www.MizanTefsiri.com

 

Mâide Sûresi 116-120 .......................................................................................... 333

 

116- Hani Allah dedi ki: "Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara,

'Allah'tan başka beni ve annemi de iki tanrı edinin' dedin?" İsa

şöyle dedi: "Hâşâ, sen (her türlü noksanlıktan) yücesin. Gerçek

olmadığını bildiğim bir sözü söylemeye benim hakkım yoktur. Eğer

böyle bir şey söyleseydim sen mutlaka onu bilirdin. Sen benim

içimdekini bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem. Çünkü

gaypleri yalnız sen bilirsin."

 

117- "Ben onlara, 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk

edin.' diye senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim.

Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici oldum. Fakat

beni tam olarak (onların içinden) alınca, onların (amellerinin) tek

koruyucusu sen oldun. Ve sen her şeyin şahidisin."

 

118- "Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin kullarındır.

Eğer günahlarını affedersen şüphe yok ki, sen izzet ve hikmet sahibisin."

 

334 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

119- Allah dedi ki: "Bu, doğrulara doğruluklarının fayda sağlayacağı

gündür. Onlar için altından ırmaklar akan ve içinde ebedî

kalacakları cennetler vardır." Allah onlardan razıdır, onlar da O'ndan

razıdırlar. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.

 

120- Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların

egemenliği Allah'a aittir. O'nun gücü her şeye yeter.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Bu ayetlerde Hıristiyanların hakkındaki iddiaları ile ilgili olarak

İsa Peygamberin yüce Allah ile arasında geçen konuşma naklediliyor.

Bu ayetlerin amacı, İsa Peygamberin (a.s) itirafları ve dünya

hayatında kendisi ile ilgili verdiği bilgileri açıklamaktır. Şöyle ki,

kendisi için aslı olmayan iddialarda bulunmaya hakkı yoktur. Zaten

uyuması ve herhangi bir şeyi kaçırması söz konusu olmayan

yüce Allah'ın gözü önündeydi. O, yüce Allah'ın kendisi için çizdiği

sınırı aşmamış ve Allah'ın söylemesini emrettiği sözleri söylemişti.

Yüce Allah'ın kendisini yerine getirmekle yükümlü kıldığı görevi

yapmakla uğraşmıştı. Bu görev de, ümmetini gözetim altında

tutmaktı. Nitekim yüce Allah da, onun rububiyet ve kulluk görevleri

ile ilgili sözlerini doğrulamıştır.

 

Böylece bu ayetler, bu surenin iniş maksadı ile örtüşmüş oluyor.

Bu maksat, kulların Allah'a karşı görevlerini açıklamaktır. Bu

görevler ise, taahhüt ettikleri sözleri yerine getirmeleri ve antlaşmalarını

çiğnememeleridir. Bunun sonucu olarak da, canlarının istediği

gibi başıboş hareket etmemeleri ve diledikleri gibi yaşamaya

kalkışmamaları gerekir.

 

Allah tarafından kendilerine böyle bir hak verilmediği gibi,

böyle bir başıboşluğa kendi başlarına kalkışmaya da yetkili değildirler.

Çünkü göklerin, yeryüzünün ve bu ikisinde bulunan bütün

varlıkların egemenliği Allah'a aittir ve O her şeye kadirdir. Sure bu

mesajla sona eriyor.

 

"Hani Allah dedi ki: 'Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, 'Allah'-

tan başka beni ve annemi de iki tanrı edinin.' dedin?" Bu ayette geçen

"iz" kelimesi, ifadede yer almayan bir kelime ile bağlantılı bir zarf

edatıdır. İfadede zikredilmemiş olan kelimenin ne olduğuna ifadenin

akışı delâlet ediyor. Bundan maksat kıyamet günüdür. Çün

 

Mâide Sûresi 116-120 ............................................................ 335

 

kü bu konuda yüce Allah, "Allah dedi ki: Bu doğrulara, doğruluklarının

fayda sağlayacağı gündür." derken İsa Peygamber de, "Aralarında

olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici oldum. Fakat

beni tam olarak (onların içinden) alınca, onların amellerinin tek

koruyucusu sen oldun." demektedir.

Ayette, "Allah'tan başka beni ve annemi de iki tanrı edinin."

denilerek Hz. Meryem'den "anne" diye söz edildi, "beni ve Meryem'i

ilâh edinin, tanrı kabul edin" denmedi. Böylece Hıristiyanların

Hz. Mer-yem'in ilâhlığı ile ilgili temel dayanaklarına vurgu yapılmış

oldu. Bu temel dayanak İsa Peygamberin babasız olarak Hz. Meryem'den

dünyaya gelmiş olmasıdır. Onların bu ikisini ilâh edinmelerinde

bu tür bir oğul-ana ilişkisi temel faktör olduğu için, maksadı

ifade etmek açısından İsa Peygamber ile anası tabirini kullanmak,

İsa ve Meryem tabirini kullanmaktan daha anlamlı ve

daha net bir ifadedir.

 

Ayette yer alan "dûne" kelimesi, sonuç itibariyle "başka" anlamın-

da kullanılır. Ragıp İsfahanî bu kelimeyi şöyle açıklıyor: "Bir

işi yapmaktan âciz olan kişi için 'dûne' denir. Bazıları bu kelimenin,

'dunuv' kalıbından türediğini söylüyor. 'Edven' kelimesi ise,

'deni=aşağı mertebede olan' anlamındadır. 'Lâ tettehizû bitâneten

min dûnikum=ken-dinizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin.'

(Âl-i İmrân, 118) ayeti, dindarlıkta sizin seviyenizden aşağıda olanları

sırdaş edinmeyin, anlamındadır. Bir başka görüşe göre de,

akrabalıkta sizin seviyenizden aşağıda olanları sırdaş edinmeyin,

demektir. 'Yeğfiru mâ dûne zâlike limen yeşâu=Bundan başkasını

dilediği kimse için bağışlar.' (Nisâ, 116) ayeti ise, ondan (Allah'a ortak

koşmaktan) daha küçük olan günahları affeder, demektir. Bir

görüşe göre de, onun dışında kalan günahları affeder demektir ki,

bu iki anlam arasında sıkı bir bağlılık vardır; her biri diğerinin kaçınılmaz

sonucudur. 'Sen mi insanlara, 'Allah'tan başka beni ve

annemi de iki tanrı edinin.' dedin?' ayetinde ise bu kelime, Allah'-

tan başka anlamına gelir." Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.

"Min dûnillah=Allah'tan başka" ifadesi Kur'ân'da ayrı ve bağımsız

bir ilâhın varlığını iddia etmek için değil, yüce Allah'a ortak

koşmak anlamında kullanılır. Şunu demek istiyoruz: Allah'tan

başka bir, iki veya çok sayıda ilâh edinmekle kastedilen şey, Al

 

336.................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

lah'tan başka bir ilâh edinerek Allah'ın ilâhlığını geçersiz saymak

değil, yüce Allah'a ilâhlığında ortak kabul etmektir. Çünkü Allah'ın

ilâhlığını geçersiz saymak, hiçbir sonuca götürmeyen geçersiz bir

söz olur. Çünkü o takdirde kabul edilen ilâh, ilâh olur ve onun dışındakiler

reddedilmiş olur ve tartışma, ancak kabul edilen ilâhın

bazı sıfatları ile sınırlı kalır. Meselâ adamın biri, "Mesih ilâhtır."

dese ve Mesih'in ilâhı olan Allah'ı inkâr etse, bu sözü "Allah vardır;

ama Mesih'in beşerî sıfatlarını taşır" anlamına gelir. Eğer bir başkası,

"Putlar veya putların sahipleri ilâhtır" dese ve yüce Allah'ı inkâr

etse, bu kimse kâinatın bir ilâhı olduğunu söylemiş, böylece

Allah'ın varlığını kabul etmiş; fakat ona birkaç tane olma sıfatı

yakıştırmıştır ki, böylece Allah'a ortaklar koşmuş veya Hıristiyanlar

gibi, "Allah üçün üçüncüsüdür." yani üç olan bir ve bir olan üçtür

demiş olur.

 

Eğer bir başkası, "Kâinatın başlangıcı zaman (dehr)dır veya

tabiattır." der ve kâinatın bir ilâhı olduğunu inkâr ederse, kâinatın

bir yaratıcısı ve o yaratıcının da yüce Allah olduğunu kabul etmiş

demektir. Fakat adam kabul ettiği ilâhı noksanlık, yetersizlik ve

mümkün olma sıfatları ile nitelemiş olur.

 

Eğer başka birisi fıtratının açıkça gerektirmesine rağmen şaşırtıcı

kâinat düzenin bir başlangıcı olduğunu kökünden inkâr ederse,

sebep-sonuç ilişkisini ve etki ilkesini reddederse, o kişi daha

baştan inkâr edilmeyi ve yok sayılmayı kabul etmeyen, mevcut

ve sabit bir âlemin varlığını kabul etmiş olur. Yani bu âlemin varlığı

gereklidir. Onun varlığının koruyucusu ya kendisidir, ki bu

mümkün değil; -çünkü parçaları yok olmaya ve değişmeye maruzdurlar-

veya varlığının koruyucusu başkasıdır ki, o yüce Allah'tır

ve O'nun kemâl sıfatları vardır.

 

Bundan ortaya çıkıyor ki, yüce Allah'ı kökten inkâr etmek kabil

değildir. Böyle bir şey ancak içeriksiz bir sözle olabilir ki, o sözün

de mantıklı bir anlamı olmaz.

 

Bütün bu söylediklerimizin dayanağı şudur: İnsan, bu âlemin

varlığını ayakta tutacak ve düzenini plânlayacak bir güce yaygın

bir ihtiyaç olduğu için bu âlemin bir ilâhı olduğunu kabul eder,

sonra da o gücün varlığının özelliklerini belirler. İşte bu boşluğu

doldurmak ve bu ihtiyacı gidermek için varolduğunu kabul ettiği

 

Mâide Sûresi 116-120 ............................................................ 337

 

güç yüce Allah'tır. Eğer bundan sonra ondan başka bir ilâhın varlığını

ileri sürerse veya birden çok ilâhın varolduğunu iddia ederse,

ya Allah'ın sıfatlarını belirlemede yanılgıya düşmüş, ya isimlerini

inkâr etmiş, ya Allah'a ortak ya da ortaklar koşmuş olur. Yoksa Allah'ı

yok sayıp başkasının ilâhlığını kanıtlamak anlamsız bir çabadır.

Bundan anlaşılıyor ki, "ilâheyn-i min dûnillah=Allah'tan başka

iki tanrı" ifadesinin anlamı, "Allah dışında O'na iki ortak" şeklindedir.

"Dûne" kelimesinin asla ortak anlamına gelmeyeceği söylenebilir.

Buna verilecek cevabımız şudur: Bu kelimenin anlamı

Allah dışında başka cinsten olan iki ilâh edinmeyi aşmaz. Bu yaklaşımın

Allah'ın varlığını inkâr etmeyi veya kabul etmeyi içerdiği

meselesine gelince, bu konuda bir şey söylenmiyor, bu meseleye

açıklık getiren bir kelime yok, bu husus ifadeden bağımsız bir şekilde

başka bilgilerden öğreniliyor. Hıristiyanlar da İsa Peygamberi

ve annesini Allah dışında ilâh edinmekle birlikte Yüce Allah'ın ilâhlığını

inkâr etmiyorlar.

 

Bazıları bu ayete "Hıristiyanlar, Bakire Meryem'in (a.s) ilâh olduğunu

söylemiyorlar." diyerek itiraz etmişler ve bu itirazlarını çeşitli

şekillerde haklı göstermeye çalışmışlardır.

 

Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bu ayette

Hıristiyanların Meryem'i ilâh diye adlandırdıkları değil, onu ilâh edindikleri

ifade ediliyor. Onun ilâh olduğuna inanmaksa, onu ilâh

edinmekten başka bir şeydir; gerçi ilâh olduğuna inanmak da, ilâh

edinme-nin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkar. İlâh edinmek,

tapınmakla ve kulluğa mahsus boyun eğme tezahürü ile

doğrulanır. Nitekim yüce Allah, "Nefsinin arzularını ilâh edineni

gördün mü?" (Câsi-ye, 23) buyuruyor. Bu tutum, Hıristiyanların eski

nesillerinden nakledildiği gibi, sonraki nesillerinde de görülen bir

tutumdur.

 

Nitekim Alûsi, Ruh'ul-Meanî adlı eserinde şöyle diyor: "İmam

Muhammed Bâkır'ın (a.s) bazı Hıristiyanlara dayanarak verdiği

bilgiye göre, "eski Hıristiyanlar arasında 'Meryemîler' diye adlandırılan

ve Hz. Meryem'in ilâh olduğuna inanan bir grup vardı."

el-Menâr tefsirinde de şöyle deniyor: "Hıristiyanların İsa Peygamberi

ilâh edindikleri gerçeği bu surenin tefsiri sırasında çeşitli

 

338 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

yer-lerde vurgulanmıştır. Annesine gelince, Kostantin sonrası Doğu

ve Batı kiliselerinde ona ittifak hâlinde tapılmıştır. Fakat İslâm'-

dan birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkan Protestanlık mezhebi Hz.

Meryem'e tapma geleneğine karşı çıkmıştır."1

 

"Hıristiyanların İsa Peygamberin annesine yönelik bu ibadetlerinin

içinde dualı, övgülü, yardım ve şefaat dilekli namaz ile bunun

yanı sıra ona izafe edilen ve adı ile anılan oruç vardır. Bütün bunlar

Hz. Meryem'e, tasvirlerine ve anıtlarına boyun eğmenin, saygı

göstermenin eşliğinde yapılıyor. Ayrıca ona gaybe ait bir egemenlik

atfediliyor ve bu egemenliğin ona dünyada ve ahirette bizzat

kendisinin veya oğlunun aracılığı ile insanlara fayda veya zarar

dokundurma yetkisi verdiğine inanıyorlar. Ona ibadet edilmesi gerektiğini

açıkça söylüyorlar. Fakat hiçbir Hıristiyan mezhebinde

ona ilâh dendiği tespit edilmiş değildir; bunun yerine onu 'ilâh

annesi' diye anarlar ve bazı Hıristiyan mezhepleri bu unvanın mecazî

değil, hakikî anlamda olduğunu açık açık ifade ederler."

"Kur'ân burada 'Hıristiyanlar İsa Peygamberi ve annesini ilâh

edindiler.' diyor. İlâh edinmek, ilâh diye isimlendirmeden farklı bir

şeydir. Çünkü ilâh edinmek, tapınmak ve ibadet sunmakla doğrulanır,

ki bu kesinlikle olan bir şeydir. Başka bir ayette de Hıristiyanların,

'Allah, Meryem oğlu İsa Mesih'tir.' dedikleri belirtiliyor.

Bu da başka bir manadır. Nitekim yüce Allah'ın Hıristiyanlar hakkındaki

'Onlar âlimlerini ve rahiplerini Allah'tan başka ilâh edindiler.'

(Tevbe, 31) buyruğunu Peygamberimiz (s.a.a), 'Onlar onları

Rab diye adlandırmadılar, fakat helâl ve haram kıldıkları meselelerde

onların görüşlerine uydular.' şeklinde açıklamıştır."

 

"Hıristiyanların Hz. Meryem'e gerçek anlamı ile taptıklarını

kanıtlayan ve benim gözümle gördüğüm ilk açık kaynak, Rum Ortodoks

Kilisesinin kitaplarından biri olan 'es-Sevaî' adlı eserdeki

 

1- Nitekim içinde bulunduğumuz 1958 yılının şu günlerinde İsa Peygamberin

(a.s) ilâhlığını reddeden ve onun sadece bir peygamber olduğunu söyleyen

görüş, Amerikalı Hıristiyanlar arasında yaygınlık kazanıyor. Bu konuda tarihçi H.

G. Wels "Kısaca Dünya Tarihi" adlı eserinde şöyle diyor: "Hemen hemen bütün

Hıristiyanların İsa Peygambere ve annesine tapınmaları İsa Peygamberin mesajı

ile bağdaşmaz. Çünkü Markus İncilinde belirtildiği üzere İsa Peygamber, tek

Allah'tan başkasına kulluk edilmesini yasaklamıştır." Adı geçen eser, s. 526-

539.

 

Mâide Sûresi 116-120 .................................................. 339

 

açıklamalardır. Bu kitaba 'Deyr-i Talmid' adındaki bir manastırda

rastlamıştım. O sırada öğrenim hayatımın ilk dönemindeydim. Katolik

çevreler bunu açıkça söylüyor ve bununla övünüyorlar."

"Cizvit adı ile tanınan bir Hıristiyan topluluğu 'el-Maşrık' adlı

dergilerinin yedinci yılında çıkan dokuzuncu sayısının kapağını Hz.

Meryem'in renkli ve nakışlı tasviri ile süslemişti. Bu sayı Papa

dokuzuncu Pius'un papalığa getirilişinin ellinci yılı anısına

adanmıştı. Bu dergide Bakire Meryem'in üzerine hata lekesi

kondurmadan hamile kaldığı söyleniyor, ayrıca Doğu kiliselerinin

de Batı kiliseleri gibi Hz. Meryem'e taptıkları bildiriliyordu."

"Papaz Lewis Şeyhu bu dergideki makalesinde Doğu kiliseleri

ile ilgili olarak, 'Ermeni Kilisesinin, Allah'ın annesi bakire ve temiz

Meryem'e taptığı herkes tarafından bilinen bir husustur.' dedikten

sonra makalesinin başka bir yerinde, 'Kıptî Kilisesi, Allah'ın annesi

bakire ve gıpta edilen Meryem'e tapma imtiyazına sahiptir.' demektedir."

(el-Menâr tefsirinden alınan alıntı burada son buldu.)

 

Yine aynı eserde [el-Menâr'da] Anastas Crimly adlı papazın,

Beyrut Katoliklerinin 'el-Maşrık' dergisinin beşinci yılında çıkan on

dördüncü sayısında yayınlanmış "Bakire Meryem'e Tapınmanın

Geçmişi" adlı makalesinden alıntı yapılmıştır. Bu makalede, Tekvin

kitabından bir bölüm naklediliyor. Bu bölümde, yılanın kadına

ve kadın soyuna düşman olduğu ve kadından kastın bakire Meryem

olduğu belirtildikten sonra şöyle deniyor: "Görmüyor musun

ki, hâlâ hayatta olan İlya nebinin gelişinden önce bu metinde bakire

Meryem'in kastedildiğine dair hiçbir işaret yoktur. İlya nebi,

bakire Meryem'e tapınmayı sembolik ve müphem durumundan

açıklık ve belirginlik alanına çıkarmıştır."

 

"Adı geçen papaz, arkasından İlya nebinin bu konuya kazandırdığı

açıklığı ve belirginliği, -Katolik sıralamasına göre- Üçüncü

Hükümdarlar Babında yer alan, 'İlya nebi kölesi ile birlikte

Carmel'in tepesindeyken kölesine yedi kere denize bakmasını

emretti. Köle yedinci bakışından sonra bir erkeğin avuç içi kadar

bir bulut parçasının denizde belirdiğini gördüğünü haber verdi.' ifadeye

uyarlıyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: Bu bulutun be

 

340................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

lirmesine dayanarak şöyle diyorum: Bu beliren bulut1 Meryem'in

sureti idi. Tefsircilerin açıklamaları bunu doğrulamaktadır. Hatta

bu bulut, Meryem'in sureti olmakla birlikte aslî kirlerden arınmış

hamileliğinin de sureti idi. İşte doğuda bakire Meryem'e tapınmanın

aslı budur. Bu tarih, İsa'dan bin yıl önceye dayanır. Bu konuda

üstünlük, büyük İlya nebiye aittir. Bundan dolayı Carmel sakinlerinin

ataları, peygamberlerden ve öğrencilerinden sonra İsa'nın ilâh

olduğuna inanan ilk kimseler oldukları gibi, bakire Meryem'in nefsi

ve bedeni ile göğe yükselişinden sonra onun adına mabet kuran

ilk kimseler olmuşlardır."2 (Alıntı burada son buldu.)

 

"Hâşâ, sen (her türlü noksanlıktan) yücesin. Gerçek olmadığını bildiğim

bir sözü söylemeye benim hakkım yoktur." Bu ve bunu izleyen

ayet, İsa Peygamberin (a.s) kendine sorulan soruya verdiği cevaptır.

O bu cevabı şaşırtıcı bir edep üslûbu ile veriyor. Şöyle ki:

Cevap vermeye Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederek başlıyor.

Çünkü Allah'a izafe edilmesi yakışıksız sözlerle ansızın karşı karşıya

gelmiştir. Bu yakışıksız sözler, Allah'ın yanında O'na ortak iki

ilâh edinmektir. Allah hakkında işitilmesi veya akıldan geçirilmesi

yakışıksız sözler işiten bir kulun, kulluk terbiyesinin gereği olarak

yapacağı şey Allah'ı noksanlıkların her türlüsünden tenzih etmektir.

Nitekim yüce Allah bu eğitim ve terbiye kuralını çeşitli ayetlerde

vurgulamaktadır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "(Müşrikler,) 'Rahman

(Allah) evlât edindi' dediler. Hâşâ, O (bu yakıştırmadan) yücedir."

(Enbiyâ, 26) "Al-lah'a kızlar isnat ediyorlar; hâşâ, O (böyle

bir yakıştırmadan) yücedir." (Nahl, 57)

 

Sonra kendisi ile ilgili olma ihtimalinden söz edilen suçlamayı

reddetmeye yöneliyor. Bu suçlamanın konusu, insanlara Allah'ın

yanında kendisini ve annesini ilâh edinmelerini söylemiş olup olmadığıdır.

Bu arada Hz. İsa (a.s) ithamın kendisini reddetmemekte,

daha güçlü bir tenzih olsun diye bu ithamın sebebini reddediyor.

Eğer "Böyle demedim, böyle bir şey yapmadım." deseydi, böy-

---------------------

1- Bununla, kölenin denizde belirdiğini gördüğü bulut parçasını kastetmektedir.

2- Bu alıntılara uzun uzun yer verdik. Çünkü bu ifadelerde Hz. Meryem'e niçin

tapındıklarını ortaya koyan ve bazı dinî hurafelerini görmeye imkân veren

açıklamalar vardır ve bu açıklamalar dikkatli araştırıcıların işine yarar.

 

Mâide Sûresi 116-120 ............................................. 341

 

le bir şeyi yapmasının mümkün olduğunu, fakat öyle bir şey yapmadığını

ima etmiş olurdu. Ama, "Gerçek olmadığını bildiğim bir

sözü söylemeye benim hakkım yoktur." diyerek böyle bir şeyi, sebebini

olumsuzlaya-rak reddedince, gerçekte böyle bir sözün dayanağını

reddetmiş oluyor. Bu dayanak da böyle bir söz söylemeye

hakkı olmasıdır. İşte bu hakkı, sonucunu kuvvetle reddedecek bir

kesinlikle reddediyor. Buna şu örneği verebiliriz: Eğer bir efendi

kölesine, "Sana yapmanı söylemediğim şu işi niye yaptın?" dediği

zaman eğer köle, "Ben o işi yapmadım." derse, bu reddetme, olabilecek

olan bir şeyi reddetme anlamına gelir. Ama eğer köle,

"Ben o işi yapamazdım." derse, bu söz işi yapmanın sebebi olan

gücü reddetme anlamına gelir ve köle o işin olmasını bir yana,

olmasının mümkün olabilmesini kökten inkâr etmiş olur.

"Gerçek olmadığını bildiğim bir sözü söylemeye benim hakkım

yoktur." ifadesinde geçen "yekûnu" kelimesi, nahiv kuralları

uyarınca eğer "nakıs" olursa, ismi "en eqûle=söylemek", haberi de

"lî=benim" kelimesi olur ve "lî" kelimesindeki "lâm" harf-i cerri de

mülk anlamına gelir. Bu durumda ayetin anlamı şu şekilde belirginleşir:

"Kendimin malik olmadığım bir şeye başkalarını malik

kılmaya gücüm yetmez, hak olmayan bir sözü söylemeye hakkım

yoktur benim." Yok, eğer "yekûnu" kelimesi "tam" olursa, bu durumda

"lî" kelimesi onunla ilintili ve "en eqûle" kelimesi de faili

olur ve ayetten şöyle bir anlam elde edilir: "Hak olmayan bir sözü

ben söylemem." Birinci şık daha muhtemeldir. Şıkların hangisi

geçerli sayılırsa sayılsın bu söz, fiilin sebebini reddetme yolu ile fiilin

kendisini reddetme anlamını verir.

 

Hz. İsa'nın (a.s), "Eğer böyle bir söz söyleseydim, sen mutlaka

onu bilirdin." ifadesi de İsa Peygamberin (a.s) söz konusu suçlamaya

(ve sorulan soruya) yönelik bir başka reddetme eylemidir.

Burada söz konusu sözün kendisi reddedilmiyor, onun gerekli sonucu

reddedilerek suçlama reddediliyor. Çünkü böyle bir sözün

söylenmiş olması, Allah'ın onu bilmesini gerektirir. Sebebine gelince,

yerde ve gökte hiç-bir şey Allah'tan saklı kalamaz. O herkesin

ne yaptığını denetim altında tutuyor ve her şeyi kuşatmıştır.

İsa Peygamberin (a.s) bu sözünün iki faydalı sonucu vardır: Birincisi,

sadece iddia ile yetinmeyerek söylediği sözü delil ile perçinlemektir.

İkincisi, davranışlarında ve sözlerinde sadece Allah'ın

 

342 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

bilgisine önem verdiğine, başkalarına itina etmediğine, mahlukatın

bilmesini veya bilmemesini umursamadığına, mahlukatla hiçbir

ilişiğinin olmadığına işaret etmektir.

 

Başka bir ifadeyle; soru sormak, doğal olarak bilgisizliğin

muhtemel olduğu durumlarda gündeme gelir ve sorulan soru ile

bilgisizliğin giderilmesi ve bilginin dile getirilmesi amaçlanır. Bu

bilgisizlik ya soruyu soran için söz konusudur ki, eğer soru soran

taraf soru konusunu bilmiyorsa, bu ihtimal geçerlidir. Veya bu bilgisizlik

soruyu sorandan başkası için söz konusudur ki, eğer soru

soran taraf soru konusunu biliyor da bildiğini başkasına iletmek

istiyorsa, bu ihtimal geçerlidir. Yüce Allah'ın İsa Peygambere sorduğu

soru bu kategoriye girer. Böyle bir durumda İsa Peygamberin

(a.s), "Eğer ben böyle bir söz söyleseydim, sen mutlaka onu bilirdin."

şeklindeki cevabı, meseleyi Allah'ın bilgisine havale etmek

ve davranışları ile sözlerinde Allah'ın bilgisinden başka hiçbir şeye

önem vermediğine işaret etme amaçlıdır.

 

Ardından Hz. İsa'nın (a.s) şu sözlerine yer veriliyor: "Sen benim

içimdekini bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem. Çünkü

gayp-leri yalnız sen bilirsin." Böylece bu ifadeyle, yüce Allah'ın bilgisine

cahilliğin karışmasının söz konusu olmadığını dile getiriyor.

İfade, aynı zamanda övgü niteliği taşımakla birlikte, burada övgü

maksadına yönelik değildir. Çünkü makam övgü yeri değil, izafe

edilen ithamdan arınma ve sıyrılma yeridir.

 

İsa Peygamberin "Sen benim içimdekini bilirsin" sözü, "Eğer

ben böyle bir söz söyleseydim, sen mutlaka onu bilirdin." sözündeki

ilâhî bilginin ne denli kapsamlı olması ile ilgili bir açıklama

olduğu gibi, şu gerçeği de vurgulamaktadır: Gerçek hükümdar olan

yüce Allah'ın kıyamet günü bizim davranışlarımıza yönelik bilgisi,

dünya hükümdarlarının halklarının durumu ile ilgili bilgileri

gibi değildir. Dünya hükümdarlarına memleketin durumu konusunda

raporlar verilir. Onlar da bu yolla bazı şeyleri bilirler ve bazı

şeyler bilgileri dışında kalır. Ülkenin bazı durumlarının farkında olurlarken

bazı durumlardan da habersiz kalırlar. Ama yüce Allah

latiftir, her şeyden haberdardır ve bu her şey arasında özellikle İsa

Peygamberin nefsi, iç âlemi de vardır.

 

Bununla birlikte İsa Peygamber, yüce Allah'ın bilgisinin

niteliklerini tam olarak açıklamış olmuyor. Çünkü yüce Allah

 

Mâide Sûresi 116-120 ........................................................ 343

 

lerini tam olarak açıklamış olmuyor. Çünkü yüce Allah içimizden

birinin başkasının durumunu bilmesi gibi bilgi ile her şeyi bilmiyor.

O bildiği şeyi kuşatarak biliyor, oysa O'nu hiçbir şey kuşatamaz.

İnsanlar O'nu bilgileri ile kuşatamazlar. Yüce Allah sınırlanamaz

bir ilâhtır ve O'nun dışında kalan her şey sınırlı ve belirlidir, sınırlı

özünün ötesine geçmesi mümkün değildir. Bundan dolayı İsa

Peygamber (a.s) bu cümleye bir başka cümle ekleyerek, "Sen benim

içimdekini bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem."

diyor.

 

"Çünkü gaypleri yalnız sen bilirsin..." ifadesi ise, "Sen benim

içimdekileri bilirsin..." ifadesinin sebebini açıkladığı gibi, Allah'ın

bilgisinin benzersizliği konusunda başka bir açıdan tam bir açıklama

getiriyor. Bu açıklama şu vehmi ortadan kaldırıyor: Sanılabilir

ki, "Sen benim içimdekileri bilirsin, fakat ben senin özündekini

bilemem." ifadesindeki bilgiye ilişkin hüküm sadece İsa Peygamber

ile Rabbi arasında geçerlidir, başka varlıkları kapsamına

almaz. İşte bu yanılgıyı gidermek için İsa Peygamber, "Çünkü

gaypleri yalnız sen bilirsin." diyerek bütün gaypleri kapsayan eksiksiz

bilginin sadece Allah'a mahsus olduğunu, herhangi bir şeydeki

başkalarına kapalı bilginin Allah için malum olduğunu, o şeyin

Allah tarafından kuşatılmış olduğunu açıklamaktadır.

 

Bunun gerekli kıldığı sonuç, herhangi bir varlığın ne Allah'a ait

gaybı ve ne de yüce Allah tarafından bilinen başka bir varlığa ait

gaybı bilmemesidir. Çünkü söz konusu varlık, özünün sınırlarını

aşamayan bir yaratık iken, yüce Allah bütün gaypleri bilendir. Allah

dışında kalan hiçbir varlık, gaybin hiçbir şeyini, yani ne bütününü

ve ne bir kısmını bilemez.

 

Üstelik yüce Allah'ın herhangi bir şey üzerindeki gayp bilgisinin

bir bölümü bir mahluk tarafından kuşatılırsa, yüce Allah o şeyi kuşattığı

takdirde bu kuşatanın kuşatması gerçek anlamda bir kuşatma

değildir; bilâkis o, Allah'ın kuşatması altındadır ve yüce Allah

kendi dileği ile o mahluku, mülkiyeti altındaki bilginin bir bölümü

üzerinde egemen kılmıştır; ama o bilgi yüce Allah'ın mülkiyet

alanı dışına çıkmış değildir. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Onlar

O'nun bilgisinin sadece O'nun dilediği kadarını kavrayabilirler."

(Bakara, 255)

Eğer o mahlukun kuşattığı bilgi yüce Allah'ın kuşatması altın

 

344............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

da olmazsa, o takdirde yüce Allah'ın bilgi alanı sınırlandırılmış ve

kendisi de mahluk olmuş olur, ki yüce Allah bu nitelemelerden

yüce ve münezzehtir.

 

"Ben onlara, 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' diye

senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim." İsa Peygamber

(a.s), önce kendisine sorulan sözü, sebebini reddederek reddettikten

sonra ikinci kez bunu, asıl görevini aşmadığını belirtmek üzere

"Ben onlara... senin bana emrettiğinden başka bir şey söyledim."

demekle reddediyor. Burada önce reddetmeden, sonra da ispat

etmeden oluşan bir sınırlayıcı, tahsis edici üslûp kullanıyor. Maksadı,

"Allah'tan başka beni ve annem deiki tanrı edinin." sözü ile

ilgili soruya kesin cevap olmasıdır.

İsa Peygamber yüce Allah'ın kendisine söylemesini emrettiği

sözün ne olduğunu, "Allah'a kulluk edin." sözü ile açıklıyor ve arkasından

yüce Allah'ı, "Benim ve sizin Rabbiniz" diye niteliyor.

Maksadı, kendisinin bir kul ve elçi olduğu, insanları kendisinin ve

bütün herkesin Rabbi olan tek ve ortaksız Allah'a çağırdığı konusunda

en küçük bir şüphe izi kalmamasıdır.

Evet, Meryem oğlu İsa (a.s), insanları tevhide çağırdığı süre içinde

çağrısını böylesine net ve açık sözlerle seslendirmişti.

Kur'ân onun bu açık sözlü tutumunu bize, şu ayetlerde olduğu gibi

nakletmektedir: "Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir;

O'na kulluk edin, doğru yol budur." (Zuhruf, 64) "Şüphesiz, Allah

benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; O'na kulluk edin, doğru

yol budur." (Meryem, 36)

"Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici oldum. Fakat

beni tam olarak (onların içinden) alınca, onların (amellerinin) tek koruyucusu

sen oldun. Ve sen her şeyin şahidisin." İsa Peygamber (a.s) bu

sözleri ile Allah tarafından kendisine verilen ikinci vazifesini dile

getiriyor ki, bu görev ümmetinin davranışlarının şahidi ve gözetleyicisi

olmaktır. Yüce Allah bu görevi "Kıyamet günü de o, onlara

şahit olacaktır." (Nisâ, 159) şeklindeki buyruğu ile vurgulamaktadır.

İsa Peygamber (a.s) diyor ki, benim onlar arasındaki görevim,

onlara mesaj iletmekten ve davranışlarını gözetmekten ibaretti.

Mesaj iletme görevimi en açık bir dille yerine getirdim. Gözetleme

görevimi de aralarında bulunduğum sürece yerine getirmeye çalıştım.

Bana verdiğin görevin sınırlarını aşmış değilim. Buna göre, Al

 

Mâide Sûresi 116-120 ........................................ 345

 

lah'ın yanında beni ve annemi ilâh edinmeleri yolunda kendilerine

herhangi bir telkinde bulunmaktan uzağım.

"Fakat beni tam olarak (onların içinden) alınca, onların (amellerinin)

tek koruyucusu sen oldun." ifadesinde geçen "rakîb"

kelimesinin kökleri olan "rukûb" ve "rekâbet" kelimeleri, koruma

anlamına gelir. Ayetin akışından anlaşıldığına göre, bu kelimenin

buradaki anlamı amelleri (davranışları) korumaktır. Burada

"şehîd" kelimesi yerine "rakîb" kelimesinin kullanıldığı anlaşılıyor.

Maksat "şehîd" kelimesini tekrar etmekten kaçınmaktır. Çünkü

arkadan gelen "sen her şeyin şahidisin." cümlesinde "şehîd" kelimesi

yer almaktadır ve bu kelimeyi ikinci kez kullanmayı gerektiren

özel bir sebep yoktur.

 

"onların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun." ifadesi hasır

(sınırlama) anlamı taşır. Bunun gerektirdiği sonuç, yüce Allah'ın

İsa Peygamberin (a.s) hayatı süresince ve ondan sonra da şahit

olduğu gerçeğidir. Buna göre, İsa Peygamberin (a.s) şahitliği başlı

başına bağımsız bir şahitlik değil, aracılık nitelikli bir şahitliktir.

Tıpkı diğer ilâhî düzenlemelerde olduğu gibi. Yüce Allah, bu düzenlemeleri

bazı kullarına havale ediyor; ama sonunda her şeyde tek

yetkili yine O oluyor. Rızk, can verme, öldürme, koruma, hakka

çağrı, hidayet ve benzerleri gibi. Bu konudaki ayetler çoktur ve onları

burada nakletmeye gerek görmüyoruz.

 

Bundan dolayı Hz. İsa (a.s), "Fakat beni tam olarak (onların içinden)

alınca, onların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun."

sözünün sonuna, "Ve sen her şeyin şahidisin." cümlesini eklemiştir.

Böyle demekle, ümmetinin arasındayken yürüttüğü davranışları

gözetleme görevinin, geniş kapsamlı ve mutlak şahitliğin çok

küçük bir parçası olduğunu ifade etmek istemiştir. Bu mutlak şahitlikse,

yüce Allah'ın her şeye olan şahitliğidir. Yüce Allah bütün

varlıkların hem kendilerinin, hem de davranışlarının şahididir. Bu

davranışlar arasında O'nun kullarının davranışları ve kulların davranışları

arasında da İsa Peygamberin (a.s) ümmetinin, gerek onun

zamanındaki, gerekse ondan sonraki davranışları vardır. Yüce

Allah sürekli şahittir. Bu diğer şahitlerle birlikte de, onlarsız da

böyledir.

 

Bundan ortaya çıkıyor ki, şahitlerin şahitliklerine rağmen şahitliği

yüce Allah'a hasretmek, yani sadece O'na mahsus saymak

 

346 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

doğru bir değerlendirmedir. Çünkü İsa Peygamber (a.s) ölümünden

sonra şahitliği Allah'a hasrediyor. Oysa İsa Peygamberden

sonra Allah'ın görevlendirdiği kullarından ve peygamberlerinden

başka şahitler vardır ve bunu İsa Peygamber (a.s) de bilmektedir.

Bunun delillerinden biri, İsa Peygamberin (a.s) Peygamberimizin

(s.a.a) geleceğini müjdelemesidir. Kur'ân bize bu müjdeyi onun

ağzından şöyle naklediyor: "Ey İsrailoğulları, ben size Allah'ın

gönderdiği bir elçiyim. Benden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı ve

benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyiciyim."

(Saff, 6) Öte yandan Kur'ân'da Peygamberimizin (s.a.a) de sözünü

ettiğimiz şahitler arasında bulunduğu şöyle vurgulanıyor: "Seni de

bunlara şahit olarak getireceğimiz zaman..." (Nisâ, 41)

Üstelik şu da var ki, yüce Allah İsa Peygamberin "Fakat beni

tam olarak (onların içinden) alınca, onların (amellerinin) tek koruyucusu

sen oldun." şeklindeki hasır içerikli sözünü naklettikten

sonra bu ifadenin geçersizliği yolunda bir açıklama yapmamıştır.

Buna göre asıl şahit Allah'tır, başkası değildir. Bütün şahitlerin varlığına

rağmen bu böyledir. Yani nasıl her kemâlin ve hayrın gerçeği

Allah'a mahsus ise, şahitliğin gerçeği de sadece Allah'a mahsustur

ve O'nun dışında kemâle, hayra ve güzele malik olanlar yüce

Allah'ın bağışlaması sayesinde bu sıfatlara sahiptirler ve O'nun

bu sıfatları başkalarının mülkiyetine vermesi, O'nun mülkiyetinin

ve egemenliğinin ortadan kalkmasını, geçersiz olmasını

gerektirmez. Bu anlattıklarımız üzerinde enine-boyuna düşünmek

gerekir.

 

Bu iki ayette İsa Peygamberin durumu hakkında verilen bilgilerden

açıkça anlaşılıyor ki, onun insanların kendi hakkındaki sözleri

ile ilgisi yoktur ve O, onların yaptıklarından sorumlu değildir.

Bundan dolayı sözlerini, "Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin

kullarındır..." diye noktalamaktadır.

 

"Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin kullarındır. Eğer günahlarını

affedersen şüphe yok ki, sen izzet ve hikmet sahibisin." İsa Peygamber

(a.s) yaptığı savunmada şunu açıklığa kavuşturmuştu: İnsanlarla

ilgili görevi ilâhî mesajı iletmekten ve şahitlik işlevini yerine

getirmekten ibarettir. O, onlar arasında sadece bu görevleri

ile meşgul oldu, bu görevini aşıp hakkı olmayan işlere girişmedi. O

 

Mâide Sûresi 116-120 .......................................... 347

 

hâlde onların ağızlarından çıkan küfür içerikli sözden sorumlu değildir.

Bu açıklamayı yapınca da ortaya şu gerçek çıktı ki, onlarla

Rableri arasındaki onlara yönelik ilâhî hükümle hiçbir ilgisi yoktur.

Bundan dolayı daha önceki sözleri ile bağlantısız olarak yeni bir

söze girdi ve "Eğer onları azaba çarptırırsan..." dedi.

Bu ayet, Hz. İsa'nın (a.s) daha önceki açıklamasının yerine konulma

gibi bir konuma sahiptir. Dolayısıyla da ayetin anlamı şudur:

Ümmetimin içine düştüğü çirkin müşriklikten ben sorumlu

değilim. Onların işlerinin içinde bulunmadım ki, onlar hakkında dileğin

uyarınca vereceğin hükümde onlarla ortak olayım. Onlar, senin

haklarında vereceğin hükümle baş başadırlar. Onlara sen ne

istersen onu yaparsın. Eğer onları, sana ortak koşanlar hakkında

cehennem azabını gerekli kıldığın hüküm gereği azaba çarptırırsan

[ve onlar hakkındaki hükmün böyle olursa], onlar senin kullarındır.

Onlar hakkında ne gibi tedbirler alacağını kararlaştıracak

olan sensin. Müşriklikleri yüzünden onları gazabına uğratmak senin

elindedir. Çünkü sen gerçek mevlâsın ve kulların işi mevlânın

elinde olur. Eğer onların yaptıkları bu büyük zulmün izlerini silerek

onları affedersen, sen Aziz ve Hakîmsin; izzetin ve hikmetin hakkı

sana aittir. (Aziz demek, başkasında bulunmayan güç ve kudrete

sahip olan demektir. Hakîm ise herhangi bir işe ancak uygun olduğu

takdirde girişen anlamına gelir.) Buna göre Aziz, özellikle

aynı zamanda Hakîm de olduğu takdirde büyük zulmü affedebilir.

Çünkü eğer bir kimse kendisinde izzet ile hikmet bir araya gelerek

bir işi yaparsa, bu izzet [mutlak güç] ve hikmet sonucu hiçbir güç

ona karşı duramaz ve verdiği hükme karşı hiç kimse bir şey diyemez.

 

Bu açıklamadan çıkan sonuçlar şunlardır:

1- "Onlar senin kullarındır." ifadesi "Sen onların gerçek

mevlâsı-sın" demektir. Çünkü Allah'ın fiillerini anlattıktan sonra

O'nun isimlerini hatırlatmak, Kur'ân'ın alışılmış bir ifade özelliğidir.

Bu ayetin sonunda olduğu gibi.

 

2- "Sen izzet ve hikmet sahibisin." ifadesi hasır amaçlı değil,

tekit amaçlı bir ifadedir; fasıla zamirine ["ente" kelimesine] yer

verip, gra-matik açıdan haber olan "el-aziz" kelimesinin başına

"el" takısını getirmek, anlamı pekiştirmek içindir. Şu hâlde ayetin

anlamı, "Senin izzetin ve hikmetinde en ufak bir şüphe kırıntısı

 

348 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

yoktur. Buna göre eğer onları affedersen sana itiraz etmek yersizdir

" şeklinde olur.

 

3- Meryem oğlu İsa (a.s) ile Rabbi arasında geçen karşılıklı

konuşmaları içeren bu sahne, karşı durulmaz ilâhî azametin hâkim

olduğu bir sahnedir. Böyle bir ortamda kul tarafının son amaç

olan Allah'a karşı kulluk zilletinin edebini titizlikle gözetmesi gerekir.

Bunun için de yol göstermekten, cilve yapmaktan, sözü uzatmaktan

ve laf kalabalığından sakınması, dua ve istek yolu ile

duruma [Allah'ın işine] müdahale etmekten kaçınması lâzımdır.

İşte bundan dolayı İsa Peygamber (a.s), "Eğer onları affedersen

sen izzet ve sahibisin." diyor, "Sen affedici ve merhametlisin"

demiyor. Çünkü her şeye galip gelen ilâhî azamet ve üstün haşmet

ortaya çıktıktan sonra kula, O'na sığınmaktan, kulluk zilletini,

kölelik zavallılığını, mutlak köleliği benimseyen bir tavır takınmaktan

başka bir çare bırakmıyor. Bu ortamda sözü uzatmak büyük

bir günah olur.

 

İbrahim Peygamberin "Bana uyanlar bendendir; bana karşı

çıkanlara gelince, sen affedici ve merhametlisin." (İbrahîm, 36)

şeklindeki sözlerine gelince, bu sözler dua ortamında söylenmiştir

ve böyle bir ortamda kul, elinden geldiğince rahmet kaynağını harekete

getirmeye çalışabilir.

 

"Allah dedi ki: Bu, doğrulara doğruluklarının fayda sağlayacağı gündür."

Bu ifade kinaye yolu ile Meryem oğlu İsa Peygamberin (a.s)

doğruluğunu dile getiriyor. Çünkü İsa Peygamberden açıkça söz

edilmiyor, kastedilenin o olduğunu dolaylı olarak makamdan

anlıyoruz.

 

Doğruların doğruluklarından maksat dünyadaki doğruluklarıdır,

ahiretteki değil. Çünkü bu cümleyi, "Onlar için altından çeşitli

ırmaklar akan cennetler vardır." ifadesi izliyor. Açıktır ki bu ifade,

onların doğruluklarının Allah katındaki mükâfatının açıklamasıdır.

İşte bu, doğrulukları gerekçesi ile elde edecekleri faydadır.

Ahiretteki davranışlar ve tutumlara -bu arada ahiret ehlinin doğruluğuna-

gelince, bunlar sahiplerine mükâfat anlamında faydalı sonuç

sağlamaz. Başka bir ifadeyle ahiretteki davranışlar ve tutumlar,

dünyadaki davranışlar ve tutumlar gibi mükâfat veya ceza ile

karşılanmaz. Çünkü ahirette yükümlülük yoktur ve mükâfat ile

 

Mâide Sûresi 116-120 ................................................. 349

 

ceza yükümlülüğün sonuçlarındandır. Dünya nasıl amel ve yükümlülük

yurdu ise, ahiret de hesap ve mükâfat-ceza yurdudur. Şu ayetlerde

buyrulduğu gibi: "Hesap görüleceği gün..." (İbrâhîm, 41) "O

gün yaptıklarınızın karşılığı size verilir." (Câsiye, 28) "Bu dünya hayatı

(kısa) bir geçinmedir. Ahiret ise ebedî olarak kalınacak bir

yurttur." (Mü'min, 39)

 

İsa Peygamberin (a.s) dünyadaki durumu hakkında verdiği

bilgi, hem sözlerini, hem de davranışlarını içerir. Yüce Allah da onun

doğruluk üzere olduğunu onaylıyor, onu doğru olarak anlatıyor.

Ayette sözü edilen doğruluk, davranışlarda doğruluğu içerdiği

gibi sözlerde de doğruluğu içerir. Buna göre, dünyada sözlerinde

ve hareketlerinde doğru olanlar, kıyamet günü doğruluklarının

faydasını görürler. Onlar için vaat edilen cennetler vardır. Hem

kendileri hoşnut ve razıdırlar, hem de Allah'ın hoşnutluğuna

mazhardırlar [yüce Allah onlardan razıdır] ve büyük başarıya kavuşan

kimselerdir.

 

Üstelik şu da var ki, sözlerdeki doğruluk, açıklık ve davranışın

ikiyüzlülükten arınmış olması anlamına gelen davranış doğruluğunu

da kaçınılmaz şekilde beraberinde getirir ve böylece insanı

iyiliğe, sâlaha ulaştırır. Nitekim rivayete göre, adamın biri Peygamberimizden

(s.a.a) kendisine bir öğüt vermesini ister. Peygamberimiz

de ona yalan söylememesini tavsiye eder. Adamın

sonradan anlattığına göre, Peygamberimizin bu tavsiyesi onu bütün

kötülüklerden alıkoymuştur. Çünkü karşısına her kötülük çıktığında

düşünmüş ki, eğer o kötülüğü işler de o konuda bir soruya

muhatap olursa, kendi aleyhine tamam olacak bir itirafta bulunacak,

soranlara o kötülüğü açıklamak zorunda kalacaktır. İşte bu

korku yüzünden o kötülüğü işlememiştir.

 

"Onlar için altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler

vardır. Allah onlardan razıdır, onlar da O'ndan razıdırlar. İşte büyük

kurtuluş, büyük başarı budur." Allah'ın huzuruna doğruluk birikimi

ile geldikleri için Allah onlardan razıdır ve Allah'ın kendilerine

verdiği mükâfat sebebi ile de onlar Allah'tan razıdırlar.

Yüce Allah burada, onların kendilerinden razı olduğunu

söylüyor. "Onun sözünden razı oldu." (Tâhâ, 109) ve "Eğer şükrederseniz,

o bu davranışınızdan razı olur." (Zümer, 7) ayetlerinde olduğu

gibi, davranışlarından razı olduğunu söylemiyor. Bu iki razı

 

350 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

olma türü arasında fark vardır. Çünkü bir şeyden razı olmak, onu

istemezlikle karşılamayıp geri çevirmemek demektir. Buna göre

insanın düşmanı onun hoşlanacağı bir davranışta bulunabilir, oysa

kişi onun kendisinden nefret etmektedir. Nitekim insanın sevdiği

bir dostu da hoşuna gitmeyecek bir davranış yapabilir.

"Allah onlardan razıdır." ifadesi, yüce Allah'ın onların kendilerinden

razı olduğuna delâlet eder. Bilinen bir gerçektir ki, Allah'ın

on-ları yaratmadaki amacı gerçekleşmedikçe onların kendilerinden

razı olmaz. Yüce Allah, "Ben insanları ve cinleri ancak bana

kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 56) buyuruyor. Demek ki, Allah'ın

insanı yaratmaktaki amacı kulluktur. Buna göre kul, ancak

kullukta örnek ol-duğu zaman Allah onun kendisinden razı olur.

Yani kendisini, her şeyin Rabbi olan Allah'a kul bilmeli, bunun sonucu

olarak gerek nefsini, gerekse kendi dışındaki her şeyi Allah-

'ın, rububiyeti (Rabliğine) karşısında teslim olan mülkü olarak

görmeli, sadece O'na yönelmeli ve sadece O'na başvurmalıdır.

Tıpkı şu ayette Hz. Süleyman ve Hz. Eyyup hakkında buyrulduğu

gibi: "Ne güzel bir kuldur o. O sürekli bize yönelir." (Sâd, 44)

İşte bu, yüce Allah'ın o kulun kendisinden razı olduğunun anlamıdır.

Bu ise, kulluk makamlarından biridir. Bunun gerçekleşebilmesi

için insan nefsinin, küfrün her çeşidinden ve fasıklıktan arınmış

olması gerekir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Allah, kullarının

kâfir olmasına razı olmaz." (Zümer, 7) "Hiç şüphesiz Allah

fasıklardan razı olmaz." (Tevbe, 96)

 

Bu makamın sonuçlarından, belirtilerinden biri şudur: Kulluk

şuuru kulun nefsine yerleştiğinde, gözünün gördüğü ve basiretinin

ulaştığı her şeyi Allah'ın emrine teslim olmuş ve onun mülkü olarak

gördüğünde, kendisi de Allah'tan razı olur. Çünkü Allah'ın

kendisine verdiği her şeyi, vermek zorunda olmadığı bir bağış, bir

ilâhî cömertlik ve nimet olarak sayarken, Allah'ın vermediği şeylerin

verilmemesinin de mutlaka bir hikmete dayandığını düşünür.

Üstelik yüce Allah bu mertebeye ermiş kimselerin cennetteki

durumunu, "Onlara diledikleri her şey verilir." (Nahl, 31. Furkan, 16)

diye tasvir ediyor. Bilindiği gibi, dilediği her şeyi önünde bulan insanın

razı ve hoşnut olmaması mümkün değildir. Bu durum, insanın

kul olarak mutluluğunun zirve noktasıdır. Bundan dolayı bu

 

Mâide Sûresi 116-120 ............................................... 351

 

ayet, "İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur." ifadesi ile noktalanmıştır.

 

"Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği

Allah'a aittir. Onun gücü her şeye yeter." Ayette geçen "mülk"

kelimesinin bir başka okunuş şekli olan "milk", nesneler üzerindeki

özel bir egemenlik demektir. Bunun belirtisi mülk sahibinin

tasarruf edebildiği alanda iradesinin geçerliliğidir. "Mülk" ise nesneler

arasındaki düzenle ilgili özel bir egemenliktir. Bunun belirtisi

de gücün etkili olduğu alanda iradenin geçerli olmasıdır. Daha sade

bir ifade ile "milk" fertle, "mülk" ise toplumla bağlantılıdır.

İradenin bilfiil geçerli olmasını sağlayan mülk, güçle sınırlı veya

destekli olduğu için güç tam ve mutlak olunca, mülk de mutlak

olur; hiçbir şeyle ve hiçbir durumla kayıtlı olmaz. İşte bu inceliğin

vurgulanması amacı ile, "Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan

tüm varlıkların egemenliği Allah'a aittir." ifadesini, "Onun

gücü her şeye yeter." cümlesi izlemiştir.

 

Sure, mutlak egemenliğe (mülke) delâlet eden bu ayetle sona

eriyor. Surenin bütünü ile bu ayet arasındaki ilişki açıktır. Çünkü

surenin amacı, kulları taahhütlerini ve Rablerine verdikleri sözleri

yerine getirmeye teşvik etmektir. O mutlak hükümdar olduğuna

göre, onlara mutlak mülkiyet altındaki kullar olmanın dışında bir

sıfat kalmıyor. Onlara düşen tek görev Allah'ın emirlerine ve yasaklarına

kesin olarak uymak, verdikleri sözleri ve üstlendikleri

taahhütleri çiğnemeksizin yerine getirmektir.