El-Mizân
Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:3

                AL-İ İMRAN SURESİ

                             ( 1-120. Ayetler)

                                         İÇİNDEKİLER



61- Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle
tartışmaya kalkarsa, de ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz
kendi oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz kendi kadınlarınızı,
biz kendimizi ve siz kendinizi çağıralım; sonra da dua edelim de,
Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım.

62-Şüphesiz bu, doğru haberlerdir. Allah'tan başka ilâh yoktur.
Muhakkak ki Allah, mutlak güç ve hikmet sahibidir.

63- Eğer yüz çevirirlerse, elbette Allah, bozguncuları bilendir.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

(Al-i İmran / 61) "Kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle
tartışmaya kalkarsa..."
ifadesinin orijinal metninin başındaki "fa" harfi
ayrıntılandırmaya yöneliktir. Hz. İsa ile ilgili ilahi açıklamanın:
"Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan
olma."
pekiştirme amaçlı cümleyle son bulmasının ardından, olağanüstü
bir açıklığa sahip ilahi beyan üzerine lanetleşme gibi bir
öneriyle konuya ayrıntı kazandırılıyor. "Onun hakkında..." ifadesindeki
zamir, Hz. İsa'ya veya önceki ayette işaret edilen "hakka"
dönüktür.


100........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Yüce Allah'ın bu ayete kadarki açıklaması hiç kuşkuya yer bırakmayan
ilahi bir açıklama olmasına rağmen yine de kesin
kanıtlar içermektedir. Buna: "Şüphesiz, Allah katında İsa'nın
durumu Adem'in durumu gibidir." ayeti işaret etmektedir.
Dolayısıyla bu açıklamadan sonra edinen bilgi de burhan=belgit'e
dayalı bir bilgidir. Dolayısıyla bu bilginin etkisi hem Resulullah'ı
(s.a.a), hem de onunla birlikte dinleyen herkesi kuşatır. Eğer
tartışmaya kalkan dinleyicilerden biri, bunun ilahi vahiyden
kaynaklanan bir açıklama olduğundan kuşku duysa bile, bunun
aklı selimin algılayacağı bir kanıt ve belgit olma özelliğinden
kuşku duyması mümkün olmaz. Bu yüzden: "...sana gelen ilimden
sonra..." deniliyor, buna karşılık: "Onlara yaptığımız açıklamadan
sonra" gibi bir ifade kullanılmıyor.

Bu ayetin bir diğer nüktesi de şudur: Peygamberimizden (s.a.a)
ilim niteliğiyle birlikte söz edilmesi, onun yüce gönlünü hoş tutmaya,
Allah'ın izniyle galip geleceğini, Rabbinin ona yardım
edeceğini, yüzüstü bırakmayacağını müjdelemeye yöneliktir.

"De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz
kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi ve siz de
kendinizi çağıralım."
Ayetin akışının başlangıcında yer alan "çağıralım"
kelimesi ile, "Oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi" ifadesinde
kullanılan birinci çoğul şahıs zamirlerinin arasında fark vardır.
Çünkü birincisinde, İslam ve Hıristiyanlık adına çekişen taraflar
topluca ifade ediliyor. İkincisinde ise, yalnız İslam'ı temsil edecek
kimselere işaret ediliyor. Bu nedenle, ifadeyi şu şekilde anlamak
gerekir: "Oğulları, kadınları ve kendileri çağıralım. Biz kendi
oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım, siz de kendi
oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi çağırın..." Dolayısıyla ayetin
ifade tarzında ince ve dakik bir icaz=az sözle çok şey anlatma tar-
zına başvurulmuştur.

Mübahele ve lanetleşme; görünürde, Peygamberimizle (s.a.a)
bazı Hıristiyanlar arasında geçen tartışmayı andırıyorsa da, çağrı,


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................101


oğulları ve kadınları da kapsıyor ki davetçinin, davetinin doğruluğuna
ve hak üzere oluşuna yönelik kanıtsallığı daha etkili olsun.
Çünkü yüce Allah, insanların kalplerine bu sayılan gruplara yönelik
sevgi yerleştirmiş, onlara şefkatle yaklaşmalarını sağlamıştır. Nitekim
insanın kendisini siper ederek onları koruduğu çokça görülen
bir olgudur. Onların korkmamaları, tehlikelere maruz kalmamaları
için çabalar. Onları korur, onlara karşı duyarlı olur ve kendini
onlara feda eder. Sırf bu fıtri eğilimden dolayı, oğullar kadınlardan
önce zikredilmiştir. Çünkü insanın oğullara yönelik sevgisi
daha güçlü ve daha süreklidir.

Bundan da anlıyoruz ki, bazı müfessirlerin: "Biz kendi oğullarımızı,
siz de kendi oğullarınızı çağıralım." ifadesinden maksat,
"Biz sizin oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi çağıralım, siz de
bizim oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağırın" der, şeklindeki
değerlendirmeleri yanlıştır. Çünkü böyle bir değerlendirme,
bizim daha önce işaret ettiğimiz oğulların ve kadınların lanetleşmeye
ortak edilmelerinin gerisindeki hikmeti geçersiz kılar.

Lanetleşme için, söz konusu grupların birer birer zikredilmeleri,
davetçinin kendine güveninin ve hakka dayalı hareket edişinin
bir diğer kanıtıdır. Sanki şunu demek istiyor: "Topluluklar karşılıklı
olarak lanetleşsinler. Her bir grup Allah'ın lanetinin yalancılar üzerine
olmasını istesin. Öyle ki bu lanet ve azap, oğulları, kadınları ve
lanetleşenlerin kendilerini de kuşatsın. Böylece inatçıların kökü
kurusun, batıl taraftarlarının kökü kazılsın."

Bundan da anlaşılıyor ki, ifadenin gerçekleşmesi oğulların,
kadınların ve kendilerinin sayısal olarak çokluk oluşturmalarıyla
ilintili değildir. Çünkü bunda güdülen son amaç, taraflardan birinin
yanındaki büyük, küçük, erkek, dişi herkesle birlikte helak olmasıdır.
Nitekim müfessirlerin icması, konuyla ilgili rivayetlerin ittifakı
ve tarih kitaplarının da desteklemesi, olayın nesnel karşılığını
kesin olarak ortaya koymuştur ki, Resulullah efendimiz (s.a.a) lanetleşme
için kararlaştırılan yere gitmiş, yanında sadece Ali'yi,


102........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Fatıma'yı, Hasan'ı ve Hüseyin'i (a.s) götürmüştü. Böylece orada
sadece iki kişi, iki oğul ve bir kadın vardı. Böylece Allah'ın emrinin
gereğini yapmışlardı.

Ayrıca, ayetin lafzından kastedilen husus başka, objeler
dünyası itibariyle hükmün parazite edildiği nesnel karşılık ise
başka bir husustur. Nitekim Kur'an'da, bir topluluğa yönelik
hüküm, ödül vaadi veya azap tehdidi içeren ifadelerin örnekleri
çoktur, ama onun nüzuluna se-bep teşkil eden olay bağlamında
sadece bir somut örnek söz konusudur. Buna şu ayetleri örnek
gösterebiliriz: "Sizden kadınlarına "zıhar-"da bulunanlar bilsinler
ki, kadınları onların anneleri değildir." (Mücâdele, 2) "Kadınlarına
"zıhar" da bulunanlar, sonra söylediklerin-den geri dönenler."
(Mücâdele, 3) "Andolsun; "Allah fakirdir, biz ise zenginiz." diyenlerin
sözlerini Allah işitmiştir." (Âl-i İmrân, 181) "Ve sana neyi infak
edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan arta kalanı." (Bakara, 219)
Buna benzer birçok ayet vardır ki ifade çoğul olmakla beraber, iniş
sebebi itibariyle nesnel karşılığı tekildir.

"Sonra da dua edelim de, Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne
kılalım." Ayetin orijinalinde geçen "ibtihal" kelimesi, "elbehletu"
veya "el-buhletu" mastarının "iftiaal" kalıbına uyarlanmış
şeklidir ve lanet anlamına gelir. Bu, kelimenin asıl anlamıdır. Sonra
daha çok ısrarlı, yakarmalı dua ve dileme anlamında kullanılır
oldu.

"...Allah'ın lanetini... kılalım." ifadesi, cümlenin başında geçen
"ibtihal" kelimesinin bir açıklaması gibidir. Bazıları
şöyle demişlerdir:
"Kılalım" denilip de "isteyelim" denilmemesi, bunun geri
çevrilmeyecek bir dua olduğuna yönelik bir işarettir. Çünkü bir
hakkın batıldan ayrılması sadece buna bağlıdır.

"Yalan söyleyenler..." ifadesi, kastedilen konuyla ilgilidir. Yâni

o anda zihinde yeralan kimselere yöneliktir. Kuşatıcı, kapsamlı ya
da türe yönelik değildir. Çünkü maksat, lanetin bütün yalancıların
ya da yalancılar türünün üzerine kılınması değildir. Tersine, Pey

Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................103


gamberlerimizle (s.a.a) Hıristiyanlar arasında meydana gelen tartışmaya
taraf olanlardan kim yalan söylüyorsa, lanetin onun üzerine
kılınması kastediliyor. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a): "Allah'tan
başka ilah yoktur. İsa O'nun kulu ve resulüdür." diyordu, Hıristiyanlar
ise: "İsa Allah'tır veya O'nun oğludur ya da Allah üçün üçüncüsüdür."
diyorlardı.

Buradan da açıkça anlaşılıyor ki, eğer Peygamberimizle (s.a.a)
Hıristiyan grup arasındaki davada ve bundan dolayı lanetleşme
olayından taraflardan biri birey, öbürü de topluluk şeklinde olsaydı,
bu durumda, olguyu ifade edecek lafzın da ona uygun olması
gerekirdi. "Kim yalancıysa Allah'ın lanetini onun üzerine kılalım."
dememiz gibi. Dolayısıyla, ayetin ifade tarzı, iki taraftan birinin
toplulukla yalancı olduklarını esas alıyor. Herhalukârda lanetleşme,
çokluktan ibaret iki taraf arasında cereyan ettiği için sonuç iki
topluluktan birinde tahakkuk bulacaktır; ya Peygamberimiz tarafında
ya da Hıristiyan grup tarafında. Bu da, lanetleşme için hazır
bulunanların iddiada ortak olmalarını gerektirir. Çünkü yalan ancak
bir dava, bir iddia açısından söz konusu olabilir. Şu halde Peygamberimizle
(s.a.a) birlikte hazır bulunan Ali, Fatıma, Hasan ve
Hüseyin'in iddia ve davette ortaklıkları söz konusudur. Hiç kuşkusuz
bu, yüce Allah'ın Peygamberimizin (s.a.a) Ehl-i Beyti'ne özgü
kıldığı
şanın en onur vericilerindendir. Nitekim onlardan "kendiler",
"kadınlar" ve "oğulları" şeklinde söz edilmiş ve ümmetin erkekleri,
kadınları ve oğulları içinde sadece onlar bu onura layık görülmüşlerdir.


Eğer desen ki: Biraz önce Kur'an'da çoğul ifadenin birey anlamında
kullanıldığına ilişkin örnekler verildi. Nitekim lanetleşme
olayına kadınlardan sadece Fatıma (a.s) katıldığı halde, ayette
"kadınlar" şeklinde çoğul bir ifade kullanılmıştır. Şu halde, ayetteki
"yalancılar..." şeklindeki çoğul ifadeyi bireysel bir duruma yorumlamanın
(ve Peygamberimiz tarafından yalnızca onun kastedilmesinin)
ne sakıncası olabilir?


104........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Ben de derim ki: İki durum arasında fark vardır. Bireysel bir
meseleyle ilgili olarak ayetlerde çoğul lafzının kullanılması, ayetlerin
açıklamayı hedefledikleri gerçeğin, bir çok insan tarafından
sergilenebilecek türden olabilir olmasından dolayıdır. Dolayısıyla,
konuyla ilgili bir hüküm içeren ayetlerde, onların da hükme tâbi
tutulmaları gerekir. Ancak bir ayetin açıkladığı gerçeğin, diğer insanlar
tarafından sergilenmesi mümkün olmadığı, hükmün bireyi
aşmadığı ve niteliğin sadece onunla sınırlı kaldığı durumlarda,
ayette çoğul lafzının kullanılması kesinlikle caiz olmaz. Şu ayetleri
buna örnek gösterebiliriz: "Hani sen, Allah'ın kendisine nimet
verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye: "Eşini tut ve
Allah'tan sakın" diyordun." (Ahzab, 37) "Saparak kendisine yöneldikleri
adamın dili yabancıdır, bu ise apaçık Arapça bir dildir."
(Nahl, 103) "Gerçekten biz sana ücretlerini verdiğin eşlerini... helal
kıldık. Bir de, kendisini Peygambere hibe eden ve Peygamberin
kendisini almak istediği mü'min bir kadını da." (Ahzab, 50)

Ayette işaret edilen lanetleşme de, ilgili olduğu nesnel durumdan
ötesiyle ilintili değildir. O da Peygamber Efendimizle (s.a.a)
Hıristiyanların lanetleşmeleridir. Şayet her iki taraf açısından iddiacılar
çoğul konumda olmasalardı, elbette ayette "yalancılar" şeklinde
çoğul sigası-nın kullanılması uygun düşmezdi.

Eğer desen ki: Peygamberimizin (s.a.a) yanına bir heyet halinde
gelen Hıristiyanlar: "Mesih Allah'tır veya Allah'ın oğludur ya da
o üçün üçüncüsüdür." şeklinde bir iddia ileri sürüyorlardı. Bu konuda
onlarla diğer Hıristiyan kadınlar ve erkekler arasında herhangi
bir fark yoktur. Aynı şekilde, Peygamber efendimizin (s.a.a)
savunduğu "Allah'tan başka ilah olmadığına ve İsa'nın Allah'ın
kulu ve resulü olduğuna" ilişkin mesaj da müminlerin esas aldığı
bir inanç ilkesiydi. Bu konuda hiç kimse, hatta Peygamberimiz
(s.a.a) bile farklı bir yaklaşıma sahip değildi. Dolayısıyla Peygamberimizle
(s.a.a) birlikte lanetleşmeye katılanların, bu konuda diğer
insanlardan herhangi bir üstünlüğü söz konusu olmaz. Pey

Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................105


gamberimiz (s.a.s) lanetleşmeye katılsınlar diye çağırdığı kimseleri,
ayetin içerdiği "oğullar, kadınlar ve kendiler" hususuna örnek
olarak seçmişti. Ayrıca, davetle iddia farklı şeylerdir. Başkalarının
iddiada Peygamberle ortak olmaları düşünülebilir, ama davet
Peygambere özgü bir kavramdır. Sen ise diyorsun ki: "Onlar, Peygamberin
davetinde de ortaklarıydılar?"

Ben derim ki: Eğer Peygamberimizin (s.a.a) çağırdığı kimseler,
diğer Müslümanları temsilen örnek olarak seçilmiş olsalardı, bu
durumda en azından iki erkek, üç kadın ve üç oğul getirilmiş olmaları
gerekirdi. Dolayısıyla, çağrılanlar, salt bu işe özgü kılındıkları
için çağrılmışlardı. Çünkü Allah'ın emrinin yerine getirilmesi,
sadece bu durumda anlam kazanır. Şöyle ki, Peygamber (s.a.a)
Allah tarafından inen bu emrin gereğinin yapılması hususunda
getirdiklerinin dışında kimseyi bulamamıştı. Bir erkek, bir kadın ve
iki oğul yâni.

Eğer kıssa üzerinde düşünecek olursan, Necran Hıristiyanlarının
oluşturduğu heyet, Medine'ye Peygamberimizle (s.a.a) Meryem
oğlu İsa hakkında tartışmak, ona itiraz etmek üzere gelmişlerdi.
Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) savunduğu: "İsa Allah'ın kulu ve
elçisidir." iddiası, Peygamberimizle bağlantılı ve kendisine geldiğini
söylediği vahye dayanıyordu. Ona tâbi olan müminlerle Hıristiyanların
bir alıp veremedikleri yoktu. Müminlerle buluşmak gibi bir
dertleri de söz konusu değildi. Nitekim, ayetin başındaki şu ifade,
buna yönelik bir işarettir: "Artık kim sana gelen ilimden sonra,
onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa." Yine konuyla ilgili
bir kaç ayetten önce yer alan şu ifade de bu hususa bir işaret niteliğindedir:
"Eğer seninle çekişip tartışırlarsa, de ki: "Bana uyanlarla
birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim."

Buradan anlaşılıyor ki: Peygamberimizin (s.a.a) beraberinde
lanetleşmeye getirdiği kişiler, diğer Müslümanları temsilen örnek
olarak seçilmemişlerdi. Çünkü müminlerin salt imanlarından do-
layı bu tartışma ve lanetleşmeyle bir ilgileri yoktu ki, kendileriyle


106........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


hasımları arasında gidip gelen ve yalancıların üzerine olması istenen
lanet ve azaba muhatap olsunlar. Peygamberimizin (s.a.a)
kendisiyle beraber bazılarını getirmesinin nedeni, onun tartışma
ve iddialaşmaya taraf olmasıdır. Dolayısıyla, yalan söz konusu olması
durumunda kendini bunun kaçınılmaz akibetine muhatap
kılması gerekirdi. Eğer dava, onun zatı gibi kendisiyle birlikte getirdiği
kimselerle de kâim olmasaydı, onları beraberinde getirmesinin
bir gerekçesi olmazdı. Bu nedenle Peygamberimizin onları
beraberinde getirmesi, ileri sürdüğü davasını temsil etme yetkisine
haiz "oğullar, kadınlar ve kendiler" konumunda olmalarından
kaynaklanan bir tahsistir. Yoksa onları örnek olarak getirmiş değildi.
Şu halde, dava, Peygamberimizle (s.a.a) kâim olduğu gibi,
onlarla da kâimdi.

Kal dı ki, Hıristiyanlar, sırf "Meryem oğlu İsa Allah'ın kulu ve
resulüdür." dedi ve buna inandı diye Peygamber efendimizle
(s.a.a) görüşmeye gelmiş değillerdi. Tersine Peygamberimiz bu
inancını bir iddia olarak ileri sürüyor ve onları da inanmaya davet
ediyordu. Dolayısıyla bir heyet halinde onunla tartışmaya gelmelerinin
sebebi, işte bu davetti. Buna binaen de Peygamberimizin
(s.a.a) ve onunla birlikte gelenlerin lanetleşmeye kalkışmaları,
hem iddia, hem de davet dolayısıyladır. Söylediğimiz gibi, onunla
lanetleşmeye kalkışanlar, iddiaya ortak oldukları gibi dinî davete
de ortaktılar.
Eğer desen ki: Say ki, onları lanetleşmeye götürmesi, onun bir
parçası olmalarından ve bu niteliğin sırf onlara özgü olmasından
ileri geliyordu. Fakat anlaşıldığı kadarıyla -normalde olduğu gibi-
insanın tehlikeler ve korkular karşısında kadınlardan ve çocuklardan
ciğer parelerini ve dostlarını hazır etmesi, esenlik, sağlık ve
koruma noktasında ortamın güvenli olduğunu düşündüğünün kanıtıdır.
Peygamberimizin de onları çağırmış olması, bundan öte
başka bir anlamı ifade etmez. Onların davetinin ortakları oldukları


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................107


hususuna gelince; Peygamberimizin davranışı böyle bir şeye delalet
etmekten uzaktır.

Ben derim ki: Evet, ayetin girişi, sözü edilen husustan ötesine
işaret etmiyor; ancak sen de bilirsin ki, ayetin sonundaki "yalan
söyleyenlerin üstüne..." ifadesi, kesin olarak tartışmaya ve lanetleşmeye
taraf olanlardan birinin yalan söylüyor olmasını öngörür.
Bu ise, ancak her iki tarafta yer alan kimselerin tümünün doğru
veya yalan nitelikli iddiaya ortak olmaları durumunda mümkün
olabilir. Şu halde, Peygamberimizin (s.a.a) beraberinde lanetleşmeye
getirdikleri, daha önce de söylediğimiz gibi hem iddianın,
hem de davetin ortaklarıydılar. Böylece, mübahele olayında Peygamberimizle
(s.a.a) birlikte hazır bu-lunanların tamamı, iddia ve
davetin sahipleriydiler ve bu ikisinde Peygamberin ortaklarıydılar.

Eğer desen ki: Bu söylediklerin, onların peygamberliğe de ortak
olmalarını gerektirir.

Ben de derim ki: Hayır. Daha önce (Bakara suresi, 213. ayetin
tefsirinde) peygamberlik misyonunu ele alırken, davet ve tebliğin
peygamberlik ve elçilikle özdeş olmadıklarını vurgulamıştık. Fakat
bunlar, peygamberliğin özellikleri ve gerekleridir, peygamberlerin
işgal ettikleri ilahi makam ve görevler arasında yeralırlar. Yine
daha önce "İmamet" konusunu incelerken (Bakara suresi, 124.
ayetin tefsirinde), bu iki niteliğin bir açıdan imametin gerekleri
olmakla beraber, onunla özdeş olmadıklarını vurgulamıştık.

(Al-i İmran / 62) "Şüphesiz bu, doğru haberlerdir. Allah'tan başka
ilâh yoktur."
Burada Hz. İsa'yla ilgili olarak daha önce anlatılan kıssaya
işaret ediliyor. İfadede bir sınırlandırma söz konusudur. Yâni İsa'yla ilgili
olarak sadece bizim anlattıklarımız haktır; Hıristiyanların anlattıkları
değil.

İfadenin başında "inne" ve "lam" gibi tekit edatlarıyla birlikte
fasıl zamirinin yeralması, en ileri düzeyde bir vurguyu hedeflemektedir
ki, Peygamberimizin gönlü hoş olsun, lanetleşme hususunda
gerekli cesarete ve girişime sahip olsun. Bu da, onun kesin bilgisi,


108........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


güçlü sezgisi ve Allah tarafından indirilen vahye güvenmesiyle sağlanıyor.
Bunun hemen arkasında: "Allah'tan başka ilah yoktur."
sözü ile ikinci bir tekit geliyor. Gerçeğin, kaçınılmaz gereği ile birlikte
zikredilmesi yâni. Çünkü bu ifade, yukarıda anlatılan kıssanın
hak esaslı olmasını gerektirir.

"Muhakkak ki Allah, mutlak güç ve hikmet sahibidir." ifadesi, aye-
tin baş tarafına atfedilmiştir. Bu da Peygamberimizin yüreğine su
serpmeye, onu cesaretlendirmeye yönelik son derece etkileyici
ikinci bir tekittir. Demek isteniyor ki: Yüce Allah hakka yardım etmekten,
onu desteklemekten aciz değildir. O, ihmal veya bilmeme
sonucu, haktan gafil olmadığı gibi, vazgeçiyor da değildir. Çünkü O
Aziz'dir; hiç kimse, O'nu dilediğini yapmaktan zorla alıkoyamaz,
O'nu aciz bırakamaz. Ve O, Hakîm'dir; hiçbir zaman bilgisizliğe
kapılmaz, işlere karşı ihmali olmaz. İşte Allah budur. Bilmemezlik,
görmemezlik etmez. Hak karşıtı olan kimselerin asılsız kuruntularının,
yüce Allah'tan başka bir ilah tasavvur ettiği şey değildir.

Buradan hareketle, ayetin sonunda "mutlak güç ve hikmet sahibi"
anlamına gelen "Aziz ve Hakîm" isimlerinin zikredilmiş olmasının
hikmetini de kavrıyoruz. Buna göre, ifadenin amacı, gerçeği
teke indirgemek, yüce Allah'ın zatına özgü kılmaktır.

(Al-i İmran / 63) "...elbette Allah bozguncuları bilendir." Tartışmanın, aynı
şekilde lanetleşmenin gerçek amacı hakkın belirlenmesi, ortaya çıkarılması
olduğuna göre, bu amacı ve hedefi güden birinin, gerçeği
belirginleştirecek yoldan yüz çevirmesi akılla bağdaşmaz. Çünkü
onlar, eğer bu tavırlarıyla hakkın ortaya çıkmasını istiyorsalardı,
yüce Allah'ın hakkın destekçisi olduğunu, ondan başkasına razı
olmayacağını, onun çürütülmesine, ortadan kaldırılmasına izin
vermeyeceğini bildikleri halde, bu çağrıdan yüz çevirmezlerdi. Eğer
yüz çevirmişlerse, bu, onların tartışma ile hakkın ortaya çıkmasını
istemediklerini, tam tersine görünürde bir üstünlük sağlamaya
çalıştıklarını, mevcut statülerini ve egemenliklerini sağlayan geleneklerini
korumayı hedeflediklerini gösterir. Şu halde onlar,

Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................109


yanlızca hevalarının kendilerine çekici gösterdiği dünyanın maddi
zevklerini istiyorlar. Hakka ve mutluluğa dayalı yapıcı, sahih hayatı
değil. Onlar dünyanın ıslahını değil, ifsadını istiyorlar. Yapıcı hayatı
ifsad etmekle dünyayı fesada maruz bırakıyorlar. Eğer yüz çeviriyorlarsa,
bozguncular oldukları içindir.

Bundan da anlıyoruz ki, şart cümlesinin sonuç kısmında sebep,
müsebbebin yerine konulmuştur. İfsadın, hakkın açığa çıkmasını
istememenin yerine konulmuş olması yani.

Şart cümlesinin ceza (sonuç) kısmında, ilim kelimesine vasıf
olarak yer veriliyor. Şöyle ki: "Allah... bilendir" deniliyor. Ayrıca,
ifadenin başına da tekit edatı olan "inne" konulmuştur. Bu da gösteriyor
ki, söz konusu nitelik onların nefislerinde gerçekleşmiş,
kalplerine işlemiş bulunuyor. Dolayısıyla, onların kaçınılmaz olarak
lanetleşmeden yüz çevirecekleri, kaçacakları ima ediliyor. Nitekim
öyle yaptılar, davranışlarıyla Allah'ın sözünü doğruladılar.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Kummî'de İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
edilir: "Necran Hıristiyanlarını temsilen bir heyet, Resulullah efendimizin
(s.a.a) huzuruna geldi. Başlarında Ehtem, Akib ve Seyyid
adlı zatlar bulunuyordu. Görüşme sırasında, onların namaz vakti
girdi. Kalkıp çan çaldılar ve ardından ibadet ettiler. Bunu gören
ashap: "Ya Resulal-lah, senin Mescidinde böyle yapmalarına izin
mi veriyorsun?" deyince, Peygamberimiz (s.a.a): "Karışmayın."
dedi. İbadetlerini bitirince Peygamberimize yaklaştılar ve "Neye
davet ediyorsun?" diye sordular. Peygamberimiz buyurdu ki: "Allah'tan
başka ilah olmadığına, benim Allah'ın Resulü olduğuma,
İsa'nın yaratılmış, yiyen, içen ve def-i hacet eden bir kul olduğuna
şahitlik etmeye davet ediyorum." Dediler ki: "Peki, İsa'nın babası
kimdi?"


110........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Bunun üzerine, Peygamberimize vahiy yoluyla şöyle buyuruldu:
"Onlara de ki: "Siz Adem hakkında ne diyorsunuz? O, yaratılmış,
yiyen, içen, def-i hacet eden ve cinsel birleşmede bulunan bir kul
muydu?" Peygamberimiz onlara bu soruyu yöneltti. Dediler ki: "Evet."
Peygamberimiz sordu: "Peki, babası kimdi?" Onlar bu soru
karşısında şaşırıp kaldılar ve verecek cevap bulamadılar. Bunun
üzerine yüce Allah: "Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in
durumu gibidir. Onu topraktan yarattı." Ve "Artık sana
gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa...
Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım." ayetlerini
indirdi.

Peygamberimiz (s.a.a) onlara dedi ki: "Gelin benimle lanetleşin.
Eğer ben doğru söylüyorsam, lanet sizin üzerinize insin, şayet
yalan söylüyorsam benim üzerime insin." Dediler ki: "Adil bir öneride
bulundun." Sonra lanetleşme için sözleştiler. Konakladıkları
yerlere geri dönünce, liderleri Seyyid, Akib ve Ehtem şöyle dediler:
"Eğer bizimle lanetleşmeye kavmini getirirse, onunla lanetleşiriz.
Çünkü peygamber olmadığı anlaşılır. Şayet özel olarak kendi ev
halkını getirirse, lanetleşmeyiz. Çünkü ancak doğru söylemesi
durumunda ev halkını getirebilir." Sabah olunca Peygamberimizin
yanına geldiler. Beraberinde Emir-ul Müminin Ali, Fatıma, Hasan
ve Hüseyin (a.s) bulunuyordu. Bu manzarayı gören Hıristiyanlar
şöyle dediler: "Kim bunlar?" Onlara şu karşılık verildi: "Şu adam
onun amcası oğlu, vasisi ve damadı Ali b. Ebu Talib'tir. Bu da kızı
Fatıma'dır. Bu ikisi de oğulları Hasan ve Hüseyin'dir." Bunun üzerine,
oradan ayrıldılar. Resulullah'a (s.a.a) de-diler ki: "Biz, seni razı
etmeye hazırız. Lanetleşmeden bizi muaf tut." Peygamberimiz de

(s.a.a) cizye karşılığında onlarla anlaştı. Böylece yurtlarına geri
döndüler." (c.1, s.104)
el-Uyun adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Reyyan b.
Salt aracılığıyla İmam Rıza'dan (a.s) şöyle aktarır: "İmam Rıza

(a.s) Me'-mun ve yanındaki alimlerle, Ehl-i Beyt ile ümmetin farkını

Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................111


tartışır." Hadisin bir bölümünde şunlar geçer: "Ulema şöyle derler:
"Yüce Allah, onların (Ehl-i Beyt'in) seçilmişliklerine kitabında değinmiş
midir?" İmam Rıza (a.s) der ki: "Batinî işaretlerin dışında,
yüce Allah kitabının zahirinde on iki yerde zahiren onların seçilmişliklerini
vurgular." Sonra Kur'an'dan örnekleri zikreder. O sırada
şöyle der: "Üçüncüsü şudur: Yüce Allah, kullarından pâk Ehl-i
Beyt'i seçmiştir. Peygamberimize (s.a.a) onları yanına alarak lanetleşmeye
gitmesini emretmiştir. Ulu Allah şöyle buyurmuştur: "Artık
kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya
kalkarsa, de ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi
oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz
kendimizi ve siz de kendinizi çağıralım...."

Alimler dediler ki: "Onunla Peygamberimizin (s.a.a) kendisi
kastedilmiştir." İmam Ebu-l Hasan şöyle dedi: "Yanılıyorsunuz. Onunla
Ali b. Ebu Talib (a.s) kastediliyor. Bunun kanıtı da Peygamberimizin
(s.a.a) şu sözüdür: "Velia oğulları ya direnmekten vazgeçecekler
ya da onlara öyle bir adam göndereceğim ki, kendisi benim
kendim gibidir." Burada Ali b. Ebu Talib'i kastettiği kesindir.
"Oğullar" ile de Hasan ve Hüseyin kastedilmiştir. "Kadınlar"la
Fatıma kastedilmiştir. Bu, öyle bir özelliktir ki, hiç kimse bu hususta
onları geçemez. Bu fazilete başka hiçbir insan ortak değildir.
Bundan önce, hiç kimse böyle bir onura erişmiş değildi. Çünkü
Peygamberimiz (s.a.a) Ali'nin kendisini, kendisi gibi değerlendirmiştir."
(c.1, s.228, h:1, b:23)

Yine aynı eserde, İmam Musa Kâzım'la (a.s) Harun Reşid arasında
şöyle bir konuşma geçtiği rivayet edilir: "Reşid ona dedi ki:
"Nasıl Peygamberin soyu olduğunu söylüyebiliyorsunuz, Peygamberden
sonra soyu devam etmemiş ki? İnsanın soyu erkek aracılığıyla
devam eder, kadın aracılığıyla değil. Siz kızının çocuklarısınız.
Dolayısıyla Hz. Peygamberin soyu ondan sonra devam etmemiştir."
İmam (a.s) der ki: "Kendi kendime dedim ki: "Akrabalık,
şu kabir ve şu kabirde bulunan zatın hakkı için, böyle bir soruya


112........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


cevap vermekten muaf tutmasını isteyeyim." Derken o şöyle dedi:
"Ey Ali'nin çocukları ve sen ey Musa, ki bana gelen haberlere göre,
onların bu zamandaki İmamlarısın, kanıtlarınızı söyleyin. Bütün
sorularıma Allah'ın kitabından bir cevap getirmedikçe seni bırakacak,
affedecek değilim. Siz ey Ali'nin çocukları, siz Allah'ın kitabında
yer alan her şeyin tevilini bildiğinizi, hiçbir şeyin, ne bir "elif"
in, ne bir "vav"ın sizden gizli olmadığını iddia ediyorsunuz. Bu
tavrınızın dayanağı olarak da: "Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık."
(En'am, 38) ayetini gösteriyorsunuz. Alimlerin görüşlerine
ve kıyaslarına ihtiyacınızın olmadığını söylüyorsunuz."

Bunun üzerine dedim ki: "Cevap vermeme müsaade ediyor
musun?" Dedi ki: "Buyur, söyle." Dedim ki: "Euzu billahi mineş
şeytan-ir racim. Bismillahirrahmanirrahim: "...Onun soyundan
Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u hidayete
ulaştırdık. Biz, iyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz.
Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da..." (En'am, 84) "İsa'nın babası
kimdir, Ey Emir-ul Müminin?" Dedi ki: "Onun babası yoktur."
Dedim ki: "Ama o, Meryem kanalıyla peygamberlerin soyuna katılmıştır.
Aynı
şekilde yüce Allah, anamız Fatıma kanalıyla bizi
Peygamberin soyuna katmıştır. Daha da söyleyeyim mi ey Müminlerin
emiri?" Dedi ki: "Buyur, söyle." Dedim ki: "Yüce Allah bir ayette
şöyle buyuruyor: "Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun
hakkında seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: "Gelin, biz kendi
oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz
de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi, siz de kendinizi çağıralım;
sonra da dua edelim de Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne
kılalım." Kimse Peygamber efendimizin (s.a.a) Hıristiyanlarla
lanetleşmeye giderken abasının altına Ali b. Ebutalib, Fatıma, Hasan
ve Hüseyin'den başkasını aldığını iddia edemez. Dolayısıyla:
"Kendi oğullarımız" ifadesinden maksat, Hasan ve Hüseyin, "Kendi
kadınlarımız" ifadesinden maksat, Fatıma ve "Kendimiz" ifadesinden
maksat da Ali b. Ebutalib'tir." (c.1, s.84-85)


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................113


Me'mun'un İmam Rıza'ya (a.s) sorduğu sorular kapsamında
rivayet edilir ki: "Memun İmama şöyle sorar: "Deden Ali'nin halifeliğinin
delili nedir?" İmam der ki: ""Kendimiz..." ayetidir." Memun
der ki: "Evet, ama eğer "Kadınlarımız" ifadesi olmasaydı." İmam

(a.s) der ki: "Haklısın, ancak "oğullarımız" ifadesi olmasaydı."
Ben derim ki: İmamın: "Kendimiz..." ayetidir" şeklindeki sözü
şu anlama gelir: Yüce Allah bu ayette, Ali'nin "kendisi"ni Peygamberinin
(s.a.a) "kendisi" gibi değerlendirmiştir. Buna karşılık
Me'mun'un: "Evet, ama "Kadınlarımız" sözü olmasaydı." şeklindeki
sözü de şu anlamı ifade eder: Ayette yer alan "Kadınlarımız"
sözü, "Kendimiz" sö-zünün "erkekler" anlamında kullanıldığının
kanıtıdır. (Buna binaen de ayetin manası
şöyle olur: Erkeklerimizi
ve kadınlarımızı çağıralım.) Dolayısıyla, bu bağlamda Hz. Ali (a.s)
için bir üstünlükten söz edilmez. İmamın buna cevap olarak söylediği:
"Haklısın, ancak "Oğullarımız" ifadesi olmasaydı." sözü ise
şu anlama gelir: "Ayette "Oğullarımız" sözünün yer alması, senin
söylediklerinin aksine delalet eder. Çünkü eğer "Kendimiz"den
maksat "Erkekler" olsaydı, ayrıca "Oğullar"dan söz etmenin bir
anlamı olmazdı."

Tefsir-ul Ayyaşî'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Hariz'den
İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Hz.
Ali'den (a.s) kendisiyle ilgili faziletler soruldu. O, bunların bir kısmını
anlattı. Sonra yanındakiler, "Bundan fazlasını anlat" dediler.
Bunun üzerine buyurdu ki: "Peygamber efendimizin (s.a.a) yanına
Necran Hıristiyanlarının iki bilgini geldi. Peygamberimizle Hz. İsa
hakkında konuştular. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphesiz, Allah
katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir..." ayetini indirdi.
Peygamberimiz (s.a.a) içeri girdi, Ali'nin (hadisin aslında "Ali'nin"
yerine "benim" olması muhtemeldir; hadisin naklinde böyle bir
yanlışlık yapılmış olabilir.) Hasan ve Hüseyin'in ve Fatıma'nın elinden
tuttu, sonra dışarı çıktı ve elini açarak göğe doğru yükseltti,
parmaklarını birbirinden ayırmış halde, Hıristiyan bilginlerini lanet



114........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


leşmeye çağırdı." İmam Sadık (a.s) devamında şöyle dedi: "İmam
Bâkır: "Lanetleşme, el parmaklarının açık ve birbirine girmişşekilde
göğe doğru yükseltilerek dua edilmesi şeklindedir." buyurmuştur."
İki bilgin bunu görünce, biri diğerine şöyle dedi: "Allah'a
andolsun ki, eğer bu zat peygamberse, bizi helak edecektir. Eğer
değilse, kavmi onun hakkından gelir. Biz aradan çekilelim." Sonra
da çekip gittiler." (c.1, s.175, h:54)

Ben derim ki: Bu ve buna yakın anlamları içeren başka rivayetler
Şii kanallardan aktarılmıştır. Bu rivayetlerin tümünde Peygamberimizin
(s.a.a) lanetleşmeye getirdiği kimselerin Ali, Fatıma,
Hasan ve Hüseyin (a.s) olduğu belirtilir. Şeyh Tusî "Emali" adlı eserinde
kendi rivayet zinciriyle Amir b. Sa'd'dan, o da babasından
(c.1, s.313), yine aynı eserde ve kendi rivayet zinciriyle Salim b. Ebu
Cud'dan, o da merfu olarak Ebuzer'den (r.a) (c.2, s.177 ve 163) ve
aynı eserde, aynı rivayet zinciriyle Rebia b. Nacid'den, o da Ali'den

(a.s) (c.1, s.261 ve 265), aynı
şekilde Şeyh Müfid "el-İhtisas" adlı eserinde,
kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Zeberkan'dan, o da
İmam Musa b. Cafer'den (a.s) (s.54), yine aynı eserde, Muhammed
b. Münkedir'den, o da babasından, o da dedesinden (s.112), ayrıca
Tefsir-ul Ayyaşî'de Muhammed b. Said el-Urduni'den, o da İmam
Musa b. Muhammed b. Rıza'dan (a.s), o da kardeşinden (c.1, s.176,
h:55), yine Ebu Cafer el-Ahval'dan, o da İmam Sadık'tan (a.s) (c.1,
s.176, h:59), aynı eserde, ayrıca el-Ahval kanalıyla İmam Sadık'tan
(a.s), Münzir'den, o da İmam Ali'den, yine kendi senediyle Amir b.
Sa'd'dan, bunun gibi Tefsir-ul Fırat'ta Ebu Cafer'den, Ebu Rafi'den
ve Şa'bi'den, İmam Ali'den (a.s), Şehr b. Havşeb'den (s.14), yine
Ravzat-ul Vaizin'de (s.164) ve "A'lam-ul Vera"da (s.135 ve 136) ve "el-
Haraic" (s.127 ve 126) gibi eserlerde rivayet etmişlerdir.
Tefsir-us Sa'lebî'de, Mücahid ve Kelbi'den şöyle rivayet edilir:
"Resulullah efendimiz (s.a.a) Hıristiyanları lanetleşmeye davet
edince, dediler ki: "Dönüp bu teklifini değerlendirelim." Yalnız kalınca,
ileri görüşlü liderleri olan Akib'e dediler ki: "Ey Mesih'in kulu,


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................115


ne dersin?" Dedi ki: "Allah'a andolsun ki, ey Hıristiyanlar topluluğu,
siz Muham-med'in (s.a.a) elçi olarak gönderilmiş bir peygamber
olduğunu bildiniz. O, sizin peygamberiniz İsa (a.s) hakkında
çözüm kavuşturucu kesin bilgiyi getirmiştir. Allah'a andolsun ki,
bir peygamberle lanetleşen bir topluluğun yaşlısı yaşamaz, küçüğü
de büyümez. Eğer böyle yaparsanız, helak oluruz. Yok, eğer dininiz
üzere kalmak ve geleneğinizi sürdürmek istiyorsanız, adamı kendi
haline bırakın ve memleketinize dönün."

Sabahleyin Resulullah'ın yanına geldiklerinde baktılar ki, Hüseyin'i
kucaklamış, Hasan'ın elinden tutmuş, Fatıma onun arkasında,
Ali de Fatıma'nın arkasında olmak üzere geliyorlar ve Peygamber
(s.a.a) de diyordu ki: "Ben dua ettiğim zaman, siz "Amin"
deyin." Necranlıla-rın Piskoposu şöyle dedi: "Ey Hıristiyanlar topluluğu,
ben karşımda bir takım yüzler görüyorum ki, eğer bunlar
Allah'tan dağları yerinden sökmesini isterlerse, hiç şüphesiz Allah
dağları yerinden söker. Gelin lanetleşmeyin, yoksa helak olursunuz.
Kıyamet gününe kadar yeryüzünde bir tek Hıristiyan kalmaz."
Bunun üzerine peygamberimize dediler ki: "Ey Ebu'l Kasım, biz
seninle lanetleşmemeye ve seni kendi dinin üzerinde bırakmaya,
kendimizin de dinimiz üzere kalmamıza karar verdik."

Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Madem ki lanetleşmekten
kaçındınız, öyleyse Müslüman olmak suretiyle onların sahip oldukları
hak ve sorumluluklara siz de sahip olun."
Ama onlar bu öneriyi
kabul etmediler. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Zorunlu olarak
sizinle savaşacağım." buyurdu. Onlar: "Bizim Araplarla savaşacak
gücümüz yoktur. Ancak bize karşı sefer düzenlememen, bizi korkutmaman,
bizi dinimizden döndürmeye çalışmaman karşılığında
seninle anlaşma yapmak istiyoruz. Eğer kabul edersen, her yıl
sana iki bin top kumaş veririz. Binini Sefer, diğerini de Recep ayında.
Bir de demirden yapılmış otuz zırh veririz." Peygamberimiz
(s.a.a) de onlarla bunların üzerine anlaşma yaptı.

116........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Daha sonra Peygamber şöyle buyurdu: "Canım elinde olan Allah'a
andolsun ki, yokoluş, Necran halkının üzerine inmek üzereydi.
Eğer lanetleşmeye katılsalardı, maymunlara ve domuzlara dönüştürüleceklerdi.
Vadi dolusu ateş yağacaktı başlarına. Allah Necran'ın halkını, ağaç dallarındaki kuşlara kadar yok edecekti. Bir yıl geçmeden bütün Hıristiyanlar helak olacaktı."


Ben derim ki: Bu kıssa, buna yakın ifadelerle el-Mağazi adlı
eserde, İbn-i İshak'tan rivayet edilmiştir. Yine Maliki "el-Fusul-ul
Mü-himme" (s.23) adlı eserde, müfessirlerden yukarıdaki rivayete
yakın ifadelerle aktarır. el-Hamavi de İbn-i Cerih kanalıyla benzer
ifadelerle rivayet eder.

"Binini Sefer..." Bununla kastedilen muharrem ayıdır. Muharrem,
Arap aylarının ilkidir. Cahiliye döneminde "Sefer" adıyla bilinirdi.
Muharrem ayına "Sefer-i Evvel" ve Sefer ayına "Sefer-i Sani"
derlerdi. Araplar Sefer-i Evvel'in hürmetini Sefer-i Sani'ye ertelerlerdi.
Sonra yüce Allah Sefer-i Evvel'in de haram ay olduğunu,
İslami dönemde vurguladı. Böylece "Şehrullah-il Muharrem=
Haram kılınmış ay" adıyla anıldı, daha sonra kısaca "Muharrem"
diye meşhur oldu.

Sahih-i Müslim'de, Amir b. Sa'd b. Ebu Vakkas'tan, o da
babasından şöyle rivayet eder: "Muaviye b. Ebu Sufyan, Sa'd'a der
ki: "Seni Ebu Turab'a (Hz. Ali'ye) sövmekten alıkoyan nedir?" O şu
karşılığı verir: "Ben Resulullah'tan üç şey duydum ki, bunlardan
birisinin benim hakkımda söylenmiş olmasını kızıl yüklü develere
değişmem." Bir gün Resulullah (s.a.a) Ali'yi, çıktığı bir sefere götürmemiş,
onu Medine'de bırakmıştı. Ali dedi ki: "Ya Resulallah,
beni kadınlarla ve çocuklarla birlikte mi bırakıyorsun?" Resulullah
ona şöyle dedi: "Musa'nın yanında Harun hangi konumdaysa, sen
de benim yanımda aynı konumda olmayı istemez misin? Şu kadarı
var ki, benden sonra Peygamber olmayacaktır."

Bir de Peygamberimizin (s.a.a) Hayber günü şöyle buyurduğunu
duydum: "Yarın bayrağı, Allah'ı ve Resulünü seven, Allah ve


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................117


Resulü tarafından sevilen birine vereceğim." Hepimiz ertesi gün
bayrağı bize verilmesi beklentisi içerisine girdik. Resulullah şöyle
buyurdu: "Bana Ali'yi çağırın." Ali'yi getirdiler. Gözleri ağrıyordu.
Tükürüğünü gözlerine sürdü. Sonra bayrağı ona teslim etti ve Allah
Hayber'in fethini onun eliyle gerçekleştirdi.

Bir de: "De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı,
biz kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz
kendimizi ve siz de kendinizi çağıralım; sonra da dua edelim..."
ayeti inince, Resulullah (s.a.a) Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyin'i
çağırdı, sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım bunlar benim Ehl-i
Beytim'dir."
(c.15, s.175, Nevevî'nin Şerhiyle birlikte.)

Aynı hadise, Tirmizi de kendi sahihinde (c.5, s.638, h:3724) yer
vermiştir. Ebu'l Mueyyid el-Muvaffik b. Ahmed, Hz. Ali'nin faziletleri
kitabında rivayet etmiştir. Ebu Nuaym, Hilyet-ul Evliya adlı eserde,
Amir b. Sa'd'dan, o da babasından rivayet etmiştir. Hameveynî
Feraid-us Sımtayn adlı eserinde (c.1, s.377-378) yer vermiştir.

Ebu Nuaym Hilyet-ul Evliya adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle
Amir b. Ebu Vakkas'tan, o da babasından şöyle rivayet eder: "Bu
ayet inince, Resulullah efendimiz (s.a.a) Ali'yi, Fatımayı, Hasan ve
Hüseyini çağırdı, sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım, bunlar benim Ehli
Beytim'dir."


Aynı eserde Şa'bi'den, o da Cabir'den rivayet eder: "Akib ve
Tayyip adlı kişiler Resulullah'ın huzuruna geldiler. Resulullah
(s.a.a) onları İslam'a davet etti. Dediler ki: "Ey Muhammed, Müslüman
olduk." Resulullah buyurdu ki: "Yalan söylüyorsunuz. İsterseniz
niçin Müslüman olmadığınızı da anlatayım." Dediler ki: "Söyle
bakalım." Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Haç sevme, şarap içme
ve domuz eti yeme."
Cabir der ki: "Resulullah onları lanetleşmeye
çağırdı. Ertesi gün lanetleşmek üzere sözleştiler. Resulullah sabahleyin
Ali'nin, Hasan'ın, Hüseyin'in ve Fatıma'nın elinden tutarak
sözleştikleri yere geldi ve onlara haber saldı. Ama onlar söz verdikleri
halde gelmediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) şöyle

118........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


buyurdu: "Beni hak dinle gönderen Allah'a andolsun ki, eğer lanetleşmeye
gelselerdi, şu vadi onların başına ateş yağdıracaktı."
Cabir der ki: "Biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı...
çağıralım..." ayeti onlar hakkında inmiştir." Cabir der ki: "Kendimiz
ve kendiniz ifadesiyle, Resulullah ve Ali kastedilir. Oğullarımız,
Hasan ve Hüseyin'dir. Kadınlarımız ise Fatıma'dır."

Ben derim ki: Bu rivayeti, İbn-i Mağazili Menakıb adlı eserinde
kendi rivayet zinciriyle Şa'biden, o da Cabirden rivayet etmiştir
(s.363, h:310). Hameveynî "Feraid-us Sımtayn" adlı eserinde, kendi
rivayet zinciriyle Cabirden aktarmıştır (c.2, s.23, h:365). Maliki Fusulul
Mühimme'de mürsel olarak Cabir'den (s.25), yine Ebu Davud
Tayalisi'den, o da Şa'bet-uşŞa'bi'den mürsel olarak rivayet etmiştir.
ed-Dürr-ül Mensûr'da, Hakim'den -sahih olduğunu belirterek- o
da ibn-i Mürdeveyh'ten, Ebu Nuaym ed-Delail'de Cabir'den rivayet
etmiştir.

ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde belirtildiğine göre Ebu Nuaym,
ed-Delail adlı eserde Kelbi kanalıyla Ebu Salih'ten, o da İbn-i
Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Necran Hıristiyanlarından bir heyet,
Peygamberimizle (s.a.a) görüşmek üzere Medine'ye geldi. Bunlar,
on dört kişilik bir eşraf grubuydu. Bunların içinde başları olan
Seyyid, görüşlerine değer verilen ve ondan sonra gelen ikinci a-
dam olarak da Akib vardı." Sonra İbn-i Abbas, yukarıda belirtildiği
gibi kıssayı anlatır." (c.2, s.39)

Aynı eserde Beyhaki ed-Delail'de, Seleme b. Abd-ı Yeşu kana-
lıyla babasından, dedesinden şöyle rivayet eder: "Resulullah
(s.a.a) Neml suresinin inişinden önce, Necran halkına şu ifadelerle
başlayan bir mektup yazdı: "İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un ilahı
Allah'ın adıyla. Allah'ın resulü Muhammet'ten Necran piskoposuna
ve Necran halkına. Eğer Müslüman olursanız, ben sizden dolayı
İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un ilahı olan Allah'a hamdederim.
Şimdi ben sizi kula kulluktan Allah'a kulluk etmeye çağırıyorum.
Sizi kulların velayetinden (dostluk ve yönetiminden) Allah'ın vela

Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................119


yetine çağırıyorum. Eğer çağrımı kabul etmezseniz, cizye vermek
zorundasınız. Bunu da reddederseniz, size savaş ilan edeceğimi
bilin. Vesselam."

Piskopos, yazıyı okuyunca çok korktu, dehşete kapıldı. Necran
halkından Şerahbil b. Vedâa adlı bir şahsı çağırdı, mektubu ona
uzattı. Adam mektubu okudu. Piskopos ona: "Ne düşünüyorsun?"
diye sordu. Şerahbil dedi ki: "Sen yüce Allah'ın İbrahim, İsmail
soyuna peygamberlik vereceğini vaadettiğini biliyorsun. Onun bu
adam olduğu nereden bellidir? Benim peygamberlik hakkında
bilgim yoktur. Eğer dünya işleriyle ilgili bir husus olsaydı, sana bir
görüş bildirirdim. Senin için çalışırdım." Bunun üzerine Piskopos,
Necran halkını birer birer çağırarak onlarla konuştu. Onlar da
Şerahbil'in söylediklerine benzer söylediler. Sonunda Şerahbil b.
Vedâa, Abdullah b. Şerahbil ve Cabbar b. Feyz adlı
şahısları, gidip Resulullah hakkında kendilerine haber getirmek üzere görevlendirdiler.
Heyet yola çıktı. Nihayet Peygamberimizin (s.a.a) huzuruna
çıktılar. Karşılıklı olarak birbirlerine sorular sordular. Daha başlar
başlamaz Peygamberimize şu soruyu yönelttiler: "Meryem oğlu
İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?" Peygamber efendimiz buyurdu
ki: "Bugün onun hakkında herhangi bir bilgim yok. Bugün bekleyin.
Yarın onun hakkında söylenmesi gereken şeyi size bildiririm."
Böylece yüce Allah: "Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in
durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. ...Allah'ın lanetini
yalan söyleyenlerin üstüne kılalım." ayetlerini indirdi. Heyettekiler
bu açıklamayı duyunca, bunu kabullenmekten kaçındılar.

Peygamberimiz onlara haberi duyurduktan sonra, ertesi gün
kadifeden bir örtüye sardığı Hasan ve Hüseyin'le birlikte, Fatıma
da arkalarında olduğu halde, lanetleşme için geldi. O sırada Peygamberimizin
birkaç tane hanımı vardı. Buna rağmen oraya kızı
Fatıma'yı getirmişti. Şerahbil yanındaki arkadaşına dedi ki: "Ben
karşımda gayet makbul bir davranış görüyorum. Eğer bu adam,


120........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


elçi olarak gönderilmiş bir peygamberse ve biz de onunla lanetleşirsek,
yeryüzünde helak edilmedik bizden bir tek kişi kalmaz."
Arkadaşı: "Peki, senin görüşün nedir?" diye sorunca, o şu karşılığı
verdi: "Ben, onun hakemliğine baş vurmayı öngörüyorum. Çünkü,
bana göre o, aykırı bir karar verecek değildir." Arkadaşı dedi ki:
"Sen dilediğini yapabilirsin."

Bunun üzerine Şerahbil, Resulullah'ın yanına gitti ve ona şöyle
dedi: "Ben, seninle lanetleşmekten daha hayırlı bir öneride
bulunuyorum." Peygamberimiz: "Nedir o?" diye sordu. Dedi ki: "Bu
günden akşama ve akşamdan sabaha kadar bizim hakkımızdaki
hükmünü ertelemeni öneriyorum. Ondan sonra sen hangi hükmü
verirsen, o bizim için geçerlidir." Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.a) geri döndü ve onlarla lanetleşmedi. Sonuçta cizye vermeleri
karşılığında onlarla barış yaptı." (c.2, s.38)

Aynı eserde İbn-i Cerir, Alba b. Ahmer el-Yeşkuri'den şöyle rivayet
eder: "De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı,
biz kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı..." ayeti
inince, Resulullah efendimiz (s.a.a) Ali'yi, Fatıma'yı ve oğulları Hasan
ile Hüseyin'i çağırdı. Sonra lanetleşmek üzere Yahudilere haber
saldı. Yahudi gençlerden biri lanetleşmeye gidecek olanlara
şöyle seslendi: "Yuh olsun size! Daha dün (geçmişte) maymunlara
ve domuzlara dönüştürülen soydaşlarınızı unuttunuz mu? Sakın
onunla lanetleşmeyin." Bunun üzerine Yahudiler de lanetleşmeden
vazgeçtiler." (c.2, s.39)

Ben derim ki: Bu rivayet, ayette geçen "Onun hakkında seninle
tartışmaya kalkarsa...."
ifadesindeki zamirin "Gerçek,
Rabbinden gelendir." ifadesinde geçen "gerçek"e dönük olduğuna
ilişkin görüşü destekler niteliktedir. Buna göre, lanetleşme hükmü,
salt Meryem oğlu İsa'nın durumuna özgü değildir. Buna göre,
bu olay da, yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz birçok rivayette
işaret edilen Necran Hıristiyanlarının lanetleşmeye davet edilmelerinden
sonra gerçekleşen bir kıssadır.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................121


İbn-i Tavus Sa'd-us Suud adlı eserinde der ki: "Muhammed b.
Abbas b. Mervan tarafından kaleme alınan ve Peygamberimizle
Ehl-i Beyti hakkında inen ayetlerin tefsirini kapsayan kitaptan şu
ifadeleri okudum: "Lanetleşme olayına ilişkin haber, elli bir değişik
kanaldan sahabe ve başkalarından rivayet edilmiştir. Hasan b.
Ali (a.s), Osman b. Affan, Sa'd b. Ebu Vakkas, Bekr b. Semmal,
Talha, Zübeyir, Abdur-rahman b. Avf, Abdullah b. Abbas ve Hz.
Peygamberin (s.a.a) kölesi Ebu Rafi, Cabir b. Abdullah, Bera b.
Azib ve Enes b. Malik bunlar arasında yer alırlar."


Bu olay, el-Menakıb adlı eserde, birçok ravi ve müfessirden rivayet
edilir. Bunun gibi Suyuti de ed-Dürr-ül Mensur'da rivayet e-
der.

Ayetle İlgili Bir Yorum ve Reddi

Bir tefsircinin2 şu değerlendirmesi son derece tuhaftır:
"Rivayetlerden belirtilen ortak nokta, Peygamberimizin (s.a.a)
lanetleşme için Ali, Fatıma ve iki oğullarını seçtiği hususudur. Bu
rivayetlerde "kadınlarımız" kelimesi Fatıma'ya ve "kendimiz"
kelimesi de sadece Ali'ye yorumlanır. Bu rivayetlerin tümü Şii
kaynaklıdır. Bununla hangi amacı güddükleri ise malumdur.
Nitekim bu rivayetlerin yaygınlık ka-zanıp kabul görmesi için
ellerinden geleni yapmışlardır. Öyle ki bu rivayetler, Ehl-i Sünnet
arasında da büyük ölçüde revaç bulmuştur. Fakat bu rivayeti
uyduran kişi, olayı ayete tam olarak uyduramamıştır. Çünkü hiçbir
Arap, özellikle birkaç kadınla evli birisi, "kadınlarımız" kelimesiyle
kızını kastetmez. Arapça'da bu tarz bir kullanımın örneği yoktur.
Bundan daha akıl almazı ise, "kendimiz" ifadesiyle Ali'nin
kastedildiğinin söylenmesidir. Kaldı ki, ayetin nüzul sebebi olarak
gösterdikleri Necranlı Hıristiyanların oluşturduğu heyette, kadınlar
ve çocuklar yer almıyorlardı.
-------------------
2- el-Menâr Tefsiri, c.3, s.322-323.


122........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Ayetten anlaşılan husus şudur: Peygamber Efendimiz (s.a.a)
Ehl-i Kitaptan kendisiyle Meryem oğlu İsa hakkında tartışmaya
girip çekişenleri, erkek, kadın ve çocukları alıp toplamaya davet
etmesi, öte taraftan kendisinin de erkek, kadın ve çocuklardan
oluşan müminleri toplaması emredilmişti. Bunlar, İsa hakkında
yalan söyleyene lanet etmesi için Allah'a dua edeceklerdi.

Böyle bir öneride bulunmak, kişinin kesin inancına ve
söylediklerinden emin olduğuna delalet eder. Yine böyle bir
öneriye muhatap olan Hıristiyanlar ve diğer grupların böyle bir
şeyden kaçınmış olmaları da, kanıtlarından kuşku duydukları ve
söylediklerinden tam emin olmadıkları anlaşılıyor. Bu olay ve
onların sergiledikleri tavır, inançlarının sarsıldığını, kesin bilgiye ve
delilsiz inanca dayanmadıklarını ortaya koymuştur. Halbuki
Allah'a iman eden bir kimse, hak ve batıl taraftarlarından oluşan
bunca insanı bir yerde toplayıp, Allah'ın lanetini istemeye ve
rahmetinden uzak olmayı talep etmeye razı olabilir mi? Allah'a
karşı bundan daha büyük cesaret olur mu? Allah'ın gücü ve
azametiyle bundan daha fazla alay edilir mi?

Peygamber efendimizin (s.a.a) ve beraberindeki müminlerin
Hz. İsa hakkında kesin bir inanca sahip oduklarının kanıtı olarak
şu ifade yeterlidir: "...sana gelen ilimden sonra..." Çünkü bu tür
inanç meselelerinde "ilim" sözcüğüyle "kesin inanç" kastedilir.
"...biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı..." ifadesini iki
şekilde açıklamak mümkündür:

Birincisi: Her grup karşı tarafın adamlarını çağırsın. Siz bizim
oğullarımızı, biz de sizin oğullarınızı, siz bizim kadınlarımızı, biz de
sizin kadınlarınızı... çağıralım.

İkincisi: Her grup kendi yandaşlarını çağırsın. Biz Müslümanlar
kendi oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi... çağıralım. Siz de
kendinizinkileri çağırın.

Her iki açıdan da "kendiler"in çağrılışındaki kelime dağılımında
herhangi bir problem yoktur. Problem, Şia'nın yorumundan ve


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................123


sözcükleri belli şahıslara özgü kılma hususunda onlara taraf olanlardan
kaynaklanmaktadır..."

Ben derim ki: Bu sözleri -ki bu tür sözleri onun gibi birisine nispet
etmemizden dolayı bazı okuyucuların bizi suçlayacağını
tahmin ediyor gibiyim. Çünkü hiçbir akıllı, bu ve benzeri sözlerin
ilmî kaynaklarda söz konusu edilmesinin taraftarı olmaz.- dayanaksız
ve kanıttan yoksun olmasına rağmen, sırf inatçılığın, taassubun
ve vesvesenin bir insanın anlama kabiliyetini ne tür bir uçuruma
sürüklediğini ve bozuk bir düşünceye sahip kıldığını, göstermek
için sunuyoruz. Böyle bir olguları taşıyan kimse, bu tarz
düşünce üzerine kurduğu bütün yapıları bozar, daha sonra bozduklarını
hiç çekinmeden tekrar yapmaya başlar. Ayrıca bu tür sözler,
şerri, kötülüğü içeriyor ve şerden kaçınabilmek, onu bilmeye, tanımaya
bağlıdır.

Bu konuda iki türlü yaklaşım içine girmek mümkündür:

Birincisi: Ayetin Hz. Ali'nin üstünlüğüne delalet etmesidir. Bu,
kelamî bir meseledir ve bizim bu kitabımızın konusunun dışındadır.
Bu kitapta asıl hedef, Kur'an ayetlerinin anlamlarını irdelemektir.


İkincisi: Bu değerlendirmeyi yapan zatın "Mübahele ayeti"nin
anlamıyla ilgili açıklamalarını ve Peygamberimizle Necran Hıristiyanlarını
temsilen gelen heyet arasında geçen olaylara ilişkin rivayetler
üzerindeki yorumunu incelemektir. Bu, tefsirle ilgilidir ve
kitabımızın kapsamına giren bir konudur.

Ayetin neye delalet ettiğini biliyorsunuz. Bizim yukarıda
naklettiğimiz bir çok rivayet, ayetin nesnel karşılığıyla
örtüşmektedir. Bunlar üzerinde düşünüldüğü zaman, söz konusu
uydurma değerlendirmenin ve hiç bir olumlu amaca hizmet
etmeyen çürük, dayanıksız gözlemin yanlışlığı, geçersizliği
anlaşılacaktır. Şimdi daha ayrıntılı bir irdelemeye başlıyoruz:

Bu zat diyor ki: "Bu rivayetlerin tümü Şia kaynaklıdır... Bu rivayetlerin
yaygınlık kazanıp kabul görmesi için ellerinden geleni yap



124........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


yapmışlardır. Öyle ki bu rivayetler Ehl-i Sünnet arasında da büyük
ölçüde revaç bulmuştur." Bundan önce de sözünün başında: "Rivayetlerden
belirtilen ortak nokta..." şeklinde bir ifade kullanıyor.
Keşke bu sözlerle hangi rivayetleri kastettiğini bilseydim? Bununla
hadisçilerin elbirliği ederek rivayet ettikleri ve herhangi bir açıdan
eleştirmedikleri çok sayıdaki rivayeti mi kastediyor? Oysa bu rivayetler
bir, iki ve üç tane değildir. Hadisçiler bunları topluca benimsemiş
ve nakletmişlerdir. Sahih hadis kaynaklarında bu rivayetlere
yer verilmiştir. Bunlar arasında Müslim ve Tirmizi de vardır. Tarihçiler
de olayı doğrulamışlardır.

Sonra Müfessirler herhangi bir itirazda bulunmadan, en ufak
bir kuşku belirtmeden tefsirlerinde bunlara yer vermiş, defalarca
üzerinde durmuşlardır. Bunlar arasında Taberi, İbn-i Kesir, Suyuti
gibi hadisçi ve tarihçi zatlar da yer alır.

Ayrıca, bu rivayetlerin kaynağı olarak işaret ettiği Şia ile kimleri
kastediyor? Rivayet zincirlerinin gelip dayandıkları Sa'd b. Ebu
Vakkas, Cabir b. Abdullah, Abdullah b. Abbas gibi sahabeleri mi?
Yoksa bu haberleri onlardan duyup kendilerinden sonraki kuşaklara
aktaran Ebu Salih, Kelbi, Süddi, Şa'bi gibi tâbiin kuşağına men-
sup alimleri mi kastediyor? Bu gibi insanlar, müellifin hoşuna gitmeyen
bir olayı aktardılar diye Şii mi oldular? Kaldı ki, bu zatlar ve
benzerleri, hadisleri nakleden kanallardırlar. Eğer bu adamlar da
reddedilirse, geride sözü edilecek bir sünnet, anlatılacak bir siyer
kalmaz.

Bir Müslüman, hatta din olarak İslam'ı benimsememiş bir
araştırmacı, sünneti geçersiz sayıp, sonra da Peygamberin (s.a.a)
getirdiği öğretiyi ve yasama sisteminin ayrıntılarını tespit edebilir
mi? Halbuki Kur'an, Peygamberin sözünün ve pratik davranışının
kanıtsallığını haykırıyor; dinin hayatını sürdürmesini dile getiriyor?
Eğer ta baştan itibaren sünnetin iptalliği yönüne gidilirse, geride
ne Kur'an'dan bir eser, ne de inmesi için bir semere kalır.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................125


Yoksa o, bu sözleriyle, Şiilerin bu tür rivayetleri uydurup hadis
ve tarih kaynaklarına sokuşturduklarını mı demek istiyor? Eğer
öyleyse, sünnetin iptali ve şeriatın geçersizliği tehlikesi yeniden
gündeme gelmiş olur. Hatta musibet daha da kuşatıcı, fesat daha
da yaygın olur!!!

Sözlerinin bir bölümünde de diyor ki: "Kadınlarımız" sözünü
"Fatıma'ya", "kendimiz" sözünü de sadece Ali'ye yorumluyorlar..."
Demek istiyor ki; onlar diyorlar: "Kadınlarımız" sözü mutlak olarak
denilmiş ve onunla Fatıma kastedilmiştir. Yine "kendimiz" sözü ile
de sadece Ali'ye işaret edilmiştir. O, bu sözüyle, yukarıda sunduğumuz
rivayetlerden birinde geçen ifadelerden anladığını yansıtıyor
gibidir. Çünkü Cabir'in şöyle dediği rivayet edilir: "Kadınlarımız"
la Fatıma, "kendimiz"le Ali kastedilmiştir."

Ama bu tefsirci, olayı yanlış anlamıştır. Çünkü ayette geçen
"kadınlarımız " sözü ile Fatıma ve "kendimiz" sözü ile de Ali
kastedilmemiştir. Fakat Peygamber efendimiz (s.a.a) bu ayetteki
emri yerine getirme bağlamında, sadece Ali ve Fatıma'yı çağırdığı
için, Fatıma'nın "kadınlarımız"ın, Ali'nin "kendimiz"in ve Hasan ve
Hüseyin'in de "oğullarımız"ın bireysel misdak ve temsilcileri
oldukları anlaşılmaktadır. Ayette geçen "oğullar, kadınlar ve
kendiler"den maksat ailedir. O da Peygamberimizin (s.a.a) Ehl-i
Beyti'dir. Nitekim rivayetlerde belirtildiğine göre, Peygamberimiz

(s.a.a) onları lanetleşme mahalline getirdikten sonra: "Allah'ım,
bunlar benim Ehl-i Beytim'dir." buyurmuştur. Dolayısıyla
Peygamberimizin sözünün ifade ettiği anlam şudur: "Bun-lardan
başka çağıracak kimse bulamadım."
Bazı rivayetlerde yer alan: "Kendimiz ve kendinizi" sözünden
maksat, Resulullah ve Ali'dir." ifadesi bizim bu açıkladığımızı
destekler niteliktedir. Çünkü bu ifade, açıkça ayetin anlamına
kimin mis-dak olduğunu belirtiyor; ayetteki lafızların mânasını
açıklamak söz konusu değildir.


126........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Sonra diyor ki: "Fakat bu rivayeti uyduran kişi, olayı ayete tam
olarak uyduramamıştır. Çünkü hiçbir Arap, özellikle bir kaç kadınla
evli birisi, "kadınlarımız" kelimesiyle kızını kastetmez. Arapça'da
bu tarz kullanımın örneği yoktur. Bundan daha akıl almazı ise,
"kendimiz" ifadesiyle Ali'nin kastedildiğinin söylenmesidir." Yazarın
yanlış algıladığı bu ilginç olay, onu bunca rivayeti bir çırpıda
tutup atmaya, onları nakleden ravileri ve sahih olarak kabullenen
bütün herkesi suçlamaya, daha sonra da sözü geçen nispetlerde
bulunmaya sürüklemiştir. Oysa, Kur'an'ı tefsir etmek gibi bir konumda
olan bir kişi olarak onca belâgat imamını ve söz sanatı
üstatlarını hatırlaması gerekirdi. Onlar bu rivayetleri hiçbir tereddüt
göstermeden, herhangi bir itiraza konu etmeden tefsirlerine
ve diğer eserlerine almışlardır.

Örneğin Keşşaf tefsirinin yazarı Zimahşeri -ki zaman zaman
kıraat imamlarının bile yanlışlarını gösterebilecek bir kişidir- söz
konusu ayetin tefsiri çerçevesinde şunları söylüyor: "Bu ayetin en
güçlü kanıtsallığı, Ashab-i Kisâ'nın (Peygamberimizin: "Ehl-i Beytim
bunlardır." diye abası altına aldığı Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in)
üstünlüklerine delalet etmede, bundan daha güçlü bir delil
olmaz. (Selam onların üzerlerine olsun.) Bu, aynı zamanda Peygamber
efendimizin (s.a.a) peygamberliğinin de gerçekliğinin en
açık ifadesidir. Çünkü, yandaş ve muhalif hiç kimse, Necran Hıristiyanlarının
lanetleşmeye katıldıklarına ilişkin bir rivayeti aktarmış
değildir." Keşşaf Tefsiri'nden aldığımız alıntı burada sona erdi. (c.1,

s.370)

Nasıl oluyor da belâgat alanının üstatları, edebiyat sahasında
at koşturan bu yiğitler ve ulu şahsiyetler, hadis kitaplarında yoğun
bir şekilde yer alan bu yekündeki rivayetlerin Kur'an'ın beyanına
yanlışlık izafe ettiklerini, tekil bir duruma ilişkin, çoğul bir ifade
kullanmayı nispet ettiklerini fark edememişlerdir?!

Hayır! Andolsun ki, meseleyi karıştıran yazarın kendisidir. Kavramla
nesnel karşılığını birbirine karıştıran odur. O sanıyor ki, yüce


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................127


Allah Peygamberine: "...sana gelen ilimden sonra, onun hakkında
seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı,
siz de kendi oğullarınızı... çağıralım." şeklinde hitap ettiğinde,
eğer ayetin işaret ettiği tartışmacılar Necranlı Hıristiyanlardan oluşan
heyet kabul edilirse, bazı rivayetlerde işaret edildiği gibi, onlar
da on dört erkekten oluştukları ve yanlarında kadın ve çocuk namına
kimse bulunmadığı, ayrıca rivayetlerde belirtildiğine göre
Peygamberimiz de Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'den başka kimseyi
lanetleşmeye götürmediği için, bu şekildeki bir yaklaşım, "seninle
tartışmaya kalkarsa..." ifadesiyle Necran heyetinin, "kadınlarımız"
ifadesiyle bir tek kadının ve "kendimiz" ifadesiyle de bir
tek adamın kastedilmiş olmasını gerektirir. Bu durumda "kadınlarınız"
ve "oğullarınız" ifadelerinin bir anlamı olmaz. Çünkü rivayetlerde
belirtildiğine göre, heyette kadınlar ve çocuklar yer almıyorlardı.


Burada tesniye=iki kişi ile ilgili hususta çoğul olan "oğullar" kelimesinin
kullanılması durumu ortaya çıkmış olur. Böyle bir kullanım,
müfret için çoğul kullanmaktan daha kötü bir örnektir. Müfretle
ilgili olarak çoğul kullanımının örneklerine müvelledlerin,
yâni sonradan Araplaşanların dilinde rastlamak mümkün olsa da,
orijinal Arapça'da saygı ifade etmek dışında hiçbir yerde tekil kastıyla
çoğul kullanılmaz, ama tesniye niyetine çoğul ifade kesinlikle
kullanılamaz.

İşte mezkur tefsirciyi, söz konusu rivayetleri bir kenara itmeye,
onları uydurma olarak nitelemeye iten vehim budur. Oysa mesele
onun vehmettiği gibi değildir.

Şunu şöyle açıklayabiliriz: Beliğ, amaca uygun ve etkili bir konuşma,
konumun gereksinimlerinin riayet edilmesini, yâni algılanması
gereken şeyin belirgin bir şekilde algılanmasını zorunlu
kılar. Bazen öyle bir durum olur ki, iki kişi veya iki grup karşılıklı
konuşur da taraflardan biri veya her ikisi karşı tarafın durumunu
bilmediğini inkâr eder veya bilmez. Bu durumda konuşma, fıtratın


128........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ve geleneğin öngördüğü biçimde hazırlanır. Buna uygun ifadelere
yer verilir. Sözgelimi hasım taraflardan biri, karşı tarafa husumet
ve savunma olgusunun o tarafın tüm bireyleri, kadın, erkek, küçük
büyük herkes için geçerli olduğunu vurgulamak isterse, şöyle bir
ifade kullanır: Biz, erkek, kadın ve çocuk olarak size husumet ediyoruz
ve sizinle savaşıyoruz. Böylece fıtratın ve geleneğin öngördüğü
bir konuşma yapmış olur. Çünkü gelenek, bir grubun kadınlarının
ve çocuklarının olmasını gerektirir. Bu tarz ifadelerde amaç;
karşı tarafa kendilerine husumet edenlere karşı yek vücut
olduklarını, topluca husumet ettiklerini vurgulamaktır. Eğer: "Biz
erkekler, kadınlar ve iki oğlumuzla size husumet ediyoruz veya
savaşıyoruz" şeklinde bir ifade kullanılsa, bununla konumun gerektirdiğinden
öte bir husus haber verilmek isteniyor ki, bu da özel
bir vurguyu ve konumun gereği karşı tarafa anlatmayı kaçınılmaz
kılmıştır.

Fakat tanışlar, dostlar ve arkadaşlar arasında, konuşma fıtratın
ve geleneğin gerektirdiği gibi yapılabilir. Sözgelimi, bir davet ve
kutlama çağrısı olarak: Sizi kendimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız
olarak davet ediyoruz." denilebilir. Bazen de tarafın tanımasına
dayanılarak daha ayrıntılı bir davetiye sunulur ve şöyle denir:
"Erkekler, kız ve iki küçük çocuk olarak size hizmet edeceğiz." vs.

Şu halde fıtrat, gelenek ve dış görünüş bir değerlendirmeye,
realite ve nesnel karşılık da bir başka değerlendirmeye tâbidir.
Bunlar bazen birbirlerinden farklı olurlar. Dolayısıyla bir kimse konuşmasını
kendisi ile ilgili olarak zahiren bilinen şeylere göre biçimlendirip,
alışkanlığın ve geleneğin gereği bir konuşma yapsa,
sonra da gerçek durumu, pratik konumu, anlattıklarından farklı
bir biçimde ortaya çıksa, onun konuşması yanlış olmaz, verdiği
haber itibariyle yalancı kabul edilmez veya anlamsız şeyler söyleyen
bir boşboğaz muamelesi görmez.

Ayeti de bu şekilde yorumlamak gerekir. Dolayısıyla: "De ki:
"Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz kendi


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................129


kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi ve siz de
kendinizi çağıralım…" ayeti ile kastedilen anlam -yukarıdaki açıklamaları
baz alırsak-şudur: Onları, senin Ehl-i Beytin'den davet ve
ilim hususunda sana ortaklık eden yakınlarınla beraber gelmen
karşılığında, aileleri ve yakınlarıyla birlikte gelmek üzere lanetleşmeye
çağır." Sonra konuşma öyle bir şekilde hazırlanmış ki,
Peygamber efendimiz (s.a.a) Ehl-i Beyti içinde erkekler, kadınlar ve
oğullar, onların da ev halkı içinde erkekler, kadınlar ve oğullar
varmış gibi bir anlamı yansıtıyor. Böyle bir anlam algılaması dış
görünüşün bir gereğidir. Alışkanlığın ve geleneğin Peygamberimiz
ve Hıristiyan hasımlarına ilişkin hükmü budur.

İşin aslına ve realiteye gelince; Peygamberimizin (s.a.a) erkekler,
kadınlar ve oğullar olarak sadece kendisi, kızı ve iki oğul vardı.
Hasımları da yalnızca erkeklerden oluşuyorlardı, kadınları ve oğulları
bulunmuyordu. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.a) kararlaştırılan
yere bir erkek, bir kadın ve iki çocukla birlikte gelince onu yalancılıkla
ve yanlış yapmakla suçlamadılar. Öte yandan onlar da;
"Sen bize kadınları ve oğulları da getirmemizi istedin, ama bizim
kadınlarımız ve oğullarımız yanımızda değildir." diye özür belirtmediler.
Ayrıca bu kıssayı duyan hiç kimse onu uydurma olarak
nitelendirmemiştir.

Buradan hareketle yazarın; "Ayetin nüzul sebebi olarak gösterilen
Necranlı Hıristiyan heyetinin beraberinde de kadınlar ve oğullar
yoktu." şeklindeki sözünün de yanlış olduğunu görüyoruz.

Ayrıca şunları söylüyor: "Ayetten anlaşılan husus şudur:
Peygamber Efendimize (s.a.a) Ehl-i Kitaptan kendisiyle Meryem
oğlu İsa hakkında tartışmaya girip çekişenleri erkek, kadın ve
çocukları toplamaya davet etmesi, öte taraftan kendisinin de
erkek, kadın ve çocuklardan oluşan müminleri toplaması
emredilmişti. Bunlar, İsa hakkında yalan söyleyene lanet etmesi
için Allah'a dua edeceklerdi... Allah'a iman eden bir kimse, hak ve
batıl taraftarlarından oluşan bunca insanı bir yerde toplayıp
Allah'ın lanetini istemeye ve rahmetten uzak olmayı talep etmeye


130........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


meye ve rahmetten uzak olmayı talep etmeye razı olabilir mi? Allah'a
karşı bundan daha büyük bir cesaret olur mu? Allah'ın gücü
ve azametiyle bundan daha fazla alay edilir mir?"

Özetle demek istiyor ki: Ayet, her iki tarafı kendileri, kadınları
ve çocuklarıyla bir yerde toplanmaya ve lanetleşmeye davet ediyor
(belli şahıslar söz konusu değildir).

Acaba davet edilen bu toplantının ne olduğunun açıklanması
gerekmez mi? Acaba bununla her iki tarafın topyekün toplanmaları
mı kastediliyor? Yâni bütün mü'minlerin3 -ki Yemen, Hicaz,
Irak gibi bölgelerde yaşayan Rabia ve Mudar Araplarının büyük bir
kısmı veya tamamı sayılıyorlardı- ve Yemen, Şam, Akdeniz kıyıları,
Bizans, Fransa, İngiltere ve Avusturya gibi bölgelerde yaşayan tüm
Hıristiyanların bir yerde toplanmaları mı emredilmiştir?

Yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan bu toplumların,
erkekli, kadınlı ve çocuklu nüfusları o gün için milyonları aşıyordu.
Aklı başında olan hiç kimse, milyonlarca insanı bir yerde toplamanın
imkansız olduğundan kuşku duymaz. Normal doğal nedenler
bütün temelleriyle böyle bir şeyi kaldıramaz ve deruhde edemez.
Böyle bir şeyi kabul etmek, Kur'an'ın insanları imkansız ve muhal
nitelikli bir şeye davet ettiğini kabul etmekle eş anlamlıdır. Demek
olur ki, Kur'an kesinlikle olmayacak bir şeye dayalı olarak kanıtını
ortaya koyuyor, imkansızdan hareketle hakkı savunuyor. Hıristiyanların
Peygamberin (s.a.a) bu davetine icabet etmemeleri mazur
görülebilir. (Ne güzel mazeret!) Ama Peygamberin, icabet edilemeyecek
bir şeye onları davet etmiş olmasının onlardan daha
fazla davetine büyük bir zarar verdiği ortadadır.

Yoksa o an için orada hazır bulunan iki grubun temsil ettiği
bölgelerin halkları mı kastediliyor? Medine ve çevresindeki mü


3- Bazı tarihçilere göre hicri dokuzuncu yılda, diğer bazısına göre onuncu yılda
meydana gelmiştir bu olay… Tefsirini sunduğumuz bu ayetleri takip eden ayetlerle
ilgili rivayetler bölümünde açıkladığımız gibi, olayın tarihine ilişkin görüşlerin tümünde
problem vardır.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................131


minlerle, Necran ve çevresindeki Hıristiyanlar yâni. Gerçi bu ihtimal
öncekine göre daha hafif görünüyor; ancak gerçekleşememe,
vuku bulamama açısından önceki gibidir. O gün için, kim Medine'nin
ve Necran'ın tüm halkını kadınlara ve çocuklara varıncaya
kadar lanetleşme için bir yerde toplayabilirdi? Acaba böyle bir
çağrı, imkansızı istemek değil de nedir? Ve acaba hak, gerçekleşmesi
imkansız, ortaya çıkması zor bir çağrıdır, anlamına
gelmez mi?

Yoksa, tartışılan taraflar mı kastediliyor? Yâni Peygamber efendimiz
ve o sırada yanında bulunan müminlerle Necranlı Hıristiyanları
temsilen Medine'de bulunan heyet… Bu ihtimale de yazarın
şu sözüyle cevap verilir: "Kaldı ki, ayetin nüzul sebebi olarak gösterdikleri
Necranlı Hıristiyanların oluşturdukları heyette kadınlar ve
çocuklar yer almıyorlardı." Dolayısıyla bu ihtimali kabul etmek de
yazarın işaret ettiği sakıncaları gündeme getirir.

Yazar diyor ki: Peygamber efendimizin (s.a.a) ve beraberindeki
müminlerin Hz. İsa hakkında kesin bir inanca sahip olduklarının
kanıtı olarak şu ifade yeterlidir: "Sana gelen ilimden sonra…"
Çünkü bu tür inanç meselelerinde "ilim" sözcüğüyle "kesin inanç"
kastedilir.

Ben derim ki: İnanç meselelerinde "bilmenin", "kesin inanç"
anlamını ifade ettiği şeklindeki değerlendirme doğrudur. Müminlerin
İsa hakkında kesin bir inanca sahip olduklarına da ayetin
işaret ettiğini nasıl kanıtladığını bir bilseydim? Halbuki, ayette:
"Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya
kalkarsa..." ifadesiyle, Peygamberimizin durumuna işaret
ediliyor. Ve diyalog konumu da, bu ifadenin Peygamberimizin

(s.a.a) dışındaki müminleri kapsamasını gerektirmiyor. Çünkü Hıristiyan
heyetin Peygamberimizle tartışmaktan başka bir amacı
yoktu. Müminlerle karşılaşmayı düşünmüyorlardı. Ne müminler
onlarla ne de onlar müminlerle bir kelime konuşmuş değillerdi.

132........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Evet, eğer ayette, Peygamberimizin dışında herhangi bir kimsenin
de konuya ilişkin bilgiye sahip olduğuna işaret edilseydi,
kuşkusuz, daha önce "yalan söyleyenler…" sözünü yorumlarken
vurguladığımız gibi, bu, onunla birlikte lanetleşmeye gelen
kimselerden olacaktı.

Öte yandan Kur'an, ilim ve yakinin bütün müminler için gerçekleşmediğinden
söz eder: "Onların çoğu şirk koşmadan Allah'a
iman etmezler." (Yusuf, 106) Bu ayette, iman edenlerin bir kısmı
şirkle nitelendiriliyor. Yakin=kesin inançla şirk bir arada barınır mı?
"Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: "Allah
ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vaadetmedi."
diyorlardı." (Ahzab, 12) "İman edenler: "Bir sûre indirilmeli değil
miydi?" derler. Fakat, hükmü açık bir sûre indirilip, onda savaştan
söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların, sana ölümden
bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. Onlara
ölüm gerektir. Onlara düşen, itaat etmek ve güzel söz söylemektir.
İş ciddiye bindiği zaman Allah'a verdikleri söze sadık
kalsalardı, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Demek işbaşına
gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, rahimleri
(akrabalık bağlarını) koparacaksınız öyle mi? Onlar, Allah'ın lanetleyip
sağır yaptığı ve gözlerini kör etti-ği kimselerdir." (Muhammed, 20-23)

Şu halde, kesin inanç Hz. Peygambere (s.a.a) tâbi olanlardan
basiret sahibi kimselerin sahip oldukları bir özelliktir. Yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de
ki: "Bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim." (Âl-i
İmrân, 20) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "De ki: Bu, benim
yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim; ben ve bana
uyanlarla da." (Yusuf, 108)

Yazarın bir diğer iddiası da şudur: "Biz kendi oğullarımızı, siz
de kendi oğullarınızı…" ifadesini iki şekilde açıklamak mümkündür:
Birincisi: Her grup karşı tarafın adamlarını çağırsın…"


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................133


Bu şıkkın yanlış olduğunu ve ayetin lafzıyla bağdaşmadığını
daha önce vurguladık. O zaman şunu belirtmiştik: Eğer sadece:
"Dua edelim de Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım."
denilseydi, hedefin hasıl olmasında yeterli olurdu. Ancak buna
ek olarak: "Biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz
kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi ve
siz de kendinizi çağıralım…" buyuruluyor. Bu ifadenin amacı, her
iki tarafın en aziz ve en sevimli gördüğü yakınlarını yâni oğulları ve
kadınlarıyla birlikte kendilerini (yakın akrabalar ve aile) getirmelerini
gerekli kılmaktır. Böyle bir hedefe de ancak ayetin anlamının
şu şekilde olmasıyla varılabilir: "Biz oğullarımızı, kadınlarımızı ve
kendimizi çağıralım, siz de oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi
çağırın, sonra lanetleşelim…" Ama ayetin anlamının: "Biz sizin
oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi çağıralım, siz de bizim oğullarımızı,
kadınlarımızı ve kendimizi çağırın, sonra lanetleşelim."
şeklide algılanması durumunda, yukarıda işaret ettiğimiz amaç
geçersiz olur.

Ayrıca, bizzat dejenere olmamış karakterin böyle bir anlamı
normal karşılaması mümkün değildir. Peygamberimizin (s.a.a)
dua edip, lanetleşmek üzere Hıristiyanları kendi oğullarına ve kadınlarına
musallat kılmasının, kendisinin de onlardan kendisini
anların oğullarına ve kadınlarına musallat kılmalarını istemesinin
ne gibi bir anlamı olabilir ki? Halbuki her iki grup da, kendi oğullarını
ve kadınlarını çağırıp sözleşilen yere getirebilir.

Kaldı ki, ayetten böyle bir sonuç çıkarsamak için, "musallat
kılma" ve benzeri deyimlerin -yukarıda vurguladığımız gibi- ne an-
lama geldiklerini anlamak gerekir. Fakat bunu bizim anlamamız
hiç de mümkün değil. Şu halde doğru olan, bu tarz bir yaklaşımın
geçersizliğidir. Geriye bir yaklaşım tarzı kalıyor, o da her kesin
kendi ailesini çağırmasıdır ki, bu husus belirgindir.

Mezkur tefsirci, bir de şunları söylüyor: "Her iki açıdan da
"kendiler"in çağrılışındaki kelime dağılımında herhangi bir prob



134........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lem yoktur. Problem Şia'nın yorumundan ve sözcükleri belli şahıslara
özgü kılma hususunda onlara taraf olanlardan kaynaklanmaktadır."
Problem dediği şey, ayetle ilgili olarak insanın "kendisi"
ni çağırmasıdır. Oysa bu problem, konuya ilişkin olarak işaret
ettiğimiz iki yaklaşım tarzıyla hiçbir şekilde ilintili değildir. Tersine,
problem; "kendimiz" ifadesiyle Resulullah efendimiz (s.a.a) kastedilmiş
olması durumunda söz konusu olur. Nitekim nakledildiğine
göre bazı mezhepsel tartışmalarda bu tür iddialar ortaya atılmıştır.
Şöyle ki; tartışanlardan biri (Sünni) "kendimiz"den maksadın
Resulullah'ın (s.a.a) olduğunu, Ali'nin (a.s) olmadığını iddia eder,
buna karşılık da diğeri (Şia) insanın kendi kendisini çağırmasını
gündeme getirir ki, böyle bir şey yanlıştır, batıldır. Yukarıda yer
verdiğimiz ve el-Uyun adlı eserden aktardığımız ikinci rivayet, bunun
yanlışlığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu açıklamalarla, adı geçen yazarın şu sözlerinin yanlışlığı da
ortaya çıkıyor: "Problem, Şia'nın yorumundan kaynaklanmaktadır."
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Şia'nın yorumu şöyledir: "Kendimiz"
ifadesinden maksat, Peygamberimizin (s.a.a) Ehl-i Beyti'ne
mensup erkeklerdir. Dolayısıyla, maksadın nesnel karşılığı olarak
Resulullah efendimiz (s.a.a) ile Hz. Ali'nin (a.s) olduğu işaret edildiği
açıktır. Dolayısıyla bu ikisinden birinin diğerini çağırmasında
bir problem yoktur.

Hatta yazarın iddia ettiği gibi, Şiiler; "Kendimiz" ifadesinden
maksat Ali'dir." demiş olsalar bile, bunda bir problem söz konusu
olmaz. Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) Ali'yi davet etmesinde herhangi
bir sorun olmaz.

Görüşlerine yer verdiğimiz müfessirin öğrencisi, el-Menar adlı
tefsirde, rivayetlere işaret ettikten sonra şunları söylüyor: "İbn-i
Asa-kir, Cafer b. Muhammet'ten, o da babasından şöyle rivayet
eder: "De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı…
çağıralım." ayeti inince, Peygamberimiz (s.a.a) Ebubekir'i ve
oğlunu, Ömer'i ve oğlunu, Osman'ı ve oğlunu getirdi." Bundan da


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................135


açıkça anlaşıldığı gibi, ayette geçen ifadeden maksat, müminlerden
bir gruptur."

Üstadının yukarıda yer verdiğimiz görüşlerini aktardıktan sonra,
kendisi de şunları söylüyor: "Görüldüğü gibi, ayette ulusal sorunlar
ve dinsel tartışmalar bazında kadın-erkek ortaklığına ilişkin
bir hüküm söz konusudur. Bunun esasında şu değerlendirme yatar:
Kadın, genel meselelerde bile erkekle aynı konumdadır. İfadenin
akışı içinde, istisna edilen bazı hususlar hariç." (c.3, s.322)

Ben derim ki: Bu zatın işaret ettiği rivayet, şaz ve nadir rivayet
türlerinden olup, yaygın olan onca rivayetle çelişmektedir. Hatta
müfessirler de ona ilgi duymamışlardır. Kaldı ki, realiteyle de örtüşme-
mektedir. Bu rivayette, adı geçen şahısların her birinin oğlundan
söz ediliyor ki, bu şahısların tümünün o tarihlerde erkek
çocukları yoktu.

Bana öyle geliyor ki o: "Bundan da açıkça anlaşıldığı gibi, ayette
geçen ifadeden maksat, müminlerden bir gruptur." sözleriyle,
bu rivayetten, Peygamber Efendimizin lanetleşmeye bütün müminleri
ve oğullarını çağırdığı yönünde bir anlam çıkarmak istiyor.
Dolayısıyla; "Ebubekir ve oğlu…" ifadesi, bütün müminlerin çağırılmasından
kinayedir." demek istiyor. Böylece, o üstadının üzerinde
durduğu anlamı pekiştirmeyi amaçlıyor. Ancak, sen şu anda
onun şaz bir rivayet olduğunu, müfessirlerin ondan yüz çevirdiğini,
metin ve yorumladığı anlama yönelik delalet bakımından son derece
zayıf olduğunu biliyorsun.

Ayetin, genel haklar itibariyle kadınlarla erkeklerin ortak
olduklarına işaret ettiğine ilişkin iddiaya gelince; eğer ayetin bu
yönde bir kanıtsallığı varsa, çocukların da ortaklığı söz konusu
olur ki, bu bile söz konusu çıkarmanın yanlışlığını ortaya koymak
için tek başına yeterli bir kanıttır.

Biz daha tefsirimizin ikinci cildinde, boşanma ayetlerinin tefsiri
çerçevesinde, kadın erkek ortaklığına değinmiştik. Yeri geldikçe,
bu konuya ilişkin değerlendirmelerde bulunacağız. Ancak, tefsirini


136........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


sunduğumuz ayetten böyle zorlama yorumlar çıkarmaya yeltenmeye
gerek yoktur.

----------------------------------
Değerli Kardeşlerim Mizan Tefsiri'ni ve diğer Ehlibeyt eserlerini
www.islamkutuphanesi.com
www.mizantefsiri.com
www.ehlibeytkutuphanesi.com
sitelerinden indirebilirsiniz.