doğru din budur. Fakat
insanların çoğu bilmez. Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun,
namazı kılın ve Allah'a ortak koşanlardan, dinlerini parçalayıp
bölük bölük olanlardan olmayın; ki onların her fırkası kendi görüşü
ile sevinip övünmektedir."
(Rûm, 32) Yüce Allah, bu ayetlerdede fıtrat dinini ayakta tutmanın tek yolu olarak Allah'a yönelmeyi,
O'nunla bağlantıyı korumayı, O'nun sebeplerinden hiç kopmamayı
vurguluyor.
Bu gerçeğe, üzerinde konuşulan bu ayetten önceki ayetlerde
de işaret edilmiştir. Bu ayetlerde Allah'ın, koyduğu sınırları çiğnedikleri
gerekçesi ile Yahudilere lânet ve gazap ettiği, aralarına
düşmanlık ve kin saldığı bildirilmiştir. Bu gerçeğe surenin başka
bir yerinde Hıristiyanlar bağlamında şöyle değinilmiştir:
"Bu yüzdenkıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık."
(Mâide, 14)
Yüce Allah, Yahudilerin ve Hıristiyanların başlarına gelecek bu
musibetin benzeri konusunda Müslümanları uyarmış, onlara Yahudilerin
ve Hıristiyanların Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından
kendilerine indirilen diğer mesajları asla ayakta tutmayacaklarını
haber vermiştir. Nitekim tarihin akışı Kur'ân'ın verdiği bu haberi
doğrulamıştır. Tarih boyunca Yahudiler ile Hıristiyanların kendi aralarında
çok sayıda mez-hep ayrılıklarına düştükleri, aralarında kin
ve düşmanlığın kol gezdiği görülmüştür. Yüce Allah Rûm suresinin
birkaç ayetinde,
"Allah'ı birleyici olarak yüzünü doğruca dine çevir."(Rûm, 30)
diye buyurarak İslâm ümmetini Rablerinden kopmave O'na yönelmeme konusunda Ehlikitab'ın izinden gitmemeleri
90 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
yolunda uyarmıştır.
Bu kitabın daha önceki ciltlerinde bu gerçeğe işaret eden bazı
ayetler etrafında konuşulmuştu. İnşallah ileride bu ayetlerin diğer
bazı benzerleri de inceleme konusu yapılacaktır.
"Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun
azgınlığını ve kâfirliğini arttırmaktadır."
ifadesinin ne anlamageldiğini daha önce incelemiştik.
"O hâlde kâfir topluluk için üzülme."ifadesi, yüce Allah tarafından Peygamberine (s.a.a) yöneltilmiş,
üzülmeyi yasaklama biçiminde bir tesellidir.
"İman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan..."
Ayetten anlaşılano ki, "es-Saibûn
=Sabiîler"ifadesi, "ellezîne amenu=i-manedenler" ifadesinin mahalline matuftur. Nahv (dilbilgisi) bilginlerinden
bir grup, "inne" edatının haberi geçmeden ismine merfu
olarak atıf yapılamayacağı görüşündeler. Ancak bu ayet onlara
karşı bir delildir.
Bu ayet bize şu gerçeği açıklıyor: Mutluluğa kavuşmak için
isimler ve unvanlar önemli değildir. Bazı grupların Müslüman,
diğer bazılarının Yahudi, başkalarının Sabiî ve öbürlerinin
Hıristiyan adı ile anılmaları gibi. Önemli olan, Allah'a ve ahiret
gününe inanmak ve iyi işler yapmaktır. Bu kitabın birinci cildinde
yer alan Bakara suresinin 62. ayetinin tefsiri sırasında bu
meseleyi incelemiştik.
"Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik..."
Bu ayet, bundan sonraki birkaç ayetle birlikte Ehlikitab'ın
durumuna değiniyor ve bir anlamda
"De ki: 'Ey Ehlikitap, sizlerTevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri ayakta
tutmadıkça (yaşatmadıkça) hiçbir şey (temel) üzerinde değilsiniz."
ayetinin içeriğinin delilini ortaya koyuyor. Çünkü bu ayette
sayılan suçlar ve cürümler, insanla Allah arasında hiçbir bağ bırakmıyor
ki, bu bağa dayanılarak Allah'ın kitaplarını ayakta
tutmak mümkün olsun.
Bu ayetlerin
"İman edenler, Yahudiler, Sabiîler veHıristiyanlardan..."
ayeti ile bağlantılı olması da muhtemeldir. Ozaman bu ayetler isimlerin ve unvanların mutluluk aşamasında
hiçbir işe yaramayacağı gerçeğinin doğrulaması olur. Çünkü eğer
bunlar işe yarasaydı, Ehli-kitab'ı, peygamberleri öldürmekten ve
yalanlamaktan, helâk edici fitneler ve günahlar ile mahvolmaktan
Mâide Sûresi 68-86 ..................................................... 91
tan, helâk edici fitneler ve günahlar ile mahvolmaktan alıkoyması
gerekirdi.
Bu ayetlerin
"İman edenler, Yahudiler, Sabiîler veHıristiyanlardan..."
ayetinin, bu ayetin de "De ki: Ey Ehlikitap,sizler... hiçbir şey (temel) üzerinde değilsiniz..."
ayetininaçıklayıcısı mesabesinde olması da mümkündür. Bu durumda
ayetin anlamı açıktır.
"...bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlardı." Buifadede iki kere kullanılan "farîkan
=bir kısmını" kelimesi, dahasonra gelen fiillerin mef'ulüdür. Mef'ullerin fiillerden önce getirilmesinin
sebebi, onların önemine dikkat çekmektir. İfade bir bütün
olarak,
"Fakat ne zaman peygamber onlara... bir şey getirdiyse"ibaresinin cevabıdır ve anlamı şöyledir: Ne zaman bir peygamber
Yahudilere hoşlarına gitmeyen bir mesaj, bir hüküm getirdiyse,
onlara kötülükle karşılık ve cevap vererek, onları iki gruba ayırdılar:
Bir grubunu yalanladılar, bir grubunu da öldürdüler.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Eğer,
'bir kısmınıyalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlar[dı].'
ifadesinde şimdikizaman sıygalı fiilin niçin geçmiş zaman sıygalı fiile atfedildiği sorulacak
olursa, buna şöyle cevap veririz: Maksat, onların içinde bulundukları
durumu anlatmaktır. Bu ifadeyle şu anlam ifade edilmektedir:
Onlar yalanladılar ve öldürdüler ve de yalanlıyorlar ve
öldürüyorlar. Ayrıca 'yektulûne
=öldürüyorlar' ifadesi ayetin sonuolması itibariyle öbür ayetlerin sonlarıyla uyumlu olması istenmiştir."
"(Bu cinayetlerinin sonucunda) hiçbir fitne olmayacağını sandılar.
Gözleri kör, kulakları sağır oldu..."
Bu ifade, önceki ayetteki sözüntamamlayıcısıdır. Ayetin orijinalinde geçen "ha-sibû" fiilinin kökü
olan "husban" sanmak anlamındadır. "Fitne" insanı aldatan, yanıltan
zorluk veya her türlü kötülüğü ve belâyı kapsayan musibet
demektir. "Amâ
=körlük" ise gerçeği görmemek, iyilik ile kötülüğübirbirinden ayırt etmemek anlamına gelir.
"Samem
=sağırlık" kelimesi ise öğütleri işitmemek, nasihatlerekulak asmamak demektir. Bu körlük ve sağırlık, Yahudilerin fitne
olmayacağını sanmalarından kaynaklanıyor. Anlaşılan, bu zanlarının
sebebi de kendilerini üstün saymalarıdır. Çünkü onlar
İsrailoğulları olmaları hasebi ile Allah'ın evlâtları ve sevdikleri ol
92....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
duklarını ileri sürüyorlar ve bu sözde ayrıcalıkları sayesinde ne yaparlarsa
yapsınlar, ne cinayet ilerlerse işlesinler bir kötülükle karşılaşmayacaklarına
inanıyorlar.
Doğrusunu Allah bilir, ama ayetin anlamı şudur: Onlar kendileri
için inandıkları Yahudi olma üstünlüğü sayesinde, işledikleri suçlar
nedeniyle başlarına bir kötülük gelmeyeceğini veya fitneye
düşmeyeceklerini sandılar. Bu zan gözlerini kör ettiği için gerçeği
göremediler ve yine bu zan kulaklarını sağırlaştırdığı için peygamberlerinin
kendilerine faydalı olacak çağrılarını işitemediler.
Bu anlam, bu ayetlerin
"İman edenler, Yahudiler..." ayetininaçıklayıcısı mesabesinde olduğu yolundaki muhtemel gördüğümüz
görüşe ağırlık kazandırıyor. Bu durumda ayetin anlamı şöyle
olur: İsimler ve unvanlar hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Nitekim
Yahudilerin isimleri sebebi ile kendileri için varsaydıkları ayrıcalıklar
onlara hiçbir şey kazandırmadı. Tersine, onların gözlerini kör
etti ve peygamberlerini öldürmeleri ve yalanlamaları sebebi ile de
helâke ve fitneye sürüklenmelerine yol açtı.
"Sonra Allah onlara dönerek tövbelerini kabul etti. Sonra yine kör ve
sağır oldular, elbette onların çoğu. Hiç şüphesiz, Allah onların yapmakta
olduklarını görür."
Allah'ın kullarına yönelik tövbesi, O'nun rahmetiile onlara yönelmesi demektir. Bu da gösteriyor ki, yüce Allah onları
rahmetinden ve yardımından uzaklaştırmıştı. Bunun sonucunda
sözünü ettiğimiz asılsız zanna kapıldılar, körlüğe ve sağırlığa
yakalandılar.
Fakat yüce Allah onlara ikinci kez tövbe ile yönelerek söz konusu
asılsız zannı kalplerinden attı, gözlerindeki ve kulaklarındaki
körlüğü ve sağırlığı giderdi. Bunun üzerine Allah katında takvadan
başka hiçbir ayrıcalıkları olmayan sıradan kullar olduklarını idrak
ettiler, hakkı gördüler ve yüce Allah'ın peygamberlerinin dili ile
kendilerine yaptığı öğütleri işittiler. Böylece isim takınmanın hiçbir
işe yaramadığını anladılar.
"Sonra yine kör ve sağır oldular, elbette onların çoğu."
Körlükve sağırlığın önce çoğul kipinde onların topluluğuna izafe edilip
daha sonra
"elbette onların çoğu." diye bir açıklama getirilmesi,söz söylerken insafa riayet edilmesinin bir göstergesidir. Böyle bir
ifadenin kullanılmasıyla öncelikle şu husus anlatılmak istenmiştir:
Mâide Sûresi 68-86 ............................................... 93
Körlüğün ve sağırlığın onların topluluğuna izafe edilmesi, parçanın
hükmünün tüme izafe edilmesi kabilindendir. Yoksa gerçekte bu
iki sıfatı taşıyanlar onların tümü değil, çoğudur.
İkinci olarak; ilk defa sözü edilen körlüğün ve sağırlığın onların
hepsini kapsadığı ima edilmek istenmiştir. Bunu ikinci aşama için
sözü edilen karşıt ifadeden anlıyoruz.
Üçüncü olarak da; Allah'ın onlara dönüp tövbelerini kabul etmesinin
etkisiz kalmadığı ve tamamıyla boşa gitmediği, tersine
bu tövbe sonucu onların bir bölümünün kurtulduğu ve bir daha
önceki körlüğe ve sağırlığa dönmediği vurgulanmak istenmiştir.
Yüce Allah bu ayeti,
"Hiç şüphesiz, Allah onların yapmakta olduklarınıgörür."
cümlesi ile noktalıyor. Bununla yüce Allah'ın hiçbirşeyden gafil olmayacağı gerçeği vurgulanıyor. Allah'tan başkası
bir kavme bir ayrıcalık sununca, bu bağış onların kötülüklerini
ve kusurlarını görmesine engel olan bir perde olarak gözlerine iner.
Ama yüce Allah için böyle bir şey söz konusu değildir. Tersine,
O görendir, hiçbir şey O'nunla göreceği şeyler arasına girip o şeyleri
görmesine engel olamaz.
"Allah, Meryem oğlu Mesih'tir, diyenler, kesinlikle kâfir olmuşlardır."
Bu ifade, Hıristiyanların, Hıristiyan olmalarının ve Hz. İsa'ya (a.s)
bağlılıklarının kâfirlik damgası yemelerini engellemediğine yönelik
bir açıklamadır. Çünkü onlar
"Allah, Meryem oğlu Mesih'tir."dedikleri için O'na ortak koşmuşlar, O'na gerçek anlamda inanmamışlardır.
Meryem oğlu İsa'nın uluhiyet cevherini kapsaması meselesinde
Hıristiyanlar arasında görüş ayrılığı vardır. Bir bölümü, Mesih
unsuru olan ilmin, hayat demek olan Rab unsurundan türemiş olduğunu
ileri sürer. Bir bölümü, Rab unsurunun dönüşüm yolu ile
İsa hâline geldiğini iddia eder. Bir bölümü de Rab unsurunun İsa'-
nın bedenine hulul ettiğini (sızdığını) ileri sürer. Bu kitabın üçüncü
cildinde Âl-i İmrân suresinin tefsiri sırasında Meryem oğlu İsa konusunu
incelerken bu meseleyi ayrıntılı biçimde ele almıştık.
Fakat bu görüşlerin her üçü de
"Allah, Meryem oğlu Mesih'-tir."
sözü ile örtüşür. Anlaşılan bu sözü söyleyenlerden maksat sadeceAllah'ın İsa'ya dönüştüğünü iddia edenler değil, İsa (a.s) ile
ilgili aşırı görüşlere saplanmış bütün Hıristiyanlardır.
94 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Hz. İsa'nın, Meryem oğlu sıfatı ile nitelenmesinde Hıristiyanların
kâfir olmalarının sebebine yönelik bir delâlet veya işaret vardır.
Bu sebep, onların her ikisi de topraktan yaratılmış olan bir insan
oğlu insana ilâhlık izafe etmeleridir. Oysa toprak nerede, yüce Allah
nerede!
"Oysa Mesih demişti ki: Ey İsrailoğulları, benim Rabbim ve sizin
Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin..."
Bu ifade, Hz. İsa'nın kendi sözüile Hıristiyanların kâfirliklerine ve görüşlerinin asılsızlığına yönelik
bir protestodur. Çünkü Hz. İsa'nın,
"Benim Rabbim ve sizinRabbiniz olan Allah'a kulluk edin."
sözü, kendisinin onlar gibiRabbi olan bir kul olduğunu gösterir.
Yine Hz. İsa'nın,
"Doğrusu kim Allah'a ortak koşarsa, Allahona cenneti kesinlikle haram etmiştir."
sözü de, ilâhlıkta Allah'aortak koşanların müşrik ve kâfir olup cennetten mahrum kalacak
kimseler olduklarını gösterir.
Yüce Allah'ın Hz. İsa'nın (a.s) dilinden hikâye ettiği
"Allah onacenneti kesinlikle haram etmiştir; onun varacağı yer cehennemdir
ve zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."
ifadesi, Hıristiyanlartarafından Hz. İsa'ya izafe edilen "kendisini feda ettiği" şeklindeki
iddianın asılsız olduğunu gösterir. Onlara göre Hz. İsa çarmıha gerilmeyi
tercih etmekle kendisini onlar için feda etti. Bu yüzden onların
günahları affedilmiştir, ilâhî yükümlülükler omuzlarından
kaldırılmıştır. Gidecekleri yer cennettir, cehennem ateşi kendilerine
değmeyecektir. Âl-i İmrân suresinin tefsiri sırasında Meryem
oğlu İsa konusunu incelerken bu meseleyi ele almıştık. Feda etme
ve çarmıha gerilme hikâyesi sırf bu maksatla ortaya atılmıştır.
Ayetin Hz. İsa'nın sözü olarak hikâye ettiği tevhide davet,
1müşrikin ibadetinin geçersizliği
2 ve zalimlerin ebedî olarak cehennemdekalacakları
3 gibi hususlara çeşitli İncillerin değişik bölümlerinderastlamaktayız.
"Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır."
Yani Allah, üçün biridir. Sözü edilen üç şey Baba, Oğul ve Ruh'ul-
1- Markus İncili, Bap 12: 29.
2- Matta İncili, Bap 6: 24.
3- Matta İncili, Bap 13: 50.
Mâide Sûresi 68-86 .................................................... 95
Kudüs'tur. Yani Allah, bu üç unsurun her biri ile örtüşür. Bu ifade
onların, "Baba ilâhtır, Oğul ilâhtır, Ruh ilâhtır. Onlar üçtür ve aynı
zamanda birdir." şeklindeki görüşlerinin gerektirdiği bir sonuçtur.
Onlar böyle demekle "Amr oğlu Zeyd insandır." sözüne benzer bir
söz söylemiş olduklarını ileri sürüyorlar. Bu sözde üç unsur vardır:
Zeyd, Amr'ın oğlu ve insan. Ama ortada bir unsur var, o da bu sıfatla
nitelenen kimseden ibarettir.
Hıristiyanlar böyle derken şu gerçeği göz ardı ediyorlar: Bu
çokluk eğer itibarî değil de gerçek bir çokluk ise, nitelenenin gerçek
anlamda çok olmasını gerektirir. Eğer nitelenen unsur gerçek
anlamda bir ise, bu durumda çokluğun gerçek değil, itibarî olması
gerekir. Buna göre, sayıca çokluğu ve sayıca tekliği, nitelenen unsur
olan Zeyd'de gerçek anlamda bir araya getirmek akla ve mantığa
sığmaz.
Bu yüzden bazı Hıristiyan misyonerler zaman zaman şöyle derler:
"Teslis meselesi ilmî ölçülerle çözümü kabul etmeyen, eski
kuşakların görüşlerinden miras kalmış bir formüldür." Böyle diyenler,
kulaklarına gelen her iddia için delil aramakla yükümlü olduklarının
farkında değildirler. Bu iddia ister eskilerden kalma olsun,
ister yeni dönemlerde ortaya atılmış olsun, fark etmez.
"Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur..."
Bu ifade, Hıristiyanların"Allah, üçün üçüncüsüdür."
şeklindeki sözlerine yönelik bir reddiyedir.Şöyle ki, yüce Allah zatında hiçbir anlamda çokluğu kabul
etmez. Yüce Allah zatında tektir. Yüce Allah sıfatları ile
nitelendiğinde ve adları ile anıldığında, bu durum O'nun zatına bir
şey eklemez. Bunun gibi, Allah'ın bir sıfatı başka bir sıfatına izafe
edildiğinde bu durum sayısal çokluğa yol açmaz. Çünkü yüce Allah
zatında tektir; ne gerçekte, ne hayalde, ne de akılda parçalara
bölünmez.
Yüce Allah zatında asla birkaç şeye ayrılmaz ve yine yüce
Allah'ın zatına bir şey izafe edildiğinde zatı iki veya daha çok
olmaz. Nasıl olabilir ki?! Oysa yüce Allah hayalde, varsayımda
veya gerçekte kendisine izafe edilmek istenen şeyle birliktedir,
ondan ayrı değildir.
Dolayısıyla yüce Allah zatında tektir. Fakat bu teklik, çoklukları
meydana getiren diğer nesnelerdeki sayısal teklik değildir. O ne
96 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
zatında, ne isminde ve ne sıfatında çoklukla nitelenmez. Nasıl nitelensin
ki?! Oysa gerek bu sayısal teklik ve gerekse bu birimden
oluşan çokluk, bunların her ikisi O'nun yarattığı, var ettiği şeylerdir.
O yarattığı şeylerle nasıl nitelenebilir?!
"Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur."
ifadesinde başka hiçbirifadede bulunmayan pekiştirme (tekit) unsurları vardır. Bir defa ifade,
"Hiçbir ilâh yoktur; bir tek ilâhtan başka." şeklinde ilk bölümü
olumsuz, ikinci bölümü istisnalı bir cümle yapısına sahiptir.
Sonra olumsuz bölümün başına yaygınlığı pekiştiren "min" edatı
getirilmiştir. Arkasından, istisna edilen bölümdeki "ilâhun
vâhid
=bir tek ilâh" ifadesi, türü ifade etmek üzere nekire (tarif edatsız)olarak kullanılmıştır. Eğer bu iki kelime marife (tarif edatlı)
olarak kullanılıp "ille'l-ilâhu'l-vâhid" denseydi, tevhit gerçeği amaçlandığı
güçte ifade edilemezdi.
Bu durumda ifadenin anlamı şudur: Varlıkta bir tek ilâhın dışında
ilâh cinsinden bir şey yoktur. Bu bir tek ilâhın tekliği öyle bir
tekliktir ki, asla sayıya vurulmayı, çoğalmayı kabul etmez. Ne zatta
ve ne sıfatlarda, ne gerçekte ve ne varsayımda çokluğa açık
değildir. Eğer "Bir tek olan Allah'tan başka bir ilâh yoktur." denmiş
olsaydı, bu ifade ile Hıristiyanların
"Allah, üçün üçüncüsüdür." şeklindekisözleri reddedilmiş olmazdı. Çünkü Hıristiyanlar yüce Allah-
'ın birliğini inkâr etmiyorlar. Sadece "O üç sıfatı ile beliren tek bir
zattır. O gerçek anlamda çok olmakla birlikte aynı zamanda birdir."
diyorlar.
Hıristiyanların bu yorum tarzı, ancak kendisinden asla çokluk
oluşmayan bir tekliği ispat ederek reddedilmiş olur. İşte Kur'ân'ın
"Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur."
ifadesi, bu amacı gerçekleştirenbir nitelik taşır.
Bu mana, tevhit anlamının hakikati hakkında Kur'ân'ın işaret
ettiği inceliklerden biridir. Bu konuyu ileride özel Kur'ânî bir araştırmada,
sonra aklî bir araştırmada, daha sonra naklî bir araştırmada
enine boyuna inceleyerek hakkını vereceğiz.
"Eğer onlar bu dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanlara
kesinlikle acı bir azap dokunacaktır."
Bu ifade, onları acı bir ahiretazabı ile tehdit ediyor. Ayetten anlaşılan, budur.
"Allah, üçün üçüncüsüdür."
sözünün içerdiği teslis inancı, sı
Mâide Sûresi 68-86 ............................................ 97
radan insanların akıllarının alabileceği bir söz olmadığı için çoğu
Hıristiyanlar bu sözü basma kalıp bir ifade olarak dinî bir inanç biçiminde
kabul ediyorlar. Bu sözün manasını ne anlıyorlar, ne anlayabileceklerini
umuyorlar. Nitekim sağlıklı aklın da onu doğru bir
şekilde anlayabilmesi mümkün değildir. Sağlıklı bir akıl, onu sadece
imkânsız varsayımlardan biri olarak algılar. İnsan olmayan
insan gibi. Ne bir, ne çok, ne çift, ne tek olan sayı gibi.
Bundan dolayı sıradan Hıristiyanlar, bu inancı, anlamını incelemeden
basma kalıp bir dogma olarak kabul ediyorlar. Bunlar,
oğulluk-babalık ilişkisinde bir tür onurlandırma olduğuna inanıyorlar.
Bunlar, aslında teslis ehli değildirler. Onlar bunu ağızlarında
sakız çiğner gibi geveliyorlar. Ona görünüşte bağlılık gösteriyorlar.
Fakat sıradan halkın dışındaki Hıristiyanlık temsilcileri öyle değildirler.
Bunlar, yüce Allah'ın inanç ayrılıklarını kendilerine izafe ettiği
ve bu ayrılıkların onların azgınlığından kaynaklandığını vurguladığı
kimselerdir. Nitekim şöyle deniyor:
"Dini ayakta tutun veonda ayrılığa düşmeyin... Onlar ancak kendilerine bilgi geldikten
sonra aralarındaki çekemezlik yüzünden ayrılığa düştüler."
(Şûrâ,14)
Dolayısıyla istizafa dayalı olmayan, yani tevhidi inkâr etmeyi
ve Allah'ın ayetlerini yalanlamayı içeren gerçek kâfirlik, onların
hepsi için değil, bir bölümü için söz konusudur. Yüce Allah, sadece
tevhidi inkâr edip Allah'ın ayetlerini yalanlayanları cehennem azabı
ile tehdit ederek şöyle buyuruyor:
"İnkâr edip Allah'ın ayetleriniinkâr edenlere gelince; onlar, içinde temelli kalmak üzere cehennemliktirler."
(Bakara, 39)
Bu anlamda daha başka ayetler devardır. Nisâ suresinin doksan sekizinci ayetinin tefsiri sırasında bu
meseleyi incelemiştik.
Ayetteki
"onlardan kâfir olanlara acı bir azap dokunacaktır."şeklindeki açıkça ayırım gözeten ifadenin sırrı belki budur. Ya da
bu ayırımcı ifade ile, teslis sözünü etmeyen ve Hz. İsa'nın sadece
Allah'ın kulu ve resulü olduğuna inanan Hıristiyanların varolduğuna
işaret edilmek isteniyor. Nitekim tarihin kaydettiğine göre Habeşistan
ve başka yörelerin Hıristiyanları böyle idi.
Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Eğer Hıristiyanlar söylediklerinden
(bazılarının sözü hepsine izafe ediliyor) vazgeçmezlerse,
aralarındaki kâfirlere (bunlar teslis dogmasına inanan Hıristiyan
98................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
lardır) acı bir azap dokunacaktır.
Bazı tefsircilerin yorumuna göre de,
"onlardan kâfir olanlaraacı bir azap dokunacaktır."
ifadesinde zamir yerine ismi zahir kullanılmıştır.Yoksa ifadenin aslı, "onlara acı bir azap dokunacaktır."
şeklindedir. Zamir yerine de ism-i mevsul ile sılasının konmasının
sebebi ise, söyledikleri sözün Allah'ı inkâr etmek anlamına geldiğini
ve Allah'ı inkâr etmenin tehdit edildikleri azaba gerekçe olduğunu
bildirmektir.
Eğer ayet
"Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kâfirolmuşlardır."
şeklinde başlamamış olsaydı, bu yorum sakıncasızolurdu. Uzak bir ihtimal olma bakımından bu görüşün bir benzeri
de, ayetteki "minhum
=onlardan" ibaresindeki "min" edatının açıklamaamaçlı (beyaniye) olduğunu ileri süren görüştür. Çünkü bu
görüş, hiçbir delili olmadan ileri sürülen bir görüştür.
"Onlar Allah'a dönüp tövbe etmez, O'ndan af dilemezler mi?! Oysa
Allah affedici ve merhametlidir."
Bu ayet, tövbeye ve af dilemeye yönelikbir özendirme, Allah'ın affediciliği ve rahmeti ile ilgili bir hatırlatma
veya yapılan kötülüklere yönelik bir yadırgama veya azarlamadır.
"Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce de birçok
peygamber gelip geçmiştir. Onun annesi de özü-sözü doğru bir kadındı.
Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi."
Bu ifade, Hıristiyanların,"Allah, üçün üçüncüsüdür."
sözlerine veya bu sözleri ilebirlikte daha önceki ayette nakledilen ve İsa Peygamberin ilâhlık
cevherine sahip olduğu anlamına gelen
"Allah, Meryem oğlu Mesih'tir."şeklindeki sözlerine yönelik bir reddiyedir. Ayette vurgulanan
gerçek şudur:
İsa Peygamber (a.s) kendisinden önce ölen diğer Allah resullerinden
farklı biri değildir. Onlar, Allah'ın mesajını tebliğ etmekle
görevlendirilmiş birer insandı. Yüce Allah dışında Rab olmaları söz
konusu değildi. İsa Peygamberin annesi de yüce Allah'ın ayetlerini
tasdik eden, özü-sözü doğru bir insandı.
İsa Peygamberle annesinin her ikisi de, öbür insanlar gibi yemek
yerlerdi. Yemek yemek ve bunu izleyen eylemler, mümkünlük
ve yaratılmışlığın ilk belirtisi olan muhtaç olmaya dayanır. Buna
göre İsa Peygamber mümkünden doğmuş bir mümkündü. An
Mâide Sûresi 68-86 .......................................................... 99
nesi aracılığı ile yaratılmış, peygamber olan bir kuldu. Her ikisi de
Allah'a kulluk ederler, ihtiyaçlarını karşılama peşinde koşarlardı.
Dolayısıyla rab olması söz konusu değildi.
Hıristiyanların ellerindeki İncil'lerde bu gerçek itiraf ediliyor.
Bu kitaplar Meryem'in Allah'a inanan, O'na kulluk eden bir bakire
olduğunu, İsa Peygamberin insandan türemiş bir insan olarak ondan
doğduğunu, İsa Peygamberin öbür peygamberler gibi Allah
tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamber olduğunu, kendisinin
ve annesinin sıradan insanlar gibi yiyip içtiklerini açıkça dile
getiriyorlar.
Bu saydıklarımız çeşitli İncil'lerde açıklanan hususlardır. Bunlar
İsa Peygamberin (a.s) bir kul ve peygamber olduğunu kanıtlayan
delillerdir.
Bu ayetin İsa Peygamber ile birlikte annesinin de ilâhlığını reddetmeyi
amaç edinmiş olması da mümkündür. Nitekim ileride
okuyacağımız
"Sen mi insanlara, 'Allah'tan başka beni ve annemide iki tanrı edinin' dedin?"
(Mâide, 116) ayetinden Meryem'i, İsa gibiilâh sayanlar olduğu anlaşılıyor.
Ayetin maksadı, Hıristiyanların ilim ve din adamlarını ilâh edindikleri
tarzda Meryem'i de ilâh edindiklerini ifade etmek de olabilir.
Bu ilâh edinme, Meryem'e ve din adamlarına diğer insanlardan
daha çok saygı ve bağlılık göstermek anlamındadır.
Her neyse bu duruma göre ayet, İsa Peygamber ile annesinin
ilâhlığını birlikte reddediyor. Bunun için İsa Peygamberin diğer
peygamberler gibi bir peygamber olduğunu, annesinin Allah'ın ayetlerine
inanan, özü-sözü doğru bir kadın olduğunu ve her ikisinin
de sıradan insanlar gibi yiyip içtiklerini açıklıyor ki, bunların tümü
ilâhlıkla çelişen niteliklerdir.
"Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir."
ifadesindepeygamberlerin Hz. İsa'dan önce göçtükleri, yani öldükleri belirtiliyor.
Bu da onun tıpkı öbür peygamberler gibi ölebilecek ve yaşayabilecek
bir insan olduğuna yönelik delilleri pekiştirmektedir.
"Bak, biz onlara ayetleri nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak, onlar
(bu ayetlerden) nasıl çevriliyorlar!"
Hitap, Peygambere (s.a.a) yöneliktirve hayret ettirme maksadı taşımaktadır. Yani, bizim onlara
ayetleri, delilleri açıklama tarzımıza hayret et. En açık ayeti, en
100 ............................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
belirgin tarzda açıklıyoruz ve bu ayet onların İsa Peygamberin ilâhlığı
ile ilgili iddialarının boşluğunu, dayanaktan yoksun oluşunu
kanıtlıyor.
Ayrıca, onların bu ayetler üzerinde düşünmekten nasıl yüz
çevirdiklerine, bunlardan yüz çevirip de nereye yönelmek
istediklerine ve bu ayetlerin iddialarının asılsızlığından ibaret olan
sonuçlarını niçin düşünmediklerine de hayret et.
"De ki: 'Allah'ı bırakıp size ne zarar ve ne yarar dokundurma gücüne
sahip olmayan şeylere mi tapıyorsunuz?' Oysa Allah her şeyi işitir, her
şeyi bilir."
Tarihin en eski çağlarından beri insanlar arasında bir ilâhatapma eğilimi egemendi. Bu eğilim özellikle sıradan halk kitleleri
arasında barizdi. Bu kitlelerin çoğunluğu putlara tapardı. Tarihî
araştırmalardan elde edilen sonuçlara göre, halk kitleleri bu ilâhlara
kendilerinden kötülüğü gidermeleri ve kendilerine fayda sağlamaları
için tapıyorlardı. Allah'a sırf Allah olduğu için kulluk edenler,
sadece peygamberler ve onların ümmetleri içindeki Allah'a
bağlı seçkinlerdi.
İşte bundan dolayı yüce Allah, Peygambere, onlara sıradan insanların
eğilimleri doğrultusunda hitap etmesini emrediyor. Onların
Allah'a kulluk etmekteki sade fıtrî beklentilerine karşılık vermesini
öneriyor. Tıpkı putperestlere hitap ederken kullandığı dili
kullanıyor. On-lara hatırlatıyor ki, insanı Rabbe ibadet etmeye zorlayan
faktör, iyiliğin ve kötülüğün, faydanın ve zararın dizginlerinin
Rabbin elinde olduğunu inancıdır. İnsan, zararın ve faydanın maliki
olduğu için Rabbe kulluk eder. İnsan ona kulluk etmekle zarardan
korunmayı ve faydayı elde etmeyi bekler.
Allah'ın dışındaki bütün sözde ilâhlar zararı önleme ve fayda
sağlama adına hiçbir güce sahip değildirler. Çünkü o sözde ilâhlar
kesinlikle Allah'ın mülkünün bir parçasıdırlar ve öz güçten yoksundurlar.
O hâlde nasıl olur da, onlara kulluk sunulabilir ve hem
onların, hem diğer bütün varlıkların maliki olan Allah'a yöneltilen
kulluğa onlar da ortak edilir?!
Buna göre, kulluğun sırf Allah'a yöneltilmesi, O'na bu konuda
başka ortak koşulmaması gerekir. Çünkü işitmek ve karşılık vermek
sırf O'na mahsustur. Bu sıfatla O, sıkıntıya düşenlerin kendi
dergâhına yönelttikleri çağrıları işitir ve onlara karşılık verir. Sırf
Mâide Sûresi 68-86 ................................................... 101
O'dur ki, kullarının ihtiyaçlarını bilir, onlardan gafil kalmaz ve onlarla
ilgili yanlışlık yapmaz. O'nun dışındaki sözde ilâhların bu niteliklere
sahip olması söz konusu değildir. O sözde ilâhlar sadece Allah'ın
verdiği şeylere sahiptirler ve Allah'ın kendilerine bağışladığı
güç oranında güçlüdürler.
Bu açıklamadan şunlar ortaya çıkıyor:
1- Her ikisi de İsa Peygamberin ve annesinin mümkün (varlığı
zorunlu olmayan) ve muhtaç kullar oldukları mukaddimesine bağlı
olmakla birlikte bu ayetin içerdiği delil bir önceki ayetin içerdiği
delilden farklıdır. Bir önceki ayetin delili şuydu: İsa Peygamber ve
annesi iki muhtaç insan ve Allah'a itaatkâr iki kuldurlar. Bu durumda
olan birinin tapılan ilâh olması söz konusu olamaz. Bu ayetin
delili ise şudur: İsa Peygamber sonradan yaratılmış, muhtaç bir
varlıktır; kendisi Allah'ın mülküdür, zarar ve yarar dokundurma
gücüne sahip değildir. Bu durumda olan kimsenin Allah dışında ilâh
olması ve tapınılması söz konusu olamaz.
2- Bu delil, bir ilâha tapan sıradan insanın amacı bakımından
basit anlayışın ve sade aklın kavrayabileceği niteliktedir. Böylesine
sıradan bir insan, zararı gidermek ve fayda elde etmek için ilâh
edinip ona tapar. Bu güç ise, Allah'ın tekelindedir. Başka hiçbir
varlık bu güce sahip değildir. O zaman Allah'tan başkasına tapmanın
hiçbir amacı kalmıyor. O hâlde insanın Allah'tan başkasına
tapmayı reddetmesi gerekir.
3-
"Size ne zarar ve ne yarar dokundurma gücüne sahip olmayanşeylere..."
ifadesinde, İsa Peygamber akıl sahibi bir varlıkolduğu hâlde, akıl sahipleri için kullanılan "men
=kimseler" edatıdeğil, aklı olmayan varlıklar için kullanılan "ma
=şeyler" edatınayer verilmesinin sebebi şudur:
Bu delil, akıl sahibi olmayan şeylere tapan putperestler için de
gündeme getiriliyor. İsa Peygamberin akıl sahibi bir varlık olması,
delilin eksiksiz olmasını etkileyecek bir faktör değildir. Bu delil, Allah
dışında tapılan bütün muhtemel ilâhlar hakkında eksiksizdir.
Üstelik, Allah dışındaki varlıklar akıl sahibi de olsalar, vücutlarının
diğer yetenekleri ve organları gibi, akılları ve bilinçleri kendilerinden
değildir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah'ın dışındakitaptıklarınız tıpkı sizin gibi birer kuldurlar. Eğer onlarla
102 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
ilgili düşünceniz doğru ise çağırın onları da size karşılık versinler
bakalım. Onların yürüyecek ayakları mı var? Tutacak elleri mi
var? Görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var? De
ki: Allah'a ortak koştuğunuz şeyleri yardıma çağırın, sonra hiç
göz açtırmadan bana tuzak kurun." (A'râf, 195)
Ayrıca,
"ne zarar ve ne fayda" ifadesinde zarara faydadan önceyer verilmesinin sebebi, yukarıda değindiğimiz sade fıtratın
mantığına ve tercihine uygun bir sıralama yapmaktır. Çünkü insan
doğası gereği, sahip olduğu nimetleri, elinde olduğu sürece kendi
malı olarak görür. Ne yok olabileceklerini düşünür ve ne elinden
gittikleri takdirde duyacağı elemi tasavvur edebilir. Fakat fiilen
karşılaştığı zarar ile elinden kaçırdığı için acısını yaşadığı kayıp
nimetler ile ilgili durum böyle değildir. O zaman fıtrat, insanı bu
zararı ve kaybı telafi edecek ve kendisine fayda getirecek bir ilâha
sığınması için uyarır. Şu ayetlerde buy-rulduğu gibi:
"İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve
ayaktayken bize yalvarır. Fakat sıkıntısını giderdiğimizde başına
gelen sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi olur." (Yûnus, 12)
"Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra insana bir rahmet
tattırırsak, 'Bu benim hakkımdır.' der." (Fussilet, 50) "İnsana bir
nimet verdik mi yüz çevirir, yan çizer. Fakat ona bir kötülük dokununca
yalvarır durur." (Fussilet, 51)
Bundan şu sonuç çıkıyor: Sıkıntıyla karşılaşmak, fayda elde
etmeye göre insanı inandığı ilâha saygı göstermeye, ona kulluk
etmeye daha kuvvetle sevk eden bir faktördür. İşte bundan dolayı
yüce Allah,
"size ne zarar ve ne fayda dokundurma gücüne sahipolmayan şeylere"
ifadesinde zarara menfaatten önce yer vermiştir.Buna benzer ayetlerde de aynı sıranın gözetildiğini görüyoruz.
Şu ayette olduğu gibi:
"Müşrikler Allah'ı bir yana bırakarak hiçbirşey yaratamayan, kendileri birer yaratık olan, kendilerine ne zarar
ve ne fayda dokundurma gücü bulunmayan, ölüm, yaşama ve
yeniden dirilme kendi ellerinde olmayan ilâhlar edindiler."
(Furkan, 3)
4-
"De ki: Allah'ı bırakıp..." ayeti bütünü ile, kulluğu sırf Allah'ayöneltmenin, bu konuda O'na başkasını ortak koşmamanın gere
Mâide Sûresi 68-86 ...................................................... 103
ğine delildir. Bu delil, aşağıdaki şekilde özetleyeceğimiz iki delile
çözümlenir:
[1-] İlâh edinmek ve Rabbe kulluk etmek, zararı gidermek ve
faydayı elde etmek maksadı ile yapılır. Buna göre, kendisine kulluk
sunulan ilâhın buna gücünün yetmesi gerekir. Bu konuda hiçbir
şeye gücü yetmeyen sözde ilâhlara kulluk sunmak akıl kârı
değildir.
[2-] Yüce Allah ise işitendir, dergâhına yöneltilen çağrıya kulak
verir; ihtiyacın mahiyetini bilendir, bilmemek O'nun için söz konusu
değildir. Fakat O'nun dışındaki varlıklar böyle değildir. O hâlde
O'na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk sunulması gerekir.
"De ki: Ey Ehlikitap, dininizde haksız yere aşırılığa kapılmayın."
Peygambere (s.a.a) yönelik bir başka hitaptır. Bu hitapta Allah
ona, kendilerine kitap verilenleri dinleri konusunda aşırılıklara kapılmamaya
çağırmasını emrediyor. Kendilerine kitap verilenlerin,
özellikle de Hıristiyanların bu hastalığa kapıldıkları görülür. Sınırı
aşarak ifrata kaçan kimseye "galî" ["gulüv" kökünden ism-i fail]
denir. Bunun tefrit tarafındaki karşıtına da [ihmalkâr, ağır davranan
anlamında] "kalî" denir.
Yüce Allah'ın indirdiği kitapların açıkladıkları din, tevhidi emreder,
Allah'a ortak koşmayı reddeder, Allah'a ortak koşmayı yasaklar.
Kendilerine kitap verilenler, Yahudi ve Hıristiyan kesimleri
ile genel olarak bu hastalığa yakalanmışlardır. Gerçi bu konuda
Hıristiyanların durumu daha vahim, daha fecidir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Yahudiler, 'Üzeyr, Allah'ınoğludur.' dediler. Hıristiyanlar da, 'Mesih, Allah'ın oğludur.' dediler.
Bunlar, onların ağızlarında geveledikleri (dayanıksız) sözlerdir. (Böyle
demekle) daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar. Allah
kahretsin onları! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! Onlar Allah'ı bir
yana bırakarak âlimlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i ilâh
edindiler. Oysa onlara sadece kendisinden başka ilâh olmayan
bir tek ilâha tapmaları emredilmişti. O, onların koştukları sözde
ortaklardan uzaktır."
(Tevbe, 30-31)Gerçi bugünün Yahudilerinin Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu
söyledikleri görülmüyor. Fakat ayet, indiği asırda onların bu sözü
söy-lediklerine tanıklık ediyor.
104 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Anlaşılan, bu onursal bir unvandı. Üzeyr, Yahudilere hizmet etmiş-
ti. Babil esaretinden sonra tekrar Urşelim'e (Beyt'ül-Makdis'e)
dön-melerine yardımcı olmuştu. Buhtunnussar istilası sırasında
kaybolan Tevrat'ı tekrar toplamıştı. Bu hizmetlerinin karşılığı olarak
ona onursal bir unvan olarak Allah'ın oğlu unvanını vermişlerdi.
Tıpkı günümüz Hıristiyanlarının babalığı onursal bir unvan olarak
kullandıkları ve papalara, patriklere ve keşişlere baba dedikleri
gibi. (Pap ve papa, baba demektir.) Nitekim yüce Allah,
"Yahudilerve Hıristiyanlar, 'Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz.' dediler."
(Mâide, 18)
buyuruyor.Hatta ikinci ayet, yani
"Onlar Allah'ı bir yana bırakarak âlimlerini,rahiplerini ve Meryem oğlu İsa Mesihi ilâh edindiler."
(Tevbe,31)
ifadesi, buna delâlet ediyor bile. Çünkü burada İsa Peygamberinadı geçiyor, fakat Üzeyr'in adı geçmiyor. Dolayısıyla ayet, onun
"alimlerini, rahiplerini" ifadesinin kapsamına girdiğine, onların âlimlerine
olduğu gibi Üzeyr'e de Allah'ın oğlu unvanını verdiklerine
delâlet ediyor. Yukarıda söylediğimiz gibi bu arada özellikle
Üzeyr'in adını anmalarının sebebi, ona kendilerine yaptığı hizmetlerinden
dolayı özellikle teşekkür etmek istemiş olmalarıdır.
Sözün kısası; Yahudilerin ve Hıristiyanların peygamberlerini,
âlimlerini ve rahiplerini ilâh yerine koyarak onlara karşı Allah'tan
başkasına karşı sergilenmesi caiz olmayan bir huzu sergilemeleri,
dinleri konusunda saplandıkları bir aşırılıktır ki Allah, Peygamberinin
dili ile onlardan buna son vermelerini istiyor.
Dinde aşırılığın "haksızlık"la kayıtlandırılması -ki aşırılık mutlaka
haksız olur- pekiştirme amacını taşır. Ayrıca aşırılığın kaçınılmaz
sonucunu aşırılıkla birlikte zikretme (lâzımı melzumla birlikte
zikretme) isteğine dayanır. Böylece uyarıya muhatap olanların
bu gerçeği göz ardı etmemeleri amaçlanmıştır. Çünkü aşırılığa
düşenler aşırılığa düşerlerken bu gerçeği göz ardı etmiş veya göz
ardı etmiş gibi davranmışlardı.
Baba unvanını bütün maddî ve cismanî noksanlıklarından soyutlayarak
sırf yoktan var edici ve yetiştirici anlamında her türlü
eksiklikten münezzeh olan Allah'a ıtlak etmenin, aynı şekilde oğul
kelimesini analitik soyut anlamında (Allah'ın yaratıklarından biri
hakkında) kullanmanın aklen hiçbir engeli olmasa da şeriat buna
Mâide Sûresi 68-86 ........................................................ 105
izin vermez. Çünkü yüce Allah'ın isimleri sayılı ve belirlidir. Eğer
O'na değişik isimler takmak serbest olursa, bundan birçok sakıncalar
doğar.
Yahudiler ve Hıristiyanların özellikle de Hıristiyanların kilise
önderlerinin baba ve oğul unvanlarını Allah ile
irtibatlandırmalarından yüz yıllar boyunca doğan ve günümüzde
de etkisini sürdüren sakıncalar bu konuda yeterli bir örnektir.
"Ve önceden sapıtmış, birçoklarını saptırmış ve düz yoldan şaşmış
olan bir kavmin keyfî isteklerine uymayın."
Ayetin akışından anlaşıldığınagöre burada nefsani isteklerine uyulması yasaklanan kavimden
maksat, kendilerine uyulan, görüşlerine ve emirlerine itaat
edilen kimselerdir. Buna göre, bunların sapıtmış olmaları, kendi
görüşlerine bağlılıkları yüzünden olurken birçoklarını saptırmış
olmaları da başkalarının onlara uymaları yolu ile gerçekleşmektedir.
Düz yoldan şaşmış olmaları ise, kendi sapmalarının ve başkalarını
saptırmalarının sonucudur. Bu, sapıklık üstüne sapıklıktır.
Yine ayetin akışından anlaşıldığına göre, bu kavimden maksat
put-perestlerdir. Çünkü ayetin akışından anlaşılan, sadece Peygamberimizin
(s.a.a) zamanındaki Ehlikitab'a değil, bütün zamanların
Ehlikitabı-na yöneliktir. Eğer hitap sadece Peygamberimizin
zamanındaki Ehli-kitab'a yönelik olsaydı, ayetin sonraki
Ehlikitab'a eski atalarına uymayı yasakladığı düşünülebilirdi. [Fakat
hitap bütün zamanların ki-tap ehline yönelik olduğu için uyulmaması
istenenlerin putperestler ol-duğu sonucu çıkıyor.]
"Yahudiler, 'Üzeyr, Allah'ın oğludur' dediler. Hıristiyanlar da
'Mesih, Allah'ın oğludur' dediler. Bunlar onların ağızlarında
geveledikleri (dayanaksız) sözlerdir. (Böyle demekle) daha
önceki kâfirlere özeniyorlar." (Tevbe, 30) ayeti de bu ihtimali
güçlendirmekte, hatta ona delil oluşturmaktadır.
Böylece burada, Kur'ân'ın işaret ettiği bir tarihî analiz gerçeği
ile karşı karşıyayız. Bu tarihî gerçek şudur: Babalık ve oğulluk gibi
sapık dogmalar Yahudilerin ve Hıristiyanların inanç sistemlerine
kendilerinden önce yaşamış putperestler tarafından sızmıştır. Bu
kitabın üçüncü cildinde Âl-i İmrân suresinde yer alan Hz. İsa ile ilgili
hikâyelerin incelenmesi sırasında bu görüşün, Hind ve Çin'deki
Brahman ve Budist putperestlerin sözleri ve görüşleri arasında yer
106 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
aldığını belirtmiştik. Eski Mısırlılar ile diğer putperestler arasında
da bu tür sapık görüşlere rastlanmıştır. Ne var ki bu görüş, kitaplı
dinlere kendi davetçilerinin eliyle dinî bir kılıfa sokularak sızdırılmıştır.
Böylece tevhit dini ismini taşıyan bir putperestlik ortaya
çıkmıştır.
"İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle
lânetlendi... Yaptıkları ne kötü bir şeydi!"
Bu ayetlerde,İsrailoğullarından kâfir olanların kendi peygamberlerinin dili ile
lânetlendiği bildiriliyor. Burada, bu ayetlerde Allah'ın kâfir olduklarını
bildirdiği Yahudilere yönelik bir tariz vardır. Onların kendi peygamberlerinin
bedduası ile lânetlendikleri belirtiliyor. Buna gerekçe
olarak da, onların kendi peygamberlerine karşı gelmeleri ve sürekli
Allah'ın sınırlarını çiğnemeleri gösteriliyor.
"Onlar, işlediklerikötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı."
ifadesi, "ve sınırlarıçiğniyorlardı."
ifadesinin açıklaması mahiyetindedir.
"Onların çoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün..."
Bu ifade,onların Allah'ın koyduğu sınırları çiğnediklerini gösteren somut bir
örnek veriyor. Çünkü onlar eğer gerçek anlamda dinlerine değer
verselerdi, ona bağlı olurlar ve onun çizdiği sınırları çiğnemezlerdi.
Bunun gereği tevhit inancına bağlı olanları dost edinip Allah'ı inkâr
edenlerden uzak durmalarıdır. Çünkü bir toplumun kutsal değerlerinin
düşmanları aynı zamanda o toplumun da düşmanlarıdır. Eğer
o toplum, kutsal değerlerinin düşmanlarını sever, dost edinirse
bu tutum, o toplumun kutsal değerlerinden yüz çevirdiğini, onlardan
koptuğunu gösterir. Çünkü düşmanın dostu düşmandır. Bunun
arkasından onlar,
"Kendilerinin kendileri için hazırladıklarışey, ne kötüdür."
ifadesi ile yeriliyorlar.Kendileri için hazırladıkları şeyden maksat, nefislerinin arzusuna
uyarak kâfirleri dost edinmektir. Bu davranışın karşılığı ve
cezası şu oldu:
"Allah onlara gazap etmiş ve sürekli azapta kalıcıdırlar."Bu ayette davranışın sonucu ve cezası davranışın kendisi
yerine konmuştur. Bununla da adamların bu davranışı yapmakla
sanki bu davranışın cezasını kendileri gerçekleştirmiş, hazırlamış
oldukları vurgulanıyor.
"Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve ona indirilene inansalardı, onları
(kâfirleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasık (yoldan çıkmış)
kimselerdir."
Yani, şu kendilerine kutsal kitap verilenler Allah'a,
Mâide Sûresi 68-86 ............................................................ 107
Muhammed Peygambere (s.a.a) ve ona indirilen kutsal kitaba veya
örneğin kendi peygamberleri Musa'ya ve örneğin ona indirilen
Tevrat'a inansalardı, o kâfirleri dost edinmezlerdi. Çünkü iman, diğer
sebepleri etkisiz hâle getirir. Fakat onların çoğu fasık, yani
iman etmemekte inatla direnen kimselerdir.
Tefsirciler bu ayet için başka bir yorum tarzını muhtemel görmüşlerdir.
Buna göre, "kanû" ve "yuminûne" fiillerindeki zamirler
ile "ittehazûhum" ifadesindeki "hum" zamiri, (bir önceki ayetteki)
"ellezî-ne keferû
=kâfirleri" ibaresine dönüktür. O zaman ayetin anlamışöyle olur: "Eğer Ehlikitab'ın dost edindiği o kâfirler Allah'a,
Peygambere ve Kur'ân'a inansalardı, Ehlikitap onları dost
edinmezdi. Onları dost edinmelerinin sebebi, onların kâfir olmasıdır."
Bu yorum tarzı haddi zatında sakıncasız olsa da
"Fakat onlarınçoğu fasık (yoldan çıkmış) kimselerdir."
ifadesindeki söz akışıdeğişmesi ile uyuşmaz.
"İnsanlar arasında müminlere düşmanlıkta en şiddetli olanların,
Yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu görürsün. Müminlere sevgice
en yakın olanların da, 'Biz Hıristiyanız' diyenler olduğunu görürsün."
Daha önceki ayetlerde genel olarak Ehlikitab'ın ortak kötülükleri
ile bunların bazı kesimlerinin özel kötülükleri açıklanmıştır. Meselâ
Yahudilerin
"Allah'ın eli kolu bağlıdır." şeklindeki ve Hıristiyanların,"Allah Meryem oğlu Mesih'tir." biçimindeki sözleri hatırlatılmıştır.
Bu ayetlerde ise, bu iki gruptan her birinin müminlere ve müminlerin
dinlerine karşı takındıkları özel tavırlarına dikkat çekilmiş,
bunların tutumlarına müşriklerin tutumu da eklenmiştir. Böylece
Müslüman olmayan ümmetlerin İslâm ile aralarındaki yakınlık
ve uzaklık konusu hakkında son söz söylenmiştir.
Bu son söz şudur: Hıristiyanlar, bu ümmetlerin sevgice Müslümanlara
en yakın olanı ve İslâm'ın hak çağrısına kulak vermeye
en yatkın olanıdırlar.
Hıristiyanların, Müslümanlara en çok sempati besleyen kesim
olarak sayılmalarının gerekçesi, bir sonraki "Peygambere indirileni
işittikleri zaman, gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden
yaşlar akarken..." ayetinde anlaşılacağı üzere bunların arasında
Peygambere (s.a.a) iman edenlerin bulunmasıdır. Fakat
eğer bir grup Hıristiyan'ın iman etmiş olması onların bütünü hak
108.................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
kındaki bu iyimser yaklaşımı haklı çıkarabilseydi, Yahudilerin ve
müşriklerin de Hıristiyanlar gibi sayılmaları ve onlar için de aynı iyimser
yaklaşımın benimsenmesi gerekirdi. Çünkü Yahudilerden
bir grup da Müslüman olmuştu. Abdullah b. Selâm ve arkadaşları
gibi. Arap müşriklerinin bir bölümü de Müslüman olmuştu. Üstelik
bunlar o günkü Müslüman nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlardı.
O hâlde Hıristiyanlara,
"Peygambere indirileni işittikleri zaman..."ayeti gibi bir ifade ile özellik tanınıp Yahudiler ile müşriklere
böyle bir özellik tanınmaması, Hıristiyanların İslâm çağrısını güzel
bir şekilde karşıladıklarını ve Peygamberin davetine icabet ettiklerini
gösterir. Oysaki onlar dinlerine bağlı kalıp cizye vermek ile
İslâm'ı kabul etmek veya savaşmak şıkları arasında serbest
bırakılmışlardı.
Ama müşriklerin durumu böyle değildi. Onlardan kabul edilebilecek
tek davranış, İslâm çağrısını kabul etmekti. Bu yüzden onlardan
çok kişinin iman etmesi, bu çağrıyı güzel bir şekilde karşıladıklarını
göstermez. Üstelik onların Peygamberimize (s.a.a) çektirdikleri
eziyetler, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve kabalıklar
bilinmektedir.
Yahudiler de öyle. Onlar da tıpkı Hıristiyanlar gibi dinlerine
bağlı kalıp Müslümanlara cizye verme arasında serbest bırakıldıkları
hâlde Müslümanlara tepeden bakmayı sürdürdüler, taassuplarını
pekiştirdiler, hilelere ve entrikalara başvurdular, verdikleri sözleri
çiğnediler, Müslümanlara karşı hep fırsat kolladılar, onlara
hep ıstırap ve acı tattırdılar.
Hıristiyanlar ile Peygamberimiz (s.a.a) ve İslâm çağrısı arasındaki
bu yakınlık ve buna karşılık Yahudiler ile müşriklerin sergiledikleri
serkeşlik ve taassup Peygamberden sonra da aynen devam
etti. Daha sonraki yüzyıllarda birçok Hıristiyan grup İslâm'ın çağrısını
kabul ederken Yahudiler ile putperestlerden Müslüman olanlar
az sayıda kaldılar. Bu kesimlerin ayette sözü edilen özelliklerini
tarih boyunca sürdürmeleri Kur'ân'ın onlar hakkındaki hükmünün
doğruluğunu kanıtlamaktadır.
Bilindiği gibi,
"İnsanlar arasında müminlere düşmanlıkta enşiddetli olanların..."
ayeti, genel bir kuralı özel bir hitap çerçevesindeifade ediyor. Bunun benzeri, daha önceki
"Onların çoğunun
Mâide Sûresi 68-86 .......................................... 109
kâfirleri dost edindiklerini görürsün." ve "Onların çoğunun günaha...
koştuklarını görürsün." ayetleridir.
"Bu, onların arasında keşişler ve rahiplerin varolmasından ve onların
büyüklük taslamadıklarından dolayıdır."
Ayette geçen "kıssîs" kelimesi"keşiş" kelimesinin Arapçalaştırılmış biçimidir. Yine ayette
yer alan "ruhban" kelimesi "rahib" kelimesinin çoğuludur, bazen
tekil olarak da kullanılır. Ragıp İsfahanî şöyle diyor:
"Rehbet ve Ruhb, sakınmayla birlikte olan korku demektir...
Terehhub, tapınma demektir. Rehbaniyet (ruhbaniyet), aşırı korkudan
kaynaklanan tapınmada çok ileri gitmek anlamına gelir.
Yüce Allah
'Onların uydurduğu rehbaniyet...' diye buyurmuştur.'Ruhban' kelimesi hem çoğul, hem de tekil olarak kullanılır. Onu
tekil olarak kullananlar çoğulunu 'rehabîn' şeklinde getirirler."
(Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Yüce Allah, Hıristiyanların müminlere en çok yakınlık gösteren,
en fazla sempati besleyen kesim olmalarını, Yahudilerde ve
putperestlerde bulunmayan şu üç sebep ile izah ediyor: 1) Hıristiyanlarda
âlimler vardır. 2) Hıristiyanlarda rahipler ve zahitler vardır.
3) Hıristiyanlar büyüklük taslayan ve başkalarını hor gören bir
kesim değildirler. Bunlar onların mutluluğu elde etmeye hazırlıklı
olmalarının anahtarlarını oluştururular.
Söylemek istediğimiz şudur: Dinî hayatın mutluluğu, ilme dayalı
salih amel ile gerçekleşir. Başka bir deyişle bu mutluluk, hakkın
kabul edilmesi ve buna uygun amellerin yapılması demektir.
Bunun için dinin hakikatinin yani hak dinin idrak edilmesini sağlayacak
bilgiye ihtiyaç vardır.
Hakka uygun amel etmeye hazır hâle gelmek için hakkı idrak
etmek tek başına yeterli değildir. İnsanın nefsindeki iyi amel
yapmayı engelleyen niteliğin de ortadan kalkması gerekir. Bu engel,
taassup ve benzeri sebeplerle büyüklük taslayarak haktan yüz
çevirmektir. İnsan eğer faydalı bilgi ile donanır ve hakka karşı büyüklük
taslamayı bırakıp hakka karşı insaflı davranmayı ilke edinirse,
hak uyarınca amel etmeye hazır hâle gelir.
Yalnız bunun için ortamın buna ters olmaması şarttır. Çünkü
ameller ve davranışlarda ortamın davranışa uygunluğunun etkisi
büyüktür. Toplumun genelinin bütünü birtakım davranışları be
110 ........................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
nimsemesi, fertlerini onlara uygun şekilde yetiştirmesi ve fertlerin
bu kalıplaşmış davranışları gelenek hâline getirerek nesilden
nesile aktarması durumunda, bu davranışlar mutluluğu bozan zararlı
davranışlar olsa bile, fertler bunların üzerinde düşünmeye, onları
irdelemeye ve onlardan kurtulmaya fırsat bulamaz.
Yararlı davranış kalıpları için de aynı şey söz konusudur. Eğer
yararlı ve iyi işler bir toplumda yerleşirse, fertlerin onları bırakması
zor olur. Nitekim "Alışkanlık, ikinci bir tabiattır." denmiştir. Bundan
dolayı bir ferdin eskiye aykırı ilk davranışı yapması son derece
zordur. Aynı zamanda bu ilk aykırı davranış, ferde böyle yapmanın
mümkün olduğunu gösterir. Sonra bu aykırı davranışın her tekrar
edilişi, işi kolaylaştıran ve zorluğun oranını düşüren yeni bir adım
olur.
Bu nedenle insan, herhangi bir davranışın yararlı ve hak olduğunu
kavrayıp hakka karşı gelip büyüklük taslama duygusunu yenerek
içindeki inatı söküp attığında, onun için en etkili destek, bir
başkasının o davranışı yaptığını görmek ve böylece kendisinin aynı
davranışı yapabileceğini anlamaktır.
Bundan şu anlaşılıyor: Bir toplumun hakkı kabul etmeye hazır
hâle gelebilmesi için öncelikle hakkı bilen ve öğreten âlimlere sahip
olması gerekir. Arkasından hakka uygun davranan öncü kişilerin
bulunması gerekir. O sayede sıradan halk, o davranışın yapılabileceğini
kavrar ve güzel olduğunu görür. Bunların yanı sıra sıradan
halkın, hak ortaya çıktığında ona boyun eğmeye, ondan yüz
çevirmemeye alışması gerekir.
İşte bundan dolayı yüce Allah, Hıristiyanların dinin hak çağrısını
kabul etmeye yakın olmalarının gerekçesi olarak onların arasında
keşişler ile rahiplerin bulunmasını ve onların büyüklük taslamadıklarını
gösteriyor. Buna göre onların arasında kendilerine
hakkın ve dinî bilgilerin önemini sürekli olarak sözle hatırlatan ilim
adamları bulunduğu gibi onlara Rablerinin yüceliğini, dünyevî
ve uhrevî mutluluklarının önemini amelleri ile hatırlatan rahipler
de vardır. Ayrıca onlar hakkı kabul etmeyi engelleyen serkeşlikten
de uzaktırlar.
Yahudilere gelince, gerçi onların arasında da bilgi sahibi din
adamları vardır. Ama onlar serkeş ve gururludurlar. İnatları ve
Mâide Sûresi 68-86 ........................................... 111
kendilerini üstün görmeleri, hakkı kabul etmeye hazır hâle gelmelerine
imkân vermiyor.
Müşriklere gelince, onlar hem ilim adamlarından ve zahit kişilerden
yoksundurlar, hem de kendini beğenmişlik illetinin pençesindedirler.
"Peygambere indirileni (Kur'ân'ı) işittikleri zaman, gerçeği tanımalarının
sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediklerini
görürsün..."
"Fâzet'il-aynu bi'd-dem'i" demek, "Gözden yaşlar boşandı."demektir. "Min'ed-dem'i" ibaresindeki "min" edatı başlangıç,
"mim-ma" ibaresindeki kaynak, "min'-el-hakkı" ibaresindeki
ise, açıklama anlamı taşır.
"Rabbimizin bizi iyi kullar arasına katacağını umarken Allah'a ve bize
gelen gerçeğe niçin inanmayalım?"
Bu ayette yer alan "yudhilena"fiili "ca'l" anlamını içeriyor gibidir. Bu yüzden "maa" edatı aracılığı
ile müteaddi (geçişli) fiil yapılmıştır. Ayetin anlamı "Rabbimizin bizi
salihlerle beraber kılarak bizi onların arasına katacağını umarken..."
şeklindedir.
Hıristiyanların bize Allah tarafından nakledilen bu davranışları
ve sözleri onların müminlere daha çok sempati duydukları yolundaki
ilâhî açıklamayı doğruluyor. Ayrıca bu davranışları ve sözleri,
aralarında faydalı bilgi ile iyi amellerin bulunduğuna ve hakka boyun
eğmiş insanlar olduklarına kesinlik kazandırıyor. Çünkü onların
arasında keşişler ve rahipler vardı ve onlar büyüklük
taslamıyorlardı.
"Böylece Allah onları bu sözlerinden dolayı... ödüllendirdi. Bu, iyi kulların
mükâfatıdır. Kâfir olup... onlar cehennemliktirler."
"İsâbe" karşılıkvermek, ödüllendirmek demektir. İlk ayette onların mükâfatı, ikinci
ayette ise, onlara ters düşenlerin cezası anlatılıyor. Bu anlatımda
bütün şıklar karşıtlık ilkesi gözetilerek ele alınmıştır.