www.MizanTefsiri.com

 

106- Ey inananlar! Sizden birinize ölüm gelip çatınca, vasiyet

edeceği zaman aranızdaki (gereken) şahitlik, sizden (Müslümanlardan)

adalet sahibi olan iki kişi(nin şahadeti)dir veya yeryüzünde

yolculuk ederken başınıza ölüm musibeti gelirse, (Müslüman bulamadığınız

takdirde) sizden (Müslümanlardan) olmayan (kitap

ehli) iki kişi(nin şahadeti)dir. Eğer (bu gayrimüslimlerin şahitlikleri

konusunda) kuşkuya düşerseniz, namazdan sonra onları

alıkorsunuz; onlar da 'Akraba da olsa şahitliğimizi hiçbir paraya

satmayacağız ve Allah'ın şahitliğini saklamayacağız, yoksa biz elbette

günahkârlardan oluruz." diye Allah'a yemin ederler.

 

107- Eğer daha sonra bu şahitlerin günah işledikleri anlaşılırsa,

(vasiyete) daha yakın olan iki kişinin (şahidin) haklarına tecavüz

etmek istediği kimselerden olmak üzere iki başka kişi onların

yerine geçer ve "Mutlaka bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden

daha gerçektir ve biz (hakka) tecavüz etmedik, yoksa biz elbette

 

Mâide Sûresi 106-109 .......................................................................................... 269

 

zalimlerden oluruz. diye Allah'a yemin ederler.

 

108- Bu, şahitliği gerektiği gibi yapmalarına veya yeminlerinden

sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına daha yakın

ve uygundur. Allah'tan korkun ve O'nu dinleyin. Allah, yoldan çıkan

topluluğu doğru yola iletmez.

 

109- Allah'ın, elçileri toplayacağı gün(den korkun ki, Allah),

"Size ne cevap verildi?" diye soracak. Onlar da "Hiçbir bilgimiz

yok, şüphesiz ancak sen gaypleri bilensin" derler.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Okuduğumuz ayetlerin ilk üçü şahitlik hakkındadır. Sonuncusu

da anlam bakımından belirli bir oranda ilk üç ayetle ilişkilidir.

"Ey inananlar! Sizden birinize ölüm gelip çatınca, vasiyet edeceği

zaman aranızdaki (gereken) şahitlik, sizden (Müs-lümanlardan) adalet sahibi

olan iki kişi(nin şahadeti)dir... yoksa biz elbette zalimlerden oluruz,

diye Allah'a yemin ederler." Bu iki ayetin içeriğinden çıkan sonuç

şudur:

Eğer bir Müslüman yolculuk sırasında vasiyet yapmak isterse,

iki sözüne güvenilir Müslümanı vasiyetine şahit tutar. Eğer iki Müslüman

şahit bulamazsa, Müslüman olmayan, fakat Ehlikitap'tan

olan iki kişiyi şahit tutar. Eğer ölünün velileri vasiyetle ilgili bu şahitliğin

doğruluğu konusunda şüpheye düşerlerse, şahitler namazdan

sonra bir kenara çekilerek kendilerine şahitliklerinin doğru

olduğuna dair Allah'ın adı üzerine yemin ettirilir. Böylece aradaki

çatışma ortadan kalkmış olur. Eğer ölünün velileri şahitlerin

yalan söylediklerini veya yüklendikleri bu emanete ihanet ettiklerini

bilirlerse, ilk iki şahidin yerine başka iki şahit geçirilir ve bu sefer

yeni şahitler ilk şahitlerden farklı olan şahitliklerini ortaya koyarlar.

Ama önce onlara da o konuda yemin verdirilir.

Bu iki ayetten anlaşılan anlam budur. Ayetin başındaki "Ey inananlar!"

ifadesi müminlere yönelik bir hitaptır. Yani hüküm sadece

müminlere mahsustur. Ayetteki "şehadet'u beynikum izâ

hazare aha-dekum'ul-mevtu hîn'el-vasiyyet'i isnan'i zevâ adl'in

minkum" ifadesinde, müptedanın haberi bölümünde muzaf takdir

edilmiştir; aslı şöyledir: "Şehadet'u beynikum... şehadet'u zevî

adl'in minkum." [Sizin aranızda gerçekleşecek şahadet... sizden

 

270 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

olan iki kişinin şahadetidir.] Veyahut müpteda olan "şehadet" kelimesi,

şahit anlamında kullanılmıştır. Bu durumda maksat, şahitlerin

sayı itibariyle iki olması gerektiğini vurgulamaktır. Dolayısıyla

mastar olan şahadet kelimesi, burada ism-i fail anlamında kullanılmıştır;

şu ifadelerde olduğu gibi: "Racul'un adl ve reculan-i adl"

(yani bir adil kişi ve iki adil kişi).

 

Ayette sözü edilen "ölümün gelip çatması" ifadesi, vasiyet etmeyi

gerektiren bir durumun ortaya çıkması anlamına gelen kinayeli

bir ifadedir. Çünkü insanlar doğal yapı olarak ölüm ihtimalini

ortaya koyan bir durum meydana gelmedikçe, bu tür meselelerle

meşgul olmaz-lar. Ölüm ihtimalini gündeme getiren durum ise,

normalde insanı ölümle karşı karşıya getirecek şekilde ağır hastalıktır.

Ayetteki "hîn'el-vasiyye=vasiyet edeceği zaman" ifadesi şahadet

kelimesi ile bağlantılı bir zarftır. Yani, "vasiyet edeceği zaman

olması gereken şahitlik" demektir. Yine ayetteki "adl" kelimesi -ki

mastardır- bir konu ile ilgili doğruluk demektir. Kelimenin kullanıldığı

yerin ortaya koyduğu ip uçtan, bu doğruluğun din ile ilgili

olduğu anlaşılıyor. Bundan da kesin olarak anlaşılıyor ki, ayetteki

"sizden" ve "sizden ol-mayanlar" ifadelerinden maksat, Müslümanlar

ile gayrimüslimlerdir, yoksa akrabalar ile aynı aşiretten

olanlar değildir.

 

Çünkü "isnani=iki kişi" ve "aherani= iki başka kişi" ifadeleri

birbirinin karşıtı olarak yer aldıktan sonra "isnani=iki kişi" ifadesi

"zevâ adl'in=adalet sahibi" ve "minkum=sizden" ifadeleri ile sıfatlandırıldığı

hâlde, "aherani=iki başka kişi" ifadesi "min

ğayrikum=sizden olmayan" ifadesi ile vasıflandırılmış, adil olmakla

sıfatlandırılmamıştır. Dinde doğ-ru olup olmamakla sıfatlanmak,

Müslüman'da ve Müslüman olmayanda farklılık gösterir. Aksi hâlde

eğer şahitler, şahit tutanın akrabaları veya kabilesinin mensupları

ise bunlarda adil olmayı gözetmek ve eğer şahitler adamın

yabancıları ise bu şartı gözetmemek yersiz olurdu.

Buna göre "ev aheran-i min ğayrikum=veya sizden olmayan iki

başka kişi" ifadesi, sıralama gözeten bir şıklara ayırmadır. Yani

eğer orada Müslümanlar varsa, onlardan iki kişiyi şahit tutar. Eğer

orada sadece gayrimüslimler varsa, onların ikisini şahit tutar. Bu

 

Mâide Sûresi 106-109 ............................................... 271

 

anlam incelikleri, konunun sağladığı karineden çıkıyor.

Yine aynı karine "in entum darabtum...=yeryüzünde yolculuk

ederken başınıza ölüm musibeti gelirse" ifadesinin "ev aheran-i

min ğayrikum=sizden olmayan iki başka kişi" ifadesi ile bağlantılı

bir kayıt olmasını gerektiriyor. Çünkü Müslüman, normal şartlarda

Müslüman toplumda yaşadığı için, yurdunda otururken Müslüman

olmayanlardan iki kişiyi şahit tutmak zorunda kalmaz. Ama yolculuk

ve gezgincilik durumu böyle değildir. Böyle durumlarda bu tür

olaylarla karşılaşılabilir, şahit ve benzeri ihtiyaçlar için gayrimüslimlerden

yararlanma zorunluluğu ortaya çıkabilir.

 

Makam karinesi, yani Allah'ın kelâmından edindiğimiz anlayışa

bağlı olarak hüküm ile konu arasındaki ilişkiden anlaşılıyor ki,

buradaki gayrimüslimlerle Ehlikitap kastediliyor. Çünkü yüce Allah'ın

kelâmı hiçbir zaman müşriklere keramet (üstünlük) atfetmez.

Ayetteki "namazdan onları alıkorsunuz." ifadesi, onları engellersiniz,

durdurursunuz demektir. Yani ifadede yer alan "hapsetmek"

durdurmak, alıkoymak demektir. "Allah'a yemin ederler"

yani şahitler... "eğer kuşkuya düşerseniz" yani vasinin vasiyetle ilgili

açıklaması veya vasiyet konusu olan mal ya da vasiyetin niteliği

hakkında şüpheye düşerseniz... Yapılacak yeminin içeriği ise,

"akraba da olsa, şahitliğimizi hiçbir paraya satmayacağız." ifadesidir.

Yani vasiyet eden kişinin iddiası hakkındaki şahitliğimizi, o

kişi akrabamız bile olsa, birkaç paraya satmayız.

Şahitliği az bir bedel karşılığında (birkaç para için) satmak

demek şahidin mal, mevki veya akrabayı kayırma duygusu ile şahitliğinde

doğrudan sapması demektir. Böyle olunca dünyevî bir

bedel karşılığında şahitliğini harcamış olur ki, o bedelin miktarı ne

olursa olsun, Kur'ân deyimi ile "az bir bedel"dir.

Bir tefsir bilgini bu yemin metnindeki "bi-hi" zamirinin yemine

raci olduğunu ileri sürmüştür. O zaman yeminin anlamı "Bu yeminimizi

az bir bedel karşılığı satmayız" şeklinde olur. Bu yorum,

yeminin iki kere yapılmasını gerektirir ki, ayette buna dair bir delâlet

yoktur.

"Allah'ın şahitliğini saklamayacağız." Yani gerçeğe aykırı şahitlik

yapmayız. "yoksa biz elbette günahkârlardan oluruz." Yani

 

272 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

günah yüklenmiş oluruz. Bu cümle, "şahitliğimizi hiçbir paraya

satmayacağız." ifadesine matuftur ki, açıklama amaçlı atıf gibi bir

konuma sahiptir.

"Allah'ın şahitliği" ifadesinde şahitliğin Allah'a izafe edilmesinin

iki anlamı olabilir. Birincisi, olup bitenlere şahitler nasıl şahit

ise Allah da şahittir. Bu anlamda şahitlik şahitlerin olduğu gibi Allah'ın

da şahitliğidir. Aslında onun malik olma önceliği olduğu için

bu şahitlik gerçekten ve asaleten Allah'a ve tabaiyyet yolu ile şahitlere

aittir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şahit olarak Allah

yeterlidir." (Nisâ, 79) "İnsanlar O'nun bilgisinin sadece dilediği

kadarını kavrayabilirler." (Bakara, 255)

Şahitliğin Allah'a izafe edilmesinin öbür anlamı şu olabilir: Şahitlik,

Allah'ın kulları üzerindeki bir hakkıdır. Kulların bu görevi değiştirmeksizin

ve saklamaksızın yerine getirmeleri gereklidir. O

zaman Allah'ın şahitliği demek, Allah'ın dini demek gibi bir anlam

taşır. Bu deyimde din Allah'a izafe ediliyor. Oysa onun bağlıları kullarıdır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şahitliği Allah için

yapın." (Talâk, 3) "Sakın şahitliği saklamayın." (Bakara, 283)

 

"Eğer daha sonra bu şahitlerin günah işledikleri anlaşılırsa..."

Ayetin orijinalinde geçen "usire" fiilinin mastarı olan "usûr" kelimesi,

"ala" harf-i cerr edatı ile kullanıldığında, bilmek ve bulmak

anlamına gelir. Bu ayet, şahitlerin ihanet ettikleri ve şahitliklerinde

yalan söylediklerinin ortaya çıkması ile ilgili hükmü bildiren bir

açıklamadır.

"İstehakka ismen" yani ihanet ettiler, günah işlediler.

"İstehakk'ar-racul" ifadesi, "kişi günah işledi" anlamına gelir.

"İstehakka fulan'un ismen alâ fulan" ifadesi, kinaye yoluyla birinin

bir başkası hakkında cinayet işlediği ve ona hıyanet ettiği anlamında

kullanılır. İşte bu yüzden "istahakka aleyhim'ulevleyani=

ölüye ve vasiyete daha yakın olan iki şahidin yalan söyleyerek

ve hıyanet ederek haklarını çiğnedikleri" ifadesinde,

"istahakka" fiili "alâ" edatıyla geçişli kılındı. Aslında "ista-hakk'arraculu"

ifadesi, kendi hakkında günah veya cezanın ispatlanmasını

ve onu hakettiğini istemesi anlamına gelir. Dolayısıyla bu ifadenin

kinaî kullanımı, talebin söz konusu edilip matlubun irade edilmesi;

araç ve yolun, amaç ve hedef yerine konuluşuna örnek teşkil

 

Mâide Sûresi 106-109 .......................................................... 273

 

eder.

"İstehakka ismen" ibaresinde "ism (=günah)" kelimesine yer

veril-mesi, daha önceki yemin metnindeki "yoksa biz elbette günahkârlardan

oluruz." ifadesine dayanır.

"iki başka kişi onların yerine geçer." Yani ilk iki şahidin yalan

söyledikleri ve hainlik ettikleri tespit edildiği takdirde, başka iki

şahit onların yerine geçer ve ilk iki şahidin yalan söylediklerine ve

hıyanet ettiklerine dair onların aleyhinde yemin ederek şahitlik

yaparlar.

"(vasiyete) daha yakın olan iki kişinin (şahidin) haklarına tecavüz

etmek istediği kimselerden olmak üzere..." Bu ifade, hâl

konumundadır. Yani bu yeni iki şahit, ölüye vasiyet bakımından

öncelikli ve yakın olan ilk iki şahidin şahitliklerinden zarar gördükleri

kimselerden olmak üzere. Fahr-i Razi, tefsirinde bu ifadeyi bu

şekilde açıklamıştır.

İlk iki şahidin zarar dokundurduğu kimselerden maksat, ölünün

velileri ve yakınlarıdır. Ayetin özetle anlamı şudur: Eğer iki şahidin

yalan söyleyerek ölünün yakınlarına haksızlık ettikleri belirlenirse,

günaha girdikleri ortaya çıkmadan önce ölüye daha yakın olan bu

ilk iki kişinin haksızlık ettiği ölü yakınlarından iki başka şahit, ilk

iki şahidin yerine geçer.

 

Bu anlam, ifadedeki "istahakka" fiili malum kalıbında okunduğu

takdirde böyledir. Bu okunuş, Hafs tarafından rivayet edilen

Asım'ın okuyuş biçimidir. Ama cumhurun kıraat biçimi, meçhul

kalıbındadır; yani "ustuhikka" şeklindedir. Bu durumda, anlaşıldığı

kadarıyla "evle-yan" kelimesi, geriye bırakılmış müptada ve

"feaheran-i yekûmani..." ifadesi, öne geçirilmiş haber olur. Haber

cümlesinin öne geçmesinin sebebi ise, ona yapılmak istenen vurgudur.

O hâlde ayetin anlamı şöyle olur: Eğer bu şahitlerin günah

işledikleri anlaşılırsa, artık ölüye yakın olan, iki başka kişi olur.

Haklarına tecavüz edilmek istenen ölünün velilerinden olan bu iki

kişi, ilk iki şahidin yerine geçer.

 

Ebu Bekir, Hamza, Halef ve Yakup yolu ile gelen bir başka rivayete

göre söz konusu kelime Asım tarafından "evvelîn" şeklinde,

yani "ahir" kelimesinin zıddı olan "evvel" kelimesinin çoğul

sıygası olarak okunmuştur. O zaman ölünün velileri, önde gelenle

 

274............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

ri anlamına gelecek olan bu kelime, "ellezîne" edatının sıfatı veya

bedeli konumunda olur.

 

Tefsirciler, bu ayetin bölümlerinin edebiyat açısından değerlendirme

hususunda o kadar çok alternatifler ileri sürmüşler ki,

eğer ayetle ilgili tam anlam elde etmek için bu alternatifleri birbirine

eklersek, yüzlerce değişik edebî değerlendirme ortaya çıkar.

Nakledildiğine göre Zeccac bu ayetin terkip bakımından en zor

Kur'ân ayeti olduğunu söylemiştir.

 

Biz burada ayetin hiçbir zorlamaya girişmeksizin ilk plânda anlaşılan

anlamına yer verdik, tefsircilerin ileri sürdükleri diğer muhtemel

anlamları araştırmaya kalkışmadık. Çünkü bu anlamları

çoğaltmak, ifadeyi daha belirsiz hâle getirip okuyucuyu daha çok

şaşkınlığa düşürmekten başka bir şey kazandırmaz.1

"Allah'a yemin ederler" cümlesi, "iki başka kişi onların yerine

geçer" cümlesinin uzantısı ve ilk cümle sebep, ikinci cümle ise

sonuç konumundadır. "Allah'a yemin ederler." Yani ölünün yakınlarından

o-lan sonraki iki şahit, "bizim şahitliğimiz" önceki şahitlerin

yalancılıklarını ve ihanetlerini içermesi bakımından, "onların

şahitliğinden daha gerçektir." Yani ilk iki şahidin vasiyet konusundaki

iddiaları bakımından daha doğrudur. "Biz hakka tecavüz

etmedik." yani o iki şahidin şahitliklerinin tersine olan şahitliğimizde

onlara haksızlık etmedik. "Yoksa biz elbette zalimlerden

oluruz."

 

"Bu, şahitliği gerektiği gibi yapmalarına veya yeminlerinden sonra

yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına daha yakın ve uygundur."

Bu ayet, bu hükmün ortaya konmasının hikmetini açıklıyor. Denmek

istenen şudur: Yüce Allah'ın düzenlediği tarzı ile bu hüküm,

gerçeğe ulaştıracak en güvenilir yoldur. Şahitlerin, şahitliklerinde

haksızlığa düşmemeleri, şahitlikleri kabul edildikten sonra durumda

değişiklik meydana gelerek şahitliklerinin reddedilmesinden

çekinmelerini sağlayacak en etkili metottur.

Sebebine gelince, insan ihtiras sahibidir. Bu ihtiras onu elinden

geldiği oranda şahsî menfaat sağlamaya, arzu ettiği her şeyi

 

1- İhtimalleri bilmek isteyen, Alûsî'nin Ruh'ul-Maâni adlı tefsirinin yedinci

cildine, Mecma'ul-Beyan tefsirine, Fahreddin-i Razi'nin tefsirine (el-Kebîr Tefsiri)

ve bu hususta ayrıntılara yer veren diğer tefsir kitaplarına başvurabilir.

 

Mâide Sûresi 106-109 ................................................. 275

 

ele geçirmeye çağırır. Eğer onu böyle davranmaktan caydıracak

bir engel olmazsa yapacağı budur. İnsan bu şekilde şahsî menfaati

peşinde koşarken, bu menfaatin hakkı olup olmadığına

bakmaz. Bu uğurda başkalarının hakkına tecavüz etmekten, zulümden,

saldırganlıktan çekinmez. Onu saldırganlıktan caydırmanın

iki yolu vardır. Ya siyasî, cezaî ve toplumsal kınama şeklinde

ortaya çıkan dış kaynaklı bir engel devreye girer veya kendi vicdanı

haksızlık yapmasına engel olur. En etkili vicdanî engel, Allah inancıdır.

Çünkü kulların varacakları son yer, davranışlarının hesabının

görüleceği, kesin hükme bağlanacağı ve karşılıklarının tam

olarak verileceği nihaî makam, Allah'ın huzurudur.

Vasiyet konusunda gerçeği bilmenin ve doğrunun ortaya çıkarılmasının,

ölünün vasiyet ettiği iki şahidin şahitliğinden başka bir

yolu olmadığı böyle bir durumda, bu şahitlikleri doğruya en yakın

bir niteliğe kavuşturmanın en kesin çaresi, ilk olarak o iki şahidin

Allah'a olan imanlarından yararlanmaktır ve O'na dayanmaktır ki,

bu onları Allah'a yemin ettirmekle gerçekleşir; ikinci olarak da yalan

söyledikleri ortaya çıktığı takdirde, onların yerine ölünün vârislerinin

yeminine başvurmakla olur.

 

Bu uygulama, yani önce ölünün tuttuğu şahitlere yemin ettirmek,

arkasından mirasçılara yemin verdirme uygulaması, her iki

şahit çiftinin doğruyu söylemelerini sağlayacak, yeminlerinin reddedilmesinin

getireceği rezillikten sakınmalarını temin edecek en

etkili ve caydırıcı faktördür.

Yüce Allah bu ayeti "Allah'tan korkun ve O'nu dinleyin. Allah,

yoldan çıkan topluluğu doğru yola iletmez." şeklindeki öğüt ve

uyarı içerikli bir ifade ile noktalıyor. Bu ifadenin anlamı açıktır.

 

"Allah'ın, elçileri toplayacağı gün(den korkun ki, Allah), 'Size ne cevap

verildi?' diye soracak. Onlar da 'Hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz ancak

sen gaybleri bilensin' derler." Bu ayetin anlamı önceki ayetle bağlantılı

olmayı reddetmiyor. Çünkü bir önceki ayetin, "Allah'tan korkun

ve O'nu dinleyin." şeklindeki son cümleleri, gerçi mutlak anlamlıdır,

ama bulundukları yere uyarlandıkları takdirde şahitlikte doğrudan

sapmaya ve yemini hafife almaya yönelik bir yasaklama

mesajı taşıdıkları açıkça görülür.

 

Bundan dolayı burada yüce Allah ile peygamberleri arasında

kıyamet günü yaşanacak olan şahitlik konulu bir diyaloğu gün

 

276.............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

deme getirmek son derece uygundur. O peygamberler ki, ümmetleri

hakkında şahitlik edecek en öncelikli ve yetkili şahsiyetlerdir.

Yüce Allah, kıyamet günü peygamberlere, ümmetlerinden ne cevap

aldıklarını soracak. Çünkü peygamberler, ümmetlerinin davranışlarını

en iyi bilen ve Allah tarafından onlar hakkında şahit

olmakla görevlendirilmiş kimselerdir. Peygamberler, Allah'ın bu

yoldaki sorusunu, "Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz ancak sen

gaybleri bilensin." şeklinde cevaplandıracaklardır.

Durum böyle olunca ve yüce Allah her şeyi hakkı ile bildiğine

göre şahitlere yaraşan tutum, Rablerinin huzuruna çıkacakları

günden korkarak yüce Allah'ın bilmelerini nasip ettiği gerçekten

sapmamaları ve Allah'ın şahitliğini saklayarak günahkârlardan,

zalimlerden ve fasıklardan olmamalarıdır.

"Allah'ın, elçileri toplayacağı gün... (yevme yecmeullah'urrusul)"

ifadesi, bir önceki ayetin sonundaki "Allah'tan korkun...

(ittekullah)" ifadesi ile bağlantılı bir zarftır. Bu ifadede "Allah'ın

peygamberlere diyeceği gün" yerine, peygamberleri bir yere toplayacağını

bildirmesi, şahitlerin şahitlik için bir araya getirilmesine

uygun düşmesinden dolayıdır. Nitekim "Namazdan sonra onları

alıkorsunuz; onlar da... Al-lah'a yemin ederler." ifadesi bu noktaya

işaret eder.

Kıyamet günü peygamberler, "Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz

ancak sen gaybleri bilensin." şeklindeki cevapları ile kendilerinin

bilgisiz olduklarını vurguladıktan sonra gayblere ilişkin bilginin

tümünün sırf Allah'a mahsus olduğunu dile getirecekleri bildiriliyor.

Bu ifadeden, bilginin özünden yoksun olduklarını kastetmedikleri

anlaşılıyor. Çünkü "şüphesiz ancak sen gaybleri bilensin."

ifadesi, bilgi sahibi olmayı reddetmenin sebebini bildiriyor.

Bilindiği gibi bütün gayb ilimlerinin Allah'a mahsus olduğunu

vurgulamak, O'nun dışındakilerin hiçbir şey bilmediklerini söylemiş

olmayı gerektirmez. Özellikle şahitlikle ilgili bilgi söz konusu

olduğunda böyle bir şey düşünülemez. Zaten ayette peygamberlerden

istenen bilgi, yani insanların çağrılarına nasıl karşılık verdikleri

meselesi, şahitlik kapsamına giren bir bilgi türüdür, gayb

kapsamına giren bilgilerden değildir.

Dolayısıyla peygamberlerin "Bizim hiçbir bilgimiz yok"

şeklindeki sözleri mutlak anlamdaki bilgiyi değil, gayb ile şu ya da

 

Mâide Sûresi 106-109 ...................................................... 277

 

deki sözleri mutlak anlamdaki bilgiyi değil, gayb ile şu ya da bu

oranda ilişkisi olan gerçek anlamdaki bilgiyi reddediyor. Bilindiği

gibi ilim, sebepleri ile ve bağlantıları ile ilişkili olduğu oranda sahibine

gerçeği açıklar. Objektif gerçek, dış dünyada meydana gelen

meselenin öncesinde bulunan ve eş zamanlı olarak onu kuşatan

unsurların bütünü ile bağlantılıdır. Buna göre dış dünyadaki

herhangi bir meseleyi gerçek anlamda bilebilmek, ancak önce bütün

varlık unsurlarını, sonra da tam olarak kuşatılması mümkün

olmayan yaratıcısını kuşatmakla mümkündür ki, böyle bir bilgiye

sahip olmak insan kapasitesinin dışındadır.

 

İnsan bu uçsuz bucaksız kâinatı, onda yer alan gezegenleri ve

galaksileri düşününce hayretten dona kalıyor. Arkasından kâinatı

oluşturan elementleri incelediğinde, aklını oynatacak gibi oluyor.

Galaksilerden elementlere uzanan bu iki varlık kutbu arasına gidip

geldiğinde, şaşkınlıktan kendini kaybedecek gibi oluyor. İşte

bu engin kâinatla ilgili olarak insana verilen bilgi son derece azdır,

hayatı boyunca muhtaç olacağı kadardır. Bu bilgi, zifiri karanlık

gecede yolculuk yapan bir kişinin sadece ayağını bastığı yeri aydınlatabilen

cılız bir mum ışığına benzer.

 

Buna göre insan bilgisinin konusu olan her şey, varlığı ve

meydana gelişi itibarı ile çevresindeki varlıklarla, çevresindeki varlıklar

da onların çevresindeki varlıklarla sıkı sıkıya ilişkilidir. Bu

çevre ilişkisi genişleyip gider. Bunların hepsi insan idrakine kapalı

gayb alanına girer. Buna göre bir şeyin kelimenin tam anlamı ile

bilgi alanına girebilmesi için, bu bilginin varlıktaki bütün gaybleri

kapsaması gerekir. Bu kadar geniş bir bilgiye sahip olmak, insan

olsun, başkası olsun, hiçbir kapasitesi sınırlı ve belirli yaratık için

mümkün değildir. Böylesine sınırsız bir bilgiye sadece yüce Allah

sahiptir. O Allah ki, tektir, ezici iradenin sahibidir, gayblerin anahtarları

yanındadır ve o gaybleri kendisinden başka bilen yoktur.

Nitekim yüce Allah, "Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216)

buyuruyor. Bu ayet, cahilliğin insan tabiatının ayrılmaz bir parçası

olduğuna, ona ancak sınırlı ve belirli miktarda bilgi verildiğine delildir.

Yüce Allah bu gerçeği vurgulamak üzere, "Kâinatta varolan

her şeyin hazinesi, ana kaynağı bizim katımızdadır ve biz her şeyi

size belirli bir ölçüye göre indiririz." (Hicr, 21) buyuruyor.

İmamın (a.s), yüce Allah'ın niçin kendisini yaratıklardan, in

 

278............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

sanlardan sakladığı yolundaki soruya verdiği "Çünkü yaratıkların,

insanların temel yapısı cehalet esası üzerine kuruludur." şeklindeki

cevabı da bu gerçeği dile getiriyor. Başka bir ayette, "İnsanlar

onun bilgisinin sadece dilediği kadarını kavrayabilirler." (Bakara,

255) buyuruyor. Bu ifade, bilginin bütünü ile Allah'a ait olduğuna

ve insanların ancak O'nun bilgisinin dilediği kadarına sahip olabileceklerine

delildir. Başka bir ayette ise, "Size bilginin çok az bir

bölümü verilmiştir." (İsrâ, 85) buyruluyor. Bu ifade, aslında bilginin

çok miktarda olduğuna, fakat insana bunun sadece az bir diliminin

verildiğine delâlet eder.

O hâlde işin gerçeği şu ki, gerçek ilim Allah'tan başkasında

bulunmaz. Öte yandan kıyamet günü, o günü anlatan ayetlerde ifade

edildiği üzere her şeyin gerçek mahiyeti ile ortaya çıkacağı

bir gün olması hasebi ile sadece doğru olan söz söylenir. Nitekim

yüce Allah o gün hakkında, "O gün Allah'ın izin verdiklerinin dışında

hiç kimse konuşamaz ve konuşmasına izin verilenler de

doğruyu söylerler." (Nebe', 38) buyuruyor.

İşte bundan dolayı peygamberler, "Size ne cevap verildi?" şeklindeki

soruyu kendilerinin bilgisi olmadığı şeklinde cevaplandıracaklardır.

Bu cevap doğrudur. Çünkü bu konudaki bilgi gayb alanına

girer. Böyle olduğu için "Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz ancak

sen gaybleri bilensin." diyerek o konudaki bilginin Allah'a ait

olduğunu ifade edeceklerdir.

 

Peygamberlerin bu cevabı Allah'ın yüceliği önünde bir tür boyun

eğme, mevlâları karşısında muhtaç ve yok mesabesinde olduklarına

yönelik bir itiraf olduğu kadar Allah'ın huzurunda takınılacak

edebin gereği ve durumun bütün çıplaklığı ile açıklanmasıdır.

Yoksa arkasından başka hiçbir cevap verilmeyecek olan nihaî

bir cevap değildir.

 

Bu cevabın son cevap olmadığının gerekçeleri şunlardır:

1- Yüce Allah, peygamberleri ümmetleri üzerinde şahit kılmıştır.

Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Her ümmetten şahit getirdiğimiz

ve seni de bunlara şahit olarak getirdiğimiz zaman (hâlleri)

nice olacak?" (Nisâ, 41) "Kitap ortaya konur, peygamberler ve şahitler

getirilir." (Zümer, 69) Peygamberleri şahitlikle görevlendirmenin

tek anlamı, o gün onların ümmetleri hakkında şahitlikte bu

 

Mâide Sûresi 106-109 ....................................................... 279

 

lunmalarıdır. O gün, onların Allah'ın takdiri uyarınca bu şahitliği

yapacakları şüphesizdir.

Buna göre onların "bizim hiçbir bilgimiz yok" demeleri, o gün

yetkiyi ve egemenliği bütünü ile elinde bulunduracak olan gerçek

hükümdar önünde takınılacak bir kulluk edebi olduğu kadar, aynı

zamanda gerçek durumun dile getirilmesidir. Gerçek durumdan

kastettiğimiz şudur: Zatî bir sıfat olarak ilim sahibi olan tek O'dur.

O'nun dışındakiler O'nun bağışladığı kadarı ile bilgi sahibi olabilirler.

Peygamberlerin bu ilk cevaptan sonra ümmetlerinin durumu

ile ilgili olarak kendilerine bağışlanan bilgiye dayalı bir cevap vermelerinde

bir sakınca yoktur.

 

Bu söylediklerimiz, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, siz

insanlara şahit olasınız ve Peygamber de size şahit olsun." (Bakara,

142) ayetinin tefsiri sırasında yapmış olduğumuz incelemeyi teyit

eder. O incelemede bu bilginin ve şahitliğin bizim bildiğimiz anlamdaki

bilgi ve şahitlik türünden olmadığını, bunların sırf Allah'a

mahsus bir bilgi türü olduğunu ve Allah'ın bu bilgi türünü bazı seçkin

kullarına bağışladığını belirtmiştik.

 

2- Yüce Allah, kendine yakın kulların kıyamet günü kendileri

ile ilgili konularda bilgi sahibi olduklarını bildirmiştir. Şu ayetlerde

bu gerçek vurgulanıyor: "Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler

ki: 'Siz Allah'ın hükmü uyarınca belirlenen yeniden dirilme

gününe kadar kaldınız." (Rûm, 56) "Bu setin tepelerinde her iki

grubu simalarından tanıyan kimseler vardır." (A'râf, 46) "Allah dışında

taptıkları sözde ilâhlar şefaat yetkisine sahip değildirler.

Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf,

86)

İsa Peygamber (a.s) bu ayetin kapsamına girenlerdendir. Çünkü

o bir peygamberdir ve bilerek hakka şahitlik edenlerdendir.

Yüce Allah başka bir ayette, "Peygamber dedi ki, kavmim bu

Kur'ân'ı büsbütün terk etti." (Furkan, 30) Buradaki "Peygamber"den

maksat bizim Peygamberimizdir. Burada Peygamberimizin (s.a.a)

dilinden nakledilen söz, aynı zamanda incelemekte olduğumuz

ayetteki, "Size ne cevap verildi?" sorusunun cevabıdır. Bütün bunlardan

ortaya çıkıyor ki, peygamberlerin "Bizim hiçbir bilgimiz

yok." şeklindeki cevapları nihaî cevap değildir.

3- Kur'ân'da peygamberlerin ve ümmetlerin her ikisinin de

 

280 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

sorguya çekilecekleri bildiriliyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kendilerine peygamber gönderilenleri de, peygamberleri de sorguya

çekeceğiz." (A'râf, 6) Bunun yanı sıra kendilerine peygamber

gönderilmiş ümmetlerin çok sayıda soruya verdikleri çok sayıda

cevaptan söz ediliyor. Cevap ise bilgiyi gerektirir. Soru da bilginin

varlığına yönelik bir işarettir. Nitekim ümmetler ile ilgili olarak

şöyle buyruluyor: "Sen daha önce bu durumdan habersizdin. Biz

senin gözündeki perdeyi kaldırdık. Bugün görüşün keskindir."

(Kaf, 22) "Günahkârları, Rablerinin huzurunda utançtan başlarını

öne eğmiş olarak 'Rabbimiz gördük, işittik. Şimdi bizi dünyaya

geri gönder de iyi işler yapalım, şimdi kesin olarak inandık' derken

bir görsen." (Secde, 12) Bu anlamda daha birçok ayet vardır.

Kıyamet günü ümmetler -özellikle onların günahkârları- bilgi

sahibi olacaklarına göre, peygamberlerin bilgiden yoksun olacakları

nasıl tasavvur edilebilir? O hâlde yukarıdaki açıklamamızın

doğruluğunu kabul etmek gerekir.

 

ŞAHİTLİĞİN ANLAMI ÜZERİNE

 

İçinde yaşadığımız toplum ve hayatın çeşitli alanlarındaki etkin

güçler arasındaki etki-tepki ilişkileri, bizleri kaçınılmaz olarak

anlaşmazlıklara ve çatışmalara sürükler. İçimizden birinin elindeki

menfaat kaynağına başkası ya ortak olmak veya o menfaati tek

başına elde etmek ister. Bunun için menfaatin çekiciliğine kapılan

kişi onun ilk sahibi ile çatışmaya girer. Bu çatışmaların ortadan

kalkması için insanın yargının ve hüküm vermenin gerekliliğini

kabul etmesi zorunlu olmuştur.

 

Yargının başta gelen ihtiyacı, meydana gelen davaların ve olayların

oldukları gibi saklanması, değiştirme ve çarpıtma girişimlerinden

zarar görmelerini önleyecek şekilde zapta geçirilmeleridir.

Hâkimlerin doğru karar verebilmeleri için bu şarttır. Bunda hiç

kimsenin şüphesi olamaz.

 

Bunun için olaylarla ilgili şahitlik kurumunun işlemesi gerekir;

yani bir insanın olayı bilmesi, görmesi ve bu bilgisini taşıması ve

gerektiği zaman bu bilgisini yetkililere sunması icap eder. Olayları

yazıya geçirmek de bir zaptetme yoludur. Ayrıca insanlığın bulduğu

başka zaptetme metotları da kullanılabilir.

 

Mâide Sûresi 106-109 ........................................................ 281

 

Fakat şahitlik, diğer zaptetme ve koruma metotlarından birkaç

bakımdan ayrılır. Birincisi, şahitlik dışındaki metotlar insanlar

arasında hâlâ yaygın değildir. Bunların en yaygını ve en bilineni

olan yazıya geçirme metodu bile günümüze kadar bütün insanları

kapsamına almış değilken, diğer metotların yaygın kullanımından

nasıl söz edilebilir? Fakat şahitlik ve bilgiyi taşıma metodu böyle

değildir.

 

İkincisi, şahidin sakladığı ve hafızasına yerleştirdiği bilgileri

sözlü olarak ifade etmesi anlamına gelen şahitlik yazıya geçirme

ve diğer bilgi zaptetme ve saklama metotlarına göre bozulma ve

çeşitli kazalara maruz kalma ihtimallerinden daha uzaktır.

Bundan dolayı hiçbir milletin, şahitlik kurumuna önem vermekten

geri durmadığını görürüz. Toplumlar arasındaki derin gelenek,

millî haslet, geri kalmışlık ve ilerlemişlik farklılıklarına

rağmen şahitlik hepsinde geçerliliğini korumaktadır.

 

Bu konuda göz önünde tutulan ölçü, şahitliğine başvurulacak

kişinin milletin bir ferdi ve toplumun parçası olmasıdır. Bundan

dolayı meselâ bulûğ çağına ermemiş çocukların ve ne dediğini

bilmeyen delilerin şahitlikleri kabul edilmez. Bazı ilkel toplumlarda

da kadınların şahitliği geçerli sayılmaz. Çünkü o toplumlarda

kadınlar o toplumun bir parçası kabul edilmez. Romalılar ve Grekler

gibi eski kavimlerde çoğunlukla bu tür uygulamalar ve gelenekler

geçerli idi.

 

Fıtrat dini olan İslâm ise şahitliğe önem verir ve diğer bilgi

saklama metotları arasında ona delil olma ayrıcalığı tanır. Diğer

bilgi saklama metotlarına ise bilgi sağladıkları oranda itibar eder.

Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Şahitliği Allah için yerine getirin." (Talâk,

2) "Şahitliği saklamayın. Kim şahitliği saklarsa, onun kalbi günahkârdır."

(Bakara, 283) "Onlar ki, şahitlik görevlerini yerine getirirler."

(Meâric, 33)

 

İslâm, zina dışındaki bütün davalarda iki kişinin şahitliğini geçerli

sayar. Maksat şahitlerin birinin öbürünü teyit etmesidir. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: "(Bu işleminize) erkeklerinizden

iki şahit tutun. Eğer iki erkek yoksa, razı olduğunuz şahitlerden

bir erkek, iki kadın şahitlik etsin, ta ki kadınlardan biri şaşırırsa,

diğeri ona hatırlatsın. Şahitler çağrıldıkları zaman gelmekten ka

 

282............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

çınmasınlar. Az olsun, çok olsun, onu süresine kadar yazmaktan

üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adaletli, şahitlik için daha

sağlam ve kuşkulanmamanız için de elverişlidir." (Bakara, 282)

Ayette ifade ediliyor ki, burada açıklanan ve göz önüne alınan

şahitlikle ilgili hükümler -ki, bu hükümler arasında iki kişi olsunlar

diye birinin yanına öbürünü katmak da vardır- adalete, şahitliğin

yerine getirilmesine ve şüpheyi gidermeye en uygun hükümlerdir.

Öte yandan İslâm, toplumun ferdini belirlerken, başka bir deyişle

insan toplumunu oluşturan tekleri belirlerken, kadını da onun

bir parçası saydığı ve onu da bu hükmün kapsamı içinde bildiği

için ona erkekle birlikte şahitlik hakkı tanımıştır. Fakat oluşturduğu

toplumun duygusallık yerine aklı yürütmeye dayanmasını

ön gördüğü için ve kadının da duygusal yanı ağır bastığı için ona

erkeğin yarısı oranında hak ve ağırlık vermiştir. Bunun sonucu olarak

iki kadının şahitliğini bir erkeğin şahitliğine denk saymıştır. Nitekim

yukarıdaki ayette geçen, "biri şaşırırsa, diğeri ona hatırlatsın"

ifadesi bu noktaya işaret ediyor.

 

Tefsir kitabımızın dördüncü cildinde İslâm'da kadın hakları

konusunda yaptığımız incelemede bu hususa ışık tutacak bilgiler

vermiştik. Şahitlik konusunda ayrıntılara ait birçok hüküm vardır

ki, bunlar fıkıh kitaplarında geniş biçimde ele alınmaktadır ve bizim

bu incelememizin amacı dışında kalmaktadır.

 

ADALET ÜZERİNE

 

İslâm hükümlerini inceleyenler incelemeleri sırasında adalet

kelimesi ile sık sık karşılaşırlar. Kimi zaman incelemeyi yapanların

anlayış farklarına bağlı olarak bu kelimenin farklı tanımlarına,

değişik açıklamalarına rastlanır. Fakat bu kavramın tahlilinde ve

İslâm'ın temel dayanağı olan fıtratla bağdaştırılarak kazandığı geçerlilik

niteliği biçiminde Kur'ân'a dayalı olan bu incelememizde

başka bir yol izlememizin uygun olacağını düşünerek şöyle

diyoruz:

 

Yüce ve alçak tutumlar ile ifrat ve tefrit kutupları arasında itidal

ve ortalama nokta anlamına gelen adaletin insan toplumlarında,

gerçek değeri ve büyük bir ağırlığı vardır. Ortalama kitle,

sosyal birleşimin temel unsurunu oluşturur. Toplumda yüce değer

 

Mâide Sûresi 106-109 ........................................... 283

 

lerle donanmış ve varılması amaçlanan ideal noktayı temsil eden

fertler her zaman az sayıda olur. Toplumun ender rastlanan fertleri

her ne kadar sosyal yapının temel unsurlarını oluşturursa da

toplum böylesine az bulunan fertlerden meydana gelmez, oluşumunu

sadece bunlara bağlayamaz.

 

Öte yandan toplumun öbür kutbunda ahlâksız ve seviyesi düşük

fertler yer alır. Bunlar sosyal hakları gözetmezler. Toplumun

ortalama ideallerini şahıslarında gerçekleştirmezler. Sosyal hayatın

şartı olan temel kuralları gözetme arzusu gözetmezler. Toplumu

çökerten ve unsurları arasındaki bağları koparan çeşitli suçları

işlemelerine engel tanımazlar. Kısacası bunların toplumun bir

parçası olmalarına güvenilmez, faydalı etkilerine ve iyi öğütlerine

güven olmaz.

 

Bu iki zıt kutup bir yana bırakılırsa, hüküm ortalama fertlere

göre olur. Toplumun yapısını bu fertler ayakta tutar. Toplumun

amaçları ve idealleri bu fertlerde gerçekleşir. Güzel sonuçları bunlarda

görülür ki, toplumun parçaları ve organları bu güzel sonuçları

elde etmek ve bunlardan yararlanmak için bir araya gelmiştir.

Bütün bu söylediklerimiz bu konuya eğilen toplumsal herkesin

ilk bakışta kabul edeceği, şüpheye düşmeden onaylayacağı gerçeklerdir.

Herkes zorunlu olarak kabul eder ki, sosyal hayatta davranışlarına

güven duyulacak, orta yolu benimsemiş, kanunları, geçerli

gelenekleri ve ahlâk kurallarını pervasızca çiğnemekten kaçınacak,

hükümet yargı ve şahitlik gibi çok sayıda alanda bir oranda

umursamazlığa ve laubaliliğe kapılmayacak mutedil fertlere ihtiyaç

vardır.

 

İşte İslâm, fıtrat nazarında bedihî olan veya bedihîye yakın bir

derecede olan bu hükmü, şahitler için geçerli saymıştır. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: "İçinizden iki adil kişiyi şahit tutun.

Şahitliği Allah için yapın. Allah'a ve ahiret gününe inananlara verilen

öğüt budur." (Talâk, 2) "Ey inananlar! Sizden birinize ölüm gelip

çatınca, vasiyet edeceği zaman aranızda olması gereken şahitlik,

sizden adalet sahibi olan iki kişinin şahadetidir." (Mâide,

106) Her iki ayette de müminlere hitap ediliyor. Söz konusu iki şahidin

adil kişiler ve müminlerden olmasının şart koşulması, bu

 

284 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

şahitlerin dinî toplumlarına nispetle mutedil ve ortalama bir durumda

olmaları demektir.

 

Milliyet ve kavmiyet esasına dayalı toplumlara gelince, İslâm

bu toplumlarda geçerli olan din dışı bağları nazarı itibara almaz.

Anlaşılan o ki, dinî toplumun ölçülerine göre bu şahitlerin mutedil

ve ortalama durumda olmaları demek, onların dindarlıklarına güvenilir,

dinde mahvedici büyük günah sayılan kötülüklerden sakınan

kimseler olmaları demektir. Nitekim yüce Allah, "Eğer size

yasak edilen günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük

günahlarınızı bağışlarız ve sizi şerefli ve güzel bir yere sokarız."

(Nisâ, 31) buyuruyor. Büyük günahların anlamını bu ayetin tefsiri sırasında

dördüncü ciltte anlatmıştık.

 

Şu ayette bu anlam ifade edilmektedir: "İffetli kadınları zina

etmekle suçladıktan sonra bu konuda dört şahit gösteremeyenlere

seksen kırbaç vurun ve artık şahitliklerini hiç kabul etmeyin.

Onlar yoldan çıkmış kimselerdir. Yalnız bu iftira suçunun arkasından

tövbe ederek tutumlarını düzeltenler bu hükmün kapsamı

dışındadırlar. Çünkü Allah affedici ve merhametlidir." (Nur, 5)

"Şahitlerden razı olduğunuz..." (Bakara, 282) ayeti de, inceleme

konumuz olan ve adaletli olmayı şart koşan ayetle aynı anlamı ifade

ediyor. Çünkü burada söz konusu edilen razı olma, dinî toplumun

vereceği bir rızadır. Dinî toplum ise dine dayanması hasebi

ile sadece din alanındaki davranışları güvenilir olan kimselere onay

verir. Bu, bilinen bir gerçektir.

 

İşte fıkıhta "adalet melekesi" diye adlandırdığımız sıfat budur.

Bu sıfat, ahlâkî anlamda adalet melekesinden farklıdır. Fıkıh alanında

söz konusu olan adalet, çevrenin görüşüne göre büyük günahlardan

caydıran bir nefis yapısına sahip olmaktır. Ahlâkî adalet

ise, gerçek anlamda insanda kökleşen bir meleke demektir.

Bu incelemede anlatmaya çalıştığımız adalet, Ehlibeyt İmamlarından

(hepsine selâm olsun) gelen rivayetlerde tarif edilen adalettir.

Meselâ Men La Yahzuruh'ul-Fakih adlı eserde müellif kendi

rivayet zinciriyle İbn-i Ebu Yafur'dan şöyle rivayet eder: "İmam

Cafer Sadık'a (a.s), 'Bir kişinin Müslümanlar tarafından adil olduğu

ne ile anlaşılacak ki, onun onların lehinde veya aleyhindeki

şahitliği kabul edilebilsin?' diye sordum. Bana şu cevabı verdi:

 

Mâide Sûresi 106-109 .......................................................... 285

 

kabul edilebilsin?' diye sordum. Bana şu cevabı verdi: Müslümanlar

onu terk etmesi [=görünür günahları olmaması], iffetlilik

[=kaçınması], karnına, edep yerine, eline ve diline hâkim olması

ile, içki içmek, zina etmek, faizcilik, ana-babaya asi olmak, savaştan

kaçmak gibi Allah'ın cehennem azabı ila tehdit ettiği büyük

günahlardan kaçınması ile tanır ve bilirsiniz."

"Bütün bunlara delil olacak tutum, kişinin kusurlarını gözlerden

saklı tutmasıdır. Öyle olunca Müslümanların gördüklerinin ötesindeki

kusurlarını ve ayıplarını kurcalamaları haram olur. Onun

pâk ve adil olduğunu belirtmeleri gerekir. Ayrıca namazlara bağlılığını

göstermesi gerekir. Bunun için namazlarını devamlı olarak

vakitlerinde ve cemaatle kılması ve mazeretsiz olarak cemaatten

geri kalmaması esastır."

 

"Kişi bu şekilde cemaatle namaz kılmaya devam edince, kabilesi

ile mahallesinin sakinlerinden onun hakkında sorulunca, 'Biz

onun hiçbir kötülüğünü görmedik. O her zaman namazlarını cemaatle

kılıyor' denir. İşte bu, onun şahitliğini geçerli kılar ve o,

Müslümanlar arasında adil bir kişi olarak kabul edilir. Çünkü namaz,

günahları örter ve onlara keffaret olur. Ama eğer bir kişi namazlarını

camide cemaatle kılmaya özen göstermezse, onun namazlarını

kıldığına şahitlik etmek mümkün olmaz."

 

"Cemaatle namaz kılma hükmü, namaz kılanı kılmayandan,

namaz vakitlerine özen gösterenleri ihmal edenlerden ayırt etmek

için konmuştur. Böyle olmasaydı, hiç kimse başkasının salih bir

kişi olduğuna şahitlik edemezdi. Çünkü namaz kılmayan kimse

Müslümanlar arasında salih kişi kabul edilmez. [Bilindiği gibi]

Peygamberimiz (s.a.a) cemaatten geri kalanları evleri ile birlikte

yakmayı düşünmüştür. Onların bazıları namazlarını evlerinde kılıyorlardı.

Fakat Peygamberimiz bunu kabul etmedi. Yüce Allah'ın

ve Peygamberimizin evleri içinde yakmayı uygun gördüğü kişilerin

şahitliği veya Müslümanlar tarafından adil oldukları nasıl kabul

edilebilir? Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyururdu: Mazeretsiz

olarak mescitte Müslümanlarla birlikte namaz kılmayanın

namazı kabul olmaz." [c.3, s.24, bab:17, h:1]

 

Ben derim ki: Bu hadis, et-Tehzib adlı eserde daha uzun olarak

yer almıştır, biz onu kısa olarak nakletmeyi uygun gördük. İmamdan

gelen rivayetin ilk bölümündeki "setr" ve "ifaf" kelimeleri, es

 

286....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Sihah adlı eserdeki açıklamaya göre, terk etme anlamındadır. Görüldüğü

gibi, bu rivayet adaletliliği Müslümanlar arasında temel

bir ilke olarak kabul ediyor ve nefsî olan bu sıfatın varlığını gösteren

belirtinin Allah'ın haram kıldığı şeylerden kaçınmak ve yasaklanan

nefsanî arzulardan uzak durmak olduğunu açıklıyor. Bunun

delili büyük günahlardan kaçınmaktır. Sonra da bütün bunların

delili, imamın tafsilatlı biçimde açıkladığı üzere Müslümanlar arasında

iyi görünmektir.

 

Aynı eserde Abdullah b. Müğire kanalıyla İmam Rıza'dan (a.s)

şöyle rivayet edilir: "Kim fıtrat üzerine doğar ve nefsinin salihliği

ile tanınırsa, şahitliği caizdir." [c.6, s.283, h:183]

Yine aynı eserde Semaa'dan, o da Ebu Basir'den, o da İmam

Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Zayıf [kişilikli] kimseler,

iffetli ve günahlardan sakınan kişiler oldukları takdirde şahitlik

etmelerinde sakınca yoktur."

 

el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Ali b. Mehziyar'dan,

o da Ebu Ali b. Raşid'den şöyle rivayet eder: "İmam Bâkır-

'a (a.s) 'Senin dostların arasında görüş ayrılıkları var. Hepsinin arkasında

namaz kılabilir miyim?' diye sordum. Bana 'Sadece dindarlığına

güvendiğin kimselerin arkasında namaz kıl.' diye cevap

verdi." [c.3, s.374, h:5]

 

Ben derim ki: Naklettiğimiz rivayetlerin yukarıdaki açıklamalarımızı

teyit ettikleri açıkça görülüyor. Bu konuda irdelenecek daha

başka meseleler vardır, ama onlar bu incelememizin amacı dışındadırlar.

 

YEMİN ÜZERİNE

 

"Ömrüm hakkı için şu iş şöyledir" veya "Hayatım hakkı için şu

iş söylediğim gibidir." şeklinde yeminler edilir. Bu sözlerin anlamı

şudur: Kişi bu sözleri ile bir haber veriyor ve bu haberin doğruluğunu

ömrüne ve hayatına bağlıyor. Bu ömür veya hayat, o yemini

yapanın nazarında yüce ve saygın değerlerdir ve haber verilen olayın

doğruluğu ve asılsızlığı ile bu değerlerin varlığı ve yokluğu birbirine

sıkı sıkıya bağlanmaktadır. Eğer verilen haber yalan ise, hayatın

kişi nazarındaki yüceliği ve saygınlığı ortadan kalkmakta ve

hayata saygınlık atfetmeye çağıran insanlık seviyesinin altına dü

 

Mâide Sûresi 106-109 .................................................... 287

 

şülmektedir.

 

Bunların yanı sıra "Allah'a ant veririm; şu işi yap veya şu işi

yapma." demenin anlamı ise şudur: Kişi sözünü ettiği işin yapılmasını

veya yapılmamasını talep etmekle yüce Allah'ın müminler

nazarındaki izzeti arasında bağ kurmaktadır. Öyle ki, istenen şeye

karşı gelinir veya yasaklanan şeye aykırı davranılırsa, yüce Allah'ın

izzeti gölgelenmiş ve ona olan imana saygısızlık edilmiş olur.

Tıpkı bunlar gibi senin "Vallahi şu işi yapacağım" şeklindeki

sözünle, sözünü ettiğin işe yönelik kararın ile Allah'ın senin nazarındaki

yüceliği ve saygınlığı arasında imanın oranında özel bir

bağlantı kuruyorsun. Öyle ki, o işle ilgili kararını bozman veya gayretini

gevşetmen, Allah'ın senin nazarındaki yüceliğini ortadan

kaldırman demek sayılır. Bu tür sözleri söylemenin amacı, kararı

bozmayı veya gayreti gevşetmeyi önlemektir. Buna göre yemin

etmek, haber veya inşâ nitelikli bir işle yüce ve şerefli bir değer

arasında özel bir bağ kurmaktır. Öyle ki, bağlanan işin yok olması

ile kendisine bağlanılan değer de yok olur. Kendisine bağlanılan

değer bu bağlantıyı yapanın nazarında ne kadar önemli ve kutsal

olursa, ne oranda onun değerini gidermeye ve yüceliğini gölgelemeye

razı olmazsa, verdiği haberi doğru verir, yapacağına ve

yapmayacağına dair verdiği sözlerde titiz olur veya ver-diği kararı

yürütmekte kesinlikle azimli davranır. Yani yeminin sonucu, söyleyen

sözle ilgili güçlü bir pekiştirmedir.

 

Bazı dillerde yeminin zıddı olan bir bağlantı biçimine rastlanır.

Bu tür sözlerde verilen haber ile haber verenin nazarında önemi ve

değeri olmayan şeyler arasında bağ kurulur. Böylece kişi verdiği

veya ulaştırdığı haberi hafife almış, önemden yoksun saymış olur.

Bu bir tür sövme sayılır. Bu tür ifadelere Arap dilinde pek

rastlanmaz.

 

Bildiğimiz kadarı ile yemin, insanların dillerinde dolaşan nesilden

nesle miras kalan adaletlerdendir. Belirli dillere mahsus bir

gelenek değildir. Bu da gösteriyor ki, sözel bir olgu değildir. İnsanı

buna ileten faktör sosyal hayatın gerekleri, ona başvurmanın gerekliliği

ve yararlılığı yönündeki toplumsal bilinçtir.

Yemin günümüzde de milletler arasında geçerliliğini

korumaktadır. Zaman zaman toplumlarında meydana gelen ve

resmiyete intikal etmeyen çeşitli durumlarda ona dayanılır ve

 

288 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

intikal etmeyen çeşitli durumlarda ona dayanılır ve başvurulur. Bu

yeminler aldatmayı gidermek, karşı tarafı tatmin etmek ve verilen

bir haberi teyit etmek gibi çeşitli maksatlarla yapılır. Hatta medenî

kanunlar bile, ona önem vererek bazı durumlarda ona yasal bir

statü tanıdılar. Meselâ devlet başkanları ve önemli devlet yetkilileri

önemli görevlerini devralırken yemin ederler.

 

İslâm sadece Allah adına yapılan yeminlere büyük önem vermiştir.

Bu ilginin tek sebebi yüce Allah'a saygıyı gözetmek, O'nun

ululuk konumunu korumak, Rab ile kul arasında bulunması gereken

hürmetle bağdaşmayacak laubaliliklere meydan vermemektir.

Bundan dolayı yeminini bozanlar için özel bir keffaret öngörülmüş

ve sık sık Allah adına yemin edilmesi hoş karşılanmamıştır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah sizi (ağız alışkanlığı

ile yaptığınız) boş yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz; fakat

pekiştirdiğiniz (bilerek yaptığınız) yeminlerden dolayı sizi sorumlu

tutar. (Böyle bir yemini bozarsanız,) cezası (keffareti), ya ailenize

yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak..."

(Mâide, 89) "Sakın Allah adına yaptığınız yeminleri iyilik

etmeye, günahlardan sakınmaya ve insanların arasını bulmaya

engel yapmayın." (Bakara, 224)

 

Delilden yoksun, ispatsız davalarda yemin geçerli sayılmıştır.

Şu ayette buyrulduğu gibi: "Bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden

daha gerçektir, biz hakka tecavüz etmedik... diye Allah'a

yemin ederler." (Mâide, 107) Peygamberimiz (s.a.a) de bu konuda,

"Şahit getirmek, iddia edene; yemin etmek ise, inkâr edene düşer."

buyurmuştur.

 

Yemini muteber saymanın anlamı, başka da delil bulunmayan

davalarda imanın kendisinin delil oluşu ile yetinmektir. Çünkü dine

dayalı toplum, fertlerinin Allah'a olan imanına dayanır. Mümin

insan bu birleşik ve kaynaşmış bütünün parçasıdır. Bu bütün ise,

uyulan geleneklerin ve uygulanan hükümlerin kaynağıdır. Kısacası

toplumda görülen bütün sonuçlar o toplumun dinî hayatının yansımasıdır.

Buna karşılık dinî esaslara dayanmayan toplumlar da

fertlerin millî amaçlara yönelik inançlarına dayanır. O toplumda

geçerli olan gelenekler, kanunlar, ahlâk kuralları ve âdetler bu inançtan

kaynaklanır.

 

Mâide Sûresi 106-109 ....................................................... 289

 

Durum böyle olunca ve bütün sosyal alanlarda ve çoğu hayat

gereklerinde çeşitli biçimlerde fertlerin inancına dayanmak doğru

olduğuna göre, başkaca delilin bulunmadığı davalarda fertlerin

inancına dayanmak caizdir. Bunun uygulama yöntemi de ispat edilemeyen

davalarda yemine başvurmaktır. Böylece davacının iddiasını

reddeden kişi, bu reddi ile imanı arasında bağ kurmuş, onu

imanı ile kayıtlandırmış olur. Bu durumda iddiayı reddetmesi asılsız

olur ve açıklamalarının, verdiği bilgilerin yalan olduğu ortaya

çıkarsa, Allah'a olan imanı da geçerliliğini kaybeder.

Buna göre yemin edenin imanı yemini sebebi ile ipotekli bir

mal gibi olur. Alacaklının kontrolüne girer. Tekrar eski sahibine

dönebilmesi için ipotekli tarafın sözünde durması ve borcunu zamanında

ödemesi gerekir. Aksi hâlde malı gider ve eli boş kalır.

Yemin eden kişi de öyledir. İmanı yeminin konusuna ipotekli

kalır. Söylediğinin tersi ortaya çıkmayıncaya kadar imanı ipotek

altında olur. Söylediğinin tersi ortaya çıkarsa, imandan yana eli

boş kalır. Geçerlilik derecesinden düşer. Dine dayalı bir toplumda

bütün sosyal ayrıcalıkların kriteri olan imanın meyvelerinden yararlanma

hakkını kaybeder. Bütün bölümleri birbiri ile uyumlu olan

dinî toplumdan dışlanır. Ne başı üzerinde ona gölge edecek

gök yüzü ve ne ayağını basacağı toprak parçası bulur.

Bu açıklamamız, egemenliğin tamamen dine ait olduğu,

nefsanî arzuların toplum yönetiminde etkili olmadığı Peygamberimiz

(s.a.a) dönemindeki uygulama ile teyit ediliyor. O dönemle

ilgili rivayetlerden öğreniyoruz ki, cemaat namazlarından geri kalan

ve savaşlara katılmayan kimseler diğer Müslümanlar tarafından

yoğun bir kınama tepkisine maruz kalmışlardır.

İçinde yaşadığımız döneme gelince, bu dönemde dinin etkisi

zayıfladı. Kalplere nefsanî arzular egemen oldu. Toplumumuz bir

yandan gevşek bünyeli ve insanlar tarafından gerektiği gibi umursanmayan

dinî ideallerle, öte yandan günümüz dünyasından aktarılan

yeni ideallerin ortak platformu oldu. Bu yabancı ideallerin ortak

niteliği, alabildiğine maddî zevklere dalmak oldu. Halk kalabalıklarının

bu zevk-lere şuursuzca hücum ettikleri görülüyor. Bunun

sonucu olarak dinî idealler ile dışardan gelen yeni idealler arasında

amansız bir mücadele ve çatışma baş gösterdi. Sürekli biçimde

birbirlerini alt etmeye çalışırlarken, bazen biri galip gelirken

 

290 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

öbürü yeniliyor, bazen de bunun tersi oluyor.

Bu arada toplumun her alanına yayılması gereken toplumsal

düzenin birliği bozuldu. Ruhları herc-ü merc dalgası sardı. Bu durumda

ne yemin ve ne ondan daha güçlü bir yaptırım, insanların

haklarını korumak için yeterli ve yararlı olamıyor. Toplum sadece

mevcut dinî değerlere dayanmaktan uzak kalmakla yetinmedi,

dinî değerler ile birlikte yeni kanunlara da dayanmayarak büsbütün

başı boşluğa yuvarlandı.

 

Yalnız insanlar Allah'ın hükümlerine sırt çevirdiler, onları umursamaz

oldular diye Allah hükümlerini yürürlükten kaldırmaz,

yasalarını göz ardı etmez. Allah katında geçerli olan tek din İslâm'dır.

O kullarının kâfir olmalarına razı olmaz.

Eğer hak yol, insanların nefsanî arzularına uysa, gökler ile yeryüzü

alt üst olurdu. İslâm, insan hayatının bütün alanlarına karışır,

o alanların her biri ile ilgili hükümler ortaya koyar. Parçaları birbiri

ile uyumlu, dengeli ve birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Tek bir

tevhit ruhu ile yaşar. Bazı bölümleri hastalanınca bütünü hastalanır.

Bazı kısımları bozulunca bu kısmî bozulma, bütünün işleyişinde

etkili olur. Tıpkı bir tek insanda olduğu gibi.

 

İnsanın bazı organları bozulunca veya hastalanınca, sağlam

tarafları sağlam olarak tutmanın yanı sıra hastalıklı ve bozuk kısımları

tedavi edip düzeltmek gerekir. Hastalıklı ve bozuk organları

hasta ve bozuk bırakmak ve sağlam kısımlara da sırt çevirmek

doğru değildir.

 

İslâm, gerçi dosdoğru, kolay, müsamahakâr ve çeşitli dereceleri

öngören, geniş çaplı bir dindir. Yükümlülüklerini yapabilme ve

yürütebilme gücüne göre belirler. İpi uzundur. Bu ip, bütün kanun

ve hükümlerinin istisnasız olarak güven içinde uygulanabildiği toplumsal

durumdan, işaretle namaz kılmakla yetinilen zorunlu ferdî

durumlara kadar uzar. Fakat onun bir üst derecesinden alt derecesine

inebilme kolaylığı, yükümlülükleri yerine getirmeye imkân

vermeyen, kolaya kaçmayı mubah kılan zorunluluk ve olağanüstülük

şartına bağlıdır. Şu ayette buyrulduğu gibi: "İman ettikten sonra

kâfir olanlar Allah'ın gazabına uğrarlar, onlar için büyük bir

azap vardır. Yalnız bu hüküm kalpleri kesin bir imanın hazzı ile

donanmış olduğu hâlde baskı altında kalanlar için değil, fakat

 

Mâide Sûresi 106-109 ................................................ 291

 

gönüllerinin kapısını inkârcılığa açanlar için geçerlidir... Buna

karşılık dinlerinden dönsünler diye çeşitli işkencelere uğratıldıktan

sonra göç edenler, arkasından cihat edenler ve karşılaştıkları

zorluklara sabırla katlananlar da var. Hiç şüphesiz Rabbin bütün

bu olup bitenlerden sonra onlar hakkında affedici ve merhametlidir."

(Nahl, 106- 110)

 

Fakat hayatı maddî hazlar temeline dayandırdıktan sonra

şimdiki dünyanın geçerli düzeni ile bağdaşmadığı gerekçesi ile İslâm'ın

bu maddî hayatla çelişen esaslarına uymamak için bahane

aramak, maddeci mantığın dümen suyuna girmek demektir, İslâm

mantığı ile bağdaşmaz.

 

Yemin konusu ile ilgili değinmemiz gereken bir mesele daha

var. O da Allah'tan başkası adına yapılan yeminlerin Allah'a şirk

olduğu yolundaki iddiadır. Bu görüşü ileri sürenlere sözünü ettikleri

şirkten ne kastettiklerini sormak gerekir.

 

Eğer böyle demekle, yeminin yüceltme ve ululaştırma anlamı

üzerine kurulduğu için Allah'tan başkası adına yapılan yeminle adına

yemin edilen şeyin yüceltildiğini ve ululaştırıldığını, dolayısıyla

bu tutumun bir tür boyun eğme ve kulluk arz etme girişimi olduğu

için şirk olduğunu savunuyorsa, şöyle demek gerekir ki, her

yüceltme girişimi şirk değildir. Yüceltmenin şirk olması için sadece

Allah'a mahsus olan ve O'nu başkalarından müstağni kılan yüceliğin,

adına yemin edilen şeye atfedilmesi gerekir.

 

Nitekim yüce Allah birçok yaratığı üzerine yemin etmiştir. Göğe,

yeryüzüne, güneşe, aya, geceleri ortaya çıkıp gündüzleri güneşin

altında gizlenen yıldızlara, parlayan yıldıza, dağa, denize, incire,

zeytine, ata, geceye, gündüze, sabah vaktine, şafağa, ikindi

vaktine, kuşluğa, kıyamet gününe, nefse, kitaba, Kur'ân'a, Peygamberimizin

(s.a.a) hayatına, meleklere ve ayetlerde yer alan

birçok şeye yemin etmiştir. Hiçbir yemin, yüceltme anlamı içermeden

yapılmaz.

 

Buna göre, bizim de yüce Allah'ın ifade tarzına uyarak bazı

şeyleri sahip oldukları yücelik ölçüsünde yüceltmemize ve sadece

bununla yetinmemize engel olan nedir? Eğer bu şirk olsa, en önce

ondan yüce Allah kaçınır, bu konuda en büyük titizliği O gösterirdi.

Bunların yanı sıra yüce Allah daha birçok şeyi yüceltmiştir.

 

292 ........................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6

 

Kur'ân, arş ve Peygamberimizin (s.a.a) ahlâkı gibi. Nitekim şöyle

buyuruyor: "Yüce Kur'ân hakkı için" (Hicr, 87) "O, yüce arşın

Rabbidir." (Tevbe, 129) "Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin." (Nur,

4) Ayrı