El-Mizân
Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:3

                AL-İ İMRAN SURESİ

                             ( 1-120. Ayetler)

                                         İÇİNDEKİLER



96- Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan ev, Bekke (Mekke)
de, o, bereket ve bütün alemler için hidayet kaynağı olan Kâbe'dir.


97- Orada apaçık ayetler, İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya
girerse, o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev'i haccetmesi
Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de küfre saparsa,
şüphesiz, Allah alemlerden müstağnidir.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................295


AYETLERİN AÇIKLAMASI


Tefsirini sunmak üzere olduğumuz bu iki ayet, Yahudilerin
"nesh" konusuyla ilgili olarak mü'minlerin zihinlerini bulandırmak
için yaydıkları bir diğer kuşkuya cevap niteliğindedir. Mesele, kıblenin
Mesci-d-i Aksa yerine Kâbe olarak öngörülmesiydi. Daha önce:
"Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir." (Bakara, 144) ayetini
tefsir ederken, kıble değişikliğinin Ehl-i Kitabın özellikle Yahudilerin
hayatında maddi ve manevi açıdan derin etkileri olan önemli
bir gelişme olduğunu, bunun yanında Yahudilerin "nesh"
konusuna ilişkin dinsel yaklaşımlarıyla da bağdaşmadığını belirtmiştik.
Bu yüzdendir ki, kıbleyle ilgili hükmü içeren ayet inince,
onlarla Müslümanlar arasında konuyla ilgili tartışmalar, sözlü
kavgalar uzun süre devam etti.

Dolayısıyla: "Gerçek şu ki, insanlar için kurulan ilk ev..." diye
başlayan ayetten şunu algılıyoruz: Onlar, zihin bulandırma amaçlı
kuşkular kapsamında "nesh"le ilgili kuşkuyla İbrahim dinine
mensup olma iddiasıyla ilgili kuşkuyu birlikte ortaya sürüyorlardı
ve diyorlardı ki: "Kâbe, İbrahimî bir dinin kıblesi olabilir mi? Allah
Mescid-i Aksa'yı kıble yapmıştır. Böyle bir iddia, İbrahim'in hak
dininde nesh olduğunu söylemekle eş anlamlıdır. Oysa nesh imkansızdır,
batıldır."

Buna ilişkin cevap şudur: Kâbe, aynı amaçla inşa edilen
Mescid-i Aksa gibi başka mekanlardan çok daha önce, ibadet için
kurulmuştur. Kâbe'yi Hz. İbrahim'in inşa ettiği, ibadet mekanı olarak
kurduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Buna işaret eden apaçık
alametler vardır orada, Makamİbrahim örneğin. Kudüs'teki
Mescid-i Aksa'yı ise Hz. Süleyman inşa etmiştir. Onun da Hz. İbrahim'den
(a.s) asırlar sonra yaşadığı bilinmektedir.

(Al-i İmran / 96) "Gerçek şu ki, insanlar için kurulan ilk ev Bekke (Mekke)
de, o, bereket ve bütün alemler için hidayet kaynağı Kâbe'dir."
Ayetin orijinalinde
geçen "el-beyt" ev demektir. Evin insanlar için kurulması ile,


296........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ibadet amacıyla kurulması kastedilmiştir. Evin Allah'a ibadet etmeye
aracı olacak bir neden şeklinde algılanması, içinde Allah'a
ibadet etmek için ondan yararlanılması, ona yönelin-mesi ve ona
varmak için yolculuk yapılması gibi hususları ifade eder. Bunun
kanıtı da ayetin akışı içinde onun mübarek oluşundan, insanlar
için hidayet oluşundan söz edilmesidir.

Kâbe'nin "Bekke'de" şeklinde tanımlanması da bu anlamı
çağrıştırıyor. Çünkü bu ifade, insanların onun yanında tavaf, namaz,
hac me-nasiki gibi ibadetler gerçekleştirmek üzere sıklaşarak
toplandıklarını i-ma etmektedir. Onun yeryüzünde insanlar
yararlansınlar diye kurulan ilk ev olduğu hususuna gelince; ayetin
lafzından hareketle buna ilişkin bir kanıt bulmak mümkün değildir.


Ayette geçen "Bekke" kelimesiyle Kâbe'nin bulunduğu yer
kastedilmiştir. İnsanların orada sıkışarak toplanmalarından dolayı
Bekke diye adlandırılmıştır. Bazılarına göre, Bekke, Mekke'dir.
Dolayısıyla Mekke'nin başındaki "mim" "ba" ile yer değiştirmiştir.
Tıpkı Arapların "lazım-lazıb, ratim-ratıb" demeleri gibi. Bazıları,
Harem bölgesinin a-dı olduğunu, bazıları mescit demek olduğunu,
bazıları ise tavaf yeri anlamına geldiğini söylemişlerdir.

"Mübarek" bereket kökünün "Mufaele" kalıbına uyarlanmış türevidir.
Çok hayır anlamına gelir. Dolayısıyla, mübarek kelimesiyle
üzerine çok hayrın akıtılması, onun hayırlar içinde olması kastedilmiştir.
Gerçi bu kelime, dünyevi ve uhrevi bereketleri birden
kapsar, ancak: "bütün alemler için hidayet..." ifadesiyle karşılık
verilmesi, bununla dünyevi bereketlerin akıtılışının kastedildiğini
gösterir. Ana unsurlar olarak da rızkların bolluğu, insanları ona
hac ziyaretinde bulunmaya, yanında olmaya, ona saygı göstermeye,
onun onurunu gözetmeye yönelik ilginin çokluğu, gerekçelerin
bolluğudur. Dolayısıyla bu anlam, Hz. İbrahim'in yüce Allah'ın bize
bildirdiği şu duasına dayanmaktadır: "Rabbimiz, gerçekten ben
çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında ekini olmayan


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................297


bir vadiye yerleştirdim, Rabbimiz dosdoğru namazı kılsınlar diye,
böylelikle sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara ilgi duyar
kıl ve onları bir takım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler."
(İbrahim, 37)

Kâbe'nin hidayet olması, insanlara ahiret mutluğunu göstermesi,
onları saygınlığa, yakınlığa ve gözdeliğe ulaştırması demektir.
Çünkü Allah onu ibadet amacıyla kurdurtmuş, birçok ibadet ve
menasikin onun yanında yerine getirilmesini şer'i bir hüküm olarak
emretmiştir. O, Hz. İbrahim tarafından inşa edildiği günden
beri, yönelenlerin amacı, ibadet edenlerin mabedi özelliğini
koruyor.

Kur'an-ı Kerim, Hz. İbrahim'in Kâbe'nin inşasını tamamladıktan
sonra, ilk olarak onun zamanında hac ibadetinin yapıldığına
delalet ediyor. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İbrahim ve İsmail'e, evimi, tavaf edenler, itikafa çekilenler ve
rüku ve secde edenler için temizleyin." diye ahit verdik." (Bakara,
125) Bir ayette de İbrahim'e hitaben şöyle buyuruyor: "İnsanlar
içinde haccı duyur; gerek yaya gerekse uzak yollardan gelen yorgun
düşmüş develer üstünde sana gelsinler." (Hacc, 27) Görüldüğü
gibi ayet, bu duyuruya uzak, yakın bütün insanların, kabilelerin,
aşiretlerin karşılık vereceklerini, "buyur" diyerek koşacaklarını
gösteriyor.

Bu ilahi şiarın Hz. Şuayb zamanında da yerinde durduğu ve insan-
larca bilindiği, Allah tarafından bize aktarılan ve onun Musa'ya
söylediği şu sözlerden anlaşılıyor: "Doğrusu ben, sekiz yıl (hac)
bana hizmet etmene karşılık olmak üzere, şu iki kızımdan birini
sana nikahlamak istiyorum, şayet on yıla tamamlayacak olursan
artık o da senden." (Kasas, 27) Bu ayetin orijinalinde "yıl" kelimesi
"Hac" ile ifade edilmiştir. Bunun nedeni yılın hac mevsimiyle birlikte
devretmesidir. Hac mevsiminin gelişiyle birlikte bir yılın da tamamlanmış
olmasıdır.


298........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Aynı şekilde, Hz. İbrahim'in duası, Kâbe'nin sürekli ibadet amacıyla
kullanıldığına, bir hidayet kaynağı olduğuna ilişkin unsurlar
içermektedir. (Daha geniş bilgi için İbrahim suresine bakınız.)

Cahiliye Arapları Kâbe'ye büyük saygı gösteriyorlardı. Hz. İbrahim
peygamberin (a.s) şeriatının bir emridir diye Kâbe'ye hac ziyaretinde
bulunuyorlardı. Tarih, diğer toplumların da Kâbe'ye saygı
gösterdiklerine ilişkin kanıtlar sunuyor. Bu olay bile, başlı başına
bir hidayettir, bir yol göstericiliktir. Çünkü bunda insanları Allah'a,
O'nu anmaya yöneltme söz konusudur. İslam'dan sonra Kâbe'nin
bu özelliği daha da belirginleşmiştir. Yeryüzünün doğusundan ve
batısından ondan söz edilir olmuştur. O, varlığı ve anılışıyla kendini
insanların zihinlerine ve kalplerine sunuyor. Müslümanların ibadetlerinde,
itaatlerinde, kıyamlarında, oturuş (kuud)larında, kurbanlarında
hep o göz ö-nünde bulundurulur.

Dolayısıyla o, hidayet kavramının tüm mertebeleri açısından
bir hidayettir, bir yol göstericidir. İnsan zihnine gelebilecek en ufak
bir düşünceden tutun, ta kendini bütün yönleriyle ibadete verme,
Allah'tan başka bütün her şeyden kopma düzeyine kadar bir hidayet
rehberidir. Elbette bu son mertebeye ancak Allah'ın
muhles=halis kıldığı tertemiz kullarından başkası erişemez.

Kaldı ki, Kâbe İslam dünyasını dünyevi mutluluğa da yöneltiyor.
Bununla söylem birliğini, toplumsal kaynaşmayı, ortak çıkarları
kastediyoruz. Dünyanın geri kalan kısmına da yol göstericilik
yapar. Onları uyarır, ikaz eder. Değişik ve farklı güçlerin kaynaşmasının,
birlikteliğinin yararlarını somut olarak gösterir.

Buradan öncelikle şu husus ortaya çıkıyor: Kâbe, kelimenin
tüm anlamlarıyla dünya ve ahiret mutluluğuna ilişkin olarak yol
göstericilik yapar. Hidayetin tüm mertebeleri açısından geçerlidir
bu yol göstericilik. O, mutlak anlamda hidayet kaynağıdır.

İkincisi, o, bütün alemler için yol göstericidir. Sadece İbrahim
oğulları ve Araplar ya da Müslümanlar gibi belli bir topluluk için
değil. Onun yol göstericiliğinin kapsamı geniştir.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................299


(Al-i İmran / 97) "Orada apaçık ayetler, İbrahim'in makamı vardır."

Gerçi "ayetler" kelimesi "apaçık" olarak nitelendirilmiş ve bu niteleme nitelenene
belli bir özellik kazandırmaktadır, ancak yine de kelimenin müphemlikten
kurtulmadığını görüyoruz. Ayetin akışı Kâbe'nin meziyetlerini,
üstün niteliklerini, başka mekanlardan şeref bakımından
önce oluşunu açıklamaya dönüktür. Bu amaca ise, ancak net bir
açıklamayla, müphemlikten ve mücmel anlatımdan uzak bir nitelemeyle
varılabilir. Bu da gösteriyor ki: "...İbrahim'in makamı vardır.
Kim oraya girerse o güvenliktedir. Ona bir yol bulup..." şeklinde
devam eden i-fade "apaçık ayetler" sözüne ilişkin bir açıklama
konumundadır. Şu halde "ayetler"den maksat, İbrahim'in makamı,
güvenli kılınışı, güç yetiren insanların oraya haccetmelerinin
gerekmesidir.

Ancak, bazı tefsirlerde görüldüğü gibi, bu üç cümle "ayetler"
sözünden bedel veya atf-ı beyan değildir. Çünkü böyle olması durumunda,
takdir icabı sözün şu tür ifadelere dönük olması gerekir:
"O, İbrahim'in makamıdır. Oraya giren için güvenliktir. Yol bulabilenler
için o-rayı haccetmeleridir." Bu durumda: "men
dahelehu=kim oraya girerse" sözü ister inşaî, ister ihbarî olarak
başında "en" edatı takdir edilerek müfrede indirgenmiş olur.
"lillahi elen-nas=Allah'ın insanlar üzerindeki" sözü de inşaî bir
cümle olduğu halde haber cümlesine dönüştürülmüş olur. Ardından
önceki cümleye atfedilerek müfrede tevil edilir ve-ya onun
başında da "en" edatı takdir edilir. Ancak ayetin ifadesi, bunca
yorum ve değerlendirmeye müsait değildir.

Oysa bu üç cümle, yâni; "İbrahim'in makamı..." diye başlayan
ifadeler, bir hükmün haber verilmesi veya ilk defa inşa edilmesi
şeklinde özel amaçları vurgulamaya dönüktürler. Bu şekilde, "ayetler"
de a-çıklığa kavuşmuş olur. Dolayısıyla aşağıdaki cümleye
benzer bir açıklama getirmiş olur: Falan kişi şerefli bir adamdır. O
falanın oğludur. Misafirperverdir. Ona tâbi olmamız gerekir." [Bi



300........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


rinci cümlenin dışındaki cümleler, ilk cümleden bedel veya atf-
beyan olmadıkları halde, ilk cümleyi açıklar niteliğe sahiptir.]

"Makam-u İbrahim=İbrahim'in makamı" mahzuf haberin
mübteda-sıdır. Dolayısıyla ifadenin açılımı: "Fihî makam-u İbrahim=
orada İbrahim'in makamı vardır." şeklindedir. Bununla da
kastedilen, üzerinde İbrahim'in (a.s) ayak izi bulunan taştır. Birçok
rivayette, taşın bugün İbrahim makamı denilen yerde, tavaf yerinin
kenarına yapışık mülte-zem yerinin (Kâbe'nin kapısıyla Hacer-ül
Esved'in bulunduğu rüknün arasındaki mesafe) karşısında gömülü
olduğu aktarılmıştır. Nitekim Peygamberimizin (s.a.a) amcası
Ebutalib, "Lamiyye" isimli kasidesinde buna şöyle işaret ediyor:

"İbrahim'in ayak bastığı yer kayada yumuşaktır.

Ayakları nalınsız yalınayak batmıştır kayaya."

"İbrahim'in makamı" sözünden, Kâbe'nin kendisinin veya Kâbe'nin
içinde bir yerin İbrahim'in makamı olduğu ve orada Allah'a
ibadet ettiği anlaşılabilir.

İfadeyi şu şekilde açmak da mümkündür: "Hiye makam-u İbrahim...=
Onlar (yâni ayetler); İbrahim'in makamı, güvenlik ve hac-
dır." Ardından: "kim oraya girerse..." ve "Allah'ın insanlar üzerindeki..."
ifadelerine yer verilmiştir. Ki bu iki cümle, iki haber olarak
kullanılırken bir de inşaî bir hüküm kapsıyorlar. Bu, Kur'an'ın enteresan
üslûbunun dikkate değer özelliklerinden biridir. Bu üslûbun
bir gereği olarak kimi zaman, bir amacı vurgulamaya dönük bir
ifade, başka bir amaca aracı olarak kullanılır. Böylece bu amaç
öncekinin yerine konulmuş olur. Ondan ona geçiş yapılır ki, iki yarar
birden elde edilsin, iki yön de korunmuş olsun. Birisinden haber
verirken onun sözünün aynen hikaye edilmesi ve aktarılması
gibi.

Bu uygulamaya şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Tümü, Allah'a,
meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inandı. O'nun elçileri arasında
hiçbirini ayrıt etmeyiz." (Bakara, 285) "Rabbi konusunda İbrahim'le
tartışmaya gireni görmedin mi?..." (Bakara, 258) "Ya da...


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................301


bir şehre uğrayan gibisini?" (Bakara, 259) Bu ayetlerin ikincisini
tefsir ederken, bu tarz kullanımdaki inceliğe işaret etmiştik. Şu
ayetleri de aynı kategoride inceleyebiliriz: "Malın da, çocukların
da bir yarar sağlayamadığı günde." Ancak Allah'a selim bir kalp
ile gelenler başka." (Şu-ra, 89) "Ama iyilik, Allah'a... iman edendir."
(Bakara, 177) Bu son ayet-te, iyilik, iyilik yapanın yerine konulmuştur.
Yine şu ayet de buna bir örnek oluşturmaktadır: "İnkar edenleri
(çağıranı)n örneği tıpkı bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen
haykıran kimsenin örneği gibidir." (Bakara, 171) Kur'an-
Kerim'de yer alan birçok örnek de aynı özelliğe sahiptir.

Dolayısıyla: "Orada apaçık ayetler ve İbrahim'in makamı vardır...
alemlere karşı..." ayetinin ahengi, aşağıdaki ayetin ahengini,
tar-zını çağrıştırmaktadır: "Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o:
"Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azap dokundurdu"
diye Rabbine seslenmişti. Ayağını depret. İşte yıkanacak ve içecek
soğuk su, diye vahyettik. Katımızdan ona bir rahmet ve temiz
akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte
bir benzerini de bağışladık. Ve eline bir deste al, böylece onunla
vur ve andını bozma. Gerçekten, biz onu sabredici bulduk. O, daime
Allah'a yönelip dönen biriydi." (Sâd, 41-43)

Bu söylediklerimiz, bazılarının cümlenin bedel olmasını esas
alan değerlendirmelerinden farklıdır. Eğer mutlaka bedel olacaksa,
bu durumda en uygun olanı: "İbrahim'in makamı" ifadesinin
bedel, sonraki iki cümlenin de mahzuf iki bedele delalet eden yeniden
başlamış cüm-le olmasıdır. Dolaysıyla ayetin takdiri açıklaması
şöyle olur: "Orada apaçık ayetler vardır, İbrahim makamı,
girenlerin güvenlikte oluşları ve güç yetirenlerin Kâbe'yi haccetmeleri."


Bu olguların her birinin, gerçekleşmeleri durumunda yüce Allah'a
delalet eden, O'nun ulu makamını hatırlatan ayetler olduğunda
kuşku yoktur. Çünkü ayet; herhangi bir şeye bir şekilde delalet
eden bir alametten başka bir şey değildir. Acaba dünya ehli



302........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


nin gözünde, hangi ala-met yüce Allah'a delalet etmek ve O'nun
ulu makamını hatırlatma bakımından Hz. İbrahim'in konumundan,
her girenin güvenlikte olduğu Harem'den, milyonlarca insanın
her yıl tekrarlanan, gece ve gündüzün geçmesiyle geçmeyen, silinmeyen
bir mevsimde yerine getirdiği ibadetlerden ve
menasikten daha açık ve daha büyüktür.

Her ayetin, olağan üstü olması, doğa yasalarına uymaması
hususuna gelince; böyle bir zorunluluk yoktur. Ayetin lafzı da an-
lamı itibariyle böyle bir çıkarsamaya delalet etmez. Kur'an'da geçen
"ayet" kavramları da bu anlamla sınırlı değildir. Yüce Allah bir
ayette şöyle buyuruyor: "...hiçbir ayeti neshetmeyiz veya unutturmayız
ki..." (Bakara, 106) Bu ayet kesin olarak, şeriat kapsamında
yürürlükten kaldırılan hükümleri kastetmektedir. Bir diğer ayette
şöyle buyruluyor: "Siz, her yüksekçe yere bir (ayet) anıt inşa edip
oyalanıp eğleniyor musunuz?" (Şuarâ, 128) Bunun gibi birçok ayette
"ayet" kavramı, mucize ve olağan üstü işaret gibi anlamların dışında
kullanıldığına tanık oluyoruz.

Bundan, bazı müfessirlerin "makam"ın bir mucize oluşunu vurgu-
lamada ısrar etmelerinin ve "güvenlik" olgusuyla "hac" olgusunu,
"ayet" kavramının dışında gösterme çabalarının tutarsızlığı
da açıklığa kavuşmuş olur.

Yine diğer bazıları da "apaçık ayetler"le Kâbe'ye özgü başka
olgu-ların kastedildiğini söylemişlerdir. (Biz bu olguları bilinçli bir
tercih olarak burada sıralamadık. Dileyen uzun tefsir kitaplarından
zikredilen bu olguları öğrenebilir.) Bu yaklaşımın temelinde "ayet"
kavramını, mucize ve olağanüstü şey şeklinde algılamak yatıyor.
Daha önce de belirttiğimiz gibi buna ilişkin kesin bir kanıt yoktur.

Doğrusu: "Kim oraya girerse güvenliktedir." ifadesi, yasal bir
hükmü açıklamaya yöneliktir, varoluşsal bir özelliği değil. Ancak
şura-sı açıktır ki, haber verme nitelikli bu cümle ile güvenliğe ilişkin
geçmiş bir yasamadan haber veriliyor. Bunu Hz. İbrahim'in,
İbrahim ve Bakara surelerinde yer verilen duasından da algılayabi



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................303


liriz. Nitekim bu, cahiliye Arapları arasında Peygamberimizin

(s.a.a) gönderilişinden önce, Hz. İbrahim'in dönemine kadar dayanan
bir hak olarak Kâbe'ye tanınmış ve gözetilirdi.
"Güvenlik"le kastedilen hususun, fitnelerin ve büyük olayların
Ha-rem'de meydana gelmedikleri, Kâbe'yi etkilemedikleridir, şeklindeki
iddiaya gelince; Harem'de birçok savaşların, mukatelelerin,
güvenliği ihlal edici gelişmelerin meydana gelmiş olması bu iddiayı
çürütmektedir. Özellikle bu ayetin inişinden önce bölgede yaşananlar
bu gerçeği ortaya koymaktadır. Yüce Allah'ın: "Görmediler
mi ki, çevrelerinde insanlar kaçırılırken biz Harem'i güvenilir kıldık?"
(Ankebut, 67) şeklindeki buyruğu, en fazla Harem'de güvenliğin
kalıcılığına ve süreklili-ğine işaret eder. Bunun nedeni de insanların
Kâbe'ye gösterdikleri saygı, İbrahim'in şeriatta geçerli
olan dokunulmazlığıdır. Sonuçta insanların bu tavrı, yüce Allah'ın
koyduğu, yasalaştırdığı hükümden kaynaklanmaktadır.

Aynı
şekilde, Hz. İbrahim'in lisanıyla aktarılan, "Rabbim, bu
şehri güvenli kıl." (İbrahim, 35) "Rabbim, bunu bir güvenli şehir kıl."
(Bakara, 126) şeklindeki duada görüldüğü gibi, o Mekke'nin güvenli
bir yer kılınmasını istemektedir. Yüce Allah da onun duasını kabul
ederek, orada güvenliğe ilişkin bir hüküm koymuş, insanların gönüllü
olarak oraya yönelmelerini sağlamıştır. Böylece insanlar bu
beldenin güvenliliğini kabullenmektedirler.

"Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar
üzerindeki hakkıdır." "Hicc" (Hacc şeklinde de okunmuştur.); yönelmek,
kastetmek demektir. Daha sonra, özel olarak şeriatın
belirlediği ölçüler dahilinde Kâbe'ye varma, yönelme anlamında
kullanılmıştır. "Sebilen=bir yol" sözü "istetaa=güç yetirme" sözünden
temyiz konumundadır.

Ayet, hac hükmünün Hz. İbrahim (a.s) zamanında yürürlüğe
konan hükmün sürdürüldüğünü, yürürlülüğünün geçerli olduğunu
ifade etmektedir. Hz. İbrahim'e yönelik hitabı içeren şu ayet de
bunu desteklemektedir: "İnsanlar içinde haccı duyur." (Hac, 27)


304........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Buradan hareketle anlıyoruz ki: "Allah'ın insanlar üzerindeki hakkı"
diye başlayan ifade: "Kim oraya girerse güvenliktedir." ifadesiyle
aynı ahenge sahiptir. Do-layısıyla bu ifade de geçmiş bir yasal
hükmü haber vermektedir. Gerçi yeniden yürürlüğe koymak şeklinde
bir yeni hüküm de olabilir; ancak önceki değerlendirmenin
daha yerinde olduğu ayetin akışından daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bu gizliliği bulunmayan belirgin bir husustur.

"Kim küfre saparsa, şüphesiz, Allah alemlerden müstağnidir." Ayette
geçen "küfür"den maksat, ayrıntılara, furua ilişkin küfürdür.
Namazı terk etmek ve zekâtı vermemek şeklindeki küfür yâ-ni.
Dolayısıyla "küfür" bu ayette "terk" anlamında kullanılmıştır. Bu i-
fade, müsebbebin veya eserin sebep veya menşe yerine konuluşuna
örnek oluşturmaktadır. Nitekim: "Allah... müstağnidir" sözü
de illetin malul yerine konuluşuna ilişkin bir örnektir. Dolayısıyla
ayetin anlamsal açılımı
şöyledir: "Kim hac ibadetini terk ederse, o,
Allah'a herhangi bir zarar veremez. Çünkü Allah alemlerden müstağnidir,
onlara ihtiyacı yoktur."

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

İbn-i Şehraşub Emir-ul Mü'minin'in (a.s): "İnsanlar için ilk kurulan
ev" ayetiyle ilgili olarak şöyle bir değerlendirmede bulunduğunu
rivayet eder: "Adamın biri ona: "Kâbe dünyada kurulan ilk ev
midir? diye sordu. O, şöyle buyurdu: "Hayır, ondan önce de evler
vardı. Ancak Kâbe insanlar için kurulan bereketli, ilk kutsal evdir.
Onda hidayet, rahmet ve bereket vardır. Onu ilk kez İbrahim inşa
etti. Sonra Cur-hum kabilesine mensup bir Arap boyu inşa etti.
Sonra yıkıldı. Bu sefer Amalikler inşa ettiler. Sonra tekrar yıkıldı.
Bu kez Kureyş Kâbe'yi o-nardı." (Tefsir-ul Burhan, c.1, s.301)

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Munzir ve İbn-i Ebu Hatem,
Şa'bi kanalıyla Ali b. Ebu Talip'ten şöyle rivayet ederler: "Gerçek şu
ki, insanlar için ilk kurulan ev, Bekke'de..." ayeti hakkında şöyle


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................305


buyurdu: "Ondan öncede evler vardı. Fakat Kâbe, Allah'a ibadet
amacıyla kurulan ilk evdir." (c.2, s.52)

Yine şu rivayeti, Matar kanalıyla İbn-i Cerir'den de rivayet et-
miştir. Bu anlamı destekleyen rivayetler çoktur.

İlel-üşŞerayi' adlı eserde, İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Evin bulunduğu yerin adı Bekke, beldenin adı da
Mekke-'dir." (s.398, bap:137)

Yine aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"O yere Bekke denilmesinin sebebi, insanların orada toplanmalarıdır."
(s.398, bap: 137)

Ben derim ki: Yâni büyük bir kalabalık halinde toplanıp sıkışmalarıdır.


Aynı eserde İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Mekke'ye
Bekke denilmesinin sebebi, orada erkeklerin ve kadınların bir
araya toplanmalarıdır. Orada kadınlar senin önünde, sağında, solunda
ve se-ninle beraber namaz kılar ve bunun hiçbir sakıncası
olmaz. Ama başka yerlerde bu uygulama uygun değildir, mekruhtur."
(s.397, bab:137)

Söz konusu eserde İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir:
"Allah yeryüzünü yaratmak istediğinde rüzgarlara emretti. Onlar
suya vur-dular. Bunun üzerine sular dalgalandı. Sonra köpürmeye
başladı. Böy-lece üzerlerinde (bir kaymak gibi) köpük tabakası
oluştu. Yüce Allah bunu Kâbe'nin bulunduğu yerde topladı. Onu bir
köpük dağı haline getirdi. Yeri onun altına yaydı. "İnsanlar için ilk
kurulan ev, Bekke'de o, bereket..." ayetiyle kastedilen budur. Do-
layısıyla yeryüzünün ilk ya-ratılan parçası Kâbe'dir. Yeryüzünün
geri kalan kısmı, ondan uzatılıp, yayıldı." (s.397, bab:137)

Ben derim ki: Yeryüzünün Kâbe'nin altından yayıldığına ilişkin
rivayetler çoktur ve bu rivayetlerin içeriği kitaba ters düşmemektedir.
Bunu reddedecek güçlü bir kanıt da yoktur. Ancak, eski doğa
bilimcileri yeryüzünün yalın ve kadim bir unsur olduğuna inanır



306........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lardı. Bugün bu teorinin yanlış olduğu kesin olarak ortaya çıkmıştır.
Ayrıca açıklamaya gerek yoktur.

Bu, rivayetlerde Kâbe'nin yeryüzünün ilk yaratılan parçası olduğuna
ilişkin olarak ileri sürülen tefsirdir. Ancak ayetin zahiri, ilk
iki rivayetin içeriğini kapsar niteliktedir.

el-Kâfi'de ve Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'tan (a.s): "Orada
apaçık ayetler vardır." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir:
"Bu apaçık ayetler nelerdir?" diye soruldu. Buyurdu ki: "İbrahim'in
makamı. O, taşın üzerine çıkmış ve taşta ayak izi çıkmıştı. Bir diğeri
Hacer-ül Esved'dir. Biri de İsmail'in konakladığı yerdir." (Tefsir-ul

Ayyâşî, c.1, s.187, el-Kâfi, c.4, s.223, h:1)

Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen başka rivayetler de vardır.
İmamın ayetin bunların bir kısmını içermemesiyle birlikte bu
olgulardan söz etmesi, sayma ve örneklerini açıklama niyetiyle
olabilir.

Tefsir-ul Ayyâşî'de Abdussamed'den şöyle rivayet edilir: "Ebu
Cafer (Halife Mansur Devaniki) mescidi genişletmek için Mekkelilerin
evlerini satın almak istedi. Fakat Mekkeliler evlerini satmadılar.
Çeşit-li şekillerde onları teşvik etmek istediyse de buna yanaşmadılar.
Bunun üzerine Mansur'un canı sıkıldı ve İmam Sadık'
a (a.s) geldi, dedi ki: "Şunların evlerinin ve bahçelerinin bir kısmını
mescidi genişletmek amacıyla istedim, ama vermediler. Bu yüzden
şiddetli bir üzüntü duymaktayım." İmam Sadık (a.s) buyurdu
ki: "Üzülmene gerek yok. Senin elinde onları ikna edecek güçlü bir
kanıtın var." Mansur dedi ki: "Onlara karşı kullanacağım kanıt nedir?"
İmam: "Kanıtın Allah'ın kitabıdır." buyurdu. Mansur: "Neresinde
bu kanıt?" diye sordu. İmam şöyle buyurdu: "İnsanlar için ilk
kurulan ev Bekke'de..." Burada yüce Allah sana şunu haber veriyor:
İnsanlar için ilk kurulan ev Bekke'dekidir. Eğer onlar, Kâbe'den
önce evlerini yapmışlarsa, evleri ve bahçeleri on-larındır. Eğer
Kâbe hepsinden daha eskiyse, onların sahip oldukları yerler de
ona aittir. Bunun üzerine Mansur Mekkelileri çağırdı ve onların


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................307


karşısına bu kanıtı sürdü. Mekkeliler dediler ki: "Ne istersen onu
yap." (c.1, s.185)

Aynı eserde Hasan b. Ali b. Numan'dan şöyle rivayet edilir:
"Halife el-Mehdi Kâbe'nin etrafında onarım amaçlı bir takım düzenlemeler
yaparken, bir ev Kâbe'nin dörtgen şeklindeki çevresi
ortasında kaldı. Bu evi sahiplerinden istedi, ama onlar evlerini
vermediler. Bunun çözümü için fakihlere başvurdu. Dediler ki:
"Gasp ederek bir yeri Kâbe'nin kapsamına katamazsın." Ali b.
Yaktin el-Mehdiye dedi ki: "Ey mü-'minlerin emiri, bir çözüm bulması
için, ben Musa b. Cafer'e (a.s) yazarım ve çıkış yolunu sana
haber veririm." Bunu üzerine Ali b. Yaktin Medine valisine, Mescidül
Haram'a katmak istediğimiz ve sahibinin karşı çıktığı bir evin
durumunu İmam Musa b. Cafer'den (a.s) sor. Bu işin içinden nasıl
çıkacağımızı öğren diye emir verdi."

Vali bunu Ebu'l Hasan'dan (Musa Kâzım'dan -a.s-) sordu. Ebu'l
Hasan buyurdu ki: "Buna cevap vermek bir zorunluluk mudur?"
Dedi ki: "Zorunludur." Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: "Yaz:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Eğer Kâbe, insanların evlerinin
bulunduğu yerde yapılmışsa, insanlar Kâbe'ye göre daha fazla
hak sahibidir-ler. Şayet insanlar Kâbe'nin etrafına gelip yerleşmişlerse,
Kâbe yerler üzerinde, onlardan daha çok hak sahibidir."

Bu yazı el-Mehdi'ye geldiğinde, onu alıp öptü, sonra söz konusu
evin yıkılmasını emretti. Bunun üzerine evin sahipleri Ebu'l Hasan'a
gelerek, el-Mehdi'ye, evin bedelini ödemesi için bir yazı
yazmasını istediler. İmam el-Mehdi'ye "Onlara bir şeyler ver, rızalarını
al." diye yazdı." (c.1, s.186)

Ben derim ki: İki rivayette de, tarihsel bir olaya yönelik latif bir
kanıtsallık söz konusudur. Kâbe'yi genişletme faaliyetleri Mansur
zamanında başlamış el-Mehdi zamanında tamamlanmıştır.

el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s): "...Evi haccetmesi Allah'ın insanlar
üzerindeki hakkıdır." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğu


308........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


rivayet edilir: "Burada hac ve umre birlikte kastedilmiştir. Çünkü
her ikisi de farzdır."

Bunu Ayyâşî de kendi tefsirinde rivayet etmiştir. Bu açıklamada
haccın lügat anlamı olan yönelme, kastetme esas alınmıştır.

Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s): "Kim küfre saparsa"
sözünü: "Kim terk ederse" şeklinde açıkladığı belirtilir." (c.1, s.192)

Ben derim ki: Bu rivayeti Şeyh Tusi "et-Tehzib" adlı eserinde
ak-tarmıştır (c.5, s.18, h:4). Küfrün tıpkı iman gibi bir takım mertebelerinin
olduğunu biliyorsun. Dolayısıyla ayette, teferruata yönelik
küfür kastedilmiştir. (Usul-i dine yönlik değil.)

el-Kâfi'de Ali b. Cafer'den, o da kardeşi İmam Musa Kâzım'dan

(a.s) şöyle rivayet eder: "Dedim ki: "Bizden hacca gitmeyen kimse
küfre mi girmiş olur? "dedi ki: "Hayır. Fakat, bu böyle değildir, derse
küfre girer." (Furu-u Kâfi, c.4, s.265)
Ben derim ki: Bu anlamda birçok rivayet vardır. Rivayette geçen
küfürden "reddetme" kastedilmiştir. Ayette bu anlamın da
kastedilmiş olması muhtemeldir. Dolayısıyla ayette küfür, sözlükteki
anlamıyla kullanılmıştır. Hakkın üzerinin örtülmesi yâni. Bu
kavramın karşılığı, kullanıldığı yere göre belirginlik kazanır.

MESELEYE TARİHSEL BAKIŞ

Kâbe'yi ilk kez inşa eden kişinin Hz. İbrahim (a.s) olduğu tevatür
düzeyinde kesin bir tarihsel olgudur. O dönemde bölgede İbrahim'in
oğlu İsmail ile Yemen'den gelen kabilelerden olan Curhum
kabilesi ya-şıyordu. İbrahim Kâbe'yi yaklaşık olarak dörtgen şeklinde
inşa etmişti. Dört yöne bakan köşeleri, esen şiddetli rüzgarların
etkisini kırıyor, za-rar vermesini engelliyordu.

Kâbe, Amaliklerin yeniledikleri güne kadar İbrahim'in inşa et-
tiği şekilde kaldı. Sonra Curhum kabilesi (veya tam tersine önce
Curhum ve daha sonra Amalikler) Emir-ül Mü'minin'den gelen rivayette
belirtildiği gibi yeniden onu inşa ettiler.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................309


Kâbe'nin yönetimi, hicretten önce ikinci yüzyılda Peygamberimizin
atalarından biri olan Kusay b. Kilab'ın eline geçince, onu
yıkıp ye-niden sağlam bir şekilde inşa etti. Devm (bir çeşit hurma
ağacına benzer) ve hurma ağacı kerestesinden bir tavan yaptı.
Yanına da Dar-un Nedve'yi inşa etti. Yönetim işlerini ve ileri gelenlerle
istişare etmeyi burada yürütüyordu. Sonra Kâbe duvarlarının
baktığı yönleri Kureyş oymakları arasında bölüştürdü. Onlar da
evlerini Kâbe'nin etrafındaki tavaf alanının çevresinde yaptılar.
Evlerinin kapılarını Kâbe'ye açılacak şeklide planladılar.

Peygamberimizin peygamber olarak gönderilişinden beş yıl
önce bir sel sonucu Kâbe yıkıldı. Kabileler Kâbe'yi yeniden inşa
etmek için iş bölümü yaptılar. Duvarlarını yapan usta Yunanlı
(Rum) Yakum'du. Mısırlı bir marangoz da ona yardım ediyordu.
Sıra Hacer-ül Esved'in yerleştirilmesine gelince, onu yerine koyma
onuruna kimin erişeceği hususunda aralarında tartışma çıktı. Sonunda
Hz. Muhammed'in (s.a.a) hakemliğine başvurmaya karar
verdiler. Peygamberimiz (s.a.a) o sırada otuz beş yaşındaydı.
Kureyşliler onu akıllı, ileri görüşlü, doğru biri o-larak biliyorlardı.
Hz. Muhammed bir aba istedi. Hacer-ül Esved'i örtünün üzerine
koydu. Sonra her kabilenin temsilcisinin örtünün bir ta-rafından
tutup kaldırmasını istedi. Taşın konulacağı doğu tarafındaki yere
kadar yükselttiklerinde, Hz. Muhammed (s.a.a) taşı tutup yerine
yerleştirdi.

Yapılan harcamalar onlara ağır gelmeye başladığında, yapıyı
bugünkü hali üzere bıraktılar. Böylece Kâbe'nin bazı bölümleri
yapı dışında kaldı. Binayı küçülttüklerinden Hacer-ül Esved tarafındaki
Hicr-i İsmail dışarıda bırakılmış oldu.

Kâbe, Yezid b. Muaviye döneminde Abdullah b. Zübeyr'in Hicaz'a
egemen olduğu zamana kadar bu şekilde kaldı. Yezid'in
Mekke'deki kumandanlarından Husayn, İbn-i Zübeyr'le savaştı.
Kâbe mancınık atı-şından isabet aldı. Daha sonra yıkıldı, örtüsü ve
bazı ahşap bölmeleri yandı. Sonra Yezid ölünce kuşatma kaldırıldı.


310........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


İbn-i Zübeyr Kâbe'yi yı-kıp yeniden inşa etmek istedi. Bu amaçla
Yemen'den arıtılmış kireç ge-tirildi. Duvarları onunla yapıldı. Hicr-i
İsmail Kâbe'nin içine dahil e-dildi. Kapının yere bitişik olması sağlandı.
Karşı duvarda bir kapı daha açıldı. İnsanlar birinden girip
diğerinden çıksınlar diye. Yüksekliği yir-mi yedi zira (yaklaşık on üç
buçuk metre) olarak öngörüldü. Bina tamamlanınca, Kâbe'nin
içine ve dışına misk ve esans sürüldü. Üzeri ha-lis ipek kumaşla
örtüldü. Kâbe'nin onarımı Hicri 64 yılının recep ayının 17'sinde
tamamlandı.

Sonra Abdulmelik b. Mervan halife oldu. Komutanlarından
Hac-cac b. Yusuf'u İbn-i Zübeyr'le savaşmak üzere görevlendirdi.
Nihayet İbn-i Zübeyr yenildi ve öldürüldü. Haccac Kâbe'ye girdi ve
İbn-i Zü-beyr'in yaptığı değişiklikleri Mervan'a duyurdu. Mervan
Kâbe'yi eski haline döndürmesini emretti. Bunun üzerine Haccac
Kâbe'nin kuzey tarafını altı zira ve bir karış kadar yıktı.

Bu duvarı Kureyş'in attığı temel üzerinde yeniden inşa etti. Doğuya
bakan kapıyı yerden biraz yüksekçe olmasını sağladı, ötekini
kapat-tı sonra kalan diğer taşları yerlere döşedi.

960 tarihinde Osmanlı Sultanlarından Sultan Süleyman tahta
gelince, Kâbe'nin çatısını değiştirdi. 1021 tarihinde tahta geçen
Sultan Ahmet, 1039 Tarihinde meydana gelen büyük selin yıktığı
kuzey, doğu ve batı duvarlarını onardı. Sonra Osmanlı Sultanlarından
4. Murad za-manında bir kez daha onarıldı. Kâbe o günden
günümüze, yâni hicri-kameri bin üç yüz yetmiş beş veya HicriŞemsi
bin üç yüz otuz sekiz tarihine kadar herhangi bir onarım
geçirmemiştir.

Kâbe'nin Şekli:

Kâbe yaklaşık olarak dörtgen şeklindedir. Sert mavi taştan
yapılmıştır. Yüksekliği on altı metredir. Peygamberimiz (s.a.a) zamanında
yüksekliğinin bundan daha az olduğunu Fetih günü Pey



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................311


gamberimiz (s.a.a) Ali'yi omuzlarına çıkarıp Ali'nin de Kâbe'nin
üzerindeki putları aşağı indirip kırdığına dair rivayet edilen hadisten
anlıyoruz.

İçinde su oluğu bulunan ve tam karşısında yer alan kenarın
uzunluğu on metre ve on cm.'dir. Kapının yer aldığı ve karşısında
bulunan kenarın uzunluğu ise on iki metredir. Kapı yerden iki metre
yüksekliktedir. İçeriye giren için kapının solunda yer alan rükünde
Hacer-ül Esved yer alır. Onun tavaf yerinden yüksekliği bir
buçuk metredir. Ha-cer-ül Esved ağır, düzgün olmayan yumurta
şeklinde bir taştır. Rengi kırmızıya çalan siyahtır. Üzerinde kızıl
noktalar, sarı kıvrımlar yer alır. Bunlar taşta meydana gelen çatlamaların
sonradan kaynaması sonucu oluşmuşlardır. Çapı yaklaşık
olarak otuz santimetredir.

Kâbe köşeleri, eski zamanlardan beri "rükün" olarak adlandırılır.
Örneğin kuzey köşesine "Rükn-ül Iraki", batı köşesine "Rükn-üş
Şami", güney köşesine "Rükn-ül Yemani", Hacer-ül Esved'in bulunduğu
doğu köşesine de "Rükn-ül Esved" denir. Kapı ile Rükn-ül
Esved arasındaki mesafeye "mültezem" denir. Bu adı almasının
nedeni tavaf e-den kimsenin devamlı burada dua ve dilekte bulunmasındandır.
Kuzey taraftaki duvarın üzerideki su oluğuna
Mizab-ur Rahmet (rahmet oluğu) denir. Bu oluğu Haccac b. Yusuf
yapmıştır. 954 tarihinde sultan Süleyman gümüş bir olukla değiştirmiş,
1021 tarihinde sultan Ahmet mavi çini nakışlı ve altın yaldızlı
bir gümüş olukla değiştirmiştir. Sonra Osmanoğullarından
sultan Abdulmecid 1273 tarihinde altın bir oluk göndermiştir. Yerine
konulan bu oluk hala orada bulunmaktadır.

Oluğun tam karşısında yay şeklinde "Hatim" adı verilen bir duvar
yer alır. Bu yay şeklinde bir yapıdır. İki ucu Kâbe'nin kuzey ve
batı kö-şelerine bakar. Onlardan uzaklıkları 203 cm. kadardır. Bu
yapının yüksekliği bir metredir. Kalınlığı bir buçuk metredir. İç tarafından
nakışlı mermer kullanılmıştır. İçeriden bu yay şeklindeki


312........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


duvarın ortasında Kâbe'nin bir tarafının ortasına kadarki mesafe
844 cm.'dir.

Bu "Hatim" adlı duvarla Kâbe'nin duvarının arasındaki boşluğa
Hicr-i İsmail denir. İbrahim'in ilk kez inşa ettiği zamanlarda bunun
yaklaşık olarak üç metrelik kısmı Kâbe'nin içindeydi. Geri kalan
kısmı ise, Hâcer ve oğlunun koyunlarının barınağıydı. Denilir ki,
Hâcer ve İsmail burada gömülüdürler.

Kâbe'nin içinde yapılan değişiklikler, onarımlar, Kâbe'ye ilişkin
kurallar ve protokoller bizi pek ilgilendirmemektedir. Dolayısıyla
bun-ların detayına girme gereğini duymuyoruz.

Kâbe'nin Örtüsü:

Daha önce Bakara suresinin tefsiri çerçevesinde, Hacer ve İsmail'in
kıssası ve Mekke toprağına konaklamaları ile ilgili olarak
aktardığımız rivayetlerde, Kâbe'nin inşasının tamamlanışından
sonra Hâcer'in Kâbe'nin kapısına bir perde astığı ifade edilmişti.

Kâbe'nin tümünü örten perdeye gelince, söylendiğine göre: İlk
kez Kâbe'ye örtü giydiren kişi, Yemen Tubbalarından Ebu Bekir
Es'ad'dır. Bu zat Kâbe'yi gümüş sırmalı bir perdeyle örtmüştü. Ondan
sonra yönetime gelenler onun bu uygulamasını sürdürdüler.
Daha sonra insanlar değişik kumaşlardan üretilmiş perdelerle
örtmeye devam ettiler. Böylece üzeri kat kat perdelerle örtülür
oldu. Bu perdelerden biri çürü-düğünde hemen üzerine yenisi konulurdu.
Bu durum Kusay zamanına kadar sürdü. Kusay Kâbe'nin
örtüsü için Araplardan yılda bir kez olmak üzere yardım topladı.
Bu gelenek onun oğulları tarafından da sürdürüldü. Ebu Rebia b.
Muğire bir yıl, diğer Kureyş kabileleri de bir yıl örtüyü değiştirirlerdi.


Peygamber Efendimiz (s.a.a) Kâbe'yi Yemen kumaşıyla örtmüştü.
Abbasi Halifelerinden el-Mehdi'nin zamanına kadar bu
şekilde kaldı. Halife Hac için Mekke'ye geldiğinde, Kâbe bakıcıları


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................313


perdelerin Kâbe-'nin yüzünde birikmiş olmasından şikayet ettiler.
Bunların ağırlık yapıp Kâbe'yi yıkmasından korktuklarını belirttiler.
Bunun üzerine Halife bu örtülerin kaldırılmasını, yerine her yıl bir
tek örtü serilmesini emretti. Bu gelenek günümüze kadar devam
etti. Kâbe'nin bir de iç örtüsü vardır. İlk kez Kâbe'ye içeriden perde
örten kişi Abbas b. Abdulmutta-lib'in annesidir. Oğlu Abbas ile ilgili
olarak bir adakta bulunduğu için bu perdeyi Kâbe'nin iç duvarlarına
örtmüştü.

Kâbe'nin Konumu:

Kâbe toplumlarca kutsal ve saygın olarak bilinirdi. Hintliler
Kâbe'ye saygı gösterirlerdi ve kendilerince üçüncü uknum olarak
kabul edilen "sifa"nın ruhunun, eşiyle birlikte Hicazı ziyaret ettiği
sırada Ha-cer-ül Esved'e hulul ettiğini söylerlerdi.

Fars ve Keldani Sabiileri onu yedi büyük evden biri kabul ederlerdi.
53 Bir de, eski ve uzun süre ayakta kalmış olması dolayısıyla
Zühal'in evi olduğuna inanılırdı.

Farslar da Kâbe'ye saygı gösterirlerdi. Hürmüz'ün ruhunun ona
hu-lul ettiğine inanırlardı. Bazen Hac için gittikleri de olurdu.

Yahudiler ona saygı gösterir, İbrahim'in dini üzere orada Allah'
a ibadet ederlerdi. İçinde resimler ve heykeller bulunurdu. Bunlar
arasında ellerinde fal okları bulunan İbrahim ve İsmail'in resimleri
de yer a-lırdı. Bakire Meryem'in ve Mesih'in resmi de yapılmıştı. Bu
da Yahudiler gibi Hıristiyanların da ona saygı gösterdiklerinin tanığıdır.


Araplar da Kâbe'ye büyük bir saygı gösterirlerdi. Onu Allah'ın
evi kabul ederlerdi. Her taraftan gelip ona hac ziyaretinde bulunur


53- Büyük evler şunlardır: 1- Kâbe, 2- İsfahan'daki bir dağın tepesindeki Mars,
3- Hindistan'daki Mendusan, 4- Belh kentindeki Nevbahar, 5- San'a'daki Gamadan,
6- Horasan'ın Ferğane kentindeki Kelusan, 7- Çin'in yüksek yerlerindeki bir ev.


314........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lardı. Kâbe'nin İbrahim tarafından yapıldığını söylüyorlardı. Hac,
İbrahim'in Araplar arasında tevarüs eden dininin bir kuralıydı.

Kâbe'nin Yönetimi:

Kâbe'nin yönetimi İsmail'in elindeydi. Ondan sonra bu görev
oğullarına geçti. Sonra Curhum kabilesi onlara karşı üstünlük sağlayıp
Kâbe'nin yönetimini ele geçirdiler. Ardından Kerker oğullarından
bir taife olan Amalikler, Curhum kabilesiyle bir dizi savaşa
girişip Kâbe'ye sahip oldular. Amalikler Mekke'nin aşağı kısmına
konaklamışlardı. Curhumlular da yukarı kısmına yerleşmişlerdi.
İçlerinde melikleri de vardı.

Sonra talih Curhumlulardan yana döndü; Amalikleri yenilgiye
uğratıp Kâbe'nin yönetimini ele geçirdiler. Böylece yaklaşık olarak
üç yüz yıl yönetim onların elinde kaldı. Hz. İbrahim'in yapısına eklemede
bulundular, duvarlarını yükselttiler.

İsmail oğulları güçlenip çoğalınca, artık belli bir caydırıcı kuvvete
kavuşunca, Mekke onlara dar gelmeye başladı. Bunun üzerine
Cur-humlularla savaştılar, onları yenilgiye uğratıp Mekke'den
çıkardılar. O sırada İsmail oğullarının başında Amr b. Luhay bulunuyordu.
Kendisi Huzaa kabilesinin büyüğüydü. Mekke'nin yönetimini
ele geçirip Kâbe'nin işlerini kendi uhdesinde topladı. Kâbe'nin
üzerine putları koyup insanları onlara tapmaya çağıran ilk kişi
odur. Kâbe'nin üzerine koyduğu ilk put "Hubel"dir. Onu Şam'dan
getirmiş, Kâbe'nin damına koy-muştu. Ardından başka putlar da
getirmişti. Böylece putların sayısı art-mış ve Araplar arasında puta
tapıcılık yayılmış ve tek ilaha kulluğu esas alan Hanif dini yok olmuştu.


Curhum kabilesinden Şahne b. Halef konuyla ilgili olarak Amr

b. Luhay'a hitaben şöyle der:
"Ey Amr, ilahlar icad ettin sen.
Çeşit çeşit Mekke'de, evin çevresine putlar diktin.

Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................315


Oysa Kâbe'nin bir tane Rabbi vardı, ebedi...

Ama sen, insanlar içinde, onun birçok Rabbinin olmasını sağladın.


Yakında bileceksiniz ki, Allah kısa süre sonra, sizin dışınızda
evi için bir koruyucu seçecektir."

Kâbe'nin yönetimi Halil el-Huzai zamanına kadar Huzaa oğullarının
elindeydi. Halil kendisinden sonra yönetimi kızına verdi. Kızı
da Kusay b. Kilab'ın karısıydı. Kâbe kapısını açıp kapatmayı Huza
oğullarından Ebu Gabşan el-Huzai adlı birine verdi. Ebu Gabşan bu
görevi, bir deve ve bir fıçı
şarap karşılığında Kusay b. Kilab'a sattı.
Bu olay A-raplar arasında bir darb-ı mesel olmuştur: "Ebu
Gabşan'ın alış verişinden daha zararlı..." diye.

Böylece yönetim Kureyş'e geçti. Kusay Kâbe'nin yapısını yeniledi.
Daha önce buna değinmiştik. Durum, Peygamberimizin

(s.a.a) Mekke-'yi fethetmesine kadar bu şekilde devam etti.
Resulullah (s.a.a) Kâbe'ye girdi, duvarlardaki resim ve kabartmaların
silinmesini, içindeki put-ların kırılmasını emretti. Üzerinde
İbrahim'in iki ayağının izi bulunan taş, yâni Makam-
İbrahim, o
sırada Kâbe'nin yakınlarındaki koruma altında bir şeyin içindeydi.
Sonra bugün bilinen yere gömüldü. Burası dört sütun üzerinde
duran bir kubbedir. Tavaf edenler namaz kılmak a-macıyla buraya
yönelirler.
Kâbe'yle ilgili haberler ve onunla bağlantılı dinsel uygulamalar
çok ve uzundur. Biz hac ve Kâbe ayetleri üzerinde düşünen bir araştır-
macı için yeterli olan bu kısmını sunmakla yetindik.

Yüce Allah'ın bereketli kıldığı ve hidayet olarak öngördüğü
Kâbe'-nin bir özelliği de, hiçbir İslami grubun onun konumunu tartışma
konusu yapmamış olmasıdır.


316........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


-----------------------
Değerli Kardeşlerim Mizan Tefsiri'ni ve diğer Ehlibeyt eserlerini
www.islamkutuphanesi.com
www.mizantefsiri.com
www.ehlibeytkutuphanesi.com
sitelerinden indirebilirsiniz.
islamkutuphanesi@islamkutuphanesi.com