www.MizanTefsiri.com

 

Başa Git

EDEBİN ANLAMI HAKKINDA

-DEVAM-

 

382 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

umulmadık bir şekilde geri döndüreceğinden umutluyum." Hz.

Yakub'un böyle davranış sergilemesinin nedenine gelince, bu tutum

peygamberlerin Allah'a karşı gözetmeleri gerken bir edep kuralıdır.

Onlar her hâllerinde Rablerine yönelmelidirler, bütün hâl ve

hareketleri Allah yolu doğrultusunda olmalıdır. Çünkü yüce Allah,

"Onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir." (En'âm, 90) diyerek

onları doğru yola ilettiğini açıkça belirtiyor. Yakup Peygamberle ilgili

olarak da, "İbrahim'e, İshak'ı ve Yakub'u evlât olarak armağan

ettik. Hepsini de doğru yola ilettik." (En'âm, 84) buyuruyor. Yüce

Allah, ayrıca nefsin arzularına uymanın Allah yolundan çıkmak

demek olduğunu şöyle ifade ediyor: "Nefsinin arzularına uyma.

Arzuların seni Allah yolundan çıkarır." (Sâd, 26)

Yüce Allah'ın hidayeti ile yönlendirilen peygamberler, kesinlikle

nefislerinin arzularına uymazlar. Onların mal, evlât, kadın, yiyecek,

giyecek ve barınma gibi hayat görüntüleri ile bağlantılı şehvet,

öfke, sevgi, nefret, sevinç ve üzüntü gibi nefsanî duyguları ve

batınî meyilleri Allah yolu ile özdeştir; bunlar ancak Allah'a yönelirler,

O'nun rızasını umarlar. Şöyle ki, hayatta tutulacak iki yol vardır:

Hakka uyma yolu ile nefsin arzularına uyma yolu. Başka bir

tabirle, Allah'ı hatırda tutma yolu ile Allah'ı unutma yolu.

Peygamberler Allah'a doğru yönlendirilmiş, arzularının esiri

olmayan seçkin şahsiyetler oldukları için, hiçbir durumlarında Allah'ı

unutmaz, her zaman O'nu anarlar; bütün hâl ve hareketlerinde

Allah'tan başka bir maksatları olmaz; hayattaki hiçbir istekleri

için Allah dışında bir sebebin kapısını çalmazlar. Yani herhangi bir

sebebe yapıştıkları zaman, bu sebep onlara Allah'ı ve yetkinin O'-

nun elinde olduğu gerçeğini unutturmaz. Yoksa sebepleri kökten

reddetmezler, onların kavramsal varlıklarını inkâr etmezler. Çünkü

bunların inkârı düşünülemez. Ayrıca nesnelerin somut varlıklarını

kabul edip, onların sebep olma niteliklerini de inkâr etmezler.

Çünkü böyle bir yaklaşım, insanî fıtrat yolundan sapma anlamına

gelir. Allah'a bağlılık demek, onun dışındaki bir faktöre bağımsız

bir etki tanımamak ve her şeyi Allah'ın koyduğu yere koymaktır.

Peygamberlerin Rablerine bağlılıkları, anlattığımız gibi tam ve

gerçek bir bağlılık olduğu için bu ilâhî edep, onların, Rablerinin

yüceliğini gerektiği gibi gözetmelerini, rububiyet yönünü göz

önünde bulundurup riayet etmelerini sağlar. Bunun sonucu olarak

yöneldikleri her şeye Allah için yöneliyor, terk ettikleri her şeyi

 

Mâide Sûresi 116-120 .................................................. 383

 

dikleri her şeye Allah için yöneliyor, terk ettikleri her şeyi Allah için

terk ediyorlar; sarıldıkları her sebebin öncesinde, beraberinde ve

sonrasında Rablerine bağlılıklarını sürdürürler. Öyle ki yüce Allah

her durumda onların gayeleri olur.

 

Yakup Peygamber (a.s), "Ben üzüntümü ve tasamı sadece Allah'a

şikâyet ediyorum." derken, şöyle demek istiyor: "Ben devamlı

şekilde Yusuf'u anıyor, onun üzüntüsünü yaşıyorum. Fakat

benim bu hâlim, herhangi bir musibet sonucunda sahip olduğu bir

nimeti kaybedince kendisine ne fayda ve ne zarar veremeyecek

bir mercie bilmeyerek dert yanan birinin davranışına benzemez.

Ben Yusuf'u kaybetmenin beni içine düşürdüğü durumu Allah'a

şikâyet ediyorum. Benim bu isteğim de olmayacak bir şey değildir.

Çünkü ben Allah'tan sizin sahip olmadığınız bilgilere sahibim."

Bu edep örneklerinden biri de Yusuf Peygamberden (a.s) nakledilen

edeptir. Bilindiği gibi, Mısır padişahının karısı, Yusuf Peygamberi

emrini yerine getirmediği takdirde hapse atmakla tehdit

etmişti. İşte bu sıradaki duasını Kur'ân'ı Kerim bize şöyle naklediyor:

"(Yusuf) Rabbim, dedi, bana göre zindan bunların beni çağırdığı

şeyden iyidir. Eğer onların düzenini benden savmazsan, onlara

meyleder ve cahillerden olurum." (Yûsuf, 33)

Hz. Yusuf (a.s) bu sözleri ile şunu demek istiyor: İçinde bulunduğu

kritik durumda onun akıbeti, hapsedilmek ile o kadınların isteklerine

olumlu karşılık verme şıkları arasında gidip geliyor ve

"(Yusuf) erginlik çağına erişince, ona hikmet ve ilim verdik." (Yûsuf,

22) ayetinde Allah tarafından kendisine bağışlandığı bildirilen

bilgisi ile, hapse girmeyi o kadınların isteklerini yerine getirmeye

tercih ediyor. Yalnız sebepler, saray kadınlarının istekleri lehine işlemektedir.

Bu sebepler, kendisini Allah'ın makamına cahil olma

(yüceliğini bilmeme), Allah'a ilişkin sahip olduğu bilgisini geçersiz

kılma yönünde tehdit eden güçlü ve üstün nitelik taşıyor. Oysa Yusuf

Peygamber hapishanedeki arkadaşına, "Hüküm sadece Allah-

'a aittir." (Yûsuf, 40) dediği gibi, karşılaştığı durumla ilgili hükmün

sadece Allah'ın elinde olduğuna inanıyor.

Bundan dolayı Yusuf Peygamber (ona selâm olsun), edebini

takınarak kendisi için bir istekten söz etmiyor. Çünkü öyle yapmak,

bir tür hüküm vermektir. Sadece Rabbinin kendisine bağışladığı

bilgi nimetini geçersiz kılmaya yönelik bir cahillik tehdidi al

 

384.................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

tında bulunduğuna işaret ediyor ve cahilliğin mahvedici etkisinden

ve saray kadınlarının tuzaklarının harekete geçmesinden kurtulmasının,

bu tuzakların Allah tarafından uzağında tutulmasına bağlı

olduğunu ifade ediyor. Böylece işi Allah'a havale ediyor ve susuyor.

Yüce Allah da duasını kabul ederek, onu saray kadınlarının tuzaklarından

uzak tuttu. Bu tuzak, ya onlara meyletmek olmak veya

hapse girmektir. Yüce Allah onu hem zinadan, hem de hapse

girmekten kurtardı. Bundan anlaşılıyor ki, saray kadınlarının tuzağından

söz ederken zina ile hapse girmeyi birlikte kastetmiştir.

"Rabbim, dedi, zin-dan... iyidir." şeklindeki sözü ise, iki şık arasında

sıkıştığı takdirde kalbinin hapse girme eğiliminde olduğunu belirtmek,

zinaya yönelik nef-retini ifade etmek için söylemiştir. Yoksa

hapse girmeyi istediğini söylemek istememiştir. Tıpkı Hz.

Hüseyn'in (a.s) şu beyitte dediği gibi:

 

"Ölmek, utanç yükü altına girmekten iyidir. / Utanç yükü altına

girmek de ateşe girmekten iyidir."

 

Yoksa bazılarının sanabilecekleri gibi, Yusuf Peygamber hapse

girmeyi istemiş ve bu yüzden hapse atılmasına hükmedilmiş, değildir.

Bunun delili, yüce Allah'ın bu ayetin hemen arkasından,

"Sonra kesin delilleri görmelerine rağmen, onu bir zamana kadar

mutlaka zindana atmaları kendilerine gerekli göründü." şeklindeki

buyruğudur. Bu ayette Yusuf Peygamberin o olaydan sonra

[Mısır Azizi ve arkadaşları tarafından] gerekli görüldüğü için hapse

atıldığı belirtiliyor. Yoksa yüce Allah daha önce [hapse atılma olayı

gündeme gelmeden önce] saray kadınlarının zina teklifinden ve

hapse atma tehditlerinden onu korumuş, kadınların komplolarından

uzak tutmuştu.

 

Yusuf Peygamberin (a.s) Allah'a yönelik bir başka övgüsünü ve

duasını Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Yusuf'un yanına girdikleri

zaman, ana-babasını kucakladı ve 'Allah'ın izni ile Mısır'a güvenle

girin' dedi. Ana-babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi

onun için secdeye kapandılar. (Bunun üzerine Yusuf,) dedi ki:

'Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur.

Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana (çok şey) lütfetti.

Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytanın benimle kardeş

 

Mâide Sûresi 116-120 ........................................................ 385

 

lerimin arasını bozmasından sonra sizi çölden (kaldırıp yanıma)

getirdi. Hiç şüphesiz Rabbim dilediklerine karşı lütfedicidir. Kuşkusuz

O (her şeyi) bilendir, hikmet sahibidir. Ey Rabbim! Mülkten

(egemenlikten) bana pay verdin ve bana (rüyalarda görülen) olayların

yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da,

ahirette de velim sensin. Benim canımı (sana) teslim olmuş olarak

al ve beni salihler arasına kat!" (Yûsuf, 99-101)

 

Bu ayetleri inceleyenler, bu ayetlerde yansıyan peygamberlik

edebi üzerinde iyice düşünmelidirler. Bunun yanı sıra Yusuf Peygamberin

(a.s) sahip olduğu egemenliği ve devlet otoritesini, anababasının

bir an önce ona kavuşmanın özleminden kaynaklanan

yüksek heyecanlarını ve kardeşlerinin takındıkları alçak gönüllülüğü

aklında canlandırmalı, iyi değerlendirmelidirler. Oysa ki bunların

hepsi onun, kaybettikleri günden buluştukları güne kadar geçen

hayat hikâyesini hatırlıyor, o ise şimdi bir devlet yetkilisi olarak,

izzet ve otorite koltuğuna oturmuş hâlde karşılarına çıkıyor.

Ağzından çıkan her sözün ya tamamında veya bir bölümünde

Allah'a yer veriyor. Sadece sözlerinin başındaki, "Allah'ın izni ile

Mısır'a güvenle girin." ifadesi böyle değil. Bu sözlerinde ailesine

şehre girmelerini emrediyor ve onlara güvence tanıyor. Fakat bu

sözlerini bile hemen Allah'ın dileğini içeren bir istisna ile bağlıyor.

Böylece bu hükmü Allah'ın iradesini hesaba katmadan, tamamı

ile kendine mal ettiğinin sanılmasına meydan vermiyor. Zira o,

"Hüküm sadece Allah'a mahsustur." diyen kişidir.

Arkasından Rabbini övmeye başlıyor. Bu övgü, ailesinden ayrıldığı

günden tekrar onlara kavuştuğu güne kadar geçen zamanın

olaylarını kapsıyor. Önce görmüş olduğu rüyayı gündeme getirerek

onun gerçekleştiğini ifade ediyor. Babasının hem rüyayı yorumlamada,

hem de sözlerinin sonundaki Allah'ın ilmine ve hikmetine

vurgu yapan ifadelerde haklı çıktığını ifade ediyor. Bu hatırlatmayı,

Allah'ı daha çok övmüş olmak için yapıyor. Babası o zaman

şöyle demişti: "Böylece Rabbin seni seçecek ve sana düşlerin yorumundan

bir parça öğretecek... Hiç şüphesiz Rabbin (her şeyi)

bilendir ve hikmet sahibidir." (Yûsuf, 6) Burada Yusuf Peygamber,

babasının o rüyayı doğru yorumladığını belirttikten sonra şöyle

diyor: "Hiç şüphesiz, Rabbim dilediklerine karşı lütfedicidir. Kuşkusuz,

O (her şeyi) bilendir, hikmet sahibidir." (Yûsuf, 100)

 

386 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Sonra rüyası ile bu rüyanın gerçekleşmesi arasında geçen olayları

özetliyor ve bunları Rabbine bağladıktan sonra onları güzel

olmakla niteliyor, bunların Allah'ın ihsanı olduğunu dile getiriyor.

[Hz. Yusuf'un ilâhî edebini gösteren bir diğer husus da şudur:]

Bi-lindiği gibi kardeşleri onu kuyuya atmışlar, arkasından onu çok

az bir bedel karşılığında satmışlar ve hırsızlıkla suçlamışlardı. Oysa

Yusuf Peygamber son derece nazik bir edeple bu olayları, "şeytanın

benimle kardeşlerimin arasını bozma" olarak niteliyor.

Arkasından Rabbinin nimetlerini saymayı ve bu nimetlere övgülerle

karşılık vermeyi sürdürüyor. Öyle ki, "Rabbim, Rabbim!"

diye diye O'nun aşkı bütün vücudunu sarıyor, aklını alıyor, ilâhî

cezbeye geliyor ve bu duygu seli içinde Rabbiyle meşgul oluyor,

âdeta aile fertlerini tanımaz hâle geliyor. İşte onları bırakarak

Rabbine yönelerek, "Ey Rabbim! Mülkten (egemenlikten) bana

pay verdin ve bana (rüyalarda görülen) olayların yorumunu öğrettin."

diyor.

 

Bu sözleri ile mülk (egemenlik) ve rüyaları yorumlama bilgisi

nimetleri karşılığında Allah'ı övüyor. Sonra bu nimetleri kendisine

Rabbinin verdiğni anımsıyor. Çünkü O, göklerin ve yeryüzünün yaratıcısıdır,

her şeyi kesin yokluktan varlık sahnesine çıkarandır.

Öyle ki, bu süreçte varlıklardan hiçbirinin fayda ile menfaati kazanıp

zarar ile belâyı defetmede kendilerinden yana hiçbir çaba göstermemiş,

kendi dünya ve ahiret işlerini düzenleme yetkisi türünden

bir fonksiyonları olmamıştır.

 

Yüce Allah, her şeyi yoktan var ettiğine göre, aynı zamanda

her şeyin velisidir. İşte böyle olduğu için Yusuf Peygamber, "gökleri

ve yeri yaratan" dedikten sonra şu gerçekleri dile getiriyor: Kendisi

âciz bir kuldur; ne dünyada ve ne ahiretteki işlerini kendisinin

düzenlemeye gücü yetmez. O, Allah'ın velâyeti altındadır; Allah

onun hesabına dilediği iyiliği seçer ve onu dilediği makama oturtur.

Bu gerçekleri, "dünyada da, ahirette de benim velim sensin."

diye ifade ediyor.

 

Böyle deyince, ancak Rabbinin karşılayacağı bir dileğini seslendiriyor.

Bu dileği, dünyadan ahirete Rabbine teslim olmuş olarak

göçmektir. Ataları İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a ve Yakub'a sunulan

bu nimet ve ayrıcalığın aynen kendisine de verilmesini

 

Mâide Sûresi 116-120 ...................................................... 387

 

istiyor. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Biz onu (İbrahim'i)

dünyada seçtik, ahirette de şüphe yok ki o, salihlerdendir.

Hani Rabbi ona, 'Teslim ol.' dedi, -ki bu, seçme işlemine işarettiro

da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' dedi. İbrahim de bunu

oğullarına tavsiye etti. Yakup da, Oğullarım, dedi, Allah sizin için

bu dini seçti, siz de artık (Allah'a) teslim olmuşlar olarak ölün."

(Bakara, 130-132)

 

İşte bu, Yusuf Peygamberin, "Benim canımı (sana) teslim olmuş

olarak al ve beni salihler arasına kat." sözleri ile dile getirdiği

duadır. Hz. Yusuf burada teslim olmuş (Müslüman) olarak ölmeyi

ve sonra da iyi kullar arasına katılmayı istiyor. Atası İbrahim

Peygamber de, "Rabbim! Bana egemenlik ver ve beni salihler arasına

kat." (Şuarâ, 83) diyerek aynı isteği dile getirmiş ve yukarıda

belirtildiği üzere bu isteği kabul edilmişti. Böylece Yusuf Peygamber

hakkında anlatılanlar ve onun hayat hikâyesi bununla noktalanıyor

ve "Sonunda senin Rabbine varılacaktır." Bu, Kur'ân'ın anlatımları

içinde ilginç lütuflardan biridir.

 

Bu edepli dua örneklerinden biri de Musa Peygambere (a.s) aittir.

İlk gençlik yıllarında Mısır'da bir Kıptîyi yumruklayarak öldürdüğünde

yaptığı bu duayı Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Rabbim,

ben kendime zulmettim, beni bağışla, dedi. (Allah da) onu bağışladı.

Çünkü O, bağışlayan ve esirgeyendir." (Kasas, 16) Daha sonra

Mısır'dan kaçışı sırasında Medyen'e vardığında ve Şuayb Peygamberin

iki kızı için kuyudan su çıkarıp gölgeye oturduğunda şu duayı

yaptı: "Rabbim, dedi, ben senin bana indireceğin hayra muhtacım."

(Kasas, 24)

 

Bu iki duada Allah'a sığınıp O'nun Rablık sıfatına bağlılığını arz

ettikten sonra şöyle bir edep takındı: İlk duasında açıkça dilekte

bulundu. Çünkü dileği affedilmekle ilgili idi ve yüce Allah kendisinden

bağışlanma dilenmesinden hoşlanır. Nitekim, "Allah'tan

bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayan ve esirgeyendir."

(Bakara, 199) buyurmuştur. Gerek Nuh Peygamber, gerekse onun

arkasından gelen peygamberler (hepsine selâm olsun) insanları

buna [Allah'tan bağışlanma dilemeye] çağırmışlardır. Hz. Musa

(a.s) ikinci duasında ise, sözlerinin akışından anlaşıldığına göre,

beslenme ve barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanmasını istedi.

Ama bu isteğini açıkça ifade etmedi, sadece ihtiyacını dile getirdi

 

388 .................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ve sustu. Çünkü Allah katında dünyanın hiçbir değeri yoktur.

Şunu bilmek gerekir ki: Musa Peygamberin, "Rabbim, ben

kendime zulmettim, beni bağışla." şeklindeki duası, zulmü itiraf

etme ve af dileme bakımından Âdem Peygamber ile eşinin, "Ey

Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize

acımazsan, kesinlikle ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) şeklindeki

dualarının benzeridir. Şu anlamda ki, buradaki zulümden

maksat, tıpkı Âdem Peygamber ile eşinin durumlarında olduğu

gibi, hayatının selâmetine, maslahatına aykırı bir hareket yaptığı

için kendine zulmetmesidir.

 

Çünkü Hz. Musa (a.s) yaptığı eylemi, adam öldürmeyi yasaklayan

şeriatının gelişinden önce yapmış ve o sırada can saygınlığı

olmayan bir kâfiri öldürmüştü. Kendi şeriatından önce böyle bir

adam öldürme olayının yasak olduğuna dair bir delil de yoktur.

Âdem Peygamber ile eşinin Allah'ın emrine karşı gelmeleri de bu

türden bir olaydı. Çünkü onlar yasak ağacın meyvesinden yemekle

nefislerine zulmettiklerinde, Allah'ın insanlara yönelik bir şeriatı

yoktu. Yüce Allah şeriat denen hukuk sistemlerini Âdem Peygamber

ile eşinin cennetten yeryüzüne indirilmelerinden sonra ortaya

koydu.

 

Sadece o ağaca yanaşmanın yasaklanmış olması, o yasağın

çiğnenmesinin bildiğimiz anlamdaki günahın gerçekleşmiş olmasını

gerektiren mevlevî bir yasak olduğuna delil olamaz. Üstelik

Tâhâ suresindeki ayetlerde olduğu gibi, onlarla ilgili bu yasağın

irşadî nitelikli bir yasak olduğunu gösteren karineler vardır. Birinci

ciltte Âdem Peygamberin kaldığı cennet ile ilgili ayetleri tefsir ederken

bu hususu açıklamıştık.

 

Üstelik Kur'ân'ı Kerim, Musa Peygamberin (a.s) halis kılınmış

seçkin bir kul olduğunu bildiriyor ve Allah'ın ihlâslı kullarının şeytan

tarafından yoldan çıkarılmaları mümkün değildir. Bilindiği gibi

de, günah olayının meydana gelebilmesi için şeytanın yoldan çıkarma

girişiminin mutlaka varolması gerekir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kitapta, Musa'yı da hatırla. Doğrusu o halis kılınmış ve

elçi bir peygamberdi." (Meryem, 51) "(İblis) dedi: Senin izzetine

andolsun ki, onların hepsini azdırıp yoldan çıkaracağım. Yalnız

onlardan halis kılınmış kulların hariç." (Sâd, 82-83)

 

Mâide Sûresi 116-120 ...................................................... 389

 

Bundan anlaşılıyor ki, Musa Peygamberin duasında istediği aftan

maksat, Âdem Peygamber ile eşinin dualarında olduğu gibi,

Allah'ın mevlevî suçlarda suçlular hesabına yazdığı cezanın silinmesi

değil, hayatın akışı içinde nefse zulmedilmesi sonucunu veren

suç izlerinin silinmesidir. Musa Peygamber (a.s) yaptığı eylemin

ortaya çıkmasından ve o toplumda suç sayılan bir fiili işlediğinin

belli olmasından korkuyordu. Bu yüzden Allah'tan bu eylemin

örtülmesini ve bu anlamda affedilmesini istedi. Kur'ân dilinde

mağfiret=bağışlama, cezanın silinmesinden geniş kapsamlı bir

kavramdır; hatta mağfiret aslında her türlü kötü sonucun ortadan

kaldırılması, yok edilmesi demektir. Ve şüphe yoktur ki, bütün

bunların hepsi Allah'ın elindedir.

 

Nuh Peygamberin (a.s) daha önce aktardığımız duasında geçen,

"Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan..." (Hûd, 47) şeklindeki

sözleri bir bakıma bunun benzeridir. Yani, "Eğer sen beni

kendi edebinle edeplendirmez, kendi ismetinle korumaz, kendi

rahmetinin kapsamı içine almazsan, ben hüsrana uğrarım." Bunun

üzerinde iyi düşün.

 

Bu edep örneklerinden bir diğeri, Musa Peygamberin vahye ilk

muhatap oluşu ve kavmine peygamber olarak gönderilmesi üzerine

yaptığı duadır. Kur'ân bize bu duayı şöyle naklediyor: "(Musa)

dedi ki: Rabbim, göğsümü benim için aç, işimi bana kolaylaştır,

dilimden düğümü çöz ki, söylediklerimi anlasınlar ve ailemden

bana bir yardımcı kıl, kardeşim Harun'u. Onunla arkamı güçlendir

ve onu işime ortak et. Ta ki seni çokça tesbih edelim. Ve seni

çok analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin." (Tâhâ, 25-35)

Hz. Musa (a.s), görevlendirildiği dinî çağrı hakkında iyilik dileğinde

bulunuyor; söylediği sözlerdenbulunduğu konum itibariyle

anlaşılacağı üzere Rabbine şunları söylüyor: "Sen benim ve kardeşimin

durumunu bilmektesin, ikimizin de hâlini görmektesin. Biz

küçük yaş-larımızdan beri seni tesbih etmeyi severiz. Bu gece omuzlarıma

peygamberlik yükünü yükledin. Ben öfkeli [ve titiz] bir

insanım ve dilimde düğüm var. Bunları sen iyi bilirsin. Eğer insanları

sana çağırır, onlara mesajını tebliğ edersem, korkarım ki beni

yalanlarlar. O zaman göğsüm daralır (canım sıkılır) ve dilim

dönmez olur. Bunun için göğsümü açıp genişlet ve işimi bana kolaylaştır.

-Bu dua, yüce Allah'ın şu ayette sözünü ettiği zorluğun ve

 

390 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

güçlüğün giderilmesini istemek anlamına gelir: 'Allah'ın kendisine

takdir ettiği her şeyi yerine getirmekte peygambere herhangi bir

güçlük yoktur. Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın yasası

böyleydi.' (Ahzâb, 38)- Dilimdeki düğümü çöz ki, söylediklerimi anlasınlar.

Kardeşim Harun benden daha güzel konuşur. Hem o ailemin

bir ferdidir. Onu bu işe ortak et, bana yardımcı yap ki, -

öteden beri istediğimiz üzere- seni çok tesbih edelim ve birbirimizi

destekleyerek senin adını insanların önünde çok analım."

Musa Peygamberin (a.s) çağrı ve tebliğ araçları olarak Allah'-

tan özetle istedikleri bunlardır. Bu duada gözettiği edep kurallarına

gelince, sorduğu soruları kendi çıkarı için sorduğu sanılmasın

diye bu soruları sormaktaki maksadını, "Ta ki seni çokça tesbih

edelim. Ve seni çok analım." şeklindeki ifadesi ile açıkça belirtiyor.

Allah'ın kendisini bildiğini, bu söylediğinin doğruluğuna delil

gösteriyor. Bunun için "Şüphesiz sen bizi görmektesin." diyerek,

kendinin ve kardeşinin nefsini Allah'a sunuyor. Muhtaç bir kişinin

dileğini zengin ve cömert bir mercie sunarken nefsini ortaya koyması,

merhamet duygusunu harekete geçiren en kuvvetli faktörlerden

biridir. Çünkü bu tutum, ihtiyacı dil ile söylemeye göre daha

etkili bir şekilde ifade eder. Oysa dilin yalan söylemesi her zaman

mümkündür.

 

Bu edep örneklerinin bir başkası da, Musa Peygamberin (a.s)

Firavun'a ve yakın adamlarına yaptığı bedduadır. Bu bedduayı

Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Musa dedi ki: Rabbimiz! Sen dünya

hayatında Firavun'a ve adamlarına debdebe ve nice mallar verdin.

Rabbi-miz! Senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz!

Onların mallarını sil-süpür ve kalplerini şiddetle sık ki, acı azabı

görünceye kadar inanmasınlar. (Allah) dedi ki: İkinizin duası kabul

edildi. Doğruluktan şaşmayın ve bilmezlerin yoluna uymayın."

(Yûnus, 89)

 

Bu dua Musa ile Harun'un her ikisine aittir. Bu yüzden ona,

"Rabbimiz!" diye başlandı. Bir sonraki ayetteki, "İkinizin duası kabul

edildi." ifadesi bunun delilidir. Musa ile Harun ilk olarak Firavun

ile yakın çevresini oluşturanların mallarına yönelik isteklerini

dile getirip, mallarını silip-süpürmesi, yok etmesi için Allah'a dua

ediyorlar, arkasından da kendilerine beddua ederek kalplerinin

şiddetle sıkılmasını, sıkıca mühürlenmesini yüce Allah'tan

 

Mâide Sûresi 116-120 .............................................................. 391

 

istiyorlar; ta ki acı azabı görünceye kadar inanmasınlar ve böylece

imanları kabul edilmesin.

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı ayetleri

geldiği gün, daha önce inanmamış veya imanında bir hayır kazanmamış

olan kimseye, artık inanması fayda sağlamaz." (En'âm,

158) Yani, [Musa ile kardeşi Harun şöyle demek istiyorlar:] Onlar

nasıl kullarını yoldan çıkararak imandan mahrum bıraktılar ise,

sen de onları aniden azapla karşı karşıya bırakarak imandan

mahrum bırakmak suretiyle kendilerinden intikam al. Bu, bir kişiye

yapılabilecek en ağır bedduadır. Çünkü bu, daimî bedbahtlık için

yapılan duadır ve bir insan için bundan daha kötü bir şey

düşünülemez.

 

Beddua hüküm bakımından hayır dua gibi değildir. Çünkü Allah'ın

rahmeti gazabından ileridedir, rahmeti gazabından öne

geçmiştir. Nitekim Musa'ya yönelik bir vahiyde, "Azabıma, dilediğimi

çarptırırım; rahmetim ise her şeyi kapsamıştır." (A'râf, 156)

buyurmuştur. Allah'ın rahmetinin geniş kapsamlı oluşu, zalim de

olsa herhangi bir kulunun kötülüğe ve zarara uğramasından hoşlanmamasını

gerektirir.

 

Bunun somut delili şudur: Yüce Allah kullarına nimetlerini bol

bol akıtıyor, onların kusurlarını örtüyor, kullarına birbirlerinin cahillikleri

ve aykırı davranışları karşısında yumuşak ve sabırlı bir tutum

takınmalarını emrediyor. Yalnız gerekli bir hakkı sahibine

vermek veya zulmü ortadan kaldırmak söz konusu olduğunda, dinin

veya dine mensup olanların maslahatı gibi gözetilmesi gerekli

olan bir maslahatın, sabırlı ve yumuşak davranmamayı gerektirdiğine

dair kesin bilgileri olduğu takdirde, insanlar sert tutum takınabilirler.

Bunun yanı sıra hayır ve mutluluk tezahürleri, ne kadar ince,

zarif ve ayrıntılara yönelik olursa, insan nefsini o kadar daha çok

etkiler. Bu, Allah tarafından biçimlendirilen insan fıtratının özelliklerindendir.

Fakat kötülük ve bedbahtlık tezahürleri böyle değildir.

İnsan, tabiatı gereği onlara vâkıf olmaktan kaçar. Onların ayrıntılarına

inmek bir yana, asıllarına bile dönüp bakmak istemez. Bu

gerçek, edep açısından beddua ile hayır duanın farklı olmasını gerektirir.

 

392 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Bu yüzden bedduada gözetilmesi gereken edep kurallarından

biri, bu duanın gerekçelerinin üstü kapalı bir biçimde dile getirilmesidir.

Özellikle utanç verici ve yüz kızartıcı durumlarda bu edep

kurallarına uymak daha çok önem kazanır. Hayır duada ise bunun

tersi geçerlidir. Yani o dualarda, o duanın gerekçelerinin açıkça

belirtilmesi aranır. Musa Peygamber (a.s) bu bedduasında bu edep

kuralını gözetmiştir. Çünkü "Senin yolundan saptırsınlar diye

mi?" şeklinde üstü kapalı bir gerekçeye parmak basmış, Firavunlar

rejiminin iğrenç uygulamalarının ayrıntılarına girmemiştir.

Bedduada gözetilecek bir başka edep kuralı da, yalvarma ve

yardım dileme içerikli ifadelere çokça yer vermektir. Musa Peygamberin

bu edebi de gözettiği görülüyor. Çünkü duasının kısa

olmasına rağmen defalarca "Rabbimiz!" ifadesini kullanıyor.

Bedduada gözetilecek bir diğer edep kuralı da, bunun dinin

veya din mensuplarının lehine olduğu bilinmedikçe yapılmaması,

zanna ve itham mantığına dayanarak beddua edilmemesidir. Musa

Peygamber (a.s) ise Firavun hakkında bilgi sahibi idi. Çünkü

yüce Allah onun hakkında, "Andolsun biz ona (Firavun'a) ayetlerimizin

hepsini gösterdik, yine de yalanladı ve dayattı." (Tâhâ, 56)

buyurmuştur. Denebilir ki: Yüce Allah'ın, Musa ile kardeşine bu

bedduayı kabul ettiğini bildirdiği sırada onlara, "Doğruluktan

şaşmayın ve bilmezlerin yoluna uymayın." şeklinde emir vermesinin

sebebi budur. Yine de doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

Musa Peygamberin bir başka duası Kur'ân'da şöyle naklediliyor:

"Musa, bizimle buluşma vakti için kavminden yetmiş adam

seçti. Şiddetli sarsıntı onları yakalayınca, Musa dedi ki: 'Rabbim!

Dileseydin onları da, beni de daha önce helâk ederdin. Aramızdaki

beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk eder misin? Bu

(iş), senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini

saptırırsın, dilediğini doğru yola iletirsin. Sen bizim velimizsin; bizi

bağışla, bize acı! Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bize bu

dünyada da, ahi-rette de iyilik yaz. Biz sana yöneldik." (A'râf, 155-

156)

Musa Peygamber duasına "bizi bağışla..." diye başlıyor. Fakat

içinde bulundukları durum zor bir durumdur. Onları karşı

konulmaz ilâhî öfke ve şiddetli sarsıntı yakalamıştır. Saygınlığı

 

Mâide Sûresi 116-120 ............................................................. 393

 

çiğnenmiş ve yüceliği hafife alınmış öfkeli bir efendiden bir şey istemek,

normal durumdaki bir efendiden bir şey istemek gibi değildir.

Bu yüzden Musa Peygamber (a.s) af ve rahmet dileğine zemin

hazırlamak düşüncesiyle ilâhî öfkeyi dindirmeye öncelik tanıyarak,

"Rabbim! Dileseydin onları da, beni de daha önce helâk

ederdin." diyor. Sözlerinin akışından anlaşılacağı üzere şöyle demek

istiyor:

"Benim ve onların nefisleri bütünü ile senin güçlü avcunda 4ve

dileğinin emrindedir. Eğer isteseydin bugün nasıl onları yok edip

beni sağ bıraktın ise, daha önce beni de, onları da yok ederdin.

Kavmimin yanına döndüğümde ve onlar tarafından yanımdakileri

öldürmekle suçlandığımda ne diyeceğim? Kavmimin durumunu

sen çok iyi biliyorsun. Bu durum davetimi geçersiz ve çalışmalarımı

etkisiz hâle getirir."

 

Arkasından, yanındaki yetmiş kişinin helâk edilmesini kendisinin

ve kavminin helâk edilmesi olarak saydığını söyledi; onların

kavminin beyinsizleri olduklarını bu sebeple davranışlarına önem

verilmemesini ifade etti. Daha sonra Rabbinin merhametine sığındı.

Çünkü aralarındaki beyinsizler yüzünden bir kavmi toptan

helâk etmek Allah'ın âdeti değildir. Bu uygulama, insanlar arasında

öteden beri geçerli olan genel bir imtihan uygulamasından

başka bir şey değildir. Allah böylesine imtihanlarla birçoklarını

saptırırken, birçok kişiyi de doğru yola iletir. Sen bu durumu göz

yumma ve örtme ile karşılarsın.

 

Benim ve hepimizin nefislerimiz senin elinde olduğuna göre,

sen bizi istediğin zaman helâk edebilirsin. Bu olay, bir grubun

sapması ve başkalarının hidayete ermesi ile sonuçlanan senin

genel imtihan sürecinde örneği olmayan bir istisna ve yeni olay

değildir; sonuçta varıp dayandığı nokta senin dileğindir. Dolayısıyla

sen bizim öyle bir velimizsin ki, bütün işlerimiz senin emrinle ve

dileğine göre düzenlenir; o alanda bizim yapabileceğimiz bir şey

yoktur. O hâlde bizim hakkımızda af ve rahmetle hüküm ver! Çünkü

senin sıfatlarından biri bağışlayanların en hayırlısı olmandır. Ve

bize bu dünyada belâlardan uzak, güvenli bir hayat yaz! İlâhî öfkenin

kuşatması altında bulunanların güzel diye niteleyecekleri

hayat budur. Ayrıca bize ahirette affı ve cenneti kapsayan bir güzellik

ihsan eyle!

 

394 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Musa Peygamberin (a.s), yanındakilerle birlikte sarsıntıya yakalandıkları

ve belânın ortasında kaldıkları bir sırada dile getirdiği

isteğinin akışı ve içeriği işte bunlardan ibaretti. Bak gör, Hz. Musa

kulluk edebini nasıl da güzel gözetiyor, Allah'tan kendilerine nasıl

acımasını istiyor, sürekli rahmet bağışlamasını diliyor, övgüleri ile

ilâhî öfkeyi dindiriyor ve böylece sonunda isteklerini dile getirirken

sözünü etmediği bir dileği karşılanıyor!

 

Bu dilek, yanındakilerin helâk edildikten sonra tekrar hayata

döndürülmeleri idi. Vahiy yolu ile kendisine verilen bu haber

Kur'ân'da şöyle naklediliyor: "(Allah) dedi ki: Azabıma, dilediğimi

uğratırım; rahmetim her şeyi kaplamıştır. Onu (kötülüklerden)

sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inanlara yazacağım."

(A'râf, 156) Musa'nın dileğine cevap olarak, "rahmetim her

şeyi kaplamıştır." dedikten sonra Allah'ın daha ne yapacağı beklenebilir

ki?!

 

Yüce Allah o kimseleri affettiğini ve Musa Peygamberin (a.s)

isteğine olumlu karşılık vererek helâk etmiş olduğu o kimseleri

tekrar canlandırıp dünyaya döndürdüğünü şöyle açıklıyor: "Hani,

'Ey Musa, Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız." demiştiniz

de derhal sizi yıldırım çarpmıştı; siz de bunu görüyordunuz. Sonra

belki şükredersiniz diye sizi ölümünüzden sonra yeniden dirilttik."

(Bakara, 55-56) Nisâ suresinde de yaklaşık olarak bu ayetlerdeki

bilgi verilmiştir.

 

Musa Peygamberin duasında gözettiği edeplerden biri, "Onunla

dilediğini saptırırsın..." şeklindeki sözüdür. Burada Allah'a kalben

tenzih ettiği gibi sözle de tenzih etmiş olsun diye, bu durumun

sapıtanların kötü tercihlerinden kaynaklandığını söylemedi. Söylemek

istediği şey, "Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla

birçoğunu doğru yola iletir. Onunla sadece fasıkları saptırır."

(Bakara, 26) ayetinde olduğu gibi. Çünkü içinde bulunduğu durum

onu, Allah'ın mut-lak veli olduğunu, her düzenlemenin O'na varıp

dayandığını vurgulamaktan başka şeye değinmekten alıkoymaktaydı.

Bunun yanı sıra içindeki asıl dileği olan yanındakilerin öldürüldükten

sonra tekrar diriltilmeleri isteğini dile getirmedi. Çünkü içinde

bulunduğu korku ve tehlike içiçeren durum, onu sözü uzat

 

Mâide Sûresi 116-120 ................................................... 395

 

maktan alıkoydu. Bu isteğe, "Rabbim! Dileseydin onları da, beni

de daha önce helâk ederdin..." sözü ile sadece işaret etmekle yetindi.

Musa Peygamberin (ona selâm olsun) dualarından biri de bu

buluşmanın dönüşünde kavminin buzağıya taptıklarını görmesi

üzerine yaptığı duadır. Yüce Allah bu olayı ona haber vermişti. Bu

hususta yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru

çekmeğe başladı. (Kardeşi,) Anamın oğlu, dedi, bu topluluk beni

horlayıp hırpaladılar. Neredeyse beni öldürüyorlardı. (Ne olur)

düş-manları bana güldürme, beni bu zalim toplulukla bir tutma."

(A'râf, 150) Bunun üzerine kardeşine acıdı ve kardeşi ile kendisinin

zalim topluluklardan ayırt edilmesi için dua ederek şöyle dedi:

"(Musa) dedi ki: 'Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetinin

içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin." (A'râf, 151)

Kendisi ile kardeşinin ayırt edilerek ilâhî rahmetin şemsiyesi

altına alınmalarını istemesinin sebebi, soydaşlarının bu zulümleri

yüzünden ilâhî gazaba uğrayacaklarını bilmesi idi. Nitekim yüce

Allah bu duanın hemen arkasından bunu şöyle açıkladı: "Buzağıyı

ilâh edinenlere, muhakkak Rablerinden bir öfke ve dünya hayatında

bir zillet ulaşacaktır." (A'râf, 152) Daha önceki açıklamalarımız,

onun sözlerinde değişik edep kurallarını gözettiğini ortaya

koyar.

 

Musa Peygamberin (a.s) bir başka duasını Kur'ân bize şöyle

naklediyor: "Musa, 'Rabbim! Ben kendimden başkasına malik

değilim; kardeşim de (öyle). O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun

arasını ayır.' dedi." (Mâide, 25) Beddua anlamında olan bu

duayı, kavmine kutsal topraklara girmelerini emrettiğinde, "Ey

Musa! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. O hâlde

sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacağız." (Mâide,

24) diye verdikleri cevap üzerine yapmıştır.

Hz. Musa (a.s) bu duada güzel edebin örneğini veriyor. Çünkü

ilk emri gayet küstahça reddedildikten sonra ikinci kez ilâhî emri

onlara iletmek istemediğini, "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden

başkasına malik değilim." diyerek kinaye şeklinde ifade

ediyor. Yani senin verdiğin emirlere sadece ben ve kardeşim uyu

 

396......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

yoruz. Onlar beni o kadar küstahça reddettiler ki, artık onlardan

ümidimi kestim. Bu yüzden senin emrini onlara iletmek ve toplumlarını

iyiliğe yöneltmek istemiyorum.

 

Kendine ve kardeşine malik olmayı şahsına izafe etmesinin

[yani kendisine ve kardeşine kendisinin malik olduğunu ifade etmesinin]

se-bebi, bu malikiyetten kastının itaat etme olmasıdır.

Yoksa eğer maksadı tekvinî anlamdaki malikiyet olsaydı, bu malikiyetin

gerçek anlamda Allah'a ait olduğunu, kendisinin ise ancak

Allah'ın kendisine bağışladığı kadarıyla bundan bir nasibi olduğunu

ifade etmeden onu şahsına izafe etmezdi. Bu isteksizliğini

ve olumlu karşılık verebilecekleri konusundaki ümitsizliğini

Rabbine arz ettikten sonra onlarla ilgili hükmü Allah'a havale ederek

şöyle diyor: "O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını

ayır."

Şuayb Peygamberin (a.s) kavmine yaptığı şu beddua da bu

kabildendir: "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet.

Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (A'râf, 89)

Şuayb Peygamber, kavmine yönelik çağrısının başarısından

ümit kestikten sonra ilâhî vaadin yerine getirilmesini ve kavmi ile

arasındaki anlaşmazlığın hak uyarınca çözülmesini, adaletle

hükmedilmesini istiyor. Kastettiği ilâhî vaat şudur: "Her ümmetin

bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında

adaletle hükmedilir, onlara asla zulmedilmez." (Yûnus, 47)

Şuayb Peygamber "aramızda hüküm ver." diyerek müminleri

ken-disi ile birleştiriyor. Çünkü kavminin kâfirleri şu sözleri ile onu

ve müminleri birlikte tehdit etmişlerdi: "Ey Şuayb! Seni ve seninle

birlikte inananları şehrimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize

döneceksiniz." (A'râf, 88) İşte bu yüzden Şuayb müminleri

kendi yanında mütalaa ederek kavmini davranışları ile baş başa

bıraktı ve "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında... hükmet..." diyerek

işlerini Allah'a havale etti.

Şuayb Peygamber duasında Allah'ın, "hükmedenlerin en hayırlısı"

ismine sığındı. Çünkü daha önce belirtildiği gibi duanın

metnine uygun bir ilâhî sıfata sığınmak, [Allah'ı o sıfatına] ant

verme [ve o sıfatı aracı kılarak O'ndan bir istekte bulunma] anlamına

gelen etkili bir teyittir. Bu ifade Musa Peygamberin (a.s) yu

 

Mâide Sûresi 116-120 ..................................................... 397

 

karıda naklettiğimiz, "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden

başkasına malik değilim. O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun

arasını ayır." şeklindeki sözünden farklıdır. Çünkü yukarıda

belirttiğimiz gibi o dua, aslında dua değildi; çağrı yapmaktan vazgeçmeyi

ve işi Allah'a havale etmeyi amaçlayan bir ifade idi. Bu

yüzden ant vermeyi gerektirmiyordu. Oysa Şuayb Peygamberin ifadesi

böyle değildir.

Bu tür duaların bir başka örneği de Davud ile Süleyman Peygamberlerin

(ikisine de selâm olsun) Kur'ân'da nakledilen şu dualarıdır:

"Andolsun biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar

da, 'Bizi mümin kullarının birçoğuna üstün kılan Allah'a

hamdolsun.' dediler." (Neml, 15)

Bu iki peygamberin hamdetmede, şükretmede ve sahibi oldukları

ilmî üstünlüğü Rablerine izafe etmede gözettikleri edep

açıktır. Başka bazıları gibi konuşmuyorlar. Meselâ Karun'a, kendisine

ve servetine güvenerek kavmine karşı gururlanmaması yolunda

öğüt verildiğinde, "Bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde

bana verildi." (Kasas, 78) demişti. Başka bir kavim hakkında

da yüce Allah şöyle buyuruyor: "Peygamberleri onlara açık kanıtlar

getirince, onlar kendilerinde bulunan bilgi ile sevinip övündüler.

Sonunda alaya aldıkları şey ken-dilerini kuşatıverdi." (Mü'min,

83)

Allah onları birçok mümine üstün kıldı gerekçesi ile

hamdetmele-rinin sakıncası yoktur. Çünkü bu davranış, özel bir

nimeti anmak ve realiteyi ifade etmektir. Yoksa Allah'ın kullarına

karşı büyüklük taslamak değil ki, kötü görülsün. Nitekim yüce Allah

bir bölük müminin üstünlük isteğini ve yüksek karakterleri ve

yüce gayretleri gerekçesi ile onları övdüğünü şöyle ifade ediyor:

"Rabbimiz! Bize gözümüzün aydınlığı olacak eşler ve çocuklar

bağışla ve bizi (kötülüklerden) sakınanlara önder yap." (Furkan, 74)

Süleyman Peygamberin (a.s) karınca hikâyesi ile ilgili olarak

nakledilen şu sözleri de bu kabildendir: "Karınca vadisine geldikleri

zaman bir karınca, 'Ey karıncalar, dedi, yuvanıza girin ki Süleyman

ve ordusu farkında olmayarak sizi ezmesin.' (Süleyman)

onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: 'Rabbim! Bana ve

ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi

işler yapmamı gönlüme ilham et ve rahmetinle beni iyi kullarının

 

398 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

arasına kat." (Neml, 18-19)

 

Karınca, Süleyman Peygambere sahibi olduğu büyük egemenliği

hatırlattı. O egemenlik ki, temelleri rüzgarın ve cinlerin emrine

sunulması ile pekişmişti. Rüzgarlar emri uyarınca esiyor ve cinler

istediği işleri yapıyorlar. Bunların yanı sıra kuşların dilini de biliyor.

Yalnız bu egemenliği, bizlerde olduğu gibi insanın varabileceği en

yüce özlem şeklinde görmüyor, gözünde öyle canlanmıyor ve bu

ihtişam ona kulluk sıfatını, Rabbi karşısındaki zavallılığını

unutturmuyor. Tersine bu muhteşem egemenliği, Rabbinin kendisine

bağışladığı bir nimet olarak algılıyor. Dolayısıyla da [karıncanın

sözlerinden] Rabbini, kendisine ve ana-babasına özel olarak

sunulan nimetleri hatırlıyor ve onları dile getiriyor. İşte bu tutum,

onun gibi bir peygamberin (ona selâm olsun) bu durumda takınabileceği

en üstün edep örneğidir.

 

Ayette görüldüğü gibi Hz. Süleyman burada, Allah'ın kendisine

sunduğu nimeti andı. Gerçi ona verilen nimetler çoktur ama, bu

noktada ön plânda gördüğü nimet o büyük egemenlik ve ezici saltanattır.

Bundan dolayı iyi işler yapmayı hatırladı ve Rabbinden

kendisini iyi işler yapmaya muvaffak kılmasını, gönlüne iyi işler

yapmayı ilham etmesini istedi. Çünkü mülk (egemenlik, hükümdarlık)

tahtında oturan kişiden en çok beklenen şey iyi işler yapmak

ve güzel bir tutum sergilemektir.

 

Bütün bunlardan dolayı Rabbinden ilk olarak kendisini nimetlerine

karşı şükretmeye, ikinci olarak da iyi işler yapmaya muvaffak

etmesini istedi. İyi iş yapma dileği ile yetinmeyerek iyi işi

"hoşnut olacağın" kaydı ile kayıtlandırdı. Çünkü o her işinde

Rabbini göz önünde bulunduran bir kuldur ve iyi işleri sırf Rabbinin

rızasını kazanmak için istemektedir. Arkasından, "ve rahmetinle

beni iyi kullarının arasına kat." diyerek iyi işlerle ilgili başarı dileğini

özde iyi olma dileği ile perçinlemiştir.

 

Bu tür duaların bir başka örneği Yunus Peygamberin (a.s)

kendisini yutan balığın karnındayken yaptığı ve bize Allah tarafından

nakledilen şu duadır: "Zünnun'u (Yunus'u) da (an); hani o öfkeli

hâlde (yurdundan) gitmişti, bizim asla sıkıştırmayacağımızı

sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde, 'Senden başka tanrı yoktur,

sen (noksanlıklardan) münezzehsin; gerçekten ben zalimlerden

 

Mâide Sûresi 116-120 ................................................... 399

 

oldum.' diye seslendi." (Enbiyâ, 87)

Kur'ân'ın bize anlattığına göre Yunus Peygamber (ona selâm

olsun), Rabbinden kavminin azaba çarptırılmasını istemişti. Allah

da onun bu isteğini kabul etti ve bunu Yunus Peygamber kavmine

haber verdi. Fakat azap gelmek üzereyken Rablerine tövbe ettikleri

için Allah tarafından azapları kaldırıldı. Yunus Peygamber bunu

görünce, kavmini terk ederek bir yolculuğa çıktı. Yolculuğu sırasında

bir gemiye bindi. Geminin yolunu bir balık kesti. Yolcular,

aralarından birini denize atmaya karar verdiler. Balık bu adamı

yutacak ve diğerleri kurtulacaklardı. Bu yolcu kur'a ile belirlenecekti.

Çekilen kur'ada Yunus Peygamberin adı çıktı ve denize atıldı,

böylece balık tarafından yutuldu. Yunus Peygamber balığın

karnında iken sürekli biçimde Allah'ı tesbih ediyordu. Sonunda Allah'ın

emri üzerine balık Yunus Peygamberi sahile attı.

Bu olay Allah'ın Yunus Peygambere yönelik bir ders vermesi

idi. Yüce Allah, değişik hâllerinin gerekleri uyarınca peygamberlerine

ders verir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Eğer Allah'ı tesbih edenlerden

olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında

kalırdı." (Sâffât, 143-144)

 

Yunus Peygamberin, kavmi ile ilgilenmeyi bırakıp amaçsız bir

yolculuğa çıkması, Rabbinin bir tasarrufunu yadırgayan, bu yüzden

Rabbine kızarak O'ndan kaçan, hizmetini ve kulluk görevini

terk eden bir kulun durumunu temsil ediyordu. Bu durum Allah'ın

hoşuna gitmediği için imtihana tâbi tutarak ona bir ders verdi, onu

edeplendirdi. Onu öyle daracık bir zindana attı ki, onun katmerli

karanlıklarında parmak ucu kadar bir genişlik bulamadı. Bunun

üzerine bu karanlıklar içinde, "Senden başka tanrı yoktur, sen

(noksanlıklardan) münezzehsin; gerçekten ben zalimlerden oldum."

diye seslendi.

 

Bu olup bitenlerin tek gayesi, durumunun temsil ettiğinden

farklı bir durumun ortaya çıkmasıydı. Bu farklı durum, şu gerçeği

ortaya koymak içindi: Yüce Allah onu yakalayıp istediği yerde

hapsetmeye kadirdir; ona dilediğini yapabilir. O hâlde Allah'tan

kaçıp sığınılabilecek tek yer yine Allah'ın kendisidir. Bu yüzden balığın

karnındaki o hâli, ona Allah'ın kendinden başkası olmayan

tek mabut olduğunu ve O'na kulluk etmenin kaçınılmaz olduğunu

kabul etmeyi telkin etti ve bu idrakle "Senden başka tanrı yok

 

400...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

tur." dedi. Allah'a, Rablık sıfatını anarak [yani "Rabbim!" diyerek]

seslenmedi. Bu dua, peygamberlerin (hepsine selâm olsun) duaları

içinde "Rabb" ismi ile başlamayan tek duadır.

Sonra yüce Allah'ın, kavmini kendilerine indirdiği azap ile yok

etmemesi üzerine onları terk etmesi ile ilgili hâlini hatırladı. Zalim

olduğunu itiraf etti ve Allah'ın her türlü zulümden ve noksanlıktan

münezzeh olduğunu belirtmek üzere, "sen (noksanlıklardan) münezzehsin,

gerçekten ben zalimlerden oldum." dedi.

Eski kulluk konumuna dönmekten ibaret olan isteğini dile getirmedi.

Çünkü o kadar utanca gömülmüştü ki, kendini lütuf istemeye

ve lütuf hak etmeye lâyık görmüyordu. Böyle bir isteğinin

varlığının delili ise, bir önceki ayeti izleyen şu ayettir: "Biz de onun

duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık." (Enbiyâ, 88)

Söz konusu isteğinin, daha önceki kulluk makamına dönmek

olduğunun delili ise şu ayettir: "Onu hasta bir hâlde ağaçsız, çıplak

bir yere attık. Üzerine kabak türünden bir ağaç bitirdik. Onu

yüz bin veya daha fazla insana peygamber gönderdik. Onlar ona

inandılar, diz de onları bir süreye kadar geçindirdik." (Sâffât, 145-

148)

Eyyub Peygamberin (a.s) yatalak bir hasta olduktan, malını ve

çocuklarını kaybettikten sonra yapmış olduğu şu dua da bu kabildendir:

"Eyyub'u da (an); hani o, 'Başıma dert geldi ve sen merhametlilerin

en merhametlisisin.' diye Rabbine seslenmişti." (Enbiyâ,

83)

Daha önceki açıklamalarımızla bu duada gözetilen edep kuralları

açıklık kazanmaktadır. Eyyub Peygamber, daha önce incelediğimiz

Âdem, Nuh, Musa ve Yunus Peygamberlerin (hepsine selâm

olsun) dualarında olduğu gibi isteğini açıkça dile getirmiyor.

Nefsini arka plâna atmak ve kişisel problemini önemsiz gördüğünü

belirtmek için böyle davranıyor. Daha önce gördüğümüz ve ileride

göreceğimiz üzere peygamberler, bu isteklerinin hiçbirinde

nefislerinin arzularına uymamakla birlikte dünya konuları ile ilgili

dualarında isteklerini açıkça ifade etmezler.

Eyyup Peygamberin, isteğini açıkça dile getirmemesinin bir

başka açıdan başka bir nedeni de vardır. O da şu ki: Sıkıntıya

düşmek gibi istekte bulunmaya yol açan sebebi zikretmek, bunun

 

Mâide Sûresi 116-120 ...................................................... 401

 

yanı sıra "merhametlilerin en merhametlisi" olmak gibi isteğe

muhatap merciin istekte bulunanı istekte bulunmaya özendiren

sıfatını dile getirip isteğin kendisini açıkça söylememek, ihtiyacın

belirtilmesinin gerekli olmadığını en etkili bir şekilde ifade ediyor.

Çünkü bu durumda eğer ihtiyacın ne olduğu açıkça söylense, sözü

edilen sebeplerin, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ın

merhametini harekete geçirmeye yetmediği ve bu yüzden açık bir

dille desteklenmesine, sözle düşündürülmeye ihtiyaç duyulduğu

sanılır.

 

Bu tür duaların bir başka örneği, Hz. Zekeriyya'nın (a.s)

Kur'ân'da nakledilen şu duasıdır: "(Bu,) Rabbinin, kulu

Zekeriyya'ya yönelik rahmetinin anılmasıdır. Hani o, Rabbine gizli

bir sesle yalvarmıştı. Rabbim, demişti, kemiklerim gevşedi ve

baş, yaşlılık aleviyle tutuştu; ben sana dua etmekle mutsuz olmadım.

Doğrusu ben, arkamdan gelecek olan yakınlarım adına

korkuya kapıldım, benim karım da bir kısır kadındır. Artık bana

kendi katından bir yardımcı (oğul) armağan et. Bu oğul benim ve

Yakub oğullarının mirasını sürdürsün. Rab-bim, onu sevimli bir

kişi yap." (Meryem, 2-6)

 

Zekeriyya Peygamberi Rabbinden bir erkek evlât istemeye özendiren

faktör, İmran kızı Meryem'de müşahede ettiği züht ve ibadet

ile Allah'ın ona ikram ettiği kulluk edebi ve ona kendi katından

lütfettiği rızk verme ayrıcalığı idi. Yüce Allah Âl-i İmrân suresinde

bu olayı şöyle anlatıyor: "Zekeriyya'yı da onun (Meryem-

'in) bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya onun yanına, mihraba her

girişinde onun yanında bir rızk bulurdu. 'Ey Meryem, bu sana nereden

(geliyor)?' deyince, 'Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah

dilediğine hesapsız (karşılıksız) rızk verir.' derdi. Orada Zekeriyya

Rabbine dua etti, 'Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan

et. Doğrusu sen duaları işitensin.' dedi." (Âl-i İmrân, 37-38)

Zekeriyya Peygamberi temiz bir evlâda yönelik şiddetli bir arzu

sardı. Böylece nasıl ki Meryem, babası İmran'a vâris olup olanca

gücü ile Allah'a ibadet ederek O'nun katından bir keramete erdi

ise, o evlât da kendisinin yerine geçecek, vârisi olacak ve

Rabbine, O'nun hoşnutluğunu kazanacak şekilde ibadet edecekti.

Fakat diğer taraftan yaşı oldukça ilerlemiş ve güçten düşmüştü.

Eşi de öyle idi. Ayrıca çocuk doğuracak döneminde bile kısırdı. Bu

 

402 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

yüzden Allah'ın rızasını kazanacak temiz bir evlât sahibi olma nimetinden

mahrum olmanın hasretinin içini ne kadar yaktığını ancak

Allah bilirdi.

 

Fakat içi öylesine güçlü bir ilâhî hamiyetle, öylesine coşkun bir

ilâhî güvenle dolu idi ki, Rabbine yönelip ilâhî merhameti ve şefkati

harekete geçirecek hâlini ona arz etmekten kendini alamadı.

Çünkü o, çocukluğundan beri sürekli olarak kulluk kapısına ve dileklerini

sadece O'nun dergâhına sunmaya bağlı idi. Kemiklerini

bu uğurda yıpratmış ve başı, yaşlılık aleviyle tutuşmuştu [saçlarını

bu uğurda ağartmıştı], Rabbine dua etmekle de hiçbir zaman

mutsuz olmamıştı. O, Rabbini duaları işitici olarak bulmuştu; şimdi

de duasını işitip ona kendisini hoşnut edici bir mirasçı verse

olmaz mıydı?

 

Zekeriyya Peygamberin bu isteğini coşkun bir heyecan ve hüzün

içinde dile getirdiğin delili, kendisine Allah tarafından isteğinin

kabul edildiği bildirildikten sonra Kur'ân'da nakledilen şu sözleridir:

"Zekeriyya dedi ki: 'Benim nasıl oğlum olabilir ki, eşim çocuktan

kesildi ve ben ileri derecede yaşlıyım?' Ona gelen melek,

İşte böyle, dedi, Rab-bin dedi ki: Bu benim için kolaydır, daha önce

hiçbir şey değil iken, seni yaratmıştım." (Meryem, 8-9)

Açıkça görülüyor ki, Zekeriyya Peygamber (a.s) isteğinin kabul

edildiğini işitince, kendine geldi ve gerek isteğinin, gerekse isteğinin

kabul edilişinin garipliği karşısında şaşkınlığa uğradı. Bu şaşkınlıkla

Rabbine bu uzak ve garip işin nasıl mümkün olabileceğini

sormuş ve bunun için bir belirti istemiş, bu belirti de ona gösterilmişti.

Her neyse. Zekeriyya Peygamberin bu duada gözettiği edep,

onu bu duayı yapmaya sevk eden şevkten ve hüzünden kaynaklanmıştır.

Bundan dolayı duasını yapmadan önce Allah yolundaki

istikrarlı ilerleyişini dile getirdi. Şöyle ki, bütün ömrünü Allah'a yönelme

ve O'na dua etme, her şeyi O'ndan isteme yolunda geçirmişti.

Nihayet her merhametli gözlemcinin kalbini yumuşatacak

bir noktaya vardı. İşte bu noktadan sonra Rabbinden bir erkek evlât

istedi ve bu isteğini Rabbinin duaları işitici olması gerekçesine

dayandırdı.

 

Mâide Sûresi 116-120 .......................................................... 403

 

İşte isteğini dile getirmeden önceki sözlerinin anlamı budur.

Yoksa böyle demekle, uzun zamandır yaptığı ibadetleri Rabbine

karşı bir minnet olarak göstermek istemiyor. (Peygamberlerlik

makamı böyle bir davranıştan münezzehtir.) Dolayısıyla Âl-i İmrân

suresinde yer alan, "Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan

et. Şüphesiz sen duaları işitensin." (Âl-i İmrân, 38) şeklindeki

sözlerinin anlamı şudur: Ben bu dileğimi, uzun süredir yaptığım

ibadetin senin katında bir değeri olduğu için veya bu ibadetten dolayı

bana bir minnet borcun olduğunu düşünerek sana

yöneltmiyorum. Ben senin, kullarının duasını işittiğini ve darda kalanların

isteklerine olumlu karşılık verdiğini gördüğüm için senden

istekte bulunuyorum. Arkamdan gelecek yakınlarım adına korkuya

kapılmam ve sana ibadet edecek temiz bir soya şiddetle müştak

olmam, beni senden böyle bir dilekte bulunmama zorladı.

Yukarıda söylediğimiz gibi Zekeriyya Peygamberin bu duasında

gözettiği bir edep kuralı da, arkasından gelecek yakınlarıyla ilgili

endişesine, "Rabbim, o evlâdı razı olunmuş kıl." (Meryem, 6)

şeklinde sözlerini eklemesidir. Rıza her ne kadar doğal olarak onu

taşıyan kimsede sabit bir sıfat olduğuna delâlet ediyorsa ve mutlak

hâli ile Allah'ın rızasını, Zekeriyya'nın rızasını, Yahya'nın rızasını

hep birlikte kapsıyorsa da, Âl-i İmrân suresindeki "hoşa giden

bir soy" (Âl-i İmrân, 38) ifadesi, bu evlâdın razı olunmuş olmasından

kastedilenin, Zekeriyya-nın yanında razı olunmuş olması olduğuna

delâlet eder. Çünkü evlâtlar, ancak sahipleri için hoşa giden olurlar.

Bu duaların bir başka örneği, İsa Peygamberin gökten sofra

indirilmesini istediğinde yaptığı, bize nakledilen şu duadır: "Meryem

oğlu İsa şöyle dedi: Allah'ım, ey Rabbimiz! Bize gökten bir

sofra indir ki, (bugün) hem öncekilerimiz, hem de sonrakilerimiz

için bir bayram ve senden bir mucize olsun. Bize rızk ver. Sen rızk

verenlerin en hayırlısısın." (Mâide, 114)

 

Havarîlerin İsa Peygambere (ona selâm olsun) yönelik gökten

sofra indirilmesine ilişkin Allah'ın kelâmında yer alan isteklerinin

söz akışı, bu isteğin onun için en zor isteklerinden biri olduğunu

gösterir. Çünkü havarîler bu isteği, "Senin Rabbin bize gökten bir

sofra indirebilir mi?" şeklinde dile getirdiler. Bu sözler ilk önce,

görünüşte Allah'ın gücünden kuşku duyma anlamı içeriyor. Bu

 

404 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

kuşku ise kulluk edebi ile bağdaşmaz. Gerçi havarîlerin sorusunun

maksadı gücün kendisi değil, böyle bir şeyin uygun ve yerinde olup

olmadığıdır, ama yine de ifadenin kabalığı tartışılmaz.

İkinci olarak havarîler, her yanları İsa Peygamberin (ona selâm

olsun) mucizeleri ile sarılmış olduğu hâlde yeni bir mucize

istiyorlardı. Her şeyden önce onun kendisi bir mucize idi. Beşikteyken

konuşabilmesi bir mucize idi. Ölüleri diriltmesi, kuşları yaratması,

anadan doğma körleri ve alacalıları iyileştirmesi, gaybten

haber vermesi, Tevrat'ı, İncil'i, Kitab'ı ve hikmeti bilmesi, bütün

bunlar hiçbir şüpheciye şüphe yeri bırakmayacak açıklıkta ilâhî

mucizelerdi. İşte bütün bunlara rağmen kendileri için bir mucize

seçerek bunun gerçekleşmesini istemeleri, görünüşte Allah'ın

mucizelerini oyuncak hâline getirmek, [Allah'ın yüceliğini hafife

alarak] O'nun yüce zatıyla oynamak anlamına geliyordu. Nitekim

bundan dolayı İsa Peygamber, "Eğer mümin iseniz, Allah'tan korkun."

diyerek onları azarlamıştı.

 

Fakat buna rağmen havarîler, "İstiyoruz ki, ondan yiyelim,

kalplerimiz sakinleşsin, bize (Rabbinden tebliğ ettiğin hususlarda)

doğru söylediğini kesin olarak bilelim ve buna (dünya ve kıyamette)

tanıklık edenlerden olalım." diyerek ısrarlarını sürdürdüler

ve İsa Peygamberi bu dilekte bulunmaya yönelttiler. O da bu

yüzden bu dileği yöneltmek durumunda kaldı.

Hz. İsa (a.s) ise Allah'ın bağışladığı edep sayesinde havarîlerin

is-teğini düzelterek yüce Allah'a sunulacak hâle getirdi. Bunun için

ilk önce, bunun kendisi ve ümmeti için bir bayram olmasını dile

getirdi. Çünkü bu mucize, diğer peygamberlerce (hepsine selâm

olsun) gösterilen mucizeler arasında benzeri olmayan yeni bir

şeydi. Çünkü diğer peygamberlerin gösterdikleri mucizeler ya susturucu

delil olmaları için veya indirilmelerine ümmetin ihtiyaç

duyduğu için indirilmişti. Oysa bu mucize bu niteliklerin hiçbirini

taşımıyordu.

 

İkinci olarak, "senden bir mucize olsun." diyerek havarîlerin

sıraladıkları kalplerinin güven bulması, doğru söylediğini bilmeleri

ve olaya tanık olma gibi bu mucizeden beklenen faydaları özetlemiştir.

Üçüncü bir edep örneği olarak da havarîlerin, "İstiyoruz ki, on

 

Mâide Sûresi 116-120 .................................................. 405

 

dan yiyelim" şeklindeki ifadelerinde ön sıraya koydukları yemek

yeme amacını arka sıraya attı, ayrıca "Bize rızk ver." diyerek bu

amacı edebe uygun bir kılığa büründürdü, arkasından da "Sen rızk

verenlerin en hayırlısısın." diyerek bir yandan isteğini teyit ederken,

öbür yandan yüce Allah'a övgü sunmuş oldu.

Bunların yanı sıra Allah'a seslenişe "Allah'ım, ey Rabbim!"

seslenişleriyle (nidalarıyla) başlayarak, diğer peygamberlerin dualarında

rastlanan "Rabbim" veya "Rabbimiz" ifadelerine bir de "Allah'ım"

ifadesini ekledi. Daha önce söylediğimiz gibi durumunun

zorluğundan dolayı bu eklemeyi yaptı.

Bu edebin bir başka örneği, Kur'ân'da nakledilen İsa Peygamberin

Rabbi ile arasındaki şu konuşmadır: "Hani Allah dedi ki: 'Ey

Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah'tan başka beni ve annemi

de iki tanrı edinin, dedin?' İsa şöyle dedi: Hâşâ, sen (her türlü

noksanlıktan) yücesin. Gerçek olmadığını bildiğim bir sözü söylemeye

benim hakkım yoktur. Eğer böyle bir şey söyleseydim sen

mutlaka onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben senin

özündekini bilemem. Çünkü gaypleri yalnız sen bilirsin. Ben

onlara, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, diye senin

bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim. Aralarında olduğum

sürece üzerlerinde gözetleyici oldum. Fakat beni tam olarak

(onların içinden) alınca, onların (amellerinin) tek koruyucusu sen

oldun. Ve sen her şeyin şahidisin. Eğer onları azaba çarptırırsan

onlar senin kullarındır. Eğer günahlarını affedersen şüphe yok ki,

sen izzet ve hikmet sahibisin." (Mâide, 116-118)

İsa Peygamberin (a.s) bu sözlerinde gözettiği birinci edep kuralı,

sözlerine başlarken yüce Allah'ı şanına yakışmayan noksanlıklardan

tenzih etmesidir. Tıpkı şu ayette yüce Allah'ın bizzat

kendisinin yaptığı gibi: "Rahman olan Allah evlât edindi dediler.

Hâşâ!" (Enbiyâ, 26)

Onun gözettiği ikinci edep kuralı şudur: Kendini, böyle bir söz

söylemesi sanılamayacak derecede küçük ve aşağı olarak takdim

ediyor ve bu yüzden böyle bir sözü söylediğini reddetmesine bile

gerek görmüyor. Bu düşünce ile başından sonuna kadar sözlerinin

hiçbir yerinde "söylemedim" veya "yapmadım" demiyor, bunun yerine

böyle bir sözü arka arkaya kinaye yolu ile ve üstü kapalı bir

biçimde reddederek, "Gerçek olmadığını bildiğim bir sözü söyle

 

406...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

meye benim hakkım yoktur." diyor ve o sözün sebebini reddetmekle

sözü söylediğini reddetmiş oluyor. Yani, benim bu gibi söz

söylemeye hakkım yoktur; dolayısıyla böyle büyük bir sözü ağzıma

almam imkânsızdır. Arkasından, "Eğer böyle bir şey söyleseydim

sen mutlaka onu bilirdin." diyerek öyle bir söz söylemeyi, kaçınılmaz

sonucu ile reddediyor. Yani, eğer ben böyle bir söz söylemiş

olsaydım, bunun kaçınılmaz sonucu, senin bunu bilmendi. Çünkü

senin ilmin beni ve bütün gaybı kuşatmıştır.

 

Daha sonra, "Ben onlara, 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah-

'a kulluk edin' diye senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim."

diyor. Böylece öyle bir söz söylemediğini, zıddını ortaya

koyarak, hasr edatı olan "mâ" ve "illâ" kelimeleri sayesinde pekiştirmeli

bir dille reddediyor. Yani: "Evet, ben onlara bir söz söyledim.

Ama bu söz senin bana emrettiğin mesajdan ibarettir ki, o

da, 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' mesajıdır.

Böyle dedikten sonra beni ve annemi Allah'ın yanında ilâh edinmelerini

nasıl söyleyebilirdim?"

 

Arkasından da, "Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici

oldum. Fakat beni tam olarak (onların içinden) alınca,

onların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun." diyor. Bu sözler,

onun "senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim." şeklindeki

sözlerini tamamlayan bir reddiye niteliğindedir. Çünkü bu

sözlerin anlamı şudur: Bana atfedilen sözlerin hiçbirini ben onlara

söylemedim. Onlara söylediklerim, senin emrettiklerindir. Bunlar

da, "Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." mesajıdır.

Bu mesaj dışında bana bir emir verilmedi. Aralarında kaldığım sürece

onlarla tek ilişkim şahitlik ve denetlemedir. Canımı alınca onlardan

koptum. Artık onların tek gözetleyicisi ve şahidi sen oldun.

Senin bu şahitliğin sürekli ve geneldir. Canımı almadan önceki ve

sonraki bütün zamanları kapsadığı gibi onları ve diğer her şeyi de

kapsar.

 

Söz bu noktaya gelince İsa Peygamber (a.s) bu sözleri, şimdiye

kadar dile getirdiği şekilleri tamamlayacak nitelikte olan bir

başka şekilde reddediyor. Kesin bir ret niteliği taşıyan bu ifade,

"Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin kullarındır..." şeklindedir.

İsa Peygamber (a.s) -cümlelerin akışının teyit ettiğine göreşöyle

diyor: Durum anlattığım gibi olunca, artık ne benim onlarla

 

Mâide Sûresi 116-120 .................................................. 407

 

ve ne onların benimle bir ilişkisi vardır, sen ve kulların baş

başasınız. Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin kullarındır.

Efendi ve Rab, emrine karşı çıkan, O'na ortak koşan kölelerini azaba

çarptırmaya yetkilidir ve onlar böyle bir azaba müstahaktırlar.

Eğer onları affedersen, hiç kimse seni kınayamaz. Çünkü sen

azizsin, kimse sana üstün gelemez; hikmet sahibisin, yaptığın hiçbir

iş yersiz ve boş olmaz, her zaman en uygun olanı yaparsın.

Bu açıklamalarımızda İsa Peygamberin (a.s) sözlerindeki kulluk

edebinin ince örnekleri ortaya çıkıyor. Sözlerinin her cümlesini,

en etkili bir üslûpla ve en sadık dille ifade etmiş, en güzel övgülerle

donatmıştır.

 

Bu dualardan biri de Peygamberimizin yaptığı duadır. Kendisi

ile birlikte müminleri de zikrettiği bu duayı Kur'ân bize şöyle naklediyor:

"Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene inandı,

müminler de. Tümü Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine

inandı. O'nun el-çileri arasında hiçbirini ayırt etmeyiz (dediler). Ve

dediler ki: İşittik ve itaat ettik. (Günahlarımızı) bağışlamanı dileriz,

ey Rabbimiz! Varış ancak sanadır. Allah hiç kimseye güç yetirebileceğinden

başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik

kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. Rabbimiz! Unutur

ya da yanılırsak, bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere

yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün

yetmeyeceği yükü taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize acı.

Sen bizim mevlâmızsın; öyleyse kâfir top-luluğuna karşı bize yardım

et." (Bakara, 285-286)

 

Görüldüğü gibi, yüce Allah bu ayetlerde Peygamberimizin

(s.a.a) Kur'ân'ın içerdiği bilgilere ve hükümlere bir bütün olarak

inandığını naklediyor. Arkasından müminleri de Peygamberin

(s.a.a) yanına koyuyor. Bu müminlerden kasıt sadece Peygamberimizin

(s.a.a) çevresinde bulunan o günkü müminler değil, ayetlerin

akışından anlaşıldığı üzere bu ümmete mensup bütün müminlerdir.

Bu durumun gerektirdiği sonuç şudur: Bu ayetlerde zikredilen

ikrarlar, övgüler ve dualar bir bölüm müminler tarafından hâl dili

ile söylenmiş olarak naklediliyor. Gerçi müminlerin diğer bir bölümünün

bu ifadeleri kendi dilleri ile söylemiş olmaları mümkündür.

Veya Peygamberimiz (s.a.a) bu ifadeleri hem kendisi, hem de

 

408 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

müminler adına doğrudan Rabbine söylemiş olabilir. Çünkü müminler

iman etmekle Peygamberimizin temiz ve mübarek nefsinin

ağacının dalları olmuşlardır.

Bu iki ayetin içeriğinde, Ehlikitap ile bu ümmetin müminlerinin,

Allah'ın kutsal kitaplarında yer alan mesajları karşısındaki tutumlarının

birbirleri ile karşılaştırıldığı söylenebilir. Başka bir ifadeyle

bu iki kesim, kendilerine indirilen kutsal kitap karşısında

takındıkları kulluk edebi bakımından birbirleri ile karşılaştırılıyorlar.

Bunu şundan anlıyoruz: Yüce Allah bu iki ayette bu ümmetin

mensuplarını överken ve onların yükümlülüklerini hafif tuttuğunu

ima ederken, surenin daha önceki ayetlerinde Ehlikitab'ı azarlamakta,

hatta kınamaktadır.

 

Dolayısıyla buradaki övgüler tamamıyla oradaki yergilerin

karşısında yer almıştır. Şöyle ki, Bakara suresinde söz konusu edilen

önceki ayetlerde Ehlikitab'ın melekler arasında ayırım yaparak

Cebrail'den nefret edip diğer melekleri sevdikleri belirtilmiştir. Aynı

ayırımı Allah tarafından indirilen kutsal kitaplar arasında da yaparak

Kur'ân'ı inkâr ederken diğerlerine inanmışlardır.

Bunların yanı sıra Allah'ın peygamberleri arasında da ayırım

yaparak Musa Peygambere (a.s) veya Musa ve İsa Peygamberlere

inanırken, Hz. Muhammed'i (s.a.a) inkâr etmişlerdir. Ayrıca ilâhî

hükümler arasında da ayırım yaparak Allah'ın kitaplarında yer alan

hükümlerin bazılarına inanırken, diğer bazılarını inkâr etmişler

ve bütün bu nedenlerden dolayı yerilmişlerdir. Oysa bu ümmetin

müminleri Allah'a, meleklere, kutsal kitaplara ve peygamberlere

hiçbir ayırım yapmadan inanmışlardır. [Nitekim bu iki ayette bu

hususa işaret edilmektedir.]

 

Bu ümmetin müminleri, kendilerine indirilen hak bilgilere teslim

olarak Rablerine karşı edepli davrandıkları gibi, kendilerine

önerilen hükümleri kabul ederek de edepli davrandılar. Çünkü Yahudiler

gibi "İşittik ve karşı geldik." değil, "İşittik ve itaat ettik."

dediler. Arkasından yine edepli davranarak kendilerini Allah'ın

mülkiyeti altındaki kulları saydılar. O'na karşı hiçbir şeye malik

olmadıklarını, ibadetlerini ve itaatlerini O'na karşı bir minnet meselesi

yapmadıklarını belirtmek üzere, "(Günahlarımızı) bağışlamanı

dileriz, ey Rabbimiz!" dediler; Yahudiler gibi, "O bizi affede

 

Mâide Sûresi 116-120 ................................................ 409

 

cek", "Allah fakir, biz ise zenginiz", "Sayılı birkaç gün dışında bize

cehennem ateşi kesinlikle dokunmayacak." ve benzeri nice saçma

sözler söylemediler.

Yüce Allah daha sonra, "Allah hiç kimseye güç yetirebileceğinden

başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına

ve kötülük de kendi zararınadır." buyuyor. İlâhî yükümlülük

doğal olarak insanların yaratılıştan getirdikleri fıtrata tâbidir. Bu

da bilinen bir gerçektir ki, yaratılışın türü olan fıtrat nelerle donanmış

ise, sahibini onlara doğru çağırır. Hayatın mutluluğu da

kesinlikle bundadır.

 

Evet; eğer durum daha büyük bir önem vermeyi gerektirecek

nitelikte veya emrin muhatabı olan kul, fıtratın hükmü ve kulluk

konumu dışına çıkmış olursa, o zaman fıtrat yönünden gelecek

başka bir hükümle Mevlâ veya yetkili merci, kula normal gücünü

aşan bir yükümlülüğü yöneltebilir. Meselâ, sırf şüpheye kapılmakla

ihtiyata uymasını emredebilir veya meseleye olağanüstü derecede

önem verildiği takdirde unutmadan ve hatadan kaçınmasını

şart koşabilir. İslâm şeriatında adam öldürme, namus ve mal konularında

ihtiyat esasına göre işlem yapılmasının gerekli oluşu gibi.

Veya inatlılığı sürdüren ve ısrarla soru soran fertlere ağır yükümlülükler

yükleyebilir ve onları şiddetli baskı altına alabilir. Yüce

Allah'ın İsrailoğulları hakkında haber verdiği bazı ağır yükümlülükler

bunun örnekleridir.

 

Kısacası, her halükârda "Allah hiç kimseye güç yetirebileceğinden

başkasını yüklemez." ifadesi[nin kime ait olduğu hususunda

iki ihitmal vardır:] Ya Peygamberimiz (s.a.a) ile müminlerin

sözlerinin uzantısıdır. Onlar bu ifadeyi, "Rabbimiz! Unutur ya da

yanılırsak, bizi sorumlu tutma." şeklindeki sözlerine giriş olsun diye

dile getirmişlerdir.

 

Bir diğer maksatları da Allah'a övgü olması ve Allah'ın, insanları

güçlerinin yetmediği konulardan sorumlu tutacağı ve zor yükümlülükler

yükleyeceği yolundaki asılsız şüphenin giderilmesidir.

Bu asılsız kuşku şöyle giderilmiş oluyor: Allah hiç kimseye gücünü

aşan bir yük yüklemez. "Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak, bizi

sorumlu tutma." şeklindeki isteğe gelince; bu istek, hüküm yönünden

veya inatçı yükümlüler yönünden kaynaklanan ikinci dereceden

hükümlerle ilgilidir; yoksa Allah tarafından emredilen

 

410 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

temel hükümlerle ilgili değildir.

Ya da [yüce Allah'ın kendi sözüdür ki,] Peygamberimiz (s.a.a)

ile müminlerin "(Günahlarımızın) bağışlanmasını dileriz, ey

Rabbimiz!" şeklindeki sözleri ile "Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak,

bizi sorumlu tutma." şeklindeki sözleri arasına konulmuştur.

Bununla az önce anlattığımız faydayı sağlaması ve Allah'ın onlara

yönelik bir edep öğretmesi amaçlanmıştır. Bu durumda da bu

cümle onlar tarafından söylenmiş bir söz yerine geçer. Çünkü onlar

Allah tarafından indirilen sözlere inanmış kimselerdir ve bu söz

de O'ndan gelmiştir. Bu ihtimallerin hangisi geçerli olursa olsun,

bu söz onların dualarının ve sözlerinin dayanaklarından biridir.

Arkasından diğer duaları, başka bir ifadeyle diğer istekleri şöyle

zikrediliyor: "Rabbimiz!... bizi sorumlu tutma.", "Rabbimiz! Bize...

ağır yük yükleme", "Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği

yükü taşıtma. Bizi affet." Bu isteklerinden maksatları unutarak,

yanılarak ve diğer zorlaştırıcı faktörler yüzünden işledikleri günahların

affedilmesi olsa gerek. "Bizi bağışla. Bize acı." Yani, diğer

günahlarımızı ve hatalarımızı bağışla.

 

Daha önceki, "(Günahlarımızı) bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz!"

şeklindeki sözlerine dayanarak burada bağışlama dileğini

tekrarlamış oldukları söylenemez. Çünkü o söz, müminlerin durumu

ve Rablerine karşı takındıkları edep ile Ehlikitab'ın Rablerine

karşı ve kendilerine indirilen kutsal kitaba karşı takındıkları

edep arasında bir karşılaştırma yapılması amacına yönelik onlardan

aktarılmıştır. Üstelik dua makamı, başka makamların aksine

tekrarlara müsaittir.

 

Bu duada açıklamaya gerek kalmayacak derecede tam bir

kulluk edebi sergilenmiş, art arda rububiyet makamına sığınılmış,

Allah'ın mülkiyetine ve veliliğine itiraf edilmiş, Allah'ın yüceliği

karşısında kul olmanın zillet ve zavallılık konumunda durulmuştur.

Kur'ân'da Peygamberimize (s.a.a) yönelik birçok ilâhî

edeplendir-me örnekleri ve yüce eğitimler vardır. Bunlar bazen Allah'a

yönelik çeşitli övgüler, bazen de Allah'a sunulmuş dilekler

şeklinde karşımıza çıkar. Şu ayetlerde olduğu gibi: "De ki: Allah-

'ım, (ey) mülkün sahibi, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden

çekip alırsın; dilediğini aziz kılar. dilediğini alçaltırsın; bütün ha

 

Mâide Sûresi 116-120 ................................................. 411

 

yırlar sadece senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye güç yetirensin.

Geceyi gündüze katarsın..." (Âl-i İmrân, 26-27) "De ki: Allah-

'ım, ey gökleri ve yeri yoktan var eden, görülmeyeni ve görüleni

bilen! Ancak sen ayrılığa düştükleri şeylerde kullarının arasında

hükmedersin." (Zümer, 46) "De ki: Hamdolsun Allah'a ve selâm olsun

O'nun seçtiği kullarına." (Neml, 59) "De ki: Benim namazım,

ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir."

(En'âm, 162) "De ki: Rabbim, ilmimi artır." (Tâhâ, 114) "Ve de ki:

Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden sana sığınırım."

(Mü'minun, 97) Kur'ân'da bu anlamdaki ayetler pek çoktur.

Bu ayetlerin ortak özelliği çok güzel ve üstün bir edebi içermeleridir

ki Allah, Peygamberimizi (s.a.a) bu edep üzerine eğitmiş ve

Peygamberimiz de ümmetini bu edebi edinmeye çağırmıştır.

7- Buradaki konumuz; peygamberlerin, kavimleri ile yaptıkları

konuşmalarda Rableri tarafından gözettikleri edep kurallarıdır. Bu

da geniş bir konudur. Bu konu, Allah'ı övme ile ilgili edebin uzantısı

olsa da, bir başka açıdan sözlü tebliğden etkisi az olmayan, hatta

sözlü tebliğin etkisini güçlendiren amelî tebliğin önemli bir bölümüdür.

Kur'ân'da bu konu ile ilgili birçok örnekler vardır. Nitekim yüce

Allah, Nuh Peygamber ile kavmi arasındaki konuşmalar hakkında

şöyle buyuruyor: "Dediler ki: 'Ey Nuh, bizimle mücadele ettin.

Hem bizimle mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğru sözlülerden

isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir.' (Nuh) dedi ki: Onu size, dilediği

takdirde ancak Allah getirir; siz O'nu âciz bir hâle getiremezsiniz.

Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermeyi

istesem de benim öğüdüm size yarar sağlamaz. O'dur sizin

Rabbiniz ve O'na döndürüleceksiniz." (Hûd, 34)

Nuh Peygamber (a.s) bu sözlerinde kendisini âciz hâle getirmek

amacıyla kavminin şahsına izafe ettiği azap verme yetkisini

reddederek bu yetkiyi Rabbine izafe ediyor. "dilediği takdirde" ve

"siz O'nu -yani Allah'ı- âciz bir hâle getiremezsiniz." şeklindeki ifadelerle,

Rabbine karşı takındığı edebi ileri dereceye vardırıyor.

Bundan dolayı azaba çarptırma yetkisini "Rabb" ismine değil, Allah

ismine izafe ediyor. Çünkü bütün cemal ve celâl sıfatları Allah

isminde son buluyor.

 

412 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Üstelik kendisinin mucize ortaya koyma gücünü reddederek,

bu gücün sadece Allah'a ait olduğunu vurgulamakla yetinmeyip,

Allah'ın dileği ile örtüşmediği takdirde yapacağı nasihatin kavmine

faydalı olmayacağını ifade ediyor. Böylece kendinin güçsüz olduğu

ve bütün gücün Rabbine ait olduğu gerçeğini kesin bir dille

tamama erdirmiş oluyor ve bu ifadelerini, "O'dur sizin Rabbiniz ve

O'na döndürüleceksiniz." ifadesi ile gerekçelendiriyor.

Bu konuşma, Allah'ın yanında halka yönelik güzel edeple

dopdolu bir diyalogdur. Nuh Peygamber (ona selâm olsun), bu konuşmayı

ken-dilerine mücadele açtığı kavminin zorbaları ile yapıyor.

O, peygamberler (hepsine selâm olsun) içerisinde tevhide davet

konusunda mücadele kapısını açan, Kur'ân'da anlatıldığı üzere

putperestliğe karşı başkaldıran ilk peygamberdir.

Bu konu, peygamberlerin (hepsine selâm olsun) edebini inceleyenlerin

büyüteç altına alacakları en geniş alandır. Bu alanda

onların adep ve kemâl dolu gidişatlarının en ince örnekleri ile karşılaşırız.

Çünkü onların bütün sözleri, davranışları, hâl ve hareketleri

kulluk murakabesi ve huzuru esasına dayanır. Görünümün

Rabbinden gaip, yüce Rabbi de kendisinden gaip bir kimsenin

davranışları gibi olması bunu değiştirmez. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"O'nun yanında bulunanalar, O'na kulluk etmekten

büyüklenmez ve yorulmazlar. Gece ve gündüz tesbih ederler, hiç

ara vermezler." (Enbiyâ, 19-20)

Yüce Allah Hud, Salih, İbrahim, Musa, Şuayb, Yusuf, Süleyman,

İsa, Muhammed (s.a.a) ve diğer peygamberlerin (hepsine selâm

olsun) sıkıntı, rahatlık, savaş, barış, gizli, açık, müjdeleme ve

uyarma gibi değişik durumlarda gerçekleştirdikleri birçok karşılıklı

konuşmaları bize naklediyor.

Meselâ şu ayet üzerinde iyice düşün: "Bunun üzerine Musa,

çok kızgın ve üzüntülü bir hâlde kavmine döndü. (Onlara) dedi ki:

Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmamış mıydı?

Süre mi size uzun geldi, yoksa Rabbinizden üzerinize bir gazabın

inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz söze ters davrandınız?"

(Tâhâ, 86) Bu ayette kavminin yanına öfke ve kızgınlıkla dopdolu

dönen Musa Peygamberin (a.s), bu durumda bile Rabbini hatırlamakta

edepli davranmaktan geri kalmadığı, bu durumunun ken

 

Mâide Sûresi 116-120 ............................................... 413

 

disini Rabbini anma yönünde edepli olmaktan alıkoymadığı anlatılıyor.

Bunun bir başka örneği de şu ayetlerdir: "Yusuf'un evinde kaldığı

kadın, onun nefsinden murat almak istedi. Kapıları kilitleyip

'Haydi gelsene!' dedi. (Yusuf,) 'Allah'a sığınırım, Rabbim bana güzel

bir barınak sağladı. Zalimler iflâh olmazlar' dedi." (Yûsuf, 23)

"Dediler: 'Vallahi, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz hep

suçlu idik.' (Yusuf) dedi ki: 'Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlar.

O, merhametlilelerin en merhametlisidir." (Yûsuf, 91-92)

Bu ayetlerin ilkinde Yusuf Peygamberin insanın aklını başından

alan ve bütün direnme gücünü yok eden kadın çağrısı sırasında

takvayı elden bırakmadığı, ikinci ayette ise Rabbini anmada ve

kardeşleri karşısındaki edepli tutumu anlatılıyor.

Diğer bir örnek de şu ayettir: "(Süleyman) tahtı yanında kurulmuş

görünce, dedi ki: Bu, Rabbimin lütfundandır. Şükür mü

edeceğim, yoksa nankörlük mü diye beni sınamak istiyor. Şükreden

kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince,

Rabbim zengindir (onun şükrüne muhtaç değildir) ve kerimdir

(bağışı karşılıksızdır)." (Neml, 40) Süleyman Peygamberi düşünelim.

Kendisine büyük bir mülk, etkili bir otorite ve şaşırtıcı bir güç

verilmiş. Bunlara dayanarak Saba Kraliçesinin tahtının Saba'dan

Filistin'e getirilmesini emrediyor ve bu taht göz kırpma süresinden

daha kısa bir zamanda önüne getiriliyor. Fakat bu üstün iktidara

rağmen büyüklük duygusuna ve kendini beğenmişlik kompleksine

kapılarak Rabbini unutmuyor. Tersine hemen adamları arasında

Rabbini en güzel övgülerle övüyor.

Ardından Hz. Süleyman'ın (a.s) bu tutumunu, Nemrud ile İbrahim

Peygamber (a.s) hikâyesinde Nemrud tarafından sergilenen

şu tutumla karşılaştır: "Allah kendisine hükümdarlık verdi diye

Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya giren kimseyi görmedin

mi? Hani İbrahim, 'Benim Rabbim O'dur ki diriltir ve öldürür.'

demişti. O da, 'Ben de diriltir ve öldürürüm.' demişti." (Bakara, 258)

Nemrud bu sözleri zindandan iki kişi getirterek birini öldürüp öbürünü

sağ bıraktığı sırada söyledi.

Ya da bu tutumu Mısır Firavunu'nun Allah tarafından bize

nakledilen şu sözleri ile karşılaştır: "Firavun, kavminin içinde

bağırıp dedi: Ey kavmim! Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden

 

414 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

dedi: Ey kavmim! Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar

benim değil mi? Yahut ben, şu aşağılık, neredeyse söz anlatamayacak

durumda olan adamdan daha iyi değil miyim? (Eğer söyledikleri

doğru ise,) üzerine altın bilezikler atılmalı... değil miydi?"

(Zuhruf, 53) Firavun, Mısır hükümdarlığı, oranın nehirleri ve kendisi

ile yakınlarının sahip olduğu bir miktar altınlarla böbürlenerek, Allah'ın

bize naklettiği üzere hiç tereddüt etmeden, "Ben sizin en

yüce Rabbinizim" (Nâziât, 24) diyor. Oysa Musa Peygamberin günden

güne ortaya koyduğu tufan (su baskını), kanatlı çekirge ile

kanatsız çekirge, kurbağa ve benzeri böcek baskını gibi mucizeler

karşısında zillete sürükleniyordu.

Peygamberlerin tutumuna bir başka örnek de şu ayetlerdir:

"Mağarada bulundukları bir sırada arkadaşına şöyle diyordu: Üzülme,

Allah bizimle beraberdir." (Tevbe, 40) "Hani Peygamber, eşlerinden

birine gizli bir söz söylemişti... (Peygamber) bunu eşine

haber verince eşi, 'Bunu sana kim bildirdi?' demişti. O da, 'O her

şeyi bilen, her şeyden haberdar olan bana bildirdi.' demişti."

(Tahrîm, 3) O korkulu gündeki endişe ve dehşet Peygamberimizi

(s.a.a), Allah'ın kendisi ile beraber olduğunu hatırlatmaktan alıkoymadığı

gibi, tehdidi altında bulunduğu tehlikeden dolayı paniğe

kapılmadı. İkinci ayette de eşlerinden birine gizlice verdiği sır

konusunda da Allah'ı hatırlama edebini aynen gözettiğini görüyoruz.

Kur'ân'da anlatılan diğer peygamberlerle (hepsine selâm olsun)

ilgili hikâyelerde de bu örneklerdekine benzer çarpıcı bir edebin

ve onurlu uygulamaların sergilendiği görülür. Eğer söz çok

uzamış olmasaydı, o peygamber hikâyelerini anlatır, arkasından

ayrıntılı bir incelemeye tâbi tutardık.

8- Bu bölümde, peygamberlerin insanlarla ilişkilerinde ve karşılıklı

konuşmalarında gözettikleri edep kurallarına değineceğiz.

Bu bölümün örnekleri, peygamberlerin Kur'ân'da nakledilen kâfirlerle

yaptıkları tartışmalar, müminlerle diyalogları ve bizlere aktarılan

hayatlarından, gidişatlarından bazı kesitlerdir.

Önce konuşmalarda gözettikleri edep kurallarını ele alalım.

Peygamberlerin zorbalarla ve cahillerle yaptıkları konuşmaların

Kur'ân-daki örneklerini incelediğimizde, onların karşılarındakilere

 

Mâide Sûresi 116-120 ......................................................... 415

 

hiç ağır söz söylemediklerini; küfür, hakaret ve kaba ifade yöneltmediklerini

görürüz. Oysa karşıtları onlara bol bol küfretmişler,

onları suçlamışlar, alaya ve hakarete maruz bırakmışlardır.

Böyleyken onlara en güzel sözlerle ve yapıcı öğütlerle karşılık vermişler,

onları selâmlayarak yanlarından ayrılmışlardır. Kendini

bilmezler ve cahiller onlara sataşıp laf attıklarında, "selâm" derler,

yumuşak sözlerle karşılık verirler.

Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Kavminin -yani Nuh'un kavminin-

ileri gelen kâfirleri dediler ki: 'Biz senin sadece bizim gibi bir

insan olduğunu görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan

başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı

herhangi bir üstünlüğünüzü de göremiyoruz; tersine sizi yalancı

sanıyoruz.' (Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Bir düşünün! Ya ben

Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeysem, eğer katından bana

bir rahmet vermiş de o (rahmet) sizin gözlerinizden saklanmışsa!

Şimdi siz onu istemezken, biz sizi ona zorla mı ulaştıracağız?"

(Hûd, 27-28)

Yüce Allah, Hud Peygamberin kavmi olan Âdoğullarının sözlerini

bize şöyle naklediyor: "(Senin hakkında,) 'Seni tanrılarımızdan

biri kötü çarpmış!' demekten başka söz bulamıyoruz. Hud dedi

ki: 'Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben O'nun dışında

ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." (Hûd, 55-54) Âdoğulları,

ilâhlarından birinin Hud Peygamberi (a.s) çarptığını söylemekle,

onun delilik, sefihlik (beyinsizlik) ve benzeri bir hastalığa yakalanarak

aklî dengesini yitirmiş biri olduğunu kastediyorlar. [Nitekim

yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmuştur: "Kavminden ileri

gelen kâfirler dediler ki: 'Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz

ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.' (Hûd,) 'Ey

kavmim! Bende bir beyinsizlik yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından

gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri

duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm." (A'râf, 67-

68)]

Kur'ân'da İbrahim Peygamberin babası Azer'in sözleri şöyle

naklediliyor: "(Babası,) 'Ey İbrahim, dedi, sen benim tanrılarımdan

yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım.

Uzun bir süre benden uzak dur.' (İbrahim,) 'Selâm sana (esen

kal), dedi, Rabbimden senin için bağışlanma dileyeceğim.

 

416 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Hiç şüphesiz, O bana karşı çok lütufkârdır." (Meryem, 45-46)

Yüce Allah, Şuayb Peygamberin kavminin sözlerini şöyle naklediyor:

"Dediler ki: 'Ey Şuayb! Senin söylediklerinden çoğunu

anlamıyoruz, biz seni içimizde cidden zayıf görüyoruz. Kabilen

olmasaydı, seni mutlaka taşlayarak öldürürdük.' (Şuayb,) 'Ey

kavmim! Size göre kabilem Allah'tan daha mı değerli, ki O'nu arkanıza

atıp unuttunuz...' dedi." (Hûd, 91-92)

Başka bir ayette şöyle buyruluyor: "Firavun dedi ki: 'Âlemlerin

Rabbi (dediğin) de nedir?' dedi. Musa, 'Göklerin, yerin ve ikisi arasında

bulunan her şeyin Rabbidir...' dedi. (Firavun,) 'Size gönderilen

bu elçiniz kesinlikle bir delidir.' dedi. Musa, 'Eğer düşünürseniz

O, doğunun, batının ve ikisi arasındaki bütün varlıkların

Rabbidir.' dedi." (Şuarâ, 23-28)

Kur'ân'da Meryem'in kavminin sözleri şöyle naklediliyor: "Dediler

ki: 'Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi,

annen de iffetsiz değildi.' Bunun üzerine Meryem çocuğu

gösterdi. Dediler ki: 'Beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz?' (O sırada

çocuk) dedi ki: Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi ve

beni peygamber yaptı..." (Meryem, 28-30)

Yüce Allah müşriklerin kâhin, deli ve şair gibi hakaretleri karşısında

Peygamberimizi (s.a.a) şöyle teselli ediyor: "Sen öğüt ver.

Rab-binin nimeti sayesinde sen ne bir kâhinsin, ne de bir deli.

Yoksa onlar, 'O bir şairdir, zamanın felâketlerine uğramasını

bekliyoruz.' mu diyorlar? De ki: 'Bekleyin. Ben de sizinle beraber

bekleyenlerdenim." (Tûr, 29-31)

Yine bir başka ayette şöyle buyuruyor: "(O) zalimler (müminlere)

'Siz ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız.' dediler.

Senin hakkında bak nasıl benzetmeler getirdiler? Artık onlar

sapmışlardır ve bir daha doğru yolu bulamazlar." (Furkan, 8-9)

Kur'ân bize, peygamberlere yapılan bu türden birçok küfür, iftira

ve hakaret içerikli ifadeyi naklediyor. Fakat peygamberlerin

(hepsine selâm olsun) bu tür saldırılara kaba sözlerle, ağır cevaplarla

karşılık verdiklerine hiç rastlanmamıştır. Onlar bu hakaretlere,

kendilerine hayırlı sözleri ve güzel edebi telkin eden ilâhî eğitime

uyarak doğru sözlerle, yumuşak ve mantıklı ifadelerle karşılık

vermişlerdir. Nitekim yüce Allah, Hz. Musa ile Harun'a (her iki

 

Mâide Sûresi 116-120 .......................................................... 417

 

sine de selâm olsun) hitap ederek şöyle buyuruyor: "Firavun'a gidin.

Çünkü o gerçekten azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o,

aklını başına alır veya korkar." (Tâhâ, 43-44) Peygamberimize

(s.a.a) de şöyle buyuruyor: "Eğer Rab-binden umduğun bir rahmet

için onlardan yüz çevirirsen, kendilerine yumuşak bir söz söyle."

(İsrâ, 28)

Peygamberlerin tartışmalarda ve hitaplarda gözettikleri bir

edep kuralı da şudur: Onlar kendilerini halkın seviyesine indirerek

her kesime anlayış düzeyine göre hitap ederlerdi. Nuh'un ve diğer

peygamberlerin halk kesimleri arasındaki farklılıkla gözeten tartışmaları

incelenince, bu gerçek açıkça görülür. Nitekim Sünnî ve

Şiî kaynaklardan gelen bir rivayete göre Peygamberimiz (s.a.a)

"Biz peygamberler, insanlara akıllarının düzeyine göre söz söylemekle

emrolunduk." buyurmuştur.

Bilmek gerekir ki, peygamberlik görevi insanları hakka iletmek,

hakkı açıklamak ve savunmak esasına dayanır. Buna göre

peygamberlerin çağrıları sırasında hak ile donanmaları, batıldan

sıyrılmaları, sapıklık tuzaklarının her türlüsünden uzak durmaları

gerekir. Böyle olmak ister insanların hoşuna gitsin, ister onları

kızdırsın; ister hoşnutlukları ile, ister hoşnutsuzlukları ile sonuçlansın

önemli değildir. Bu konuda yüce Allah, peygamberlerine en

ağır yasaklamayı ve en etkili uyarıyı yöneltmiştir. Hatta hakkı desteklemek

amacı ile olsa bile, peygamberleri sözle ve fiilen batıla

uymaktan men etmiştir. Çünkü hak yolunda olsun veya olmasın,

batıl batıldır. Hakka çağırmak, hak yolunda olsa bile batılı caiz

görmekle bağdaşmaz. Batıl aracılığı ile ulaşılan ve batılın sonucu

olarak ortaya çıkan hak hiçbir bakımdan hak değildir.

Bu yüzden yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ben, (insanları) yoldan

çıkaranları yardımcı edinecek değilim." (Kehf, 51) "Eğer seni sebatkâr

kılmasaydık, gerçekten neredeyse onlara birazcık meyledecektin.

O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını

kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı

da bulamazdın." (İsrâ, 74-75) Buna göre hak konusunda müsamahakârlık,

umursamazlık ve taviz olmaz ve batıla saygı gösterilmez.

Bundan dolayı yüce Allah, çağrısının görevlileri ve dininin önderleri

olan peygamberlerini (hepsine selâm olsun) hakka uyma

ve onu destekleme yollarını kolaylaştıran şeylerle donatmıştır. Ni

 

418......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

tekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın, kendisine farz kıldığı

bir işi peygamberin uygulamasında bir güçlük yoktur. Bu, Allah'ın

sizden öncekiler için de geçerli olan bir yasasıdır. Allah'ın emri

şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir. O peygamberler, Allah'ın

buyruklarını tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka

hiç kimseden korkmazlar. Allah yeterli hesap görücüdür." (Ahzâb,

39) Bu ayetlerde haber veriliyor ki, peygamberler Allah'ın kendilerine

farz kıldığı işleri zor bulmazlar, sırf O'ndan korkarlar, O'ndan

başka hiç kimseden korkmazlar; neye mal olursa olsun ve başlarına

ne getirirse getirsin, hakkı açıklamalarına hiçbir şey engel olamaz.

Arkasından Allah onlara giriştikleri işte zafer vaat ediyor. Şu

ayetlerde buyrulduğu gibi: "Andolsun ki biz, peygamber kullarımıza

kesin söz vermişizdir: Elbette onlara yardım edilecektir ve bizim

ordumuz kesinlikle galip gelecektir." (Sâffât, 171-173) "Biz

peygamberlerimize... kesinlikle yardım ederiz." (Mü'min, 51)

Bundan dolayı elimizdeki bilgilere göre peygamberlerin hakkı

açıklamakta ve doğruyu söylemekte hiçbir şeye aldırış etmediklerini

görürüz. İstediği kadar sözleri halkın hoşuna gitmesin, hatta

onlara acı gelsin. Nitekim Kur'ân'da Nuh Peygamberin, kavmine

"Fakat ben sizin cahil bir topluluk olduğunuzu görüyorum." (Hûd,

29) dediği naklediliyor. Hud Peygamber de, "Siz yalan uyduranlardan

başkası değilsiniz." (Hûd, 50) diyor. Yine Hud Peygamber kavmine

şunları söylüyor: "Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım

inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece

sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda mı benimle

tartışıyor sunuz?" (A'râf, 71) Lut Peygamberin de, "Sizler haddi aşan

bir toplumsunuz." (A'râf, 81) dediği naklediliyor. İbrahim Peygamberin

ise kavmine, "Size de, Allah'ı bırakıp taptığınız şeylere

de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?" (Enbiyâ, 67) dediği naklediliyor.

Musa Peygamberin de kendisine, "Ey Musa, ben senin büyülenmiş

bir kişi olduğunu sanıyorum." (İsrâ, 101) diyen Firavun'a

verdiği cevap şudur: "(Musa) dedi ki: Bunları, birer ibret olmak

üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdiğini kesinlikle biliyorsun.

Ey Firavun, ben de senin hakikaten mahvolduğunu -yani

hakka imandan alıkonmuş, kovulmuş ve mahvolmuş biri olduğunu-

sanıyorum." (İsrâ, 102) Kur'ân'da böyle örneklerin sayısı çoktur.

 

Mâide Sûresi 116-120 ..................................................... 419

 

Bunların hepsi hakka karşı gözetilen edebe ve ona uyma kararlılığına

dayanıyor. Haktan da daha üstün bir istek, ondan daha

şerefli ve değerli bir amaç olamaz. Bu sözlerin bazıları insanlar arasında

geçerli olan edep kurallarına aykırı görülebilir. Çünkü bu

gibi insanlar, batıl yanlılarına yağcılık yaparak, bozgunculara ve

yıkıcılara yardakçılık yapmayı davranış siyaseti kabul ederek hayatlarını

nefislerinin arzularına ve maddî çıkar eğilimlerine dayandırmışlardır.

Sözün kısası, bu incelemenin başında dediğimiz gibi edep ancak

faydalı sözde ve iyi işte varolabilir. Bu yüzden içinde vücut

bulduğu ve şeklini aldığı toplumların hayat tarzlarına, görüşlerine

ve inançlarına göre değişiklik gösterir. Dinî toplumun dayanağı olan

ilâhî çağrı, inançta ve davranışta hakka bağlıdır. Hak, batıla

karışmaz, ona dayanmaz ve onunla desteklenmez. Dolayısıyla onu

açıklamaktan ve ona uymaktan başka çare yoktur. İşte dinî toplumda

ortaya çıkacak edep, en iyi şekilde hak yolu izlemek ve en

zarif görüntüyü yansıtmaktır. Yumuşaklıktan ve sertlikten birini

seçmenin doğru olduğu durumlarda yumuşak sözü tercih etmek,

hızlı ve yavaş davranmanın mümkün olduğu hâllerde hayırda çabuk

olmayı seçmek gibi.

Nitekim yüce Allah, şu ayette bunu emrediyor: "Bu levhalarda

Musa'ya her konuya ilişkin öğüt, her konuda ayrıntılı açıklama

yazdık. Bunlara sımsıkı sarıl ve kavmine de onlara en güzel biçimde

uymalarını emret." (A'râf, 145) Yüce Allah bu ilkeye sarılan

kullarını da şöyle müjdeliyor: "Sözü dinleyip de en güzeline uyan

kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır

ve gerçek akıl sahipleri de onlardır." (Zümer, 17-18) Buna göre

batılda edep olmadığı gibi, hakla batılın karışımında da edep yoktur.

Çünkü katıksız hakkın dışında kalan şey hakkın velisinin hoşuna

gitmeyen bir batıldır. Zira O, "Artık haktan sonra sapıklıktan

başka ne kalır?" (Yûnus, 32) diye buyuruyor.

İşte hak peygamberlerini açık sözlülüğe ve doğru konuşmaya

çağıran faktör budur. Bu üslûbun bazı durumlarda yağcılık, umursamazlık

ve din dışı toplumlarda geçerli olan yalancı edep geleneğine

ters düşmesi önemli değildir.

Peygamberlerin insanlarla ilişkilerinde ve onlarla aralarındaki

davranışları sırasında gözettikleri diğer bir edep kuralı da zayıflar

 

420 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ile güçlüleri eşit saymak, ilim ve takva sahiplerine diğerlerinden

daha çok saygı göstermektir. Onlar, kulluk ve insanların nefislerinin

terbiyesi esasına dayandıkları için bunun sonucu olarak zengin

ile fakir, büyük ile küçük, erkek ile kadın, efendi ile köle, yöneten

ile yönetilen, amir ile memur, hükümdar ile halk hakkında eşit

hüküm verirler. Böyle olunca da artık ayırımcı niteliğin ve sosyal

ayrıcalıkların sadece güçlülere mahsus olması geleneği geçerliğini

yitirir.

 

Dolayısıyla varlık ile yokluğun, mahrumiyet ile nimeti ele geçirmenin,

mutluluk ile bedbahtlığın, zenginlik ile yoksulluk ve güçlülük

ile zayıflık sıfatları arasında bölünmesi ortadan kalkar. Güçlüler

ve zenginler her konumda en üstün olmazlar. Her yaşama

alanının en bol nimetlisine konmazlar. Her çalışmanın en rahatına

ve en kolayına getirilmezler. Her görevin en hafifine atanmazlar.

Bunun yerine insanların tümü bu alanda eşit olurlar. Şu ayette

buyrulduğu gibi: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık.

Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere

ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en üstün olanınız en çok korunanınızdır."

(Hucurât, 13)

Böylece güçlülerin, güçlerine dayanarak büyüklük taslamaları,

zenginlerin servetleri ile böbürlenerek övünmeleri, hak karşısında

tevazua, affa ve rahmete koşmaya, hayır alanlarında yarışmaya,

Allah yolunda cihat etmeye ve O'nun rızasını kazanma arzusuna

dönüşür.

O zaman fakirler zenginler gibi saygı görür. Zayıflara karşı zenginlere

gösterilen edebin aynısı gösterilir. Hatta zayıflara ve

fakirlere daha çok şefkat, merhamet ve cana yakınlık gösterilir.

Yüce Allah bu konuda Peygamberimizi şöyle eğitiyor: "Nefsini, sabah

akşam Rablerine yalvaranlarla beraber tut (onlarla bir arada

olmaya candan sabret). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini

onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan alıkoyduğumuz,

keyfine uyan ve işi, hep aşırılık olan kişiye boyun eğme." (Kehf, 28)

"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranları

kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur ve senin

hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki, onları

kovup da zalimlerden olasın!" (En'âm, 52), "Sakın onlardan bazı

 

Mâide Sûresi 116-120 .......................................................... 421

 

çiftlere verdiğimiz dünya nimetine göz dikme. Onlar için üzülme

ve müminlere (karşı alçakgönüllülük) kanadını indir. Ve de ki:

Ben açık sözlü bir uyarıcıyım." (Hicr, 88-89)

Bu güzel edebi, Kur'ân'da nakledilen Nuh Peygamber (a.s) ile

kavmi arasındaki şu konuşma da yansıtmaktadır: "Kavminin ileri

gelen kâfirleri dediler ki: 'Biz senin sadece bizim gibi bir insan

olduğunu görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan

başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı herhangi

bir üstünlüğünüzü de göremiyoruz; tersine sizi yalancı sanıyoruz.'

(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Bir düşünün! Ya ben

Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeysem, eğer katından bana

bir rahmet vermiş de o (rahmet) sizin gözlerinizden saklanmışsa!

Şimdi siz onu istemezken, biz sizi ona zorla mı ulaştıracağız?

Ey kavmim! Buna karşı sizden bir mal da istemiyorum. Benim

ücretimi Allah verecektir. Ben inananları kovacak değilim.

Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben -yoksulları ve

kâfirleri hor görmenizde- sizi cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum.

Ey kavmim! Eğer ben onları kovarsam, Allah'a karşı

beni kim savunacaktır? (Bunu hiç) düşünmüyor musunuz? Size,

Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem.

Ben bir meleğim, de demiyorum. -Yani beni sizden ayıracak

hiçbir ayrıcalık iddia etmiyorum, sadece size gönderilmiş bir peygamberim

ben.- Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için 'Allah

onlara hayır vermeyecek' de demem. Allah, onların içlerinde olanı

-yani onlardan umulan hayır ve saadeti- daha iyi bilir. Böyle bir

şey yaptığım takdirde ben, mutlaka zalimlerden biri olurum."

(Hûd, 27-31)

Ayrımcılığı reddetme bakımından bu ayetlerin bir başka benzeri

de Şuayb Peygamberin (a.s) kavmine söylediği şu sözlerdir:

"Yasakladığım hareketleri kendim yaparak size ters düşmek

istemiyorum. Tek isteğim, gücümün yettiği oranda (bozuklukları)

düzeltmektir. Başarım Allah'ın yardımına bağlıdır. Yalnız O'na

dayanıyor ve sadece O'na yöneliyorum." (Hûd, 88) Yüce Allah, Peygamberimizi

(s.a.a) insanlara tanıtmak üzere şöyle buyuruyor:

"Andolsun, içinizden size öy-le bir elçi geldi ki, sıkıntıya düşmeniz

ona ağır gelir; size düşkün, müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir."

(Tevbe, 128) Başka bir ayet de şöyledir: "İçlerinden bazı

 

422.............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ları da, Peygamberi incittiler, 'O (herkesi dinleyen) bir kulaktır'

derler. De ki: (O,) sizin için hayır kulağıdır. Allah'a inanır, müminlere

inanır. Sizden inananlar için de (o) bir rahmettir." (Tevbe, 61)

Bir başka ayette, "Sen yüce bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 4) buyruluyor.

Şu ayette ise deminden beri söylenenleri birleştiren bir ifade

ile, "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ,

107) buyruluyor.

Bu ayetler anlam bakımından her ne kadar Peygamberimizin

(s.a.a) güzel ahlâkı ile ilgili olup, ahlâkın ötesinde bir kavram olan

edebi ile ilgili olmasalar da -daha önce belirtildiği üzere- edep, ahlâkın

türevidir. Ayrıca edebin kendisi ayrıntı nitelikli ahlâktan sayılmaktadır.