Mizan Tefsiri, Cilt:5

 

El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5........................................

 

Nisâ Sûresi 127-134 .......................................................... 167

 

127- Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara

ilişkin olarak; kendilerine yazılanı vermediğiniz ve kendileriyle evlenmekten

yüz çevirdiğiniz yetim kadınlar ve çocuklarla ilgili olarak

kitapta size okunanlar hakkında ve yetimlere karşı adil davranmanız

yönünde Allah size fetva veriyor. Yapacağınız her hayrı,

şüphesiz Allah bilir.

 

128- Eğer bir kadın, kocasının serkeşliğinden yahut kendisinden

yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir anlaşma

yapmalarında onlara günah yoktur. Anlaşmak (her hâlükârda) daha

hayırlıdır. Zaten nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir.

Eğer iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan

haberdardır.

 

129- Kadınlar arasında adaleti sağlamağa ne kadar uğraşsanız

da güç yetiremezsiniz; bari birisine tamamen meyledip de diğerini

askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, sakınırsanız,

şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

 

130- Eğer (eşler) birbirinden ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle her

birini zenginleştirir. Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir.

 

131- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Sizden önce

kitap verilenlere ve size, "Allah'tan korkun" diye tavsiye ettik. Eğer

inkâr ederseniz, (biliniz ki) göklerde ve yerde olanların hepsi Allah-

'ındır. Allah zengindir, övgüye layıktır.

 

132- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Vekil olarak

Allah yeter.

 

133- Ey insanlar! Allah dilerse sizi (geriye) götürür ve başkalarını

getirir. Allah buna kadirdir.

 

134- Kim dünya mükâfatını (mutluluğunu) isterse, (bilsin ki)

dünyanın da, ahiretin de mükâfatı Allah katındadır. Allah işiten ve

 

168 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

görendir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Ayetlerin akışı, surenin başında evlilik, evliliği haram olan kadınlar

ve bunların miras alması gibi onlarla ilintili ayetlerin içeriğiyle

bağlantılıdır. Surenin akışından anladığımız kadarıyla bu ayetler,

surenin girişindeki ayetlerden sonra inmişlerdir. Surenin giriş kısmındaki

ayetlerin indiği zaman insanlar, Resulullah'la (s.a.a) kadınlar

hakkında konuşuyorlardı. Çünkü yüce Allah, surenin giriş

kısmındaki ayetleri indirmiş, mal ve beşerî ilişkiler bazında kadınların

yok edilen haklarını yeniden diriltmiştir. [Bu açıdan, cahiliye

devrini geride bırakmış insanların bu konuda sorular sormaları ve

açıklama istemeleri doğaldı.]

 

İşte bu çerçevede yüce Allah [tefsirine başladığımız bu ayetleri

indirmekle] Peygamberine (s.a.a) kadınlar hakkında kendisine soru

soranlara şu cevabı vermesini emrediyor: Allah'ın kadınlar için

erkekler üzerinde birtakım haklar öngörmesi, ilâhî bir fetvadır ve

bu hususta, Peygamberin kişisel bir etkinliği söz konusu değildir.

Sadece bu değil, Kur'ân'da yetim kadınlarla ilgili olarak okunan

ayetler de ilâhî hükümlerden ibarettir ve Peygamberin (s.a.a) bunda

da kişisel bir müdahalesi yoktur. Hatta bu da yetmez. Yüce Allah,

yetimler hakkında adil olmayı ölçülü davranmayı da onlara

emretmektedir.

 

Sonra karı-kocanın arasında çıkan ihtilaflara ilişkin bazı hükümlere

değiniliyor ki, bu ihtilaflar genelde bütün karı-kocalarda

gözükmektedir.

 

"Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin

olarak... Allah size fetva veriyor." Ragıp el-Isfahanî şöyle der: "el-

Futya" ve "el-fetva", anlaşılması, içinden çıkılması zor, problemli

hükümlere verilen cevaptır. Denilir ki, ondan fetva istedim. [Içinden

çıkılması zor bir hükümle ilgili çıkış yolu göstermesini istedim.]

O da şu fetvayı verdi. [Şu çıkış yolunu gösterdi, hükmün bu

 

Nisâ Sûresi 127-134 ........................................................... 169

 

olduğunu söyledi.]" Ragıp'tan alınan alıntı burada sona erdi.

Kavramın kullanıldığı alanları incelediğimizde şu sonucu elde

ediyoruz: Fetva, insanın karşılaştığı problemli bir mesele hakkında

kendi bilgi ve düşüncesini işe salarak içtihat etmesi sonucu ortaya

koyduğu cevap ya da basit yalın bir gözlemle anlaşılması zor sandığı

bir konuda ilk sahip olduğu görüşün kendisi demektir; konuyla

ilgili cevap değil.

 

Ayet, tefsir bilginlerinin "kendilerine yazılanı vermediginiz ve

kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim kadınlar ve

zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında...

Allah size fetva veriyor." cümlesinin terkibinin değişik açılardan

ele alınması ile elde ettikleri farklı bakışları esas aldığımızda, birbirinden

ayrı anlamlar ifade etmektedir; ancak bu ayetin, surenin

giriş kısmında kadınlara ilişkin sorunları ele alan ayetlere eklenmiş

olması gösteriyor ki, bu ayet söz konusu o ayetlerden sonra

inmiştir.

 

Bunun [bu ayetlerin o ayetlerden sonra inişinin] doğal bir sonucu,

kadınlar hakkında istedikleri fetvanın, Islâm'ın ortaya çıkardığı,

yasalaştırdığı ve cahiliye döneminde kadınlara ilişkin bilinmeyen

tüm haklarla ilgili olmasıdır. Bunlarsa, yalnızca kadınların

miras ve evlilikle ilgili haklarıyla ilintilidir. Yetim kadınların hakları

gibi hususlarla ilgisi yoktur. Çünkü yetimlik durumu bütün kadınları

değil, sadece belli bir grubu ilgilendirir. Öte yandan yetim kadınların

durumu şu ayette ele alınmıştır: "kendilerine yazılanı vermediginiz

ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim kadınlar

ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında...

Allah size fetva veriyor." Şu hâlde, istenen fetva, kadın

olmaları hasebiyle tüm kadınları ilgilendiren miras hükümleriyle

ilgilidir.

 

Buna göre, "Onlara ilişkin olarak... Allah size fetva veriyor."

ifadesinde geçen "Allah'ın fetva verdiği hüküm"den maksat, surenin

giriş kısmında dikkat çekilen hususlardır. Bu hâliyle ayet, fetva

verme meselesini yüce Allah'la ilintilendirerek Hz. Peygamberle

 

170 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

(s.a.a) ilgisinin olmadığını vurgulamış oluyor. Buna göre ayetin anlamı

şöyledir: Kadınlarla ilgili olarak senden fetva istiyorlar. De ki:

Onlar hakkında fetva vermek Allah'ın yetkisindedir. O da surenin

girişinde indirdiği ayetler kapsamında onlara ilişkin hükmünü bildirmiştir.

"Kendilerine yazılanı vermediğiniz ve kendileriyle evlenmekten

yüz çevirdiğiniz yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta

size okunanlar hakkında... Allah size fetva veriyor." Daha önce,

ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, öksüz kadınlar ve zavallı,

çaresiz çocuklarla ilgili hüküm, kadınlara ilişkin hükümle ilintili olduğu

için burada söz konusu edilmiştir, demiştik. Nitekim surenin

giriş kısmındaki ayetlerde de öksüz kadınlara ilişkin hükme de

değinilmişti. Yoksa bu husus, istedikleri fetvanın kapsamına

girmez. Çünkü onlar yalnızca kadınlar hakkında fetva istemişlerdi.

Bundan dolayı, "ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesinin

"fî-hinne=onlara ilişkin" ifadesindeki mecrur zamire atfedilmiş olması

gerekir. Nahivcilerin çoğunluğu bu tür atfın doğru olmadığını

söyleseler de [nahiv ulemasından] Ferrâ, bunun Arapça kurallarına

uygun olduğunu ileri sürmüştür. Bu bakımdan, "yetim kadınlar ve

zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında..."

ifadesiyle, surenin giriş kısmında yer alan ve öksüz kadınlarla zavallı

çocuklar hakkında inen ayetlerin içerdiği hükümler ve anlamlar

kastedilmiştir. Ayetin orijinalinde geçen "yutlâ" kelimesinin

mastarı olan "tilavet" kelimesi, lafzın okunması anlamını ifade ettiği

gibi, lafzın ifade ettiği anlamın telkin edilmesi anlamını da içerir.

Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: De ki: Allah, kitapta

öksüz kadınlarla ilgili olarak size okunan hükümler hakkında size

fetva veriyor.

 

Bazı müfessirlerin açıklamasından anlaşıldığı kadarıyla onlar,

"ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesini, "fîhinne=onlara

ilişkin" ifadesinin cümledeki konumuna ve gizli harekesine atfetmişlerdir.

[Zahiri itibariyle car ve mecrur olsa da gerçekte

"yüftîkum" fiilinin mef'-ulüdür.] Bunu yaparken "fetva verme" ola-

 

Nisâ Sûresi 127-134 ...................................................... 171

 

rak anlamlandırdığımız "yuf-tîkum" kelimesini "açıklama" anlamında

ele almışlardır. Dolayısıyla, "De ki: Allah, kitapta size okunan

ayetleri açıklıyor." şeklinde bir anlam elde etmişlerdir.

Diğer bazıları, zorlama eseri olduğu hemen fark edilen ve yüce

Al-lah'ın kelâmına yakışmayan başka terkipler de geliştirmişlerdir.

Bu çer-çevede bazıları şöyle demişlerdir: "Ma yutlâ aleykum=size

okunanlar" ifadesi, "kulillah=de ki, Allah" sözünün mahalli konumuna

veyahut "yüftîkum=size fetva veriyor" ifadesindeki gizli zamire

["hüve=o"] atfedilmiştir.

 

Diğer bazısı, ifadenin "fin-nisâ=kadınlar hakkında" ifadesindeki

"nisâ=kadınlar" kelimesine atfedildiğini derken, başkaları da şöyle

demişlerdir: "Ve ma yutlâ aleykum fi'l kitab=kitapta size okunanlar"

ifadesinin başındaki "vav" harfi, yeni bir cümlenin başlangıcını

belirtir. Dolayısıyla cümle yeni bir başlangıçtır. "Ve ma yutlâ

aleykum=size okunanlar" bölümü mübteda, haberi de "fi'l

kitab=kitapta" ifadesidir. Dolayısıyla bu cümle tazim amacına yöneliktir,

demişlerdir.

 

Diğer bazısı ise, "ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesinin

başındaki "vav" harfi, yemin edatıdır. Dolayısıyla, "fî

yetamen-ni-sâ=yetim kadınlar hakkında" ifadesi, "fîhinne=onlara

ilişkin" ifadesinden bedeldir. Bu durumda cümlenin anlamı şudur:

"Kitapta size okunan ayetlere yemin ederim ki Allah, öksüz kadınlar

hakkında size fetva veriyor." Bu değerlendirmelerin tümünün

zorlama eseri oldukları açıkça görülmektedir.

"Kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten

yüz çevirdiginiz..." cümlesi, öksüz kadınların nitelemesi konumundadır.

Burada öksüz kadınların nasıl haklarından yoksun bırakıldıklarına

işaret edilmektedir. Nitekim bu yoksun bırakılış biçimleri,

yüce Allah'ın onlar hakkında bazı hükümler indirmesine

neden olmuştur. Böylece onların aleyhine haksız olarak yürürlükte

olan cahiliye devri geleneği geçersiz kılınmış, onların omuzlarına

binen bu zorluk kaldırılmıştır. Şöyle ki: Cahiliye döneminde Araplar,

öksüz kadınlara ve mallarına el koyuyorlardı. Eğer kadınlar gü-

 

172 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

zel olsalardı, onlarla evlenerek hem onlardan, hem de mallarından

yararlanırlardı. Eğer çirkin olsalardı, başkalarıyla evlenmelerine

engel olarak, kendileri de onlarla evlenmiyor ve yine de mallarından

yararlanmak için yanlarında tutuyorlardı.

Bundan sırasıyla şu hususlar ortaya çıkıyor:

Birincisi: "Kendilerine yazılanı" ifadesiyle, tekvinî=varoluşsal

yazım, yani ilâhî takdir ve plânlama kastedilmiştir. Çünkü insan

için yaşama yolunu açan, var ediliş ve meydana getiriliş olgusudur.

Bu varoluşsal olguların etkisiyle insan, günü gelince evlenme gereğini

duyar. Yine bu yaratılış yasası, insanın malı ve serveti üzerinde

özgür tasarrufta bulunma hakkını öngörmüştür. Dolayısıyla

bir insanın evlenmesine ve kendisine ait malı üzerinde tasarrufta

bulunmasına engel olmak, aslında yüce Allah'ın yaratılış sistemi

içinde ona bahşettiği niteliklere, yazdığı haklara engel olmak demektir.

Ikincisi: "En tenkihûhunne=evlenmekten" ifadesinin başındaki

mahzuf cer edatı "an"dır. Dolayısıyla, kastedilen onlarla evlenmek

istememektir, onlardan yüz çevirmektir, onlarla evlenmek istemek

değil. [Şöyle ki, "terğabûne" kelimesi, "rağbet" kökünden iki cer

edatıyla geçişli kılınır. Biri "fî" edatıyla, diğeri de "an" edatıyla. Birinci

durumda kelimenin anlamı "istemek, işi yapmaya yönelmek"

olur, ikinci durumda ise "istememek, yüz çevirmek" anlamında

kullanılır. Bu ayette de mahzuf cer edatı "an" olduğuna göre, bu

kelime "kendileriyle evlenmek istemediğiniz, evlenmemekle onlardan

yüz çevirdiğiniz" anlamına gelir.] Çünkü, haklarından mahrum

bırakıldıklarını ifade eden "Kendilerine yazılanı vermediginiz"

önceki ifadeyle, "zavallı çocuklar" diye başlayan sonraki ifadenin

arasında, öksüz kadınlarla [evlenmek isteme değil,] evlenmek istememe

durumunun zikredilmesi daha uygun düşmektedir.

"zavallı çocuklar" ifadesi ise, "yetim kadınlar" ifadesine

atfedilmiştir. Cahiliye Arapları öksüz çocukları zayıf bırakıyor,

onları ezip zillete düşürerek zavallılaştırıyorlardı. Ata

binemediklerini ve ailelerini savunamadıklarını bahane ederek

mirastan yoksun bırakıyorlardı.

 

Nisâ Sûresi 127-134 .......................................................... 173

 

yorlardı.

"ve yetimlere karşı adil davranmanız yönünde" Bu ifade

"fîhinne=onlara ilişkin" ifadesinin mahalline atfedilmiştir. Dolayısıyla

şöyle bir anlam elde ediyoruz: "De ki: Allah, öksüzler hakkında

adaleti yerine getirmeniz yönünde fetva veriyor." Bu açıdan ifade,

özel bir hükümden daha genel bir hükme geçişe örnek

oluşturur; yani, bazı kadın öksüzlere ve çocuklara ilişkin hükümden,

mutlak olarak tüm yetimlerin malları ve diğer haklarıyla ilgili

hükümlere geçiş yapılıyor.

 

"Yapacağınız her hayrı, şüphesiz Allah bilir." Burada muhataplara,

yüce Allah'ın kadınlar ve yetimlerle ilgili olarak koyduğu hükümlerin

kendi hayırlarına olduğu ve yüce Allah'ın muhakkak ki bunu

bildiği hatırlatılıyor. Bu, bu yönde amel yapmalarına dönük bir teşviktir.

Ki hayırları, iyilikleri bundadır. Öbür yandan karşı çıkmamaları,

muhalefet etmemeleri için de bir uyarıdır. Ki Allah yapıp ettiklerini

bilmektedir.

 

"Eğer bir kadın, kocasının serkeşliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse..." Bu husus, hakkında fetva istedikleri

meselenin dışında bir hüküm olmasına rağmen bir münasebetle

de konuyla irtibatlıdır. Bu tıpkı hemen sonraki ayette zikredilen

hükme benziyor: "Adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç

yetiremezsiniz."

Bu ayette serkeşlik, huysuzluk etme ve yüz çevirme endişesinden

söz edilip de bizzat bunların gerçekleşmelerinden söz edilmemesinin

nedeni; anlaşma zamanının, endişe sonrası işaret ve

belirtilerin ilk ortaya çıkışı ile birlikte gündeme gelmesidir. Ayetin

akışından anladığımız kadarıyla, anlaşmadan maksat, kadının evlilikten

doğan haklarının bir kısmından veya tümünden, arada bir

yakınlık, sıcaklık ve uyum meydana getirmek ve ayrılık tehlikesini

önlemek için, sarfınazar etmesidir. Kuşkusuz anlaşma, bu tür olumsuz

sonuçlardan daha hayırlıdır.

 

"Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir." Ayette

 

174 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

geçen "eş-şuhhu" kelimesi, cimrilik anlamına gelir. Bu demektir ki

cimrilik, insan nefsinin bir karakteri, bir içgüdüsüdür. Yüce Allah,

çıkarlarını korusun ve zayi olmasını önlesin diye insana bu

duyguyu vermiştir. Dolayısıyla her nefsin cimriliği, hemen yanı başında

hazır hâldedir. Örneğin kadın, evlilik çerçevesinde giyim, nafaka,

yatak ilişkileri ve cinsel birleşme gibi hakları konusunda cimrilik

eder [yani, onların korunmasını ve zayi olmamasını ister]. Erkek

de, ayrılmak istediğinde, muaşeretten hoşlanmadığında uzlaşma

ve eşine eğilim gösterme hususunda cimrilik eder. Böyle bir

durumda, anlaşma sağlanabilmesi için taraflardan birinin veya her

ikisinin kimi haklarından ödün vermesinin herhangi bir sakıncası

yoktur.

 

Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eger iyi davranır ve

(haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."

Burada, iyilik yolundan çıkmasınlar ve takva ilkesini

göz ardı etmesinler ve Allah'ın yapıp ettiklerini haber aldığını hatırlasınlar

diye erkeklere öğüt verilmektedir. Ki karı-koca muaşereti

bağlamında kadınlara zulüm etmesinler, kadınların gönüllü olarak

bazı haklarından feragat etmeleri mümkün olsa bile, erkekler onları

bazı temel haklarından vazgeçmeye zorlamasınlar.

 

"Kadınlar arasında adaleti sağlamağa ne kadar uğraşsanız da güç

yetiremezsiniz..." Bu ifade, yüce Allah'ın surenin giriş kısmında yer

alan, "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız,

yalnız biriyle evlenin." (Nisâ, 3) ayetiyle; aynı şekilde, "Eger iyi

davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız..." ifadesiyle işaret ettiği

kadınlar arasında adalet ilkesine göre hareket etmeye ilişkin

hükmün açıklaması niteliğindedir. Aslında bu son cümle, belli bir

oranda tehdit de içermektedir. Bu ise kadınlar arasında adaletli

davranmanın gerçek anlamını teşhis etme açısından insanı şaşkınlığa

iten bir ifade tarzıdır. Adalet, ifrat ve tefritin ortası, denge

çizgisi demektir. Bu açıdan adaleti teşhis etmek zordan öte zor bir

gerçektir. Özellikle kalplerin kadınlara sevgiyle eğilim gösterdiği

durumlarda bu zorluk daha da belirginleşir. Çünkü kalpte oluşan

 

Nisâ Sûresi 127-134 ......................................................... 175

 

sevgi duygusu, her zaman insan iradesinin etkili olduğu bir olgu

değildir.

 

Böylece yüce Allah, kadınlar arasında gerçek adaleti sağlamanın,

yani bir erkeğin eşleri arasında gerçek anlamda orta çizgiyi izlemesinin,

ne kadar uğraşsa da güç yetirilemeyecek bir şey olduğunu

açıklıyor. Şu hâlde erkeklere düşen, ifrat ve tefrit sayılan taraflardan

birine, özellikle tefrit tarafına büsbütün eğilim göstermemeleri,

tamamen kapılmamalarıdır. Buna göre, kadınlardan birinin

arada bırakılması, yani evli denilmeyecek ve kocasından yararlanamayacak

şekilde askıda tutulması, buna karşın evlenemeyecek

veya başının çaresine bakamayacak şekilde dul olmaması

ve nikâh altında tutulması, tefrit tarafın en somut örneğidir.

Kadınlar arasında adalete uymak bağlamında erkeğin görevi,

pratikte onlara eşit davranmasıdır; hiçbir aşırılığa kaçmadan evlilikten

doğan haklarını vermesidir. Onlara karşı iyilikle davranması,

onlarla muaşeretten tiksindiğini belli etmemesi, onlara karşı kötü

bir huy sergilememesi ise mendup, olumlu bir davranıştır. Bu, aynı

zamanda Peygamberimizin (s.a.a) eşlerine karşı sergilediği bir tavırdı

da.

"Bari birisine tamamen meyledip de digerini askıya alınmış

gibi bırakmayın." cümlesi gösteriyor ki, "Kadınlar arasında adaleti

saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz." cümlesinde

mutlak olarak adalet olgusu olumsuzlanmıyor. Dolayısıyla

bunu, "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız,

yalnız biriyle evlenin..." ifadesine ekleyerek, iddia edildiği gibi,

Islâm'da birden fazla kadınla evliliğin ortadan kaldırıldığı şeklinde

bir sonuca varmak yanlıştır, dayanaksız bir girişimdir.

Çünkü, söz konusu cümle [yani, "bâri birisine meyledip de..."

ifadesi] gerçek, realist, aşırılığa, taraf tutmaya hiçbir şekilde kaçmayan,

gerçek anlamda denge çizgisinde hareket etmek demek

olan adaletin yerine getirilemeyeceğine işaret etmektedir. Hükme

bağlanan ise, hiçbir sıkıntıya düşmeksizin amelî olarak uygulanabilen

takribî=yaklaşık adalettir.

 

176 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Öte yandan Peygamberimizin (s.a.a) fiilî sünneti, herkesin görüp

duyacağı şekilde bu uygulamayı gerçekleştirmiş olması ve

Müslümanlar arasında kesintisiz olarak süregelen birden fazla kadınla

evlenme geleneği, yukarıda işaret ettiğimiz vehim menşeli

çıkarsamayı geçersiz kılmaktadır.

 

Kaldı ki, birden fazla kadınla evliliği öngören "O hâlde gönlünüzün

rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz."

(Nisâ, 3) ayetini objeler dünyasında karşılığı olmayan salt bir

zihinsel olgu gibi algılamak, insanları körlüğe sürüklemekten başka

bir şey değil ve yüce Allah'ın kelâmına yakışmayan bir ciddiyetsizliktir.

"Eger arayı düzeltir, sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bagışlayıcı

ve esirgeyicidir." ifadesi, nefret ve anlaşmazlık belirtilerinin

baş göstermesi durumunda, erkekleri yapıcılığa teşvik etme amacına

yöneliktir. Bunun takvanın gereği olduğunu hatırlatarak, bu

olumlu tavrın gereğini vurgulamaktadır. Çünkü takva, peşice bağışlanma

ve esirgenmeyi getiriyor. "Anlaşmak (her hâlükârda)

daha hayırlıdır." ve "Eger iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız."

ifadelerinden sonra buna yer verilmiş olması da, tekit üstüne

tekit, vurgu üstüne vurgu konumundadır ve böylece mesele daha

da pekiştirilmektedir.

 

"Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir." Eğer kadın ve erkek boşanmak suretiyle birbirlerinden

ayrılırlarsa, Allah, geniş nimetiyle her birini zengin eder. Konunun

mahiyetini esas alarak baktığımızda "zenginleştirme" ifadesiyle,

evlilikle ilgili olarak gündeme gelen birbirine ısınma, kaynaşma,

cinsel birleşme, kadının giyim ve nafakası gibi bütün olguların

kastedildiğini anlıyoruz. Çünkü yüce Allah söz konusu eşlerin birini

yalnızca diğeri için yaratmamıştır ki, ayrılmaları durumunda, biri

ömrü boyunca başka bir eş bulamasın. Aksine evlilik geleneği, fıtrat

menşeli bir sünnettir. Insan türünün bireyleri arasında geçerlidir.

Her birey öz doğası gereği buna eğilim gösterir.

 

"Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir. Göklerde ve

 

Nisâ Sûresi 127-134 .................................................. 177

 

yerde olanların hepsi Allah'ındır." ifadesi, "Allah bol nimetiyle her

birini zenginleştirir." ifadesinin içerdiği hükmün gerekçesi konumundadır.

 

"Sizden önce kitap verilenlere ve size Allah'tan korkun diye tavsiye

ettik." Evlilik ilişkilerinin her aşamasında ve her durumda takva niteliğini

esas almaları gerektiğine ilişkin çağrıya bir kez daha vurgu

yapılıyor ve takvayı terk etmenin Allah'ın nimetini inkâr etmek,

nankörlükte bulunmak anlamına geldiği vurgulanıyor. Gerekçesi

de şudur: Allah'a itaat etmek suretiyle sahip olunan takva duygusu,

nimetlere karşılık teşekkür etmekten başka bir şey değildir. Ya

da Allah korkusunu terk etmenin menşei ancak küfür olabilir. Bu

da ya kâfirlerde ve müşriklerde olduğu gibi açık küfür ya da müminlerin

fasık olanlarında olduğu gibi gizli ve örtülü küfür olur.

Bu açıklama ile, "Eger inkâr ederseniz, (biliniz ki) göklerde ve

yerde olanların hepsi Allah'ındır." ifadesi ile neyin kastedildiği açığa

çıkıyor. Yani, eğer size ve sizden öncekilere yaptığımız tavsiyenin

gereğini yerine getirmezseniz, bu tavsiyeyi kulak ardı ederseniz,

dolayısıyla küfür [Allah'ı inkâr etmek] demek olan veya küfürden

kaynaklanan takvasızlık yapar ve Allah'tan korkmazsanız

bu, Allah'a hiçbir zarar vermez. O'nun size ve takvanıza ihtiyacı

yoktur. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O, zengindir,

övgüye layıktır.

 

Desen ki: "Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır."

sözünün [131 ve 132. ayetlerde] üç kere tekrarlanmış olmasının

hikmeti nedir?

 

Derim ki: Bunlardan ilki, "Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir,

hikmet sahibidir." ifadesinin gerekçeli açıklamasıdır; ikincisi de,

"Eger inkâr ederseniz..." ifadesindeki şart cümlesinin cevabı konumundadır.

Dolayısıyla açılımı şöyledir: "Eğer inkâr ederseniz, biliniz

ki Allah'ın size ihtiyacı yoktur." Bu, aynı zamanda "Allah zengindir,

övgüye layıktır." sözünde belirginleşen cevabın da gerekçesidir.

 

178 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Üçüncüsü ise, yeni bir başlangıçtır; bir açıdan da "dilerse" sözünün

gerekçesi konumundadır.

 

"Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter."

Yüce Allah'ın malik olmasının ne anlama geldiğini şimdiye

kadar defalarca anlattık. Allah vekildir; kullarının işlerini yönetir,

gidişatlarını düzenler. Yönetici-vekil olarak Allah yeter. Kullarının

yönetsel işlerini görürken desteğe ve yardıma ihtiyacı yoktur. Bir

toplumun davranışlarından hoşnut olmazsa veya yapıp ettikleri

O'nu öfkelendirecek türden davranışlarsa, onları yok edip yerine

başkalarını getirmesi ya da onları gerileterek başka bir toplumu ileri

çıkarması mümkündür. Ayetlerin akışının desteklediği, daha

doğrusu bizzat tanıklık ettiği bu anlam itibariyle, bu ayetin içeriği,

bir sonraki ayette yer alan, "Ey insanlar! Allah dilerse sizi götürür."

ifadesiyle irtibatlanmış oluyor.

 

"Ey insanlar! Allah dilerse sizi (geriye) götürür ve başkalarını getirir."

Allah'ın bu ümmete ve önceki Ehlikitap toplumlara yönelik

tavsiyesi olan takvayı ilke edinmeye ilişkin bir çağrı niteliğindeki

akış gösteriyor ki, "dilerse" ifadesinde işaret edilen Allah'ın zenginlik

ve ihtiyaçsızlığı, takva olgusuyla ilintilidir.

 

Bu açıdan şöyle bir anlam elde ediyoruz: Allah tümünüze takva

ile donanmanızı tavsiye etti. Şu hâlde ondan korkup sakının. Eğer

inkâr ederseniz, onun size ihtiyacı yoktur. O her şeyin sahibidir.

Mülkü üzerinde dilediği gibi, dilediği doğrultuda tasarruf eder. Eğer

kendisine kulluk sunulmasını ve kendisinden korkulmasını diler

de, siz bu görevi gereği gibi yerine getirmezseniz, O, sizi geriletip

sevdiği ve hoşnut olduğu davranışları sergileyen başkalarını öne

geçirecek güçtedir. Allah buna kadirdir.

 

Buna göre, ayet-i kerime muttaki olmayan insanların Allah'tan

korkan insanlarla değiştirilebileceklerine işaret etmektedir. Bir rivayete

göre,1 bu ayet indiği zaman, Resulullah efendimiz (s.a.a) elini

Selman-ı Farisî'nin (r.a) sırtına vurdu ve "Onlar bu adamın soy-

 

 

1- Bu rivayet, Tefsir-ul Beydavî'de aktarılmıştır.

 

Nisâ Sûresi 127-134 .................................................... 179

 

daşlarıdır." buyurdu. Rivayet, ayetin anlamını destekler niteliktedir.

Bunun üzerinde düşünmeye değer.

 

Diğer bazı müfessirlerin ihtimal dâhilinde gördükleri bir anlam

da şudur: Eğer dilerse sizi yok eder, yerinize başka bir kavim var

eder veya insanların yerine başka bir canlı türünü var eder.

Ne var ki, ayetin akışı böyle bir anlamı ihtimal dışı bırakmaktadır.

Evet böyle bir anlam, "Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattıgını

görmedin mi? Dilerse sizi ortadan kaldırır ve yepyeni bir

halk getirir. Bu, Allah'a güç degildir." (Ibrâhim, 19-20) ayeti çerçevesinde

ihtimal dâhilinde olabilir ve bu ayete böyle bir anlam vermenin

sakıncası yoktur.

 

"Kim dünya mükâfatını isterse, (bilsin ki) dünyanın da, ahiretin de

mükâfatı Allah katındadır. Allah işiten ve görendir." Bu, Allah'tan

korkma duygusuyla donanmayı terk eden ve onun tavsiyesini tutmayan

kimselerin yanılgılarına dikkat çeken bir diğer açıklamadır.

Bazıları bu ayeti açıklarken şöyle bir yoruma baş vurmuşlar: Bunu

yapan kişi [takvayı ilke edinmeyi terk eden ve Allah'ın tavsiyesine

uymayan kimse], eğer dünya ödülü ve ganimeti için yapmışsa büyük

bir yanlışlık yapmıştır. Çünkü dünyanın ve ahiretin ödülü birlikte

Allah katında, O'nun eli altındadır. Öyleyse, bu insana ne oluyor

ki, ödüllerin en değersizine talip oluyor, en onur vericisini veya ikisini

birden istemiyor?

 

Ancak ayetten maksadın -gerçi Allah doğrusunu herkesten

daha iyi bilir- şu olması ihtimali daha belirgindir: Dünya ve ahiret

ödülü, dünya ve ahiret mutluluğu birlikte Allah katındadırlar. Dolayısıyla

dünya ödülü ve mutluluğunu isteyenin bile O'na kulluk sunarak

yaklaşması gerekir. Çünkü insan, mutluluğu ancak Allah'ın

yasalaştırdığı dinine uymakla elde edilen takva duygusuyla donanması

durumunda yakalayabilir. Din, gerçek mutluluk yolundan

başka bir şey değildir. Allah'ın kendi katından vermediği ödül ve

sevabı, bir insanın elde etmesi mümkün müdür? Değil mi ki, Allah

işitendir, görendir.

 

180 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir, Said b.

Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Cahiliye döneminde, sadece

malı idare edebilecek ve çalışabilecek adamlar mirasçı olabiliyorlardı.

Küçük çocuklara ve kadınlara mirastan bir pay

verilmezdi. Nisâ suresinde miras paylaşımı ile ilgili hükümleri içeren

ayetler nazil olunca, bu durum insanların gücüne gitti. Dediler

ki: 'Malı yönetmesini beceremeyen küçük çocuklarla, onlarla aynı

durumda olan kadınlar mirasçı mı olacaklar? Erkekler gibi onlar

da mı mirastan pay alacaklar?' Bu konuda gökten bir açıklamanın

gelmesini beklediler. Baktılar ki, bu konuda gökten bir haber

gelmiyor, dediler ki: 'Eğer bu hüküm bu şekilde kesinlik kazanırsa,

ona uymak kaçınılmaz olur.' Sonra 'Gidip Peygambere sorun.' dediler."

"Bunun üzerine şu ayet indi: Senden, kadınlar hakkında fetva

istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin olarak; kendilerine yazılanı

vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim

kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta -yani, surenin

giriş kısmında- size okunanlar hakkında ve yetimlere karşı adil

davranmanız yönünde Allah size fetva veriyor."

Aynı eserde, Abd b. Hamid ve Ibn-i Cerir, tefsirini sunduğumuz

ayet hakkında Ibrahim'den şöyle rivayet ederler: "Cahiliye dönemindeki

Araplar, bir cariye öksüz ve çirkin olsaydı, mirasını

vermezlerdi. Onu evlenmekten alıkoyarak bir yere hapsederlerdi.

Böylece onun mirasına kendileri konmuş olurlardı. Işte yüce Allah

bu ayeti, böyleleri hakkında indirdi."

Ben derim ki: Bu anlamı destekler mahiyette birçok rivayet,

çeşitli kanallardan gerek Şiîler ve gerekse Sünnîler tarafından aktarılmıştır.

Bunların bir kısmına surenin başlarında yer verdik.

Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, "kendilerine yazılanı vermediginiz"

ifadesiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Onlara yazılan şeyden

maksat, mirasta kendileri için öngörülen paydır. Ve bu değerlen-

 

Nisâ Sûresi 127-134 .................................................... 181

 

dirme İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir."

 

Tefsir-ul Kummî'de, "Eger bir kadın, kocasının serkeşliginden

yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse..." ayetiyle

ilgili olarak deniliyor ki: "Bu ayet, Muhammed b. Mesleme'nin kızı

hakkında inmiştir. Râfi b. Hadîc'in karısıydı. Kadın biraz yaşlıcaydı.

Rafi onun üzerine kuma alarak genç bir kadın getirdi. Dolayısıyla

bu genç kadın, Muhammed b. Mesleme'nin kızından daha çok hoşuna

gidiyordu, bunu ondan daha güzel buluyordu. Muhammed b.

Mesleme'nin kızı ona dedi ki: 'Gördüğüm kadarıyla sen benden yüz

çeviriyor, diğer eşini bana tercih ediyorsun.' Râfi, 'O gençtir, hoşuma

gidiyor ve bana göre o daha güzel görünüşlüdür. Eğer istersen,

onun yanında iki veya üç gün kalayım, senin yanında da bir gün

kalayım.' dedi."

 

"Fakat Muhammed b. Mesleme'nin kızı bunu kabul etmedi.

Bunun üzerine Râfi onu boşadı. [Ardından onunla anlaştı ve tekrar

evine getirdi; ama geçimsizlik nedeniyle] ikinci defa yine boşadı.

[Üçüncü kez o kadını evine getirmeye gitti. Ancak önceki olaylar

gündeme geldi ve] kadın dedi ki: 'Allah'a andolsun ki, benimle onu

eşit tutmanın dışında hiçbir öneriye razı olmam. Allah, 'Zaten nefisler

cimrilige hazır duruma getirilmiştir." buyuruyor.' Dolayısıyla

Muhammed b. Mesleme'-nin kızı payına razı olmadı ve kocasını

paylaşmakta cimrilik gösterdi. Râfi, razı olmaması durumunda

onu üçüncü kez boşayacağını bildirdi. Bu sefer kadın kocasını bırakmama

yönünde cimrilik gösterdi ve paylaşıma razı oldu."

"Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: 'Aralarında anlaşma

yapmalarında onlara günah yoktur. Anlaşmak (her hâlükârda)

daha hayırlıdır.' Kadın razı olup ortalık durulunca, adam ikisi

arasında adaleti tutmakta güçlük çekti, adaleti sağlamağa güç yetiremedi.

Bunun üzerine şu ayet indi: 'Kadınlar arasında adaleti

saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birine

tamamen meyledip digerini askıya alınmış gibi bırakmayın.'

Yani, sürekli birinin yanına gidip ötekisini boşlukta bırakmayın. Ne

dul, ne de evli biri olarak ortada kalmış gibi yapmayın. Dolayısıyla

 

182 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bu gibi durumlarda ayetin geçerli kıldığı yöntem şundan ibarettir:

Eğer kadın kocasının yanında kalmaya ve kocasıyla anlaştığı hususlara

uymaya razı olursa, kocası için de, kadın için de, bir sakınca

yoktur. Ama eğer kadın anlaşma yanlısı olmaz ve kocasının

koştuğu şartları kabul etmezse, bu durumda kocasının onu boşamaktan

veya ikisini eşit tutmaktan başka seçeneği kalmaz."

 

Ben derim ki: Bu hadis ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Malik,

Abdurrezzak, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Hakim -sahih

olduğunu belirterek- tarafından özet olarak rivayet edilmiştir.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Tayalisî, Ibn-i Ebi Şeybe, Ibn-i

Rahe-veyh, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Beyhaki, Hz.

Ali b. Ebu Talip'ten (a.s) şöyle rivayet ederler: Ona bu ayetle ilgili

bir soru soruldu. Cevap olarak buyurdu ki: "Burada kastedilen, iki

eşli bir adamdır. Eşlerden biri artık iyice çökmüş (yaşlı) veya çirkindir.

Adam bunu boşamak ister. Fakat boşanmamak karşılığı

olarak bir gece onun yanında, birkaç gece de öbür eşinin yanında

kalmak üzere anlaşırlar. Kadının kendi isteği ile verdiği bu ödünün

herhangi bir sakıncası yoktur. Fakat kadın kararından dönerse, erkeğin

eşlerini eşit tutması bir zorunluluktur."

 

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Halebi kanalıyla

Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ona, 'Eger bir

kadın, kocasının serkeşliginden yahut kendisinden yüz çevirmesinden

endişe ederse...' ayetinin anlamını sordum. Bana şu karşılığı

verdi: 'Bir kadın bir adamla evli olur. Fakat adam ondan

hoşlanmaz. Ona, seni boşamak istiyorum, der. O da der ki: 'Yapma.

Senin benden dolayı dile düşmeni, şamata konusu olmanı istemem.

Fakat ben geceleyin beraber olma hususunda her şeyi

sana bırakıyorum. Bunun dışındaki diğer haklarımdan da vazgeçiyorum;

beni kendi hâlime bırak.' Işte, 'Aralarında anlaşma yapmalarında

onlara günah yoktur.' ayetindeki anlaşmadan maksat budur."

[Furu-u Kâfi, c.6, s.145]

 

Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen başka rivayetler, el-

 

Nisâ Sûresi 127-134 ....................................................... 183

 

Kâfi'de ve Tefsir-ul Ayyâşî'de1 yer almaktadır.

 

Tefsir-ul Kummî'de, "Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir."

ifadesiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Cimrilik çeşitli kısımlara

ayrılır. Bir kısmı insanın tercih ettiği, bir kısmı da insanın

tercih etmediği şeylerle ilgilidir."

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Hişam b. Salim'in Imam Cafer Sadık'tan

(a.s), "Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız

da güç yetiremezsiniz." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet ettiği

belirtilir: "Yani, sevgi hususunda [onlar arasında tam adaleti sağlayamazsınız]."

[c.1, s.279, h:285]

 

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Nuh b. Şuayb ve Muhammed

b. Hasan'dan şöyle rivayet eder: "Ibn-i Ebi'l Avca, Hişam

b. Hakem'e sordu ki: 'Allah hikmet sahibi değil midir?' O, 'Evet, Allah

hüküm verenlerin en hikmetlisidir.' diye cevap verdi. 'Öyleyse

bana, 'O hâlde gönlünüzün rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve

dörder evlenebilirsiniz. Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden

korkarsanız, yalnız biriyle evlenin.' ayetinden haber ver. Bu

ayetin hükmü farz değil midir?' diye sordu. O, 'Evet' dedi. Sonra

dedi ki: 'O hâlde, 'Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar

ugraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birisine tamamen meyledip

de digerini askıya alınmış gibi bırakmayın.' ayetinden haber

ver. Hangi hikmetli kişi böyle bir söz söyler?' Hişam b. Hakem buna

verecek cevap bulamadı."

"Sonra kalkıp Medine'ye Imam Cafer Sadık'ın (a.s) yanına gitti.

Imam ona, 'Ne hac, ne de umre vakti olmayan bu zamanda niye

geldin?' diye sordu. Dedi ki: 'Evet böyle bir zamanda geldim. Sana

feda olayım. Çünkü önemli işim var. Ibn-i Ebi'l Avca bana bir soru

sordu ki, buna verecek cevap bulamadım.' Imam, 'Nedir bu soru?'

diye sordu. Hişam olayı anlattı."

"Imam Cafer Sadık (a.s) ona şöyle dedi: 'O hâlde gönlünüzün

 

1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.278, h:284.]

 

184 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz.

Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız, yalnız

biriyle evlenin.' ayetinde nafaka kastedilmiştir. 'Kadınlar arasında

adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz;

bari birisine tamamen meyledip, digerini askıya alınmış gibi

bırakmayın.' ayetinde ise, sevgi kastedilmiştir."

 

Râvi der ki: "Hişam, Ibn-i Ebi'l Avca'ya bu cevabı ulaştırınca,

'Allah'a andolsun ki bu cevap, senin fikrin değildir.' dedi." [Füru-u

Kâfi, c.5, s.362]

 

Ben derim ki: Benzeri bir hadis Tefsir-ul Kummî'de de rivayet

edilmiştir. Buna göre, zındıklardan biri Ebu Cafer el-Ahvel'e aynı

meseleyle ilgili olarak bir soru yöneltir. Bunun üzerine Ebu Cafer

Medine'ye gider. Imam Sadık'a (a.s) bunun cevabını sorar. O da

yukarıdakinin aynısı olan cevabı verir. Ebu Cafer adamın yanına

döner ve cevabı ona iletir. Adam ise, "Sen bu cevabı Hicaz'dan

getirdin" der.

 

Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, "askıya alınmış gibi bırakmayın."

ifadesi, şu şekilde açıklanıyor: "Kendisine meyledip yöneldiğiniz

kadını, ne evli, ne de boşanmış gibi bir hâlde tutmayın. Bu

değerlendirme Imam Bâkır ve Imam Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir."

Aynı eserde, Peygamber efendimizle (s.a.a) ilgili olarak şöyle

rivayet edilir: "O, eşleriyle yatma hususunda eşitliği gözetir, sonra

da şöyle derdi: Allah'ım! Bu, benim elimden gelen kendi paylaşımımdır.

Senin elinde olan, fakat benim elimde olmayan diğer hususlardan

dolayı beni kınama!"

 

Ben derim ki: Ulemanın çoğunluğu, bu hadisi çeşitli kanallardan

aktarmıştır. "Senin elinde olan, fakat benim elimde olmayan"

dan maksat, kalben duyulan sevgidir. Ancak bu rivayette belli

bir zaaf vardır. Çünkü yüce Allah, kulunu elinde olmayan bir şeyden

dolayı kınamayacak kadar yücedir. Çünkü O, "Allah, hiç kimseyi

verdigi imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz." (Talâk, 7) buyurmuştur.

Peygamberimiz (s.a.a) de, olanı var etsin diye istekte

 

Nisâ Sûresi 127-134 ..................................................... 185

 

bulunmayacak kadar Rabbinin yüceliğini takdir edecek konumdadır.

el-Kâfi'de Ibn-i Ebu Leyla'ya isnaden deniliyor ki: "Bana Asım b.

Hamid şöyle anlattı: Bir ara Imam Cafer Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum.

Adamın biri yanına geldi ve muhtaç durumunda oluşundan

şikayet etti. Imam (a.s) evlenmesini emretti. Fakat yoksulluğu

gittikçe şiddetlendi. Bir kez daha Imamın yanına geldi ve durumunun

ne olacağını sordu ve 'Ihtiyaçlarım gittikçe şiddetlenip

arttı.' dedi. Imam buyurdu ki: 'Eşinden ayrıl.' Sonra bir kez daha

Imamın yanına geldiğinde ona durumunu sordu ve 'Servet edindim

ve durumum iyileşti.' dedi."

"Bunun üzerine Imam Sadık (a.s) buyurdu ki: Sana Allah'ın

emrettiği iki hususu emrettim. Biri şudur: 'Içinizdeki bekârları, kölelerinizden

ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eger bunlar

fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütuf

ve ihsanıyla) geniştir ve her şeyi bilendir.' (Nûr, 32) Diğeri de, 'Eger

(eşler) ayrılırsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir.' (Nisâ,

130) ayetidir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.331, h:6]

 

 

186 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Nisâ Sûresi 135 ........................................................... 187

 

 

135- Ey inananlar! Kendinizin, ana-babanızın ve yakınlarınızın

aleyhinde olsa bile, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik

eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya

fakir olsalar da Allah onlara daha yakındır. Öyleyse doğruluktan

sapmayasınız diye heveslerinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken)

eğriltirseniz yahut (şahitlik etmekten) kaçınırsanız, (biliniz ki) Allah

yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır.

 

AYETİN AÇIKLAMASI

 

"Ey inananlar!... adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik eden

kimseler olun." Ayetin orijinalinde geçen "kıst" kelimesi adalet demektir.

Adaleti ayakta tutmak, gereğini yapmak ve adaleti korumak

anlamına gelir. Şu hâlde adaleti ayakta tutanlardan maksat,

onu en tam ve en mükemmel şekilde uygulayanlar; kişisel arzu,

tutku ve heves, duygusallık, korku, herhangi bir çıkar beklentisi gibi

bir şey yüzünden adalet ilkesinden sapmayanlardır.

Bu nitelik, hakka tâbi olmanın, onu zayi olmaktan korumanın

en yakın etkeni ve kusursuz nedenidir. Bunun bir gereği de şahitliği

eda e-derken ve şahitlikte bulunurken doğruyu söylemektir.

Bundan da anlaşılıyor ki, şahitliğe ilişkin hükmün açıklanması

amacına yönelik olan bu ayete, yukarıda değindiğimiz bu nitelikle

başlanması, ardından şahitlik niteliğinden söz edilmesi, genel bir

nitelikten bu genel niteliğin kapsamındaki ayrıntı konumundaki

bir başka niteliğe aşamalı olarak geçişe ilişkin bir örnektir. Sanki

demek isteniyor ki: Allah için şahitlik edenlerden olun. Ama bu, sizin

için, adaleti eksiksiz ve tam yerine getirenler olmadığınız sürece

kolay olmayacaktır. Şu hâlde, Allah için şahitlik edenler olabilmeniz

için adaleti tam yerine getirenler olun.

"Şuhedâe lıllah=Allah için şahitlik eden kimseler"

ifadesindeki "lâm" harfi, amaç bildirmeye yöneliktir. Yani, şahitlik

edenler olun ki, şahitliğiniz Allah için olsun. Nitekim yüce Allah bir

ayette şöyle buyurmuştur: "Şahitligi Allah için yapın." (Talâk, 2) Şahitliğin

Allah için olmasının anlamı, onun hakka tâbi olması, hakkın

açığa çıkması ve hakkın ihya edilmesi amacına yönelik olmasıdır.

Nitekim bunu şu ifade de açıklamaktadır: "Öyleyse dogruluktan

sapmayasınız diye heves-lerinize uymayın."

"Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde olsa bile"

Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın çıkarının aksine olsa

bile, adaletin gereğini yapın. Kendi çıkarlarınıza, anne-ba-banıza ve

akrabalarınıza yönelik sevginiz sizi adaletten sapmaya veya adaleti

terk etmeye sürüklemesin. Buna göre şahitliğin insanın kendisinin,

anne-babasının veya akrabalarının aleyhinde olması, üstlendiği

şahitliğin sonuçta kendisinin veya anne-babasının ya da akrabalarının

durumuna zararlı olması demektir.

Zarara uğrayan kişi aracısız ve doğrudan aleyhinde şahitlikte

bulunulan biri olabilir. Bir insanın babası ile bir başkası anlaşmazlığa

düşmeleri ve insanın babasının aleyhine şahitlikte bulunması

gibi. Zarar dolaylı ve aracılı da olabilir. Iki insanın anlaşmazlığa

düşmeleri, şahitlikte bulunan kişinin yaptığı şahitlikten dolayı onlar

tarafından zarara uğratılması yani, anlaşmazlığa taraf olanlardan

birinin şahide zarar vermesi gibi.

 

"(Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir olsalar da Allah

onlara daha yakındır." Arada iki şıklığı bildiren "ev" edatı olmasına

rağmen tesniye zamirinin ["bihima"] zengin ve fakire dönük olması,

zengin ve fakir nitelemesi ile meçhul bir varsayımın kastedilmiş

 

188 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

olmasından dolayıdır. Dolayısıyla bu nitelemeler, olayların meydana

gelişleri ve yinelenişleri oranında yinelenirler. Mesela bir olayda

zenginken insan, bir başkasında fakir olabilir. Şu hâlde konuya iki

şıklılık hâlinde açıklama getirmek, açıklama amacına yönelik açıklamadaki

varsayım hasebiyledir. Oysa bu iki şık, realitede ancak

iki olayda tahakkuk bulabilir, bir olayda değil. Bazı bilginler de

bu yönde görüş belirtmişlerdir.

 

Bu bakımdan ifadenin anlamı şudur: "Allah zengine, zenginliği

hâlinde daha yakındır. Fakire de fakirliği hâlinde daha yakındır."

Buna göre, verilmek istenen mesaj -gerçi Allah doğrusunu herkesten

daha iyi bilir- şu olsa gerektir: Zenginin zenginliği sizin haktan

sapıp ona eğilim göstermenize, fakirin fakirliği de sizin haktan ayrılarak

onun hâlini gözetmenize neden olmasın. Aksine, şahitliği

yüce Allah için yapın. Sonra O'nu zenginle ve fakirle baş başa bırakın.

O her ikisine de daha yakındır ve onların durumuna karşı herkesten

daha çok merhametlidir. O'nun rahmetinin bir gereği de

hakkı, tâbi olunması zorunlu olan ve adaleti de gözetilmesi, yerine

getirilmesi istenen, teşvik edilen bir olgu kılmasıdır. Adalete uymak

ve hakkı üstün tutmak, insan türünün mutluluğunun temel

koşullarından biridir. Bu sayede hem zenginin konumu güçlenir.

Hem de yoksulun durumu düzelmiş olur.

Zengin veya fakirden biri, bir olayın veya birkaç olayın şahsında

sapkın veya terkedilmiş bir şahitlikten dolayı bir menfaat elde

etmiş olsa bile, bu ancak hakkın zaafa uğraması ve adaletin öldürülmesi

ile mümkün olabilir. Bunun adı, batılın güçlenmesi, buna

karşın zorbalığın ve zulmün hayat bulmasıdır. Bu, ölümcül bir hastalıktır;

insanlığın tükenişidir.

 

"Öyleyse doğruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın."

Yani, nefsin heveslerine, kişisel arzularına uymak ve Allah için şahitlikte

bulunmayı terk etmek suretiyle haktan ve adaletten sapmaktan

korkun. Bu durumda, ifadenin orijinalinde geçen "en ta'dilu"

kelimesi, "meful-ü leh"tir. Bir "lâm" takdir edilerek "uyma" ile

ilin-tilendirilmesi de mümkündür. Yani, heveslerinize uymayın ki

 

Nisâ Sûresi 135 ............................................................ 189

 

doğruluktan saparsınız.

 

"Eğer eğriltirseniz yahut kaçınırsanız, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan

şüphesiz haberdardır." Ayetin orijinalinde geçen "telvû" kelimesi,

"leyy" kökünden, eğmek anlamındadır. Nitekim "leyy-el lisân"

yani, dili eğip büktü. Dolayısıyla şahitlikte dili eğip bükmek, eğriltmek

ve şahitliğin konusunu çarpıtmaktan kinayedir. Yine ayetteki

"tu'rizû=kaçınırsanız" kelimesi, ta baştan şahitliği terk etmek

ve şahitlik etmekten kaçınıp yüz çevirmektir.

Bazıları "telvû" kelimesini "vela, yeli, velayeten=üstlenmek"

kökünden geldiğini varsayarak "ve in telû" şeklinde okumuşlardır.

Buna göre ifadenin anlamı şudur: Eğer şahadet işini üstlenir ve

şahitlikte bu-lunursanız yahut şahitlikten kaçınırsanız, biliniz ki Allah

yaptıklarınızdan haberdardır, sizi yapıp ettiklerinizden dolayı

cezalandırır.

 

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir-ul Kummî'de Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu

rivayet edilir: "Bir müminin bir başka mümin üzerinde yedi hakkı

vardır. Bunların içinde uyulması en gerekli olanı, kişinin kendisinin

ve anne-babasının aleyhine bile olsa hakkı söylemesidir, onları gözeterek

adına haktan sapmamasıdır." Imam bunu söyledikten

sonra şu ayeti okudu: "Öyleyse dogruluktan sapmayasınız diye

heveslerinize uymayın. Eger (şahitlik ederken) egriltirseniz yahut

kaçınırsanız..." ve "yani, haktan yüz çevirirseniz." buyurdu.

Ben derim ki: Burada "Adaleti tam yerine getirerek Allah için

şahitlik eden kimseler olun." ifadesinin genel olduğundan hareketle

şahitlik anlamının mutlak olarak hakkı kapsayacak şekilde

genelleştirilmesi söz konusudur.

 

Mecma-ul Beyan adlı tefsirde belirtildiğine göre, bazı müfessirler

tarafından ifadeye şöyle bir açıklama da getirilmiştir: "Ayetin

orijinalinde geçen 'in telvû' kelimesi, şahadeti değiştirir ve saptırırsanız;

'ev tu'rizû' kelimesi, şahitliği gizlerseniz anlamındadır." Mü-

 

190 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ellif, bu değerlendirmenin Imam Bâkır'dan (a.s) rivayet edildiğini

belirtmiştir.

 

 

Nisâ Sûresi 136-147 ........................................................... 191

 

192 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

136- Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği

kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim Allah'ı, meleklerini,

kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse,

şüphesiz koyu bir sapıklığa düşmüştür.

 

137- Iman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar

inkâr eden, sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak,

ne de doğru yola iletecektir.

 

138- Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!

 

139- Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler. Onların

yanında mı izzet (güç ve şeref) arıyorlar? Doğrusu izzet bütün

olarak Allah'ındır.

 

140- O, kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr

edildiğini yahut alaya alındığını işittiğinizde, bundan başka bir

söze geçinceye kadar kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de

onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü

cehennemde toplayacaktır.

 

141- Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer size Allah'tan bir zafer

(nasip) olursa, "Sizinle beraber değil miydik?" derler. Şayet kâfirlere

bir pay çıkarsa, "Size üstünlük sağlayarak sizi müminlerden korumadık

mı?" derler. Artık Allah, kıyamet günü aranızda hükme-

 

Nisâ Sûresi 136-147 ....................................................... 193

 

decek ve müminlere karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir.

 

142- Münafıklar Allah'ı aldatmağa çalışırlar. Oysa O, onları aldatmaktadır.

Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar,

insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar.

 

143- Arada (imanla küfrün arasında) yalpalayıp dururlar. Ne

bunlara (müminlere bağlanırlar), ne de onlara (kâfirlere). Allah'ın

şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.

 

144- Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin.

Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?

 

145- Şüphe yok ki münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar.

Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.

 

146- Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'a

sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka. Işte onlar

(gerçek) müminlerle beraberdirler. Allah da yakında müminlere

büyük bir mükâfat verecektir.

 

147- Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niçin azap etsin?

Allah şükrün karşılığını veren ve (her şeyi) bilendir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba...

inanın." Burada müminlere [iman ettikleri hâlde] ikinci kez

iman etmeleri emrediliyor. Bunun [ikinci kez iman etmelerine emredilmesinin]

karinesi de, ikinci imanın konusu olan "Allah'a, Peygamberine,

Peygamberine indirdigi kitaba..." ifadesindeki ayrıntıdır.

Yine teker teker sayılan bu hususların her birine iman etmeyi

terk etme üzerine dile getirilen tehdit ve azap vaatleri de aslında

müminlerin icmalî imanlarını söz konusu gerçekleri kapsayacak

şekilde yaygınlaştırmalarına yönelik bir emir olduğuna ilişkin karinelerdir.

Çünkü bunlar birbirleriyle bağlantılı, birbirini gerektirici

bilgilerdir.

 

194 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Söz gelimi; Allah'tan başka ilâh yoktur. En güzel isimler ve en

yüce sıfatlar O'nundur. Bunlar da O'nun varlıkları yaratmasını, onları

doğruluğa ve mutluluğa yöneltmesini, sonra onları hesaplaşma

günü için diriltmesini gerektirmektedir. Bu ise ancak müjdeleyici

ve uyarıcı peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi

ile mümkündür. Peygamberlerin insanlar arasında bu kitaplar

doğrultusunda hükmetmeleri ve onlara dünya ve ahirete ilişkin

bilgiler, şeriat ve hüküm kurallarını öğretmeleriyle gerçekleşebilir.

Şu hâlde, bu bilgiler ve gerçeklerden sadece birine inanmak

yetmez, tümüne istisnasız inanmak gerekir. Bunların bir kısmını

benimseyip bir kısmını inkâr etmek açıktan yapılıyorsa küfür, gizlice

yapılıyorsa münafıklıktır. Bir müminin yukarıdaki gerçeklerin

bir kısmını reddetmekle sonuçlanacak bir yolu tutması da bir tür

nifaktır. Müminlerin toplumundan ayrılıp kâfirlerin toplumuna katılarak

onların yönetimi altına girmek ve onları dost edinmek, onların

imanın ve iman ehlinin aleyhine gerçekleştirdikleri bazı girişimleri,

hakkı ve hak ehlini alaya almalarını onaylamak gibi. Bu nedenle

yüce Allah, bu ayetin he-men ardından münafıkların durumunu

açıklayan, onlara yönelik elem verici azap tehdidini içeren

bir ifadeye yer vermiştir.

 

Bizim bu değerlendirmemizi, ayetin zahiri desteklemektedir ve

bu değerlendirme bazı tefsir bilginlerinin şu yorumlarından daha

isabetlidir. "Ey zahiren Allah'a ve Elçisine inananlar ve bunu dilleriyle

söyleyenler! Batınen de inanın ki, zahirinizle batınınız uyuşsun."

Yine bazı tefsir bilginleri demişlerdir ki: "inanın" ifadesi, "inanmakta

sebat gösterin, imanınız üzere sabit olun." demektir.

Bazılarına göre de hitap, Ehlikitap müminlerine yöneliktir. Yani, ey

Ehlikitap olup da iman edenler! Allah'a, Peygamberine ve Peygamberine

indirdiği kitaba, yani Kur'ân'a inanın.

 

Gerçi bu yorumlar, özü itibariyle doğrudurlar; ancak ifadenin

akışından algıladığımız karineler farklı bir noktayı göstermektedir.

Ayrıca yukarıdaki yorumların en isabetsizi de sonuncusudur.

"Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gü-

 

Nisâ Sûresi 136-147 .................................................. 195

 

nünü inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklığa düşmüştür." Ayetin, "Ey

inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdigi kitaba

ve daha önce indirdigi kitaba inanın." şeklindeki birinci kısmı,

bunların tümünün bir tutulmasına yönelik bir çağrı niteliğindedir.

Çünkü bu bütünün parçaları bir bütündürler ve birbirlerinden ayrılmazlar.

Dolayısıyla ayrıntı nitelikli ikinci ifadeye yer verilmesi,

tümüne inanmadan öte her birine teker teker inanmanın ve herhangi

birinin inkâr edilmesiyle, koyu sapıklığa düşmenin kaçınılmazlığını

açıklama amacına yönelik olması nedeni iledir. Buna göre

ifadenin anlamı şöyledir: Kim Allah'ı veya meleklerini ya da kitaplarını

yahut elçilerini yahut da ahiret gününü inkâr ederse... Yani,

kim imanın bu cüzlerinden birini inkâr ederse, şüphesiz koyu ve

uzak bir sapıklığa düşmüş olur.

 

Şu hâlde, ayette işaret edilen olguların cem edatı olan "vav"

harfiyle birbirlerine atfedilmiş olması, onların aynı hüküm altında

toplandıkları yani, tümünün aynı konu ve tek hüküm etrafında birleşmeleri

anlamına gelmez. Bunu derken, ancak tümünü inkâr

etmenin uzak bir sapıklığa düşmek olduğu, teker teker inkârın

böyle olmadığı şeklinde bir sonucun çıkarsanmaması gerektiğini

kastediyoruz. Kaldı ki, Kur'ân ayetleri, bu ayette ayrıntı şeklinde

sayılan hususların her birini inkâr etmenin küfür olduğunu açık bir

şekilde ifade etmektedir.

 

"İman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden,

sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak, ne

de doğru yola iletecektir." Eğer bu ayeti, öncesinden ve sonrasından

kopararak ele alırsak, yüce Allah'ın onu iman edip ardından inkâr

etmek, sonra tekrar inanıp ardından tekrar inkâr etmek, sonra

küfrünü gittikçe arttırmak suretiyle tekrar tekrar irtidat eden mürtetlere

öngördüğü cezayı ifade etmiş olur. Yüce Allah da durumları

bundan ibaret olan bu adamları bağışlamamakla, bir yola hidayet

etmemekle tehdit ediyor. Böyleleri için Allah'ın rahmetinden yana

bir beklenti söz konusu olmaz. Çünkü iman üzere süreklilik ve sebat

göstermemişlerdir, istikrarsızlık örneği sergilemişlerdir. Allah-

 

196 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

'ın emrini bir oyuncak hâline getirmişlerdir.

Durumu bundan ibaret olan bir kimse, doğal olarak kabul görecek

ciddi bir iman üzere kalıcılık göstermez. Eğer onlar ciddi bir

inanca sahip olsalardı, kuşkusuz ilâhî bağışlamanın ve hidayetin

kapsamına girerlerdi. Çünkü Allah'a iman etmek suretiyle tövbe

etmek bir gerçektir ve yüce Allah kullarına verdiği söz gereğince,

bunu geri çevirmez. Bu hususta, "Allah'ın kabulünü üzerine aldıgı

tövbe..." (Nisâ, 17) ayetini tefsirimizin dördüncü cildinin kapsamı içinde

yorumlarken gerekli açıklamalarda bulunduk.

Dolayısıyla ayet, durumu bundan ibaret olan insanların doğa

yasasının ve geleneğin öngördüğü [ilâhî rahmet ve bağışlanma gibi]

haklardan yoksun olmalarına hükmetmektedir. Ama bu, istisnaya

kapalı olmayan bir genel hükümdür. Ender rastlanan bir durum

bile olsa, bun-lardan birinin iman etmesi ve iman üzere kalıcı

olması, sebat göstermesi mümkündür.

Nitekim böyle bir sonucu, Kur'ân-ı Kerim'in şu ayetinden de

algılayabiliriz: "Imanlarından, Resulün hak olduguna şahit

olduktan ve kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra küfre

sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zulmeden bir

kavmi hidayete erdirmez... Ancak bundan sonra tövbe edenler ve

salih olarak davrananlar başka. Çünkü Allah, gerçekten

bagışlayandır, merhametlidir. Dogrusu, imanlarından sonra inkâr

edip, sonra inkârlarını arttıranların tövbeleri kesinlikle kabul

edilmez. Işte onlar, sapıkların ta kendileridir." (Âl-i Imrân, 86-90)

Görüldüğü gibi ayetler, inandıktan sonra inkâr edenlerin bir

kısmına ilişkin bir istisnaya yer veriyor, bağışlama ve yol göstermenin

olumsuzlaşmasına karşılık olumlanabileceğine dair bir kapı

açık bırakıyor. Buna karşılık imandan sonra küfrünü arttıran kimselerin

tövbelerinin kabul edilmeyeceğini vurguluyor. Ayetlerin girişi,

iman ettikten, Peygamberin hak olduğuna tanıklık edip apaçık

ayetleri gözleriyle gördükten sonra inkâr edenlerle ilgilidir. Böyle

bir inkâr da bilinç ve inat üzere düşmanlıktan kaynaklanan

irtidattır. Bu durumu arttırmak, ancak inat ve serkeşliğin kalple-

 

Nisâ Sûresi 136-147 .................................................... 197

 

rinde yerleşiklik kazanması, tuğyan [azgınlık, haddi aşmak] ve büyüklenme

duygusunun nefislerinde kökleşmesi ile söz konusu olabilir.

Ki durumu bundan ibaret olan bir kişinin dönüp tövbe etmesi

olacak iş değildir.

 

Ayeti, daha önce de söylediğimiz gibi tek başına ele alırsak,

akışından çıkaracağımız sonuç budur. Ancak ayetler grubu, aynı

akış bütünlüğüne sahip olup birbirleriyle bağlantılı olduklarına ilişkin

bir işaret veya kanıttan da yoksun değildirler. Bu değerlendirmeye

göre, "İman edip sonra inkâr eden..." ayeti, "Kim Allah'ı...

inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklıga düşmüştür." ayetinin

gerekçeli açıklaması konumundadır. Bu bakımdan iki ayetin objektif

karşılığı aynı olur. Ya-ni; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini

ve ahiret gününü inkâr eden kimse, inanan, sonra inkâr eden,

sonra inanan, ardından tekrar inkâr eden, sonra küfrünü arttıran

kimsedir. O aynı zamanda, bir sonraki ayetten başlayıp ayetler

grubunun sonuna kadar durumları gözler önüne serilen münafıklardandır

da: "Münafıklara, kendileri için acı bir azap oldugunu

müjdele!..."

Bu durumda, "Iman edip sonra inkâr eden..." diye başlayan ifadenin

anlamı, "Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine... inanın."

ayetine ilişkin olarak sunduğumuz yorumlar açısından farklılık arz

eder.

 

"Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine... inanın." ayeti, "Allah'a

ve Elçisine zahiren inandığınız gibi batınen de inanın." şeklinde yorumlanırsa,

bu durumda iman etme, ardından inkâr etme, sonra

iman etme ve ardından tekrar inkâr etmeden maksat, münafıkların

bazen müminlerle ve bazen de kâfirlerle karşılaştıklarında sürekli

sergilemek durumunda kaldıkları farklı tutumlardır.

Eğer ayeti "Benimsediğiniz iman niteliği üzere kalıcılık gösterin."

şeklinde açıklasak, bu durumda iman, ardından küfür... vs.

durumundan maksat, bildiğimiz irtidattan sonra bir kez daha

irtidat etmek olur.

 

198 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Eğer maksadın Ehlikitab'ın Allah'a ve Resulü'ne inanmaya

çağrılması olduğunu kabul edersek, bu durumda da, iman sonrası

küfür vs. ile önce Musa'ya iman etme, sonra buzağıya tapınarak

onu inkâr etme, sonra Uzeyir'e veya Isa'ya inanma, ardından inkâr

etme ve Hz. Mu-hammed'i (s.a.a) ve Rabbinin katından getirdiği

dini inkâr etmekle küfrü artırma durumu kastedilmiş olur ki, bazıları

bu yönde bir açıklama getirmişlerdir.

 

Şayet, bizim de tercihimiz olan, icmalî imanınızı ayrıntılarda

işaret edilen gerçekleri de kapsayacak şekilde genelleştirin, yorumunu

esas alırsak, bu durumda, "İman edip sonra inkâr eden..."

ayeti, daha sonra işaret edilen münafıkların durumuyla örtüşen bir

gerekçeli açıklama niteliğinde olur. Ki münafıkların nitelikleri şu

şekilde açıklanmıştır: "Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost

edinirler." Çünkü müminlerin topluluğundan ayrılarak kâfirlerle ilişki

kuran ve onlarla bütünleşen kimse onların toplantılarına katılmaktan,

onlarla kaynaşmaktan, konuşmalarına katılıp fikir beyan

etmekten, yüce Allah'ın razı olmadığı bazı sözlerini onaylamaktan,

dini ve dindarları rencide edici, alay edici, küçümseyici

değerlendirmelerinin bir kısmını tasdik etmekten kendini alamaz.

Dolayısıyla böyle bir insan, müminlerle karşılaşıp dinin herhangi

bir şiarının yerine getirilmesi hususunda onlara iştirak ettiğinde,

buna inanır. Kâfirlerle karşılaştığında ve onların herzelerinin

bir kısmını onayladığında inkâr etmiş olur. Böylece bazen inanır,

bazen de inkâr eder. Nihayet bu durum onda kalıcı bir karaktere

dönüşür. Ki bu da küfürde artış demektir. Yine de Allah doğrusunu

herkesten daha iyi bilir.

 

Durumunda sürekli değişiklik olan, bir türlü istikrara kavuşmayan

insan için tövbenin söz konusu olmamasının nedeni, yaptığına

pişman olsa bile, bu pişmanlık hâli üzere sabit kalamayacak

olmasıdır. Ancak tövbe eder ve tövbesinde sabit kalacak olursa,

durumların değişmesiyle bu hâli sarsılmazsa, hâva ve heves kasırgaları

şehevî duygularını harekete geçirmezse, elbette ki tövbesi

kabul olur. Bu nedenledir ki yüce Allah, bu tür münafıkların kabul

 

Nisâ Sûresi 136-147 ................................................... 199

 

gören tövbelerini çeşitli koşullara bağlamıştır ki, değişim ve dönüşüme

uğramasın. Örneğin, aşağıdaki istisna cümlesinde şöyle buyurmuştur:

"Ancak tövbe edenler, (hâllerini) ıslah edenler, Allah'a

sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka."

 

"Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Onlar,

inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler..." Bu ifade, münafıklara

yönelik bir tehdittir. Burada onlar, müminleri bırakıp da kâfirleri

dost edinenler olarak nitelendiriliyorlar. Bu niteleme, kalpleri inanmayan;

ancak mümin gibi görünen münafıkları kapsadığı, onlarla

en fazla örtüştüğü gibi, aynı zamanda, ta Resulullah (s.a.a)

döneminden beri mümin olup da kâfirleri dost tutan, müminler

topluluğundan kopan, gizlice kâfirlerle iletişim kuran ve onlardan

sırdaşlar edinen bir grubu da kapsamaktadır.

Bu değerlendirme, söz konusu münafıklarla, müminleri bırakıp

kâfirleri dost edinen bir grup müminin kastedilmiş olması ihtimalini

az da olsa güçlendirmektedir. Hemen devamındaki ayetin zahiri

de bunu destekler niteliktedir: "O, kitapta size şöyle indirmiştir

ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildigini... işittiginizde... kâfirlerle

bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Çünkü bu

açıklama, münafıklara yönelik bir tehdittir, ancak hitap müminleredir.

Bunu, yüce Allah'ın onların nifak içindeki durumlarını tasvir

ederken kullandığı şu ifade de desteklemektedir: "Allah'ı da pek

az anarlar." Böylece az da olsa Allah'ı andıkları vurgulanıyor. Bu

ise, kalpleri kesinlikle inanmamış münafıkların durumuyla örtüşmekten

uzak bir nitelemedir.

 

"Onların yanında mı izzet arıyorlar? Doğrusu izzet bütün olarak Allah'ındır." Mevcut veriyi inkâra dönük bir sorudur bu. Ardından inkârın

içerdiği cevap ifade ediliyor. Çünkü şeref ve üstünlük egemenliğin,

mülk sahibi oluşun bir ayrıntısıdır. Mülk ve egemenlikse,

sadece Allah'ındır: "De ki: Allah'ım, (ey) mülkün (egemenligin)

sahibi, diledigine mülkü (egemenligi) verirsin, dilediginden mülkü

(egemenligi) çekip-alırsın; diledigini aziz kılar, diledigini alçaltırsın."

(Âl-i Imrân, 26)

 

200 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

"Kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini

yahut alaya alındığını işittiğinizde... kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa

siz de onlar gibi olursunuz..." Bununla En'âm suresindeki şu ifadeler

kastediliyor: "Ayetlerimiz hakkında alaylı konuşmaya dalanları

gördügünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz

çevir. Eger şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o

zalimler toplulugu ile oturma." (En'âm, 68) Bilindiği gibi En'âm suresi

Mekke döneminde, Nisâ suresi de Medine döneminde inmiştir.

Tefsirini sunduğumuz ayetin, En'âm suresindeki ayete işaret

ediyor olmasından şu sonucu algılıyoruz: Kur'ân'da bazen hitap

özel olarak Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltilir; ama onunla

ümmetin geneli kastedilir.

 

"yoksa siz de onlar gibi olursunuz." ifadesi, öncesindeki yasağın,

yani onlarla oturmayı yasaklayan ifadenin gerekçesi konumundadır.

Şöyle ki biz size bunu yasakladığımız için onlarla oturmamalısınız.

Çünkü siz -buna rağmen- onlarla oturursanız, onlar

gibi olursunuz.

 

"Dogrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde

toplayacaktır." ifadesi ise, işin sonucu yani, cehennemde

toplanma açısından bir benzerliğin olduğunu vurgulamaya yöneliktir.

 

"Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer size Allah'tan bir zafer (nasip)

olursa..." Ayette geçen "yeterebbesûne" kelimesinin mastarı olan,

"tarabbus" kelimesi "beklemek, gözetlemek" demektir.

"Nestehviz" kelimesinin mastarı olan "istihvaz" ise, üstünlük sağlayıp

musallat olma anlamını ifade eder.

 

Bu da münafıklara ait bir diğer niteliktir. Çünkü onlar hem

müminlerle, hem de kâfirlerle bağlarını korumaya, ilişkilerini sürdürmeye

özen gösteriyorlardı. Iki grubu kolluyorlardı, hangisinin

durumu iyiyse ondan yararlanıyorlardı. Eğer müminlere fetih nasip

olmuşsa, "Biz sizinle beraberdik. Elde ettiğiniz ganimet gibi şeylerde

bizim de payımız vardır." derlerdi. Şayet kâfirlere bir pay çı-

 

Nisâ Sûresi 136-147 ................................................... 201

 

karsa, "Size üstünlük sağlamadık mı, sizi müminlere karşı savunmadık

mı?" derlerdi. Yani sizi, onların inandıkları şeylere inanmaktan

alıkoyduk; onlarla birleşmenize engel olduk. Şu hâlde, sizin elde

ettiğiniz kazançta bizim de payımız vardır. Ya da bizim sizin üzerinizde

minnet hakkımız var. Çünkü bu şeylerin elde edilmesini

biz sağladık.

 

Müfessirlerden bazıları şöyle demişlerdir: Yüce Allah bu ayette

müminlere vaat edilenin zafer olduğunu vurgulamak amacıyla, onların

başarılarını "zafer" kavramıyla tanımlamıştır; kâfirlerin elde

ettikleri sonuçların önemsizliğini bildirmek için de, onların mevziî

başarılarını "pay" olarak nitelemiştir. Çünkü yüce Allah, müminlere

fetih bahşedeceğini ve onların velisi olduğunu vaat ettikten sonra,

kâfirlerin elde ettikleri mallar bir değer taşımamaktadır. "Pay"ın

değil de "zafer"in Allah'a nispet edilişi de bu yüzden olsa gerektir.

"Artık Allah, kıyamet günü aranızda hükmedecek ve müminlere

karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir." Bütün münafıkları

ve kâfirleri de kapsamakla beraber, hitap bütün müminlere

yöneliktir. "Müminlere karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir."

ifadesi ise, ahirette hükmün kâfirlerin aleyhine ve

müminlerin lehine olacağını belirtmektedir. Bunun aksi hiçbir zaman

olmayacaktır. Aslında bu açıklama münafıklar açısından ümit

kırıcı bir karamsarlıktır. Öyleyse münafıklar karamsar olsunlar,

üzülsünler. Çünkü sonunda müminler kâfirlerden üstün olacaklardır,

onlara galip geleceklerdir.

Yol vermeme şeklindeki olumsuzlamanın, hem dünyayı, hem

de ahireti kapsıyor olması da mümkündür. Buna göre müminler,

imanlarının gereklerini yerine getirdikleri sürece, Allah'ın izniyle

daima galip gelirler. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

"Sakın gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın. Eger mümin iseniz,

üstün olan sizsiniz." (Âl-i Imrân, 139)

 

"Münafıklar Allah'ı aldatmağa çalışırlar. Oysa O, onları aldatmaktadır."

Ayetin orijinalinde geçen "yuhadiûne" fiilinin mastarı

"muhadaa" kelimesi, "Hûd'a" kökünden aldatma eyleminde çok-

 

202 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

luğu veya şiddeti ifade eder. [Yani "yuhadiûne" fiili ile "yehdeûne"

fiilinin sadece çokluk ve şiddet hususunda birbiriyle farkı vardır.]

Çünkü kelime yapısında harf artışı, anlam artışına delâlet eder

[aynı anlamı ifade eden ancak birinin harfi diğerinden fazla olan

kelimelerde bu kural geçerlidir].

 

"Oysa O, onları aldatmaktadır..." ifadesi, cümle içinde gramer

açısından "hâl" fonksiyonunu görür. Yani, Allah onları aldattığı

hâlde, onlar Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Dolayısıyla ifadenin anlamını

şu şekilde yorumlamak gerekir: Bunlar görünürde iman olarak

beliren nifak menşeli amelleriyle, müminlerin toplantılarına

katılmaları, onlarla birlikte görünmeleri gibi davranışlarıyla Allah'ı,

diğer bir ifadeyle Peygamberi (s.a.a) ve müminleri aldatmak

istiyorlar. Iman görünümlü ve gerçeklikten yoksun amelleriyle onlardan

çıkar sağlamaya çalışıyorlar. Oysa, onları bu tür amellerle

baş başa bırakanın, onları bu gibi davranışlardan alıkoymayanın

yüce Allah olduğunu kavrayamıyorlar. Bu, Allah'ın onları aldatması,

kötü niyetlerinden ve çirkin amellerinden dolayı onları cezalandırmasıdır.

Dolayısıyla onların Allah'ı aldatmaya çalışmaları, bizzat

Allah'ın onları aldatmasıdır.

 

"Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara

gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar." Münafıklara ilişkin niteliklerden

bir başkası da, namaza kalktıkları zaman üşenerek ve

insanlara gösteriş yapmak için kalkmalarıdır. Namaz, içinde Allah-

'ın anıldığı en üstün ibadetlerden biridir. Eğer onların kalpleri Rablerine

bağlı olsaydı, O'na inansaydı, Allah'a ve O'nu zikretmeye yönelirken

tembellikleri, üşengeçlikleri, ağırdan almaları tutmazdı.

Amellerini insanlara gösteriş yapmak için yerine getirmezlerdi.

Sonuçta da kalp bağlılığının ve gönül meşguliyetinin, ilgililiğinin bir

göstergesi olarak Allah'ı çokça anarlardı.

 

"Arada (imanla küfrün arasında) yalpalatılıp dururlar. Ne bunlara

(müminlere bağlanırlar), ne de onlara (kâfirlere)..." Mecma-ul Beyan

adlı tefsirde deniliyor ki: "Araplar derler ki: 'Zebzebtuhu fezebzebe'

Yani, sallayıp hareket ettirdim, o da salınıp hareket etti.

 

Nisâ Sûresi 136-147 ........................................................ 203

 

Şu hâlde, fiil, havada asılı duran bir şeyi sallamak anlamını ifade

eder." Mecma-ul Beyan'dan aldığımız alıntı burada son buldu.

Buna göre, "muzebzeb", bir şeyin iki taraftan birine bağlanmaksızın

aralarında gidip gelmesi, yalpalayıp sallanması demektir.

Işte bu, münafıkların özelliğidir. Bunların arasında, yani iman

ve küfür arasında yalpalayıp dururlar. Ne gerçek bir mümin gibi

sadece müminlere bağlanırlar, ne de gerçek bir kâfir gibi sadece

kâfirlere."

 

"Allah'ın şaşırttıgı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın."

Bu ifade, bundan önce, arada yalpalayıp duran münafıklara ilişkin

değerlendirmenin açıklaması ve gerekçesi niteliğindedir. Buna göre,

onların taraflardan birine tam olarak bağlanmaksızın arada

bocalayıp durmalarının sebebi, yüce Allah'ın onları şaşırtması, yoldan

uzaklaştırmasıdır. Onların dönüp izleyecekleri bir yol yoktur.

Aynı gerekçeyledir ki, onlar hakkında

"mütezebzibîn=yalpalayaıp duranlar" ifadesi yerine

"müzebzebîn=yalpalayıp durmaya maruz bırakılanlar" ifadesi kullanılmıştır.

Demek isteniyor ki: Onlar bu tür bir sallanmaya, ilâhî

kahır sonucu maruz kalmışlardır. Bu hareketleri tatmin edici

değişmez bir hedefe yönelik değildir.

 

"Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin... Artık

onlara asla bir yardımcı bulamazsın." Ayette geçen "sultan" kelimesi,

kanıt ve belge demektir. "ed-Derek" -bazen de "ed-derk" olarak

okunur- kelimesi ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî şunları söyler:

"Derek" kelimesi, "derec" kelimesiyle aynı anlamı ifade eder. Fakat,

"derec"de yukarı doğru yükseliş esas alınırken, "derek"de aşağıya

doğru alçalış esas alınır. "Cennet dereceleri" ve "Cehennem

derekeleri" ifadelerinde, kelimelerin bu özellikleri esas alınmıştır.

Aynı şekilde cehenneme yuvarlanışın tasviri açısından "haviye" niteliği

kullanılmıştır. [Haviye de "hüviyy" kökünden düşüşü ifade

eder.] Ra-gıp'tan aldığımız alıntı burada son erdi.

Görüldüğü gibi ayet, müminlerin kâfirleri dost tutup müminle-

 

204 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rin dostluğunu terk etmelerini yasaklıyor. Ikinci ayet ise, münafıklara

yönelik sert bir tehdit içermek suretiyle bu yasağı gerekçelendiriyor.

Bunun nedeni, yüce Allah'ın bu davranışı nifak olarak değerlendirmesidir.

Müminleri bu yüzden böyle bit tutumdan sakındırıyor.

Ayetlerin akışı bize gösteriyor ki, "Ey inananlar! Müminleri bırakıp

da kâfirleri dost edinmeyin." ifadesi, önceki açıklamalardan

çıkan bir sonuç ya da onlara ilişkin bir ayrıntı konumundadır. Ayetin

bu kanıtsallığı, bir bakıma açık bir dille şunun söylenmiş olması

hükmüne geçer: Önceki ayetlerde, müminler içinde hasta kalpli

ve zayıf imanlı kimselerin durumu gözler önüne serildi. Ve onlarla

ilgili olarak münafıklar nitelemesi kullanıldı. En azından münafıklar

nitelemesinin kapsamına onların da girdiği vurgulandı. Ardından,

bu yasak alana yaklaşmamaları ve Allah'ın öfkesine maruz

kalmamaları hususunda müminlere öğüt verildi. Ta ki onlar, kendi

aleyhlerine olmak üzere Allah'a açık bir kanıt vermiş olmasınlar.

Aksi takdirde O, onları dünya hayatında şaşırtır, aldatır ve iki taraf

arasında sallandırır. Sonra durumu bundan ibaret olanların tümü

ile kâfirleri cehennemde bir araya getirir. Ardından onları ateşin en

alt tabakasına yerleştirir. Onlarla, yardım edecek ve şefaat edecek

herkesin arasını ayırır.

 

Yukarıda üzerinde durduğumuz bu iki ayetten sırasıyla şu hususlar

anlaşılıyor:

 

Birincisi: Saptırma, aldatma ve bunlar gibi ilâhî gazapların tümü,

her şeyden önce kulların amellerinden kaynaklanan apaçık

bir kanıttan dolayı belirginleşir. Bu, mukabelede bulunma ve amelin

karşılığını verme ilkesine dayalı olarak gerçekleşen bir yüz üstü,

yardımsız bırakma durumundan başka bir şey değildir. Haşa,

yüce Allah, onlar tarafından gerektirici bir amel olmaksızın insanlara

kötülükle muamele etmekten, onları bedbaht kılmaktan münezzehtir,

yücedir. Bu bakımdan, "Allah'a, aleyhinizde apaçık bir

delil mi vermek istiyorsunuz?" ifadesi, "Onunla sadece fasıkları

saptırır." (Bakara, 26) ifadesiyle aynı anlamı vurgulamaya yöneliktir.

 

Nisâ Sûresi 136-147 ........................................................ 205

 

İkincisi: Cehennemde cehennemlikler için mertebeler vardır.

Bun-lar alçaklık düzeyleri itibariyle farklılık arz ederler. Doğal olarak

mertebe alçaldıkça azabın şiddeti de artar. Yüce Allah bunlara

"dereke" adını verir.

 

"Ancak tövbe edenler, (hâllerini) ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar

ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka." Bu ifade, "Şüphe yok

ki münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar..." cümlesinde, münafıklara

yönelik olarak yer verilen azap tehdidinden bir istisnadır.

Bunun kaçınılmaz sonucu da onların münafıklar topluluğundan ayrılıp

müminler safına katılmalarıdır. Bu yüzden istisnanın devamında

onların müminlerle beraber olduğundan söz edilmiş, bütün

müminlerin sevaba nail olacakları belirtilmiştir: "İşte onlar (gerçek)

müminlerle beraberdirler. Allah da yakında müminlere büyük

bir mükâfat verecektir."

Bu arada yüce Allah, münafıklardan istisna ettiği bu kimseler

hakkında birkaç ağır nitelik zikretmektedir. Nifakın kökleri ancak

bu niteliklerle kazınabilir çünkü. Başta tövbeden söz ediliyor, Allah-

'a dönmekten yani. Ama uslanmadıkça, nefiste ve amelde bozulan

unsurlar ıslah olmadıkça, kişilik ve davranışları düzelmedikçe,

tek başına dönmek ve tövbe etmek yetmez. Allah'a sımsıkı sarılıp

yapışmadıkça, yani Kitabına ve Peygamberinin (s.a.a) sünnetine

tâbi olmadıkça, ıslah olmak da kâr etmez. Çünkü Allah'a gitmek

için O'nun belirlediğinden başka yol yoktur. O'nun belirlediğinin dışındaki

yollar şeytana aittir.

 

Ancak, dini sırf Allah'a özgü kılmadıkça, Allah'a sarılmak da -ki

Allah'a sarılmak dinin kapsamı içindedir- fayda vermez. Çünkü

şirk, zulümdür; affedilmez, bağışlanmaz. Bunlar tövbe edip Allah'a

dönerlerse, bütün bozukluklarını ıslah ederlerse, Allah'a sarılırlarsa

ve dinlerini sırf Allah'a özgü kılarlarsa, bu durumda mümin olurlar;

imanları şirk lekesinden arınır, nifaktan yana güvencede olup

doğru yolu bulurlar. Yüce Allah, bir ayette şöyle buyurmuştur: "Işte

güven onlarındır ve dogru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82)

Ayetin akışından anladığımız kadarıyla, müminlerden maksat,

 

206 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

imanlarında samimi salt müminlerdir. Yüce Allah onları tövbe edenler,

hâllerini ıslah edip düzeltenler, sımsıkı Allah'a sarılanlar ve

dinlerini Allah'a özgü kılanlar olarak tanımlamıştır. Bu nitelikler,

yüce Allah'ın kitabında, onlarla ilgili olarak sıraladığı tüm ayrıntıları

da kapsayacak mahiyettedir. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz:

"Gerçekten müminler kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki,

namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız

şeylerden yüz çevirirler..." (Mü'minûn, 1-3) "Rahmanın kulları öyle

kimselerdir ki, yeryüzünde mütevazi olarak yürürler ve cahiller

kendilerine laf attıgında 'Selâm' derler. Gecelerini Rablerine

secde ederek ve kıyama durarak geçirirler..." (Furkan, 63-64)

"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık

hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdigin hükmü içlerinde

hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe

inanmış olmazlar." (Nisâ, 65)

 

Kur'ân'da mümin niteliği, aksini gösteren bir karineyle kayıtlı

olmaksızın mutlak olarak kullanıldığında yukarıdaki tabloda tasvir

edilen anlamı ifade eder.

 

Yüce Allah, "İşte onlar, (gerçek) müminlerle beraberdirler."

buyurmuş; buna karşın, "Onlar müminlerdendir." buyurmamıştır.

Bunun nedeni şudur: Onlar ilk başta bu nitelikleri gerçekleştirmek

suretiyle müminlere katılmayı hakkediyorlar, ama bu nitelikler onlar

üzerinde kalıcı birer vasfa dönüşmedikçe onlardan olamazlar.

Ne demek istediğini artık varın siz anlayın!

 

"Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niçin azap etsin?" Ayetin

zahiri gösteriyor ki, hitap müminlere yöneliktir. Çünkü ayetlerin akışı,

onlara yönelik hitap üzere sürüyor. Onlara bu şekilde hitap ediliyor

ve büsbütün imandan soyutlanmışlar gibi iman nitelikleri

görmezlikten geliniyor. Çünkü, bu tarz hitapların özelliği budur.

Bu, yüce Allah'ın onlara azap etmeye ihtiyacının olmadığından

kinayedir. Demek isteniyor ki: Onlar, şükretmeyi ve inanmayı terk

etmek suretiyle azabı hakketmezlerse, yüce Allah onlara azabı ge-

 

Nisâ Sûresi 136-147 ................................................... 207

 

rekli kılacak değildir. Çünkü onlar azabı gerektirici davranışları

tercih etseler bile, Allah'ın bu azaptan bir yararı söz konusu olmaz.

Onların varlığı Allah'a zarar vermez ki, azap yoluyla onları bertaraf

etme, kendisinden defetme yönüne gitsin. Buna göre şöyle bir anlam

çıkıyor karşımıza: "Siz, gereken hakkını vermek suretiyle Allah'ın

bahşettiği nimetlere karşı şükrettiğiniz ve ona iman ettiğiniz

sürece, size azabı gerektiren bir durum olmaz. Allah, şükrün karşılığını

verendir; kendisine şükredenler ve inananlara karşılığını verir

ve (her şeyi) bilendir; onları başkalarıyla karıştırıp yanlışlık yapmaz."

Bu ayet gösteriyor ki, azaba duçar olanların çarpıldıkları azap

onların kendilerinden kaynaklanıyor, Allah'tan değil. Yine azabı gerektirici

sapıklık, şirk ve günah gibi olgular için de aynı durum geçerlidir.

Eğer bunlar, Allah'tan olsalardı, bunların gereği olarak

gündeme gelen azap da O'ndan olurdu. Çünkü müsebbep, sebebin

dayandığı kaynağa dayanır.

 

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de, Zürare, Hamran ve Muhammed b. Müslim

Imam Bâkır (a.s) ve Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Iman edip sonra

inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârları

artmış olan kimseleri..." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduklarını

rivayet ederler: "Bu ayet, Osman'ın Mısır'a gönderdiği

Abdullah b. Ebi Sarh hakkında inmiştir. Sonra bu adamın orada

küfrü artmış, sonunda iman namına bir şeyi kalmamıştı." [c.1,

s.280, h:287]

 

Yine aynı eserde, Ebu Basir'den şöyle rivayet edilir: Imam Sadık'ın

(a.s) şöyle dediğini işittim: "Iman edip sonra inkâr eden...

ayeti, şarap içmenin haram olduğunu söyleyip sonra şarap içen,

zinanın haram olduğunu söyleyip ardından zina eden, zekât vermenin

farz olduğunu söyleyip de vermeyen kimseler hakkında inmiştir."

[c.1, s.280, h:289]

 

208 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Ben derim ki: Bu rivayette, ayetin küfrün tüm mertebelerine

genelleştirilmesi esas alınmıştır. Küfrün bir mertebesi de farzları

terk etmek ve haramları işlemektir. Bu, aynı zamanda önceki açıklamaları

da destekler mahiyettedir.

 

Aynı eserde, Muhammed b. Fudayl aracılığıyla Imam Rıza'dan

(a.s), "O, kitapta size şöyle indirmişti ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr

edildigini... işittiginizde... kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz

de onlar gibi olursunuz." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir:

"Bir adamın hakkı inkâr ettiğini, hakkı yalanladığını, hak ehline dil

uzattığını duyduğun zaman, hemen yanından kalk, onunla birlikte

oturma." [c.1, s.280, h:290]

 

Bu anlamı destekleyen birçok rivayet vardır.

Uyûn-i Ahbar-ir Rıza (a.s) adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle

Ebu Salt Harevi aracılığıyla Imam Rıza'dan (a.s), "Allah...

müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir." ayetiyle ilgili

olarak şöyle rivayet eder: "Yani, yüce Allah müminlere karşı kâfirlere

bir kanıt, bir hüccet vermeyecektir. [Dolayısıyla ayetteki

"yol"dan maksat, kanıt ve delildir.] Yüce Allah, kâfirlerin kendilerine

gönderilen elçileri haksız yere öldürdüklerini haber vermiştir.

Onların peygamberlerini haksız yere öldürmelerine rağmen, yüce

Allah, onlara peygamberlere karşı kullanabilecekleri bir hüccet

vermemiştir." [c.2, s.204]

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Cerir Hz. Ali'den (a.s), "ve

müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir." ayetiyle ilgili

olarak şöyle rivayet eder: "Yani, [müminlere karşı kâfirlere]

ahirette [yol vermeyecektir]."

 

Ben derim ki: Daha önce, ifadenin zahirinin ahirete işaret ettiğini

belirtmiştik. Fakat cümleyi öncesinden ve sonrasından bağımsız

olarak ele alırsak, dünya hayatındaki kanıtı da kapsayacak

şekilde genellik kazanır.

 

Uyûn-u Ahbar-ir Rıza adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle

Hasan b. Faddal'dan şöyle rivayet eder: Imam Ali b. Musa Rıza'dan

(a.s) "Münafıklar Allah'ı aldatmaga çalışırlar. Oysa O, onları aldat-

 

Nisâ Sûresi 136-147 .................................................. 209

 

maktadır." ayetini sordum. Imam şöyle buyurdu: "Yüce Allah aldatma

eylemine baş vuracak değil. Ancak kendisini aldatmak isteyen

bu münafıkları, aldatma yönündeki girişimlerine karşılık

cezalandıracaktır."

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Mes'ade b. Ziyad'dan, o da Cafer b. Muhammed'den,

o da babasından şöyle rivayet eder: Resulullah'a (s.a.a),

"Yarınki (ahiretteki) azaptan kurtulmak için ne yapmak gerekir?"

diye soruldu. Buyurdu ki: "Kurtuluş, Allah'ı aldatmamanızdır. Aksi

takdirde O, sizi aldatır. Çünkü bir kimse Allah'ı aldatırsa, Allah onu

aldatır; iman niteliğini üzerinden çekip çıkarır. Böyle biri gerçekte,

eğer farkına varırsa, kendisini aldatmış olduğunu görür."

Birisi dedi ki: "Allah nasıl aldatılır?" Buyurdu ki: "Adam Allah'ın

emrettiklerini yapar, fakat onunla başka birini amaçlar. Allah'tan

korkun, riyadan da kaçının. Çünkü riya, Allah'a ortak koşmaktır.

Riyakâr insan, kıyamet günü dört isimle çağrılır: Ey kâfir! Ey günahkâr!

Ey hain! Ey hüsrana uğramış! Boşa gitti amellerin, yok oldu

ecrin. Bugün sana bir pay yok. Git ecrini, kimin için amel ettiysen

ondan iste." [c.1, s.283, h.295]

 

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu'l Muaza

Hassaf'tan merfu olarak şöyle rivayet eder: Emir-ül Müminin Ali

(a.s) buyurdu ki: "Kim Allah'ı gizlice anarsa, O'nu çok anmış olur.

Münafıklarsa, Allah'ı açıktan anarlar ve gizlice anmazlardı. Bu

yüzden yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: Insanlara

gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.501,

h.2]

 

Bu rivayette Allah'ı az zikretmeye, anmaya ilişkin son derece

latif, incelikli bir diğer anlam sunuluyor.

 

ed-Dürr-ül Mensûr'da, Ibn-i Münzir Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet

eder: "Takva ile beraber işlenen bir amel az olmaz. Kabul gören bir

amel az olur mu hiç?"

 

Ben derim ki: Bu da incelikli ve latif bir anlamdır. Özü itibariyle,

önceki rivayetin içeriğine dönüktür.

 

210 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Aynı eserde Müslim, Ebu Davut ve Beyhaki -kendi Süneninde-

Enes'ten ["Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar..."

ayeti hakkında] şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:

"İşte bu, münafıkların namazıdır. Münafık yerinde oturur ve güneşi

gözetler. Güneş şeytanın boynuzları arasına gelince, yerinden kalkar

ve dört kere yeri gagalar gibi başını yere değdirir. O sırada da

Allah'ı çok az zikreder."

 

Ben derim ki: Bu hadiste, Allah'ı az zikretmenin ifade ettiği bir

diğer anlama işaret ediliyor. Çünkü namaz kılan bu gibi kişilerin

zikri sadece namaza kalkarak Allah'a yönelmekten ibarettir. Oysa

huzur-i kalp, gönül rahatlığı, tam bir sükûnet ve güvenceyle namaz

kılarak Allah'ı anmaya dalmaları mümkündür.

 

Hadiste geçen, güneşin şeytanın boynuzları arasına gelmesi

ifadesi ile, batı ufkuna doğru batmaya yüz tutuşu kastedilmiştir.

Bu ifadede gece ve gündüz, Âdem oğlunu dürtükleyen ya da gece

gündüzde kendini ona gösteren şeytanın iki boynuzuymuş gibi

tasvir ediliyor.

 

Aynı eserde, Abd b. Hamid, Buharî kendi Tarihinde, Müslim,

Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir, Ibn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler:

Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Münafık iki sürü arasında şaşırıp

kalan (tek gözü kör) bir koyuna benzer. Bazen ona, bazen buna

uyar; hangisini izleyeceğini bilmez."

 

Aynı eserde, Abdurrezzak, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebu Hatem ve Ibni

Mürdeveyh, Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Kur'ân'ın her

neresinde 'sultan' kelimesi geçiyorsa, hüccet, kanıt anlamını ifade

eder."

 

Yine aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Mervezi -Zevaid-uz Zuhd adlı

eserde- ve Ebu Şeyh b. Hibban, Mekhul'dan şöyle rivayet ederler:

Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu haber aldım: "Allah'ın kulu

kırk gün dini Allah'a özgü kılmış ihlâslı biri olarak uyanırsa, kalbinden

diline doğru hikmet pınarları fışkırır."

 

Ben derim ki: Bu hadis meşhurdur. Aynı lafızlarla veya aynı anlamı

ifade eden başka lâfızlarla birçok rivayet kanalından aktarıl-

 

Nisâ Sûresi 136-147 ............................................................ 211

 

mıştır.

 

Aynı eserde belirtildiğine göre Hakim, Tirmizi -Nevadir-ul Usul

adlı eserde- Zeyd. b. Erkam kanalıyla Resulullah'ın (s.a.a) şöyle

buyurduğunu rivayet eder: "Kim içtenlikle, ihlâslı olarak 'la ilâhe

illallah' (Allah'tan başka ilâh yoktur) derse, cennete girer." Orada

bulunanlar dediler ki: "Ya Resulullah, bunda ihlâsın belirtisi nedir?"

Buyurdu ki: "Bu sözün, söyleyen kişiyi haramlardan kaçındırmasıdır."

 

Ben derim ki: Aynı anlamı içeren (müstefiz haddinde) birçok

rivayet vardır. Gerek Ehlisünnet, gerekse Şiî kaynaklarda

Resulullah'tan (s.a.a) ve Ehlibeyt Imamlarından (a.s) rivayet edilmiştir.

Inşallah yeri gelince, naklolan bu rivayetlerin geneli üzerinde

duracağız.

 

Bu ayetlerin iniş sebepleri bağlamında, birbirinden farklı değişik

rivayetler aktarılmıştır. Daha çok uyarlama ve somut bir olguyla

örtüştürme türünden rivayetler oldukları için, -gerçi doğrusunu

Allah herkesten daha iyi bilir- burada yer vermeyi uygun görmedik.

 

212 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

 

Nisâ Sûresi 148-149 ....................................................... 213

 

 

148- Allah kötü sözün söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa

uğrayan başka. Allah işitendir, bilendir.

 

149- Bir iyiliği açığa vurur veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü

(açığa vurmayarak) affederseniz, (bilin ki) Allah da affedicidir, (her

şeye) güç yetirendir.

 

AYETLERIN AÇIKLAMASI

 

"Allah kötü sözün söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan

başka." Ragıp el-Isfahanî el-Müfredat adlı eserinde "el-cehr" maddesi

ile ilgili olarak şunları söyler: "Bir şeyin görme veya işitme organı

açısından aşırı bir şekilde zahir oluşu, açığa çıkışı 'cehere' fiiliyle

ifade edilir. Görme duyusunu baz alırsak; Araplar, 'reeytuhu

ciharen=onu açık bir şekilde gördüm.' derler. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

'Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız.' [Bakara,

55] 'Bize Allah'ı apaçık göster.' [Nisâ, 153]" Ragıp devamla şöyle

der: "Işitme duyusu açısından kelimenin kullanımına da şu ayeti

örnek gösterebiliriz: 'Aranızdan sözü gizleyen de, onu açık söyleyen

de... birdir.' [Ra'd, 10]" Müfredat'tan alınan alıntı burada son

buldu.

 

Kötü söz, beddua, birine onda olan ve olmayan ayıplar ve kötülüklerle

sövmek gibi insanı inciten, rahatsız eden sözler demektir.

Işte bunların hiçbirinin açıktan söylenmesini, açığa vurulmasını

yüce Allah sevmez. Bilindiği gibi yüce Allah, biz insanların veya bizimle

aynı duyguları paylaşan diğer canlıların sahip oldukları tür-

 

Nisâ Sûresi 148-149 ....................................................... 213

 

den bir sevgiden ve buğzdan (nefretten) münezzehtir. Ancak emir

ve yasak olguları, bizim açımızdan, doğamız gereği sevgi ve

buğzdan kaynaklandıkları için, isteme ve istememe yani emretme

ve yasaklamadan kinaye olarak sevgi ve buğz ifadeleri kullanılmıştır.

Dolayısıyla, "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez."

ifadesi, haramlığı ve keraheti kapsayacak şekilde teşriî sevmemeden

kinayedir.

 

"Ancak haksızlıga ugrayan başka." ifadesi, munkatı (kopuk)

istis-nadır. Yani, haksızlığa uğrayan kimsenin, kendisine haksızlık

eden kimse hakkında, haksızlığıyla ilgili olarak kötü sözü açıkça

söylemesinin bir sakıncası yoktur. Bu, haksızlığa uğrayan kişinin

ancak haksızlık edenin zulmünü açıklayıcı, haksızlıkla ilgili kötülüğünü

ortaya çıkarıcı nitelikte kötü söz söyleyebileceğine ilişkin bir

karine konumundadır. Fakat, bunun ötesine geçerek haksızlık eden

kimsede olmayan kötülükleri saymak ya da yaptığı haksızlıkla

ilgisi olmayan başka şeylerden söz etmekle ilgili olarak ayette bunun

caiz olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur.

 

Tefsir bilginleri, "kötü söz" ifadesi ile, neyin kastedildiği

hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazısına göre, bundan

maksat, bedduadır. Bazısı, haksızlık yapanın zulmünü ve tecavüzünü

zikretmektir, demişlerdir vs. Fakat bunların tümü de ayetin

mutlak ifadesinin kapsamı içindedir. Dolayısıyla genel ifadeyi,

bunlardan birine özgü kılmayı gerektirici bir durum söz konusu

değildir.

 

"Allah işitendir, bilendir." ifadesi, "Allah kötü sözün açıkça

söylenmesini sevmez." cümlesinden algılanan yasağı pekiştirir

mahiyettedir. Yani, zulme uğramış bir kimsenin dışındakilerin açıkça

kötü söz söylemeleri uygun düşmez. Çünkü Allah işitendir,

sözleri işitir; bilendir, söylenen sözleri bilir.

 

"Bir iyiliği açığa vurur veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü (açığa

vurmayarak) affederseniz, (bilin ki) Allah da affedicidir, (her şeye) güç

yetirendir." Bu ayet, önceki ayetle bir şekilde bağlantılıdır. Çünkü,

 

214............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

nimetleri bahşeden birinin insana yaptığı nimet bağışına karşılık

teşekkürün bir ifadesi olarak hayır sözünü açıktan söylenmesini,

kötü sözün ve zulmün affederek zalime karşı kötü sözü açıktan

söylenmemesini kapsamaktadır.

 

İyiyi açığa vurmak, onu görünür şekilde yapmaktır. Hakkeden

birine açıktan infak etmek gibi. Her maruf davranışı da bu kapsama

alabiliriz. Çünkü, bu tür davranışlarda din sözünün yüceltilmesi

ve insanların maruf davranışlara teşviki söz konusudur. Ya da sözlü

olarak açığa vurmaktır. Bir nimeti verene açıktan teşekkür etmek

ve sözlü olarak ondan iyilikle söz etmek gibi. Bu da kadirbilirliğin

ve nimet ehlini teşvik etmenin ifadesidir.

 

İyiliği gizlemek ise, maruf fiilleri gizlice yapmak demektir. Ki

riyadan iyice uzak ve ihlâsa iyice yakın olsun. Nitekim yüce Allah

bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sadakaları açıktan verirseniz ne

güzel! Eger gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır

ve sizin günahlarınızdan bir kısmını kapatır." (Bakara, 271)

Kötülüğü affetmek, sözlü olarak onun üzerini örtmektir. Bir insanın

kendisine haksızlık edenin haksızlığından söz etmemesi,

onu insanlar arasında rencide etmemesi, açıktan açığa ona kötü

bir söz söylememesi gibi; fiilî olarak da ona, kötü bir karşılıkta bulunmaması,

caiz olmasına karşın ondan öç almamasıdır. Yüce Allah

zalimlerden öç almanın caiz olduğu hususunda şöyle buyurmuştur:

"Size zulmedene siz de zulmettigi kadarıyla karşılık verin.

Allah'tan korkun." (Bakara, 194)

 

"Allah affedicidir, (her şeye) güç yetirendir." ifadesi,

müsebbep yerine konulmuş sebep konumundadır. Bu açıdan ifadenin

takdirî açılımı şöyle olur: Eğer kötülüğü affederseniz, Allah'ın

kemal sıfatlarından biriyle sıfatlanmış olursunuz. -Kötülüğe karşılık

verme gücüne sahip olmakla beraber onu affetmek yani.- Çünkü

yüce Allah, her şeye gücü yeten olduğu hâlde affedicidir. Şu

hâlde bir ceza, ancak bazı koşulları itibariyle ceza olma niteliğini

kazanır. Iyiliği açıktan yapmak veya gizliden yapmak, yani her hâlükârda

iyilik etmek de ulu Allah'ın bir vasfıdır. Ayetin bu hususa i-

 

Nisâ Sûresi 148-149 .................................................... 215

 

lişkin bir işaret barındırıyor olması ihtimal dışı değildir.

 

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle bir değerlendirmeye yer veriliyor:

"Yüce Allah, intikam amacıyla açıkça sövmeyi, kötü söz söylemeyi

sevmez. Ancak haksızlığa uğrayan hariç. Böyle bir kimsenin

dinde öç almanın caiz olduğu bir hususta, kendisine haksızlık

edenden öç almasında bir sakınca yoktur. Bu görüş, Imam Bâkır'-

dan (a.s) rivayet edilmiştir."

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu'l Carud kanalıyla Imam Cafer Sadık'ın

(a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Kötü sözü açıkça söylemek, bir insanda

olan kötülükleri anlatmaktır." [c.1, s.283, h:297]

 

Tefsir-ul Kummî'de deniyor ki: "Bu ayetin tefsirine ilişkin bir diğer

hadis şöyledir: Bir adam yanına gelse, sende olmayan birtakım

iyiliklerden söz etse, seni övse, yapmadığın salih amelleri sıralasa,

sakın bunu kabul etme ve onu yalanla. Çünkü o sana zulüm etmiştir."

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de müellif kendi rivayet zinciriyle Fadl b. Ebu

Kurra'dan, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Allah, kötü sözün açıkça

söylenmesini sevmez; ancak haksızlıga ugrayan başka."

ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bir kimse bir topluluğu konuk

etse, ancak onları konuk ederken kötü davransa, o kimse

haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla konukların onun aleyhinde konuşmalarının

bir sakıncası yoktur." [c.1, s.283, h:296]

 

Ben derim ki: Aynı hadis, Mecma-ul Beyan adlı tefsirde Imam

Sadık'tan (a.s) mürsel olarak [râviler zincirine yer vermeksizin] rivayet

edilmiştir. Ehlisünnet kaynaklarında da Mücahid'den rivayet

edilir. Bu rivayetler, ayetten de algıladığımız gibi, hükmün genelliğine

delâlet ederler.

 

216 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Nisâ Sûresi 150-152 ........................................................

 

 

150- Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda)

Allah ile peygamberleri arasında ayırım yapmak isteyip

"Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz"' diyenler ve bu ikisinin

(iman ile küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler,

 

151- İşte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Biz de kâfirlere alçaltıcı

bir azap hazırlamışızdır.

 

152- Allah'a ve peygamberlerine inananlar ve onlardan hiçbiri

arasında ayırım yapmayanlar, işte Allah yakında onlara mükâfatlarını

verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

 

AYETLERIN AÇIKLAMASI

 

Surenin akışının bu yerinde, bir parantez açılıyor ve Ehlikitab'ın

durumuna göz atılıyor, küfürlerinin gerçek kaynaklarına açıklayıcı

işaretler yöneltiliyor, kimi haksızlıklarına, günahlarına ve bozguncu

sözlerine ilişkin açıklamalara yer veriliyor.

 

"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler" Bu ifadeyle, Yahudi ve

Hıristiyanlardan oluşan Ehlikitap topluluklar kastediliyor. Çünkü

Yahudiler Hz. Musa'ya (a.s) inanırlar, ama Hz. Isa'nın (a.s) ve Hz.

Muhammed'in (s.a.a) peygamberliğini inkâr ederler. Hıristiyanlar

 

Nisâ Sûresi 150-152 ........................................................ 217

 

da Hz. Musa'ya (a.s) ve Hz. Isa'ya (a.s) inanırken, Hz. Muhammed'i

(s.a.a) inkâr ederler. Gerçi onlar, Allah'ı ve elçilerin bazısını inkâr

etmediklerini, sadece bazısını inkâr ettiklerini iddia ediyorlar; ancak

yüce Allah, onların Allah'ı ve bütün elçilerini inkâr ettiklerini

belirtiyor. Bu nedenle, "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler"

şeklindeki mutlak ifadenin maksadının açıklanışına gerek duyulmuştur.

Işte bu nedenle, "ve Allah ile peygamberleri arasında ayırım

yap-mak isteyip, 'Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz'

diyenler" ifadesi, "...inkâr edenler" cümlesine açıklama nitelikli atıfla

atfedilmiştir. Aynı şekilde atfedilen ifadenin bir kısmı da diğer

bir kısmını açıklamaktadır. Onlar Allah'ı ve elçilerini inkâr ediyorlar;

çünkü, "Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz."

diyorlar. Böylece Allah ve elçileri arasında bir ayırım yapmak

istiyorlar, Allah'a ve elçilerinin bir kısmına inanıyor ve bir kısmını

da inkâr ediyorlar. Oysa inkâr ettik-leri de Allah'ın elçisidir. Onu

reddetmek, Allah'ı reddetmek demektir.

 

Ardından yüce Allah, başka bir açıdan da bu hususa açıklık getiriyor

ve "bu ikisinin arasında bir yol tutmak isteyenler" ifadesine

yer vererek açıklama amaçlı bir atıfla meseleye boyut kazandırıyor.

Şöyle ki, onlar Allah'a ve bütün elçilerine inanmakla, Allah'ı ve

bütün elçilerini inkâr etmek arasında, bazısına inanıp bazısını inkâr

ederek bir orta yol tutmak istiyorlar. Oysa Allah'ın yolu, ancak

O'na ve bütün peygamberlerine inanmaktan geçer. Çünkü elçinin

elçiliği hususunda bir etkinliği, bir yetkisi söz konusu değil. Dolayısıyla

ona inanmak Allah'a inanmaktır, onu inkâr etmekse sırf Allah'ı

inkâr etmek demektir.

 

Şu hâlde elçilerin bir kısmını inkâr edip bir kısmına ve Allah'a

inanmak, Allah ile elçileri arasında ayırım yapmaktan başka bir

şey değildir. Bunun bir diğer anlamı da elçiye Allah'tan bağımsız

bir etkinlik ve yetki tanımaktır. Dolayısıyla bu şekilde bağımsızlık

tanınan elçiye inanmanın, Allah'a inanmayla bir bağlantısı, onu inkâr

etmenin de Allah'ı inkâr etmeyle bir ilintisi yoktur. Böylece bu

 

218 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

tutumları ara yol değil, bunun dışında bir yoldur. Ona inanmakla

onu inkâr etmenin, Allah'a inanmakla O'nu inkâr etme ile bir bağlantısı

olmadığı varsayılan bir kimse için peygamberlik vasfı nasıl

tasavvur edilebilir?

 

Dolayısıyla şurası kuşku götürmez bir gerçektir ki: Bu özellikte

olduğu varsayılan birine inanmak ve ona itaat etmek, ulu Allah'a

ortak koşmak demektir. Bu nedenle, yüce Allah'ın onları "elçilerin

bir kısmına inanmak, bir kısmını da inkâr etmek, böylece Allah ile

elçileri arasında bir ayırıma giderek ikisinin arasında bir yol tutmak

istiyorlar." şeklinde tanımladıktan sonra, onların gerçek kâfirler

olduklarını belirttiğini görüyoruz: "Işte onlar gerçekten kâfir olanlardır."

Ardından onlara sert ifadelerle bir tehdit yöneltiyor: "Biz

de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır."

 

"Allah'a ve peygamberlerine inananlar ve onlardan hiçbiri arasında

ayırım yapmayanlar" Önceki ayette Allah ile elçileri arasında ayırım

yapanlar tekfir edildikleri, Allah'ı ve elçilerini inkâr ettikleri belirtildiği

için, bu ayette bir karşıt manzara olarak Allah'a ve aralarında

ayırıma gitmeden tüm elçilerine iman etme durumu gündeme getiriliyor

ve tablo tamamlanıyor.

 

"Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır." ifadesinde

önceki ayette geçen üçüncü şahıs şeklindeki ifade tarzından birinci

çoğul şahsa geçiş yapılıyor. Sonra ifade tarzı ikinci şahsa geçilerek

şu şekilde değiştiriliyor: "Işte (ey Peygamber,) Allah yakında

onlara mükâfatlarını verecektir." [Arapça'da "ulâike" kelimesi iki

şeyi ifade eder: Hem muhatabı bildirir, hem de işaret edilmek istenen

kimseleri.] Bu tarz bir ifade değişikliğinin hikmeti şu olsa

gerektir: Ifadenin vurgulu olması ve gerçekleşmenin kesin olduğunu

ifade etmesi açısından cezayı birinci çoğul şahısa nispet etmek,

üçüncü tekil şahsa nispet etmekten daha etkileyicidir.

Ikinci ayetteki [yani, peygambere hitaben "Işte Allah yakında

onların..." ifadesindeki] hitap tarzı değişikliğinden de benzeri bir

çıkarsama yapılabilir. Çünkü Allah'ın vaadinin gerçekleşeceğini en

iyi bilen biri olarak vaat içeren hitabın Peygamber efendimize

 

Nisâ Sûresi 150-152 .................................................... 219

 

(s.a.a) yöneltilmesi, gerçekleşme zamanının yakın olduğuna ilişkin

bir gösterge konumundadır.

 

220 .................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

 

 

Nisâ Sûresi 153-169 ....................................................... 221

 

153- Ehlikitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni

istiyorlar. Onlar Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve

"Bize Allah'ı apaçık göster" demişlerdi. Zulümlerinden dolayı derhâl

onları yıldırım çarptı. Kendilerine açık deliller geldikten sonra

da buzağıyı tanrı edindiler. Fakat biz bunu da affettik ve Musa'ya

apaçık bir burhan ve delil verdik.

 

154- Söz vermeleri için Tûr dağını üzerlerine kaldırdık ve onlara

"Secde ederek kapıdan girin" dedik, "Cumartesi günü haddi

aşmayın (o günün yasağını çiğnemeyin)" dedik ve onlardan sağlam

bir söz aldık.

 

222 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

155- Sözlerini bozmalarından, Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden,

haksız yere peygamberleri öldürmelerinden, "Kalplerimiz

perdelidir" demelerinden ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan

temiz şeyleri yasakladık.) Hayır, (onların kalpleri perdeli değildir;)

Allah inkârlarından ötürü o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Artık

pek az bir kısmı hariç, inan-mazlar.

 

156- Bir de inkâr edip Meryem'e büyük bir iftira atmalarından,

 

157- Ve "Allah elçisi Meryem oğlu Isa Mesih'i öldürdük" demelerinden

ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.)

Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş

kendilerine, benzer gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler,

ondan yana tam bir kuşku içindedirler; bu hususta zanna uymak

dışında, hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.

 

158- Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti. Allah güçlü ve üstündür,

hikmet sahibidir.

 

159- Ehlikitap'tan, İsa'nın ölümünden önce ona inanmayacak

hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır.

 

160- Yahudilerin yaptıkları zulümden, Allah yolundan yüz çevirmelerinden

dolayı kendilerine (önceden) helâl kılınan temiz şeyleri

yasakladık.

 

161- Bir de menedildikleri hâlde faiz almalarından ve haksızlıkla

insanların mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık). Içlerinden

inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.

 

162- Fakat içlerinden ilimde derinleşenler ve müminler, namazı

kılanlar ve zekâtı verenler sana indirilene ve senden önce indirilene

inanırlar. Allah'a ve ahiret gününe inananlar, işte onlara

büyük bir mükâfat vereceğiz.

 

163- (Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere

vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Ve (nitekim) Ibrahim'e, Ismail'e,

Ishak'a, Yakub'a, torunlara, Isa'ya, Eyyub'a, Yûnus'a, Harun'a

ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.

 

164- Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir

 

Nisâ Sûresi 153-169 ...................................................... 223

 

kısmını ise sana anlatmadık ve Allah Musa'yla konuştu.

 

165- (Onları) elçiler, müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdik

ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir hüccetleri

olmasın! Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir.

 

166- Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle

indirmiştir. Melekler de (buna) şahitlik ederler. Şahit olarak

Allah eter.

 

167- İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak

(koyu) bir sapıklığa düşmüşlerdir.

 

168- İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir.

Onları bir yola iletecek de değildir.

 

169- Ancak (onları) cehennem yoluna iletir; onlar orada ebedi

kalırlar. Bu da Allah'a kolaydır.

 

AYETLERIN AÇIKLAMASI

 

Ayetler, Ehlikitab'ın Peygamberimizden (s.a.a), gökten kendilerine

bir kitap indirilmesini istedikleri bir hususu zikrederek

başlıyor. Çünkü Kur'ân'ın Ruh-ul Emin aracılığıyla bölüm bölüm indiğine

kesin olarak ikna olmuş değillerdi. Şimdi onların bu isteklerine

cevap veriliyor.

 

"Ehlikitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar."

Ehlikitap, Kur'ân'da geçen benzeri konularda işaret edildiği gibi

Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Buna göre, bu istekte bulunanlar her

iki topluluk birdendir, sadece Yahudiler değil.

Ama bu, ayetlerin akışı içinde Allah'ı açıkça görmek, buzağıyı

ilâh edinip tapınmak; Tûr dağı üzerlerine kaldırılıp başlarına dikildiğinde,

secde etmeye emredildiklerinde ve cumartesi günü konulan

yasağı çiğnemekten nehyedildiklerinde verdikleri sözü tutmamak

gibi sıralanan zulümlerin ve suçların sırf Yahudiler tarafından

sergilenmiş olmasıyla çelişmez.

Çünkü, her iki grup da aynı kökene dayanır. Yani, her ikisi de

 

224 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Israil halkıdırlar, o ırka mensupturlar. Hz. Musa (a.s) ve Hz. Isa (a.s)

bu halka gönderilmişlerdir. Gerçi Hz. Isa'nın göğe yükseltilmesinden

sonra, çağrısı Romalılar, Araplar, Habeşliler ve Mısırlılar gibi

Israilli olmayan halklar arasında da yayılmıştır. Ancak Isa'nın

kavminin ona yaptığı zulüm, Musa'nın kavminin ona yaptığı zulümden

geri kalmaz.

 

Işte her iki grup da aynı kökenden sayıldıkları için, Yahudileri

ilgilendiren ceza kapsamında sadece Yahudiler zikrediliyor: "Yahudilerin

yaptıkları zulümden... dolayı kendilerine helâl kılınan

temiz şeyleri yasakladık." Yine bu nedenle, Hz. Isa (a.s) da daha

sonra zikredilen resuller arasında sayılıyor, tıpkı Hz. Musa'nın (a.s)

da aralarında sayılması gibi. Şayet hitabın hedefi sırf Yahudiler olsaydı,

bu, sahih olmazdı. Hatta ayetlerden sonra, "Ey Ehlikitap!

Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında ancak gerçegi söyleyin.

Meryem oglu Isa Mesih..." (Nisâ, 171) ifadesine yer verilmesi de

yine bu yüzdendir.

 

Özetleyecek olursak: İstekte bulunanlar, bütün Ehlikitap'tır.

Hitabın hedefi onlardır. Bunun nedeni, aralarındaki soy birliğinden

kaynaklanan karakter aynılığıdır. Haksız yargıda bulunmak, yalan

söylemek, ölçüsüzlük, ahitlere ve sözlere riayet etmemek onların

ortak karakterleridir. Dolayısıyla sergiledikleri ortak tavırlarda hitap

tümüne yöneliktir. Içlerinde bir grup farklı bir tutum sergilemişse,

hitap da özel olarak o gruba yönelik olmuştur.

Resulullah'tan (s.a.a) istedikleriyse, gökten üzerlerine bir kitap

indirmesidir. Bu isteği, Kur'ân'ın inişinden ve kendilerine okunuşundan

önce dile getirmiyorlar. Çünkü bu olay Medine'de geçmektedir.

O güne kadar Kur'ân'ın Mekke'de inen kısmı ve Medine'de

inen kısmının bir bölümü kendilerine ulaşmıştı. Buna rağmen böyle

bir istekte bulunmalarının nedeni, onun peygamberliğin bir kanıtı

olduğuna ikna olmamalarıdır. Çünkü Kur'ân'ı semavî bir kitap

saymıyorlardı. Oysa Kur'ân, o güne kadar indiği kısmı itibariyle

meydan okuyordu ve bir mucize olduğunu haykırıyordu. Nisâ suresinden

önce inen Isrâ, Yûnus, Hûd ve Bakara suresinin bu hususla

 

Nisâ Sûresi 153-169 ...................................................... 225

 

ilgili olarak içerdikleri ifadeleri buna örnek gösterebiliriz.

Şu hâlde, Kur'ân'la ilgili gelişmeler gözleri önünde cereyan

etmesine karşın gökten bir kitabın indirilmesini istemeleri, kelimenin

tam anlamıyla saçmalıktı. Böylesine boş ve anlamsız bir istek

ancak hakka uymayan, hakikate boyun eğmeyen, ciddiyetten

yoksun, arzusunun istekleri doğrultusunda aklına eseni yapan,

hiçbir bağ, hiçbir kayıt tanımayan, temelsiz, berduş insanlardan

sâdır olabilir. Nitekim Kureyşliler de üzerlerine inen Kur'ân ve aralarında

yayılan hak çağrısı ile ilgili olarak böyle bir sorumsuz tavır

içine girmişlerdi. Kur'ân onların bu aymazlıklarını şöyle dile getirir:

"Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! diyorlar." (Yûnus, 20) "Ya

da göge çıkmalısın. Ama oradan bize, okuyacagımız bir kitap indirmedikçe

senin sadece göge çıkmana da inanamayız." (Isrâ, 93)

 

Yukarıda işaret ettiğimiz bu hususlardan dolayı, yüce Allah onların

bu isteklerine iki madde hâlinde karşılık veriyor.

 

Birincisi: Onlar, mütemadiyen cehalet ve sapıklık içinde debelenen bir topluluktur; en korkunç zulümleri işlemekten, apaçık belgelerle destekli

hakkı inkâr etmekten, hak içerikli mesaja karşı çıkmaktan, en

sağlam ve en kesin karara bağlanmış sözleşmeleri çiğnemekten

kaçınmazlar; her türlü yalandan, iftiradan ve zulümden geri durmazlar.

Böyle olanlara cevap vermek, önerilerine karşılık vermek

doğru olmaz.

 

İkincisi: Allah'ın indirdiği kitap, yani Kur'ân Allah'ın ve meleklerin

şahitlikleriyle desteklidir. Kur'ân da, içerdiği ayetleri aracılığıyla

muhaliflerine sık sık meydan okur.

Yüce Allah, bu çerçevede önce şu cevabı veriyor: "Onlar Musa'-

dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi." Yani, senden kendilerine

gökten bir kitap indir, şeklindeki isteklerinden daha büyüğünü

Musa'dan istemişlerdi "ve 'Bize Allah'ı apaçık göster' demişlerdi." Yani,

O'nu ayan beyan, çıplak gözlerimizle görelim. Bu, insanın cahillikte,

gevezelikte ve azgınlıkta ulaşabileceği son noktadır. "Zulümlerinden

dolayı derhâl onları yıldırım çarptı." Bu kıssa, Bakara suresinin

55-56. ayetlerinde ve A'râf suresinin 155. ayetinde ayrıntılı o-

 

226 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

larak anlatılmaktadır.

Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kendilerine açık deliller

geldikten sonra da buzağıyı tanrı edindiler." Puta tapıcılığın batıl olduğu

ortaya çıktıktan veya yüce Allah'ın her türlü cisimden ve sonradan

olmalıktan münezzeh olduğu apaçık olarak ortaya konduktan

sonra bir put edinerek ona kulluk sunmuşlardı. Beşerî cehaletin

en çirkin, en yüz kızartıcı, en utanç verici örneğidir puta tapıcılık.

"Fakat biz bunu da affettik ve Musa'ya apaçık bir burhan ve delil

verdik." Bu hususta Hz. Musa (a.s) onlara yaratıcılarına tövbe etmelerini

ve birbirlerini öldürmelerini emretmişti. Onun bu emrini tutmuşlardı,

bu yüzden yüce Allah onları affetmişti; böylece bu öldürme

işinin devam etmesinden vazgeçmişti ve tümünün öldürülmesine

razı olmayarak öldürme eyleminin yarıda bırakılmasını

emretmişti. Işte affetmekten maksat buydu. Ardından

Israiloğullarına, Samiri'ye ve buzağısına musallat kılınmasıyla Hz.

Musa'ya apaçık bir burhan ve delil verildi. Bu kıssa da Bakara suresinin

54. ayetinde ayrıntılı olarak anlatılır.

 

Devamla şöyle buyuruyor ulu Allah: "Söz vermeleri için Tûr dağını

üzerlerine kaldırdık." Burada yüce Allah'ın onlardan aldığı bir söz

kastediliyor. Ki bu sırada Tûr dağını üzerlerine kaldırmış, başlarına

dikmişti. Bu kıssa da Bakara suresinin 63. ve 93. ayetlerinde iki

kez zikredilir.

 

Sonra şöyle buyuruyor: "ve onlara, 'Secde ederek kapıdan girin'

dedik, 'Cumartesi günü haddi aşmayın' dedik ve onlardan sağlam bir

söz aldık." Bu iki kıssa da hem Bakara suresinin 58-65. ayetlerinde,

hem de A'râf suresinin 161-163. ayetlerinde anlatılır. Ayette

sözü edilen "misak=sağlam bir söz alma"nın, bu iki kıssaya ve diğer

kıssalarda işaret edilen hususlara dönük olması uzak bir ihtimal

değildir. Çünkü Kur'ân, Israiloğullarından misak alınışını defalarca

zikreder: "Biz Israilogullarından şöyle söz almıştık: Allah'-

tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz..." (Bakara, 83) "Birbirinizin

kanını dökmeyeceginize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacagınıza

dair sizden kesin söz almıştık. Sonra bunu böylece kabul

 

Nisâ Sûresi 153-169 ..................................................... 227

 

etmiştiniz, buna siz şahitsiniz." (Bakara, 84)

 

"Sözlerini bozmalarından" İfadenin orijinalinin başındaki "fa"

harfi ayrıntılandırma amaçlıdır. "Fe-bima" kelimesindeki "ba" harfi

cerri ise, -suçları sıralanan- birkaç ayet sonraki, "onlara yasakladık."

diye başlayan ifadeyle ilintilidir. Ayetler, yüce Allah'ın onlara

verdiği korkunç dünyevî ve uhrevî cezayı açıklama amacına yöneliktir.

Bu çerçevede, daha önce sözü edilmeyen bazı kötü uygulamaları

da zikrediliyor.

 

"Sözlerini bozmalarından" ifadesi, yukarıda işaret edilen misakları

çiğnemeleri ve verdikleri başka misakları da -ki burada onlardan

söz edilmiyor- çiğnemeleri hususuna ilişkin bir özet niteliğindedir.

 

"Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden" Bu ifade, Hz. Musa (a.s)

zamanında ve ondan sonra işledikleri küfür çeşitlerinin bir özeti

hükmündedir. Ki Kur'ân bu tür küfre sapışlarının çoğunu bize aktarmaktadır.

Bunlar arasında, ayetler grubunun başında değinilen

iki konu vardır. Bununla şu ifadeleri kastediyorum: "Musa'dan,

bundan daha büyügünü istemişlerdi ve 'Bize Allah'ı apaçık

göster' demişlerdi.", "Kendilerine açık deliller geldikten sonra da

buzagıyı tanrı edindiler."

 

Ayetlerin girişinde [yüz elli üçünçü ayette], bu iki olayın [Allah'ı

apaçık olarak görmeyi istemeleri ve buzağıyı tanrı edinmeleri] öne

alınmış olmasına karşın, bu ayette [yüz elli beşinci ayette] "Allah-

'ın ayetlerini inkâr etmeleri" şeklindeki bir cümle ile "sözlerini

bozmaları"ndan sonra zikredilmesinin nedeni, iki ayetin konumlarının

farklılığıdır. Dolayısıyla gerekleri de farlılık arz etmiştir. Çünkü

ayetler grubunun giriş kısmında, gökten üzerlerine bir kitap indirilmesi

şeklindeki istekleri, bundan daha da büyüğünü istemiş olmaları

ve buzağıyı tanrı edinip tapınışları zikrediliyor ki, bu konunun

akışına daha uygun ve daha doğrudan ilintili bir seçimdir. Bu

ve sonraki ayetlerse, hak davetine icabet etmelerinden ve bunun

nedenlerinin anlatımından sonra işledikleri amellere karşılık olarak

aldıkları cezayı gündeme getiriyor. Böyle bir çerçevede, sözle-

 

228 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rin bozulmasından söz etmek daha uygun ve anlatımın ruhuna da

daha yakındır.

"haksız yere peygamberleri öldürmelerinden" Burada Hz.

Zekeriya, Hz. Yahya ve diğerleri kastediliyor. Ki Kur'ân bunların adlarını

vermeden genel olarak öldürüldüklerinden söz eder.

"ve 'Kalplerimiz perdelidir' demelerinden ötürü (kendilerine önceden

helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.)" Ifadenin orijinalinde geçen

"ğulf" kelimesi, "eğlef"in çoğuludur. Yani kalplerinin üzerinde

bir örtü, bir kılıf ve bir perde vardır. Bu, nebevî çağrıyı duymalarına,

çağrıldıkları hakkı onaylamalarına engel oluşturuyor. Bunu söylerken,

daveti reddettiklerini anlatmak istiyorlar. Bu arada kabul etmeyişlerinin

suçunu da yüce Allah'a yıkmak istiyorlar. Kalpleri kılıflı

olarak yaratıldıklarını söylemek istiyor gibidirler. Ya da kendi ellerinden

olmayarak, bir tercihleri söz konusu olmaksızın Musa'nın

çağrısının dışındaki çağrılar karşısında bu şekilde olmalarının öngörüldüğünü

söylemek istiyorlar.

Yüce Allah onların bu mesnetsiz savlarını şu ifadelerle reddediyor:

"Hayır, Allah inkârlarından ötürü o kalplerin üzerine mühür

vurmuştur. Artık pek az bir kısmı hariç, inanmazlar." Burada yüce Allah,

kalplerinin hak içerikli mesajı dinlemeyişinin algılamayışının,

Allah'ın fiiline isnat ettiğini açıklıyor; ama iddia ettikleri gibi, onların

bunda hiçbir etkinlikleri yok değildir. Tam tersine, başlarına bu

durumun gelmesi, hakkı inkâr etmelerinin, kâfir olup hakka karşı

çıkmalarının karşılığıdır. [Dolayısıyla yüce Allah, onların inkârlarına

karşılık kalplerin mühürlemiştir.] Işte bunun bir sonucu olarak bu

kavim, içindeki az sayıdaki bir grup hariç, iman etmez.

Bu istisna üzerinde daha önce konuştuk ve ilâhî intikamın ulus

olarak, toplum olarak üzerlerine indiğini belirttik. Onlar top yekûn

bir ulus olarak ilâhî intikamın muhataplarıdırlar. Kalplerinin üzerine

mühür basılmıştır. Topluca iman etmeleri imkânsızdır. Ama bu,

içlerindeki az sayıdaki insanın iman etmesine engel değildir.1

 

----

1- [Daha geniş bilgi için bkz. c.4, s.529, Nisâ, 46]

 

Nisâ Sûresi 153-169 .................................................... 229

 

"Bir de inkâr edip Meryem'e büyük bir iftira atmalarından" Yahudiler,

Hz. Meryem'i, Hz. Isa'yı doğurduğu zaman zina ile suçlamışlardı.

Bu, hem küfür [inkâr etme], hem de iftiraydı. Oysa Isa, doğumunun

ilk günlerinde, "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitabı verdi,

beni peygamber yaptı." (Meryem, 30) demişti.

 

"Ve 'Allah elçisi Meryem oğlu Isa Mesih'i öldürdük' demelerinden

ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.) Oysa

onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş kendilerine, benzer gösterildi."

Âl-i Imrân suresi kapsamında, Hz. Isa'nın (a.s) kıssası anlatılırken,

Israiloğullarının Isa'nın asılarak mı, yoksa başka şekilde

mi öldürüldüğü hususunda ihtilafa düştüklerini belirtmiştik. Yüce

Allah'ın önce onların İsa'yı öldürdüklerine ilişkin iddialarını anlatmasının,

ardından öldürme ve asmayı birlikte olumsuzlaştırarak

zikretmesinin nedeni, tam bir red ve olumsuzlaşma amacına yönelik

olsa gerektir. Ki zihinlerde herhangi bir kuşku kalmasın. Çünkü

suçlulara uygulanan bir işkence türü olarak çarmıha germek, her

zaman ölümle sonuçlanmayabilir. Ayrıca "öldürme" eylemi belirsiz

ve mutlak olarak kullanıldığında, zihinde çarmıha germe olgusu

uyanmaz.

 

Öte yandan İsa'nın (a.s) öldürülme şekli hususunda da ihtilaf

vardı. Dolayısıyla yalnızca onun öldürülmesinin olumsuzlanması

da, onu normal bir öldürmeyle öldürmedikleri şeklinde yorumlanabilir.

Birinin öldürülmesinin olumsuzlanması, onun çarmıha gerilerek

öldürüldüğü ihtimalini ortadan kaldırmaz. Bu yüzden yüce Allah,

"Oysa onu öldürmediler de," sözünden sonra, "ve asmadılar

da" ifadesine yer veriyor ki, anlatılmak istenen husus, verilmek istenen

mesaj açık ve eksiksiz olarak anlaşılsın; onun onlar tarafından

ne öldürme, ne de asma, çarmıha germe şeklinde öldürülmediği

kesin olarak ifade edilsin.

 

Tam tersine onun işini karıştırdılar, bir başkasını ona benzettiler

ve Hz. Mesih'ten (a.s) başkasını onun yerine yakalayarak öldürdüler

veya astılar. Böyle bir karışıklığın olması mümkündür.

Çünkü bu tür galeyana gelmiş, kontrolden çıkmış, taşkın, etrafını

 

230 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

yakıp yıkan kalabalık ayaklanmalarda yanlışlıkla öldürmeler, gerçek

suçlu yerine bir başkasını cezalandırma örnekleri çoktur. Onu

Romalı askerlerin öldürdüğü söyleniyor. Romalı askerlerinse onu

çok iyi tanımaları beklenemez. Dolayısıyla onun yerine bir başkasını

yakalayıp öldürmüş olmaları pekâlâ mümkündür. Kaldı ki, rivayetlerde

yüce Allah'ın başka birini ona benzer kıldığından ve askerlerin

bu benzer olanı yakalayıp öldürdüklerinden söz ediliyor.

Araştırmacı bazı tarihçilerin dediğine göre, Hz. Isa (a.s) ile ilgili

olarak aktarılan tarihsel kıssalar, onun daveti çerçevesinde yaşanan

olaylar, onunla aynı çağda yaşayan kral ve davetçiler hakkında

anlatıla-gelen hikayeler, Mesih adıyla bilinen iki kişiye uygun

düşüyor. -Ki aralarında beş yüz yıldan fazla bir zaman vardır- Bunlardan

daha önce yaşayanı hak üzeredir ve öldürülmemiştir. Sonra

geleni ise, batıl bir davanın savunucusudur ve çarmıha gerilerek

öldürülmüştür.1 Buna göre, Kur'ân'ın sözünü ettiği benzetmeden

maksat, sonraki kuşakların Allah'ın resulü Meryem oğlu Isa Mesih-

'i, çarmıha gerilen Mesih'e benzetmeleridir. Gerçi doğrusunu Allah

herkesten daha iyi bilir.

 

"Onun hakkında ihtilafa düşenler," Yani, İsa hakkında veya onun

öldürülüşü konusunda görüş ayrılığına düşenler, "ondan yana tam

bir kuşku içindedirler" Onun durumu hakkında bilgi sahibi değildirler;

"bu hususta zanna uymak dışında hiçbir bilgileri yoktur." Birbirlerinin

ağzından kaptıkları sözlere dayanarak tahmin yürütüyorlar,

tercih ortaya koyuyorlar.

"ve kesin olarak onu öldürmediler." Onu yakinen ve kesin olarak

öldürmediler. Veya sana kesin olarak haber veriyorum ki, onu öldürmediler.

Bir görüşe göre, "onu öldürmediler" ifadesindeki zamir,

"bilgi" kelimesine dönüktür. Bu durumda şöyle bir anlam ifade

etmiş olur: "Bilgiyi kesin olarak öldürmediler." Lugatta, bilginin

öldürülmesi deyimi, kuşkulardan arındırılması anlamına gelir. Bazılarına

göre de, zamir "zann"a dönüktür. Yani zanlarını ayıklama-

-------

1- Bu araştırmacıya göre, şimdiki Miladî tarihin doğruluğu kuşkuludur.

 

Nisâ Sûresi 153-169 ...................................................... 231

 

dılar, kesinliğe kavuş-turmadılar. Ne var ki, böyle bir anlamın ileri

sürüldüğü sabit olsa bile, Kur'ân lafzının kapsamadığı garip bir anlamdır.

 

"Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti. Allah güçlü ve üstündür,

hikmet sahibidir." Yüce Allah, bu kıssayı Âl-i Imrân suresinde şu ifadelerle

anlatır: "Hani Allah demişti ki: 'Ey Isa, dogrusu ben seni

tam olarak alacagım, kendime yükseltecegim." (Âl-i Imrân, 55) Bu

ayette yüce Allah, başta tam olarak almaktan, sonra da yükseltmekten

söz ediyor.

 

Bu ayet, akışı itibariyle Yahudilerin iddia ettikleri öldürme ve

çarmıha germe olayını olumsuzluyor. Buna göre, Hz. İsa, onların

öldürme ve çarmıha germe girişimlerinden kurtulmuştur. Yine ayetin

zahirinden algıladığımız kadarıyla, hakkında öldürülme ve

çarmıha gerilme iddiası ileri sürülen Hz. Isa (a.s) bedenen Allah

katına yükseltilmiş, onların suikastından yana koruma altına alınmıştır.

Buna göre Hz. İsa, hem bedenen, hem de ruhen yükseltilmiştir.

Yoksa önce canı alınmış, ardından ruhu Allah katına yükselmiş

değildir. Ayetin zahiri, surenin akışının da desteği ile böyle bir ihtimale

açık değildir. Çünkü, "Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti."

ifadesindeki bir şeyi reddederek diğer bir şeyi ispatlamaya yönelik

yapılan vurgu sırf ölümden sonra ruhun yükselişi ile amacına

ulaşmış olmaz. Böyle bir ölümün, hem öldürülme, hem de normal

bir ölüm şeklinde gerçekleşmesi pek ala mümkündür.

 

Şu hâlde, ayette sözü edilen yükseltilme, bir tür kurtarmadır.

Allah, onu bu şekilde kurtarıyor, Yahudilerin elinden alıyor. Bu sırada,

normal bir şekilde canının alınması ile, canının ne normal,

ne öldürülme ve ne de çarmıha gerilmesi ile alınmaması, bizim

bilmediğimiz başka bir yöntemle de gerçekleşmiş olması ya da

bilmediğimiz bir şekilde yüce Allah'ın onu diri tutması arasında bir

fark yoktur ve hepsi ihtimal dâhilindedir. Bütün bunlar birer ihtimaldir,

herhangi birinin olması mümkündür.

 

232 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Yüce Allah'ın Mesih'in canını alıp onu katına yükselterek koruması

ya da yüce Allah'ın onun hayatını bizim hayatımızın üzerinde

etkin olan doğal yasadan farklı bir yöntemle koruması imkânsız

bir durum değildir. Bu durum, Kur'ân'ı Kerim'in Hz. Isa'nın doğumu

ve soydaşları arasında yaşaması ile ilgili olarak anlattığı

mucizelerden ve Hz. Ibrahim'in, Musa'nın, Salih'in ve diğer peygamberlerin

mucizelerinden daha şaşırtıcı bir durum değildir. Bütün

bunlar aynı kapıya çıkarlar. Kur'ân açık bir dille bunların gerçekleştiklerine

delâlet eder ve hiç kimse onları reddedemez. Ne

yazık ki, bazı müfessirler genel nedensellik yasasını iptal etmekten,

olağanüstü olguları kaçınılmaz gibi görmekten kaçınmak adına

birtakım zorlama eseri yorumlara yeltenmişlerdir. Tefsirimizin

birinci cildinde mucize ve olağan dışı olgular hakkında yeterli açıklamalar

sunduk.

 

Bütün bunlardan sonra, hemen ardından gelen ayetten, Hz. Isa'nın

(a.s) yaşadığına ve henüz ölmediğine ilişkin bir işaret algılamak

mümkündür.

 

"Ehlikitap'tan, İsa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse

yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." Ayetin orijinal

metninin ["ve in min ehl-il kitab"] başındaki "in" edatı olumsuzluk

bildirir. Müpteda ise hazfedilmiştir ve olumsuzluk akışı içindeki ifade

bu müptedaya delâlet etmektedir. [Dolayısıyla ayetin takdirî

açılımı şöyle olur: "ve in ehedun min..."] Bu takdirde,

"Ehlikitap'tan... inanmayacak hiç kimse yoktur." şeklinde bir

anlam elde etmiş oluyoruz. "Bihi=ona" ve "yekûnu=olacaktır"

ifadelerindeki zamir, Hz. Isa'ya dönüktür. Fakat "kable

mevtihi=ölümünden önce" ifadesindeki zamir hakkında ihtilaf

vardır. Bazıları demişlerdir ki: Zamir, takdir edilen müptedaya, yani

"ehed=kimse"ye dönüktür. Bu takdirde ifadenin anlamı şöyle olur:

Ehlikitap'tan herkes, ölümünden önce, Isa'ya iman eder. Yani ölümün

arifesinde, can vermek üzereyken Isa'nın Allah'ın gerçek bir

elçisi ve kulu olduğunu anlar. Fakat bu inancı ona bir yarar

sağlamaz. Hz. Isa da kıyamet günü tümünün aleyhinde şahitlikte

 

Nisâ Sûresi 153-169 .................................................... 233

 

bulunur. Ona iman eden kimselerin bu inançlarının yararlı veya

ölmek üzereyken inanan birininki gibi yararsız olması fark etmez.

Bu yukarıdaki görüşü destekleyen bir husus, "kable

mevtihi=ölü-münden önce" ifadesindeki zamirin Hz. Isa'ya dönükmüş

gibi algılanmasının, bazı rivayetlerde, Hz. Isa'nın yaşadığı ve

henüz ölmediği şeklinde yer alan haberlerden kaynaklanıyor olmasıdır.

Bu rivayetlerde belirtildiğine göre, Hz Isa (a.s) ahir zamanda

dünyaya inecek, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan Ehlikitap ona inanacaktır.

Fakat bu, "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur."

şeklindeki genel ifadenin özelleştirici bir etken olmaksızın

özelleştirilmesi anlamına gelir. Çünkü bu takdirde Ehlikitab'ın, tümünden

çok, söz konusu inişi sırasında yaşayanların, onun inişine

tanık olanların inanması kastedilmiş olur. Böylece, Isa'nın yükseltilişi

ile inişi arasındaki zaman diliminde yaşayan ve inişini görmeden

ölen kimseler bunun dışında tutulmuş olur. Bu ise, gerektirici

bir etken olmadan genel içerikli ayeti özelleştirmektir.

Bir diğer grup da, "Zamir, Isa'ya (a.s) dönüktür. Maksat, onun

ahir zamanda gökten inişi esnasında ona inanmalarıdır." demişlerdir.

Bu değerlendirmeyi yapanlar da az önce işaret ettiğimiz gibi

rivayeti dayanak almışlardır.

 

Söylenenler bunlar. Ancak üzerinde durulması, iyice incelenmesi

gereken husus şudur: "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce

ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara

şahit olacaktır." ifadesinin akışı içinde, "Kıyamet günü de o,

onlara şahit olacaktır." cümlesi, Hz. Isa'nın kıyamet günü tümünün

aleyhinde şahitlik edeceğini ifade etmektedir. Yine buna göre,

tümü de ölümden önce ona inanacaklardır. Yüce Allah, Hz. Isa'nın

bu şahitliğe ilişkin sözünü bize aktarmıştır: "Ben onların içinde oldugum

sürece onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince

onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeyi görensin." (Mâide,

117)

Bu ayet, İsa'nın şahitliğini, vefat ettirilmesinden önceki hayat-

 

234 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ta olduğu günlere hasrediyor. "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak

hiç kimse yoktur..." diye başlayan ayet ise, onun kendisine inanan

herkese yönelik şahitlikte bulunduğunu ifade ediyor. Eğer ona inananlar

bir bütün olarak görülmüşse, bu durumda onun, bunların

tümünden sonra ölmüş olması gerekir. Bu ise ikinci bir anlamı belirginleştiriyor.

Onun hâlâ hayatta olduğu ve ona inansınlar diye ikinci

kez döneceği anlamını yani. Bu ayetin anlamıyla ilgili, sonuç

olarak şunu söylemek gerekir: Onun kendilerine geri dönüşünü göremeyenler,

ölümünden önce ona inanırlar. Bu geri dönüşü görenlerse,

ister istemez ona inanmak durumunda kalırlar; ya isteyerek

inanırlar ya da zorunlu olarak.

Fakat "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur."

ifadesinin, "Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş

kendilerine, benzer gösterildi... Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti.

Allah güçlü ve üstündür, hikmet sahibidir." ifadesinden

sonra yer almış olması gösteriyor ki, ayet onun ölmediğini ve hâlâ

yaşadığını anlatma amacına yöneliktir. Çünkü onların zorunlu imanlarının

ve onun da aleyhlerine tanıklık edecek olmasının açıklandığı

böyle bir anlatımın, bunun dışında belirgin bir amacı olamaz.

Bu açıklamamız, onların Hz. İsa'nın ölümünden önce ona inanmalarından

maksat, tümünün Hz. Isa'nın (a.s) ölümünden önce

ona inanmalarıdır, şeklindeki değerlendirmeyi pekiştirir.

Fakat, başka ayetlerden bu çıkarsamanın aksini gösteren işaretler

de algılamıyor değiliz. Örneğin yüce Allah bir ayette şöyle

buyuruyor: "Hani Allah demişti ki: 'Ey Isa, dogrusu ben seni tam

olarak alacağım, seni kendime yükseltecegim, seni inkâr edenlerden

temizleyece-gim ve sana uyanları kıyamet gününe kadar

inkâr edenlerin üstüne geçirecegim." (Âl-i Imrân, 55) Bu ayet, Isa'yı

inkâr eden kimselerin kıyamet gününe kadar olacaklarını gösteriyor.

Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Kalplerimiz perdelidir,

demelerinden ötürü (kendilerine -önceden- helâl kılınan temiz

 

Nisâ Sûresi 153-169 ........................................................ 235

 

şeyleri anlara yasakladık.) Hayır, (onların kalpleri perdeli degildir,)

Allah inkârlarından ötürü o kalpler üzerine mühür vurmuştur.

Artık pek az bir kısmı hariç, inanmazlar." (Nisâ, 155) Bu ayet

gösteriyor ki, mühürleme eylemi onlar için kesinleşmiş bir cezadır.

Bu yüzden kıyamet gününe kadar Yahudiler veya Ehlikitap topluca

iman etmeyeceklerdir.

 

Hatta Mâide suresinin ilgili ayetinin son cümlesi de buna ilişkin

bir işaret barındırmaktadır: "Ben onların içinde oldugum sürece

onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince, onları gözetleyen

yalnız sen oldun." (Mâide, 117) Bu ifade gösteriyor ki, onlar

Hz. İsa'nın vefatından sonra da yaşayacaklardır.

Ancak insaflı ve tarafsız davrandığımız zaman yukarıdaki

ayetlerin, önceki açıklamamızı olumsuzlamadığını görürüz. Çünkü,

"ve sana uyanları kıyamete kadar inkâr edenlerin üstüne

geçirecegim." (Âl-i Imrân, 55) ifadesi, onların "Ehlikitap" niteliğine

sahip olarak kıyamet gününe kadar yaşayacaklarını göstermez.

"Hayır, Allah inkârlarından ötürü o kalplerin üzerine mühür

vurmuştur..." ifadesi gösteriyor ki iman olgusu, onların tümünü

kapsamayacaktır, topluca iman etmeyeceklerdir. Şayet bir dönem

inananlar olsa da, bu sadece çoğunluk içindeki bir azınlığın iman

etmesi şeklinde olacaktır. Öte yandan, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden

önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesi, eğer

onların Isa'ya ölümünden önce iman edeceklerine delâlet ediyor

olsa da, sadece imanın aslına delâlet ediyor. Fakat bunun makbul,

zorlamasız bir iman olduğuna ilişkin kanıt yoktur.

Aynı şekilde, "fakat sen beni vefat ettirince, onları gözetleyen

yalnız sen oldun." (Mâide, 117) ayetindeki zamir (hum=onlar), insanlara

dönüktür, Ehlikitab'a veya Hıristiyanlara değil. Bunun kanıtı da

ilgili bölümün girişindeki şu ifadedir: "Hani Allah demişti ki: Ey

Meryem oglu Isa! Sen mi insanlara; 'Beni ve annemi, Allah'tan

başka iki tanrı edinin' dedin?..." (Mâide, 116) Bunun bir diğer kanıtı

da, Hz. Isa'nın (a.s) bütün insanlara gönderilen ululazm (çığır açan)

peygamberlerden olmasıdır. Onun insanların amellerinin üzerinde

 

236 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

tanıklıkta bulunması ve onlara şahit olması durumu,

Israiloğullarından öte, kendisine inanan-inanmayan tüm insanları

kapsayıcı niteliktedir.

 

Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetlerin ve bunlarla bağlantılı

diğer ayetlerin üzerinde düşündüğümüz zaman şu sonucu elde ediyoruz:

Hz. İsa (a.s) öldürülme, haça gerilme veya örneklerini gördüğümüz

tabiî eceliyle ölme şeklinde vefat ettirilmemiştir. -Buna

daha önce işaret ettik.- Tefsirimizin üçüncü cildinde, "Ey İsa, dogrusu

ben seni tam olarak alacagım, seni kendime yükseltecegim."

(Âl-i Imrân, 55) ayetini incelerken, imkânlarımız ölçüsünde açıklamalarda

bulunduk.

 

Bu konuda ileri sürülmüş ilginç görüşlerden biri de hiç kuşkusuz

Zemahşeri'nin el-Keşşaf adlı tefsirinde yaptığı şu değerlendirmedir:

"Bununla şu anlamın kastedilmiş olması mümkündür:

Ehlikitap'tan ona inanmayan hiç kimse kalmaz. Yüce Allah o zaman

onları kabirlerinden diriltir ve Isa'nın inişini ve niçin indiğini

onlara bildirir. Onlar da ona inanırlar. Fakat bu imanları onlara

fayda vermez." Zemahşeri'nin bu sözleri rec'at inancının ta kendisidir.

[Yani, bir grup iyi ve kötü insanların kıyametten önce diriltilerek

yeryüzüne getirilmeleri inancı.]

 

Ayetin ifade ettiği anlamla ilgili olarak, başka tutarsız görüşler

de ileri sürülmüştür. Bunlardan biri Zeccac'ın açıklamalarından çıkan

şu görüştür: "Kable mevtihi=ölümünden önce" ifadesindeki

zamir, Ehlikitab'a dönüktür. "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden

önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesi de şu anlama

gelmektedir: Ehlikitab'ın tümü şöyle diyorlar: "Biz ahir zamanda

ortaya çıkacak olan Isa'ya inanıyoruz."

 

Ancak bu yorum, makul değildir. Çünkü ayetlerin hedefi Ehlikitab'ın

İsa'yı (a.s) öldürdükleri, çarmıha gerdikleri şeklindeki iddialarını

gündeme getirerek çürütmektir, onu inkâr etmelerinden söz

etmek değil. Bunun, onların ahir zamanda ortaya çıkıp

Israiloğullarının eski görkemlerini yeniden canlandırmasını itiraf

etmeleriyle bir ilgisi yoktur ki, ayetlerin akışı bununla ilişkili olarak

 

Nisâ Sûresi 153-169 ................................................... 237

 

devam etsin ve ayetlerin sonuna bu ifade de eklenmiş olsun.

Kaldı ki, ayette kastedilen anlam bu olsa bile, bu durumda "ölümünden

önce" ifadesine artık ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, onsuz da

amaçlanan anlam vurgulanabiliyordu. Ayrıca, "Kıyamet günü de o,

onlara şahit olacaktır." ifadesi için de aynı durum geçerlidir. Çünkü

bu takdirde, ayetin akışı içinde gereksiz bir fazlalık konumuna

düşer.

 

Bu akıl dışı yorumlardan biri de bazılarının yaptıkları şu değerlendirmedir:

Ayette kastedilen anlam şudur: "Ehlikitap'tan hiç kimse yoktur ki, kendisinin ölümünden önce Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanmasın."

Bu da önceki yorum gibi akıl dışıdır. Çünkü ifadenin öncesinde

Hz. Muhammet'ten (s.a.a) söz edilmiyor ki, zamir de ona dönük olsun.

Ayrıca ifadenin oluşturduğu atmosfer de bu yönde bir işaret

içermemektedir. Dolayısıyla bu yorum mesnetsizdir, kanıttan yoksundur.

Kuşkusuz, bu anlamı destekleyen rivayetler vardır ve bunlara

rivayetler bölümünde değineceğiz; ancak bunların tümü işaret

edeceğimiz gibi birer uyarlama örneğidir. Nitekim rivayetler üzerinde

araştırma yapıp onları inceleyenler bunu bilirler. Çünkü bunun

örnekleri rivayetlerde çoktur.

 

"Yahudilerin yaptıkları zulümden... dolayı kendilerine (önceden) helâl

kılınan temiz şeyleri onlara yasakladık." Ifadenin orijinalinin başındaki

"fa" harfi, cümlenin önceki ifadeye bağlı bir ayrıntı olduğunu

gösterir. Cümle içinde "zulüm" lafzı nekre (belirsiz) olarak yer

alıyor. Bununla güdülen amaç, işledikleri zulmün büyüklüğünü

göstermek ya da müphem bırakarak dikkatleri çekmektir. Çünkü

zulmün somut olarak ifade edilmesi, önemli bir amaç icra edecek

değildir.

 

Aslında bu lafız, daha önce sözü edilen utanç verici suçlarından

bedeldir; ama bazılarının söylediği gibi, bütünün bütüne bedel

olması değil, parçanın bütüne bedel olmasıdır. Çünkü yüce Allah

bu zulmü, temiz şeylerin onlara haram kılınmasının sebebi olarak

 

238 ........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ön plâna çıkarıyor. Bunlar da Tevrat'ın içeriği olarak Hz. Musa'ya

indirilen şeriatın kapsamında haram kılınmışlardı. Tevrat ile de Hz.

Musa'nın şeriatı son bulmuştur. Öte yandan, Tevrat'ın inişinden

sonra işledikleri utanç verici suçlardan ve zulümlerden de söz edilmiştir.

Hz. Meryem'e iftira etmek gibi bazı iğrenç tutumlarını buna örnek gösterebiliriz.

Şu hâlde ayette geçen "zulüm"den maksat, zikredilen utanç

verici suçların sadece bir kısmıdır. Kendilerine daha önce helâl kılınan

bazı temiz şeylerin haram kılınmasının sebebi, işte bu bazı

kabahatlerdir.

 

Sonra buna şu ifade ekleniyor: "ve Allah yolundan çok yüz çevirmelerinden

dolayı..." Burada onların, değişmez ve yinelenen bir

tutum olarak Allah yolundan yüz çevirmeleri kastediliyor: "Bir de

menedildikleri hâlde faiz almalarından ve haksızlıkla insanların

mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık)."

"İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık." Bu ifade,

"temiz şeyleri onlara yasakladık." ifadesine affedilmiştir. Buna

göre, Yahudiler işledikleri zulümlerden dolayı, yüce Allah'tan iki

cezayı birden hakketmişlerdir: Biri daha genel olan dünyevî ceza,

yani temiz şeylerin haram kılınması; diğeri de daha özel ve sadece

kâfirlere yönelik olan elem verici uhrevî azaptır.

 

"Fakat içlerinden ilimde derinleşenler ve müminler... sana indirilene

ve senden önce indirilene inanırlar." Ehlikitab'ın genelinden bir istisnadır

bu. Önceki olumsuz nitelikli grubun yerine, olumlu grubun

varlığına dikkat çekme amaçlı bir ifadedir. "er-Rasihûn=

derinleşenler" ve ona atfedilen ifade [elmu'minûn=

müminler] müpteda, "yu'minûn=inanırlar" da haberdir.

"Minhum=içlerinden" ifadesi "ilimde derinleşenler"le ilintilidir. Ifadenin

orijinalindeki "min" edatı ise tab'iz yani kısım, parça ve bazılık

ifade eder.

 

Şurası açıktır ki, "müminler" kelimesi "içlerinden" kelimesiyle

ilintili olmak bakımından "ilimde derinleşenler" kelimesiyle ortak

bir anlam ifade etmektedir.

 

Buna göre şöyle bir anlam elde ediyo-

 

Nisâ Sûresi 153-169 ....................................................... 239

 

ruz: "Fakat Ehlikitap'tan ilimde derinleşmiş olanlar ve [yine

Ehlikitap'tan] gerçek müminler, sana ve senden önce indirilen kitaplara

inanırlar." Aşağıdaki gerekçelendirme cümlesi de bu anlamı

destekler mahiyettedir:

 

"Çünkü biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere

vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." Çünkü biraz sonra açıklayacağımız

gibi, ayetin zahiri şunu ifade ediyor: Onlar sana inanıyorlar.

Çünkü senin peygamberliğini ve sana lütfettiğimiz vahyin, önceki

zamanlarda gelip geçen Allah'ın peygamberlerine yani, Hz.

Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere, İbrahim soyundan gelen

peygamberlere, Yakup soyundan gelen peygamberlere ve sana,

arada bir fark gözetmeksizin isimlerini zikretmediğimiz diğer

peygamberlere gelen vahye benzediğini görüyorlar.

Görüldüğü gibi bu anlam, "Babaları uyarılmadıgından gafil

kalmış bir toplumu uyarman için..." (Yâsin, 6) şeklinde nitelediği

Arap kökenli müminlerden çok Ehlikitap kökenli müminlere daha

uygun bir nitelemedir.

 

"namazı kılanlar" ifadesi, "ilimde derinleşenler" kelimesine

atfedilmiştir ve orijinali, övgü nitelikli olması bakımından

mansuptur. "ve zekâtı verenler" ifadesi de aynı yere atfedilmiştir.

"Allah'a ve ahiret gününe inananlar..." ifadesi müpteda, "İşte onlara

büyük bir mükâfat verecegiz." ifadesi de haberidir. Eğer

"namazı kılanlar" ifadesinin orijinali, Ibn-i Mesud'un mushafından

nakledildiği gibi "merfu" olsaydı, bu ifade ve buna atfedilen ifade

["zekâtı verenler"] müpteda, "ulâi-ke=işte onlar" ifadesi de haberi

olurdu.

 

Mecma-ul Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Mukîmîn'es-salâh

=namazı kılanlar" kelimesinin nasb okunması ile ilgili olarak farklı

görüşler ileri sürülmüştür. Sibeveyh ve Basra nahivcileri, kelimenin

övme amaçlı mansup olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre de ifadenin

takdiri; 'Namaz kılanları kastediyorum.' şeklindedir. Demişlerdir

ki: 'Merertu bi-Zeyd'ini-l kerîm=cömert olan Zeyd'e uğradım.'

dediğin zaman, maksadın cömert bir Zeyd'i, cömert olmayan bir

 

240 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Zeyd'den ayırmaksa, kelimeyi mecrur [yani, 'merertu bi-Zeyd'ini-l

kerîm-i' şeklinde] okuman gerekir. Ama övmeyi kastediyorsan, o

zaman dilersen kelimeyi mansup okuyabilirsin ve 'merertu bi-

Zeyd'ini-l kerîm-e=cömert olan Zeyd'e uğradım' dersin. Bunu derken

de sanki "Cömert olanı anıyorum" demiş gibi olursun. Dilersen

merfu okursun ve 'merertu bi Zey-d'ini-l kerim-u=cömerttir.' dersin.

Bu durumda 'hüve=o' zamiri takdirde tutularak şöyle bir anlam elde

edilir: O cömerttir."

 

"Kesâî ise, 'mukîmîne' kelimesinin mecrur olduğunu söylemiştir.

Ona göre ifade, 'bi-ma unzile ileyke=sana indirilene' ifadesinin

başındaki 'ma' edatına atfedilmiştir. Yani, ve namazı kılanlara..."

"Bazıları da demişlerdir ki: Ifade, 'minhum=içlerinden' kelimesinin

orijinalinin sonundaki 'ha' ve 'mim' harflerine atfedilmiştir.

Bu takdirde şöyle bir anlam elde ediyoruz: 'Fakat içlerinden ve

namaz kılanlardan ilimde derinleşmiş olanlar.' Bazıları da kelimenin

'kablike=senden önce' ifadesinin sonundaki 'kaf' harfine atfedildiğini

ileri sürmüştür. Buna göre, 'senden ve namaz kılanlardan

önce indirilene' şeklinde bir anlam elde edilir."

 

"Bazılarına göre de, 'sana' ifadesinin orijinali olan 'ileyke' kelimesinin

sonundaki 'kaf' harfine veya 'senden önce' kelimesinin

orijinali olan 'kablike' kelimesinin sonundaki 'kaf' harfine atfedilmiştir.

Sunduğumuz bu son görüşler, sadece Basra nahiv bilginleri

tarafından doğru kabul edilen görüşlerdir. Çünkü onlara göre, cer

harfi tekrar edilmedikçe zahir isim mecrur zamire atfedilemez."

"Ürve'nin Ayşe'den aktardığı rivayete gelince, Ürve şöyle diyor:

Ayşe'ye, 've'l mukîmîn-es salâh' [Nisâ,162], 'ves-sabiûn' [Mâide, 69] ve

"in hâzâni" [Tâhâ, 63] kelimelerini sordum. [Çünkü Arap edebiyatına

göre, durumları açısından bu kelimelerin 'mukimûn-es salah, vessabiîne

ve in hâzeyni' şeklinde okunmaları gerekirdi.] Bana dedi

ki: 'Ey kız kardeşimin oğlu! Bu, kitabı yazarken yanlışlık yapan katiplerin

işidir.' Bazılarından da şöyle rivayet edilmiştir: 'Allah'ın kitabında

bazı yazım hataları vardır. Araplar dilleriyle bunları düzelteceklerdir.'

Bazıları da demişlerdir ki: 'Ibn-i Mesud'un Mushafında

 

Nisâ Sûresi 153-169 .................................................... 241

 

'vel-mukîmûn-es salâh' şeklinde yazılmıştır.' Ancak bunlar dikkate

değer rivayetler değildir. Eğer öyle olsaydı, sahabelerin bu kelimeyi

yanlış bir şekilde insanlara öğretmeleri düşünülemezdi. Çünkü onlar,

Kur'ân'ı doğrudan Resulullah'tan (s.a.a) öğrenen öncülerdi.

(Mecma-ul Beyan tefsirinden aldığımız alıntı burada son buldu.)

 

Özetleyecek olursak; "Fakat içlerinde ilimde derinleşenler..."

Ehlikitap bölümünden bir istisnadır ve bu, Peygamberimizden

(s.a.a) gökten bir kitap indirmesini istemiş olmalarının gerektirdiği

bir açıklamadır. Daha önce de vurguladığımız gibi, böyle bir istekte

bulunmuş olmaları, Peygamberimize (s.a.a) inen ve daha önce Allah

tarafından nebîlere ve resûllere gönderilmiş olan kitapları tasdik

eden Kitap (Kur'ân) ve hikmetin gelişini, hak çağrısını kabul

etmeleri için yeterli görmediklerinin ifadesidir. Oysa Hz. Peygamber

(s.a.a) kendisinden önceki peygamberlerin onlara getirdiğinin

benzeri bir kitap getirmiştir. Önceki peygamberlerden farklı bir

tarzda aralarında yaşayıp ilişki kurmuş değildir.

Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "De ki: Ben

peygamberlerin ilki degilim." (Ahkaf, 9) "Biz, senden önce de, kendilerine

vahyettigimiz adamlardan başkasını elçi olarak göndermedik.

Eger bilmiyorsanız zikir ehline sorun. Biz onları yemek

yemez birer (cansız) yapmadık. Onlar, ölümsüz de degillerdir...

Andolsun size, içinde şanınız (şerefiniz) bulunan bir kitap indirdik.

Hâlâ akletmiyor musunuz?" (Enbiyâ, 7- 10)

 

Yüce Allah, ayetlerin bir bölümünde kısaca şu mesajı veriyor:

Şu Ehlikitap'tan olup da böyle bir istekte bulunanların [Peygamberin,

kendilerine gökten bir kitap indirmesini isteyenlerin] hakka

tâbi olmak, hak üzere sebat göstermek, kararlı olmak ve hak esaslı

bir görüşe sahip olmak gibi bir karakterleri yoktur. Onlar nice

apaçık ayete karşı haksızca davrandılar, zulme saptılar. Nice hak

davadan yüz çevirdiler, önünde set oluşturdular. Ancak içlerinden

ilimde derinleşmiş olanlar, bilgilerine bağlı kaldıkları ve benimsedikleri

haktan uzaklaşmadıkları için, aynı şekilde içlerindeki gerçek

müminler de, nereden ve kimden gelirse gelsin hakka tâbi

 

242 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

olma karakterine sahip oldukları için, sana ve senden önce indirilenlere

inanırlar. Çünkü sana inen vahyin, senden önce Nuh ve ondan

sonraki diğer peygamberlere inen vahyin aynısı olduğunu görüyorlar.

 

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar

ortaya çıkıyor:

 

1- Ehlikitap'tan Peygamberimize (s.a.a) tâbi olanların, ilimde

derinleşenler olarak vasfedilişlerinin mahiyeti... Çünkü önceki ayetlerde,

onların bildikleri şeylerde derinleşmediklerinden, en kesin

antlaşmalarla ahitleri alınmış olsa bile, hak üzere istikrarlı bir

tutum sergilemediklerinden, Allah'ın ayetlerine inanmadıklarından,

kendilerine apaçık ayetler gelmiş olmasına rağmen Allah'ın

ayetlerinden yüz çevirmelerinden ve bunlara karşı engel oluşturduklarından

söz ediliyor. Dolayısıyla, yüce Allah'ın bu ayette istisna

ettikleri, ilimde derinleşmiş olanlar veya gerçek müminlerdir.

 

2- "Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar." ayetinde

daha önce indirilen kitapların Kur'ân'la birlikte zikrediliş sebebi.

Çünkü ayetlerin akışı, vahiy alan peygamberlerle kitaplar arasında

fark olmadığını vurgulama amacına yöneliktir.

 

3- Bu ayetten sonra gelen, "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra

gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi sana da vahyettik." ayetinin,

Ehlikitab'ın tümünden istisna tutulanların imanlarını gerekçelendirir

mahiyette olması. "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere

vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik." Bu ifade, az önce de vurguladığımız

gibi, "sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar."

ifadesinin gerekçeli açıklaması niteliğindedir. -Gerçi Allah doğrusunu

herkesten daha iyi bilir; ama- anlamın özü şudur: Onlar sana

indirilene inanıyorlar; çünkü biz, sana önceki peygamberlerin hiçbirinde

eşine rastlanmayan, türedi, kendine özgü, değişik bir şey

vermedik. Bilâkis, vahiy olayı aynı yöntemle aynı tarzda sürüyor ve

arada hiçbir ihtilaf, hiçbir farklılık yoktur.

Biz sana, Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz

 

Nisâ Sûresi 153-169 ............................................. 243

 

gibi vahyettik. Nuh, bir kitap ve bir şeriat getiren ilk peygamberdir.

Biz, Ibrahim'e ve ondan sonra soyundan gelen başka peygamberlere

de vahyettik. Onlar [Ehlikitap'tan ilimde derinleşenler] bu

peygamberleri, gönderilişlerinin niteliğini ve davetlerinin mahiyetini

biliyorlar. Bu peygamberlerden kimisine kitap verilmiştir. Davut

gibi... Ona nebevî bir vahiy olan Zebur verilmiştir. Yine Musa'ya nebevî

bir vahiy olarak ilâhî konuşmaya muhatap oluş bahşedilmiştir.

Bunların arasında, Ismail, Ishak ve Yakup gibileri de bir kitapla

birlikte gönderilmemişler ise de ilâhî vahye muhatap olmuşlardır

ve nebevî bir vahiy üzere [yani, kitap sahibi olan peygamberlerin

haber vermesiyle] gönderilmişlerdir.

 

Tümünün ortak özelliği, Allah'ın sevabını müjdeleyen ve O'nun

azabıyla korkutan elçiler olmalarıdır. Yüce Allah, onları insanlara

hüccet (kanıt ve delil) tamamlansın diye göndermiştir. Ki onlara

dünya ve ahiret açısından yararlarına olan şeylerle zararlarına olan

şeyleri açıklasınlar. Ta ki peygamberlerden sonra, insanların Allah-

'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın ve kendilerini

savunacak bir delilleri kalmasın.

"torunlara" Daha önce, "Yakup ve torunlara" (Âl-i Imrân, 84) ayetini

incelerken, ayetin orijinalindeki "esbat" kelimesinin Yakup

(a.s) soyundan gelen peygamberler veya Israiloğulları boyları olduklarını

belirtmiştik.

 

"Davud'a da Zebur'u verdik." Bir görüşe göre "Zebur", mektup=

yazılmış demektir. Çünkü Araplar "yazdı" anlamında "zebere"

fiilini kullanırlar. Dolayısıyla "Zebur" kelimesi, "mezbur=yazılmış"

demektir.

 

"(Onları) elçiler, müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdik." Bu

üç kelime, cümle içinde hâl pozisyonundadırlar. Ya da birinci

(rusulen) hâl, diğer ikisi de onun sıfatlarıdır. [Yani, onları müjdeleyici

ve uyarıcı elçiler olarak gönderdik.] Daha önce elçilerin gönderilişlerinin

ve Allah'ın insanlara karşı hüccetin ve kanıtın tamamlanmasının

ifade ettiği anlamı irdelemiştik. Tefsirimizin ikinci cildinde,

"Insanlar bir tek ümmetti." (Bakara, 213) ayetini tefsir eder-

 

244 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ken de aklın, peygamberler aracılığıyla gönderilen ilâhî şeriatlar

olmadan tek başına yeterli olamayacağını vurgulamıştık.

"Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir." Mutlak üstünlük ve

mutlak hikmet sahibi olma niteliği O'na ait olduğuna göre, herhangi

bir kimsenin bir kanıt ileri sürerek O'nu alt etmesi imkânsızdır.

Bilâkis sonuca ulaştırıcı ve karşı konulamaz üstün delil ve kanıt

O'nundur. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "De

ki, üstün delil Allah'ındır." (En'âm, 149)

 

"Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir.

Melekler de (buna) şahitlik ederler." Peygamber efendimizden

(s.a.a) gökten üzerlerine bir kitap indirmesini istemeleriyle ilgili

ret cevabından yapılan munkatı yani bütünden kopuk istisnanın

anlamı çerçevesindeki yanlış bir algılamayı reddetmeye yönelik bir

diğer açıklamadır bu. Çünkü yüce Allah, onların isteklerine ret cevabı

verirken, "Musa'dan bundan daha büyügünü istemişlerdi."

buyuruyor. Bunun kaçınılmaz bir gereği de isteklerinin geri çevrildiğidir.

Çünkü Hz. Peygamberin (s.a.a) Rabbinden getirdiği vahiy,

tür olarak diğer peygamberlerin getirdikleri vahiyden farklı değildir.

Dolayısıyla önceki peygamberlerin getirdiklerine inandığını

söyleyen bir kimsenin, onun tarafından sunulan vahye de inanması

gerekir.

 

Sonra bunun yanında, bir kez daha konuya açıklık getiriliyor ve

yüce Allah'ın Peygamberine indirdiğine şahitlik ettiği, meleklerin

de şahitlik ettikleri belirtiliyor. Ve şahit olarak Allah yeter.

Yüce Allah'ın şahitliğinin içeriği, "kendi bilgisiyle indirmiş" ifadesinden

ibarettir. Çünkü söz konusu iddiada sırf indirilmiş olması

(nüzul) yeterli olmaz. Çünkü şeytanların vahiyleriyle inenler de bir

tür nüzuldür. Şeytanın ilâhî hidayeti ifsat etmesi, Allah'ın hak yolunun

yerine batıl bir yol koyması ya da hak vahye batıl bir şeyler

sokuşturması, böylece zihinleri bulandırması da bir tür indiriliştir.

Nitekim yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "O

gaybı bilendir. Kendi gaybına (görülmez bilgisine) kimseyi muttali

kılmaz. Ancak peygamberlerinden razı oldugu bunun dışındadır.

 

Nisâ Sûresi 153-169 .................................................. 245

 

Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar. Ki böylece

onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla

teblig ettiklerini bilsin. Allah, onlarda bulunan her şeyi (bilgisiyle)

kuşatmıştır ve her şeyi bir bir saymıştır." (Cin, 26-28) "Dogrusu şeytanlar...

dostlarına vahyederler (fısıldarlar)." (En'âm, 121)

Kısacası, nüzule (indirilişe) veya inzale (indirmeye) yönelik bir

şahitlik, iddiayı kapalılıktan, müphemlikten kurtaramaz. Ancak ifadenin

"kendi bilgisiyle" kelimesiyle kayıtlı kılınması, maksadı

bütünüyle ortaya koymaktadır. Bundan şunu anlıyoruz: Yüce Allah,

elçisine vahyi indirirken, ona ne indirdiğini biliyor, onu kuşatıyor ve

onu şeytanların tuzaklarına karşı koruyor.

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, şahitlik vahyin indirilmesiyle ilgilidir.

Vahiyse, ancak melekler aracılığıyla indirilmektedir. Nitekim

Allah buna şu ifadelerle işaret etmiştir: "De ki: Cebrail'e kim düşman

olursa, (bilsin ki) Kur'ân'ı senin kalbine... o indirmiştir." (Bakara,

97) Ayrıca yüce Allah, bu ilâhî ikrama mazhar olmuş meleği

tanımlarken şöyle buyuruyor: "O Kur'ân) degerli bir elçinin (Cebrail'in)

getirdigi sözdür. O (elçi) güçlüdür. Arşın sahibi (Allah) katında

yücedir. Orada kendisine itaat edilen, güvenilendir." (Tekvîr, 19-

21) Bu da gösteriyor ki, Cebrail'in emri altında başka melekler de

vardır. Bunlara da şu ayette işaret ediliyor: "Hayır, o bir ögüttür.

Dileyen onu düşünüp ögüt alır. O (ögüt) degerli, yüceltilmiş, tertemiz

sayfalar içindedir. Degerli, iyi yazıcıların ellerindedir." (Abese,

11-16)

Kısacası, melekler de vahyin indirilişinde aracı oldukları için,

yüce Allah şahitlikte bulunduğu gibi, onlar da şahitlikte bulunuyorlar.

Aslında şahit olarak Allah yeterlidir.

Yüce Allah'ın şahitliğinin kanıtı, çeşitli surelerde indirmiş olduğu

şu meydan okuma ayetleridir: "De ki: Andolsun eger insanlar

ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve

birbirlerine arka olup yardım etseler, yine onun benzerini getiremezler."

(Isrâ, 88) "Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde durup

düşünmüyorlar mı? Eger o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş

 

246 ...........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

olsaydı, onda birbirini tutmaz birçok şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82)

"Haydi onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan başka çagırabildiklerinizi

de çagırın." (Yûnus, 38)

 

"İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak (koyu)

bir sapıklığa düşmüşlerdir." Yüce Allah, peygamberlerin peygamberliğinin

ve katından inen kitabın şahsında somutlaşan kesin kanıttan

söz edip onun önceki peygamberlere inen vahiyle aynı türden

olduğunu, buna Allah'ın ve meleklerin şahitliğinin eşlik ettiğini belirterek

Allah'ın şahitliğinin yeterli olduğunu vurguladıktan sonra,

Ehlikitap'tan bunu inkâr eden ve yüz çeviren kimsenin kim olursa

olsun, sapıklığı kazanmış olduğunu doğruluyor.

Bu ayette, Allah tarafından indirilişinden söz edilen kitabın yerine

"Allah yolunda" ifadesi getiriliyor ve "Allah yolundan yüz çevirenler"

ifadesi kullanılıyor. Burada dakik bir icâz (kısaltma) sanatına

baş vuru-luyor. Sanki denilmek istenen şudur: Inkâr edenler

ve bu kitapla onu kapsayan vahiyden yüz çevirenler, şüphesiz kâfir

ve Allah'ın yolundan yüz çevirmiş olurlar. Inkâr edenler ve Allah'ın

yolundan yüz çevirenler de...

 

"İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir..." Bu ayet,

önceki ayetin içeriğini pekiştirmeye ve vurgulamaya dönük bir

diğer ifade. Buna göre, ayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi, ifadede

geçen "zulüm"den maksat, Allah'ın yolundan alıkoymaktır.

Bu ayetin, önceki ayette varılan yargının gerekçesi olması da

mümkündür. Onların koyu bir sapıklık içinde oluşlarının mahiyeti,

niteliği açıklanıyor yani. Ayetin de anlamı açıktır.

 

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir-ul Burhan'da, "Meryem'e büyük bir iftira atmalarından..."

ayetiyle ilgili olarak deniliyor ki: Ibn-i Babaveyh kendi rivayet

zinciriyle Alkame'den, o da Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet

eder: "İmrân kızı Meryem'e, Yûsuf isimli bir marangozdan hamile

kaldı diye iftira atmadılar mı?"

 

Nisâ Sûresi 153-169 ..................................................... 247

 

Tefsir-ul Kummî'de, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce

ona inanmayacak hiç kimse yoktur..." ayetiyle ilgili olarak müellif

der ki: Bana babam anlattı. O, Kasım b. Muhammet'ten duymuş.

Ona da Süleyman b. Davud Minkârî rivayet etmiş. Ona da Ebu

Hamza, Şehr b. Havşeb'in şöyle dediğini aktarmış: "Haccac bana

dedi ki: 'Ey Şehr, Allah'ın kitabında bir ayet vardır ki, onu anlamakta

güçlük çekiyorum.' Dedim ki: 'Hangi ayettir bu ey emir?' Dedi ki:

'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç

kimse yoktur...' ayeti. Allah'a andolsun ki, bir Yahudi ve Hıristiyan-

'ın getirilmesini ve boyunlarının vurulmasını emredip bu esnada

dikkatle izlediğim hâlde, tamamen can verinceye kadar dudaklarının

kıpırdamadığını bizzat gözlemledim.'

Dedim ki: 'Allah işlerini yoluna koysun! Bu ayet, senin tevil ettiğin

anlamı ifade etmez.' Dedi ki: 'Ya nasıl tevil edilir?' Dedim ki:

'Ayetin tevili şöyledir: Isa kıyamet gününden önce dünyaya iner. O

sırada Yahudilerden ve başka milletlerden, onun ölümünden önce

ona inanmayan kimse kalmaz. Ve Isa, Mehdi'nin arkasında namaz

kılar.' Bunun üzerine, 'Vay be! Bunu nereden öğrendin? Nereden

getirdin?' dedi. Ben, 'Bana Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b.

Ebu Talip (a.s) anlattı.' dediğimde, 'Andolsun, bu bilgiyi berrak bir

pınardan almışsın.' dedi."

 

ed-Dürr-ül Mensûr adlı terfsirde belirtildiğine göre, Ibn-i Münzir

Şehr b. Havşeb'den şöyle rivayet etmiştir: "Bir gün Haccac bana

dedi ki: 'Ey Şehr, Allah'ın kitabında bir ayet vardır ki, onu her okuduğumda,

mutlaka onunla ilgili bir kuşku doğuyor içimde. Yüce Allah

buyuruyor ki: 'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak

hiç kimse yoktur...' Bana Ehlikitap'tan tutsaklar getirilir,

ben de boyunlarını vururum. Fakat bu konuda bir şey söylediklerini

hiç duymadım.'

Ona dedim ki: 'Bu ayet sana asıl anlamından başka türlü

yorumlanmış. Bir Hıristiyan'ın ruhu bedeninden çıkarken melekler

önünden ve arkasından vurarak şöyle derler: 'Ey pis adam, senin

Allah veya Allah'ın oğlu ya da üçün üçüncüsü sandığın Mesih, Al-

 

248 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lah'ın kulu, ruhu ve kelimesidir.' O zaman inanır; ama imanı fayda

vermez. Bir Yahudi'nin ruhu bedeninden çıkarken de, melekler önünden

ve arkasından vurarak şöyle derler: 'Ey pis adam, senin öldürdüğünü

iddia ettiğin Mesih, Allah'ın kulu ve ruhudur.' Bunun

üzerine o da inanır; fakat imanı fayda vermez. Isa indiği zaman da

Ehlikitab'ın ölüleri gibi yaşayanları da ona inanırlar.' Bunun üzerine

Haccac şöyle dedi: 'Sen bunu kimden öğrendin?' Ben, 'Muhammed

b. Ali'den' dedim. Dedi ki: 'Andolsun, bu bilgiyi madeninden

öğrenmişsin.' Şehr der ki: "Allah'a yemin ederim ki, bunu bana

Ümmü Seleme'den başkası anlatmadı. Fakat ben Haccac'ı kızdırmak

istedim."

 

Ben derim ki: Müellif bu hadisi daha öz bir ifadeyle Abd b. Hamid

ve Ibn-i Münzir'den, onlar da Şehr b. Havşeb'den, o da

Muhammed b. Ali b. Ebu Talib'den rivayet eder. Muhammed b. Ali,

Ibn-i Hanefiye [Hz Ali'nin Muhammed Hanefiye adındaki oğlu] olarak

bilinir. Rivayetten anlaşıldığı kadar rivayetin kaynağı Muhammed

b. Ali'dir. Daha sonra, raviler Ibn-i Hanefiye veya Imam Bâkır'dan

(a.s) hangisinin kastedildiği hususunda ihtilafa düştüler.

Ancak görüldüğü gibi rivayet, ayete ilişkin yorumumuzu destekler

mahiyettedir.

 

Aynı eserde, Ahmed, Buharî, Müslim ve Beyhaki kitaplarının el-

Esma ves-Sıfat adlı bölümünde şöyle rivayet ederler: Resulullah

(s.a.a) buyurdu ki: "Sizden olan bir imamınız olduğu hâlde Meryem

oğlu İsa'nın aranıza indiği gün hâliniz nasıl olur acaba?"

Aynı eserde, Ibn-i Mürdeveyh Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet

eder: Resulullah buyurdu ki: "Meryem oğlu Isa'nın, adil bir hakim

olarak Deccal'ı öldürmek, domuzu öldürmek [etini haram kılmak],

haçı parçalamak, [zimmî kâfirlere] cizyeyi koymak ve malî hakları

almak üzere inmesi yakındır. O gün sırf âlemlerin Rabbi olan Allah'a

secde edilir." Ebu Hüreyre daha sonra dedi ki: "Dilerseniz şu

ayeti okuyun: 'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak

hiç kimse yoktur.' Burada kastedilen ölüm, Meryem oğlu

Isa'nın ölümüdür." Ebu Hüreyre bu son ifadeyi üç kere tekrarlar-

 

Nisâ Sûresi 153-169 ............................................... 249

 

dı.

Ben derim ki: Hz. Mehdi'nin (a.s) ortaya çıktığı sırada Hz. Isa'-

nın (a.s) ineceğine ilişkin hadisler, Ehlisünnet kaynaklarında

müstefizdir [çok kanallı rivayet edilir]. Şiî kanallardan da gerek Hz.

Peygamberden, gerekse onun Ehlibeyti'nden olan imamlardan (Allah'ın

selâm ve salâtı hepsinin üzerine olsun) rivayet edilmiştir.

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Haris b. Muğire, Imam Cafer Sadık'tan (a.s),

"Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç

kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." ayetiyle

ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Burada kastedilen Resulullah

(s.a.a) efendimizdir." [Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle olur:

Ehlikitap'tan, ölmeden önce Resulullah'a (s.a.a) inanmayacak

kimse yoktur.] [c.1, s.283, h:299]

 

Ben derim ki: Bu rivayetin zahiri, her ne kadar Hz. Isa'nın (a.s)

durumunu açıklamaya ilişkin olan ayetlerin akışının zahirine

uymuyorsa da, bununla Kur'ân'ın bir olaya uyarlanabilir açıklaması

kastedilmiş olabilir. Şöyle ki: Resulullah (s.a.a) gönderildikten, bir

kitap ve Isa'nın şeriatını nesh eden bir şeriat getirdikten sonra,

Ehlikitab'a mensup herkesin, hem Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanması

ve hem de bu imanın bir gereği olarak Hz. Isa'ya ve ondan

önceki peygamberlere inanması gerekmektedir. Meselâ

Ehlikitab'a mensup bir kimse, Resul-ü Ekrem'in (s.a.a) gönderilişinden

sonra, ölüm anında Isa'nın hak elçi olduğunu anlasa, bunu

ancak Hz. Muhammed'in (s.a.a) hak peygamber olduğunu anlamasının

zımnında anlamış olur.

 

Şu hâlde, Ehlikitab'a mensup kimselerin Isa'ya yönelik imanları

aslında Hz. Muhammed'e (s.a.a), buna bağlı olarak da Isa'ya

(a.s) yönelik iman sayılır. Bütün Ehlikitap mensupların gerçekte

inandıkları ve kıyamet günü aleyhlerinde şahitlikte bulunacak

kimse, peygamberliğe seçildikten sonra Hz. Muhammet'tir (s.a.a).

Isa'nın da böyle bir misyonu varsa, bu bir çelişki oluşturmaz. Biraz

sonra sunacağımız haber, bu anlamı bir ölçüde destekler mahiyettedir.

 

250 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Yine aynı eserde, Ibn-i Sinan Imam Cafer Sadık'tan (a.s) yüce

Allah'ın Isa ile ilgili, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona

inanmayacak hiç kimse yoktur." sözleri hakkında şöyle rivayet

eder: "Ehlikitab'ın iman etmesi sözüyle, Hz. Muhammed'e (s.a.a)

inanmaları kastedilmiştir." [c.1, s.284, h:301]

 

Aynı eserde Cabir, Imam Bâkır'ın (a.s), "Ehlikitap'tan, Isa'nın

ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet

günü de o, onlara şahit olacaktır." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğunu

rivayet eder: "Diğer dinin mensuplarından önceki ve

sonraki kuşaklardan hiç kimse yoktur ki, öldüğünde Resulullah'ın

(s.a.a) ve Emir-ül Müminin'in (a.s) hak olduğunu görmesin." [c.1,

s.284, h:303]

 

Ben derim ki: Rivayetin bir uyarlama olduğu açıktır. Kaldı ki,

rivayet, Imamın söylediklerinin ayetin tefsirine veya uyarlanışına

dönük olması noktasında net bir kanıtsallığa da sahip değildir.

Imamın, bu sözleri, ayete ilişkin açıklamasının devamında söylemiş

olması muhtemeldir. Rivayetler içinde bunun örnekleri çoktur.

 

Aynı eserde, Mufaddal b. Ömer'den şöyle rivayet edilir: Imam

Cafer Sadık'tan (a.s), "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona

inanmayacak hiç kimse yoktur." ayetinin anlamını sordum, buyurdu

ki: "Bu ayet, özel olarak biz Ehlibeyt Imamları hakkında inmiştir.

Fatıma'nın (a.s) çocuklarından ölen ve dünyadan ayrılan

hiç kimse yoktur ki, imamın imamlığını onaylamış olmasın. Tıpkı

Yakub'un (a.s) oğullarının Yûsuf'un ayrıcalığını ikrar etmiş olmaları

gibi: 'Allah'a andol-sun ki, Allah seni bizden üstün kıldı.' (Yûsuf,

91)" [c.1, s.283, h:300]

 

Ben derim ki: Bu rivayet tek kanallı (ahad)dır ve mürseldir. Bu

anlamı içeren başka hadisler, "Sonra kitabı kullarımız arasında

seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir,

kimi orta gidendir, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçendir.

Işte büyük lütuf budur." (Fâtır, 32) ayetiyle ilgili olarak rivayet

edilmiştir. Inşallah bu konuda ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

Aynı eserde, "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen pey-

 

Nisâ Sûresi 153-169..................................................... 251

 

gamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." ayetiyle ilgili

olarak Zürare ve Hamran, Imam Bâkır'dan (a.s) ve Imam Cafer

Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet ederler: "Yüce Allah, Nuh'a ve ondan

sonraki peygamberlere vahyettiğim gibi sana da vahyettim, buyurarak,

(beşer için gönderilen) bütün vahiyleri Peygamberin zatında

toplamıştır." [c.1, s.285, h:305]

 

Ben derim ki: Anlaşıldığı kadarıyla burada kastedilen, Peygamberimizin

(s.a.a) yol farklılığını ve davet ayrılığını gerektirecek

şekilde genel vahiy olgusuna ters düşen bir şey sunmadığıdır. Yoksa,

önceki peygamberlere indirilenlerin aynısının Peygamberimize

de indirildiği kastedilmiyor. Bunun bir anlamı da olmaz zaten. Aynı

şekilde, Peygambere vahyedilen, önceki tüm şeriatları kapsıyor,

anlamı da kastedilmemiştir. Ayetin akışı, bundan farklı bir anlamı

vurgulamaya dönüktür. Aşağıda sunacağımız rivayet, bizim sözünü

ettiğimiz bu anlamı destekler mahiyettedir.

 

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed b.

Salim'den, o da Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah

Hz. Muhammed'e (s.a.a) dedi ki: '(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan

sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da

vahyettik.' Her peygambere, yolunu ve sünnetini izlemesini emretti."

[Usûl-ü Kâfi, c.2, s.29, h:1]

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Sümali, Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet

eder: "Hz. Âdem ile Hz. Nuh arasında gönderilen peygamberlerin

bir kısmı gizli, bir kısmı da açıktı. Bu yüzden Kur'ân'da onlardan

söz edilmiyor, açık olan peygamberler gibi isimleri zikredilmiyor.

Işte yüce Allah'ın şu sözünde buna işaret ediliyor: 'bir kısmını ise

sana anlatmadık. Ve Allah Musa'ya konuştu.' Yani, açık peygamberler

gibi gizli olanların ismine yer vermedim." [c.1, s.285, h:306]

 

Ben derim ki: Bu hadisi, el-Kâfi'de Ali b. Ibrahim'den, o da

babasından, o Hasan b. Mahbub'dan, o Muhammed b. Fudayl'dan,

o da Ebu Hamza'dan ve o da Imam Bâkır'dan (a.s) rivayet eder. Bu

eserdeki rivayet şöyledir: "Bazı peygamberler gizlidir. Bu yüzden

Kur'ân'da onlardan söz edilmez; açık olan peygamberler gibi adları

 

252 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

verilmez. Işte şu ayette buna işaret ediliyor: 'Bir kısım peygamberleri

daha önce sana anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık.'

Yani, peygamberliği açık olanlar gibi, gizli olanların adını vermedim..."

Her hâlükârda bu rivayette kastedilen husus şudur: Yüce Allah,

gizli peygamberlerin kıssalarını anlatmadığı gibi isimlerini de vermemiştir.

Yalnızca bazı açık peygamberlerin kıssalarını anlatarak

onların isimlerini zikretmiştir. "Yani... adını vermedim." ifadesinin

raviye ait olması da mümkündür.

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Hamza Sümali'nin ["Fakat Allah, sana

indirdigine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir..." ayetiyle

ilgili olarak] şöyle dediği rivayet edilir: Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle

dediğini duydum: "Fakat Allah, Ali hakkında sana indirdiğine şahitlik

eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir. Melekler de buna şahitlik

ederler. Şahit olarak Allah yeter." [c.1, s.285, h:307]

 

Ben derim ki: Bu anlamda bir rivayet, Tefsir-ul Kummî'de, Ebu

Basir'den, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet zinciriyle birlikte

aktarılır. Bu bir tür uyarlama ve tatbiktir. Çünkü Kur'ân'da Hz. Ali'-

nin (a.s) velayetine işaret eden ayetler vardır. Fakat yukarıdaki ifade,

Kur'ân'ın tahrif edildiği ve Imamın (a.s) bir kıraat olarak böyle

okuduğu anlamına gelmez.

 

Bunun bir benzerinin el-Kâfi'de1 ve Tefsir-ul Ayyâşî'de2 Imam

Bâkır'dan (a.s) ve Tefsir-ul Kummî'de3 Imam Cafer Sadık'tan (a.s)

rivayet edildiğini görüyoruz: "Inkâr edip -Âl-i Muhammed'e- zulmedenleri

Allah asla bagışlayacak degildir."

-----

 

1- [Usûl-ü Kâfi, c.1, s.425.]

2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.285, h:307.]

3- [Tefsir-ul Kummî, c.1, s.159.]

 

Nisâ Sûresi 153-169 .................................................. 253

 

Bunun bir benzeri de yine Mecma-ul Beyan tefsirinde Imam

Bâkır'dan (a.s) nakledilmiştir. Bu tefsirde Imam Bâkır'ın (a.s), "Resul

size, Rabbinizden hak üzere geldi." [Nisâ, 170] ifadesini; "Yani,

Allah'ın velayetini emrettiği kimsenin (Ali'nin) velayetini getirdi."

şeklinde yorumladığı belirtilir.

 

 

 
ahlalbaytlibrary.tripod.com kitapindir.tripod.com