El-Mizân
Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:3

                AL-İ İMRAN SURESİ

                             ( 1-120. Ayetler)

                                         İÇİNDEKİLER



42- Hani melekler demişlerdi: "Ey Meryem, şüphesiz Allah seni
seçti, temizledi ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı.

43- Ey Meryem, Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve
rüku edenlerle birlikte sen de rüku et."

44- Bunlar gayb haberlerindendir; bunları sana vahyedi-yoruz.
Onlardan hangisi Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle
kur'a atarlarken sen yanlarında değildin; çeki-şirlerken de yanlarında
değildin.

45- Hani melekler dediler ki: "Ey Meryem, Allah seni, kendisinden
bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meyem oğlu İsa Mesih'tir;
dünyada da, ahirette de onurlu, saygın ve (Allah'a) yakın olanlardandır.


46- Beşikte ve yetişkinlik halinde insanlarla konuşacak ve (o)
iyilerdendir."

47- Dedi ki: "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, benim
nasıl bir çocuğum olur?" "İşte böyledir. Allah neyi dilerse, yaratır."


44 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


dedi. Bir işin olmasına karar verdi mi yalnızca ona "ol" der, o da
hemen oluverir.

48- "Ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.

49-İsrailoğullarına elçi kılacak. (O, İsrailoğullarına şöyle diyecek):
"Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mucize getir-dim. Ben
size çamurdan kuşşeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah'ın
izniyle kuş oluverir. Ve Allah'ın izniyle do-ğuştan kör olanı, alaca
hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüleri diriltirim. Yediklerinizi ve
evlerinizde biriktirdikleri-nizi size heber veririm. Şüphesiz eğer
inanmışsanız, bunda sizin için kesin bir ayet vardır.

50- Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan
bazı şeyleri helal kılmak üzere size gönderildim. Size
Rabbinizden bir mucize getirdim. Artık Allah'tan korkup bana itaat
edin.

51- Gerçekten Allah benim, de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir.
Öyleyse O'na ibadet edin; doğru yol işte budur."

52-İsa onlardan inkârı sezince, dedi ki: "Allah için bana yardım
edecekler kimlerdir?" Havariler: "Biz, Allah'ın yardımcılarıyız;
Allah'a inandık, bizim Müslümanlar olduğumuza şahit ol." dediler.

53- "Rabbimiz, senin indirdiğine inandık ve elçiye uyduk; bizi
şahitlerle beraber yaz."

54- Tuzak kurdular, Allah da (buna karşılık) tuzak kurdu. Allah,
tuzak kuranların en iyisidir.

55- Hani Allah demişti ki: "Ey İsa, doğrusu ben seni vefat ettireceğim,
seni kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim
ve sana uyanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin
üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o
zaman, ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben
hükmedeceğim.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 45


56-İnkâr edenlere gelince; onları dünyada ve ahirette şiddetli
bir azapla azaplandıracağım. Onların hiç yardımcıları da olmayacaktır.


57-İman edip iyi amellerde bulunanların mükâfatlarını (Allah)
eksiksiz verecektir. Allah zalim olanları sevmez."

58- Bunları biz sana ayetlerden ve hikmetli zikirden okuyoruz.

59-Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu
gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi.

60- Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan
olma.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

(Al-i İmran / 42 )"Hani melekler demişlerdi: "Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, temizledi…" Bu cümle: "Hani İmrân'ın karısı demişti ki..." ifadesine
atfedilmiştir. Dolayısıyla bu da tıpkı diğeri gibi, "Allah… seçti…"
ifadesinin kapsamında işaret edilen İmrân ailesinin seçilişini
açıklamaya dönüktür.

Bu ayet, Meryem'in meleklerin kendisiyle konuştuğu ve onların
sözlerini işittiği bir "muhaddese" olduğuna yönelik bir kanıttır.
Nitekim Meryem suresindeki ilgili ayet de buna işaret etmektedir:
"Ona Ruhumuzu göndermiştik, o da düzgün bir beşer kılığında
görünmüştü…" İleride "muhaddes" hakkında açıklamalarda bulunacağız.


Daha önce: "Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti." ifadesi
hakkında, bunun Meryem'in annesinin: "Ben onu ve soyunu kovulmuşşeytandan
sana sığındırırım." şeklindeki duasının kabul
edildiğine yönelik bir açıklama ve: "Allah seni seçti, temizledi."
ifadesinin de onun Allah katındaki saygınlığına ve kerametine yönelik
bir işaret olduğunu açıklamıştık. Söz konusu açıklamamıza
bakılabilir.


46 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Şu halde Meryem'in seçilmesi, Allah'a ibadete adanmasının
kabulünü, arındırılması da Allah'ın ismetiyle korunmasını gösterir.
O seçilmiş bir masumedir. Denebilir ki: "Temizlenip arındırılmışlığından
maksat, onun hayız görmez bir Betül=hayızdan kesilmiş
olduğudur. Bu yüzden mabetten çıkmak zorunda kalmamıştır."
Böyle bir yorumun herhangi bir sakıncası yoktur. Ancak bizim yap-
tığımız açıklama ayetlerin akışına uygundur.

"Alemlerin kadınlarına üstün kıldı." Daha önce: "Allah… alemler
üzerine seçti." ifadesini tefsir ederken, ayetin orijinalinde geçen
"istifa"nın "ala" harf-i cerriyle geçişli kılınması, "öne geçirme"
anlamını ifade ettiğini ve bunun "seçme, süzme" anlamını ifade
eden yalın "istifa"dan farklı olduğunu belirtmiştik. Buna göre,
Meryem'in alemler üzerine seçilmesi, kadınların öncüsü kılınması
demektir.

Acaba bu ayette sözü edilen öncülük ve öne geçirilme durumu
her açıdan mı, yoksa bazı açıdan mı söz konusudur? "Hani melekler
dediler ki: "Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile
müjdeliyor." ifadesiyle birlikte: "Irzını koruyan Meryem; biz ona
kendi Ruhumuzdan üfledik, onu ve çocuğunu insanlığa bir ayet
kıldık." (Enbiyâ, 91) "İmrân'ın kızı Meryem'i de. Ki o kendi ırzını
korumuştu. Böylece biz ona Ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin
kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, Rabbine gönülden bağlı
olanlardandı." (Tahrim, 12) ayetlerinin zahirini incelediğimizde, Hz.
Mesih'i olağanüstü bir şekilde doğurmaktan başka, diğer kadınlardan
farklı bir özelliğinden söz edilmediğini görürüz. Şu halde,
Hz. Meryem Hz. İsa Mesih'i (a.s.) olağanüstü bir şekilde dünyaya
getirmesi için alemlerdeki kadınlardan üstün kılınmış, onların önüne
geçirilmiştir.

Ayetlerde işaret edilen, onun arındırıldığına, Allah'ın kelimelerini
ve kitaplarını tasdik ettiğine, gönülden itaat ettiğine ve
"Muhaddes" olduğuna ilişkin hususlar, salt ona özgü ayrıcalıklar
değildir. Onun dışında başka kadınlar da bu özelliklere sahip kı



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 47


lınmışlardır. "O, yalnızca kendi dönemindeki dünya kadınlarından
üstün kılınmıştı." şeklindeki değerlendirme de ayetin mutlak ifadesiyle
örtüşmüyor.

(Al-i İmran / 43) "Ey Meryem, Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve rüku edenlerle birlikte rüku et." Ayetin orijinalinde geçen "Kunut" kelimesi,
dil bilimcilerine göre, gönülden boyun eğme nitelikli itaat demektir.
"Secde" bilinen harekettir. "Rüku" ise, bükülme veya genel anlamda
eğilme, zelil olma demektir.

Seslenme eylemi, seslenilenin dikkatini çekmeye ve zihnini
seslenene yöneltmeye dönük bir hareket olduğu için, bu konumda
seslenmenin iki kere tekrarlanmasıyla verilmek istenen mesaj
şudur: "Seninle ilgili verdiğimiz bir haberden sonra bir haber daha
vardır. İkisini de dinle ve ikisine de kulak ver. Birisi: Allah'ın sana
bahşettiği makamdır ve bu senin Allah katındaki ödülündür. İkincisi:
Buna karşılık olarak senin yerine getirmek durumunda olduğun
kulluk görevidir. Bu da Allah'ın senin üzerindeki hakkıdır. Bu,
kulluğun yerine getirilmesini ve bahşedilen makamdan dolayı
şükredilmesini
ifade eder. Bu yorumun doğal sonucu olarak: "Ey Meryem,
Rabbine gönülden itaatte bulun." ifadesi: "Ey Meryem, şüphesiz
Allah seni seçti…" ifadesinin ayrıntısı olarak belirginleşiyor.
Yâni: Böyle olduğuna göre gönülden itaatte bulun, secde et ve
rükuda bulunanlarla birlikte rüku et."

Bu üç kulluk eyleminden her birinin, önceki ayette zikredilen
üç özelliğin belirtisi olması uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu bağlantının
da pek net olmadığı gözden ırak tutulmamalıdır. Bununla
beraber böyle bir karşılığın üzerinde düşünülmesi yerinde olur.

(Al-i İmran / 44) "Bunlar, gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz."

Yüce Allah'ın Hz. Meryem'le ilgili bu olayları gayb haberleri olarak nitelendirmesi, Hz.Yusuf olayını Peygamberine anlattığı gayb haberi
olarak nitelemesine benziyor: "Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.
Yoksa onlar o hileli düzeni kurarlarken, yapacakları
işe topluca karar verdikleri zaman sen yanlarında değildin..."


48 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


(Yusuf, 102) Ehl-i Kitabın da yanında bu tür bilgilerin olmasına gelince,
bunlara itibar edilmez. Çünkü tahrifçilerin tahrifinden geri
sağlıklı bir şey kalmamıştır. Nitekim, Yüce Allah'ın Kur'an'da
Zekeriya kıssası ile ilgili olarak anlattığı bir çok olay, Eski ve Yeni
Ahitlerde yer almamaktadır. İşin bu yönünü: "Kalemleriyle kur'a
atarlarken sen yanlarında değildin." ifadesi de desteklemektedir.

Ayrıca, bunların gayb haberleri olarak nitelendirilmesinin bir
başka sebebi de Peygamberimizin (s.a.a) ve kavminin ümmi olmalarıydı.
Onlar, bu kıssaları bilmezlerdi ve bunları semavi kitaplardan
da okumamışlardı. Nitekim yüce Allah Nuh'un kıssasını
aktardıktan sonra Peygamberimize hitaben şöyle buyuruyor: "Bunlar,
sana vahyettiği-miz gayb haberlerindendir. Bunları sen ve
kavmin bundan önce bilmiyordunuz." (Hûd, 49) Dolayısıyla ilk değerlendirme,
ayetin akışına daha uygundur.

"Onlardan hangisi Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle
kur'a atarlarken sen yanlarında değildin…" Ayette geçen "kalem"
den maksat, kur'a atmak için atılan oktur. Buna "sehm" adı
da verilir. Çoğulu "eklam"dır. Dolayısıyla: "Kalemlerini atarlarken."
ifadesi, "Meryem'in bakımını kim üstlenecek diye kur'a oklarını
atarlarken" anlamında kullanılmıştır.

Bu cümle gösteriyor ki: "…çekişirlerken de yanlarında değildin."
ifadesinde işaret edilen "çekişme"den maksat, Meryem'in
sorumluluğunu alma hususunda çekişmeleri ve yarışmalarıdır. Bu
da gösteriyor ki, onlar kura atmaya karar verinceye kadar bu yöndeki
isteklerinden vazgeçmemişlerdir. Nitekim kura atarlar ve kurada
Zekeriya çıkar. Ve o Meryem'in sorumluluğunu üstlenir.
"Zekeriya'yı da onun bakımı ile görevlendirdi." ifadesi bunu göstermektedir.


Bazıları bir diğer ihtimale dikkat çekiyorlar: "Buna göre, bu çekişme
ve kur'a atma olayı, Meryem'in büyümesinden ve
Zekeriya'nın sorumluluğunu yerine getirmekten aciz olmasından
sonra gerçekleşmiştir." Böyle bir ihtimali düşünmelerinin sebebi,


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 49


kur'a atma ve çekişme olayının, onun doğum yapmasının ve seçildiğinin
vurgulanmasının ardından söz edilmiş olması ve
Zekeriya'nın da onun sorumluluğunu üstlenmesi kıssanın esnasında
zikredilmesi olsa gerektir. Dolayısıyla sorumluluğu üstlenme
olayı, iki olay halinde gerçekleşmiştir.

Buna karşılık olarak biz deriz ki: Bir davayı pekiştirmek için bir
kıssada geçen bazı olayları tekrar etmenin veya tekrarı andıran bir
üslup kullanmanın herhangi bir sakıncası yoktur. Benzeri bir ifade
tarzına Yusuf kıssasında da tanık oluyoruz. Burada yüce Allah,
kıssayı anlattıktan sonra şöyle buyuruyor: "Bu, sana vahyettiğimiz
gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, o hileli düzeni kurarlarken,
yapacakları işe topluca karar verdikleri zaman sen yanlarında
değildin." (Yusuf, 102) Bununla, kıssanın başında geçen şu ayetin
içeriğine işaret ediliyor: "Onlar şöyle demişti: "Yusuf ve kardeşi
babanıza bizden daha sevgilidir; oysa ki biz, birbirini pekiştiren
bir topluluğuz... Eğer mutlaka yapacaksanız, öldürmeyin Yusuf'u,
onu kuyunun derinliklerine bırakıverin de bir yolcu kafilesi alsın."

(Yusuf, 8-10)

(Al-i İmran / 45) "Hani melekler dediler ki: "Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor…" Ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, bu müjde, başka bir yerde şu şekilde işaret edilen olaydır: "Böylece
ona Ruhumuzu göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında
görünmüştü. Demişti ki: "Gerçekten ben, senden Rahman olan
Allah'a sığınırım. Eğer takva sahibiysen bana yaklaşma." Demişti
ki: "Ben, yalnızca Rabbinden gelen bir elçiyim; sana tertemiz bir
erkek çocuk armağan etmek için buradayım." (Meryem, 17-19) Do-
layısıyla tefsirini sunduğumuz ayette meleklere nispet edilen müjdeleme
eylemi, Meryem suresinin ilgili ayetlerinde yalnızca Ruh'a
nispet ediliyor.

Müjdeleyen kimselerin farklılığı bağlamında denilmiştir ki:
"Meleklerden maksat Cebrail'dir. Onun konumunu yüceltmek için
çoğul ifade kullanılmıştır. Tıpkı birinin şöyle demesi gibi: "Falan


50 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


adam yolculuk yaptı; hayvanların sırtına bindi, gemilere bindi."
Oysa bu adam yalnızca bir hayvana ve bir gemiye binmiştir. Yine
derler ki: "İnsanlar ona şöyle dediler." Oysa, diyen sadece bir kişidir.
Tıpkı önceki ayette, Zekeriya kıssasıyla ilgili olarak: "Melekler
ona seslendi." şeklinde çoğul bir ifade kullanıldıktan sonra: "Böyledir"
dedi. "Allah dilediğini yapar." ifadesinde "tekil" bir hitap
şeklinin seçilmesi gibi."

Bazıları da şöyle demiştir: "Cebrail'le birlikte başka melekler
de vardı ve bunlar hep birlikte Meryem'e seslendiler."

Meleklerden söz eden ayetler üzerinde düşündüğümüz zaman,
şu sonucu elde ediyoruz: Melekler arasında makam açısından
öncelik ve sonralık vardır. Daha gerideki bir makamda bulunan bir
melek, daha ileri makamda olan bir meleğin emrine kayıtsız şartsız
uymak zorundadır. Öyle ki, daha gerideki bir makama sahip
bulunan meleğin fiili, önceki makamda olan meleğin fiilinin aynısı,
sözü de onun sözünün aynısıdır. Tıpkı organlarımız ve güçlerimiz
tarafından sergilenen fiillerin, ayrı ayrı değerlendirilmek yerine,
topluca bizim fiillerimiz olarak değerlendirmeleri örneğinde
gözlemleyip algıladığımız gibi. Sözgelimi şöyle dersin: "Onu gözlerim
gördü. Kulaklarım onu duydu. Ben gördüm ve ben duydum."
Yine denilir ki: "O işi organlarım yaptı. Ellerim yazdı. Parmaklarım
resmetti. Ben yaptım. Ben yazdım."

Aynı
şekilde, izlenen meleklerin fiilleri ayniyle izleyen ve emre
uyan meleklerin fiilleridir. Sözleri onların sözleridir ve hiç bir ihtilaf
olmaz. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Allah, ölecekleri
zaman canlarını alır." (Zümer, 42) Bu ayette ruhları kabzetme fiilini
yüce Allah kendisine nispet ediyor. Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor:
"De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son
verecektir." (Secde, 11) Bu Ayette de aynı fiil, ölüm meleğine nispet
edilmiştir. Başka bir ayette ise şöyle bir ifadeye yer veriliyor: "Sonunda
sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 51


hayatına son verirler . (En'âm, 61) Bu Ayette de hayata son verme
fiili bir grup meleğe nispet ediliyor.

Şu ayetleri de buna örnek gösterebiliriz:"Biz sana vahyettik."
(Nisâ, 163) "Onu Ruh-ul Emin indirdi, senin kalbinin üzerine…"
(Şuâra, 193-194) "Cibril'e kim düşman ise, bilsin ki gerçekten onu
senin kalbine indiren odur." (Bakara, 97) "Hayır; o bir hatırlatmadır.
Artık dileyen onu düşünüp, öğüt alır. O, şerefli üstün
sahifelerdedir. Yüceltmiş, tertemiz kılınmış (sahifeler). Yazıcıların
ellerinde. Değerli, iyi (yazıcıların)." (Abese, 11-16)

Böylece, Cebrail'in verdiği müjdenin, kendi emrinde olan bir
grup meleğin verdiği müjdenin ta kendisi olduğu anlaşılıyor. Cebrail
meleklerin liderlerindendir. En gözde olanlarındandır. Nitekim
şu ayet-i kerime bunu gösteriyor: "Şüphesiz o, üstün onur sahibi
bir elçinin gerçekten sözüdür. Bu elçi bir güç sahibidir, arşın sahibi
katında şereflidir. Ona itaat edilir, sonra güvenilirdir." (Tekvir,
19-21) İnşallah Fâtir suresini tefsir ederken, bu konuda ayrıntılı,
daha açıklayıcı bilgiler sunacağız.

Bu söylediklerimizi, bir sonraki ayette yer alan şu ifade de
desteklemektedir: "Böyledir" dedi, "Allah dilediğini yapar." Bu
ifadenin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, bunu söyleyen yüce
Allah'tır. Oysa, Meryem suresinde bu söz, Ruh'a nispet edilmiştir:
"Demişti ki: "Ben, yalnızca Rabbinden gelen bir elçiyim, sana
tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için buradayım." O:
"Benim nasıl bir erkek çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer
dokunmamışken ve ben azgın, iffetsiz bir kadın değilken" dedi.
"İşte böyle" dedi. "Rabbin dedi ki: "Bu benim için kolaydır." (Mer


yem, 19-21)

Meleklerin ve Ruh'un (Cebrail) Meryem'le konuşması, onun
"muhaddese" olduğunu gösterir. Hatta, aynı kıssa ile ilgili olarak
Meryem suresinde şöyle bir ifadeye yer veriliyor: "Böylece ona
Ruhumuzu göndermiştik,o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü."
(Meryem, 17) Bu ayet, onun meleğin sesini duymaktan öte,
onun kendisini de gördüğünü ortaya koyuyor. İnşallah, rivayetler


52 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


bölümünde, bu konuyu bütünleyici nitelikte ayrıntılı bir açıklamaya
yer vereceğiz.

"Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu
İsa Mesih'tir."
Daha önce: "İşte bu elçiler; bir kısmını bir kısmına
üstün kıldık." (Bakara, 253) ayetini tefsir ederken, Allah-u Teâla'nın
kelamının ne anlam ifade ettiğini belirtmiştik.

"el-Kelimetu" ve "el-kelimu" tıpkı "et-temretu" ve "et-temru"
gibi cins ve ferd için kullanılır. "Kelime" bir anlama delalet eden
tek lafız için kullanılır. Öte yandan bir cümle için de kullanılır. Bu
cümlenin "Zeyd ayaktadır." ifadesinde olduğu gibi, ardından sessiz
kalınabilir olması ile: "Eğer Zeyd ayaktaysa…" ifadesindeki gibi,
ardından sessiz kalınamaz türden olması arasında herhangi bir
fark yoktur. Bu; ifadenin gramatik yönü. Kur'an terminolojisine
gelince; ki yüce Allah'a nispet edilen "Kelime"yi kastediyoruz, bununla
yüce Allah'ın irade ettiği bir şeyin meydana getirilmesi kastediliyor.
Bu da yüce Allah'ın dilediği bir şeye "ol" demesidir veya
vahiy ve ilham yoluyla bildirdiği sözdür.

Tefsirini sunduğumuz ayetteki "kelime" ile neyin kastedildiği
hususunda, ileri sürülen bir görüşşudur: "Ondan maksat, Mesih'tir.
Çünkü ondan önce gelen peygamberler, özellikle
İsrailoğullarına gönderilen peygamberler, onu İsrailoğullarının kurtarıcısı
olarak müjdelemişlerdir. Benzeri bir meseleyle ilgili olarak:
"Bu benim söylediğim sözdür, kelimemdir." denir. Yüce Allah'ın Hz.
Musa ile ilgili olarak söylediklerini de buna örnek gösterebiliriz:
"Rabbinin İsrailoğullarına olan o güzel sözü, sabretmeleri dolayısıyla
tamamlandı." (A'râf, 137)

Fakat, Eski ve Yeni Ahit'ler, bu yaklaşımı destekleyen ifadeler
içermelerine karşın, Kur'an'da buna ilişkin bir ifadeye rastlanmamaktadır.
Tam tersine, Kur'an, İsa'yı müjdeleyici olarak nitelendirir,
müjdelenen olarak değil. Kaldı ki: "Adı... Mesih'tir." ifadesinin
akışı da bu değerlendirmeyle bağdaşmıyor. Çünkü bu durumda
"kelime" ile kastedilen, daha önce haber verilen İsa'nın ortaya


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 53


çıkışıdır, İsa'nın kendisi değil. "Adı... Mesih'tir." ifadesinin zahiri
gösteriyor ki, Mesih "kelime"nin adıdır, hakkında söz geçmiş kimsenin
değil.

Bu hususta ikinci bir görüş de şöyle diyor: "Kelime"den maksat,
Hz. İsa'dır. Çünkü İsa, yüce Allah'ın Tevrat'la neyi kastettiğini
açıklamakla görevlendirilmiştir. O Yahudilerin gerçekleştirdikleri
tahrifatları açıklamış ve dinde ihtilafa düştükleri hususları ortaya
koymuştur. Nitekim yüce Allah, onun İsrailoğullarına şöyle hitap
ettiğini bildiriyor: "…ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını
size açıklamak için…" (Zuhruf, 63)" Fakat bu değerlendirme,
bu tarz bir yorumu gerektirici incelikleri yakalamamış değildir;
ancak bunu destekleyecek karinelerden yoksundur.

Bir başkası da diyor ki: "Ondan maksat, müjdenin kendisidir.
Yâni, onun İsa'ya hamile kalacağı ve onu doğuracağı haberi. Dolayısıyla:
"Kendisinden bir kelime ile müjdeliyor." sözünün anlamı:
"Sana bir müjdeyi müjdelemektedir ki: Sen İsa'yı, sana bir beşer
dokunmaksızın babasız olarak doğuracaksın." Ancak bu değerlendirme
de, ayetin akışının sonunda yer alan: "Adı... Mesih'tir."
ifadesiyle bağdaşmıyor.

Bazıları da şöyle diyorlar: "Bundan maksat, onun "yaratma kelimesi"
yâni "ol" sözü olması açısından, İsa'dır. Bütün insanlar var
etme kelimesi olan "ol" ile yaratılmış olmalarına rağmen özellikle
İsa'nın bu ifadeye özgü kılınmasının nedeni ise şudur: İnsanlığın
diğer bireylerinin doğumu, normal yollardan ve alışılagelen sebepler
sonucu gerçekleşmiştir. Erkeğin döl suyunun kadının yumurtasını
döllemesi yâni. Normal etkenler belirleyici olmuşlardır. Bu
yüzden hamilelik diğer sebeplerle birlikte kadın erkek birleşmesine
nispet edilir. Ancak İsa'nın ana rahmine düşmesi bu yolla gerçekleşmemiştir.
Bir insanın dünyaya gelişini aşamalı kılan bazı
nedenlerin onun doğumunda rol oynamadıklarını görüyoruz. Dolayısıyla
onun doğumu, araya normal etkenler girmeksizin doğrudan
evrensel var etme sözü olan "ol" kelimesiyle gerçekleşmiştir. Böy



54 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lece o da "kelime"nin kendisi olmuştur. Nitekim şu ayetler de bu
yaklaşımı desteklemektedir. "Allah'ın kelimesidir. Onu Meryem'e
yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur."
(Nisâ, 171) Yine tefsirini sunduğumuz
bu ayetlerin sonundaki şu ifade de bunu destekler niteliktedir:
"Şüphesiz , Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu
gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" demesiyle o da he-
men oluverdi." Yukarıda sunduğumuz farklı yaklaşımların en güzeli
budur.

"Mesih" meshedilmiş demektir. İsa'nın bu şekilde
isimlendirilmesi, uğur ve bereketle meshedilmiş olmasından veya
günahlardan arındırmak üzere meshedilmesi veya bereketlensin
diye diğer peygamberler gibi zeytinyağıyla meshedilmesi veya
şeytandan korunsun diye, doğarken Cebrail'in kanatlarıyla
meshedilmesi dolayısıyladır. Ya da onun, yetimlerin başlarını
sıvazlaması veya körlerin gözlerini elleriyle meshetmesi ve onların
da görmeye başlaması yahut da onun ellediği, meshettiği tüm
hastaların iyileşmesi içindir. Hz. İsa'nın "Mesih" olarak
isimlendirilmesinin nedeni bağlamında ortaya konan görüşler
bunlardır.
Fakat, bu çerçevede göz önünde bulundurulması gereken bir
husus daha vardır. Şöyle ki: Bu söz, Cebrail'in Meryem'e verdiği
müjdenin kapsamında geçiyor. Nitekim yüce Allah bunu şöyle ifade
ediyor: "Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı
Meryem oğlu İsa Mesih'tir." Bu kelime, Eski ve Yeni Ahit'te geçen
"Meşiha" kelimesinin Arapça'daki telâffuzudur. Bundan şu sonuç
çıkıyor: İsrail-oğullarından bir kimse krallığa geçince, kâhinler onu
kutsal yağla meshederlerdi, ki mülkü mübarek olsun. Böylece yağ
sürülen krallara "Meşiha" derlerdi. Bunun anlamı da ya "kral" ya
da "kutlu"dur.

Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarından anlaşıldığı kadarıyla,
onun "Meşiha" olarak isimlendirilmesi, ona ilişkin müjdenin krallığını
da içeriyor olmasındandır. Söylendiğine göre, İsrailoğulları
arasında bir kral ortaya çıkacak, onları kurtaracaktır. Bunu, Mer



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 55


yem'e müjdenin verilişini tasvir eden Luka İncili'nden de algılayabiliyoruz:
"Melek onun yanına girdiğinde: "Sana selam olsun" dedi,
"ey Rabbin nimetlerine bolca kavuşan ve ey ki, sen kadınlar içinde
mübarek kılındın." Onun bu sözlerden huzursuz olduğunu ve bu
selamın ne anlama geldiğini düşünmeye başladığını görünce, me-
lek ona şöyle dedi: "Korkma ey Meryem! Sen Allah katında büyük
bir nimet elde ettin. Sen bir oğula gebe kalacaksın ve onu doğuracaksın.
Onun ismini Yesu olarak koyacaksın. Bu büyük olacaktır ve
Yücenin oğlu olarak çağırılacaktır. Rab ona babası Davad'un tahtını
verecektir. Yakub'un evine sonsuza dek sahip olacaktır ve o-
nun mülkü hiçbir zaman son bulmayacaktır." (Luka İncili: 1-34)

Bu yüzden Yahudiler müjdenin krallığı da kapsadığını, bununsa
İsa (a.s) ile örtüşmediğini ve onun yaşadığı ve davetini sunduğu
dönemde kral olmadığını gerekçe göstererek Hz. İsa'nın peygamberliğini
kabul etmemişlerdir. Belki de bundan dolayı Hıristiyanlar
ve bazı Müslüman müfessirler, krallıktan maksadın şeklî saltanattan
çok manevî krallık olduğunu belirtme gereğini duymuşlardır.

Ben derim ki: Şöyle bir yaklaşım içine girilmiş olması uzak bir
ihtimal değildir ki: Müjde kapsamında, onun adının "Mesih" olarak
belirtilmesi, onun mübarek kılındığına yönelik bir işarettir. Çünkü
Yahudilerde "yağlama", kutsama aracı olarak kullanılırdı. Bunu şu
ayet de desteklemektedir: "Dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ın
kuluyum. Allah bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı. Nerede
olursam olayım, beni kutlu kıldı." (Meryem, 30-31)

İsa'nın aslı "Yeşu"dur. Bu kelime, kurtarıcı olarak tercüme edilmiştir.
Bazı rivayetlerde "yaişu=yaşar" olarak tercüme edildiğini
görüyoruz. Bu isimlendirme, onunla Zekeriya'nın oğlu "Yahya=
yaşar" peygamber arasındaki tam benzerliğe de uygun düşüyor.


Hitap Meryem'e yönelik olduğu halde, İsa isminin "Meryem
oğlu" sıfatıyla birlikte anılması, onun babasız olarak yaratıldığına
dikkat çekmek içindir. Bir de onun bu nitelikle anılacağını, bu mu



56 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


cizede Meryem'in de ona ortak olduğunu vurgulamaktadır. Nitekim
yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Onu ve çocuğunu insanlığa
bir ayet kıldık." (Enbiyâ, 91)

"Dünyada da ahirette de onurlu, saygın ve (Allah'a) yakın olanlardandır."
Ayetin orijinalinde geçen ve "vecihen" kelimesinin mastarı
olan "el-vicahe", gözde ve kabul görmüş demektir. İsa'nın (a.s)
dünyada kabul gördüğü açık bir gerçektir. Yine Kur'an'ın nassı o-
nun ahirette de kabul gördüğünü ortaya koymaktadır.

"Mukarrebin=yakınlaştırılmışlar" kelimesi ile neyin kastedildiği
malumdur. Bununla demek isteniyor ki: O, Allah katında yakın
kılınmış, Allah'a yakın velilerin ve meleklerin safına girdirilmiştir.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Mesih ve yakınlaştırılmış
melekler, Allah'a kul olmaktan kesinlikle çekimser kalmazlar."
(Enbiyâ,172) Yüce Allah bir yerde "yakınlaştırma"nın anlamını
şu şekilde açıklar: "Vakıa vuku bulduğu zaman... ve sizler de
üç sınıf olduğunuz zaman... yarışıp öne geçenler de, öne geçmiş
öncülerdir. İşte onlar, yakınlaştırılmış olanlardır." (Vakıa, 1-11)

Görüldüğü gibi yüce Allah, "yakınlaştırılma"nın anlamını, insanın,
bütün insanlara, daha doğrusu bütün varlıklara zorunlu kılınmış
Allah'a dönüş yolundaki yürüyüşü esnasında diğer insan bireylerini
geride bırakması, dolayısıyla Allah'a yaklaşma şeklinde açıklamaktadır.
Başka bir yerde de şöyle buyuruluyor: "Ey insan, gerçekten
sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp
durmaktasın; sonunda O'na varacaksın." (İnşikak, 6) "Haberiniz
olsun; işler Allah'a döner." (Şurâ, 53)

"Yakınlaştırılmışlığın" insanlardan ve meleklerden bazı bireylerin
niteliği olduğunu öğrendiğine göre, zorunlu olarak bunun çalışmayla
elde edilen bir makam olmadığını da bilirsin. Çünkü melekler
Allah katındaki makamlarını çalışmayla elde etmezler. Bunun
bazı meleklere ilahi bir bağış olarak ve bazı insanlara da amellerinin
karşılığı olarak verilmiş bir makam olması muhtemeldir.



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 57


"Dünyada da ahirette de onurlu, saygın..." ifadesi cümle içinde
gramer açısından "hal" işlevini görür. Yine bu cümleye atfedilen:
"yakın olanlardandır.", "konuşacak.", "ve (o) iyilerdendir." ve
"...elçi kılacak." ifadeleri de "hal"dir.

(Al-i İmran /46) "Beşikte ve yetişkinlik halinde insanlarla konuşacak." Ayette geçen "el-mehd" çocuklar için hazırlanan kundak, beşik demektir.
"el-Kehl" ise, gençlikle yaşlılık arasındaki erişkinlik dönemine denir.
Bu dönemde insan güçlü-kuvvetli, normal bir kimse olur. Bu
yüzden denilmiştir ki: "Erişkin, saçına ak düşen kimseye denir."
Bazıları da: "Erişkin, otuz dört yaşına giren kimseye denir." demişlerdir.
Kelimenin hangi anlamı esas alınırsa alınsın, burada onun
erişkinlik çağına kadar yaşayacağına işaret ediliyor ki, bu da Meryem'e
yönelik bir diğer müjdedir.

Bu açık ifade karşısında, İncillerde Hz. İsa'nın sadece otuz üç
yıl yaşadığına ilişkin açıklamayı ihtiyatla karşılamamız gerektiği
ortadadır. Bu yüzden bazıları: "Onun erişkinlikte insanlarla konuşması,
gökten inişinden sonra gerçekleşecektir. Çünkü o, yeryüzünde
erişkinlik çağına ulaşacak kadar kalmamıştır." demişlerdir.
Diğer bazıları ise: "Tarihsel araştırmalar, İncillerin bildirdiğinin aksine,
İsa'nın altmış dört yıl kadar yaşadığını ortaya koymuştur."
demişlerdir.

"Beşikte ve yetişkinlik halinde…" ifadesinden anlaşıldığı
kadarıyla, Hz. İsa'nın ömrü yaşlılık çağına ulaşmadan erişkinlik
döneminde sona ermiştir. Dolayısıyla bu ayetten onun insanlarla
konuşmasının, ömrünün başlangıç noktası olan çocukluk dönemi
ile bitiş noktası olan erişkinlik dönemi olduğunu algılıyoruz.

Çocuklar, genellikle dünyaya geldikleri ilk günden itibaren
kundağa sarılıp beşiğe konurlar. Bu durum iki yaşına kadar, genellikle
de ondan önce emeklemeye, ardından yürümeye başlayıncaya
kadar sürer. Bu ise, çocukların konuşmaya başladıkları dönemdir.
Şu halde, çocuğun beşikte konuşması, özü itibariyle bir mucize
değildir; ancak ayetten anladığımız kadarıyla o, beşikte insanlarla,


58 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


bir erişkinin konuşmasını andıracak şekilde konuşmuştur. Diğer
bir ifadeyle Hz. İsa, erişkinken insanlarla nasıl tam ve anlaşılır konuşmuşsa,
beşikteyken de öyle konuşmuştur. Beşikteki bir çocuğun
konuşması, ancak bu şekilde mucize sayılabilir.

Ancak, kıssanın Meryem suresindeki anlatımında, onun insanlarla
konuşmasının, Hz. Meryem'in onu doğurduktan sonra insanların
arasına getirdiği ilk anda gerçekleştiği vurgulanmaktadır. Bir
çocuğun dünyaya geldiği ilk andan itibaren konuşması, hiç kuşkusuz
olağanüstü bir olaydır, bir mucizedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Böylece onu taşıyarak kavmine geldi. Dediler ki: "Ey Meryem,
sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın. Ey Harun'un kız kardeşi,
senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, iffetsiz
bir kadın değildi." Bunun üzerine ona (çocuğa) işaret etti. Dediler
ki: "Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?" İsa
dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. Allah bana Kitabı verdi
ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam olayım, beni kutlu kıldı."
(Meryem, 27-31)

(Al-i İran / 47) "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl bir çocuğum olur?" Kendisiyle konuşan kimse "Ruh=Cebrail" olduğu halde,
onun doğrudan Rabbine hitaben konuşması -daha önce söylediğimiz
gibi şundan ileri geliyor ki: Meleklerin ve Ruh'un hitabı ve
sözü, yüce Allah'ın sözü ve kelamı demektir. Çünkü o, kendisine
hitapedenin insan şekline girmiş Ruh veya meleklerin olduğunu
bilse de kendisiyle konuşanın yüce Allah olduğunu biliyordu. Bu
yüzden doğrudan Rabbine hitabetti.

Konuşmanın: "Rabbim, beni geri çevirin." (Mü'minun, 99) ayetinde
olduğu gibi, ifadenin akışı içinde ara cümlecik konumunda
yer verilen bir yardım isteme niteliğinde olması da mümkündür.

"İşte böyledir. Allah neyi dilerse yaratır" dedi. Bir işin olmasına karar
verdi mi, yalnızca ona "ol" der, o da hemen oluverir." Daha önce,
bu cevabın Meryem suresindeki: "İşte böyle" dedi. "Rabbin dedi
ki: "Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir ayet ve bizden bir


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 59


rahmet kılmak için." Ve iş de olup bitmişti." (Meryem, 21) ayetiyle
birlikte etüt edilmesi durumunda: "İşte böyledir." ifadesinin tam
bir söz olduğunu ve açılımının da şöyle olduğunu ortaya koyar: "İş
böyledir." Yâni, müjdelenen iş, kararlaştırılmıştır, gerçekleşmesi
kaçınılmazdır.

Böyle bir iş karşısında şaşırmak, ancak yüce Allah'ın bunu yapamayacağının
veya bu işin O'na zor geleceğinin düşünülmesi
durumunda söz konusu olabilir. Oysa O'nun gücü sınırsızdır; dilediğini
yapar. Zorluğuna ve meşakkatliğine gelince; zorluk ve meşakkatlilik
ancak, sebeplere başvurularak gerçekleştirilen işler
için söz konusu olabilir. Bir şeyin öncülleri, sebepleri arttıkça, çoğaldıkça,
işin zorluğu da o oranda artar. Halbuki yüce Allah, yarattığı
şeyleri sebepler aracılığıyla yaratmaz. Tam tersine bir işin olmasına
karar verdiği zaman ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir.


Bundan da anlaşılıyor ki: "İşte böyledir." ifadesi, tam bir cümledir.
Bununla Meryem'in endişelerinin ve telaşının giderilmesi
amaçlanmıştır. "Allah neyi dilerse yaratır." ifadesi, şaşırmaya ne-
den olduğu varsayılan "güç yetirememe" ihtimalini geçersiz kılmaya
dönüktür. "Bir işin olmasına karar verdi mi" ifadesi de zorluk
ve meşakkatlilik ihtimalinin akla gelmesini önlemeye dönüktür.


(Al-i İmran / 48) "Ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek."
Kitab ve hikmet kelimelerinin başındaki "el" takısı, tür bildirmeye yöneliktir. Daha önce "el-kitab"ın insanlar arasındaki ihtilafları kaldırma amacına
yönelik vahiy, "el-hikmet"in de inanç veya davranışla yararlı bilgi
olduğunu belirtmiştik. Bu açıdan her ikisi de hikmet içeren kitaplar
olmalarına karşın Tevrat ve İncil'in, kitap ve hikmete atfedilmiş
olmaları, türden sonra o türün bir ferdinin, özel olarak zikerdilmesi
önem taşıdığı için söz konusu edilmesinin bir örneğidir. "el-Kitab"
kelimesinin başındaki "el" takısı, istiğrak ve kapsama için değildir.
Bunu da şu ayetten anlıyoruz: "İsa açık belgelerle gelince, dedi ki:


60 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


"Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin
bir kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah'tan korkun
ve bana itaat edin."
(Zuhruf, 63)

Tevrat'a gelince; Kur'an'da onunla ilgili açıklamalardan anlaşıldığı
kadarıyla, yüce Allah onu sözleşme zamanlarında levhalara
yazılı olarak Hz. Musa'ya vahiy yoluyla indirmiştir. A'râf suresinde
bu konuya değinilir. Bugün Yahudilerin elinde bulunan kutsal kitaba
gelince; onlar Babil kralı Buhtunnussar zamanında İran kralı
Koreş zamanına kadarki, dönemde bununla bağlantılarının kesildiğini
kabul ediyorlar. Şu kadarı var ki Kur'an, Peygamberimizin

(s.a.a) zamanında Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın üzerinde
bazı oynamalar ve tahrifatlar yapılmış olmasına karşın, orijinal
Tevrat'tan temelden farklı olduğunu söylemiyor. Kur'an ayetlerinin
buna yönelik kanıtsallıkları son derece açıktır.
İncil'in anlamı, müjdedir. Kur'an, onun İsa peygambere indirilen
ayrı bir kitap olduğunu belirtir. O, sırf İsa'ya (a.s) özgü bir vahiydir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti.
Bundan önce insanlar için bir hidayet idiler." (Âl-i İmrân, 4)
Bugün Matta, Markos, Luka ve Yuhanna isimlerine nispet edilen
İnciller, Hz. İsa'dan (a.s) sonra kaleme alınmışlardır.

Yine bu ayetten anlıyoruz ki Tevrat, sadece şer'i hükümler içeriyordu
ve İncil yalnızca bazı eski hükümleri nesheden (yürürlülükten
kaldıran) birtakım yeni hükümler dışında hukuk sistemi adına
herhangi bir şey içermiyordu. Şu ayetler bunu ortaya koyuyor: "
Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan
bazı şeyleri helal kılmak üzere..." (Âl-i İmrân) "Ona içinde hidayet
ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve muttakiler için
yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik. İncil sahipleri Allah'ın onda
indirdikleriyle hükmetsinler." (Mâide, 46-47) Bu ayetten hareketle
İncil'de uygulaması gereken bazı hükümlerin yer aldığı sonucuna
varılabilir.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ................................... 61


Yine tefsirini sunduğumuz ayetten anlaşıldığı kadarıyla, İncil
de tıpkı Tevrat gibi Peygamber Efendimize (s.a.a) ilişkin bir müjde
içeriyordu. Nitekim bir başka ayette yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de geleceği yazılı bulacakları
ümmi nebi olan elçiye uyarlar."
(A'râf, 157)

(Al-i İmran / 49) "İsrailoğullarına elçi kılacak."

Bu ayetin zahiri Hz. İsa'nın (a.s) özel olarak İsrailoğullarına elçi olarak gönderildiğini ifade ediyor. Tıpkı Hz. Musa'nın onlara gönderilişini ifade
eden ayetler gibi. Fakat biz daha önce "İnsanlar tek ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi." (Bakara, 213) ayetini
tefsir ederken "Nübuvvet" kavramı üzerinde durmuş ve İsa'nın da
tıpkı Musa gibi, bütün dünya halkına elçi olarak gönderilmiş bir
ulu'l azm (çığıraçıcı) peygamber olduğunu ifade etmiştik.

Ancak, orada "Resul" ile "Nebi" arasındaki farkı vurgulamaya
dönük olarak yaptığımız açıklamalar, sorunu çözücü niteliktedir.
Şöyle ki: Nebilik, gönderiliş ve tebliğ ediş makamıdır. Resullük ise,
özel elçilik misyonudur; insanlar arasında hakka dayalı olarak
hükmetmeyi, ihtilafları çözmeyi gerektirir. Bu da ya muhatap kitleyi
yerinde ve nimetler içinde bırakmak ya da yok etmek şeklinde
gerçekleşir. Bunu şu ayetten de anlıyoruz: "Her ümmetin bir resulü
vardır. Onlara resulleri geldiği zaman aralarında adaletle hüküm
verirler." (Yunus, 47)

Diğer bir ifadeyle: Nebi, insanlara dini açıklamak üzere
gönderilmiş kimseye denir. Resul ise, özel bir açıklamada
bulunmak üzere gönderilmiş kimsedir. Bu özel açıklamanın reddi,
helak olmayı, kabulü de nimetler içinde bir yaşam sürdürmeyi
doğurur. Yüce Allah'ın Nuh, Hûd, Salih ve Şuayb gibi resullerin
şahsında sunduğu açıklamalar, bunu destekliyor, daha doğrusu
kanıtlıyor.

Durum böyle olduğuna göre, risaletin belli bir kavme yönelik
olmasını, gönderilen peygamberin de sırf onlara hitap etmesini
zorunlu kılmaz. Dolayısıyla belli bir kavme resul olarak gönderilen


62 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


elçinin, hem onlara hem de diğer topluluklara gönderilmiş bir nebi
olması mümkündür. Hz. Musa ve İsa gibi.

Kur'an'da buna ilişkin bir çok kanıt vardır: Hz. Musa'nın Firavun'a
resul olarak gönderilişi: "Firavun'a git, çünkü o azmış bulunuyor."
(Tâhâ, 24), sihirbazların İsrailoğullarına mensup olmadıkları
halde Musa'ya iman ettiklerini açıklamaları ve bu imanlarının kabul
edilmesi: "Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik." dediler."
(Tâhâ, 70) Firavun'un kavmini davet etmesi: "Andolsun, biz
kendilerinden önce, Firavun'un kavmini de denedik. Onlara değerli
bir elçi gelmişti." (Duhan, 17) bunun en çarpıcı örnekleridir.
Yine, insanların yaygın bir şekilde Hz. İsa'ya (a.s.) inanmaları da
bunu göstermektedir. Nitekim Peygamber Efendimizin (s.a.a.)
gönderilişinden önce Rumlar ve Fransızlar, Avusturyalılar, Prusyalılar
(Almanlar), İngilizler gibi büyük batılı uluslar ve Necranlılar gibi
doğulu topluluklar ona inanmışlardı. Ki bunların hiç birisi
İsrailoğullarına mensup değildir. Kur'an Hıristiyanlardan söz ederken,
sadece İsrailoğulları Hıristiyanlarını kastetmez. Tam tersine
övgü ve yergi nitelikli değerlendirmelerinde tüm Hıristiyanları kasteder.


"Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben size
çamurdan kuşşeklinde bir şey yaratırı… Allah'ın izniyle… ölüleri diriltirim."
Ayetin orijinalinde geçen "halk=yarat-ma" bir şeyin cüzlerini
bir araya getirip oluşturma demektir. Burada, yaratmanın Allah'tan
başkasına nispet edildiğini de görüyoruz. Bunu şu ayetten de
algılıyoruz: "Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir."
(Mü'minun, 14)

Ayetin orijinalinde geçen "ekmeh" kelimesi, anadan doğma
kör demektir. Rağıb'ın el-Müfredat'ta dediğine göre, kör olan kimse
için de kullanılabilir. Nitekim "İki gözü kör oldu. Nihayet ak geldi
üzerlerine" derler. Ayette geçen "ebres" kelimesi, alacalı demektir.
Alaca, bilinen bir deri hastalığıdır.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 63


"Ölüleri diriltirim." ifadesinde diriltme "ölüler"le ilintilendirilmiştir.
"Ölüler" çoğul olduğuna göre, bundan, söz konusu işlemin
bir kaç kez gerçekleştiğini algılayabiliriz.

"Allah'ın izniyle." ifadesi bütün bunların onun tarafından birer
mucize olarak gerçekleştirildiklerini vurgulamaya, dayanaklarının
yüce Allah olduğuna ve İsa'nın kendinden kaynaklanan bir husus
olmadığına yöneliktir. Bu ifade bir kaç defa tekrarlanmıştır. Çünkü
insanların bu hususta sapmaları, ondan sadır olan bu olağanüstü
mucizelere kanıp onu tanrılaştırmaları yüksek bir ihtimaldir. Bu
yüzden onun kendinden sözettiği, yaratma ve ölüleri diriltme gibi
hususlara işaret ettiği her defasında "Allah'ın izniyle." kaydını
düştüğünü ve sözlerinin sonunda şöyle dediğini görüyoruz: "Gerçekten
Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse
O'na ibadet edin; doğru yol işte budur."


"Ben size… yaratırım." sözünün zahiri, bu sözleri kendisi
tarafından, bir meydan okuma ve tartışma olmaksızın bilgi olarak
sunulduğunu gösteriyor. Eğer bir bahaneyi ortadan kaldırmaya
veya bir kanıtı gözler önüne sermeye dönük olsaydı, ifadenin
içinde: "dilerseniz" veya "isterseniz" gibi bunu gösteren bir kayda
yer verilmesi gerekirdi.

Ayrıca, yüce Allah'ın bir kıyamet sahnesinde, İsa'yla konuşmasını
aktardığı ayetlerin akışı, bu mucizelerin, İsa tarafından gerçekleştirildiklerini
kesin bir ifadeyle ortaya koymaktadır: "Allah şöyle
diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi
hatırla… İznimle çamurdan kuşşeklinde bir şeyi yaratıyordun da,
yine iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör
olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, yine benim iznimle ölüleri
hayata çıkarıyordun." (Mâide, 110)

Bu da gösteriyor ki, bazıları tarafından seslendirilen: "Bu ayet,
en fazla şunu gösteriyor ki yüce Allah, Meryem oğlu İsa'ya bir sır
verdi ve o bununla insanlara karşı haklılığını gösterdi, onlara meydan
okudu. Eğer bu konuda bir istekleri olursa, bunu yerine getirip,


64 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


aleyhlerine kanıt oluştururdu. Ama bunların tümünün veya bir
kısmının gerçekleştiğini ayetten anlamak mümkün değildir." şeklindeki
yorumlar yanlıştır.

"Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi size haber veririm..."
Bu, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı ve vahiy yoluyla bazı peygamberlerine
bildirdiği gaybtan haber vermedir. İsa'nın bir diğer
mucizesidir bu. Böyle bir gaybtan haber verme, kesin olarak
gerçekleşmiş bir durumdur ve bunda kuşkuya yer yoktur. Çünkü
insan, yediğinden veya evinde biriktirdiğinden kuşku duymaz.

Bu mucize, yüce Allah'ın izni olmaksızın gerçekleşmeyecek
olmasına rağmen, ifadenin akışı için "Allah'ın izniyle" kaydına yer
verilmemiştir. Oysa yüce Allah bir ayette: "Hiçbir elçi, Allah'ın izni
olmadan bir mucize getiremez." (Mü'min, 78) buyuruyor. Bunun
nedeni de söz konusu mucizeden "haber verme" olarak söz ediliyor
olmasıdır. Bu ise, İsa (a.s) ile kâim olan bir sözdür, onun fiili
olarak değerlendirilir. Dolayısıyla, yüce Allah'a nispet edilmesi yakışık
olmaz. Ancak yaratma ve diriltme mucizelerinde durum farklıdır.
Çünkü bunlar, gerçekte Allah'ın fiilleridir ve O'nun izni olmadan
bir başkasına nispet edilmezler.

Ayrıca, sözü edilen diğer iki mucize, "haber verme" gibi
değildirler. Bunlarla ilgili olarak insanların sapmaları, "haber
verme" ile ilgili olarak sapmaktan çok daha hızlı gelişebilecek bir
durumdur. Çünkü sıradan insanların kalpleri, en ufak bir vesvese
ve demagoji sonucu kuş yaratan ve ölüleri dirilten bir kimsenin
ilahlığını kabul ederler. Gaybi bilgilerden haber veren bir kimsenin
ilahlığına inanmaksa, o kadar çabuk ve kolay gerçekleşmez.
Çünkü böyle insanlar, bu tür haberlerin sırf Allah'a özgü bir bilgi
olmadığını, riyazet çeken herkes veya gözbağcı bir kâhin için de
elde edilebileceğini bilirler.

Dolayısıyla, söz konusu iki mucize gündeme geldiğinde "Allah'
ın izniyle" kaydının düşünülmesi kaçınılmazdı. Aynı
şekilde hastaları
iyileştirmenin de yalnızca Allah'ın bahşettiği bir mucize oldu



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 65


ğundan söz edilmesi yeterliydi. Özellikle hitap, kendilerine mü'min
diyen bir kavme yönelikse… Bu nedenledir ki, ifadenin sonunda
şöyle bir cümleye yer veriliyor: "Şüphesiz, eğer inanmışsanız,
bunda sizin için kesin bir ayet vardır." Yâni eğer mü'min olduğunuza
ilişkin iddianızda samimi iseniz, bunda sizin için kesin bir
ayet vardır.

(Al-i İmran / 50) "Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere…" ifadesi: "İsrail-oğullarına elçi kılacak."
ifadesine matuftur. Matuf, ifadenin tekellüm=birinci tekil şahıs
kipi üzere olmasına karşın, matuf aleyhin (üzerine atfedilenin)
gaip sigası=üçüncü tekil şahıs kipi üzere olması -ki "Benden önce
gelen Tevrat'ı doğrulamak ." ifadesinde doğrudan İsa'nın konuşuyor
olması, buna karşılık: "İsrailoğullarına elçi kılacak..." ifadesinde
üçüncü tekil şahıs kipiyle söz edilmesi- atıf olayına zarar
vermez. Çünkü: "İsrailoğullarına elçi kılacak." ifadesi, Hz. İsa'nın:
"Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim." şeklindeki
sözleriyle açıklanmıştır. Dolayısıyla, bu sayede ifadenin yönü,
üçüncü tekil şahıs kipinden birinci tekil şahıs kipine döndürülmüş
oluyor ve atıf işleminin geçerli olması sağlanıyor.

Hz. İsa'nın kendisinden önce gönderilen Tevrat'ı doğrulaması,
önceki ayetteki kayda bakılırsa, yüce Allah'ın Tevrat'tan ona öğrettiği
şeyleri tasdik etmesi anlamında kullanılmıştır. Bu, onun zamanında
mevcut olan Tevrat'ı tamamen doğruladığı, dolayısıyla o
dönemde Tevrat'ta tahrif yapılmadığı anlamına gelmez. Nitekim
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a) Tevrat'ı tasdik etmesi de
onun tahrif edilmediğini ifade etmez.

"Ve size haram kılınan bazı
şeyleri helal kılmak üzere…" Bilindiği
gibi yüce Allah, İsrailoğullarına bazı temiz şeyleri haram
kılmıştı. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yahudilerin
yaptıkları zulüm… nedeniyle, kendilerine helal kılınmış güzel
şeyleri onlara haram kıldık." (Nisâ, 160)


66 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Bu ifadeden, Hz. İsa'nın, Yahudilere yazılmış bazı ağır hükümleri
neshetmesi dışında, Tevrat'ın içerdiği hükümleri onayladığı
sonucu çıkarılabilir. Bu yüzdendir ki: "İncil, şeriat içermez" denilmiştir.
"Helal kılmak üzere…" ifadesi: "Rabbinizden bir mucize…"
ifadesine atf-edilmiştir. Cümlenin başındaki "lam" harfi, amaç
bildiren türdendir. Dolayısıyla cümlenin anlamı
şöyledir: "Ben, sizin
üzerinize haram kılınmış bazı
şeylerle ilgili hükümleri neshetmek
üzere geldim."

"Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim." cümlesinin zahiri:
"Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin." ifadesini açıklamaya
dönük olduğunu gösteriyor. Ve mucize getirmenin bir ayrıntısı niteliğinde
olduğunu gösteriyor; haramlardan bazısını helal kılmanın
devamı değildir. Dolayısıyla, bazı zihinlerde oluşabilecek vehmi,
kaldırma amacına yöneliktir. Aynı zamanda "Cümlenin yeniden
tekrarlanmış olması, öncesi ile sonrasının birbirinden ayrılmasını
sağlamak içindir, çünkü salt ayrılık, söz sanatında bir ayrıcalık
sayılmaz." diyenlerin maksadı da bu olabilir.

(Al-i İmran / 51) "Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na ibadet edin." Hz. İsa bu sözü kendisini ilah olarak kabul edenlerin
iddialarını çürütmek için söylüyor. Bunu söylerken, keskin
ferasetiyle onların ileride kendisini ilahlaştıracaklarını seziyordu.
Ya da ileride böyle bir durumun meydana geleceği, kendisine vahiy
yoluyla bildirilmişti. Nitekim benzeri bir değerlendirmeyi: "Kuş
oluverir." ve "Ölüleri diriltirim." ifadelerinin "Allah'ın izniyle" kaydıyla
birlikte yer almış olması hakkında da yapmıştık. Ancak, yüce
Allah'ın Hz. İsa'dan aktardığı: "Ben onlara bana emrettiklerinin
dışında hiçbir şeyi söylemedim. O da şuydu: "Benim de Rabbim,
sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." (Mâide, 117) sözler bunun
Allah'ın emri ve vahyi olduğunu ortaya koyuyor.

(Al-i İmran / 52) "İsa, onlardan inkârı sezince, dedi ki: "Allah için bana yardım edecekler kimlerdir?" Meryem'e yöneltilen müjde, Hz. İsa'nın ana rahmine
düşüşünden, peygamber oluşuna ve insanları Allah'a ibadet


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 67


etmeye davet edişine kadar, hayatının çeşitli evrelerini kapsadığı
için, ayetlerin akışı içinde ondan kısaca söz ediliyor ve kıssası bütünleyici
cümlelerle ayrıntılandırılıyor. Bununla, onun havarilerini
seçişini ve kavminin ona karşı bir tuzak hazırlamasını ve yüce Allah'ın
İsa'yı arındırarak, hayatına son vererek ve katına yükselterek
kavmine karşı daha değişik bir tuzak devreye sokmasını kastediyoruz,
ki bununla da onun kıssası sona eriyor.

Bu anlatımda, ayetlerin inişine muhatap olan Necran
Hıristiyanlarının durumunu ilgilendirdiği kadarıyla kıssaya yer
veriliyor. Bunlar araştırma yapmak ve Resulullah'la (s.a.a)
tartışmak üzere bir heyet halinde Medine'ye gelmişlerdi. Bu
yüzden kıssanın kapsamı içinde olup Nisâ, Mâide, Enbiyâ, Zuhruf
ve Saff gibi surelerde yer verilen bazı gelişmelere bu surede yer
verilmemiştir.

Ayetlerin akışı içinde, kalbi ilgilendiren bir durum olan inkâr=
kü-fürle ilgili olarak "sezme"den söz edilmiş olması, bunun
onlar tarafından fiilen sergilendiği ve bu sayede sezmenin mümkün
olduğu içindir. Ya da küfür kaynaklı bir işe, yâni kendisine eziyet
etmelerini, öldürmeye yeltenmelerini görünce, küfrü seçtiklerini
seziyor. "İsa... sezince" yâni adları
İncil'de geçen
İsrailoğullarından küfür belirtilerini algılayınca, "Allah için bana
yardım edecekler kimlerdir?" dedi. O, bu soruyu yöneltirken kavminin
içinden bazı adamları belirlemeyi, onları dini pratize etmenin
öncüleri haline getirmeyi amaçlamıştı. Böylece din, onların
pratik yaşayışlarında güç bulacak, sonra da diğer insanlara doğru
bir yayılma süresine girecekti. Her doğal ve toplumsal gücün karakteristik
özelliğidir bu. İşe başlarken, etkisini gösterirken ve pratiğini
yaygınlaştırırken her şeyden önce kendisi için bir üss edinir.
Bunu odaklaşma, yoğunlaşma ve destek bulma merkezi haline
getirir. Aksi taktirde, çalışmalarda istikrar ve süreklilik olmaz. Tüm
çabalar boşa gider. Hiç kimseye yarar sağlamaz.

İslam'ın davet sürecinde de benzeri gelişmelere tanık oluyoruz.
Resulullah Efendimiz (s.a.a) Akabe'de ve Rıdvan ağacı altında


68 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


bu amaçla Müslümanlardan biat, bağlılık yemini almıştı. Peygamberimiz
(s.a.a) bununla davet hareketinin süreklilik kazanması için
güç birliğini sağlamayı hedeflemişti.

Hz. İsa (a.s) davetinin İsrailoğullarının tamamı veya büyük bir
kısmı arasında başarılı olmayacağını, herhangi bir olumlu sonuç
alamayacağını ve onların küfrü seçmelerinin kaçınılmaz olduğunu
ve eğer kendisini ortadan kaldıracak olurlarsa, davet hareketinin
biteceğini ve sıkıntıların katmerleşeceğini kesin olarak anlayınca,
davetinin süreklilik kazanması için böyle bir girişimde bulundu,
Allah'ın yolunu izlemek üzere onlardan yardım istedi. Havariler
onun bu yardım çağrısına olumlu karşılık verdiler. Böylece soydaşlarının
geri kalanından iman nitelikleriyle ayrıldılar.

Bu olay, iman ve küfrün ayrışması için bir nirengi oluşturmuş;
davetin yayılması ve kesin kanıtların sunulması sonucu da imanın
küfre karşı üstünlük sağlamasının temelini atmıştı. İmanın küfre
karşı üstünlük sağlamasının ve küfür mazeretlerini ortadan kaldırışının
da başlangıç noktasıydı. Konuya ilişkin olarak yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun;
Meryem oğlu İsa Havarilere: "Allah'a yönelirken benim yardımcılarım
kimdir?" demesi gibi. Havariler de demişlerdi ki: "Allah'ın
yardımcıları bizleriz." Böylece İsrailoğullarından bir topluluk i-
man etmiş, bir topluluk da inkâr etmişti. Sonunda biz iman edenleri
düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler."

(Saff, 14)

"...Bana yardım edecekler kimlerdir?" ifadesindeki "yardım
edecekler" kelimesi "Allah için…" sözüyle kayıtlandırılmıştır. Bununla
teşvik ve tahrik etme amacı güdülüyor ki, sorunun soruluş
amacı da budur. Tıpkı Bakara suresinde yer alan şu ifade gibi: "Allah'a
güzel bir borcu verecek olan kimdir?" (Bakara, 245)

Ayetin orijinalinde geçen "ila" zarfı
"Bana yardım edecekler
kimlerdir?" sözüyle ilintilidir. Ki yardım kelimesi burada gitme
veya benzeri anlamı içerir. Dolayısıyla geçişsiz fiil olur ve nes



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 69


ne=meful alabilmesi için "ila" zarfı gibi bir harfe gerek duyar. Nitekim
Kur'an'da Hz. İbrahim'in (a.s) şu sözü aktarılır: "Şüphesiz ben,
Rabbime gidiciyim; o, beni hidayete erdirecektir." (Sâffat, 99)

Bazı tefsircilerin ifadenin akışı içinde yer alan "ila" harf-i cerrini
"maa=beraber" anlamına almalarının kanıtı yoktur. Ayrıca, yüce
Allah'ın başka varlıklarla aynı kategoriye sokulması, O'nun da yardımcılardan
biri sayılması Kur'an'ın edebine yakışmaz. Kaldı ki,
İsa'nın (a.s) edebi de böyle bir ifadeyi kullanmaya elvermez. Bunu
Kur'an'da yer alan sözlerinden açıkça algılayabiliyoruz. Aynı
şekilde
havarilerin: "Biz, Allah'ın yardımcılarıyız." şeklindeki sözleri de
böyle bir ihtimali ortadan kaldırıyor. Çünkü, eğer yukarıdaki yaklaşım
doğru olsaydı, havarilerin: "Biz Allah ile beraber sana yardım
edicileriz." demeleri gerekirdi. Bu, üzerindeki düşünülmesi gereken
bir husustur.

"Havariler: "Biz, Allah'ın yardımcılarıyız, Allah'a inandık, bizim Müslümanlar
olduğumuza şahit ol." dediler." Bir insanın havarisi, onun
insanlar içinde kendine özgü kıldığı, özel maiyeti demektir. Bazılarına
göre, bu kelime çok beyaz anlamına gelen "hur" kelimesinden
türemiştir. Kur'an'da bu kelime, yalnızca Hz. İsa'nın (a.s) özel
maiyeti sayılan arkadaşları için kullanılmıştır.

"…Allah'a inandık…" sözleri "Biz, Allah'ın yardımcılarıyız." sözlerinin
açıklaması niteliğindedir. Bu da "Allah için bana yardım
edecekler kimlerdir?" sözüyle ilgili olarak yukarıda: "Yardım
kelimesi, burada gitme veya benzeri bir anlam içerir." şeklindeki
açıklamamızı destekler niteliktedir. Çünkü Allah'a iman etme,
Allah'a giden yolda yürümeyi ifade ediyor ki, zaten imanın kendisi
de yoldur.

Acaba, havariler ilk defa burada mı
İsa'ya inanıyorlardı? Nitekim:
"Meryem oğlu İsa'nın havarilere: "Allah'a yönelirken benim
yardımcılarım kimlerdir?" demesi gibi. Havariler de demişlerdi
ki: "Allah'ın yardımcıları bizleriz." Böylece İsrailoğullarından bir
topluluk iman etmiş…" (Saff, 14) ayetinden, inanmadan sonraki bir


70 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


imanın söz konusu olduğu algılanıyor. Bunun da bir sakıncası yoktur.
Daha önce iman ve islamın=teslimiyetin, bazısının bazısından
yukarı, farklı mertebelerinin bulunduğuna ilişkin olarak yaptığımız
açıklamalara baş vurulduğunda, bu husus daha belirginlik kazanır.

Hatta diyebiliriz ki: "Hani havarilere: "Ben ve elçime iman e-
din." diye vahyetmiştim; onlar da: "İman ettik, gerçekten
Müslümanlar olduğumuza sen de şahit ol." demişlerdi." (Mâide,
111) ayeti onların Hz. İsa'ya verdikleri cevabın vahiy olduğunu,
onların birer peygamber olduklarını, dolayısıyla, bu cevapla
imandan sonra iman etmiş olduklarını gösteriyor.

Ayrıca: "Bizim Müslümanlar olduğumuza şahit ol… Rabbimiz,
senin indirdiğine inandık ve elçiye uyduk." şeklindeki sözleri,
ifadenin akışı içinde geçen "İslam" ile mutlak anlamda yüce
Allah'ın kendilerinden istediği ve haklarında öngördüğü her şeye
teslim olma olgusunun kastedildiğini gösteriyor. Bu da yukarıdaki
değerlendirmemize ilişkin bir diğer kanıttır. Çünkü bu şekilde
İslam olma, ancak ihlaslı mü'minler için geçerli bir mertebedir.
Tevhide ve peygamberlik misyonuna iman ettiğini belirtip, şahadet
cümlesini telâffuz eden herkes için değil.

Bunun da açıklaması
şudur: İslam ve iman konularını
incelediğimiz bölümde, iman ve islamın mertebelerinin
olduğundan söz etmiştik. Her iman mertebesinden önce islam
mertebelerinden bir mertebe bulunur. Nitekim: "Allah'a inandık,
bizim Müslümanlar olduğumuza şahit ol." cümlesinden de bunu
algılamak mümkündür. Dikkat edilirse, burada iman "fiil" kipinde,
islam ise "sıfat" kipinde söyleniyor.

İslam'ın ilk mertebesi, teslim olmak ve genel olarak dinin temel
prensiplerine tanıklık etmektir. Bunu, söz konusu şekli tanıklığa
yönelik kalbi bağlılık ve benimseyiş izler. Bunu da (ki islamın
ikinci mertebesidir) imanın ifade ettiği anlama yönelik kalbi teslim
oluş durumu izler. Bu noktada, Allah ve Resulünün emrettiği
her şeye yönelik gizli itiraz ve hoşnutsuzluk duyguları silinir gider.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 71


Buna dine pratik olarak uyma diyoruz. Bunu da (ki imanın ikinci
mertebesidir) amelin her türlü şirk kırıntısından arınması, kulluk
niteliğinin tüm amel ve fiillere sinmesi durumu izler. Bunu da (ki
islamın üçüncü mertebesidir) Allah'ın sevgisine ve iradesine teslim
oluş durumu izler. Bir şey, bu noktada, ancak Allah için sevilir,
ancak Allah için istenir. Burada sadece Allah'ın sevdiği ve irade
ettiği şeyler olur. Bu düzeye gelmiş insanın kendi nefsine yönelik
sevgi ve istemesinden eser olmaz. Bunu da (ki imanın üçüncü
mertebesidir) kulluk nitelikli bu teslimiyetin tüm amelleri kuşatması
durumu izler…

Bunları hatırlayıp, Hz. İsa'nın İsrailoğullarına yönelik çağrısı
bağlamında dile getirdiği: "Artık Allah'tan korkup bana itaat edin.
Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse
O'na ibadet edin; doğru yol işte budur." sözleri üzerinde durup
düşündüğün zaman, Hz. İsa'nın (a.s) önce Allah korkusunu ve
kendisine itaat edilmesini emrettiğini, daha sonra bunu da şu sözlerle
gerekçelendirdiğini görürsün: "Gerçekten Allah, benim de
Rabbim, sizin de Rabbi-nizdir." Yâni, ey topluluk, Allah hem sizin,
hem de size gönderilen elçinin Rabbidir. Dolayısıyla, iman etmek
suretiyle Allah'tan korkup sakınmanız ve beni izlemek suretiyle
bana itaat etmeniz gerekir.

Kısacası; takva ve resule itaat etmek, yâni iman edip tâbi olmak
suretiyle O'na kulluk sunmanız lazımdır. Bu sözlerden çıkan
sonuç budur. Bu yüzden gerekçelendirme amaçlı cümlede takva
ve itaat yerine: "O'na ibadet edin." ifadesi kullanılıyor. Bu değişikliğe
baş vurulması, takva ve itaatin Allah ile olan bağlantısını açıklama
amacına yöneliktir. Çünkü bu bağlantı, ibadet şeklinde daha
da açıktır. Ardından bu ibadetin dosdoğru yol olduğu belirtiliyor.
Böylece ibadetin, insanı Allah'a götüren bir yol olduğu vurgulanıyor.


Ardından Hz. İsa, onların inkâra saptıklarını sezinleyip, büyük
bir kısmının iman etmesinden ümidini kesince, "Allah için bana


72 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


yardım edecekler kimlerdir?" dedi. İzlemeye davet ettiği bu dos-
doğru yolda yürümede, kendisine yardımcı olacak kimseler aradı.
Davet ettiği yol ise ibadetti. Takva ve itaat yâni. Havariler, tam da
onun istediği gibi cevap verdiler ve dediler ki: "Biz Allah'ın yardımcılarıyız."
Ardından, bu sözlerinin açıklaması niteliğinde bir
takım sözler sarf ettiler ve dediler ki: "Alah'a inandık, bizim Müslümanlar
olduğumuza şahit ol." Onların Müslümanlıkla kastettikleri,
itaat ve tâbi olmadır. Bu yüzden sığınmış ve zelil olmuş bir
şekilde Rablerine yönelik hitapta bulunup, Hz. İsa'ya verdikleri
sözü bir daha tekrarlıyorlar ve diyorlar ki: "Rabbimiz, senin indirdiğine
inandık ve elçiye uyduk." Burada "İslam" kavramı yerine
"tâbi olmayı" kullanıyorlar ve imanın alanını, Allah'ın indirdiklerinin
tümüne inanmak kaydıyla genişletiyorlar.

Bu da gösteriyor ki, Meryem oğlu İsa'nın kendilerine öğrettiği
kitap, hikmet, Tevrat ve İncil'in şahsında yüce Allah'ın indirdiklerinin
tümüne iman etmiş, bu hususta resule tâbi olmuşlardı. Bu da
gördüğünüz gibi imanın ilk derecesi değil, tersine en yüksek ve en
ulu derecesidir.

Müslümanlıklarına ve tâbi oluşlarına Hz. İsa'yı
şahit gösterip:
"Allah'a inandık ve biz Müslümanız." gibi bir ifade kullanmamış
olmaları, Rablerine durumlarını arz ederlerken bir dayanaklarının
olması içindir. Çünkü: "Rabbimiz, senin indirdiğine inandık ve
elçiye uyduk." diyorlar. Bununla sanki şunu demek istiyorlar: "Ey
Rabbimiz, durumumuz bundan ibarettir, senin elçin de buna tanıktır."


(Al-i İmran / 53 ) "Rabbimiz, senin indirdiğine inandık, elçiye uyduk; bizi şahitlerle beraber yaz." Bu sözü havariler söylemişler. Ama onların söylediklerine ilişkin "dediler" sözü hazfedilmiştir. Bununla da olayın kendi
akışı anlatılmak isteniyor. Bu, Kur'an'ın latif ifade tarzının bir özelliğidir.
Daha önce buna değinmiştik. Havariler yüce Allah'tan kendilerini
şahitlerden yazmasını istiyorlar. Bunu ise, iman edişlerinin
ve teslim oluşlarının akabinde dile getiriyorlar. Çünkü resulün


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 73


risaletini tebliğ etmiş olması, ancak yüce Allah'ın ona söz ve fiil
olarak indirdiği şeyleri açıklaması, yâni dinin emir ve belirtilerini
öğretmesi ve pratikte uygulaması ile mümkündür. Çünkü tebliğin
gerçekleştiğine tanıklık etmek, ancak mesajı resulden öğrenmek
ve pratikte de ona uymakla olur. Ta ki, onun uymaya çağırıldığı
mesaja uygun hareket ettiğine, onu çiğnemediğine, karşısında yer
almadığına şahitlik edilsin.

İfadenin akışından anlaşıldığı kadarıyla bu şahitlikten maksat,
şu ayette işaret edilen şahitliktir. "Andolsun, kendilerine peygamber
gönderilenlere soracağız ve onlara gönderilen (peygamber)
lere de elbette soracağız." (A'râf, 6) Dolayısıyla, tebliğin yerine
getirildiğine ilişkin şahitlik kastediliyor. Fakat: "Elçiye indirileni
dinlediklerinde, hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla
dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz, inandık, öyleyse
bizi şahitlerle birlikte yaz." (Mâide, 83) ayetinde ise, resulün sunduğu
mesajın hak nitelikli oluşuna şahitlik etme kastediliyor, tebliğin
yapıldığına şahitlik değil. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten
daha iyi bilir.

Resulün Müslümanlıklarına şahitlikte bulunmasını istemelerinin
ardından, bir kez daha: "Bizi şahitlerle beraber yaz." demelerinden,
onların istediklerinin yüce Allah'ın kendilerini amellerin
şahitlerinden yazması olduğu anlaşılıyor. Bunu yüce Allah'ın İbrahim
ve İsmail peygamberin duaları olarak bize aktardığı ifadelerden
de sezinliyoruz: "Rabbimiz, bizi sana teslim olanlar yap, neslimizden
de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadetlerimizi
göster." (Bakara, 128) Bu ayetin tefsiri çerçevesinde sunduğumuz
açıklamalara başvurulabilir.

(Al-i İmran / 54) "Onlar bir tuzak kurdular. Allah da bir tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en iyisidir." "Tuzak kuranlar" deyimiyle İsrailoğulları kastediliyor. Bunu: "İsa, onlardan inkârı sezince..." ifadesinden
algılıyoruz. Daha önce: "Ancak o, fasıklardan başkasını
saptırmaz." (Bakara, 26) ayetini tefsir ederken, "tuzak kurma" fiili



74 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


nin yüce Allah'a nispet edildiği durumlarda hangi anlamı ifade
ettiğini belirtmiştik.

(Al-i İmran / 55) "Hani Allah, demişti ki: "Ey İsa, doğrusu seni vefat ettireceğim."

Ayette geçen ve "müteveffike"nin mastarı olan "et-teveffi" kelimesi,
bir şeyi tam olarak almak demektir. Ölüm anlamında kullanılması
da buradan geliyor. Çünkü yüce Allah, ölüm anında insanın
canını bedeninden tamamen ayırır. Bir ayette şöyle buyuruluyor:
"Elçilerimiz onun hayatına son verirler." (En'âm, 61) Yâni öldürürler,
canını alırlar. Bir diğer ayette ise şöyle buyuruluyor: "Dediler ki:
"Biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden
yaratılmış olacağız?…" De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği,
hayatınıza son verecektir." (Secde, 10-11) Başka bir ayette şu ifadelere
yer veriliyor: "Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni
de uykusunda bir tür ölüme sokar. Böylece, kendisi hakkında
ölüm kararı verilmiş olanın ruhunu tutar, öbürüsünü ise salıverir."

(Zümer, 42)

Yukarıda sunduğumuz ayetlerin son iki tanesi üzerinde derinlikli
olarak düşünüldüğünde "vefat" kelimesinin Kur'an'da "ölüm"
anlamında kullanılmadığı, tam tersine almak ve muhafaza etmek
anlamında kullanıldığı görülecektir. Diğer bir ifadeyle: Vefat kelimesi,
ölüm anındaki "alma" anlamında kullanılmıştır. Bununla da,
insan nefsinin, canının ölümle birlikte boşa çıkmadığı, yok olmadığı
anlatılmak istenmiştir. Nitekim bilmezler, ölümün yok oluş,
fena buluş olduğunu sanırlar. Tam tersine yüce Allah, insanın canını
yeniden bedene geri dönünceye kadar muhafaza eder. Nitekim
yüce Allah bu anlamın kastedilmediği yerlerde, "vefat" yerine
"mevt" kelimesi kullanır. Örneğin şöyle buyurur: "Muhammed,
yalnızca bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip geçmiştir. Şimdi
o ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye
mi döneceksiniz?" (Âl-i İmrân, 144) "Onlar için karar verilmez ki
böylece ölüversinler." (Fâtır, 36)

Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 75


Bunun gibi daha bir çok ayet örnek verilebilir. Nitekim İsa'nın
ağzından, kendisiyle ilgili olarak şöyle dediği aktarılır: "Selam üzerimedir;
doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden kaldırılacağım
gün de." (Meryem, 33) "Andolsun, kitap ehlinden, ölmeden
önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da
onların aleyhine şahit olacaktır." (Nisâ, 159) Bu açıdan "vefat"ın,
ölüm anlamını çok net bir biçimde kapsamadığı görülüyor.

Kaldı ki, Yahudilerin iddialarına cevap verme amacına yönelik
olarak yer verilen şu ayet de bunu destekler niteliktedir. "Ve: "Biz,
Allah'ın resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük."
demeleri nedeniyle de… Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar.
Ama onlara onun benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında
anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların
bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur.
Onu kesin olarak öldürmediler. Hayır; Allah onu kendine yükseltti.
Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Andolsun,
kitap ehlinden, ölümden önce ona inanmayacak kimse yoktur.
Kıyamet günü, o da onların aleyhine şahit olacaktır." (Nisâ,157


159)

Yahudiler, Hz. İsa'yı öldürdüklerini iddia ediyorlardı. Hıristiyanlar
da, onların Hz. İsa'yı çarmıha gerdiklerini, ancak ölümünden
sonra, yüce Allah'ın onu kabrinden kaldırıp, göğe yükselttiğini sa-
nıyorlardı. Gördüğün gibi, ayetler Hz. İsa'nın öldürülmesini ve çarmıha
gerilmesi iddiasını yalanlıyorlar. "Andolsun, kitap ehlinden…"
diye başlayan ayetin zahiri, onun Allah katında diri olduğunu
ve Ehl-i Kitap kendisine inanmadıkça ölmeyeceğini göstermektedir.
Buna göre, onun "vefat" ettirilmesi ile, Yahudilerin arasından
alınışı kastediliyor. Ancak, ayetin buna ilişkin kanıtsallığı net değildir.
Sadece zahiri olarak bu şekilde yorumlanabilir. Nisâ suresinin
son ayetlerinin tefsirini yaparken, bu hususta gerekli açıklamalarda
bulunacağız.


76 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


"Seni kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim."
Yükseltme, indirmenin karşıtıdır. Temizlik de pis-liğin zıddıdır.
Daha önce temizliğin anlamıyla ilgili açıklamalarda bulunmuştuk.


İfadenin akışı için "yükseltme" kelimesi, "ila" harf-i cerriyle
kayıtlıdır. Bu da bedensel yükselişten çok manevi yükselişi ifade
eder. Çünkü yüce Allah'ın, cisim ve cismanî varlıkların sahip olduğu
bir yerin içine girme, yer kaplama, uzak veya yakın olma gibi
cismanî türden bir mekanı yoktur. Dolayısıyla burada, ayetin sonunda
yer alan: "Sonra dönüşünüz bana olacak." türünden bir
ifadeyle karşı karşıya-yız. Özellikle eğer "vefat"tan maksat "almak"
olursa, bu durumda "yükseltme" için yaptığımız açıklama
daha da belirginleşir. Çünkü böyle olunca, maksadın derecenin
yükseltilmesi ve Allah'a yakın olması açıklık kazanır. Tıpkı yüce
Allah'ın kendi yolunda öldürülenler hakkında buyurduğu gibi: "Onlar
Rableri katında diridirler." (Âl-i İmrân, 169) Bunun gibi İdris peygamber
(a.s) hakkında da şöyle buyurmuştur: "Biz onu yüce bir
mekana yükseltmiştik." (Meryem, 57)

Konuyla ilgili olarak bazıları şöyle demektedirler: "Onun Allah'
a yükseltilmesinden maksat, ruhen ve bedenen canlı olarak göğe
yükseltilmesidir. Nitekim Kur'an ayetlerinin zahiri, maddî ve cismanî
göğün, Allah'a yakın olma makamı olduğunu gösterir. Orası
bereketlerin indiği yerdir. Mükerrem kılınmış meleklerin meskenidir."
İnşallah ileride "sema" kelimesinin anlamını irdelemeye fırsat
bulacağız.

"Allah katına yükselme"den sonra, yer verildiği için "Seni inkâr
edenlerden temizleyeceğim." deyimiyle de manevi temizlik
kastedilmiştir, şekli temizlik değil. Bu ise, onun kâfirlerden
uzaklaştırılması, onlara karışmaktan korunması, küfür ve inkâr
nitelikli çirkef toplantılara katılmaktan alıkonması demektir.

"Sana uyanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstüne geçireceğim."
Burada yüce Allah Hz. İsa'ya tâbi olanları, onun peygam



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 77


berliğini inkâr edenlerden üstün kılacağını vaadediyor. Ki bu durum
kıyamete kadar sürecektir. Yüce Allah, üstün kılınanları tanıtma
bağlamında onların, Hz. İsa'ya uyanlar olduklarını belirtiyor
ve diğerlerininse, onu inkâr edenler olduğunu ifade ediyor. Bununla
beraber, bunların Musa'nın şeriatına uyan İsrailoğulları veya
Yahudiler olduklarından söz etmiyor.

Şu kadarı var ki, yüce Allah'ın Hz. İsa'nın karşıtlarını "küfür"le
nitelemesi gösteriyor ki, "ona uymak"tan maksat hak nitelikli uymadır.
Yüce Allah'ın razı olduğu uyma yâni. Bu durumda ona tâbi
olanlar, İslam'ın ortaya çıkıp Hz. İsa'nın dinini neshetmesinden
önce dosdoğru yol üzere bulunan ilk Hıristiyanlardır. İslam'ın gelişinden
sonra ise, Hz. İsa'nın gerçek izleyicileri sadece Müslümanlardır.
Şu halde üstün kılmadan maksat, kanıt ve dayanak üstünlüğüdür,
iktidar ve egemenlik anlamındaki üstünlük değil. Dolayısıyla
cümleden şu anlamı algılıyoruz: Hıristiyanlardan ve Müslümanlardan
sana tâbi olanların kanıtları, kıyamet gününe kadar
seni inkâr eden Yahudilerin karşı kanıtlarından üstün olacaktır…
Bu, tefsir bilginlerin yer verdikleri ve içtenlikle benimsedikleri bir
yorumdur.

Ancak benim kanaatime göre, ne ayetin lafzı ne de anlamı bu
yoruma elverişlidir. Çünkü: "Seni vefat ettireceğim, seni kendime
yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana
uyanları kıyamete kadar inkâr edenleri üstüne geçireceğim."
ifadesi, gelecekten haber vermektedir. Hitap edenin, hayata son
verme, temizleme ve üstün kılma olarak söz ettiği olayları gelecekte
gerçekleştireceği şeyler olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca:
"Sana uyanları" ifadesindeki vaat, güzel bir müjdedir. Böyle bir şey
de ancak gelecekte olabilecektir.

Bilindiği gibi, Hz. İsa'ya tâbi olanların kanıtı, İsa'nın kendisinin
kanıtından başka bir şey değildir. Bunlara da yüce Allah, Hz.
Meryem'e yönelik müjdenin kapsamında işaret etmiştir. Hiç
kuşkusuz bunlar, Hz. İsa'nın hayatta bulunduğu ve
yükseltilmesinden önceki ve yükseltilmesinden sonraki dönemde

78 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ve yükseltilmesinden sonraki dönemde üstün kanıtlardı. Hatta bu
kanıtlar, Hz. İsa'nın göğe yükseltilmesinden önce, kâfirlerin bahanelerini
ortadan kaldırma ve husumetlerini kurma açısından son
derece etkili ve kuşkularını giderme bakımından da son derece
açıktılar.

Şu halde, yüce Allah'ın kendisine tâbi olanların kanıtlarını ileride
inkâr edenlerin kanıtlarından üstün kılacağını vaadetmesi ne
anlama gelir? Sonra, bu üstünlüğü ve galibiyeti "kıyamet gününe
kadar." ifadesiyle kayıtlaması neyi ifade eder? Kaldı ki, bir kanıt,
üstünlüğü itibariyle, zaman ve günle kayıtlı kılınmasını kabul
etmez. Üstelik, bir kanıtın diğer bir kanıta üstünlüğü kıyamet gününde
de sürer. Nitekim Kur'an'da yer alan kıyamet sahnelerinde
yansıtılan gelişmelerin içeriğinden bunu algılıyoruz.

Eğer desen ki: Belki de kanıtın üstünlüğünden maksat, kabul
görmesi açısından üstünlük sağlaması, yâni insanların, Hz. İsa'ya
tâbi olanların kanıtlarını dinlemeleri ve ona uymalarıdır. Böylece
daha çok kişiyi etrafında toplamış, daha sağlam bir dayanak bulmuş
ve daha güçlü olmuş olur.

Ben de derim ki: Bunun esası, ya gerçek anlamda ona tâbi
olanların iktidar ve güç açısından üstün olmalarıdır -ki, hakikat ve
pratik bunun tam tersini gösteriyor- ya da ahir zamanda, ona tâbi
olanların üstün olacakları kastediliyor -buna da ayetin lafzı
elvermiyor- yahut ona tâbi olanların sayısal olarak çoğalıp kâfirlere
üstünlük sağlayacakları, yâni İsa'dan sonra hak ehlinin batıl
ehlinden fazla olacağı kastediliyor -ki, bu da şahit olduğumuz hakikatin
tam tersinedir-. Zira İsa'nın zamanından günümüze kadar
geçen yirmi asırlık süre içinde batıl ehli sürekli artıyor ve sayısal
olarak her zaman hak ehlinden fazla olmuşlardır.

Kaldı ki, ayetin lafzı da buna elverişli değildir. Çünkü ayette sözü
edilen üstünlük, özellikle ilahi öfkenin Yahudilere yöneldiğinden,
gazabın onları kuşattığından haber verildiği bir makamda
olduğu için ya kesin kanıt açısından, ya da egemenlik ve güç açı



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 79


sından ancak üstünlük sağlamakla bağdaşır. Fakat sayısal fazlalık
bakımından üstünlük sağlamanın ayetin akışıyla bağdaşmadığı
ortadadır.

Burada söylenmesi gereken husus şudur: Ayetten anlaşıldığı
kadarıyla, burada iki grup tanıtılıyor. Biri: "sana uyanlar" diye işa-
ret edilen İsa'nın izleyicileri. Biri de "inkâr edenler". Fiil, oluşu ve
meydana gelişi ifade eder. Vasıf ise sıfatla birlikteliği ve ona bürünmeyi
ifade eder. Meselâ, tâbiler ve kâfirler kelimeleri birer vasıftır.
Bir toplumun içinde birkaç birey birtakım işler yapsalar, geri
kalanlar buna razı olsalar ve geriden gelenler bu hususta önde
gidenleri izleseler, bu durum bireylerin yaptıklarının onlara nispet
edilmesi için yeterlidir. Nitekim Kur'an bir çok yerde Yahudilerin
tümüne, peygamberleri öldürmek, onlara eziyet etmek, Allah'ın ve
elçilerinin emirlerine uymaktan kaçınmak ve kitabın ayetlerini
tahrif etmek gibi geçmiş kuşaklarının işledikleri kimi suçlardan
dolayı ağır eleştiriler yöneltir, onları kınar.

Bu durumda "inkâr edenler" deyimiyle Yahudilerin kastedilmiş
olması, "sana uyanlar" deyimiyle de Hıristiyanların kastedilmiş
olması mümkündür. Çünkü Hıristiyanların ilk kuşakları
İsa'ya iman etmiş, ona tâbi olmuşlardır. Bu, Allah tarafından kabul gören
bir iman ve gerçek anlamda bir uymaydı. Gerçi yüce Allah, İslam'
ın ortaya çıkışından sonra İsa'ya tâbi olmalarından veya İslam'ın
ortaya çıkışından önce de teslis inancını benimseyenleri izlemelerinden
razı değildi.

Şu halde, burada kastedilen husus; ilk kuşakları gerçek anlamda
Hz. İsa'ya tâbi olan Hıristiyanların onu inkâr eden ve ona
karşı entrikalar düzenleyen Yahudilerin üstüne geçirilmeleridir.
Buna işaret etmekle, ayet şu mesajı vermeyi amaçlıyor: "İlahi gazap
Yahudilerin üzerine inmiştir. Hz. İsa'ya kurdukları tuzak kendi
başlarına geçmiştir. Yahudi ümmetinin azabı şiddetlendirilmiştir."
Bu anlattıklarımız, konunun başında vurgulamaya çalıştığımız gibi
tâbi olmanın gerçek bir tâbi oluş olması durumuyla çelişmez.


80 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Sonraki ayette geçen: "İman edip, iyi amellerde bulunanların
mükâfatlarını (Allah) eksiksiz verecektir." ifadedeki üslûp değişikliği
de açıklanan bu mânayı destekler niteliktedir. Çünkü tâbi
olanlardan maksat, eğer yalnızca Hıristiyanlardan ve Müslümanlardan
kurtuluş ve hak ehli olan kimseler olsaydı, üslûp değiştirilmeden
şöyle denilmesi daha uygun olurdu: "Sana uyanların mükâfatlarını
eksiksiz verecektir." Nitekim bu, kimseye gizli değildir.

Mesele ile ilgili bir başka görüş daha var. O da şudur: "Uyanlar"-
dan maksat, Hıristiyanlarla Müslümanların tamamıdır. Bu durumda
ayet, Yahudilerin, kıyamet gününe kadar Hz. İsa'ya uyulması
gerektiğine inananların baskısı altında aşağılık bir hayat yaşayacaklarını
haber vermiş olur. Bununla ilgili açıklama ise, yukarıda
yapılan açıklamanın aynısıdır. Aslında bu, üzerinde düşünüldüğünde,
ayete ilişkin en yerinde yorumdur.

"Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz
şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim."
Bu ifadede yüce Allah
Hz. İsa'ya, ona tâbi olanlara ve onu inkâr edenlere birden hitap
ediyor. Bu, kıyamette karşılaşacakları durumdur. Böylece Hz. İsa
konusu, onunla ilgili haber, müjdelenişinden son dönemine kadarki
hayat serüveni burada son buluyor.

(Al-i İmran / 56) "İnkar edenlere gelince; onları dünyada ve ahirette şiddetli bir azapla azaplandıracağım." Ayetin zahiri, onun: "...ara-nızda ben
hükmedeceğim." ifadesinin ayrıntılı nitelikli devamı olduğunu gösteriyor.
Geniş açıklama içeren ifadenin genel açıklamadan sonra
yer alması yâni. Böylece inkâra sapan Yahudilerin kıyamet günü
ilahi azaba çarptırılacakları ve mü'minlerin de mükâfatlarını eksiksiz
olarak alacakları haber veriliyor.

Ancak, ayrıntılı ifadenin kapsamında "dünyada" deyimin yer
alması gösteriyor ki, bu ifade şu ifadenin tamamının ayrıntısıdır:
"Ve sana uyanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstüne
geçireceğim. Sonra dönüşünüz bana olacak." Bu da gösteriyor ki
bu, "üstün kılma"nın ve "Allah'a dönüşün" sonucu, Yahudilere yö



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 81


nelik azabın dünyada Allah'ın kendilerine üstün kıldığı kimseler
eliyle, ahirette de cehennem ateşiyle şiddetlendirilmesidir. Bu hususta
hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.

Bu ifade, bir önceki ayette işaret edilen "üstüne geçirme" ile
egemenlik ve güçle üstünlük anlamının kastedildiğine yönelik
kanıtlardan biridir. Kanıtsal üstünlük değil.

"Onların hiç yardımcıları da olmayacak." ifadesi, azabı önleyici
şefaatin onlar hakkında geçerli olmayacağını, haklarında verilen
azap kararının kesin olduğunu gösteriyor. Ki daha önce buna işa-
ret ettik.

(Al-i İmran / 57) "İman edip, iyi amellerde bulunanların mükâfatlarını (Allah) eksiksiz verecektir." Bu da "uyanlara" yönelik bir güzel ödül vaadidir.
Fakat, salt tâbi olmanın denilmesi, böyle büyük bir sevabı hak
etmek için yeterli değildir. Çünkü, daha önce de söylediğimiz gibi,
tâbi olma, vasıf olduğundan dolayı sırf bir kaç birey tarafından
sergileniyor olsa bile, bir toplumun niteliği olarak değerlendirilebilir.
Ancak tâbi olmaya tahakkuk eden ödül, sadece onu fiilen gerçekleştirene
ve halihazırda ona bürünene verilir, salt o isimle anılanlara
değil. Bu yüzden "sana uyanlar" ifadesi yerine: "İman edip,
iyi amellerde bulunanlar." ifadesi kullanılıyor, ta ki mesaj doğru
algılansın. Çünkü mutluluk ve güzel akıbet, gerçek bir eyleme bağlıdır,
salt isme değil. Nitekim şu ayette de buna işaret ediliyor:
"Şüphesiz, iman edenlerle Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden
kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve iyi amellerde bulunursa,
onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur
ve onlar mahzun olmayacaklardır." (Bakara, 62)

İşte Hz. İsa'ya tâbi olanlar arasında, iman edip salih ameller işleyenlerin
ecrini yüce Allah eksiksiz olarak verecektir. Bunların
dışındakilerse, böyle bir ödülü alamayacaklardır. Nitekim ayette:
"Allah zalim olanları sevmez." sözüyle buna işaret edilmiştir.

Buradan hareketle, rahmetten ve cennetten söz edilen bir ayette:
"Allah, zalim olanları sevmez." şeklindeki bir cümleyle sö



82 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


zün bağlanmasının sırrını da anlamış oluyoruz. Halbuki bildiğimiz
kadarıyla, rahmet ve nimet ayetlerinin sonunda rahmet ve mağfiretle
ilgili isimlerin zikredilmesi veya hakkında ayet inen kimselerin
durumunun övgü konu edilmesi daha uygun olur. Ancak, ayetin
vermek istediği mesaj bu değildir. Nitekim şu ayetler, buna örnek
gösterilebilir: "Allah, herbirine en güzel olanı vaadetmiştir. Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır." (Hadid, 10) "Eğer Allah'a güzel bir
borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar.
Allah şükrü kabul edip çok ihsan edendir, halîmdir." (Teğabun,
17) "Kim Allah'a iman edip, iyi bir amelde bulunursa, Allah onun
kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından
ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük 'mutluluk ve
kurtuluş' budur." (Teğabun, 9) "İman edip, iyi amellerde bulunanlara
gelince; Rabbleri onları kendi rahmetine sokar. İşte apaçık
olan 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur." (Casiye, 30) Bunun gibi
daha bir çok örnekler de vardır.

Böylece ayetin sonundaki: "Allah, zalim olanları sevmez."
ifadesiyle, İsa'ya (a.s) sırf isimle tâbi olan bir diğer grubun
durumuna işaret ediliyor. Bunlar, iman edip iyi amellerde
bulunanlar değildirler.

(Al-i İmran / 58) "Bunları biz sana ayetlerden ve hikmetli zikirden okuyoruz." Bu ifade, kıssanın bittiğine ilişkin bir işaret konumundadır. "Hikmetli
zikir" ifadesiyle Kur'an kastediliyor. Kur'an, ayetleri ve açıklamaları
itibariyle Allah'ın hikmet esaslı zikridir. Ona batıl bulaşmaz. Onda
şakaya yer yoktur.

(Al-i İmran / 59 )"Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" demesiyle o da oluverir." Bu a-
yet, gerektiğinde, İsa'nın ayrıntılı olarak anlatılan doğumu kıssasının
bir özetinin verilmesine örnektir. Olaylar teker teker anlatıldıktan
sonra, bir de kısaca ifade ediliyor. Özellikle kanıtlama ve tartışma
ortamında bu tarz bir anlatım, konuşma için bir meziyettir.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 83


Ayetler, tartışmayla ilgili olarak inmişlerdir. Necran Hıristiyanlarından
oluşan bir heyetle ilgilidirler.

Dolayısıyla, kıssa uzun uzun anlatıldıktan sonra, yaratılışının
kısaca özetlenmesi ortama uygun bir ifade tarzıdır. Bununla demek
isteniyor ki, onun dünya gelişinin niteliğinin farklı oluşu, onu
yaratılmış insan olmaktan çıkarmaz. O da tıpkı Adem peygamber
gibi yaratılmıştır. Dolayısıyla onu nitelendirirken Adem'den fazla
bir şey söylemek doğru değildir. O, Allah tarafından babasız olarak
yaratılmış olan bir insandır.

Bu durumda ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: İsa'nın
(a.s) Allah katındaki örneği, yâni O'nun katında belirginleşen niteliği,
diğer bir ifadeyle, yüce Allah'ın eliyle gerçekleşen yaratılışı ile
ilgili bilgisindeki durumu, Adem peygamberin yaratılışının bir benzeridir.
Yaratılışı şöyle gerçekleşmiştir: Allah onu bedeninin elementlerini
topraktan bir araya getirmiş, sonra onlara "ol" demiş ve
o da babasız olarak bir beşer halinde oluvermiştir.
Bu durumda açıklama iki kanıt işlevini görmüş oluyor ve
herbiri, diğerini pekiştirerek Hz. İsa'ya yakıştırılan tanrılık niteliğini
olumsuzluyor:

Bu kanıtlardan biri şudur: Hz. İsa (a.s) Allah tarafından yaratılmıştır.
-Allah'ın bilgisinde böyledir ve hiçbir şey O'nun bilgisi
kapsamında kaybolmaz.- Bir beşer olarak ve babasız dünyaya
gelmiştir. Durumu bundan ibaret olan birisi tanrı değil, kuldur.
İkinci kanıt da şudur: Onun yaratılışı Hz. Adem'in yaratılışından
pek farklı değildir. Eğer yaratılışının orijinal niteliği, onun tanrı oluşunu
gerektiren bir unsur olsaydı, Ademin yaratılış biçimi de bunu
gerektirirdi. Oysa kendileri de Hz. Adem'e böyle bir nitelik
yakıştırmıyorlar. Dolayısıyla aradaki benzerlikten hareketle Hz. İsa
hakkında da böyle bir nitelemede bulunmaları gerekirdi.
Ayetten anlaşıldığı kadarıyla, Hz. İsa'nın yaratılışı da tıpkı Hz.
Adem'in yaratılışı gibi doğal ve varoluşsaldır. Ancak türeme, yâni


84 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


çocuğun olması için babaya ihtiyaç duyulması açısından bakıldığında,
yürürlükteki evrensel yasaya göre olağanüstü bir olgudur.

Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla: "o da oluverir." ifadesiyle
geçmişte olan bir durumun anlatımı kastediliyor. Ama bu durum:
"Sonra ona "ol" dedi." ifadesinin zamansal ardışıklık durumunu
olumsuzladığı hususuyla bir çelişki oluşturmaz. Çünkü dayanakları,
nispetleri farklıdır. Çünkü şu gördüğümüz varlıklar, tedricî=
aşamalı olarak varolanıyla, bu şekilde varolmayanıyla yüce
Allah tarafından yaratılmışlardır. Varlık bütünü O'nun emri olan
"ol" kelimesiyle varolmuştur. Nitekim yüce Allah bu hususa şöyle
işaret ediyor: "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca "ol"
demesidir; o da hemen oluverir." (Yasin, 82)

Varlık bütünü içindeki bir çok şeyin oluşumu, aşamalı sebepleri
açısından incelendiğinde aşamalıdır. Fakat, varlıkların durumu
yüce Allah'a nispetle ele alındığında, burada aşamalı varoluşa yer
yoktur; zamansal mühlet söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Bizim emrimiz, bir göz kırpma gibi,
yalnızca bir keredir." (Kamer, 50) İnşallah yeri gelince, bu hususla
ilgili ayrıntılı açıklamalara yer vereceğiz.

Öte yandan: "Sonra ona "ol" dedi." ifadesinin açıklamak istediği
husus şudur: Yüce Allah, bir şeyi yaratırken sebeplere ihtiyaç
duymaz. Dolayısıyla yaratmasını dilediği şeylerin durumu, O'na
karşı değişmez. Örneğin, varoluşa müdahale eden sebeplerin değişik
durumlarından kaynaklanan mümkünlük veya imkansız, kolaylık
veya zorluk, yakınlık veya uzaklık gibi olgular, Allah Teâla'nın
onları yaratmasında bir etkinlik oluşturmaz. O, bir şeyi irade ettiği
zaman, ona: "ol" der, o da hemen oluverir. Bunun için normalde
etkili olan maddi sebeplere ihtiyacı yoktur.

(Al-i İmran / 60) "Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma." ifadesi, önceki ayete yönelik bir tekittir. Ki ayet, bundan önce "inne" ve benzeri edatlarla tekit edilmişti. Tıpkı kıssanın ayrıntılı
açıklamasının ardından: "Bunları biz sana ayetlerden ve hikmetli


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 85


zikirden okuyoruz." ifadesinin tekit amacıyla yer alması gibi. Bununla
güdülen amaç, Resulullah Efendimizin (s.a.a) hak üzere
olduğuna dair gönlünü hoş tutmak ve tartışmada kendisine karşı
sunulan tezlere yüreklilikle cevap vermesini sağlamaktır.

"Gerçek, Rabbinden gelendir." ifadesi, Kur'an'ın olağanüstü
etkileyiciliğe sahip açıklama amaçlı ifadelerinden biridir. Dikkat
edilirse "hak" sözcüğü, başlam ifade eden ve başka bir anlama
işaret etmeyen "min" edatıyla kayıtlandırılmıştır. Sözgelimi "Hak,
Rabbinle beraberdir." denilmiyor. Çünkü böyle bir ifadeden "şirk"
anlamı (Allah'ın yanında hakkın da olması) sezinlenebilir ve gerçekle
ilintili olarak yüce Allah'a "acz"in nispeti de algılanabilir.
(Hak olmadan Allah bir şeye güç yetiremez yâni.)

Şöyle ki: "Dört, çift bir sayıdır" veya "Bir, ikinin yarısıdır" gibi
hak nitelikli sözler ve sabit nesnel olguları içeren önermeler, hiçbir
durumda değişmeleri mümkün olmayan bedihî olgular türünden
olsalar bile, insan bütün bunları ancak objeler dünyasından ve
varlık bütününün içinden algılar. Varlık da bütünüyle Allah'tandır.

Şu halde, bütün hayır O'ndan olduğu gibi bütün hak da O'ndandır.
Bu nedenledir ki yüce Allah, yaptığından dolayı
sorgulanmaz, ama insanlar sorgulanırlar. Çünkü O'ndan başkasının
fiili ancak hak olduğu zaman hakka eşlik eder. Fakat O'nun
fiili varlığın kendisidir ve hak da varlığın ilmî suretinden başka bir
şey değildir.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Kummî'de "Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçti,
temizledi ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı." ifadesiyle ilgili
olarak İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Allah,
onu iki kere seçti. Birincisinde, kadınların içinden onu tercih etti.
İkincisinde ise, bir erkek eli değmediği halde hamile kalmasını
sağlamakla onu dünya kadınlarından üstün kıldı." (c.1, s.102)


86 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Mecma-ul Beyan'da İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Ayetin anlamı
şudur: "Seni peygamberler zürriyeti için seçti.
Seni zinadan arındırdı ve bir erkekle birleşme olmaksızın İsa'ya
hamile kalmak üzere seni seçti..." (c.2, s.440)

Ben derim ki: "Seni peygamberler zürriyeti için seçti." sözü,
seni peygamberlere kendini nispet etmeye layık bir zürriyet olman
için seçti, demektir. "Seni zinadan arındırdı." sözü, sana ondan
korunmuşluk niteliği verdi, demektir. Onun İsa'yı, bir erkekle birleşme
olmaksızın doğurmasının dayanağı da budur. Dolayısıyla,
hadisteki ifadenin akışı, onun seçilmesinin ve arındırılmasının bazı
gereklerine yöneliktir. Buna binaen, iki rivayet arasında bir çelişki
olmadığı açıktır. Daha önce, ayetin bu hususa yönelik işaretine
değinmiştik.

ed-Dürr-ül Mensur adlı eserde Ahmed ve Tirmizi -sahih olduğunu
belirterek- İbn-i Münzir, İbn-i Habban ve Hakim, Enes'ten şöyle
rivayet ederler: "Resulullah Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Dünya kadınlarından İmrân kızı Meryem, Hüveylid kızı Hatice,
Muhammed kızı Fatıma ve Fıravun'un karısı Asiye, örnek alınma
bağlamında sana yeterlidir." Suyuti, bu hadisin İbn-i Ebu Şeybe
tarafından mürsel olarak (rivayet zincirlerine yer vermeden) Hasan'dan
rivayet edildiğini belirtir. (c.2, s.23)

Yine aynı eserde Hakim -sahih olduğunu belirterek- İbn-i
Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Resulullah Efendimiz (s.a.a)
buyurdu ki: "Dünya kadınlarının en üstünleri Hatice, Fatıma, Meryem
ve Fira-vun'un karısı Asiye'dir." (c.2, s.23)

Aynı eserde İbn-i Mürdeveyh, Hasan'dan şöyle rivayet eder:
"Resulullah Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah, dört kadını
dünya kadınlarından üstün kıldı. Bunlar; Mezahim kızı Asiye,
İmrân kızı Meryem, Hüveylid kızı Hatice ve Muhammed kızı
Fatımadır." (c.2, s.23)


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 87


Aynı eserde, İbn-i Ebu Şeybe ve İbn-i Cerir Hz. Fatıma'dan (a.s)
şöyle rivayet ederler: "Resulullah (s.a.a) bana dedi ki: "Cennet
kadınlarının efendisi sensin; Bakire Meryem değil." (c.2, s.23)

Yine aynı eserde, İbn-i Asakir İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet e-
der: "Resulullah Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Cennet kadınlarının
efendisi İmrân kızı Meryem, sonra Fatıma, sonra Hatice, sonra
Firavun'un karısı Asiye'dir." (c.2, s.23)

Aynı eserde İbn-i Asakir, Mukatil kanalıyla Dahhak'tan o da
İbn-i Abbas'tan Peygamber Efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Dört kadın var ki, onlar kendi dünyalarının efendileridir:
İmrân kızı Meryem, Mezahim kızı Asiye, Hüveylid kızı Hatice
ve Muham-med kızı Fatıma. Alemi açısından hepsinden üstün olan
ise Fatıma'-dır." (c.2, s.23)

Aynı eserde İbn-i Ebu Şeybe, Abdurrahman b. Ebu Leyla'dan
şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "İmrân kızı Meryem'den,
Firavun'un karısı Asiye'den ve Hüveylid kızı Hatice'den
sonra dünya kadınlarının efendisi Fatıma'dır." (c.2, s.23)

el-Hisal adlı eserde, İkrime'ye ve ondan İbn-i Abbas'a dayanan
bir rivayet zinciriyle Peygamberimizden (s.a.a) şöyle aktarılır:
"Resulullah (s.a.a) yere dört çizgi çizdi, sonra şöyle dedi: "Cennet
kadınlarının en iyileri; İmrân kızı Meryem, Hüveylid kızı Hatice,
Muhammed kızı Fatıma ve Fıravun'un karısı Mezahim kızı
Asiye'dir." (s.205, h:22)

Aynı eserde, yazar kendi rivayet zinciriyle İmam Musa
Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurdu
ki: "Yüce Allah, kadınlar arasından dört tanesini seçti: Meryem,
Asiye, Hatice ve Fatıma." (s.225, h:58)

Ben derim ki: Bu içeriğe yakın anlamları ifade eden birçok rivayet
gerek Şii, gerekse Sünni kanallardan aktarılmıştır. Adı geçen
kadınların, dünya kadınlarının efendisi olmaları, onların içinde
bazılarının daha üstün olması durumunu ortadan kaldırmaz. Bunu
ed-Dürr-ül Mensur'dan aktarılan altıncı rivayetten ve diğer hadis



88 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lerden algılamak mümkündür. Nitekim: "Gerçek şu ki, Allah, Adem'i,
Nuh'u... seçti." (Âl-i İmrân, 33) ayetini tefsir ederken benzeri
bir nokta üzerinde durmuştuk.

Ancak, burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Ayette
işaret edilen husus "seçme"dir. Bunun da tercih etme anlamında
olduğunu belirtmiştik. Fakat rivayetlerde ise, "efendilik" olarak
geçer. Bunlar arasında anlam itibariyle fark vardır. İkincisi, birincisinin
kemal derecelerinden biri konumundadır.

Tefsir-ul Ayyâşî'de: "Onlardan hangisi Meryem'in bakımını üstlenecek
diye kalemleriyle kur'a atarlarken..." ifadesiyle ilgili olarak,
İmam Bâkır'ın (a.s): "Babası ölünce, bakımını üstlenmek üzere
kur'a çektiler." dediği rivayet edilir." (c.1, s.173, h:47)

Tefsir-ul Kummî'de: "Hani melekler demişlerdi: "Ey Meryem,
şüphesiz Allah seni seçti, temizledi ve alemlerin kadınlarına üstün
kıldı." ayetiyle ilgili olarak şu açıklama yapılıyor: "Allah onu iki
defa seçti. Birinci seçimde kadınların içinden onu tercih etti. İkincisinde
ise, bir erkekle temasa girmesi söz konusu olmadan hamile
kalmasını sağladı. Böylece onu alemlerin kadınlarından üstün
kılmak suretiyle seçmiş oldu."

Kummî sözlerinin devamında şöyle diyor: "Sonra yüce Allah,
Peygamberine şöyle seslendi: "Bunlar, gayb haberlerindendir.
Onları -sana ey Muhammed- vahyediyoruz. Onlardan hangisi Meryem'in
bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur'a atarlarken
sen yanlarında değildin." Kummî devamla diyor ki: "İmrân'ın karısı,
Meryem'i dünyaya getirdikten sonra İmrân'ın akrabaları, aralarında
çekiştiler ve herkes: "Biz ona bakacağız." diyordu. Daha sonra
dışarı çıkıp aralarında oklarla kur'a çektiler. Kur'a Zekeriyaya
çıktı." (c.1, s.102)

Biz daha önce bu ve önceki rivayetleri destekleyen açıklamalara
yer vermiştik.

Biliniz ki; Meryem'e yönelik müjde, İsa'nın (a.s) dünyaya gelişi,
insanları davet etmesi ve gösterdiği mucizelerle ilgili bir çok hadis


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 89


vardır. Fakat, tefsir amaçlı bir değerlendirme çerçevesinde, ayetlerde
aktarılan kıssaları yeterli görüyoruz. Dolayısıyla, bunlar arasında
sadece önemli gördüklerimizi zikrettik.

Tefsir-ul Kummî'de: "Yediklerinizi... size haber veririm." ifadesiyle
ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz.
İsa, İsrailoğullarına: "Ben Allah tarafından size gönderilmiş bir elçiyim.
Ben size, çamurdan kuşşeklinde bir şey yaratır, sonra onun
içine üflerim ve o, Allah'ın izniyle kuş oluverir. Ben doğuştan kör
olanı, ala-calıyı iyileştiririm." (Ekmeh: Doğuştan gözleri görmeyen
demektir) diyordu." Onlar şu karşılığı verdiler: "Senin yaptıkların,
bize göre büyüden başka bir şey değil. Sen bize bir mucize göster
ki, onunla senin doğru söylediğini bilelim." Bunun üzerine İsa (a.s)
dedi ki: "Sizin evlerinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber
versem nasıl olur? Evlerinizden çıkmadan önce yediğiniz yiyecekleri
ve geceden sakladıklarınızı size bildirsem, doğru söylediğimi
kabul eder misiniz?" Dediler ki: "Evet." Bu cevap üzerine Hz.
İsa, herbirine: "Sen şunu yedin, şunu içtin, şunu kaldırdın" demeye
başladı. Bir kısmı kabul etti ve ona inandı. Bir kısmı da inkâr etti.
Bu, eğer inansalardı, kendileri için bir mucizeydi. (c.1, s.102)

Hz. İsa'nın mucizelerini içeren bu ayetlerin baş ve sonunun
akış itibariyle farklılık arzetmesi, yukarıdaki rivayeti destekler mahiyettedir,
ki biz bu hususa daha önce işaret ettik.

Tefsir-ul Ayyâşî'de: "Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulamak
ve size haram kılınan bazı
şeyleri helal kılmak üzere..." ayetiyle
ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. Davut
ile Hz. İsa arasında dört yüz yıl vardı. İsa'nın şeriatı; tevhid ve
ihlas esaslıydı. Nuh'a, İbrahim'e ve Musa'ya tavsiye edilen kurallar
üzere gönderilmişti. Ona İncil indirildi. Diğer peygamberlerden
alınan misak (bağ-lılık yemini) ondan da alındı. Kitapta onun için
şu hususlar yasalaş-tırıldı: Dinle birlikte namazı kılmak, marufu
emretmek, münkeri önlemek, haram olanı haram, helal olanı da
helal kılmak. Ona İncil'de öğütler, örnekler ve cezalar indirildi, ki


90 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


bu cezaların içinde kısas ve diğer cezaların teferruatına ilişkin hükümler
yer almaz. Mirasla ilgili farzlar da yoktur. Tevrat'ta Musa'ya
bildirilen bazı hükümler onun için hafifletildi. Yüce Allah'ın İsa'nın
İsrailoğullarına söylediğini bildirdiği şu sözde buna işaret ediliyor:
"...Ve size haram kılınan bazı
şeyleri helal kılmak üzere..." Hz.
İsa, kendisine tâbi olan mü'minlere, Tevrat'ın içerdiği şeriata ve
İncil'e inanmalarını emretti." (c.1, s.175, h:52)

Ben derim ki: "Kısas-ı Enbiya" kitabında, İmam Sadık'tan (a.s)
rivayet edilen ayrıntılı bir haber vardır. Orada deniliyor ki: "Hz.
Davud ile Hz. İsa arasında dört yüz seksen sene vardır." Ancak her
iki rivayete göre de bu rakamların Ehl-i kitabın tarihiyle örtüşen bir
yönü yoktur.

el-Uyun adlı eserde belirtildiğine göre, İmam Rıza'dan (a.s):
"Neden Havarilere "Havari" adı verilmiştir?" diye bir soru sorulur, o
şu cevabı verir: "Ehl-i Sünnet'e göre onların "Havariler" diye
isimlendirilmelerinin nedeni, bunların çamaşır yıkayıcılığı yapan
kimseler olmalarıdır. Çünkü onların işi, halkın elbiselerini yıkamak
ve temizlemekti. Bu kelime beyaz ekmek anlamına gelen "Havar"
dan türemiştir. Fakat biz Ehl-i Beyt'e göre, onlara "Havariler" denilmesinin
nedeni, hem kendilerini, hem de başkalarını vaaz ve
öğütlerle günah kirlerinden arındıran kimseler olmalarıdır..." (c.2,

s.79, h:10)

et-Tevhid adlı eserde, İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Onlar, on iki kişiydiler. En faziletlileri ve en alimleri
Luka'ydı." (s.421)

el-İkmal adlı eserde, İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Allah, Meryem oğlu İsa'yı peygamber olarak gönderdi. Ona
bir nur, ilim, hikmet ve kendisinden önceki peygamberlerin ilmini
bahş etti. Buna ek olarak İncil'i verdi. İsrailoğullarını kendisine
indirilen kitaba ve hikmete davet etmek, Allah'a ve resulüne inanmaya
çağırmak üzere Kudüs'e gönderdi. Ama büyük çoğunluğu
azgınlaştı ve küfre saptı. İsrailoğulları ona inanmayınca, Hz. İsa


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 91


(a.s) onları azaplandır-ması için Rabbine dua etti ve bu duasında
da azimli olduğunu gösterdi. Bunun üzerine Allah içlerinden bazı
şeytanları meshetti ki bu, bir mucize olsun ve onlar da ibret alsınlar.
Ama bu, onların azgınlıklarını ve küfürlerini arttırmaktan başka
bir işe yaramadı.
Bunun üzerine Hz. İsa (a.s) Beyt-ul Mukaddes'e geldi, orada
beklemeye koyuldu. Onları dine davet ediyor, Allah katındaki nimetleri
arzulamalarını sağlamaya çalışıyordu. Bu durum otuz üç
yıl sürdü. Nihayet Yahudiler onun peşine düştüler. Sonunda onu
yakalayıp işkence ettiklerini ve diridiri toprağa gömdüklerini iddia
ettiler. Diğer bir grup da onu öldürdüklerini, astıklarını, çarmıha
gerdiklerini söylediler. Ama yüce Allah, onun aleyhine onlara bir
fırsat verecek değildi. Sadece bir başkası ona benzetildi. Ona işkence
etmeleri, öldürmeleri söz konusu değildir. Öldürüp asmaları
da bir asılsız iddiadır. Çünkü eğer böyle bir şeyi yapmaya güç yetirebilselerdi,
bu, "Fakat Allah, ölümünden sonra, onu katına yükseltti."
sözünü yalanlamak anlamına gelirdi." (s.224, h:20)

Ben derim ki: "İçlerinden bazı
şeytanları meshetti" ile,
içlerindeki bazı kötü karakterli insanların meshedilmesi
kastediliyor. Hadisin: "...Orada beklemeye koyuldu. Onları dine
davet ediyor..." ifadesiyle, Hz. İsa'nın ömrüne işaret edilmiş olsa
gerektir. Çünkü ifadede geçtiği gibi, onun otuz üç yıl yaşadığı
meşhur bir görüştür. Hz. İsa, insanlarla beşikten erişiklik yaşına
kadar konuşuyordu. O, çocukluğundan itibaren peygamberlikle
görevlendirilmişti. Bu durumu, yüce Allah, onun lisanıyla şu
şekilde aktarıyor: "Bunun üzerine ona işaret etti. Dediler ki:
"Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?" İsa dedi
ki: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. Allah bana kitabı verdi ve
beni peygamber kıldı." (Meryem, 29 30)

İmam'ın "... bu, "Fakat Allah, ölümünden sonra, onu katına
yükseltti." sözünü yalanlamak anlamına gelirdi." sözü "Fakat Allah,
onu kendisine yükseltti" ve "Ben seni vefat ettireceğim ve


92 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


seni kendime yükselteceğim" ayetlerinin anlam olarak aktarılmasıdır.
İmam Sadık (a.s) bu ifadesiyle ayetin akışında ölüm olayının
"yükseltme"den önce zikredilmesinden, olayın gerçekte de
böyle bir sıralanışla oluştuğu sonucuna varıyor.

Tefsir-ul Kummî'de İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Hz. İsa (a.s) Allah'ın katına yükseltileceği gece ashabıyla buluşmak
üzere sözleşti. Akşam olunca onun yanında toplandılar. On
iki kişiydiler. Hz. İsa onları bir eve soktu, sonra evin bir köşesinde
bulunan çeşmeden dışarı çıkıp yanlarına geldi. Bir yandan da başının
ıslaklığını kurutmaya çalışıyordu. Dedi ki: "Allah bana, beni
bu saatte katına yükselteceğini, beni Yahudilerden temizleyeceğini
vahyetti. Sizden kim benim kılığıma girip öldürülmeyi, asılmayı,
sonra da benimle aynı dereceye yükselmeyi ister." İçlerinden bir
genç: "Ben isterim, ey Allah'ın ruhu!" dedi. İsa: "Evet, işte sen o-
sun." dedi. Sonra onlara şöyle dedi: "İçinizden biri sabah olmadan
on iki kez beni inkâr edecektir." İçlerinden bir adam: "O, benim ey
Allah'ın peygamberi!" dedi. Hz. İsa ona: "Bunu içinden hissediyor
musun? Öyleyse, sen de osun."

Sonra dönüp onlara şöyle dedi: "Biliniz ki siz, benden sonra üç
fırkaya ayrılacaksınız. Bu fırkalardan ikisi Allah'a iftira attıkları için
ateşe gireceklerdir. Diğer fırka Allah'a karşı sadık olanlardır. Bunlar
Şem'un'a tâbi olacaklar ve bu yüzden de cennete gireceklerdir."
Sonra yüce Allah evin bir köşesinden İsa'yı katına yükseltti.
Onlar da seyrediyorlardı. O gece İsa'yı arayan Yahudiler geldiler ve
Hz. İsa'nın: "İçinizden biri sabah olmadan on iki kez beni yalanlayacaktır."
dediği adamı yakaladılar. Ardından, İsa'nın kılığına giren
genci yakalayıp öldürdüler, astılar. İsa'nın: "Sabah olmadan on iki
kez inkâr edecek" dediği kişi de küfre saptı." (c.1, s.103)

Ben derim ki: Buna yakın içeriğe sahip bir rivayet de İbn-i
Abbas'tan, Katade'den ve başkalarından aktarılmıştır. Bazısı de-
mişlerdir ki: "Üzerine İsa'nın kılığı geçirilen kişi, öldürsünler diye
Yahudilere İsa'nın yerini gösteren kişidir." Bundan farklı
şeyler de


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 93


söylenmiştir. Kur'an bu hususta herhangi bir açıklama yapmıyor:

"Onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara onun benzeri
gösterildi." (Nisâ, 157) ayetini tefsir ederken, bu hususta ayrıntılı
açıklamalara yer vereceğiz.

el-Uyun adlı eserde, İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "İsa kadar, Allah'ın hiçbir peygamberinin ve hüccetinin durumu,
insanlara benzeşmeli, karışık gelmedi. Çünkü o, diri olarak
yeryüzünden yükseltildi. Yerle gök arası bir yerde ruhu kabzedildi.
Sonra göğe yükseltildi ve orada ruhu yeniden bedenine döndü.
Nitekim şu ayet bu olaya işaret etmektedir. "Hani Allah demişti ki:
"Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni kendime yükselteceğim ve
seni temizleyeceğim..."
Allah, Hz. İsa'nın kıyamet günü şu sözleri
söyleyeceğini hikaye eder: "Onların içinde kaldığım sürece, ben
onların üzerinde bir şahidim. Benim hayatıma son verdiğinde,
üzerindeki gözetleyici sendin. Sen her şeyin üzerinde şahid olansın."
(Mâide, 117)

Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"İsa göğe yükseltilirken üzerinde Meryem'in eğirdiği, Meryem'in
ördüğü ve Meryem'in diktiği bir hırka vardı. İsa göğe varınca, ona:
"Üzerindeki dünya süslerini at." diye seslenildi." (c.1, s.175, h:53)

İnşallah Nisâ suresinin sonlarında bu iki hadisin anlamını
açıklayacağız.

ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde: "Şüphesiz Allah katında İsa'nın
durumu..." ayetiyle ilgili olarak Abd b. Hamid ve İbn-i Cerir,
Katade'-den şöyle rivayet ederler: "Bize anlatıldı: "Necranlıların
efendisi ve piskoposu olan iki zat, Peygamberimizle (s.a.a) buluştular
ve ona İsa hakkında şu soruyu sordular: "Her insanın bir babası
vardır. Peki niye İsa'nın babası yoktur?" Bunun üzerine yüce
Allah: "Şüphesiz Allah katında İsa'nın durumu..." diye başlayan
ayeti indirdi." (s.2, s.37)

Ben derim ki: Buna yakın içeriğe sahip haberler Süddi'den,
İkri-me'den ve başkalarından rivayet edilmiştir. Tefsir-ul Kummî'de


94 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


de (c.1, s.104), bu ayetin söz konusu olay üzerine nazil olduğu belirtilir.


HADİSLER IŞIĞINDA "MUHADDES" İLE İLGİLİ AÇIKLAMA
el-Besair adlı eserde, Zürare'nin şöyle dediği rivayet edilir: "İmam
Cafer Sadık'a (a.s) "Resul", "Nebi" ve "Muhaddes"in ne an-
lama geldiğini sordum. Buyurdu ki: "Resul; kendisine Rabbinden
bir mesaj getiren ve "Rabbin, sana şöyle şöyle emrediyor." diyen
meleği bizzat gören kimseye denir. Resul, aynı zamanda nebi de
olur. Nebi; kendi kalbine haber indiren meleği görmez. Onun durumu
bayılan ve bu halinde rüya gören kimsenin durumuna benzer."
Dedim ki: "Rüyada gördüğü şeyin hak olduğunu nasıl anlar?"
Buyurdu ki: "Yüce Allah, ona bunu açıklar. Böylece meleği görmeden
bunun hak olduğunu anlar. Muhad-des ise, meleğin sesini
işitir, ama onu görmez." (s.371, h:12)

Ben derim ki: Bu hadis, el-Kâfi kitabında da İmam Sadık'tan

(a.s) rivayet edilmiştir. (c.1, s.135) Hadisin sonunda yer alan
"şahiden" kelimesi "la yera=görmez" kelimesinin
mef'ulu=nesnesidir ve hazır vaziyette seslenen kimse anlamındadır.
Bu ifadenin "la yera" fiilinin failinden hal olması ihtimali de
vardır (yâni şahit olduğu halde kimseyi görmez).
Yine aynı eserde, Bureyd'in İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan
(a.s) ettiği rivayette şöyle yer alır: "Bureyd: "Resul, nebi ve
muhaddes kimlere denir?" diye sorar. İmam buyurur ki: "Resul;
meleği açıkça gören, onunla konuşan kimseye denir. Nebi; meleğin
kendisine haber getirdiğini rüyada gören kimseye denir. Nübüvvet
ve risalet bir kimsede aynı anda bulunabilir. Muhaddes ise;
meleğin sesini duyan, ama şeklini göremeyen kimseye denir."
Bureyd der ki: "Dedim ki: "Allah işlerini düzeltsin, rüyasında gören
kimse, bunun hak olduğunu ve kendisine haber getirenin melek
olduğunu nasıl anlar?" Buyurdu ki: "Bunu anlayıncaya kadar, ona


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 95


bu hususta yardımcı olunur. Yüce Allah, kitabınızla semavi kitaplara
ve peygamberlerinizle de peygamberlere son vermiştir."

Aynı eserde, Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet edilir:
"İmam Cafer Sadık'tan (a.s) muhaddes kime dendiğini sordum.
Buyurdu ki: "Muhaddes, meleğin sesini işitir, ama şeklini görmez."
Dedim ki: "Allah işlerini düzeltsin, peki bunun melek sözleri olduğunu
nasıl anlar?" Buyurdu ki: "Kendisine bir huzur ve güven duygusu
bahşedilir. Böylece, bu sözlerin meleğe ait olduğunu hisseder.


Yine aynı eserde, Ebu Basir'in İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
ettiği belirtilir: "Ali (a.s) muhaddesti, Selman muhaddesti."
Dedim ki: "Muhaddesliğin belirtisi nedir?" Buyurdu ki: "Melek,
kalbine şöyle şöyle yapmasını ilham eder."

Aynı eserde Hamran b. A'yun şöyle rivayet eder: "İmam Bâkır

(a.s) bana şöyle dedi: "Ali (a.s) muhaddesti (muhaddes; kendisiyle
konuşulan demektir). Bunu benden duyan arkadaşlarımız: "İmamdan,
Ali'yle kimin konuştuğunu öğrenmeden başka bir şey
yapmayacaksın." dediler. Bir gün İmam Bâkır'la karşılaştım. De-
dim ki: "Ali muhaddesti, diye bana siz haber vermediniz mi?" Buyurdu
ki: "Evet. "Dedim ki: "Peki, onunla kim konuşuyordu." Buyurdu
ki: "Melek konuşuyordu." Dedim ki: "Peki, o bir nebi veya
resuldü diyebilir miyim?" Buyurdu ki: "Hayır, öyle değil de böyle
demelisin: Ali (a.s) bu özelliğiyle Hz. Süleyman'ın arkadaşı (Sebe'
melikesi Belkıs'ın tahtını gözü açıp kapamadan önce getiren Âsıf
b. Berhiyâ) ile Hz. Musa'nın arkadaşına (Hz. Hızır'a) benzer. Onun
örneği, Zülkarneyn'dir. Duymadın mı ki Ali'den "Zülkarneyn peygamber
miydi?" diye sorulur, o da "Hayır, ama Allah'ı seven ve
Allah tarafından sevilen, Allah için öğüt veren ve Allah tarafından
öğüte mazhar olan bir kuldu." cevabını verir. İşte Ali de böyle bir
kuldu."
Ben derim ki: Muhaddesin anlamı ile ilgili olarak Ehl-i Beyt
İmamlarından çok sayıda hadis rivayet edilmiştir ki bunlar, el



96 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Besair, el-Kâfi, el-Kenz ve el-İhtisas gibi eserlerde yer alırlar. Bu tür
rivayetlere Ehl-i Sünnet kaynaklarında da rastlıyoruz.

Nebi, resul ve muhaddes arasındaki farka işaret eden rivayetlere
gelince; daha önce, resul ve nebi arasındaki farkı açıklamıştık.
Bu açıklamada, vahiy; yüce Allah'ın kuluyla konuşması, anlamına
gelir, demiştik. Böyle bir durumda hiçbir kanıta ve hüccete
gerek olmaksızın konuşulanın vahiy olduğu kesin olarak bilinir.
Dolayısıyla, bu bağlamda ilahi telkinler, apaçık bedihî bilgilere
benzer. Bunları elde etmek için insanın, kıyas=tasım gibi onaylatıcı
bir nedene ihtiyacı yoktur.

Uykuya gelince; bununla ilgili rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla,
bilinen uykudan farklı bir anlamda kullanılmıştır. Bilinen uyku
derken, insanın gece veya gündüz uyumasını kastediyoruz. Ancak
nebilerin vahyi alış yöntemlerinden biri olan uyku ile, bayılma türü
bir gelişme kastediliyor. Bu esnada nebi olan insanın duyuları durur,
hareketsiz kalır. Bu sırada, bizim uyanık halindeki görmemize
benzer bir görme biçimiyle görmeye başlar. Ardından da yüce Allah,
gördüğü şeylerin şeytan menşeli olmayıp, Allah tarafından
gelen vahiy olduğunu kesin olarak algılaması için onu destekler.

Muhaddesliğe gelince; bu, meleğin sesini duymadır. Ancak bu
duyuş, kalp aracılığıyladır, normal duyu organı olan kulak aracılığıyla
değil. Aynı
şekilde, zihinsel bir duyumsama da değildir. Çünkü
böyle bir durumda, buna ancak, uzak mecaz türü sanatıyla
"ses duyma" denilir. (Yoksa zihinsel duyumsamalar özü itibariyle
"ses duyma" anlamını ifade etmezler.) Bu yüzden konuyla ilgili
rivayetlerde, sesin duyulması ile kalbe damlama olgusu birlikte
zikrediliyor ve buna rağmen de bu olaya "konuşma" ismi veriliyor.
Dolayısıyla muhaddes, meleğin konuşma sesini duyar, sözlerini
kulağıyla algılar. Tıpkı bizim normal sesleri duymamız gibi. O da
normal sözleri ve maddi alemde işitilen şeyleri duyar, fakat onun
duyduğu melek sözünü başkası duymaz. Bu nedenle kalbî bir olgu
olarak nitelendirilir.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 97


Muhaddesin duyduğu sözlerin, şeytanın telkinleri olmayıp me-
lek sözü olduğunu bilmesi, yüce Allah'ın kendisini desteklemesi ve
yöneltmesi ile olur. Nitekim, daha önce Muhammed b. Müslim'in
aktardığı rivayette bu hususa şöyle işaret edilmiştir: "Yüce Allah,
ona bir iç huzuru ve güven duygusu verir ki, bu sayede onun melek
olduğunu anlar." Çünkü şeytani telkinler, mü'min insanın yanında
batıl surette beliren batıl şeylerdirler. Dolayısıyla, onların Allah'a
isyan etmeleri mümkün olmayan meleklerin sözleri olmadığı kolayca
anlaşılır. Ya da hak suretiyle sunulan batıl şeylerdir. Ki bunların
sonuçları ve etkileri de batıl olur. Çünkü mü'min insanla beraber
olan ilahi nur, onun gerçek mahiyetinin ortaya çıkmasını sağlar.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ölü iken kendisini
dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur
verdiğimiz kimse." (En'âm, 122)

Ayrıca şeytanî telkin ve vesveseler, insanın ruhunda sıkıntı,
kalbinde sarsılma meydana getirirler, insanı huzursuz ederler. Buna
karşın Allah'ın zikri ve sözü insana vakar verir, iç dolgunluk
bahşeder. Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "İşte bu
şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur." (Âl-i İmrân, 175) "İyi bilin
ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." (Râ'd, 28) "Korkanlar,
kendilerine şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda hatırlayıp
hemen (gerçeği) görürler." (A'râf, 201)

Şu halde insan içine bir söz veya bir düşünce damladığı zaman,
bundan dolayı iç huzuru, sukûnet ve güven duyusu hissediyorsa,
bu durum o söz ve o düşüncenin Rahman menşeli olduğunu
gösterir. İç sıkıntısı ve huzursuzluk da sözün veya hatıra gelen
şeyin şeytan menşeli olduğunun kanıtıdır. Bunun tipik sonuçları
acelecilik, panik, ha-fifcilik ve benzeri davranışlardır.

Rivayetlerde muhaddesin, sesini işitmesine rağmen meleği
bizzat görmediği yolundaki ifadeler, konunun sadece bir yönünü
açıklamaya yöneliktir; bu iki mânanın (yâni görmenin ve duymanın)
bir arada gerçekleşmesinin imkânsız olduğuna değil. Şöyle ki:


98 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


İnsanın muhaddes olmasındaki ölçü, sadece meleğin sesini duymaktır;
sesin sahibini görmek bir zorunluluk değildir. Eğer bir kimse,
sesi duyar ve bu esnada meleği de görürse, bu, onun
muhaddes olduğundan dolayı meleği görmüştür anlamına
gelmez. Çünkü ayetlerde, bazı muhaddeslerin, konuşma esnasında
meleği gördüklerine dair işaret ediliyor. Yüce Allah'ın Meryem'le
ilgili şu sözü bunun bir kanıtıdır: "Böylece biz ona ruhumuzu
(Cebrail'i) göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü.
Demişti ki: "Gerçekten ben, senden Rahman olan Allah'a
sığınırım. Eğer takva sahibiysen bana yaklaşma." Demişti ki:
"Ben, yalnızca Rabbimden gelen bir elçiyim; sana tertemiz bir
erkek çocuk armağan etmek için buradayım." (Meryem, 17- 19)

İbrahim peygamberin (a.s) müjdeleme kıssasındaki
durumuyla ilgili ayet de buna yönelik bir kanıttır: "Andolsun,
elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldikleri zaman "selam"
dediler... Karısı ayaktaydı, bunun üzerine güldü. Biz ona İshak'ı,
İshak'ın arkasından Yakub'u müjdeledik. "Vay bana" dedi kadın.
"Ben kocamış bir kadın iken ve kocam da bir ihtiyar iken
doğuracak mıyım? Gerçekten bu, şaşırtıcı bir şey!..." Dediler ki:
"Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Allah'ın rah-meti ve bereketi
sizin üzerinizdedir, ey ev halkı! Şüphesiz O, övülmeye layık
olandır, Meciddir." (Hûd, 69-73)

Burada bir ihtimal daha var. Şöyle ki: Hadiste nefyedilen görme,
muhaddesin meleği gerçek şekliyle görmesidir, başka kılığa
girmiş olarak görmesi değil. Çünkü ayetlerde, görülen meleğin
kılık değiştirerek onlara görünmesinden öte bir bilgi verilmiyor.

Üçüncü bir ihtimali de bazı müfessirler dile getirmişlerdir. Buna
göre; ayette nefyedilen görmeden maksat, teşri nitelikli vahye
muhatap olmaktır. Yâni melek, muhaddese görünerek şer'i bir
hükmü ona vahy-edemez. Çünkü yüce Allah, bununla şeriat sahibi
resullerin ve nebi-lerin makamını korumayı irade etmiş ve şer'i
hükümleri sadece onlara indirmiştir. Ancak bu, uzak bir ihtimaldir.


---------------------
Değerli Kardeşlerim Mizan Tefsiri'ni ve diğer Ehlibeyt eserlerini
www.islamkutuphanesi.com www.mizantefsiri.com www.ehlibeytkutuphanesi.com sitelerinden indirebilirsiniz.