El-Mizân
Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:3

                AL-İ İMRAN SURESİ

                             ( 1-120. Ayetler)

                                         İÇİNDEKİLER



64- De ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye
gelin: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir
şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da bazılarımız, bazılarını
Rabler edinmesin." Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit olun, biz
gerçekten Müslümanlarız."

65- Ey kitap ehli, İbrahim hakkında ne diye çekişip tartışıyorsunuz?
Oysa Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir.
Anlamıyor musunuz?

66-İşte sizler böylesiniz. Hadi hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız;
peki hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp duruyorsunuz?
Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz.

67-İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan idi; ancak o hanifti,
Müslüman'dı, müşriklerden de değildi.

68- Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar
ve bu Peygamber ile iman edenlerdir. Allah da mü'-minlerin velisidir.

69- Kitap ehlinden bir grup, sizi şaşırtıp saptırmayı arzuladı;
fakat onlar ancak kendilerini şaşırtıp saptırırlar da farkına varmazlar.

70- Ey kitap ehli, şahit olduğunuz halde ne diye Allah'ın ayetlerini
inkar ediyorsunuz?

71- Ey kitap ehli, neden hakkı batılla karıştırıyor ve bildiğiniz
halde hakkı gizliyorsunuz.

72- Kitap ehlinden bir bölümü dedi ki: "İman edenlere gündüzün
başlangıcında inene inanın, sonunda (ineni) ise inkar edin;
belki dönerler."

73- "Ve sizin dininize uyanlardan başkasına inanmayın." De ki:
"Hidayet, Allah'ın hidayetidir." Yoksa, size verilenin benzeri bir
başkasına da verilmiş olur ya da Rabbinizin katında size karşı onunla
delil getirirler. De ki: "Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir, onu
dilediğine verir. Allah, (lütfü ve ihsanıyla) geniştir, bilendir."

74- O, rahmetini dilediğine tahsis eder; Allah büyük lütuf ve ihsan
sahibidir.

75- Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona bir kantar emanet
bıraksan, onu sana geri verir. Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir
dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmadıkça, onu sana
geri vermez. Bu, onların; "Ümmiler konusunda bize bir vebal yoktur."
demelerindendir. Bildikleri halde Allah'a karşı yalan
söylemektedirler.

76- Hayır, kim ahdine vefa eder ve sakınırsa, şüphesiz, Allah
da sakınanları sever.

77- Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık satanlar,
işte onlar için ahirette hiçbir pay yoktur, kıyamet gününde Allah
onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları yüceltmez ve onlar
için acı bir azap vardır.

78- Onlardan bir bölük de vardır ki, kitabı okurken dillerini eğip
bükerler, siz onu kitaptan sanasınız diye. Oysa o, kitaptan değildir.
"O, Allah katındandır." derler. Oysa o, Allah katından değildir.
Bildikleri halde Allah'a karşı yalan söylerler.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Genelde tüm Ehl-i Kitabın, özelde Hıristiyanların durumlarını
gözler önüne sermeye yönelik açıklamanın ve buna bağlı olarak
gerçekleştirilen değerlendirmelerin ikinci aşamasının başlangıcı
ile karşı karşıyayız. Bundan önceki ayetlerin akışı içinde genel olarak
tüm Ehl-i Kitabın durumuna şu ifadelerle değinilmişti: "Hiç
şüphesiz din, Allah katında İslam'dır." (Âl-i İmrân, 19) "Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi?" (Âl-i İmrân, 23) Ardından
özel olarak Hıristiyanların konumuna dikkat çekilmişti: "Gerçekten
Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini... seçti." (Âl-i İmrân, 33)
Bu esnada, bir ara değerlendirme olarak mü'minlerin kafirleri dost
edinmeleri hususuna göndermede bulunulmuştu: "Mü'minler...
kafirleri dostlar edinmesinler." (Âl-i İmrân, 28) Bütün bunlar, anlatımın
birinci aşamasında gerçekleştirilmişti.

Ardından, işaret ettiğim hususların anlatımına bir kez daha
dönülüyor, ama bu sefer başka bir ifade tarzı kullanılıyor, öncekinden
farklı bir sözdizimi esas alınıyor. Biraz önce yer verdiğimiz
ayetlerde genel olarak Ehl-i Kitabın durumu sergileniyor. Bundan
sonra gelecek olan bazı ayetlerde de açıklamanın akışı içinde yer
yer aynı konuya değiniliyor. Şu ayetlerde olduğu gibi: "De ki: Ey
kitap ehli, Allah yaptıklarınıza şahit iken, ne diye Allah'ın ayetlerini
inkar ediyorsunuz?" (Âl-i İmrân, 98) "De ki: "Ey kitap ehli, sizler
şahitler olduğunuz halde, ne diye iman edenleri Allah yolundan
çevirmeye çalışıyorsunuz?" (Âl-i İmrân, 99)


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................139


Hıristiyanların konumuna ve Hz. İsa ile ilgili yaklaşımlarına da
şu ifadelerle işaret ediliyor: "Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah
kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik versin de sonra o, insanlara;
...bana kul olun, desin." (Âl-i İmrân, 79) Bu esnada dağınık
birçok ayetler çerçevesinde mü'minlerin durumuna değiniliyor ve
onlar İslam'a, birliğe, mü'minleri bir yana bırakıp kafirleri dost ve
sırdaş edinmekten kaçınmaya davet ediliyorlar.

(Al-i İmran /64)  "De ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye
gelin." Bu hitap, tüm kitap ehli topluluklara yöneliktir. "
...bir kelimeye
gelin." şeklindeki çağrı, gerçekte o kelimenin anlamını fiilen
uygulamak üzere bir araya gelmeye ilişkindir. Bir araya gelmenin
kelimeye nispet edilmesi, bu sözün onların dillerinde kullanımda
olduğuna işaret etme amacına yöneliktir. "Toplum falan hususta
söz birliği etti." dememiz gibi. Bunun anlamı; onların benimseme,
kabullenme, yayma ve yaygınlaştırma hususunda sözbirliği ettikleridir.
Dolayısıyla ayetin ifade ettiği anlam şudur: "Gelin, bu kelimeyi
benimseyelim; yayılması, gereklerinin yerine getirilmesi hususunda
birbirimize yardım edelim, birbirimize destek olalım."

Ayetin orijinalinde geçen "sevâ" kelimesi, aslında mastardır.
Ancak, iki tarafı eşit olan şey anlamında bir vasıf olarak kullanılır.
"Bizimle sizin aranızda eşit olan" demek, benimseme ve gereklerini
yerine getirme hususunda eşit sorumluluğa sahip olunduğu
anlamını ifade eder. Buna göre, kelimenin "eşit"likle nitelenmesi,
aslında o kelimeyi benimseme ve onunla amel etme olgularına
yönelik bir nitelemedir. Bilindiği gibi amel, kelimenin kendisiyle
değil, anlamıyla ilintili bir durumdur. Aynı şekilde, toplanma ve bir
araya gelme durumunun anlama nispet edilmesinde de mecazi
bir yön bulunmaktadır. Şu halde, ayette birçok latif noktalara göndermede
bulunulmuştur: Bir araya gelme olgusu anlama nispet
edilmiş, sonra kelime anlamının yerine konulmuş ve ardından
kelime "eşit"likle nitelenmiştir.


140................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Denebilir ki: Kelimenin "eşit" olmasının anlamı; Kur'an, Tevrat
ve İncil'in birlikte insanları, ona, yâni tevhit kelimesine davet ediyor
olmalarıdır. Eğer maksat bu ise, bu durumda, "Allah'tan başkasına
kulluk etmeyelim." diye başlayan ifade, gerçek açıklamanın,
üzerinde sözbirliği edilen kelimenin yerine konulmasına bir
örnek oluşturmuş olur. Bu demektir ki: Onların bu kelimeye yönelik
olumsuz yorumlarından, kelimeyi tutkularına uyarlamalarından,
Tanrı'nın insana hulûl etmesi, oğul edinmesi, üç uknumdan
meydana gelmesi gibi yakıştırmalarından, hahamlara, papazlara
ve kardinallere kulluk sunulmasından vazgeçmeleri öngörülür.
Dolayısıyla şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Bizimle sizin aranızda
eşit olan tevhit sözüne gelin. Tevhidin gereği de, Allah'a ortak
koşulan düzmece ilahları reddetmek, Allah'tan başka Rabler edinmekten
vazgeçmektir.

Ayetin sonunda yer alan: "Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit
olun, biz gerçekten Müslümanlarız." ifadesi, ilk anlamı destekler
niteliktedir. Buna göre anlamın somut karşılığı şu oluyor: Onları
bu kelimeye, yâni "Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim" kelimesine
davet etmesi isteniyor. Bu, Allah katında tek din olan Allah'a
teslim (İslam) oluşun gereğidir. Hiç kuşkusuz, İslam da tevhidin
bir gereğidir; ancak ayetteki çağrı, amelî tevhide yöneliktir.
Sırf Allah'ın birliğine inanmak değil, aynı zamanda Allah'tan başkasına
yönelik ibadeti reddetmek yâni. Ne demek istediğimi an-
lamış olmalısınız.

"Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım
ve Allah'ı bırakıp da bazılarımız, bazılarını Rabler edinmesin."
Bu ifade, ayetin baş kısmında geçen "eşit kelime"nin açıklaması
niteliğindedir ve bu Allah'a teslim (İslam) olmanın bir gereğidir.

"Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim." ifadesinin hedefi, Allah'tan
başkasına yönelik kulluğu olumsuzlamaktır, Allah'a yönelik
ibadeti olumlamak değil. Nitekim daha önce ihlâs (La ilahe
illallah) kelimesini açıklarken de şuna dikkat çekmiş ve demiştik


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................141


ki: "İllallah" sözünün cümle içinde "istisna" değil de "bedel" olması,
cümlenin, ilahın varlığını olumlamak değil, ortakları olumsuzlamak
amacına yönelik olmasını gerektirir. Çünkü Kur'an'da, ilahın
varlığı ve gerçekliğini olumlamaya kesin bir konu olarak bakılır.


İfadenin akışı, ibadet kapsamında şirki olumsuzlamaya yönelik
olduğu ve bununla, özünde şirk unsurunu barındıran İsa'nın
Allah'ın oğlu oluşu, Allah'ın üç uknumdan meydana gelmiş olması
gibi inançların olumsuzlanmadığı için, hemen ardından şu ifadeye
yer verilmiştir: "O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp
da bazılarımız, bazılarını Rabler edinmesin." Çünkü ibadetin
"Allah'a yönelik ibadet" olarak isimlendirilmesi, onu gerçekten
Allah'a yönelik ibadet yapmaz, inanç sistemi ve kalp şirkten kaynaklanan
sapık inanış ve görüşlerden arınmadıkça, soyutlanmadıkça.
Aksi takdirde o ibadet, ortakları bulunan bir ilaha yönelik
olur. İki ortaktan birine yönelik olarak gerçekleştirilen ibadet, o-
nun adına ve ona yönelik yapılmış olsa da, şirk menşeli olmaktan
çıkmaz. Çünkü bu ibadet, iki veya daha fazla ortak içinde birine
isabet etmiş bir pay gibi olur. Dolayısıyla başkasına yönelik ibadet
sayılmaktan çıkmaz.

İşte Peygamber Efendimiz (s.a.a) yüce Allah'ın emri
doğrultusunda buna davet ediyor ve ayette yer alan şu ifadeler bu
noktaya temas ediyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim,
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da
bazılarımız, bazılarını Rabler edinmesin." Peygamberlik
misyonunun amacı da bu ifadelerde özetlenmektedir.
Peygamberler tüm insanları muhatap alarak bu çağrıda
bulunmuş, bu mesajı yaymışlardır.

"İnsanlar bir tek ümmetti." (Bakara, 213) ayetinin tefsiri çerçevesinde
şunları söylemiştik: Peygamberlik ilahi bir diriliş, gerçek
bir uyanıştır. Onunla dini mesajın yayılması hedeflenir. Dinin gerçek
hedefi ise, insan topluluğunun hayatında dengeyi oluşturmaktır.
Bunu, birey olarak insanın yaşamının dengeli oluşu izler. Böyle



142........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ce herkes tam anlamıyla öz doğanın, yaratılış sisteminin kendisi
için öngördüğü mevki-ye iner. Buna dayalı olarak topluma, adalet
ve denge esaslı öz doğanın öngördüğü mutluluğu gerçekleştirme
özgürlüğü bahşedilmiş olur. Böyle bir atmosferde, birey de mutlak
olarak özgürdür. Düşüncesinin ve iradesinin elverdiği ölçüde hayattan
yararlanma hakkına sahiptir. Bunun tek şartı, toplumsal
hayata zarar vermemektir. Bunların tümü de Allah'a kulluk ve teslimiyet
ve gaybın egemenliği ve otoritesine boyun eğmekle kayıtlıdır.


Özetleyecek olursak: Peygamberler (a.s) birey ve toplum olarak
insanları fıtratlarına uygun düşen tevhit inancına çağırmışlardır.
Ki tevhit inancı, bireysel ve toplumsal davranışlar bazında Allah'a
teslim olmayı, adalet ve dengeyi etkin kılmayı öngörür. Yâni
yaşama haklarında eşitliği, salih irade ve salih amelde de özgürlüğü
sağlar.

Bütün bunları gerçekleştirmenin tek yolu, ihtilaf nedenlerini,
haksız yere zulmetmeyi, güç kullanmayı zayıfları ezme ve köleleştirme
aracı haline getirmeyi ve zayıfların güçlülere kulluk sunmasını
doğuran şartları ortadan kaldırmaktır. Çünkü Allah'tan başka
ilah yoktur, Allah'tan başka Rab yoktur, hakimiyet tek ve ortaksız
Allah'ındır.

İşte tefsirini sunduğumuz, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim,
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da
bazılarımız, bazılarını Rabler edinmesin." mealindeki ayetin içerdiği
mesaj budur.

Yüce Allah, bir ayette Hz. Yusuf'un diliyle şöyle buyuruyor: "Ey
zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı bir sürü Rabler mi daha
hayırlıdır, yoksa kahhar olan bir tek Allah mı? Sizin Allah'tan
başka taptıklarınız, Allah'ın kendilerine hiçbir yetki vermediği,
sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir.
Hüküm yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kul



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................143


luk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur." (Yusuf, 3940)


Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Onlar, Allah'ı bırakıp
bilginlerini ve rahiplerini Rabler edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i
de. Oysa onlara, kendisinden başka ilah olmayan tek bir ilaha
kulluk etmekten başka bir şey emredilmedi." (Tevbe, 31) Bunun
gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

Kur'an-ı Kerim; Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, Şuayb, Musa ve İsa

(a.s) gibi geçmiş peygamberlerin kendi ümmetlerine bu mesajı
içeren sözler söylediklerini aktarır. Örneğin, Hz. Nuh şöyle der:
"Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları
kendilerine ziyandan başka bir şey arttırmayan kimselere uydular."
(Nuh, 21) Hz. Hûd soydaşlarına şöyle seslenir: "Siz, her yüksekçe
yere bir anıt inşa edip oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz
kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup
yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?" (Şuarâ,
128-130) Hz. Salih soydaşlarına şunları söyler: "Ve aşırı gidenlerin
emrine itaat etmeyin." (Şuarâ, 151) Hz. İbrahim babasına ve soydaşlarına
şöyle der: "Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz
bu heykeller nedir? "Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk."
dediler. Dedi ki: Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık
içindesiniz." (Enbiya, 54) Yüce Allah bir ayette Musa ve kardeşine
şöyle hitap eder: "İkiniz Firavun'a gidin; çünkü o, azmış
bulunuyor... Haydi ona gidin ve deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz,
İsrailoğullarını bizimle birlikte gönder ve onlara artık azap
verme." (Tâhâ, 43-47) Hz. İsa soydaşlarına şöyle seslenir: "...hakkında
ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de.
Öyleyse Allah'tan sakının ve bana itaat edin." (Zuhruf, 63)

Şu halde fıtrat dini; azgınlığı, bozgunluğu, mutluluğun temelini
yıkan haksız egemenlik ve zulümleri, hak ve hakikat yapısını tahrip
eden sistemleri olumsuzlar. Peygamber Efendimiz (s.a.a) veda
haccı esnasında yaptığı konuşmada bu gerçeğe işaret etmiştir.


144........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


(Mes'udi "Muruc-uz Zeheb" adlı eserinde hicretin onuncu yılı olayları
kapsamında bundan söz eder.) Orada Peygamber şöyle buyurur:
"Haberiniz olsun! Zaman döndü dolaştı, tekrar yüce Allah'ın
gökleri ve yeri yarattığı günkü şeklini aldı." Peygamberimiz (s.a.a)
burada, İslam'ın davranışlara egemen olması suretiyle insanların
tekrar fıtratlarının etkinliği altına girmiş olmalarına işaret ediyor
gibidir.

"Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim." ifadesi, peygamberlik
misyonunun amacını kapsıyor olması bakımından egemenliğin
sebebini ve özünü de açıklayıcı niteliktedir.

"Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayalım." ifadesine gelince; ilahlık makamı, her şeyin, her
açıdan sığınağı, güvenip dayandığı bir makamdır. Onca çokluğu,
ilişkileri ve ortak ihtiyaçları itibarıyla tüm varlıkların kemal menşei
de odur. Eşyanın hedefi olan tüm kemaller bu makamdan kaynaklanır.
Bu nokta, ancak söz konusu makamın her şeyin yönetimi
yetkisinde olan tek hükümdar olması durumunda gerçekleşebilir;
çokluk bununla bağdaşmaz.

Şu halde Allah'a ibadet etmek bir zorunluluktur. Çünkü O, ortağı
bulunmayan tek ilahtır. Dolayısıyla O'na yönelik ibadete bir
başkasının ortak edilmemesi gerekir. Diğer bir ifadeyle: Şu evrenin
ve onun kapsamında olan tüm varlıkların bir tek makamdan
başkasına boyun eğmesi, bir tek makamdan başkasının karşısında
küçülmesi doğru değildir, caiz değildir. Çünkü kulluk ve itaat
pozisyonunda olan varlıkların bir tek düzene bağlı olmalarından,
ayrıca varlıkları da birbirleriyle irtibatlı olduğundan yalnızca bir tek
Rableri olması gerekir, bir tek yaratıcıları olduğu gibi.

"Allah'ı bırakıp da bazılarımız, bazılarını Rabler edinmesin."
ifadesine gelince; insan topluluğu, birçok bireyi ve değişik kişileri
bünyesinde barındırıyor olmasına karşın bir tek hakikatin, yâni
insan türü gerçeğinin uzantısıdır. Yaratıcı ve yoktan var edici gücün
tüm insanlar arasında eşit şekilde dağıtmış olduğu hakkediş ve


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................145


yapabilirlik yetenekleri, tüm insanların yaşama hakları bazında da
eşit ve aynı düzeyde olmalarını gerektirir.

Genel insani bağışlardan olan hayatın meziyetlerine sahip olmada
bireylerin durum ve yeteneklerinin farklı olmasına gelince;
bunlar şurada veya burada özel belirtiler olarak ortaya çıkarlar ve
bunların ancak istendiğinde insanlığa sunulması gerekir. Örneğin;
evlilik, doğum ve tedavi genel insani ihtiyaçlardandır. Fakat evlilik,
ergenlik çağına ulaşmış erkek veya kadın insan için; doğum, kadın
insan için; tedavi ise, hasta insan için söz konusudur.

Kısaca; toplumsal insanın bireyleri, benzer ve tek bir gerçeğin
benzer uzantılarıdırlar. Dolayısıyla bireylerin hiçbirinin, kendisi
denk bir yükümlülüğün altına girmeden, irade ve hevasını diğerlerine
yüklemesi doğru değildir. Buna hayatın meziyetlerine sahip
olma hususunda dayanışma içinde olma denir. Toplumun veya
bireyin bir bireye, yâni bütünün veya parçanın bir parçaya, onu bütünün
parçası olmaktan çıkaracak, eşitlik düzeyinin üstünde Tâhâkküm
ve egemenlik noktasına eriştirip iradesine tabi olunan bir
Rab haline getirecek, dizginleri mutlak olarak ele alacak, emir ve
yasaklarına kesin olarak uyulacak bir konuma getirmek suretiyle
boyun eğmesi, uyması, otoritesini tanıması, fıtratın iptali ve insanlık
binasının yıkılması anlamına gelir.

Aynı
şekilde, Rablik makamı da sırf Allah'a özgüdür; O'ndan
başka Rab yoktur. Dolayısıyla insanın kendisini böyle bir konumda
görmesi, aksi söz konusu olmaksızın kendisi gibi birisine dilediği
gibi davranması, Allah'tan başkasını Rab edinmektir ki, Allah'ın
emrine teslim olmuş bir kimse böyle bir şeye yeltenmez.

Buna göre; "Allah'ı bırakıp da bazılarımız, bazılarını Rabler
edinmesin." ifadesi, iki kanıtı içermektedir. Birincisi; insan bireyleri,
bir bütünün parçalarıdır. İkincisi; Rablik, ilahlığa özgü bir makamdır.


"Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız."
Burada Hz. Peygamber ve ona tabi olanların, Allah'ın hoşnut


146........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


olduğu din olan İslam üzere olduğuna tanık olunması isteniyor.
Nitekim ulu Allah; "Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır." (Âl-i
İmrân, 19) buyurmuştur. Böylece onların husumetleri ve bu çerçevede
ileri sürdükleri kanıtları geçersiz kılınmış oluyor. Çünkü hakka
ve hakkın yanında olanlara karşı ileri sürülecek kanıt bulunamaz.


Bu ayette, ayrıca ibadette tevhidin, İslam'ın bir gereği olduğuna
işaret ediliyor.

(Al-i İmran / 65) "Ey kitap ehli, İbrahim hakkında ne diye çekişip tartışıyorsunuz?"
İki ayetten sonra yer alan; "Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın
olanı, ona uyanlar ve bu Peygamber ile iman edenlerdir." ifadesi,
hitabın Allah'ın izniyle Resulünden değil de, Allah'tan olmasını
gerektiriyorsa da, ayetin zahiri, bunun da önceki ayette yer
alan: "De ki:..." emri gereğince Resulullah'ın (s.a.a) diliyle söylenmesi
istenen sözlerden olduğunu gösteriyor. Aynı
şey, bundan dört
ayet sonraki ifade için de geçerlidir.

Ehl-i kitabın İbrahim (a.s) hakkında çekişip tartışması, her
grubun kendisini ona mensup sayması
şeklinde olmuştur ki, bunu
da kendilerinin hak üzere oluşlarının kanıtı olarak kullanmışlardır.
Öyle anlaşılıyor ki Yahudiler; "Allah'ın, kitabında övgüyle söz ettiği
İbrahim bizdendir." diyorlardı. Buna karşılık Hıristiyanlar; "İbrahim
hak üzereydi. Hak da İsa'nın gelişiyle birlikte ortaya çıktı."
diyorlardı. Sonra bu iddialar, yerini inatlaşmaya ve taassuba bırakmış,
Yahudiler, onun Yahudi, Hıristiyanlar da Hıristiyan olduğunu
söylemişlerdi.

Bilindiği gibi gerek Yahudilik, gerekse Hıristiyanlık, Tevrat ve
İncil'in inişinden sonra oluşmuş dinlerdir. Tevrat ve İncil de Hz. İbrahim'den
sonra inmiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim'in, Musa'ya özgü
dine mensup olmak anlamında Yahudi veya İsa'ya indirilen şeriata
tabi olmak anlamında Hıristiyan olması mümkün değildir. Eğer
mutlaka Hz. İbrahim (a.s) hakkında bir şey söylenecekse, şöyle
söylenmelidir: "O, hak üzere bir hanifti. Batıldan uzaktı. Allah'a


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................147


teslim olmuş bir kimseydi." Dolayısıyla bu ayetler de, "Yoksa siz,
gerçekten İbrahim'in, İsmail'in, İshak'ın, Yakub'un ve torunlarının
Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: "Siz
mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Allah'tan kendisine u-
laşmış olan bir tanıklığı gizleyenden daha zalim olan kimdir?"

(Bakara, 140) ifadesinin vurguladığı anlamı vurgulamaya yöneliktir.

(Al-i İmran / 66) "İşte sizler böylesiniz. Hadi hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız;
peki hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp duruyorsunuz?"
Bu
ayet, aralarında yaptıkları tartışmalara konu olan bir hususta bilgilerinin
bulunduğunu, bir diğer hususta ise bilgilerinin olmadığını
ve bu hususla ilgili bilginin Allah katında olduğunu ifade ediyor.
Buna dayanarak tefsir bilginleri şu yorumu yapmışlardır: Ayetin
anlamı
şöyledir: "Siz İbrahim (a.s) hakkında bir ölçüde bilgi sahibisiniz;
varlığını ve peygamberliğini bilmek gibi. Diyelim ki bilginiz
olan konuda tartıştınız. Peki ne diye hakkında bilgi sahibi olmadığınız
bir hususta tartışıyor, onun Yahudi veya Hıristiyan olduğunu
iddia ediyorsunuz? Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz."

Ya da, ayette geçen "bilme"den maksat, bir ölçüde İsa'nın
durumunu ve başından geçen olayları bilmedir. Bu durumda
ayetin anlamı
şöyle olur: "Siz İsa hakkında tartışıyorsunuz; çünkü
onunla ilgili haberleri biliyorsunuzdur. Peki ne diye hakkında bilgi
sahibi olmadığınız bir hususta tartışıyorsunuz; İbrahim'in Yahudi
veya Hıristiyan olduğunu iddia ediyorsunuz?" Tefsir bilginlerinin
yorumları bu şekildedir.

Görüldüğü gibi, her iki yorum da ayetin zahiriyle bağdaşmıyor.
Birinci yorum bağdaşmıyor; çünkü Ehl-i Kitap Hz. İbrahim'in varlığını
ve peygamberliğini tartışma konusu yapmamıştır.

İkinci yorum da bağdaşmıyor; çünkü onlar arasında Hz. İsa ile
ilgili olarak yaşanan tartışma doğruya dayalı değildi. Tam tersine,
onunla ilgili haberlerde yanılıyorlardı, yalan iddialar ileri sürüyorlardı.
Gerçekleştirdikleri böyle bir tartışmanın bilgiye dayandığı
söylenebilir mi? Ayet-i kerime, her halükarda, onlar arasında bilgi



148........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ye dayalı bir tartışma olduğunu ifade ediyor. Yine, hakkında bilgi
sahibi olmadıkları bir hususta da tartışıp çekiştiklerini ortaya koyuyor.
Acaba, hakkında bir bilgiye dayanarak tartıştıkları husus
neydi?

Kaldı ki, ayet-i kerimenin zahiri, her iki tartışmanın da Ehl-i Kitap
arasında yaşandığını, onlarla Müslümanlar arasında cereyan
etmediğini ifade ediyor. Aksi takdirde Müslümanların, Ehl-i Kitabın
bilgiye dayalı olarak tartıştıkları hususta batıl tarafında yer almış
olmaları gerekir. Böyle bir yaklaşımın apaçık sonucu budur.

Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir, ama şunu söylemek
mümkündür: Yahudiler ve Hıristiyanlar ihtilaf ettikleri hususlarda
aralarında tartışırlardı. Bunun temelini de, Hz. İsa'nın peygamberliği
ve Hıristiyanların: "O, Allah'tır veya Allah'ın oğludur. Allah üç
uknumdan ibarettir." şeklindeki iddiaları oluşturuyordu. Hıristiyanlar,
Hz. İsa'nın elçi olarak gönderilişi hususunda Yahudilerle tartıştıklarında
bilgiye dayalı olarak tartışırlardı. Yahudiler de, onun ilahlığı,
Allah'ın oğlu oluşu ve Allah'ın üç uknumdan meydana geliyor
olması hususunda Hıristiyanlarla tartışırlarken bilgiye dayanıyorlardı.
Her iki tarafın hakkında bir bilgiye sahip olmadan tartıştıkları
hususa gelince; o da İbrahim'in Yahudi veya Hıristiyan olduğu
iddiasıdır.

Kuşkusuz, onların bu hususla ilgili olarak işaret edilen
bilgisizlikleri, Tevrat ve İncil'in Hz. İbrahim'den sonra indiğini
bilmemeleri şeklinde algılanmamalıdır. Aynı
şekilde, onlar; önce
gelenin, sonra gelenin izleyicisi olamayacağını da bilmiyor
değillerdi. Çünkü bu durum, ayetin sonundaki "Anlamıyor
musunuz?" ifadesiyle bağdaşmaz. Bu ifade, meselenin küçücük
bir uyarıyla bile kavranabilecek kadar açık olduğunu ortaya
koymaktadır. Şu halde onlar, Hz. İbrahim'in Tevrat ve İncil'in
inişinden önce yaşadığını biliyorlardı, ancak bilgilerinin gereği olan
gerçeği göz ardı ediyorlardı. Bu gerçek, onun o sırada Yahudi veya
Hıristiyan değil, Allah'a teslim (İslam) olma esaslı Allah'ın dini
üzere olduğu gerçeğidir.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................149


Fakat Yahudiler buna rağmen diyorlardı ki: Hak din, ancak bir
tane olur. O da Yahudiliktir. Dolayısıyla İbrahim'in Yahudi olması
kaçınılmaz bir olgudur. Hıristiyanlar da benzeri şeyler söyleyip onu
Hıristiyan yapıyorlardı. Bu hususta bir gerçeği göz ardı ediyorlardı
ki, bunu sürçme olarak görmek mümkün değildir. O da şudur: Allah'ın
dini birdir ve bu din Allah'a teslim (İslam) olmaktır. Bu bir
din, zamanın geçmesiyle ve insanların kemal derecelerinde ilerleme
kapasitelerine paralel olarak mükemmelleşir. Bu bağlamda
Yahudilik ve Hıristiyanlık da, dinin aslını oluşturan İslam'ın kemal
derecelerinden birer derecedirler. Peygamberler de, bu binanın
ustaları konumundadırlar. Her birinin, bu yüksek binanın temelini
atmada, duvarlarını yükseltmede bir payı, bir yeri vardır.

Kısacası: Yahudiler ve Hıristiyanlar şu gerçeği göz ardı
ediyorlardı: İbrahim'in, tek hak din olan İslam'ın kurucusu olması,
ardından bu hak dinin kemal derecelerinden birinin adı olan
Yahudilik veya Hıristiyanlık adında bir hak dinin ortaya çıkması,
İbrahim'in Yahudi veya Hıristiyan olmasını gerektirmez. Tam
tersine, onun hanif ve Müslüman olmasını; kurduğu, temellerini
attığı, aynı zamanda Yahudilik ve Hıristiyanlığın kendisini değil,
temelini oluşturan İslam adıyla anılmasını gerektirir. Kök dalına
nispet edilmez. Tersine dalın köke nispet edilmesi gerekir.

Hiç kuşkusuz, Hz. İbrahim'in Yahudi veya Hıristiyan değil de
Müslüman olarak isimlendirilmesi, onun Hz. Muhammed'in dinine
ve Kur'an'ın içerdiği şeriata tabi biri olarak değerlendirilmesinden
ayrı bir anlam ifade eder. Aksi takdirde, yukarıda işaret ettiğimiz
problem yeniden gündeme gelir; "O, Tevrat ve İncil'in inişinden
önce yaşadığı, dolayısıyla Yahudi ve Hıristiyan olarak nitelendirilemeyeceği
gibi, Kur'an'ın inişinden ve İslam'ın doğuşundan önce
yaşadığına göre Müslüman olarak da isimlendirilemez." denir.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Kur'an'ın kapsadığı
şeriat anlamında
İslam, Kur'an'ın inişinden ve Muhammedi dinin yayılışından
sonra ortaya çıkmış bir terimdir. Hz. İbrahim'in niteliği olarak kul



150........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lanılan İslam ise, Allah'a teslim olma, O'nun rububiyet makamına
boyun eğme anlamındadır. Dolayısıyla, ortada bu nitelemeden
kaynaklanan bir problem yoktur.

Onların; Allah katındaki köklü dinin değişik ve ardışık kemal
dereceleri bulunan bir gerçek olduğu hususundaki bilgisizlikleriyle
ilgili olarak söylediklerimizi şu ifadeden de algılamak mümkündür:
"Allah bilir, siz bilmezsiniz. İbrahim ne Yahudi idi..." Şu ifade
de bunu pekiştirici mahiyettedir: "Doğrusu, insanların İbrahim'e
en yakın olanı, ona uyanlardır..." Bir diğer ayette de şöyle
buyruluyor: "De ki: "Biz; Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail,
İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere
Rablerinden verilenlere iman ettik; onlardan hiçbiri
arasında ayrılık gözetmeyiz; biz O'na teslim olmuşlarız. Kim İslam'dan
başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez." (Âl-i
İmrân, 84-85) İleride bu ifadelere ilişkin detaylı açıklamalarda
bulunacağız.

(Al-i İmran / 67) "İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan idi..."
Yukarıdaki açıklamaların kapsamında bu ayeti de tefsir ettik. Denilmiştir ki:
Yahudiler ve Hıristiyanlar, Hz. İbrahim'in (a.s) kendilerinden ve dinleri üzere olduğunu iddia ettikleri gibi, putperest cahiliye Arapları da,
kendilerinin İbrahim'in hanif dini üzere olduklarını iddia ediyorlardı.
Nitekim Ehl-i Kitap onları "hanifler" olarak isimlendiriyor, dinlerine
de "putperest haniflik" diyorlardı.

Yüce Allah, Hz. İbrahim'i, "ancak o hanifti" şekilde niteleyince,
kimsenin aklına onun putperest oluğu şeklinde bir fikir gelmesin
diye, hemen arkasından şu ifadeye yer vermiştir: "Müslümandı,
müşriklerden de değildi." Yâni o, Allah'ın hoşnut olduğu din olan
İslam üzereydi; cahiliye Arapları gibi müşriklerden değildi.

(Al-i İbrahim / 68) "Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona
uyanlar ve bu Peygamber ile iman edenlerdir..."

Bu ifade, önceki sözlerin bir gerekçeli açıklaması ve konuyla ilgili gerçek
bilginin aktarılması niteliğindedir. Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza -Allah


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................151


doğrusunu herkesten daha iyi bilir: Şu saygıdeğer peygamber İbrahim
ile kendisinden sonra gelen dindarlar ve başkaları arasında
bir mensubiyet bağı kurulacak olursa, doğru olanı, onun kendisinden
sonra gelenlere tabi kılınması değil, ona yakınlık ve öncelilik
esas alınmasıdır. Şeriatı ve kitabı olan bir peygambere en yakın
olanlar, onun gibi hakka tabi olup, onun getirdiği dinin aynısına
bağlananlardır. Bu bakımdan Hz. İbrahim'e en yakın kimse, bu
Peygamber ile iman edenlerdir. Çünkü onlar, yüce Allah'ın Hz. İbrahim
için de seçip beğendiği İslam üzeredirler. Ona tabi olan herkes
de bu kategoriye girer. Bu durum, Allah'ın ayetlerini inkar edenler
ve hak ile batılı birbirine karıştıranlar için söz konusu olamaz.


"...ona uyanlar..." ifadesi, Yahudi ve Hıristiyanlara yönelik kinayeli
bir itiraz niteliğindedir. Yâni, siz İbrahim'e yakın değildiniz;
çünkü siz, Allah'a teslim oluşu esas alan inanç sistemi (İslam)
doğrultusunda ona uyanlardan değilsiniz.

"...bu Peygamber ile iman edenler..." ifadesinde, Peygamberimiz
ve ona tabi olan mü'minler, Hz. İbrahim'e uyanlardan ayrı
olarak zikredilmişlerdir. Bu, Peygamberimize yönelik bir saygı ve
makamının korunması amaçlı bir ifade tarzıdır. Onun mutlak olarak
uyanlardan sayılmaması için böyle bir yola başvurulmuştur.
Benzeri bir uygulamaya şu ayette de tanık oluyoruz: "İşte Allah'ın
hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların hidayetlerine
uy." (En'âm, 90) Dikkat edilirse, burada "onlara uy" şeklinde bir ifade
kullanılmayarak Peygamberimizin saygın konumuna göndermede
bulunulmuştur.

Gerekçeli açıklama ve gerçeğin sergilenişi, şu ifadeyle tamamlanmıştır:
"Allah da mü'minlerin velisidir." Yâni, Allah'ın velisi olan
İbrahim'e yakınlık, Allah'a yakınlık demektir. Allah da mü'minlerin
velisidir; ayetlerini inkar edenlerin, hak ile batılı birbirine karıştıranların
değil.


152........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


(Al-i İmran / 69) "Kitap ehlinden bir grup, sizi şaşırtıp saptırmayı arzuladı; fakat onlar ancak kendilerini şaşırtıp saptırırlar da farkına varmazlar." Ayetin orijinalinde geçen "taife", insanlardan bir grup, bir topluluk demektir. Kelimenin semantik yapısının aslı Şurâdan gelir: İnsanlar, özellikle Araplar, önceleri bedevi kabileler ve halklar şeklinde yaşarlardı. Yaz, kış sürüleri için su ve mera bulmak amacıyla dolaşırlardı
(tavaf). Saldırı ve talanlardan korunmak için de grup halinde
dolaşırlardı. Bu yüzden onlara "dolaşan (taife) grup" denirdi. Daha
sonra, sürekli kullanım sonucu "taife"nin topluluğa, gruba da işa-
ret eder hale gelmesinden dolayı, bu kelime grup anlamında kullanılarak
bir kısaltmaya gidildi.

Ehl-i kitabın sadece kendilerini şaşırtıp saptırmalarına gelince;
insani erdemlerin başında hakka eğilimli olmak, hakka uymak
gelir. Dolayısıyla insanları haktan saptırıp batıla yöneltme isteği,
nefsin haletleri ve karakterlerinden biri olması açısından, rezaletlerin
en kötüsü olan nefsani bir rezalet, nefsani bir günah, bir isyan
ve haksız bir taşkınlıktır. Haktan sonra sapıklıktan başka ne
var ki? Şu halde onlar, hak üzere olan mü'minleri saptırmak istemeleriyle
farkında olmadan kendilerini saptırmaktadırlar.

Aynı şekilde, eğer kendilerinden olan bazı kimselerin içlerine
kuşkular atarak onları saptırmayı başarırlarsa, bununla önce kendilerini
saptırmış olurlar. Çünkü insan, bir hayrı veya şerri ancak
kendisi için işler. Nitekim yüce Allah, buna şu şekilde işaret etmiştir:
"Kim iyi bir iş yaparsa, kendi lehinedir; kim de kötülük ederse,
kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara zulmedici değildir." (Fussilet,

46)

Onların saptırmaları sonucu sapan kimselerin sapıklığı üzerinde
onların bir etkinliği yoktur. Bu durum, Allah'ın izniyle azgın sapığın
kötü davranışlarının ve uğursuz iradesinin bir sonucudur.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Kim inkar ederse,
inkarı kendi aleyhinedir; iyi bir iş yapanlar da, kendileri için
(cennette) yer hazırlamaktadırlar." (Rum, 44) Diğer bir ayette de


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ......................................................153


şöyle buyuruyor: "Size isabet eden her musibet, ancak ellerinizin
kazandığı dolayısıyladır. Allah çoğunu da affeder. Siz yeryüzünde
O'nu aciz bırakacak değilsiniz. Sizin Allah'ın dışında ne bir veliniz
vardır, ne bir yardımcınız." (Şurâ, 30-31) Daha önce, tefsirin ikinci
cildinde, "Onların bütün işledikleri, dünyada da, ahirette de boşa
çıkmıştır." (Bakara, 217) ayetinin tefsiri çerçevesinde amellerin özellikleriyle
ilgili olarak bazı açıklamalarda bulunmuştuk.

"...fakat onlar ancak kendilerini şaşırtıp saptırırlar da farkına
varmazlar." ifadesindeki sınırlandırma da, yüce Allah'ın her şeyi
kapsamına alan rububiyet ve hükümranlığının bir uzantısı olan
"fiillerde tevhid"in ifade ettiği bu Kur'anî bilgiler çerçevesinde açıklık
kazanmış olur.

Tefsir bilginlerinin ayetin anlamının yorumuyla ilgili yaptıkları
açıklamalara gelince; bunlar, sözünü ettiğimiz sınırlandırmayla
ilgili doyurucu açıklamalar değillerdir. Bu yüzden onları
görmezlikten gelip nakletmedik.

(Al-i İmran / 70) "Ey kitap ehli, şahit olduğunuz halde ne diye Allah'ın
ayetlerini inkar ediyorsunuz?"


Daha önce belirttiğimiz gibi, Allah'ın ayetlerini inkar etmekle Allah'ı inkar etmek bir değildir. Allah'ı inkar etmek, putperestlik ve natüralistlik gibi tevhidi açıkça olumsuzlamak demektir. Allah'ın ayetlerini inkar etmekse, bir açıklamanın gelmesi ve hakkın ortaya çıkmasından sonra bazı ilahi bilgilerin inkar edilmesi demektir.

Ehl-i Kitap, evrenin tek bir ilahının olduğunu inkar etmiyorlardı.
Fakat kendilerine veya başkalarına inen semavi kitapların açıkladığı
bazı gerçekleri inkar ediyorlardı. Hz. Muhammed'in (s.a.a)
peygamber oluşunu, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve elçisi oluşunu, Hz.
İbrahim'in Yahudi veya Hıristiyan olmayışını, Allah'ın elinin açık
oluşunu, O'nun zengin oluşunu inkar etmeleri gibi.

Şu halde kitap ehli toplumlar, Kur'an terminolojisinde Allah'ın
inkarcıları değil, O'nun ayetlerinin inkarcılarıdır. Bununla şu ayetin
içeriği arasında bir çelişki yoktur: "Kendilerine kitap verilenlerden,


154........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünun ha-
ram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle...
savaşın." (Tevbe, 29)

Gerçi bu ayette, onların imansız oldukları açıkça dile getirilmiştir
ve bu da küfürden başka bir şey değildir, ancak ayette onların
haramları haram saymayışlarından ve hak dini din edinmeyişlerinden
söz edilmesi gösteriyor ki, onların imansızlıkla nitelenmelerinden
maksat, durumun gerektirdiği sonuçla nitelenmeleridir.
Çünkü, onların Allah'ın ayetlerini inkar etme durumlarının gereği,
bilincinde olmasalar da Allah'a ve ahiret gününe yönelik imanın
yokluğudur. Yoksa kastedilen, sarih küfür ve inkar değildir.

"...şahit olduğunuz halde..." Şahitlik, hazır olmak ve somut
bilgiye ulaşmak demektir. Bu ifadede onların Allah'ın ayetlerinin
inkar etmelerinden maksat, Hz. Peygamber'in (s.a.a) Tevrat'ta ve
İncil'de geleceği müjdelenen vaat edilmiş peygamber olduğunu
inkar etmeleridir. Çünkü Tevrat ve İncil'de sözü edilen işaret ve
alametlerin, Peygamberimize (s.a.a) uyduğunu bizzat görüyorlardı.

Buradan hareketle, ayette geçen "ayet" sözcüğünün her türlü
ayeti kapsadığına ve onu peygamberlik alametlerine özgü kılmanın
doğru olmadığına, tersine maksadın, onların her türlü hak aye-
ti inkar etmeleri olduğuna ilişkin görüşün yanlış olduğunu
anlıyoruz. Neden yanlış olduğu da ortadadır.

(Al-i İmran / 71) "Ey kitap ehli, neden hakkı batılla karıştırıyor ve
bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz."
Ayetin orijinalinde geçen "lebs"
kelimesi, bir şeyin içine şüphe atmak, bir şeyi yaldızlamak demektir. Yâni siz,
hakkı batıl bir görünüm içinde sunuyorsunuz.

"...bildiğiniz halde..." ifadesi, "karıştırma" ve "gizleme" ile kastedilen
şeyin, tahrif ettikleri, gizledikleri veya maksadının dışında
yorumladıkları ayetler değil, dini bilgiler olduğunu gösteriyor veya
bu anlama yönelik bir ima içeriyor.

"Ey kitap ehli... ne diye... inkar ediyorsunuz?" ve "...bildiğiniz
halde hakkı gizliyorsunuz." ifadelerini içeren iki ayet, "Kitap eh



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................155


linden bir grup..." diye başlayan ayetin tamamlayıcısı konumundadır.
Buna göre; ırk, soy ve nitelik bakımından bir oldukları, bir
kısmının yaptıklarına diğerlerinin de onay verdikleri için, bazılarının
yaptığı işler tümüne isnat edilmiş ve o işlerden dolayı tümü
azarlanmıştır. Bunun örnekleri Kur'an'da çoktur.

(Al-i İmran / 72) "Kitap ehlinden bir bölümü dedi ki: "İman edenlere
gündüzün başlangıcında inene inanın..."
Ayetin orijinalinde geçen "vech'en-nehar"
ifadesiyle, gündüzün sonuyla karşılaştırma yapılmış olmasından
hareketle, gündüzün başlangıcı olduğunu anlıyoruz. Çünkü bir şeyin
vechi (yüzü) başkasına görünen zahir olan kısmıdır. Gündüz söz
konusu olduğunda bu, başlangıcı olur. Sözlerin akışından, gündüzün
başlangıcında Peygamberimize (s.a.a) Ehl-i Kitabın anlayışıyla
bağdaşan, gündüzün sonunda ise onların davranışlarıyla bağdaşmayan
bir vahiy indiği anlaşılmaktadır. Böyle bir şeyi söylemelerini
gerektiren şey, ancak böyle bir durum olabilir.

Buna göre, "iman edenlere inene..." sözüyle, Kur'an vahyi
kapsamında Ehl-i Kitabın anlayışına uygun özel bir konu kastedilmiştir.
Dolayısıyla "vech'en-nehar" sözü, zarf olması itibariyle
"mensup"tur ve "inen" sözüyle ilintilidir, "inanın" (emir kipi) sözüyle
değil. Çünkü önceki daha yakındır. "sonunda (ineni) ise inkar
edin." sözü, "iman edenlere gündüzün sonunda ineni inkar edin."
anlamındadır. Böylece akli bir mecaz uygulanarak "zarf", "mazruf"
un yerine geçirilmiştir. Şu ayette olduğu gibi: "...Hayır, öyle değil.
Gece ve gündüzün hilesi söz konusuydu." (Sebe', 33)

Böylece, ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak Ehl-i Beyt İmamlarından
aktarılan rivayetin sahihliği anlaşılmaktadır. O rivayette
şöyle denilmektedir: "Bu sözü, kıble değişikliğinden dolayı Yahudiler
söylediler. Çünkü Resulullah Efendimiz (s.a.a) sabahleyin Kudüs'e
dönerek namaz kıldı. Burası Yahudilerin kıblesiydi. Sonra
öğle namazında kıble Kâbe olarak değiştirildi. Bunun üzerine Yahudilerden
bir grup şöyle dedi: "Gündüzün başlangıcında
mü'minlere inene iman edin. (Bununla Kudüs'e dönerek namaz


156........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


kılmayı kastediyorlardı.) Gündüzün sonunda ineni de inkar edin.
(Bununla da Kâbe'ye dönerek namaz kılmayı kastediyorlardı.)"

Yüce Allah'ın aktardığı gibi onların bundan sonra söyledikleri
söz de bu değerlendirmeyi desteklemektedir: "Ve sizin dininize
uyanlardan başkasına inanmayın." Yâni, dininize uymayanlara
güvenip de sahip olduğunuz sırları ve yanınızdaki bazı müjdeleri
ifşa etmeyiniz. Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) onlarca bilinen bir
alameti de, kıbleyi Kâbe olarak değiştireceği idi.

Bazılarına göre, "gündüzün başlangıcında" sözü "inanın" ifadesiyle
ilintilidir; "sonunda" sözü ise, "fi" harf-i cerri takdir edilmek
suretiyle "inkar edin" sözüyle ilintili bir zarftır. "...inene inanın"
sözünden maksat da şudur: Onların içinden bir kısmı, gündüzün
başlangıcında Kur'an'a inandığını açıklasın ve iman edenlere katılsın,
sonra gündüzün sonunda dinden dönsün ve böylece şu mesajı
vermiş olsun: Gündüzün başlangıcında iman ettiler; çünkü
İslam davetinin zahiren hak ve doğru olduğunu gördüler. Gündüzün
sonunda da dinden döndüler; çünkü onun batıl olduğuna ilişkin
kanıtlar gördüler, peygamberlik müjdeleri ve hakkaniyet alametlerinin
Hz. Muhammed'de bulunmadığını anladılar. Böylece
mü'minlere bir komplo kuracak ve onların dinleri hakkında kuşkuya
düşmelerini sağlayacaklardı. Morallerini bozacak, dirençlerini
kıracak ve heyecanlarını söndürmüş olacaklardı.

Bu anlam, özü itibariyle uzak bir ihtimal değildir. Özellikle de,
İs-lam'ın nurunu söndürmek için her türlü yola başvurmuş, her
fırsatı değerlendirmiş olan Yahudilerden bu gibi davranışlar hiç de
yadırganmaz. Ancak ayetin lafzı, böyle bir çıkarsamaya elverişli
değildir. İnşallah, konuyla ilgili rivayetler bölümünde, açıklamanın
devamını sunacağız.

Diğer bazılarına göre, ayetin anlamı şudur: Gündüzün başlangıcında
Kâbe'ye dönüp namaz kılmalarına inanın. Gündüzün sonunda
ise, onu inkar edin. Belki dinlerinden dönerler.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................157


Diğer bazılarına göre ise, ayetin anlamı şöyledir: Peygamber'in
sıfatlarıyla ilgili olarak kabul ettiğiniz şeylere gündüzün başlangıcında
inanın; sonunda ise vaat edilen peygamberin niteliklerinin
ona uymadığını söyleyerek inkar edin. Böylece belki kuşkuya düşüp
dinlerinden dönerler.

Bu iki değerlendirmeyi destekleyecek bir kanıt yoktur. Ancak
maksat ne olursa olsun, ayette herhangi bir icmal ve anlaşılmazlık
söz konusu değildir.

(Al-i İmran / 73) "Ve sizin dininize uyanlardan başkasına inanmayın..."
Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bu cümle, Ehl-i Kitabın sözüdür ve:
"İman edenlere gündüzün başlangıcında inene inanın..." diye
başlayan sözlerinin devamıdır. "Yoksa, size verilenin benzeri bir
başkasına da verilmiş olur ya da Rabbinizin katında size karşı
onunla delil getirirler." sözü için de aynı durum geçerlidir. Bu
durumda, "De ki: Hidayet, Allah'ın hidayetidir." ifadesi, bir ara
cümleciktir ve yukarıdan beri devam eden sözlerine ilişkin yüce
Allah'ın bir cevabı niteliğindedir. "...inene inanın" diye başlayan ve
"...sizin dininize... inanmayın" diye biten ifadeleri kastediyorum.
Bunu, ifade tarzında meydana gelen değişiklikten çıkarıyoruz. Aynı
şekilde, "De ki: "Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir." sözü de,
onların; "...bir başkasına da verilmiş olur..." şeklindeki sözlerine
yönelik, yüce Allah'ın bir cevabıdır. Bunu, öncelikle iki ayetin
ifadelerinin parçaları arasındaki bağlantı ve anlamların
uyumundan anlıyoruz. İkincisi; Yahudilerin tartışma yöntemlerini,
komplocu ve entrikacı tavırlarını aktaran benzeri ayetlerden yola
çıkarak bu iki ayeti bu şekilde yorumluyoruz.

Buna göre, ayetlerin anlamı -Allah doğrusunu herkesten daha
iyi bilir-şöyledir: Ehl-i Kitaptan, yâni Yahudilerden bir grup diğer bir
gruba şöyle demiştir: Peygamber'i ve mü'minleri, gündüzün
başlangıcında Kudüs'e yönelerek kıldıkları namazlarında
doğrulayın, ama gündüzün sonunda Kâbe'ye yönelerek kıldıkları
namazlarında doğrulamayın. Sizden olmayanlara güvenip de
bildiklerinizi söylemeyin. Yoksa gider, mü'minlere; "Vaat edilen


158........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


söylemeyin. Yoksa gider, mü'minlere; "Vaat edilen peygamberin
bir işareti de, kıbleyi değiştirecek olmasıdır." derler. Sizin Kâbe'ye
yönelik bu değişikliği tasdik etmeniz, bunun İslam çağrısının doğruluğunun
bir belirtisi olduğunu belirtmeniz, mü'minlere de sizinki
gibi bir kıble verileceğini söylemeniz, oldukça sakıncalı ve tehlikelidir.
Bunları söylemeniz, sizin egemenliğinizi ortadan kaldırır ve
kıble hususundaki önceliğinizi geçersiz kılar. Mü'minler de, yeni
kıblenin durumunu bildiğiniz halde iman etmediniz diye,
Rabbinizin katında size karşı delil getirirler.

Yüce Allah, onların gündüzün başlangıcındakine iman etme,
sonundakini ise inkar etme ve mü'minler gerçeğe ulaşmasınlar
diye kıble olayını gizleme yönündeki sözlerine şu şekilde cevap
veriyor: Mü'minlerin ihtiyaç duydukları gerçek hidayet, Allah'ın
hidayetidir, sizin yol göstericiliğiniz değil. Mü'minlerin sizin yol göstericiliğinize
ihtiyaçları yoktur. İster uyun, ister inkar edin, ister a-
çıklayın, ister gizleyin, siz bilirsiniz.

Yüce Allah, onlara verilenin benzerinin bir başkasına da
verilmesinden endişe duymalarına veya Rableri katında bunun
aleyhlerine bir kanıt olarak kullanılmasından korkmalarına şu
şekilde cevap veriyor: Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir, onu
dilediğine verir. Sizin elinizde değildir ki, sırf kendinize özgü
kılasınız ve başkalarını bundan yoksun bırakasınız.

Aleyhlerine kanıt olmasın diye, bildikleri gerçekleri gizlemelerine
gelince; buna cevap verme gereği duyulmamıştır. Çünkü
saçma bir tepkime olduğu ortadadır. Kaldı ki, aynı anlamdaki şu
ayetlerde bunun da cevabı verilmiştir: "İman edenlerle karşılaştıkları
zaman, "İman ettik." derler; birbirleriyle yalnız kaldıkları zaman
ise, "Allah'ın size açtığını, Rabbiniz katında onunla size karşı
delil getirsinler diye mi onlara söylüyorsunuz? Aklınızı
kullanmıyor musunuz?" derler. Onlar, Allah'ın gizli tuttuklarını da,
açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?" (Bakara, 76-77)
"bilmiyorlar mı" ifadesi şunu vurgulamaya yöneliktir: Allah'ın gizli


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................159


ve açık her şeyi bildiğini bilmelerine rağmen böyle bir söz söylemeleri,
akıl ve mantıkla bağdaşmaz. Yoksa, bir cevap olarak algılanmamalıdır.
"bilmiyorlar mı" ifadesinin orijinalinin başındaki
"vav" harfi, böyle bir değerlendirmeyi gerektirmektedir.

Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalara göre, "...inanmayın"
ifadesinin anlamı
şudur: Onlara güvenmeyin, sırlarımızı onlara
açarak onları tasdik etmeyin. Nitekim, Tevbe suresinde yer alan,
"...mü'minle-re inanır..." (Tevbe, 61) ifadesi de, "mü'minlere güvenir"
anlamındadır. "dininize uyanlar" sözünden maksat da
Yahudilerdir.

Yanlarında bulunup da açıklamamaları istenen gerçek, kıblenin
Kâbe olarak değiştirilmesidir. Nitekim şu ayetlerde de bu olaya
işaret edilmektedir: "Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına
çevir..." "Kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden bir
gerçek olduğunu bilirler... Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu,
çocuklarını tanır gibi tanırlar. Bununla birlikte, içlerinden bir bölümü,
bildikleri halde gerçeği gizlerler." (Bakara, 144-146)

Tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı ile ilgili olarak tefsir
bilginleri arasında değişik anlamlar tartışma konusu olmuştur.
Bazılarına göre; "Ve sizin dininize uyanlardan başkasına
inanmayın..." diye başlayan ifade, ayetin sonuna kadar, yüce
Allah'a aittir, Yahudilerin sözü olarak aktarılmış değildir.
"inanmayın", "size verilenin" ve "ya da Rabbini-zin katında onunla
size karşı delil getirirler" sözlerindeki çoğul hitap sigası ise bütün
mü'minlere yöneliktir. Ayetin akışı içinde iki kere geçen "De ki:"
hitabı da Peygamber Efendimize (s.a.a) yöneliktir.

Diğer bazıları da aynı görüşü paylaşmakla birlikte, "size verilenin...
ya da Rabbinizin katında onunla size karşı delil getirirler."
ifadesindeki çoğul hitaplarının Yahudilere yönelik olmasını öngörür.
Buna göre, ayetin akışı azarlama ve kınama esaslıdır.

Diğer bazıları ise şöyle bir görüş ileri sürmüşlerdir: "Ve sizin
dininize uyanlardan başkasına inanmayın." sözü Yahudilere ait


160........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


olarak aktarılmıştır. "De ki: Hidayet, Allah'ın hidayetidir. Yoksa,
size verilenin..." ifadesi de, yüce Allah'ın Yahudilerin yukarıdaki
sözlerine verdiği bir cevap niteliğindedir.

Aynı
şekilde "fazl"ın (lütuf ve ihsan) anlamı üzerinde de farklı
yorumlar yapılmıştır. Bundan maksat "din"dir, "dünyevi nimet"tir
veya "zafer"dir şeklinde birtakım görüşler savunulmuştur.

Bu görüşler, onca çokluklarına rağmen, daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, ayetlerin akışıyla bağdaşmıyor. Bu yüzden gereğinden
fazla bunlar üzerinde durmayı uygun görmedik.

"De ki: "Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah,
(lütfu ve ihsanıyla) geniştir, bilendir." Ayetin orijinalinde geçen "fazl"
kelimesi, normal ihtiyaçlardan ziyadesi, fazlası demektir ve yararlı
şeyler için kullanılır. Buna karşın "fuzûl" (fazlalık) faydasız şeyler
için kullanılır. Rağib der ki: "Bağışlayana gerekli olmayan her bağışa,
"fazl" denir. "Allah'tan fazlını isteyin", "İşte bu Al-lah'ın fazlıdır",
"Büyük fazl sahibi" gibi. "De ki: "Allah'ın fazlıyla..." ve "Eğer
Allah'ın fazlı olmasaydı..." ifadelerini de bu şekilde anlamak gerekir."


Buna göre, "Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir." ifadesi, karşılaştırma
esaslı daha geniş bir açıklama yerine tercih edilen özet
ve vurgulu bir ifade konumundadır. Dolayısıyla ifadeyi şu şekilde
açabiliriz: De ki: Sırf kendinize özgü kılmaya çalıştığınız bu vahiy
inmesi gibi ilahi bağışlar, biz insanların hakkettiği şeyler değildir.
Tam tersine; bunlar, Allah'ın elinde olan lütuf ve ihsanlardır. Mülk
ve egemenlik O'nundur. O, dilediğine bunları bağışlar. Allah'ın
lütfu ve ihsanı boldur; O, her şeyi bilendir.

Şu halde ifadede, bütün yönleri ile ilahi nimetleri kendilerine
özgü kıldıkları anlaşılan sözlerine yönelik bir olumsuzlama söz
konusudur. Çünkü, Yahudilerin din ve kıble nimetinden yararlanması
gibi, insanların bazısının yüce Allah'ın lütuf ve fazlından yararlanıp
diğer bazısından yoksun kalması, ancak şu nedenlerden
birine dayandırılabilir:

Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................161


Ya yüce Allah'ın lütuf ve fazlının, başkalarının etkisinde
kalmasının mümkün olduğu, ilahi iradenin sıkıştırılabileceği ve
fazlın bir tarafa yönelmesinin önüne geçilip diğer bir tarafa
akmasının sağlanabileceği söylenmelidir ki kesinlikle böyle
değildir. Çünkü lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir, onu dilediğine
verir.Ya da Allah'ın lütuf ve ihsanının az olduğu, herkese yetecek
kadar olmadığı, lütuf ve ihsanda bulunulacakların sayısının da
fazla olduğu, dolayısıyla Allah'ın bazılarına lütuf ve ihsanda bulunup
bazılarına bulunmaması için bir tercih gerekçesine ihtiyaç
duyulduğu, bu nedenle de tercih gerekçesi bulmaya çalışmanın
gerekli olduğu söylenmelidir ki kesinlikle böyle değildir. Çünkü
yüce Allah'ın fazlı geniş ve boldur.

Ya da lütuf ve ihsan bol ve Allah'ın elinde olmasına karşın, lütuf
ve ihsanda bulunulması gerekenlerin Allah tarafından bilinmemesinin
mümkün olduğu, bilinmeyince de Allah'ın fazlından
yoksun kalacağı, dolayısıyla bazılarının durumunun Allah'ın bilgisinden
gizli tutulabileceği söylenecektir ki kesinlikle böyle değildir.
Çünkü yüce Allah bilendir, hiçbir şekilde bilmemekle nitelendirilemez.


(Al-i İmran /74) "O, rahmetini dilediğine tahsis eder; Allah büyük lütuf ve ihsan sahibidir."
Lütuf ve ihsan Allah'ın elinde olduğuna, onu dilediğine
verebildiğine, fazlı geniş, ilmi de kapsamlı olduğuna göre, bazı
nimetleri bazı kullarına özgü kılması mümkündür. Çünkü O, mülkünde
dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Lütuf ve
ihsanını dilediği gibi kullanması ve kullarına bahşetmesi yönünde
herhangi bir engelin olmaması, tüm lütuf ve ihsanını tüm kullarına
vermesini gerektirmez. Çünkü bizzat bu durum, tasarrufu açısından
bir engelleyici unsurdur. Şu halde O, lütuf ve ihsanını dilediğine
özgü kıl-ma yetkisine sahiptir.

Ayetin sonunda, "Allah büyük lütuf ve ihsan sahibidir." ifadesi
yer alıyor. Bu ifade, bundan önceki tüm anlamların bir bakıma
gerekçelileştirilmesi niteliğindedir. Çünkü fazlın mutlak ve sınırsız


162........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


olarak büyüklüğü; O'nun elinde olmasını ve dilediği gibi tasarrufta
bulunmasını, lütuf ve ihsanının geniş olmasını, kullarının durumunu
ve her birinin durumuna uygun lütuf ve ihsanı bilmesini ve fazlını
dilediğine özgü kılmasını gerektirir.

"O, rahmetini dilediğine tahsis eder" ifadesinde "fazl" yerine
"rahmet" kavramının kullanılması, zorunlu olmayan bağış anlamına
gelen fazlın, rahmetin bir parçası olduğunu gösteriyor. Yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Rahmetim, her şeyi kuşatmıştır." (A'râf,
156) "Eğer Allah'ın üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden
hiçbiri ebedi olarak yücelmezdi." (Nur, 21) "De ki: "Eğer siz
Rabbimin rahmet hazinelerine malik olsaydınız, harcamaktan
korkarak cimrilik edip elinizde tutardınız." (İsrâ, 100)

(Al-i İmran / 75) "Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona bir kantar
emanet bıraksan, onu sana geri verir... Ümmiler konusunda bize bir
vebal yoktur." demelerindendir."

Bu ifade, onların emanetleri koruma ve sözünde durma
konusunda zıt uçlarda yer alan farklı karakterlere sahip olduklarını,
bunun özü itibariyle zararlı bir ulusal alçaklık olmakla beraber,
aralarında yaygınlık kazanmış olan alçakça bir inanıştan kaynaklandığını
göstermektedir. Bu inanış, onların şu sözlerinde ifadesini
bulmaktadır: "Ümmiler (Ehl-i Kitap olmayanlar) konusunda
bize bir vebal yoktur." Onlar kendilerini Ehl-i Kitap, başkalarını da
ümmi (okumasız-yazmasız) olarak isimlendiriyorlardı. Do-layısıyla,
"Ümmiler konusunda bize bir vebal yoktur." sözünün anlamı
şudur:
İsrailli olmayanların İsrailliler üzerinde herhangi bir hakları
yoktur. Bu iddialarını da dinsel temellere dayandırıyorlardı. Şu ifade
ona yönelik bir işarettir: "Bildikleri halde Allah'a karşı yalan
söylemektedirler."

İsrailoğulları, bugün de olduğu gibi, ilahi saygınlık ve üstünlüğün
kendilerine özgü kılındığı ve bu niteliğin başka uluslara geçemeyeceğini
iddia ediyorlardı. Çünkü Allah onlara peygamberlik,
kitap ve egemenlik vermişti. Şu halde, başkaları üzerinde bir otoriter
üstünlükleri ve öncelikleri söz konusuydu. Bu anlayıştan hare



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................163


ketle şu sonucu çıkarıyorlardı: Kendileri için konulan ve uyulması
zorunlu olan faiz yemenin, başkalarının mallarını haksız yere gasp
etmenin ve insanların haklarını çiğnemenin haramlığını öngören
hükümlerin sırf Ehl-i Kitap çerçevesinde geçerlidir.

Dolayısıyla haram olan, bir İsraillinin diğer bir İsraillinin malını
haksız yollarla yemesidir. Yasak olan, bir Yahudi'nin başka bir Yahudi'nin
haklarını çiğnemesidir. Kısacası; Ehl-i Kitabın, Ehl-i Kitap
üzerinde gözetilmesi gereken hakları vardır, ama Ehl-i Kitap olmayan
birinin Ehl-i Kitap olan biri üzerinde gözetilmesi gereken hakları
yoktur. Dolayısıyla Ehl-i Kitap, kendisinden olmayan kimseler
hakkında dilediği hükmü verebilir, diğer toplulukların mensupları
ile ilgili olarak istediği gibi davranabilir. Bu yüzden onlar, kendilerinden
olmayan birine karşı, kim olursa olsun, yabani bir hayvan
muamelesi gösterirler.

Gerçi böyle bir kuralı, ellerindeki Tevrat gibi vahye nispet edilen
kutsal kitaplardan edinmek mümkün değildir; ancak bu anlayışı
hahamlarından duymuşlardır, kuşaktan kuşağa aktarılan bir
gelenek olarak algılamışlardır. Onlar, mensubu oldukları Musevi
dininin İsrail-oğullarından gelmeyen bir topluluğa sirayet etmesini
istemezler. Doğal olarak, üstünlük ve egemenliğin İsrailoğullarına
özgü ırksal bir olgu olduğunu düşünmektedirler. Şu halde
İsrailoğullarına mensup olmak, başlı başına bir onur ve üstünlük
nedenidir. Bir İsrailli başkalarına göre, mutlak bir önceliğe sahiptir.
Bu azgın ruh, bir ulusun içinde depreşti mi, onları yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmaya, insanlık camiasına egemen olan insanlık
ruhunu öldürüp izlerini ortadan kaldırmaya sevk eder.

Hiç kuşkusuz, birey ve toplum olarak bazılarının genel haklarını
yok saymak anlamına gelen bu kural, özü itibariyle insanlık toplumu
için vazgeçilmez bir uygulamadır. Ancak yapıcı temel ve eylemlere
dayalı bir toplumun bu bağlamda öngördüğü, genel hakları
çiğnemeyi ve toplumsal düzeni yıkmayı hedef alanların bu haklardan
yoksun bırakılmalarıdır. İslam açısından genel hakları ko



164........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


rumanın garantisi, ya İslam ya da İslam'ın siyasal egemenliğini
tanıma anlamına gelen zimmet akdidir. Dolayısıyla İslam'a girmeyen
veya zimmet akdiyle İslam'ın siyasal egemenliğini tanımayan
kimselerin hayat hakkı yoktur. Daha önce de vurguladığımız gibi,
bu yaklaşım insanlık toplumu nezdin-de genel anlamda geçerli
olan fıtrat yasasına uygundur.

Şimdi, tefsirini sunmakta olduğumuz ayetle ilgili
açıklamalarımıza dönebiliriz. İfadenin akışı, "Onlardan..." demeyi
gerektiriyorken: "Kitap ehlinden..." denilmiş ve zamir yerine açık
isim kullanılmıştır ki, önceki iki ayetin kapsamı içinde;
"...gündüzün başlangıcında inene inanın" dedikleri belirtilen
grubun içindeki bazı kimselerin kastedildiği vehmedilmesin. Bu
nedenledir ki, söz konusu vehmin bertaraf edildiği anlaşılınca,
sonra gelecek olan ayette; "Onlardan bir bölük de vardır ki, kitabı
okurken dillerini eğip bükerler." denilmiştir.

Meselenin bir diğer yönü daha vardır: Ayette, vasfın zikredilmiş
olması, yâni onların Ehl-i Kitaptan olduklarının belirtilmesi, konunun
gerekçesine yönelik bir tür işaret içermektedir. Buna göre,
onlardan bu tür bir söz ve eylemin sadır olması, yâni "Ümmiler
konusunda bize bir vebal yoktur." demeleri ve buna dayanarak
insanların mallarını yemeleri, peygamberlikten ve vahiyden haberi
olmayan ümmi kimseler olsalardı, pek garip kaçmayacaktı, tuhaf
karşılanmayacaktı. Ancak onlar Ehl-i Kitaptırlar, yanlarında Allah'
ın hükmünü içeren kitap vardır. Onlar, kitabın kendilerine böyle
davranmalarını öngören bir hüküm yöneltmediğini, kendilerinden
olmadığı için kendilerinden olmayan birinin malını yemelerini mubah
kılmadığını biliyorlar. Dolayısıyla, Ehl-i Kitap oldukları halde
bu sözler ve davranışlar onlardan hiç beklenmemekte ve garipsenmektedir.
Bu sözleri ve davranışlarından dolayı da büyük bir
kınama ve azarlamayı hakkettikleri ifade edilmektedir.

Kantar ve dinar bilinen ağırlık ölçüleridir. Bu iki ağırlık ölçüsünün
karşılaştırılmış olması, sanatsal güzelliğin yanı sıra, emanet



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................165


ten söz edildiği bir bağlamda, azlık ve çokluktan kinaye olmak
üzere söz konusu edildiklerini ortaya koymaktadır. Demek isteniyor
ki: İçlerinden öyleleri vardır ki, ne kadar çok ve değerli olsa da,
kesinlikle emanete hıyanet etmezler. Öyleleri de vardır ki, az ve
değersiz olsa da, emanete hıyanet ederler.

Aynı
şekilde, "...ona bir kantar emanet bıraksan..." ifadesindeki
hitapta, belli bir muhatap gözetilmiş değildir. Burada kinaye
sanatına başvurulmuş ve bu şekilde hitap edilebilecek herkes için
geçerlidir. Bununla güdülen amaç da, yargının genel olduğunu, sırf
bir kişiye özgü olmadığını vurgulamaktır. Dolayısıyla, bu ifadeyi şu
anlamda algılamak gerekir: "Kim olur olsun, herhangi bir insan,
ona bir kantar emanet bırakırsa, onu ona geri verir."

Söylendiği üzere; "...onun tepesine dikilip durmadıkça..." sözünün
orijinalindeki (ma dumte) "ma" harfi mastar alametidir. Bu
durumda ifadenin takdiri açılımı
şöyledir: "...onun tepesine dikilmeye
devam etmedikçe..." Dikilip durmadan söz edilmesi, ısrar ve
acele edildiğine yönelik bir işarettir. Çünkü bir şey isteyenin isteme
esnasında ayakları üzerinde dikilip durması ve oturmaması,
ısrar ve acele ettiğini gösterir. "Ma" harfinin zarf bildirdiğini söyleyenler
de olabilir. Ama bu, itina edilecek bir görüş değildir.

"Bu, onların; "Ümmiler konusunda bize bir vebal yoktur." demelerindendir."
ifadenin akışı, bu cümlenin, bir bütün olarak önceki
ifadenin gerekçesine yönelik bir işaret olduğunu göstermektedir.
Yâni, büyük ve önemli olmasına karşın bazılarının emanete
riayet etmeleri, buna karşın önemsiz ve değersiz bile olsa bazılarının
emanete riayet etmemeleri, onların; "Ümmiler konusunda
bize bir vebal yoktur." demelerinden ve bunun sonucunda ruhsal
nitelikler itibariyle farklı görüntüler arz etmelerinden kaynaklanıyor.
Bu durum, bazılarının emanete riayet edip insan haklarını çiğnemekten
kaçınmalarını, buna karşın diğer bazılarının, saygınlık
ve üstünlüğün kendilerine özgü kılındığı zannına aldanarak emanete
riayet etmemelerini doğurmuştur. Oysa onlar, yüce Allah'ın


166........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


kitapta onlar için böyle bir şeyi yasamadığını, bu tür fiillerden hoşnut
olmadığını biliyorlar.

Bu cümlenin, "Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet
bıraksan... onu sana geri vermez." ifadesiyle kendilerinden
söz edilen ikinci grubun durumuna yönelik bir işaret olması da
mümkündür. Bu durumda, emanet konusunda güvenilir olan birinci
gruptan söz edilmiş olması, insafa riayet ederek bütün kısımları
zikretme amacına yöneliktir. Bu ikinci ihtimale göre; "Bildikleri
halde..." ve "...yalan söylemektedirler" ifadelerindeki çoğul zamirler,
Ehl-i Kitaba veya "Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar
emanet bıraksan..." ifadesiyle kendilerinden söz edilen kimselere
dönük olabilir. Yine bu ihtimalin esas alınması durumunda
"bize" ifadesindeki birinci çoğul şahıs zamiri, tüm Ehl-i Kitaba veya
Ehl-i Kitap içindeki belli bir gruba dönük olabilir. İhtimallerin değişikliğine
paralel olarak anlamda da değişiklik olur. Ancak bunların
tümü de doğru ve yerindedir. Artık sana da bunlar üzerinde durup
düşünmek düşer.

"Bildikleri halde Allah'a karşı yalan söylemektedirler." Bu ifade,
"Ümmiler konusunda bize bir vebal yoktur." şeklindeki iddialarını
geçersiz kılmaktadır. Ayrıca, daha önce işaret ettiğimiz gibi, bu
iddialarını semavi vahye ve dinsel yasamaya dayandırdıklarını da
göstermektedir.

(Al-i İmran / 76) "Hayır, kim ahdine vefa eder ve sakınırsa, şüphesiz,
Allah da sakınanları sever."
Bu ifade, iddialarına bir cevap ve "Üm-miler
konusunda bize bir vebal yoktur." şeklindeki sözleriyle olumsuzladıkları
sorumluluğu olumlama niteliğindedir. Ahde vefa etmek,
onu hiçbir bahaneye sığınmadan eksiksizce yerine getirmek
şeklinde tamamlamakla olur. Nitekim, aynı kökten gelen "tevfiye",
eksiksiz bir şekilde vermek, bağışta bulunmak; "istîfa" da eksiksiz
bir şekilde almak anlamına gelmektedir.

Ahitten maksat; bir sonraki ayette yer alan "Allah'ın ahdini ve
ye-minlerini az bir değere karşılık satanlar..." ifadesinden anlaşıl



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................167


dığı üzere, yüce Allah'ın, "Allah'a inanacak ve O'na ibadet edecekler"
yönünde kullarından aldığı ahittir. Ya da maksat, yüce Allah'ın
kullarından aldığı ahdi de kapsamına alan her türlü ahittir.

"...şüphesiz, Allah da sakınanları sever." ifadesinde, öz bir
söylem tercih edilerek büyük önerme küçük önermenin yerine
konulmuştur. Dolayısıyla, ifadenin takdiri açılımı
şöyledir: "Allah
onu sever; çünkü o, muttakidir, sakınandır; Allah da sakınanları,
muttakileri sever." Demek isteniyor ki, yüce Allah'ın sakınan kullarına
yönelik lütfu, onları sevmesidir; sizin iddia ettiğiniz gibi sorumluluklarını
kaldırması değil.

Bu ifadeyle vurgulanan anlam şudur: İlahi üstünlük ve saygınlık,
bu kadar pespaye değildir ki, her kendini ona nispet eden, her
düzenbaz, her kendini beğenmiş onu elde etsin ve ırksal veya ulusal
bazda üstünlük iddiasında bulunsun. Tersine, bu onura ve bu
üstünlüğe erişmenin şartları vardır. Allah'a verilen söze bağlı kalmak
ve dinde takva sahibi olmak gibi. Bu şartlar yerine gelince,
Allah'ın sevgisi kazanılarak, Allah'ın velayeti altına girilerek say-
gınlık ve üstünlük elde edilmiş olur. Bu da, sadece Allah'ın muttaki
kullarının erişebileceği bir onurdur. Belirtisi de, dünyayı ve dünyada
yaşayanların zihniyetini bayındır kılan ve ahiretteki derecelerini
yükselten mutlu bir hayat ve ilahi yardımdır.

İlahi üstünlük ve saygınlık budur işte. İlahi üstünlük ve saygınlık,
demek değildir ki, Allah'ın iyi ve kötü kulları bir kavmi omuzlayacaklar,
onlar da serbest olacaklar, dilediklerini yapacaklar, bir
gün; "Ümmiler konusunda bize bir vebal yoktur.", bir gün; "Biz
insanlardan ayrı olarak Allah'ın dostlarıyız."4, bir başka gün de;
"Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz."5 diyecekler ve bu düşünce,

4- "De ki: Ey Yahudiler, eğer siz, insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin Allah'ın
dostları olduğunuzu öne sürüyorsanız..." (Cuma, 6)

5- "Yahudi ve Hıristiyanlar dediler ki: Biz Allah'ın çocukları ve sevdikleriyiz."
(Mâide, 18)


168........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


onları yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, çevreyi ve insan soyunu
imha etmeye yöneltecektir!

(Al-i İmran / 77) "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık satanlar..."

Bu ifade, önceki ayette işaret edilen hükme ilişkin bir gerekçe niteliğindedir.
Buna göre; ilahi saygınlık ve üstünlük, Allah'ın ahdine
vefa edenler ve sakınanlara özgüdür. Onların dışındaki Allah'ın
ahdini ve yeminlerini az bir değere satan kimseler için onur ve
saygınlık söz konusu değildir.

Allah'ın ahdini bozmak ve takvayı terk etmek, dünyanın çekici
süslerinden yararlanmaya yönelik bir davranış olduğu ve dünya
tutkularının ahiret nimetlerine tercih etmek anlamına geldiği için,
burada dünya metaının ahde vefa ve takvanın yerine konulması ve
ahdin dünya metaıyla değiştirilmesi söz konusudur. Bu yüzden
onların bu davranışları ticari alış verişe benzetilmiş, Allah'ın ahdi
meta karşılığı satılan bir olgu gibi gösterilmiştir. Az bir şeyden ibaret
olan dünya metaı da "az bir değer" olarak isimlendirilmiştir.
Ayette geçen "iştira" satış demektir. "Allah'ın ahdini ve yeminlerini
az bir değere karşılık satanlar..." demek, yâni ahdi ve yeminlerini
dünya metaı ile değiştirenler demektir.

"İşte onlar için ahirette hiçbir pay yoktur, kıyamet gününde Allah
onlarla konuşmaz..." İfadenin orijinalinde geçen "halak" kelimesi
pay, "tezkiye" kelimesi de, sağlıklı ve uygun bir şekilde büyütüp
geliştirmek ve olgunlaştırmak demektir. Bu gruba giren insanlara
ilişkin olarak sayılan nitelikler, "Hayır, kim ahdine vefa eder ve
sakınırsa..." ayetinde işaret edilen gruba ilişkin niteliklerin tam
kar-şıtı olduğuna ve bu niteliklerin birtakım olumsuz neticeleri
olduğuna göre şu sonuçları çıkarabiliriz:

1-Uzaklık gösteren "ulaike" (onlar) işaret zamirinin kullanılması,
bunların Allah'a yakın olmadıklarını vurgulamak içindir. Buna
karşın ahde vefa edip sakınanlar, yüce Allah'ın kendilerini sevdiği
için, Allah'a yakındırlar.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................169


2-Yüce Allah'ın birini sevmesinin sonucu, ahirette pay sahibi
olması, kıyamet günü Allah'ın onunla konuşması, ona bakması,
onu yüceltmesi ve onu bağışlaması (acı azabı ondan kaldırması)
dır.

Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini çiğneyenlere ilişkin olarak
yüce Allah'ın saydığı niteliklerse üç hususta belirginleşmektedir:


Birincisi: Ahirette onlar için bir pay yoktur. "Son" anlamına gelen
"ahiret"ten maksat, "son yurt"tur. (Niteliğin nitelenenin yerine
geçmesine bir örnek.) Bununla ölümden sonraki hayat kastedilir.
Nitekim "dünya" ile de, ölüm öncesi dünya hayatı kastedilir.

Ahirette paysız kalışlarının nedeni, dünya payını ona tercih
etmeleridir. Bundan da anlaşılıyor ki, az değerden maksat dünyadır.
Bundan önce, az değeri dünya metaı
şeklinde tefsir etmemizin
sebebi, yüce Allah'ın bunu azlıkla nitelediği gibi, dünya metaını da
az olarak nitelemesidir: "De ki: Dünyanın metaı azdır." (Nisâ, 77)
Kaldı ki, dünya metaı, bizzat dünyanın kendisidir.

İkincisi: Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onlara
bakmaz. Bunun tam karşısında ise, muttakilere yönelik ilahi sevgi
yer alır. Çünkü sevgi, buluşma ve kavuşma zamanında sevenin
sevilene bakması ve onunla konuşması yoluyla haz almasını gerektirir.
Allah onları sevmediğine göre, buluşma ve kavuşma günü
olan kıyamet günü, onlarla konuşmaz, yüzlerine bile bakmaz. Önce
konuşmanın, ardından bakmanın söz konusu edilmesi, aralarında
bir kuvvet ve zaaf farkının olmasından dolayıdır. Çünkü konuşma
esnasındaki iletişim, bakışmadakinden daha fazladır. Demek
isteniyor ki, çok veya az hiçbir şekilde onları onurlandırmayız.

Üçüncüsü: Allah, onları yüceltmez ve elem verici azap onlar içindir.
İfadenin mutlak ve belirsiz bırakılmış olması, dünya ve
ahiret hayatını kapsayan bir yüceltme ve azaptan söz edildiğini
gösteriyor.


170........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


(Al-i İmran / 78) "Onlardan bir bölük de vardır ki, kitabı okurken dillerini
eğip bükerler, siz onu kitaptan sanasınız diye. Oysa o, kitaptan değildir."
Ayetin
orijinalinde geçen "yelvune" fiilinin mastarı olan "leyy" kelimesi,
ipi bükmek demektir. Baş ve dil için kul-lanıldığında, başı ve dili
sağa sola eğip bükmek anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"...başlarını yana çevirirler..." (Müna-fikun, 5), "...dillerini
eğip bükerek..." (Nisâ, 46) Ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla
bununla şu kastediliyor: Bunlar, Allah'a atfettikleri birtakım uydurma
sözleri kutsal kitabı okur gibi melodili bir tarzda okuyorlardı.
Böylece bu sözler kitaptan olmadığı halde insanların
bunların kitaptan olduğunu sanmalarını amaçlayan bir hileye başvuruyorlardı.


Ayetin akışı içinde üç kere "kitap" sözcüğünün geçmesi,
karışıklığı önleme amacına yöneliktir. Birincisinden maksat, kendi
elleriyle yazıp Allah'a nispet ettikleri kitaptır. İkincisinden maksat,
yüce Allah'ın vahiy yoluyla indirdiği kitaptır. Üçüncüsünden maksat
da yine ikincisidir. Bu iki anlamın birbiriyle karıştırılmaması ve
"Allah'ın kitabının, şu uydurmalarla aynı kefeye konulmayacak
kadar yüce olduğu" mesajı verilmesi için bu sözcük tekrarlanmıştır.
Bunu "kitap" sözcüğünün nedensellik ima eden niteliksel an-
lamından çıkarabiliriz.

"O, Allah katındandır, derler. Oysa o, Allah katından değildir." Bu
ifadede de "Allah" lafzının tekrarlanması benzeri bir amaca yöneliktir.
Demek isteniyor ki: "O, gerçek ilah olan ve haktan başka söz
söylemeyen Allah katından değildir." Yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmuştur: "Ben hakkı söylerim." (Sâd, 84)

"Bildikleri halde Allah'a karşı yalan söylerler." Yüce Allah'ın vahyine
nispet ettikleri sözleri yalanlamaya yönelik birinci yalanlamadan
sonra yer alan bir diğer yalanlamadır. Çünkü onlar, kendi uydurmalarını
da kitabı okudukları makamda okuyarak insanların
kafasını karıştırıyorlardı. Yüce Allah, onların bu planlarını
şu sözleriyle
bozdu: "Oysa o, kitaptan değildir." Ayrıca onlar, dilleriyle de


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................171


bunun Allah katından olduğunu söylüyorlardı. Yüce Allah, önce
onları
şu sözlerle yalanladı: "Oysa o, Allah katından değildir." Sonra
da şöyle buyurdu: "Allah'a karşı yalan söylerler." Sonuç itibariyle
önce şu husus vurgulanmış oldu: Yalan, onların karakterleri ve
tıynetleridir. İkincisi: Bu yalan, meseleyi karıştırmış olmalarından
kaynaklanmıyor; tersine, onlar bilerek ve bilinçli olarak yalan
söylüyorlar.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

ed-Dürr-ül Mensur adlı eserde, "De ki: Ey kitap ehli, bizimle sizin
aranızda eşit olan bir kelimeye gelin." ayetiyle ilgili olarak İbni
Cerir'in Süddi'den şöyle rivayet ettiği geçer: "Sonra Resulullah
(s.a.a), Necran Hıristiyanlarından oluşan heyeti çağırdı ve onlara
şöyle dedi: Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda eşit ve ortak olan
bir kelimeye gelin."
(c.2, s.40)

Ben derim ki: Yine aynı eserde, aynı anlamı içeren bir rivayet,
İbn-i Cerir kanalıyla Muhammed b. Cafer b. Zübeyir'den aktarılmıştır.
Rivayetin zahiri, ayetin Necran heyeti hakkında indiğini göstermektedir.
Biz surenin başlangıcında, surenin seksen küsür ayetinin
Necran Hıristiyanları hakkında indiğini vurgulayan rivayeti
aktardık. Bu ayet de seksenden önce olduğuna göre, bu kapsama
girer.

Bazı rivayetlerde, Peygamberimizin (s.a.a) Medineli Yahudileri,
cizye vermeyi kabul edinceye kadar aralarında eşit olan kelimeye
davet ettiği belirtilir. Bu, ayetin Necran heyeti hakkında inmiş olmasıyla
çelişmez.

Sahih-i Buharî'de, kendi isnadıyla İbn-i Abbas'ın Ebu
Süfyan'dan aktardığı uzunca bir rivayette, Peygamberimizin (s.a.a)
Roma Kralı Herakliyus'a yazdığı bir mektuptan söz edilir. Ebu
Süfyan der ki: "Sonra Herakliyus Resulullah'ın kendisine yazdığı
mektubu istedi. Mektubu okuyunca onda şöyle yazıldığını gördü:


172........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Allah'ın elçisi Muhammed'den
Roma büyüğü Herakliyus'a: Selam olsun hidayete tabi
olanlara. İmdi ben seni, İslam'ın çağrısına davet ediyorum. Müslüman
ol, esenliğe kavuş. Müslüman ol ki, Allah sana iki kere ecir
versin. Eğer bu çağrıma yüz çevirirsen, bütün Bizans köylülerinin
günahı senin boynunadır. "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda
eşit olan bir kelimeye gelin; Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim...
Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız..." (c.4, s.57)

Ben derim ki: Bu hadisi, Müslim de rivayet eder. Suyuti de ed-
Dürr-ül Mensûr'da Nesai'den, Abdurrezzak ve İbn-i Ebu Hatem ise,
İb-n-i Abbas'tan aktarırlar.

Denildiğine göre, Peygamberimizin (s.a.a) Mısır Kıptilerinin
büyüğü Mekukas'a gönderdiği mektup da, "Ey kitap ehli, bizimle
sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin" ayetini içeriyordu. Bugün
elimizde Resulullah'a (s.a.a) nispet edilen ve Kufi hattıyla yazılmış
bulunan bir mektup vardır. Mektup Herakliyus'a gönderilen
mektuba benzemektedir. Bunun fotoğrafı çekilerek çoğaltılmış ve
şu anda birçoklarının ellerinde bulunmaktadır.

Her halükarda tarihçiler, Resulullah'ın (s.a.a) hicretin altıncı
yılında Kayser, Kisra ve Necaşi gibi krallara mektuplar yazdığını ve
elçiler gönderdiğini belirtirler. Bu durum, tefsirini sunduğumuz
ayetin hicretin altıncı yılında veya ondan önce inmiş olmasını gerektirir.
Oysa Ta-beri, İbn-i Esir ve Makrizi gibi tarihçiler Necran
Hıristiyanlarının hicretin onuncu yılında Peygamberimize (s.a.a) bir
heyet gönderdiklerini belirtirler. Ebu-l Fida, "el-Bidaye ve'n-
Nihaye"de söz konusu heyetin hicretin dokuzuncu senesinde geldiğini
belirtir. Aynı
şey, "es-Siret-ul Halebiye"de de geçer. Bunlar,
ayetin hicretin dokuzuncu veya onuncu senesinde inmiş olmasını
gerektirir.

Bazıları; "Ayet, hicretin ilk yıllarında inmiştir." demişlerdir. Az
sonra yer vereceğimiz rivayetlerde buna işaretler vardır. Diğer
bazıları, ayetin iki kere indiğini söylemişlerdir. Bu görüşü Hafız İbn



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................173


ları, ayetin iki kere indiğini söylemişlerdir. Bu görüşü Hafız İbn-i
Cerir aktarmıştır.

Surenin girişinde de belirttiğimiz gibi, ayetlerin akışı arasındaki
bütünlüğün ortaya koyduğu husus şudur: Bu ayetler, hicretin
dokuzuncu senesinden önce inmiştir. Necran Hıristiyanlarından
oluşan heyet de hicretin altıncı yılında veya daha önce gelmişler.
Romalılar, Kıptiler ve Farsların büyüklerine mektuplar yazılırken
kapı komşusu Necranlılara göz yumulması akla uygun düşmüyor.

Rivayette dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, mektubun
"Bismillahirrahmanirrahim" (Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla) ifadesiyle başlamasıdır. Bundan, Necranlı heyetin kıssasıyla
ilgili Beyhaki'nin "ed-Delail" adlı eserinden nakledilen ve bizim
de yer verdiğimiz bazı rivayetlerdeki problem de anlaşılmaktadır.
Bu rivayetlere göre, Peygamberimiz (s.a.a) Neml suresinin inişinden
önce Necranlıla-ra şu ifadeleri içeren bir mektup yazmıştır:

"İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un ilahı Allah'ın adıyla. Allah'ın
elçisi Muhammed'den Necran Kardinaline: Eğer Müslüman olursanız,
ben sizden dolayı
İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un ilahı Allah'a
hamd ederim. İmdi ben sizi kula kulluktan Allah'a kulluğa,
kulların yönetsel velayetinden Allah'ın yönetsel velayetine çağırıyorum.
Eğer bunu kabul etmezseniz, bu durumda cizye vermeniz
gerekir. Eğer bundan da yüz çevirirseniz, size savaş ilan ederim.
Vesselam..."

Ancak ne var ki, Neml suresi Mekke inişlidir. Ayetlerinin içeriği,
onun hicretten önce indiğine ilişkin bir nassın kanıtsallığına sahiptir.
Dolayısıyla Necran kıssasının Neml suresinin inişinden önce
gerçekleştiğini kabullenmek mümkün değildir. Kaldı ki mektupta,
cizye ve savaş ilanı gibi hususlara yer verilmiştir ki, bunları Mekke
dönemi çerçevesinde izah etmek mümkün değildir. Doğrusunu
yüce Allah bilir.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Taberani'nin İbn-i Abbas'tan şöyle
rivayet ettiği geçer: Resulullah (s.a.a), kafirleri şu ifadeleri içe



174........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ren mektuplarla davet ederdi: "Bizimle sizin aranızda eşit olan bir
kelimeye gelin..." (c.2, s.40)

Yine ed-Dürr-ül Mensur tefsirinde, "Ey kitap ehli, İbrahim hakkında
ne diye çekişip tartışıyorsunuz?..." ayetiyle ilgili olarak İbn-i
İshak, İbn-i Cerir ve Beyhaki'nin (ed-Delail'de) İbn-i Abbas'tan şöyle
rivayet ettikleri kaydedilir: Necran Hıristiyanları ve Yahudi hahamları
Resulullah'ın yanında bir araya geldiler ve onun huzurunda
tartıştılar. Hahamlar; "İbrahim Yahudiydi." dediler. Hıristiyanlar da;
"İbrahim Hıristiyandı." dediler. Bunun üzerine yüce Allah onlar
hakkında şu ayetleri indirdi: "Ey kitap ehli, İbrahim konusunda ne
diye çekişip tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ancak ondan
sonra indirilmiştir... Allah da mü'minlerin velisidir." Ebu Rafi
el-Kurazi6 dedi ki: "Ey Muhammed, Hıristiyanların Meryem oğlu
İsa'ya taptıkları gibi bizim de sana tapmamızı mı istiyorsun?"
Necran Hıristiyanlarından bir adam: "Sen bunu mu istiyorsun ey
Muhammed?" diye sordu. Resulul-lah Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki:
"Allah'tan başkasına tapmaktan veya O'ndan başkasına tapmayı
emretmekten Allah'a sığınırım. Allah beni böyle bir şeyle göndermedi
ve bana böyle bir şeyi emretmedi."

Bunun üzerine yüce Allah onların bu sözlerine bir cevap
niteliğinde şu ayeti indirdi: "Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah
kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik versin de sonra o,
insanlara; "Allah'ı bırakıp bana kul olun." desin."...Artık siz
Müslüman olduktan sonra, size küfrü mü emredecek?" Sonra,
atalarından, vaat edilen peygamber gelince onu tasdik etmek
üzere misak alınışını ve onların bunu kabul etmelerini anlattı ve şu
ayeti okudu: "Hani Allah, peygamberlerden kesin bir söz almıştı:
...şahit olanlardanım." (c.2, s.40-41)

Ben derim ki: "Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah kendisine kitap,
hüküm ve peygamberlik versin de sonra..." diye başlayan

6- Kureyze Oğulları Yahudilerinden.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................175


ayetler, akışları itibariyle Peygamberimizden çok Meryem Oğlu
İsa'nın durumuna daha uygun düşmekte ve onunla irtibatlı olarak
ele alındığında daha rahat anlaşılmaktadır. Ayetleri tefsir ederken,
bu konuya açıklık getireceğiz. Dolayısıyla rivayette, ayetlerin Peygamberimizin
(s.a.a) hakkında inmiş oldukları şeklindeki değerlendirme,
İbn-i Abbas'ın kişisel çıkarsaması ve uyarlaması olsa
gerektir. Kaldı ki, Kur'an'ın ifade tarzı, bu tür sözlerin soru-cevap
veya hikaye ve ret şeklinde sunulmasını öngörür.

el-Hazin tefsirinde, Kelbi Ebu Salih'ten, o da İbn-i Abbas'tan,
yine Muhammed b. İshak kendi isnadıyla İbn-i Şihab'dan Habeşistan'a
hicret olayını şöyle rivayet ederler:

"Cafer b. Ebu Talip ile birlikte Peygamberimizin (s.a.a) ashabından
bazıları Habeşistan'a hicret edip oraya yerleştikten bir süre
sonra Peygamberimiz de Medine'ye hicret etti. Daha sonra Bedir
savaşı oldu. Bunun üzerine Kureyşliler Dar-un Nedve'de toplandılar.
Dediler ki: "Muhammed'in Necaşi'nin ülkesinde bulunan ashabından,
Bedir'de ölen adamlarımıza karşılık olarak intikam ala-
lım. Necaşi'ye hediye olarak sunulmak üzere mal toplayın ki,
kavmimizden olup onun ülkesine göç edenleri size versin. Bu iş
için de yetenekli iki kişiyi seçin."

Amr b. As'ı ve Amara b. Ebu Muayt'ı, beraberlerinde deri ve
başka hediyelerle birlikte gönderdiler. Bu ikisi deniz yoluyla Habeşistan'a
ulaştılar. Necaşi'nin huzuruna varınca onun için secdeye
kapanıp ona selam verdiler. Ardından dediler ki: "Halkımız senin
için iyi dileklerde bulunuyor ve şükranlarını sunuyorlar. Senin adamlarına
da sevgi besliyorlar. Bizi sana gönderdiler ki, senin ülkene
sığınan şu adamlar hakkında seni uyaralım. Çünkü onlar,
yalancı bir adamın taraftarlarıdır. Bu adam ortaya çıkıp Allah'ın
elçisi olduğunu iddia ediyor. Bazı kıt akıllı kimselerden başka da
kimsecikler dediklerine inanıp uymuyor. Biz onları sıkıştırdık. Kendi
topraklarımızda bir mahallede ablukaya aldık. Oraya girenler
açlıktan ve susuzluktan ölmeye başladılar. İşi zorlaşınca amcası



176........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


nın oğlunu sana gönderdi ki, senin dinini, krallığını ve halkını ifsat
etsin. Onlardan sakın. Onları bize geri ver ki, sizin adınıza biz onların
hakkından gelelim. Bunların bozgunculuklarının belirtisi, yanına
girdiklerinde senin için secdeye kapanmamaları ve insanların
yaptığı gibi sana selam vermemeleridir. Bunun nedeni, senin dinin
ve yasalarına uymak istememeleridir."

Necaşi onları çağırdı. Geldiklerinde Cafer kapıda şöyle seslendi:
"Yüce Allah'ın hizbi (grubu), içeri girmek için izin istiyor." Necaşi
dedi ki: "Şu seslenen adama sözlerini bir daha tekrarlamasını
söyleyin." Cafer sözlerini bir kez daha tekrarladı. Bunun üzerine
Necaşi şöyle dedi: "Evet, Allah'ın güvencesi ve zimmetiyle içeri
girsinler." Amr arkadaşına baktı ve şöyle dedi: "Görüyor musun,
nasıl onların diliyle kendilerini Allah'ın hizbi olarak takdim ediyorlar
ve Necaşi de onlara nasıl cevap veriyor?!" Bu karşılama, Amr
ve arkadaşının moralini bozdu.

Sonra Necaşi'nin huzuruna girdiler, ama ona secde etmediler.
Amr b. As atıldı: "Görüyor musun, nasıl büyükleniyorlar ve sana
secde etmiyorlar?" Necaşi onlara: "Niye bana secde
etmiyorsunuz? Dışarıdan gelip de huzuruma girenlerin yaptığı gibi
beni selamlamıyorsunuz?" dedi. Dediler ki: "Biz seni yaratan ve
sana krallık veren Allah'a secde ederiz. Biz de putlara taparken
böyle selam verirdik. Allah içimizden doğru sözlü birini peygamber
olarak gönderdi. Bu peygamber bize, Allah'ın razı olduğu selamlama
şeklini öğretti. O da cennet ehlinin selamıdır." Necaşi bunun
hak olduğunu, Tevrat ve İncil'de yazılı olduğunu anladı, sonra dedi
ki: "Allah'ın hizbi içeri girmek için izin istiyor" diye bağıran hanginizdi?"
Cafer: "Ben idim." dedi ve devam etti: "Sen yeryüzündeki
kitap ehli krallardan birisin. Senin huzurunda fazla söz söylemek
ve haksızlık etmek uygun olmaz. Ben, arkadaşlarım adına konuşmak
istiyorum. Bu iki adama da emret ki, biri konuşsun, diğeri
sussun. Böylece sen de bizim karşılıklı konuşmamızı dinlersin."


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................177


Bunun üzerine Amr, Cafer'e; "Hadi konuş." dedi. Cafer
Necaşi'ye dedi ki: "Bu iki adama sor, biz köle miyiz, özgür müyüz?
Eğer biz köle isek, sahiplerimizin yanında kalmamız gerekirdi ve
sen de bizi geri gönderebilirsin." Necaşi: "Bunlar köle midirler,
yoksa özgür müdürler?" diye sordu. Amr; "Saygıdeğer ve özgür
insanlardır." dedi. Necaşi; "Kölelikten kurtuldular." dedi. Cafer dedi
ki: "Bu ikisine sor, biz haksız yere bir kan mı döktük de bize kısas
uygulamak mı istiyorlar?" Amr dedi ki: "Hayır, bir damla kan dökmüş
değiller." Cafer dedi ki: "Bu ikisine sor, insanların mallarını
haksız yere aldık da geri vermedik mi?" Necaşi; "Eğer kantarlar
miktarı borçları olsa, ben öderim." dedi. Amr dedi ki: "Hayır, bir
zerre kadar bile borçları yoktur." Necaşi; "Peki onlardan ne
istiyorsun?" diye sordu. Amr dedi ki: "Biz ve onlar bir din üzereydik,
atalarımızın dinindeydik. Ama onlar bu dini terk ettiler. Başka bir
dine uydular. Kavmimiz, onları bize teslim edesin diye bizi gönderdiler."


Necaşi dedi ki: "Sizin üzerinde olduğunuz din neydi ve bunların
uydukları nedir?" Cafer dedi ki: "Daha önce tabi olduğumuz din,
şeytanın diniydi; Allah'ın ilahlığını inkar ediyor, taşlara tapıyorduk.
Daha sonra bağlandığımız din ise, Allah'ın dini olan İslam'dır. Bu
dini bize, Allah katından Meryem Oğlu İsa'ya verilen kitabın benzeri
ve ona uygun bir kitap getiren Resul tebliğ etti." Necaşi dedi ki:
"Ey Cafer, çok önemli bir söz söyledin."

Sonra Necaşi çanların çalınmasını emretti. Bütün papazlar ve
rahipler huzurunda toplandılar. Necaşi, onlara şöyle dedi: "Sizi
İsa'ya İncil'i indiren Allah adına yemine veriyorum. Sizce, İsa'nın
gelişiyle kıyamet günü arasındaki süre içinde, bir elçi gelecek midir?"
Dediler ki: "Evet, bize bu elçinin geleceği müjdesi verilmiştir.
Bu müjdede deniliyor ki: Ona inanan bana inanmıştır, onu inkar
eden beni inkar etmiştir." Necaşi Cafer'e dedi ki: "Bu adam size ne
söylüyor, size neyi emrediyor ve size neyi yasaklıyor?" Cafer şöyle
dedi: "Bize Allah'ın kitabını okuyor. Bize iyiliği emrediyor ve kötü



178........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lüğü yasaklıyor. İyi komşuluğu, akrabalık bağlarına riayet etmeyi
ve yetime iyilik etmeyi emrediyor. Sadece Allah'a ibadet etmemizi,
O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı emrediyor."

Necaşi ona şöyle dedi: "Onun size okuduğu şeylerden bana da
oku." Cafer, Ankebut ve Rum surelerini okudu. Necaşi'nin ve adamlarının
gözleri yaşlarla doldu. Dediler ki: "Bu hoş kelamdan
biraz daha oku." Cafer onlara Kehf suresini okudu.

Amr, Neceşi'yi öfkelendirmek amacıyla; "Onlar İsa ve annesine
dil uzatıyorlar." dedi.

Bunun üzerine Necaşi; "İsa ve annesi hakkında ne söylüyorsunuz?"
diye sordu. Cafer onlara Meryem suresini okudu. Meryem ve
İsa'dan söz edilen bölüme gelince, Necaşi misvakından göze
düşebilecek küçüklükte bir çöp tuttu ve; "Allah'a andolsun ki,
Mesih sizin söylediğinizden bu çöp kadar bile fazla bir şey
söylememiştir." dedi.

Sonra Cafer ve arkadaşlarına dönüp; "Gidin, benim
memleketimde serbestçe dolaşabilirsiniz." dedi ve şöyle devam
etti: "Size sataşan, size eziyet eden zorbalardan emin olarak
topraklarımda dilediğiniz yere gidebilirsiniz." Sonra şunları söyledi:
"Müjdeler olsun size! Korkmayın! Bugün İbrahim'in hizbine hiçbir
zarar verilmeyecektir."

Amr dedi ki: "Ey Necaşi, İbrahim'in hizbi hangisidir?" Dedi ki:
"Şu topluluk ve yanlarından geldikleri arkadaşları ve onlara tabi
olanlardır." Müşrikler bunu kabul etmediler ve kendilerinin İbrahim'in
dinine mensup olduklarını iddia ettiler. Sonra Necaşi,
Amr'ın hediye olarak getirdiği malları geri verdi ve şöyle dedi: "Sizin
bu hediyeleriniz rüşvet sayılır. Alın malınızı. Çünkü Allah beni
kral yaparken benden rüşvet almadı."

Cafer daha sonraları şöyle derdi: "Oradan ayrıldık ve Habeşistan'da
bulunduğumuz süre içinde çok iyi bir komşuluk muamelesiyle
karşılaştık." Yüce Allah, bu olayla ilgili olarak, Medine'de bulunan
elçisine, müşriklerin İbrahim'le ilgili iddiaları hakkında şu


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................179


ayeti indirdi: "Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona
uyanlar ve bu peygamber ile iman edenlerdir. Allah da
mü'minlerin velisidir." (Macmuat-un min'et-tefasir, Beyzavî, c.4, s.16-18,

Beyrut baskısı)

Ben derim ki: Bu kıssa başka kanallardan, bu arada Ehli Beyt
İmamlarından da rivayet edilmiştir. Uzun olmasına karşın bu kıssaya
yer verdik. Çünkü ilk muhacir Müslümanların yaşadıkları
mihnetlere ilişkin önemli işaretler içermektedir. Yoksa, bir ayetin
iniş sebebi falan değildir.

Tefsir-ul Ayyâşî'de, "İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan idi."
ayetiyle ilgili olarak İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir:
Emir-ül Mü'minin dedi ki: "Yahudi değildi, batıya yönelip namaz
kılmazdı. Hıristiyan değildi, doğuya dönüp namaz kılmazdı. Hz.
Muham-med'in (s.a.a) dini üzere hanifti, Müslüman'dı." (c.1, s.177,

h:60)

Ben derim ki: Daha önce, Hz. İbrahim'in (a.s) Hz. Muhammed'
in (s.a.a) -Allah'ın salatı o ikisine ve soylarına olsun- dini üzere
oluşunun hangi anlamı ifade ettiğini belirtmiştik. Rivayette Kâbe'ye
yönelerek namaz kılma esas alınmıştır. Bilindiği gibi, kıble değişikliği
Medine'de gerçekleştirilmişti. Kâbe, Medine'nin güneyine
yakın bir noktada bulunuyor. Yahudi ve Hıristiyanların bunu kabul
etmekten kaçınmaları, onları başka tarafa yönelmek zorunda bıraktı.
Sonuçta, Yahudiler batıda bulunan Kudüs'e ve Hıristiyanlar
da doğuya yönelmiş oldular. Dolayısıyla onların bu tavırları, orta
yolu temsil eden haktan sapma olarak değerlendirildi. "Böylece
sizi orta bir ümmet yaptık..." ayetindeki ifade de bunu destekler
niteliktedir. Kısacası burada, latif ve hoş bir değinme söz konusudur.


el-Kafi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İbrahim
(a.s), saf ve katıksız bir mü'mindi; puta tapıcılıktan hiçbir şey
ona bulaşmamıştı." (c.2, s.15, h:1)


180........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Doğrusu, insanların İbrahim'e en
yakın olanı,..." ayetiyle ilgili olarak Emir-ül Mü'minin'in şöyle dediği
rivayet edilir: "İnsanların peygamberlere en yakın olanları, onların
getirdiklerine göre en çok amel edenlerdir." Sonra bu ayeti o-
kudu ve şöyle dedi: "Muhammed'in dostu, akrabalık açısından
ona uzak olsa da, Allah'a itaat eden kişidir. Muhammed'in düşmanı
da, akrabalık açısından ona yakın olsa da, Allah'a isyan e-
den kişidir." (c.2, s.458)

el-Kafi (c.1, s.416, h:20) ve Tefsir-ul Ayyâşî'de (c.1, s.177, h:62) İmam
Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Onlar (İbrahim'e en
yakın olan mü'minler), İmamlar ve onlara uyanlardır."

Tefsir-ul Kummî (c.1, s.105) ve Tefsir-ul Ayyâşî'de (c.1, s.177, h:61)
Ömer b. Üzeyne kanalıyla İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Allah'a andolsun ki sizler, Muhammed'in âlindensiniz." De-
dim ki: "Sana feda olayım, biz onların kendisinden miyiz?" Üç kere;
"Evet siz onlardansınız." diye buyurdu. Sonra bana baktı, ben
de ona baktım. Dedi ki: "Ey Ömer, Allah, kitabında şöyle buyuruyor:
"Doğrusu insanların İbrahim'e en yakını,..."

Tefsir-ul Kummî'de, "Kitap ehlinden bir bölümü dedi ki: "...inanın..."
ayetiyle ilgili olarak İmam Bakır'ın (a.s) şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Resulullah (s.a.a) Medine'ye hicret ettiğinde Kudüs'
e dönerek namaz kılıyordu. Yahudiler bundan hoşlandılar. Yüce
Allah, Kudüs'ten Kâbe'ye yönelmesini emredince Yahudiler buna
alındılar. Kıble değişikliği öğle namazı esnasında gerçekleşmişti.
Bunun üzerine dediler ki: "Muhammed sabahleyin namaz kılarken
bizim kıblemize yönelmişti. Şu halde sabah vakti Muhammed'e
inene inanın, ama gündüzün sonunda ineni inkar edin." Bununla,
Resulullah'ın kıble olarak Mescid-i Haram'a yönelmesini
kastediyorlardı. (c.1, s.104)

Ben derim ki: Görüldüğü gibi rivayette, "gündüzün başlangıcında"
ifadesi, "inanın" sözünün değil, "inen" sözünün zarfı olarak


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................181


kabul ediliyor. Daha önce bu hususla ilgili açıklamalarda bulunduk.


ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatem,
Avfi kanalıyla İbn-i Abbas'ın, "Kitap ehlinden bir bölümü..." ayetiyle
ilgili olarak şöyle dediğini rivayet ederler: Yahudilerin bir bölümü
dedi ki: "Muhammed'in ashabıyla sabahleyin karşılaştığınızda
iman edin. Akşam olunca da kendi namazınızı kılın. Belki; "Bunlar
kitap ehlidir; bizden daha iyi bilirler." deyip dinlerinden dönerler."

(c.2, s.43)

Bu rivayet, aynı eserde, Süddi ve Mücahid'den de aktarılmıştır.

el-Kâfi'de, "Allah'ın ahdini... satanlar..." ifadesiyle ilgili olarak
İmam Bakır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Ahit ile ilgili olarak
şu ayet inmiştir: "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık
satanlar, işte onlar için ahirette hiçbir pay yoktur, kıyamet
gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları
yüceltmez ve onlar için acı bir azap vardır." Ayette geçen "halak"
kelimesi "pay" demektir. Ahirette payı olmayan ne ile cennete girecektir?"
(c.2, s.28, h:1)

Şeyh, "el-Emali" adlı eserinde kendi isnadıyla Adiy b. Adiy'den,

o da babasından şöyle rivayet eder: "İmru-ul Kays ve Hadramut
halkından bir adam, bir arazi konusunda anlaşmazlığa düşüp
Resulullah'a (s.a.a) başvurdular. Resulullah buyurdu ki: "Bu arazinin
sana ait olduğuna ilişkin bir kanıtın var mı?" "Hayır." dedi. "O
halde ona yemin ettireceğiz." buyurdu. Bunun üzerine; "Allah'a
andolsun ki, bu durumda o, kesinlikle benim arazimi elimden a-
lır." dedi. Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Eğer yemin ederek
arazini elinden alırsa, yüce Allah'ın kıyamet günü yüzlerine bakmadığı,
kendilerini artırmadığı ve acı bir azaba çarptırdığı kimselerden
olur." Bunun üzerine adam korktu ve araziyi ona geri verdi.
(c.1, s.368)

Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu rivayet, ayetin söz konusu olayla
ilgili olarak indiğine delalet etmemektedir. Ehl-i Sünnet
kanallarıyla aktarılan bazı rivayetlerde ayetin bu olayla ilgili olarak


182........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


nallarıyla aktarılan bazı rivayetlerde ayetin bu olayla ilgili olarak
indiği belirtiliyorsa da onlara itina edilmez. Çünkü kıssanın konusu
hususunda bu rivayetler arasında ihtilaf vardır. Bazı rivayetlerde,
yukarıda belirtildiği gibi, olayın İmru-ul Kays ve Hadramutlu bir
adam arasında geçtiği belirtilirken, diğer bazısında Eş'as b. Kays
ile bir Yahudi arasındaki arazi anlaşmazlığından söz edilir. Bazılarında
ise, ayetin kafirlerden biri hakkında indiği ifade edilir. Bu
adam pazarda bir mal satmak ister ve bir Müslümanı aldatmak
için gerçekte ödemediği yüksek bir miktarı ödediğine ilişkin olarak
Allah adına yemin eder. Bunun üzerine yukarıda adı geçen
ayet iner.

Daha önce vurguladığımız gibi, bu ayetin zahiri, onun önceki
ayetin içeriğinin gerekçesini açıklamaya yönelik olduğunu ortaya
koymaktadır. Şu halde, mümkün surette; "Rivayetlerde ayetin kıssaya
uyarlanması yapılmıştır." denilmelidir. Yoksa ayet, bu kıssayla
ilgili olarak inmiş değildir.

----------------------
Değerli Kardeşlerim Mizan Tefsiri'ni ve diğer Ehlibeyt eserlerini
www.islamkutuphanesi.com
www.mizantefsiri.com
www.ehlibeytkutuphanesi.com
sitelerinden indirebilirsiniz.
islamkutuphanesi@islamkutuphanesi.com