El-Mizân
Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:3

                AL-İ İMRAN SURESİ

                             ( 1-120. Ayetler)

                                         İÇİNDEKİLER



35- Hani İmrân'ın karısı demişti ki: "Rabbim, karnımda olanı,
her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak sana adadım,
benden kabul et. Şüphesiz sen işitensin, bilensin."

36- Onu doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken,
dedi ki: "Rabbim, onu kız doğurdum." Oysa erkek, kız gibi
değildir. "Ona Meryem adını verdim. Ben onu ve soyunu kovulmuş
şeytandan sana sığındırırım."

37- Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti; onu
güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriya'yı da onun bakımı ile
görevlendirdi. Zekeriya onun yanına, mihraba her girişinde onun
yanında bir rızık bulurdu. "Ey Meryem, bu sana nereden (geliyor)?"
deyince, "Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız
(karşılıksız) rızık verir." derdi.

38- Orada Zekeriya Rabbine dua etti; "Rabbim, bana katından
tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu sen duaları işitensin." dedi.

39- O, mihrapta durmuş namaz kılarken, melekler ona seslendi:
"Allah sana, Allah tarafından gelen bir kelimeyi doğrulayıcı,
efendi, nefsine hakim ve iyilerden bir peygamber olarak Yahya'yı
müjdeler."

40- Dedi ki: "Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve
karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?" "Böyle-dir" dedi, "Allah
dilediğini yapar."

41- "Rabbim, o halde bana alamet ver!" dedi. "Senin için ala-
met, işaret dışında insanlarla üç gün konuşmamandır. Ayrıca
Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et." dedi.


16 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


AYETLERİN AÇIKLAMASI


(Al-i İmran / 35) "Hani İmrân'ın karısı demişti ki:"
Rabbim, karnımda
olanı, her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak sana adadım, benden
kabul et. Şüphesiz sen işitensin, bilensin." Adak; bir insanın aslında
vacip olmayan bir şeyi kendi üzerine gerekli kılması, zorunlu hale
getirmesi demektir. Özgür kılma anlamına gelen "muharreren"
kelimesinin mastarı "tahrir" ise, bağları çözüp serbest bırakmayı
ifade eder. Köle azat etmek anlamında kullanılan "tahrir" buradan
gelir. Yine kitap yazmak anlamında kullanılan "tahrir" de buradan
gelir, çünkü bununla, sanki zihin ve düşünce dağarcığında olan
anlamlar serbest bırakılır. Ayetin orijinalinde geçen "Tekabbel"
kelimesinin mastarı "Takabbül" ise, isteyerek ve memnuniyetle bir
şeyi kabul etmek demektir. Hediye kabul etmek ve dua kabul etmek
gibi.

"Hani İmrân'ın karısı demişti ki: "Rabbim, karnımda olanı…
sana adadım..." ifadesi, kadının bu sözleri söylediği sırada hamile
olduğunu ve İmrân'dan hamile kalmış olduğunu gösterir. İfadenin
satır aralarından kocası
İmrânın o sırada yaşamadığını algılamak
mümkündür. Aksi takdirde, karnındaki yavrusunu, kendi başına,
bağımsız bir adaması mümkün olamazdı. Buna: "Onlardan hangisi
Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur'a atarlarken
sen yanlarında değildin." (Âl-i İmrân, 44) ayeti de işaret etmektedir.
Söz konusu ayeti tefsir ederken daha ayrıntılı bilgi
sunacağız.

Bilindiği gibi, baba veya annenin çocuğunu özgür bırakması,
ancak onun üzerindeki terbiye etme, amaçları doğrultusunda kullanma
ve emirlerine uymayı zorunlu kılma şeklinde somutlaşan
velayet haklarını kaldırmaları
şeklinde olur. Dolayısıyla çocuk bu
şekilde serbest bırakıldığı zaman, anne ve babasının kendisini
kullanmaları tasallutundan kurtulmuş olur. Yoksa çocuğun anne
ve babası tarafından özgür bırakılması, kölelikten azât edilmesi


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 17


anlamında değildir. Buna göre eğer serbest bırakma işlemi, yüce
Allah'a adanmışsa, çocuk Allah'ın velayeti altına girmiş olur; O'na
ibadet eder, O'na hizmet eder. Ya da adanmadığı ve özgür bırakılmadığı
takdirde, anne-babanın velayeti altında bulunması ve
onlara hizmet etmesi gerekli olduğu bir zaman sürecinde havralarda,
kiliselerde veya Allah'a ibadet amacıyla kullanılan diğer bir
mekanda hizmet eder.

Denildiğine göre, o dönemde insanlar çocuklarını Allah'a
adarlardı. Anne ve baba çocuğu kendi çıkarları doğrultusunda
çalıştırmazlardı; onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda
yönlendirmezlerdi. Tersine o-nu, hizmet etmek ve nefis tezkiyesi
yapmak üzere kiliseye bırakırlardı. Böylece erginlik çağına erişinceye
kadar oradan ayrılmazdı. Erginlik çağına eriştiğinde kilisede
kalmak ya da gitmek arasında serbest bırakırlardı. Bundan sonra
çocuk dilerse kalır, dilerse çekip giderdi.

İfadeden anlaşıldığı kadarıyla, kadın, karnındaki çocuğun kız
değil erkek olduğuna inanıyordu. Çünkü Rabbine kesin ifadeli,
hiçbir ihtimale yer vermeden şartsız ve kayıtsız olarak dua ediyordu:
"Karnımda olanı, her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş
olarak sana adadım." diyor ve meselâ: "Şayet erkek olursa."
gibi bir ifadeye yer vermiyor.

İfadede geçen "muharreren=özgürlüğe kavuşturulmuş olarak"
kelimesi, hem erkek hem dişi anlamında kullanılan "ma-
mevsule"nin "hâli" olduğu için eril olarak kullanılmamıştır. Çünkü
eğer kadın, ister erkek, ister kız olsun karnındakini adamış olsaydı,
doğum yaptığı zaman: "Rabbim, onu kız doğurdum." diye
üzülmezdi. İleride açıklayacağımız gibi: "Allah onun ne doğurduğunu
daha iyi bilirken" ve: "Oysa erkek, kız gibi değildir." ifadelerine
yer vermenin de bir anlamı olmazdı.

Yüce Allah'ın kadının kesin bir ifadeyle söylediği sözleri hikaye
etmesi, kadının bu yöndeki kanaatinin sadece laf olsun diye
söylemediğini ya da deney ve benzeri yollarla kadınların
zihinlerinde uzanan sezgisel verilere dayalı olarak konuşmadığını


18 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


uzanan sezgisel verilere dayalı olarak konuşmadığını gösteriyordu.
Çünkü bü-tün bunlar zandır; zan ise, haktan yana bir yarar
sağlamaz. Ayrıca yüce Allah, batıldan ancak batıllığını ortaya
koymak ve geçersiz kılmak için söz eder. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Allah, her dişinin neyi yüklendiğini ve döl yataklarının
neyi eksiltip neyi eklediğini bilir." (Râ'd, 8) "Kıyamet saatinin
bilgisi, şüphesiz Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde
olanı bilir." (Lokman, 34) Böylece, rahimlerde olanı bilme, yüce Allah'a
özgü bir gayb olarak sunuluyor. Diğer bir ayette de şöyle
buyuruluyor: "O, gaybi bilendir. Kendi gaybını kimseye açık
tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu kimseler başka." (Cin, 2627)
Burada da O'ndan başkasının gaybi bilmesinin vahye bağlı olduğu
belirtiliyor.

Şu halde yüce Allah'ın, kendi ilmine özgü kıldığı bir hususta bu
kadının kesin bir inanca dayalı olarak söylediklerini hikaye etmesi,
kadının karnındaki çocuğun cinsiyetinin erkekliğine ilişkin olarak
söylediği sözlerin bir şekilde vahye dayandığını gösterir. Bu yüzden
çocuğun kız olduğu anlaşılınca, bir erkek çocuğuna sahip
olmadığından dolayı üzülmediği gibi, bir kez daha kesin ve kararlı
bir ifadeyle: "Ben onu ve soyunu, kovulmuşşeytandan sana
sığındırırım." diyor. Burada da somut hiçbir belirti yokken, kızın
zürriyetinin olacağını kesin bir ifadeyle belirtiyor.

"Benden kabul et." sözünün mahzuf olan mef'ulu, salih bir
amel olduğundan dolayı adama işinin kendisi ihtimal dahilinde
olduğu gibi, özgürlüğe kavuşturulmuş çocuk da olabilir. Fakat:
"Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti." ifadesi,
özgürlüğe kavuşturulmuş çocuğun kastedildiğine işaret etmektedir.


(Al-i İmran / 36) "Onu doğurunca… "Rabbim, onu kız doğurdum" dedi."
"Karnında olan" ifadesinin yerine dişil "ha" zamirinin kullanılmış olması, gayet
incelikli bir özetleme, kısaca ifade etme şeklidir. Dolayısıyla cümlenin anlamı
şu şekilde belirginleşiyor: Karnındakini doğurun



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 19


ca ve onun bir kız çocuğu olduğu anlaşılınca, dedi ki: "Rabbim,
onu kız doğurdum." Bu ifade, doğan çocuğun cinsiyetini bildirmek
için değil, ama üzüntüyü ve hasreti yansıtmak için kullanılmıştır.
Ki bu husus ayetin akışından rahatlıkla anlaşılır.

"Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken... Oysa erkek, kız gibi
değildir."
Her iki cümle de ara cümlecik konumundadır, yâni ayraç
amaçlı cümledir ve Allah tarafından söylenmişlerdir. İmrân'ın karısı
tarafından söylenmiş değildir. Bazılarının: "Birinci cümle yüce
Allah'ın, ikincisi ise İmrân'ın karısınındır." şeklindeki değerlendirmeleri
de doğru değildir.

Birinci cümlenin ifade ettiği anlam açıktır; fakat kadının:
"Rabbim onu kız doğurdum." şeklindeki sözleri hasret ve
üzüntüyü dışa vurmak için telaffuz edildiğinden dolayı, yüce Allah'
ın: "Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken." şeklindeki
sözleri, doğan çocuğun kız olduğunun Allah tarafından bilindiğinin
vurgulanması için yer almıştır. Demek isteniyor ki: Biz onun kız
olduğunu biliyoruz; fakat biz, onun temenni ettiği şeyi en güzel
şekilde ve en pratik tarzda sonuçlandırmayı istedik. Eğer kadın,
karnında kız çocuğunu yaratmamızdaki maksadı bilseydi, bu
şekilde üzülüp hasret duymayacaktı.

Oysa onun istediği erkek çocuğunun, bizim ona bahşettiğimiz
kız çocuğu gibi olması mümkün değildir. Bir kız çocuğunun olmasıyla
meydana gelebilecek gelişmeler, erkek çocuğuyla birlikte
yaşanmaz. Onun beklediği erkek çocuğu en fazla İsa gibi peygamber
olabilir, doğuştan kör ve alacayı iyileştirir, ölüyü diriltir.
Fakat bu kız çocuğu aracılığıyla Allah'ın kelimesi tamamlanacak
ve babasız olarak bir çocuk dünyaya getirilecektir. O ve oğlu, alemler
için bir ayet ve işaret olacaklar. Oğlu daha beşikteyken insanlarla
konuşacak, Allah'tan bir ruh ve bir kelime olacaktır. Allah
katında onun örneği Adem'in örneği gibi olacaktır. Bunun gibi yüce
Allah, Meryem'in ve oğlu İsa'nın yaratılışı ile daha birçok göz
kamaştırıcı mucizeleri insanlara gösterecektir.


20 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Buradan hareketle: "Oysa erkek, kız gibi değildir." sözünün
İm-rân'ın karısının yerine yüce Allah'a atif olduğunu anlıyoruz. Eğer
bu söz, kadın tarafından söylenseydi: "Oysa kız, erkek gibi değildir."
şeklinde telaffuz edilmeliydi, tersi değil. Çünkü onurlu bir şeyi
veya yüksek bir makama sahip olmayı bekleyen, ama ondan daha
düşük bir şeyi elde eden, bundan dolayı da üzüntüsünü bildirmek
isteyen bir kimse: "Bu elde ettiğim şey, istediğim ve arzuladığım
şey değildir." veya "Bana nasip olan şu şey, beklediğim şey değildir."
der. "Benim beklediğim şey, bana nasip olan şu şey gibi değildir."
şeklinde konuşmaz. Dolayısıyla ayetin orijinalinde geçen
"zeker=erkek" ve "ünsa=kız" kelimelerinin başındaki veya sadece
"ünsa=kız" kelimesinin başındaki marifelik edatı olan "el" takısı
zihin içi ahit algı içindir.

Tefsir bilginlerinin bir çoğu: "Oysa erkek, kız gibi değildir." ifadesinin,
İmrân'ın karısının sözlerinin devamı gibi algılamıştır. Bu
yüzden kızdan önce erkeğin zikredilmesini izah etmekte güçlük
çekmişler ve maksatla ilgisi bulunmayan yorumlar yapmak zorunda
kalmışlardır. Konuyla ilgili detaylı bilgiler edinmek için, bu
görüşe sahip olan tefsir bilginlerinin kitaplarına müracaat edilsin.

"Ona Meryem adını verdim. Ben onu ve soyunu kovulmuşşeytandan
sana sığındırırım."
Denildiğine göre Meryem kelimesi,
İbranicede ibadet eden ve hizmet eden kadın demektir. Bununla
da, doğar doğmaz çocuğa isim verilmesinin ve yüce Allah'ın bu
isimlendirmeden söz etmiş olmasının nedenini kavrıyoruz. Çünkü
kadın, çocuğun ibadet ve kiliseye hizmet için özgürlüğe kavuşturulmuş
bir erkek olmasından ümidini kesince, hemen çocuğa isim
vermeye ve daha isim verme anından itibaren onu ibadet ve ma-
bet hizmetine hazırlamaya başlıyor. Dolayısıyla, kadının: "Ona
Meryem adını verdim." sözü: "Ben doğurduğum bu çocuğu özgürlüğüne
kavuşmuş olarak sana adadım." anlamında kullanılmıştır.
Kadının sarf ettiği bu sözlerin, adak verme niteliğinde olduğunun


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 21


kanıtı, yüce Allah'ın şu sözleridir: "Bunun üzerine Rabbi onu güzel
bir kabulle kabul etti; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi..."

Sonra kadın, çocuğunu ve soyunu taşa tutulmuş, kovulmuş
şeytandan Allah'a sığındırıyor. Ki Allah'a yönelik ibadeti yerine
getirsin ve mabet hizmetini ifa etsin. Böylece verilen isim, anlamıyla
örtüşmüş olsun.

"Ve soyunu…" ifadesine gelince; bu ifade herhangi bir şart ve
kayıtla birlikte zikredilmediği için, karşılıklı konuşma esnasında,
hakkında bilgi sahibi olmayan bir kimsenin -gelecek zamanı Allah'tan
başka kimsenin bilmediği gaybın kapsamında olduğu için-
bu şekilde kanuşması doğru olmaz. Çünkü insanın gelecekteki
durumu, Allah'tan başka kimsenin bilmediği gaybın kapsamındadır.
Dolayısıyla, bu ifade hakkındaki değerlendirme: "Rabbim,
karnımda olanı, her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş
olarak sana adadım." ifadesine ilişkin değerlendirmemizin aynısı
olacaktır.

Şu halde bunun bir tek izahı vardır: Kadın İmrân'ın sulbünden
salih bir erkek çocuğuna sahip olacağını biliyordu. Hamile kalıp
İm-rân'ın da ölümünü görünce, karnındaki çocuğun vadedilen erkek
çocuğu olduğundan kuşku duymadı. Ancak çocuğu doğurup
yanıldığını fark edince, vadedilen çocuğun bu kız neslinden geleceğini
anladı ve hemen adağını erkekten kıza kaydırdı. Kızın adını
da ibadet eden ve hizmet eden anlamına gelen Meryem olarak
koydu. Onu ve soyunu taşa tutulmuşşeytandan Allah'a sığındırdı.
Ayetler üzerinde iyice düşünüldüğünde bunun böyle olduğu rahatlıkla
anlaşılır.

(Al-i İmran / 37) "Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti;
onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi."
Kabul etme fiili "güzel" niteliğiyle birlikte
kullanıldığı zaman, hoşnutlukla kabul etme, razı olma, memnuniyetle
onaylama anlamını ifade eder. Şu halde, bu cümle, "Rabbi onu bir
kabul edilişle kabul etti." şeklinde vurgulu bir ifade niteliğindedir.
Dolayısıyla "takabbul" ifadesinin "güzel kabul" deyimiyle analiz


22 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


edilmiş olması, cümlenin asıl maksadının "güzel kabul" olduğunu
gösterir. Çünkü "güzel kabul" ifadesinde açık bir onurlandırma
vardır.

"Rabbi onu kabul etti." ve "güzel bir bitki gibi…" cümlelerine
karşılık olarak: "Ona Meryem adını verdim…" ve "…şeytandan…"
cümleleri yer alıyor. Bu ikişerli cümlelerin karşılıklığı: "Bunun üzerine
Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti." cümlesinin "Ona
Meryem adını verdim." cümlesindeki Meryem'in kabul edildiğini
ve "Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi." cümlesinin de: "Ben onu ve
soyunu kovulmuşşeytandan sana sığındırırım." cümlesindeki
çocuğun, şeytandan Allah'a sığındırılmasının kabul edildiğinin
göstergesi olmasını gerektirir.

Şu halde, "Güzel bir kabulle kabul etti" ifadesinden maksat,
İmrâ-n'ın karısının gerçekleştirdiği fiiliyle sunduğu adağın kabul
edilmesi ve ahirette bu amelinin ödülünü görmesi değildir. Çünkü
kabul etme, adak yerine Meryem'e nispet edilmiştir. Daha doğrusu,
kızın Meryem olarak isimlendirilmesinin ve özgürlüğe kavuşturulmasının
kabul edildiği kastediliyor ki, bunun anlamı da, onun
seçilmişliğidir. (Daha önce, seçilmişliğin yüce Allah'a tam anlamıyla
teslim olmayı ifade ettiğini belirtmiştik.) Bunun üzerinde iyice
düşünüp kavrayın.

"Onun güzel bir bitki gibi yetiştirilmesi"nden maksat, ona ve
soyuna olgunluğun ve arınmışlığın bahşedilmiş olmasıdır. Ona ve
onun bir uzantısı olan soyuna, şeytanın pislik, vesvese ve ayartma
bulaştıramayacağı, tertemiz bir hayatın verilmesidir.

"Güzel kabul" seçilmişliğe, "güzel bitki" de arındırmışlığa dönüktür.
Bu iki olaya da ileride açıklayacağımız şu ayetin içeriği
kapsamında işaret ediliyor: "Hani melekler: "Ey Meryem, şüphesiz
Allah seni seçti, seni arındırdı..." (Âl-i İmrân, 42)

Yukarıdaki açıklamalardan yola çıkarak Meryem'in seçilmesinin
ve arındırılmasının, annesinin daha önce yaptığı duanın kabul
görmesinin bir belirtisi olduğunu anlıyoruz. Onun dünya kadınları


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 23


içinde İsa'nın annesi olmak üzere seçilmesi, onun ve oğlunun alemler
için bir alamet kılınması, yüce Allah'ın: "Oysa erkek, kız
gibi değildir." sözünü doğrulayan olgulardır.

"Zekeriya'yı da onun bakımı ile görevlendirdi." Zekeriya'nın sorumlu
kılınması, çekilen kur'anın onun adına isabet etmesi sonucu
belirlenmişti. Çünkü kimin onun sorumluluğunu alacağı hususunda
aralarında çekişme çıktıktan sonra, kur'a atılmasına razı
olmuşlar ve çekilen kur'adan da Zekeriya'nın ismi çıkmıştı. Bunu
şu ifadeden de anlıyoruz: "Onlardan hangisi Meryem'in bakımını
üstlenecek diye kalemleriyle kur'a atarlarken sen yanlarında
değildin."

"Zekeriya onun yanına, mihraba her girişinde onun yanında bir rızık
bulurdu."
Mihrap, mescitte veya evde ibadete tahsis edilen mekan
demektir. Bu konuda Rağıb şunları söyler: "Mescidin mihrabı: Bir
görüşe göre, bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni, şeytana ve
hevaya karşı verilen savaşın mekanı olmasıdır. Bir diğer görüşe
göre ise bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi şudur ki, insana
orada dünya ile meşguliyetten, zihninin dağınık olmasından kendisini
soyutlaması yakışır.

Bazıları
şöyle demişlerdir: "Evin mihrabı; aslında meclisin başı
demektir. Daha sonra mescitte de kullanılarak baş tarafına mihrap
adı verilmiştir." Bazıları da şöyle demişlerdir: "Mihrap kelimesinin
aslı mescitle ilgilidir. Bu, meclisin başına özgü kılınan bir isimdir.
Dolayısıyla evin başı da mescidin mihrabına benzetilerek
Mihrap olarak isimlendirilmiştir." Bu sonuncu görüş daha doğruymuş
gibi görünüyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ona
dilediği şekilde kaleler (mihraplar) ve heykeller yaparlardı."
(Sebe', 13)" Rağıb'ın sözleri burada sona erdi.

Bazılarına göre; bu ayette geçen "mihrap"tan maksat, Ehl-i Kitabın,
tapınaklarının ön kısımlarında kurban kesmek amacıyla
kullandıkları ve birkaç merdivenle çıkılan, etrafı taşla çevrili ve


24 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


böylece içeridekilerin mabedde bulunanlar tarafından görülmeleri
engellenen sunaktır.

Ben derim ki: İslam'daki "maksure" (küçük odalar halinde,
camilerde parmaklıklarla çevrilmiş kısım) buradan gelir.

"Bir yiyecek" ifadesinin belirsizliği, bunun alışılmayan yiyeceklerden
olduğuna işaret eder. Söylendiğine göre, kış mevsiminde
yaz, yaz mevsiminde de kış meyvelerini yanında görürdü. Bunu
destekleyen bir husus şudur ki, eğer bu, bilinen, alışılan bir yiyecek
türünden olsaydı ve ifadenin belirsizliği de onun mihrabının
asla yiyecekten boş olmadığını gördüğünü, sürekli olarak yanında
yiyecek bulunduğunu ifade etseydi, bu durumda Zekeriya'nın: "Ey
Meryem, bu sana nereden (geliyor)?" sorusuna aldığı: "Bu, Allah
katındandır." şeklindeki cevaba ikna olmaması gerekirdi. Çünkü
bu yiyecekleri, böyle bir durumda, iyi veya kötü maksatla mescide
gelen bazı kimseler de getirmiş olabilirdi.

Ayrıca: "Orada Zekeriya Rabbine dua etti…" ifadesi gösteriyor
ki, Zekeriya Meryem'in yanında böyle bir yiyeceğin bulunmasını
olağan üstü ilahî bir keramet olarak algılıyordu. Ki bu da onu yüce
Allah'tan kendi katından tertemiz bir zürriyet dilemeye yöneltmiştir.
Yiyecek kendi varlığıyla, Allah'tan tertemiz Meryem'e bahşedilmiş
bir keramet olduğunu anlatıyordu. Nitekim, ileride açıklayacağımız:
"Ey Meryem…" diye başlayan ifade buna yönelik bir
işaret içermektedir.

"Ey Meryem, bu sana nereden (geliyor)?" dedi." İfade, kendisinden
önceki: "yanında bir yiyecek bulurdu." cümlesine
atfedilmeden bölünmüştür. Bu da Meryem'e bu sözü bir kerede
söylediğini gösterir. Meryem de ona ikna olacağı bir cevap verir.
Böylece onun Meryem'e yönelik bir keramet olduğunu anlar ve o
sırada Rabbinden temiz bir zürriyet bahşetmesini ister.

(Al-i İmran / 38) "Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim,
bana katından tertemiz bir soy armağan et."
Ayetin orijinalinde
geçen "tayyibeten" kelimesi, tertemiz ve iyilik anlamınadır. Bir şeyin iyi
olması, kişinin


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 25


kendisiyle ilgili beklentilerine uygun olması demektir. Sözgelimi iyi
şehir; suyuyla, havasıyla ve yiyecekleriyle halkının beklentilerine
cevap veren şehirdir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Güzel
şehrin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar." (A'râf, 58) İyi yaşam, iyi hayat,
bazı yönleri diğer bazı yönleriyle uyumlu olan ve sahibinin kalbine
sükunet bahşeden yaşayış anlamında kullanılır. Hoş ve temiz
kokuya da bu sıfatın yakıştırılması, "tîb=temiz" adı verilmesi bu
yüzdendir. Dolayısıyla tertemiz ve iyi soy deyimi ile babası için yapıcı
ve salih niteliklere sahip evlat kastedilir. Sıfat ve özelliklerinin
babasının kendisiyle ilgili beklentilerine uygun olması yâni.

Şu halde Zekeriya'nın: "Rabbim, bana katından tertemiz bir
soy armağan et." şeklinde duada bulunmasının sebebi, Meryem'in
durumunu, yüce Allah'ın katında sahip olduğu makamı müşahede
etmesi ve onun şanıyla kalbinin dolmasıdır. Bu gözlem karşısında,
yüce Allah'tan kendisine de böyle bir şan ve keramet bahşetmesini
dilemekten kendisini alamamıştır. Şu halde, Zekeriya açısından
zürriyetin tertemiz olması, Meryem'in Allah katında sahip olduğu
makamın ve taşıdığı kişiliğin aynısının kendi zürriyetine de bahşedilmesi
anlamındadır. Bu yüzden Allah'tan dilediği şeyin aynısıyla
duasına karşılık verilmiştir. Yüce Allah ona Hz. Yahya'yı bahşetmiştir,
ki peygamberler içinde İsa'ya en çok benzeyen oydu. İsa'nın
ve annesinin sıfatlarını büyük ölçüde üzerinde toplamıştı. Bundan
dolayı, yüce Allah onu "Yahya" olarak isimlendirmiş ve onu kendisinden
bir kelimenin doğrulayıcısı, efendi, nefsine hakim ve iyilerden
bir peygamber olarak kılmıştır. Bu da bir insanın İsa ve annesine
benzemek bakımından ulaşabileceği en son noktadır. İnşallah
bu konuda ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

(Al-i İmran / 39) "O mihrapta durmuş namaz kılarken, melekler ona
seslendi: "
Allah, sana... Yahya'yı müjdeler." Ayetin orijinalinde geçen gaip=
üçüncü tekil kişi ve hitap=ikinci tekil kişi zamirleri, Zekeriya'ya
yöneliktir. "Yübeşşiru" kelimesinin türemeleri olan "büşra=
müjde", "ibşar=müjdeleme" ve "tebşir=sevindirici bir haber


26 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


verme" ise, insanı sevince garkeden haberin verilmesi anlamındadırlar.


"Allah, sana Yahya'yı müjdeler." ifadesi, Yahya isminin Allah
tarafından verildiğini gösteriyor. Meryem suresindeki şu ayet de
buna ilişkin bir kanıttır: "Ey Zekeriya, şüphesiz biz seni, adı Yahya
olan bir çocukla müjdelemekteyiz; biz bundan önce ona hiçbir
adaş kılmamışız." (Meryem, 7)

Çocuğun Yahya ismini alması ve Yahya'nın yaratılmasından ve
doğumundan önce Zekeriya'nın duası ile birlikte isimlendirmenin
Allah tarafından yapılması, az önce yaptığımız şu değerlendirmeyi
desteklemektedir: Zekeriya Rabbinden Meryem'in sahip olduğu
özelliklere ve keramete sahip bir çocuk istemişti. Hz. Meryem ve
oğlu Hz. İsa, alemlere bir nişane idiler. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Onu ve çocuğunu insanlığa bir ayet kıldık." (Enbiya,

91)

Dolayısıyla Allah katında Hz. Meryem ve İsa'da gözetilen
nitelikler, Hz. Yahya'da da gözetilmişlerdir. Nitekim Hz. Meryem'de
gözetilen özelliklerin hepisi Hz. İsa'da gözetilmişti. Dolayısıyla
Yahya'nın şahsında gözetilen özellikler, mümkün olduğunca İsa'da
gözetilen özelliklerin tam karşılıklarıdır. Ancak, bu hususların tümünde
İsa, öncelik sahibidir. Çünkü onun varlığı, Zekeriya'nın Yahya
ile ilgili duasının kabul edilmesinden önce takdir edilmişti.
Bundan dolayı, Ulu'l Azm, şeriat ve kitap sahibi bir peygamber olmak
bakımından ondan önceliklidir. Ancak onlar, mümkün olduğunca
birbirlerine benziyorlardı.

Eğer bu değerlendirmemizin doğruluğunu gözlemlemek istersen,
yüce Allah'ın her ikisiyle ilgili olarak Meryem suresinde aktardığı
kıssaları inceleyebilirsin. Örneğin yüce Allah Yahya hakkında
şöyle buyuruyor: "Ey Zekeriya, şüphesiz biz seni, adı Yahya
olan bir çocukla müjdelemekteyiz; biz bundan önce ona hiçbir
adaş kılmamışız… Ey Yahya, kitabı kuvvetle tut. Daha çocuk iken
ona hikmet verdik. Katımızdan ona bir sevgi duyarlılığı ve temiz



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 27


lik de verdik. O, çok takva sahibi biriydi. Ana-babasına itaatkârdı
ve isyan eden biri değildi. Ona selam olsun; doğduğu gün, öleceği
gün ve diri olarak yeniden kaldırılacağı günde." (Meryem, 7-15)

İsa hakkında şöyle buyuruyor: "Böylece ona Ruhumuzu
göndermiştik… Ben yalnızca Rabbinden gelen bir elçiyim; sana
tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için buradayım… "İşte
böyle" dedi: "Rabbin dedi ki: "Bu benim için kolaydır. Onu insanlara
bir ayet ve bizden bir rahmet kılmak için…" Bunun üzerine
çocuğa işaret etti. Dediler ki: "Henüz beşikte olan bir çocukla
nasıl konuşabiliriz?" İsa dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum.
Bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam olayım,
beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm müddetçe, bana namazı
ve zekâtı emretti: Anneme itaati de. Ve beni mutsuz bir zorba
kılmadı. Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri
olarak yeniden kaldırılacağım günde." (Meryem, 17-33) Bu ayetler,
İsa ve Yahya'nın durumunun benzerliğini ifade etme bakımından,
tefsirini sunduğumuz Âl-i İmrân suresinin bu ayetleri ile benzeri bir
konumdadır.

Kısacası yüce Allah ona Yahya, Meryem oğluna da İsa adını
vermiştir. Yahya "yaşar" demektir. Onu, kelimesinin, yâni İsa'nın
doğrulayıcısı kılmıştır. Nitekim bu hususta yüce Allah: "Ondan bir
kelimeyle. Adı Mesih İsa'dır." buyurmuştur. Ona hikmet vermiş,
daha küçük yaştayken kitabı öğretmiştir. İsa'ya da aynısını yap-
mıştır. İsa gibi onu da kalbi duyarlılığa sahip, katından bir temizlik
üzere, anne ve babasına itaatkâr olan ve zorba olmayan biri olarak
nitelendirmiştir, İsa gibi onu da üç yerde selamlamıştır. İsa'yı
katında gözde kıldığı gibi onu da efendi kılmıştır. İsa gibi onu da
iffetli, nefsine hakim ve salih bir peygamber olarak görevlendirmiştir.
Bütün bunlar Zekeriya'nın duasının karşılığı ve isteğinin
cevabıdır. O, daha önce işaret ettiğimiz gibi, Meryem'in hayretler
uyandıran durumunu ve Allah katındaki saygınlığını gözlemlemiş


28 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ve bundan etkilenerek Allah'tan tertemiz bir zürriyet ve memnun
bırakan bir veli dilemişti.

"Allah tarafından gelen bir kelimeyi doğrulayıcı…" ifadesi,
Yahya'nın İsa'nın davetçisi olduğunu gösterir. Çünkü kelime İsa'dır.
Nitekim yüce Allah, meleğin Meryem'e İsa'yı müjdelemesini anlatırken
buna işaret eder.

Seyyid=efendi; asıl anlamda insan kitlelerinin, toplumların
hayatları ve geçimleriyle ilgili işlerinin veya insanlar katında
övgüye değer faziletlerden birisinin yönetimini üstlenen kimse
demektir. Ancak, daha sonraki dönemlerde bu kelime, kavmin
şereflisi anlamında kullanılmıştır. Çünkü yukarıda işaret ettiğimiz
yöneticilik konumu hüküm, mal veya benzeri bir fazilette şeref
gayesine haiz olmayı gerektirir.

"Hasûr" kelimesi, buna gücü yettiği halde kadınlarla birleşmeyen
kimse demektir. Ayetin akışından anladığımız kadarıyla bununla,
züht sonucu nefsin arzularından yüzçevirme amaçlı bundan
çekinen anlamı kastedilmiştir.

(Al-i İmran / 40) "Dedi ki: "Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken
ve karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?"


Buradaki soru, şaşkınlığı belirtme ve bulunulan durumun gerçekliğini öğrenme amaçlıdır.
Yoksa yüce Allah, kendisine istediği çocuğu bahşedeceğine müjdelemiş
olmasına rağmen o, bunu imkansız bulduğu için böyle bir
soru yöneltiyor değildir. Bununla beraber, Zekeriya burada kendisini
şaşkınlığa ve öğrenmeye iten bu iki niteliği, Meryem suresinin
ilgili ayetindeki duasının kapsamında zikrediyor: "Rabbim, şüphesiz
benim kemiklerim gevşedi ve baş, yaşlılık aleviyle tutuştu;
ben sana dua etmekle mutsuz olmadım. Doğrusu ben, arkamdan
gelecek yakınlarım adına korkuya kapıldım, benim karım da bir
kısır kadındır. Artık bana kendi katından bir yardımcı armağan
et." (Meryem, 4-5)

Ancak, burada başka bir anlam belirginleşmektedir. Sanki Hz.
Zekeriya Meryem'in olağanüstü durumunu gözetleyip kendi soyu



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 29


nun kesik olduğunu hatırlayınca, Rabbinden sözkonusu istekte
bulunmaktan başka aklına bir şey gelmedi. Yaptığı duada, gözlemden
etkilenişinin ve hüzne boğulmasının iki etkenini, yâni yaşlanmasını
ve karısının kısırlığını da dile getirdi. Ancak, duası kabul
edilip bir evlat müjdesi verilince, içinde bulunduğu durumdan uyandı,
kendisine geldi. Bu yönden kendisinin yaşlılığına ve karısının
kısırlığına rağmen çocuklarının olmasını
şaşkınlıkla karşılamaya
başladı. Ama sonra yüzündeki karamsarlık bulutu ve derin
hüzünün izleri, yerini sevinçle karışık bir şaşkınlığa bıraktı.

Ne var ki, temel ihtiyacın giderildiğine yönelik müjdenin
alınmasından sonra, eksiklerini zikretmesi ve bunların birer birer
nasıl ortadan kaldırıldığını sorup öğrenmeye çalışması, bağışın ve
nimetin özelliklerini anlama, nimete kavuştuktan sonra ondan
lezzet alma amaçlı bir tavırdır. Aynı durum, Hz. İbrahim'in evlat ile
müjdelenmesi sırasında da yaşanmıştı. Yüce Allah bu olayı
şöyle
aktarıyor: "Onlara İbrahim'in konuklarından haber ver. Yanına
geldiklerinde "selam" demişlerdi. O da: "Biz sizden korkmaktayız"
demişti. Dediler ki: "Korkma biz sana bilgin bir çocuk müjdelemekteyiz."
Dedi ki: "Bana ihtiyarlık gelip-çökmüşken mi
müjdeliyorsunuz? Beni ne ile müjdelemektesiniz?" Dediler ki:
"Seni gerçekle müjdeledik; Öyleyse umut kesenlerden olma."
Dedi ki: "Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut
keser?" (Hicr, 51-56)

Dikkat edilirse, Hz. İbrahim meleklerin, kendisini umut
kesenlerden olmaktan nehyedince, verdiği cevapta, sorduğu
sorunun anlamaya çalışma amaçlı olduğunu, umut kesmekten
ileri gelmediğini belirtiyor ve kendisinin sapık olmadığını, umut
kesmeninse sapıklara özgü bir davranış olduğunu dile getiriyor.
Daha doğrusu, bir efendi kölesine yö-neldiğinde, yakınlık, unsiyet
ve saygınlık kazandıran bir iltifatta bulunduğunda, bu durum
kölenin sevinmesini, neşelenmesini, dolayısıyla her sözden zevk
almasını ve her konuşmayı lezzetle dinlemesini gerektirir.


30 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


"Bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken" ifadesi ile edep
kurallarının gözetildiği açıktır. Çünkü bu ifade, onun yaşlılık ve
kocamışlıktan dolayı kendisinde cinsel güç bulamadığından
kinayedir. Karısı ise hem kocamış, hem de kısırdır. Bunu: "Karım
da kısırdır." demiyor.

"Böyledir" dedi, "Allah dilediğini yapar." "Dedi" fiilinin faili, ister
melekler aracılığı olmadan vahiy şeklinde olsun veya Hz.
Zekeriya'ya hitap eden melekler aracılığıyla olsun yüce Allah'tır.
İfade her durumda da yüce Allah'a aittir. Ancak ifadenin zahirinden,
sözün melek aracılığıyla yüce Allah'a nispet edildiği anlaşılıyor.
Şu halde söyleyen melektir, ancak söyleten, söylemesini emreden
yüce Allah olduğu için O'na nispet edilmiştir. Bunun kanıtı,
Meryem suresinde yeralan konuya ilişkin şu ayettir: "Ona gelen
melek: "işte böyle" dedi. "Rabbin dedi ki: "Bu bemin için kolaydır,
daha önce sen hiçbir şey değil iken, seni yaratmıştım." (Meryem, 9)

Buradan hareketle şu hususları algılıyoruz:

Birincisi: Hz. Zekeriya bu sesi daha önce duyduğu yönden duyuyordu.


İkincisi: "Böyledir" sözü, mahzuf bir mübtedanın haberidir ve
ifadenin grametik açılımı şöyledir: "Bu iş böyledir." Yâni, sana
müjdelenen bağış kesinikle bu şekilde olacaktır. Bununla o işin,
olması kaçınılmaz kesin bir yargı (kaza) olduğuna, meydana gelmesinde
kuşku olmadığına işaret ediliyor. Nitekim yüce Allah'ın
haber verdiğine göre, Ruh da Meryem'in bu yöndeki bir sorusuna
bu şekilde cevap vermiştir: "İşte böyle" dedi, "Rabbin dedi ki: "Bu
benim için kolaydır..." ve iş olup bitmişti." (Meryem, 21)

Üçüncüsü: "Allah dilediğini yapar." ifadesi, "Böyledir" sözünü
gerçekleştirmek amacıyla, yer verilmiş ayraç amaçlı bir ara cümledir.


(Al-i İmran / 41) "Rabbim, o halde bana alamet ver!" dedi. "Senin
için alamet, işaret dışında, insanlarla üç gün konuşmamandır."

Mecma-ul Beyan adlı eserde, ayette geçen "Remz" ifadesi ile ilgili olarak şu açıklamaya


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 31


yer veriliyor: "Remz; dudaklarla işaret etmek demektir. Kaş, göz ve
elle yapılan işaretleşmeler anlamında da kullanılır. Ancak genellikle
dudak işaretleşmesi kastedilir." Mecma-ul Beyan'dan aldığımız
alıntı burada sona erdi.

Ayette geçen "el-aşiyyu" gündüzün geç vakitlerine, akşam vaktine
denir. Öyle anlaşılıyor ki, kelime, gözde beliren ve onun görüşüne
engel olan alacakaranlık anlamına gelen "el-uşveh" kökünden
türemiştir. Dolayısıyla bu kelimeyi, karanlığa doğru çeken vaktin
ismi olarak almışlardır. "el-İbkar" ise, gündüzün başlangıcı, ilk
vakti demektir. Kelimenin asıl anlamı acele etmektir.

Bu ayetin, Yahya peygamberin (a.s) doğumu ile ilgili olarak yer
alması, onunla İsa peygamber (a.s) arasındaki benzerliğin bir diğer
örneğidir. Nitekim Hz. İsa da doğduktan sonra, annesine şöyle
demişti: "Eğer herhangi bir beşer görecek olursan, de ki: "Ben
Rahman olan Allah'a oruç adadım, Bugün hiç kimseyle konuşmayacağım."
(Meryem, 26)

Hz. Zekeriya'nın Rabbinden bir ayet -herhangi bir varlığı gösteren
işaret- istemesi, acaba müjdenin Rabbinden olduğuna ilişkin
bir kanıt olması için miydi? Diğer bir ifadeyle, bunun Melek aracılığıyla
gerçekleşen Rahmani bir hitap olduğunu, şeytan kaynaklı
olmadığını göstermek için mi böyle bir talebte bulunmuştu? Yoksa
bunu karısının hamile kalacağını kanıtlamak ve hamileliğin zamanını
belirlemek için mi istemişti? Bu hususta müfessirler arasında
ihtilaf vardır.

İkinci ihtimal, ayetlerin akışından ve kıssanın gelişiminden uzaktır.
Ancak, tefsirciler birinci ihtimali, yâni hitabın Rahmani olup
olmadığını ayırdetme amaçlı olmasını da şu gerekçeyle reddetmişlerdir:
"Peygamberler masum oldukları için, meleğin sözü ile
şeytanın vesveselerini birbirinden ayırdetmeleri bir zorunluluktur.
Şeytanın, anlama yollarını karıştıracak şekilde onlarla oynaması
mümkün değildir."


32 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Hiç kuşkusuz bu değerlendirme, gerçeğin ifadesidir. Ancak
şunu da bilmek gerekir ki, onların vahiy ile şeytanî vesveseleri birbirinden
ayırabilmeleri Allah'ın bu ikisini kendilerine tanıtmasına
bağlıdır. Kendilerinden kaynaklanan ve özel yetenekleriyle belirginleşen
bir durum değildir. Böyle olduğuna göre, Zekeriya peygamberin
(a.s) Rabbinden bunu ayırdedecek bilgi istemesinin ne
gibi bir sakıncası vardır? Şu kadar var ki, eğer yüce Allah onun
duasını kabul etmeseydi ve ona bir işaret vermeseydi, birinci değerlendirmeye
yönelik eleştiri yerinde olacaktı.
Ayrıca, ayetin içerdiği hususun özelliği -üç gün boyunca konuşmamak-
bunu destekleyen, daha doğrusu pekiştiren bir unsurdur.
Çünkü şeytanın her ne kadar peygamberlerin bedenlerine
dokunması, dinin yayılması, insanların geleceği ve din düşmanlarının
zayıflaması gibi amellerinin sonuçları ile ilgili beklentilerini
tahrip veya ifsat etmesi mümkündür. Nitekim yüce Allah bu konuda
şöyle buyurmuştur: "Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o: "Herhalde
şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu" diye
Rabbine seslendi." (Sâd, 41) "Biz senden önce hiçbir resul ve nebi
göndermiş olmayalım ki o, bir dilekte bulunduğu zaman, şeytan
onun dilediğine (bir kuşku) katıp bırakmış olmasın. Ama Allah
şeytanın katıp bırakmalarını giderir, son-ra kendi ayetlerini sağlamlaştırıp
pekiştirir." (Hac, 52) "Ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı
şeytan'dan başkası bana unutturmadı." (Kehf, 63)

Ancak bu ve benzeri örneklerde işaret edilen şeytan
dokundurmaları, yalnızca peygamberlere maddi eziyet verir.
Peygamberlerin ruhlarını çarpması ise mümkün değildir.
Peygamberler bu hususta masumdurlar, koruma altındadırlar.
Daha önce peygamberlerin masumluklarıyla ilgili açıklamalarda
bulunduk.

"Senin için alamet, işaret dışında, insanlarla üç gün konuşmamandır.
Ayrıca Rabbini çok an ve sabah-akşam tesbit et."
ayetinde
işaret edildiği gibi, yüce Allah'ın Hz. Zekeriya'ya verdiği işa-
ret, üç gün boyunca insanlarla konuşamaması ve yalnızca Rabbini


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 33


zikretmeye, tesbih etmeye dilinin dönmesiydi. Bu ise, peygamberin
nefsine ve diline egemen kılınan özel bir uygulamadır ve masumiyetin
kapsamına girdiği için de şeytanın buna gücü yetmez.
Şu halde bu alamet Rahmanîdir. Görüldüğü gibi, bu ayet ancak
birinci değerlendirmeyle örtüşüyor, ikinci değerlendirmeyle değil.

Eğer desen ki: Böyle olduğuna göre: "Dedi ki: "Rabbim, bana
gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve karım da kısırken nasıl bir
oğlum olabilir?" "Böyledir" dedi, "Allah dilediğini yapar." ifadesinin
ne anlamı olur? Çünkü bu ayetin zahiri, onun Rabbine hitap
ettiğini, bir dilekte bulunduğunu, sonra bu dileğinin kabul edildiğine
ilişkin bir cevap aldığını ifade etmektedir. Eğer o, kendisine
yönelik seslenişin menşei hakkında kuşkudaysa, bu tür bir konuşmanın
ne anlamı olur? Ve eğer o, seslenişin menşeinde kuşku
duymuyorduysa, neden bir alametin verilmesi isteğinde bulunmuştu?


Ben de derim ki: Bir şeye güvenip dayanmanın, eğilim göstermenin
ve inanmanın değişik mertebeleri vardır. Söz gelimi, Hz.
Zekeriya-'nın nefsi, çağrının Allah katından ve Rahmanî olduğundan
emin olabilir, ancak, daha önce de söylediğimiz gibi, nefsinin
şaşkınlıkla karşıladığı doğumun niteliğini ve nasıl gerçekleşeceğini
öğrenmek amacıyla bu soruyu yöneltmiş olması mümkündür.
Dolayısıyla, melek tarafından, onu tatmin edecek başka bir sesleniş
gerçekleştirilmiş olabilir. Ardından, seslenişin Rahmanî olduğunu
kesin olarak ortaya koyan, geride en ufak bir pürüz bırakmayan,
güven ve itminan artıran bir işaret isteme gereğini duymuş
olabilir.

"Melekler ona seslendi…" ifadesi de bu değerlendirmemizi
desteklemektedir. Çünkü "nidâ=seslenme" ancak uzak bir yerden
gerçek-teştirilebilir. Bu yüzden "nidâ" genellikle yüksek sesle konuşmayla
ilintili olarak kullanılır. Çünkü bizim algılayışımızda yüksek
sesle ko-nuşmak, mesafenin uzak olmasının gerektirdiği bir
davranıştır. Yoksa, kelimenin asıl anlamı açısından gündeme ge



34 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


len bir gereklilik değildir. Nitekim yüce Allah'ın Zekeriya'nın duasını
hikaye eden şu sözü, buna ilişkin bir tanık konumundadır: "Hani
o, Rabbine gizlice seslendiği zaman." (Meryem, 3) Burada yüce Allah'ın
yüceliği ve üstünlüğü karşısında Zekeriya'nın zelilliği ve küçüklüğü
gözönünde bulundurularak "nidâ" sözcüğü kullanılmıştır.
Ardından bu sesleniş de gizlilikle nitelendirilmiştir. İşte buradan,
Zekeriya'nın meleği bizzat görmediği, yalnızca bir fısıltı şeklindeki
sesini duyduğu algılanabilir.

Bazı tefsir bilginleri şöyle demişlerdir: "Yüce Allah'ın konuşmamayı
alamet kılması, Hz. Zekeriya'nın üç gün boyunca insanlarla
konuşmasını yasaklaması ve her şeyden kopup, yalnızca Allah'
ın zikrine yönelmesi ve dilini kıpırdatmadan Allah'ı tesbih etmesidir."
Daha sonra bunu şöyle açıklamışlardır:

"Hz. Zekeriya (a.s) beşeri doğası gereği, kalbinin tatmin bulması,
ailesine bu müjdeyi vermesi için, yüce Allah'tan kendisine
yönelik bu bağışının ve nimetinin gerçekleşeceği bir sürenin belirlenmesini
istedi. Bu yüzden bu olayın nasıl gerçekleşeceğini sordu.
Kendisine gereken cevap verilince de, yüce Allah'tan şükrünü en
kısa zamanda yerine getirmesi için, yalnızca ibadetle meşgul olacağı
bir zamanın belirlemesini ve bunun bitimini de maksadın
hasıl olduğuna yönelik bir alamet kılmasını istedi. Bunun üzerine
yüce Allah, üç gün boyunca insanlarla konuşmamasını, tam tersine
kendini bu üç gün boyunca, sabah-akşam Allah'ı zikretmeye,
O'nu tesbih etmeye vermesini, bu süre içinde insanlarla konuşması
gerektiği halinde de, maksadını ancak işaretlerle anlatmasını
emretti. Buna göre, bu müjdeyi ailesine üç gün sonra verecekti."
Sözkonusu müfessirden aldığımız alıntı burada sona erdi.

Sen de biliyorsun ki, müfessirin sözünü ettiği, -yâni bağışa
yönelik bir şükür olsun diye bir ibadet talebinde bulunması,
amacın gerçekleşmesine kadar bunun devam etmesi, bu sürenin
sona ermesinin istenen alamet kılınması, "konuşma" ifadesinin
teşriî bir nehiy=hukukî bir yasaklama olması ve ailesine bir müjde
vermek istemesi gibi- hususlarla ilgili olarak ayette en ufak bir


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 35


mek istemesi gibi- hususlarla ilgili olarak ayette en ufak bir belirtiye
ve ize rastlanmamaktadır.

MELEK VE ŞEYTAN KAYNAKLI İLHAMLAR VE SÖZLER
HAKKINDA



Defalarca söyledik: Kelimeler, kendileriyle güdülen amaçları
kapsayan anlamları ifade etmek üzere konulmuşlardır. Bir söz
veya konuşma, sonrasında susmayı gerektirecek şekilde kastedilen
anlamı ifade ettiği için "ses" olarak isimlendirilir. Hatta herhangi
bir ifadeyle bu maksat elde edilirse, o da sözdür, konuşmadır.
İster tek bir ses olsun veya bir araya getirilmiş birçok ses yahut
ima ve işaret gibi ses dışı bir hareket olsun farketmez. Bu yüzden
insanlar, iki dudak arasından çıkmamış olsa da bir maksadı tam
olarak ifade eden sesleri konuşma olarak isimlendirmekten kaçınmazlar.
Aynı
şekilde herhangi bir ses içermemekle birlikte ima
ve işaretler de, söz ve konuşma olarak adlandırılır.

Kur'an, şeytan tarafından kalbe telkin edilen anlamları, onun
konuşması ve onun tarafından söylenmiş bir söz olarak isimlendirir.
Yüce Allah bize şeytanla ilgili olarak şunları bildirir: "Onlara
kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim."
(Nisâ, 119) "Şeytanın durumu gibi; çünkü insana "inkâr et" dedi."
(Haşr, 16) "Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir." (Nas, 5) "Onlardan
bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar."

(En'âm, 112)

Diğer bazı ayetlerde İblisle ilgili olarak şöyle buyurulur: "Doğrusu,
Allah, size gerçek olan vadi vadetti, ben de size vaadde
bulundum." (İbrahim, 22) "Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size
çirkin hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama
ve bol ihsan vadediyor. Allah rahmetiyle geniş olandır, bilendir.
Kime dilerse, hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet
verilene büyük bir hayır da verilmiştir." (Bakara, 268-269)


36 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Şurası bir gerçektir ki, bu ayetlerde kalbte beliren bazı duygu
ve düşünceler, kalbin üzerine yansıyan bazı ilham ve telkinler şeytana
nispet edilmiş, bunlar emir, söz, vesvese, vahiy ve vaad olarak
isimlendirilmişlerdir. Bütün bunlar iki dudak arasından çıkmadıkları
ve dil aracılığıyla telaffuz edilmedikleri halde sözdürler,
konuşmadırlar.

Bundan dolayı biliyoruz ki: Son ayette yüce Allah'ın şeytanın
vadine karşılık olarak sözünü ettiği bağışlama ve bol fazilet, şeytanın
vesvesesinin karşılığı olan melek sözünü ifade eder ki, yüce
Allah bunu "hikmet" olarak isimlendirmiştir. Şu ayetleri de buna
örnek gösterebiliriz: "Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın."
(Hadid, 28) "Mü'minlerin kalplerine, imanlarına iman katıparttırsınlar
diye, güven duygusu ve huzur indiren O'dur. Göklerin
ve yerin orduları Allah'ındır." (Fetih, 4)

Bu son ayetin anlamını: "Onda Rabbinizden bir güven duygusu
ve huzur vardır. (Bakara, 248) ayetini tefsir ederken "sekine=
güven duygusu, huzur" kavramı bağlamında sunduk. Şu ayet
de bu bağlamda ele alınabilir: "Allah, kimi hidayete erdirmek is-
terse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse,onun
göğsüne sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah,
İman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir." (En'âm,
125) Bir diğer ayette şeytanın vesvesesi "pislik" olarak nitelendirilmiştir:
"…şeytanın pislikleri…" (Enfâl, 11) Bütün bunlardan
anlıyoruz ki, melekler ve şeytanlar insanın kalbine bir takım anlamlar
telkin etmek suretiyle onunla konuşurlar.

Bir diğer konuşma türü vardır ki bu, sırf Allah'a özgüdür: "Kendisiyle
Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak şey değildir; ancak
vahiy ile ya da perde arkasından… olması başka." (Şura, 51)
Yüce Allah bu olayı konuşma olarak isimlendiriyor ve bir kısmını
vahiy olarak nitelendiriyor. Vahiy olayında yüce Allah ile vahye
muhatap olan kul arasında bir perde yoktur. Bunun bir diğer kısmı


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 37


da perde arkasından gerçekleşir. İşte yüce Allah'ın, meleklerin ve
şeytanların konuşma şekilleri bunlardan ibarettir.

Yüce Allah'ın vahiy nitelikli konuşması farklıdır ve özü itibariyle
belirgindir. Çünkü ayette yüce Allah, bu tarz konuşmayla perde
arkasından konuşmayı karşılıklı olarak sunuyor. Dolayısıyla vahiy
esnasında insan ile Rabbi arasında bir perde olmaksızın konuşma
gerçekleşir. Burada bir karışıklığın, sözlerin menşeinin karıştırılması
sözkonusu olamaz. Bu, apaçık bir gerçektir. Fakat yüce Allah'ın
diğer tür konuşmalarının (perde arkasından gerçekleşen
konuşmaların) vahye dayalı olacak şakilde sağlama alınarak test
edilmeleri zorunludur.

Melek ve şeytan menşeli konuşmaları ayırdetmek için yukarıdaki
ayetler yeterli ipuçları vermektedirler. Buna göre, melek
menşeli ilham insanın göğsünü açar, insanı bağışlamaya ve bol
ihsana çağırır. Netice itibariyle Allah'ın kitap ve sünnette somutlaşan
diniyle örtüşür. Şeytan menşeli telkin ise, beraberinde göğüs
daralmasını getirir. Cimriliği, pintiliği doğurur. İnsanı heva ve hevesin
peşinden gitmeye davet eder. Yoksulluk korkusunu telkin eder.
Çirkin hayasızlığı emreder. Sonuçta, Allah'ın kitap ve sünnette
somutlaşan diniyle ve insanın öz doğasıyla, fıtratıyla bağdaşmayan
bir noktaya gelip dayanır.

Yüce Alah'ın Hz. Adem, İbrahim ve Lut ile ilgili olarak aktardığı
gibi peygamberlerin ve onlardan sonraki manevi derecelere haiz
insanların melek ve şeytanı görmeleri ve onları tanımaları mümkündür.
Dolayısıyla bu tür durumlarda, hitabın melek mi yoksa
şeytan menşeli mi olduğunu ayırtetmek için başka bir faktöre gerek
yoktur. Ancak, hitabın görme sözkonusu olmaksızın gerçekleşmesi
durumunda, sıradan mü'minler gibi, ayırtedici unsurlara
baş vurmaktan başka çare yoktur. Neticede vahiy şeytanın vesveselerinden
ayırtedilir. Ki bu hususta herhangi bir kapalı nokta yoktur.



38 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Kummî'de: "Hani İmrân'ın karısı… demişti." ifadesiyle
ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce
Allah İmrân'a: "Ben sana normal, kutlu, doğuştan körlükten ve
alaca hastalığından berî, Allah'ın izniyle ölüleri dirilten bir erkek
çocuk bahşedeceğim. Onu İsrâiloğulları'na elçi olarak göndereceğim."
diye vahy-etti. İmrân bunu karısı -Meryem'in annesi-
Hanna'ya anlattı. Kadın hamile kalınca, kendi yanında onun erkek
olduğunu düşünüyordu. Doğurunca: "Rabbim, onu kız doğurdum.
Oysa erkek kız gibi değildir. Kızdan elçi olmaz." dedi. Allah dedi ki:
"Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken." Allah Meryem'e
İsa'yı bahşedince, bunun İmrân'a vadedilen oğul olduğu anlaşıldı.
Biz Ehl-i Beyt'ten birisi, bir başkasına çocuğunda veya çocuğunun
çocuğunda olan bir şeyden haber verirse, onu inkâr etmeyin…"

(c.1, s.101)

Aynı anlama yakın ifadeler içeren bir hadis de el-Kafi'de İmam
Sadık'tan (a.s), Tefsir-ul Ayyaşî'de (c.1, s.171, h:39) İmam Bâkır'dan

(a.s) aktarılmıştır.
Tefsir-ul Ayyaşî'de, bu ayetle ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s)
şöy-le dediği rivayet edilir: "Özgür bırakılmış çocuk, kilisede yaşardı
ve oradan dışarı bırakılmazdı. Meryem'in annesi çocuğunu doğurunca:
"Rabbim, onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir.
Kız hayız görür, bu yüzden mescitten çıkmak zorunda kalır. Oysa
bu şekilde adanmış olanın mescitten çıkmaması gerekir." dedi."
(c.1, s.170, h:38)
Yine aynı eserde, İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin
şöyle dediği rivayet edilir: "Meryem'in annesi, karnındaki çocuğu
ibadet edenlere hizmet etmek üzere mabede adadı. Hizmette
erkek, kadın gibi değildir. Meryem bu şekilde erginlik çağına
kadar onlara hizmet etti. Erginlik çağına erişince, Zekeriya ibadet
edenlerle arasına bir perde gerilmesini emretti." (c.1, s.170, h:38)


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 39


Ben derim ki: Görüldüğü gibi, rivayetler ayetle ilgili olarak yap-
tığımız açıklamaları destekler niteliktedir. Ancak İmamın: "Oysa
erkek, kız gibi değildir." ifadesini, yüce Allah'a ait değil, İmrân'ın
karısına ait olarak değerlendirdiği anlaşılıyor. Bu durumda, erkekten
öncelikle söz edilmesi noktası açıklığa kavuşmamış olur. Çünkü
bu, Arap dilinin kurallarına uymaz. Ayrıca böyle olursa, çocuğun
Meryem diye isimlendirilmesinin sebebi de öylece problemli kalır.
Daha önce onun özgürlüğe kavuşturulmuş anlamında olduğunu
söylemiştik. Bu problemin ancak, özgürlüğe kavuşturma ile hizmete
sunmanın birbirinden ayrılması halinde ortadan kalkacağı
mümkündür. Bunun üzerinde iyice düşününüz.

Sunduğumuz ilk rivayette İmrân'ın vahiyle muhatap olan bir
peygamber olduğuna işaret ediliyor. Bihar-ul Envar'da Ebu
Basir'den aktarılan bir rivayette buna işaret ediliyor: "İmam Bâkır'
a (s.a): İmrân'ın peygamber olup olmadığını sorduğumda, İmam:
"Evet, o kavmine elçi olarak gönderilmiş bir peygamberdi." dedi."
(c.14, s.202, h:14) Yine rivayette, İmrân'ın karısının adının "Hanna"
olduğuna işaret ediliyor. Bu isim meşhurdur. Ancak bir rivayette de
"Mersar" olduğu belirtiliyor ki, bunu tespit etmek konumuz dahilinde
değildir.

Tefsir-ul Kummî'de yukarıdaki rivayetin devamında şöyle deniyor:
"Meryem erginlik çağına erişince, mihraba kapandı. Kendisini
gözlerden saklayacak bir örtü edindi. Bu şekilde kimse onu
görmüyordu. Ze-keriya (a.s) mihrapta onun yanına girerdi. Kış
mevsiminde yaz meyve-sini görürdü yanında. Yaz mevsiminde de
kış meyvesini. Ona: "Bu sa-na nereden (geliyor)?" diye sorunca, o
şöyle cevap verirdi: "Bu, Allah katındandır. Allah dilediğine he-
sapsız rızık verir." (c.1, s.101)

Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Zekeriya, kendisine bir evlat bahşetsin diye Allah'a dua etti.
Melekler istediği şeyin gerçekleştiğini ona bildirdiler. Bunun üzerine
o, bunun Allah'tan gelen bir ses olduğunu bilmek istedi. Ardın



40 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


dan ona, buna ilişkin işaretin üç gün boyunca insanlarla konuşmaması
olduğu bildirildi. Dilinin tutulup, konuşamadığını görünce,
buna ancak Allah'ın güç yetireceğini anladı. İşte: "Rabbim, o halde
bana bir alamet ver." ifadesinde buna işaret ediliyor." (c.1, s.172,

h:43)

Buna yakın bir rivayete de Kummî kendi tefsirinde yer vermiştir.
Daha önce, ayetlerin akışının bu tür değerlendirmeleri dışlamadığını
belirtmiştik.

Bazı tefsirciler; İmrân'a vahiy edilmiş olması, Meryem'in bulunduğu
mihrapta mevsimi gelmeyen meyvelerin bulunması ve
Zekeriya'-nın şeytani telkinlerden ayırt etmesine yarayacak bir
alamet istemesi gibi bu rivayetlerin içerdiği hususları
şiddetle reddetmişlerdir
ve demişlerdir ki: "Bu tür olguları kanıtlamak mümkün
değildir. Ne yüce Allah bunlardan söz etmiş, ne de Resulü haber
vermiştir. Kendi kişisel görüş ile de bunları öğrenmenin imkânı
yoktur. Tarihsel olarak da kanıtlanabilmiş değildir. Geride İsrailiyat
menşeli olan veya olmayan bir kaç rivayet kalıyor. Şu halde, anlaşılması
güç bu gibi şeylere yorumlamak suretiyle Kur'an ayetlerini
zorlamanın anlamı yoktur."

Yukarıdaki yaklaşımın hiçbir dayanağı yoktur. Gerçi rivayetler
tek kanallı (âhad) olup, senet zincirleri zayıftır ve bir araştırmacı
sadece bu tür rivayetlere dayanarak çıkarsamada bulunmamalıdır,
çünkü bunlar tek başlarına kanıt olamazlar. Ancak, ayetler
üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, zihnin bu rivayetlere biraz daha
yaklaştığı görülür. Ehl-i Beyt İmamlarından rivayet edilen bir
söz, aklen caiz olmayan bir hususu içermez çünkü.

Hiç kuşkusuz, bazı ilk kuşak müfessirlerden akıl almaz yorumlar
rivayet edilmiştir. Örneğin Katade ve İkrime'nin şöyle dedikleri
rivayet edilir: "Şeytan Zekeriya'nın yanına geldi ve müjdenin Allah'tan
olması hususunda onu kuşkuya düşürdü ve şöyle dedi: "Eğer
bu Allah'tan olsaydı, sana seslenirken benim hafifçe fısıldadığım
gibi, O da hafifçe fısıldardı." (ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.22)


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 41


Bunun gibi aklın kabul etmediği bir yorum da Luka İncili'nde
yer alır: "Cebrail Zekeriya'ya şöyle dedi: "Sen bunun olacağı güne
kadar susacaksın, konuşmaya güç yetiremeyeceksin. Çünkü sen,
zamanı gelince gerçekleşecek olan sözümü tasdik etmedin." (Luka

İncili, 1/20)

İLHAM VE VESVESENİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kafi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hiçbir
kalp yoktur ki, iki kulağı olmasın. Bir kulağın üzerinde doğruya
ulaştırıcı melek, birinin üzerinde de baştan çıkarıcı
şeytan durur.
Biri emreder, biride yasaklar. Şeytan günahları emreder, melek de
onu bundan nehyeder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Sağ tarafta ve sol tarafta oturmuşlardır. O (insan), hiçbir söz
söylemez ki, yanında bir gözetleyici hazır bulunmasın." (Kâf, 17-18)
(el-Kafi, c.2, s.266, h:1)

Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen birçok rivayet vardır.
Bunların bir kısmını sunacağız. Bu rivayette İmamın (a.s) ayeti me-
lek ve şeytana tatbik etmesi, onun bir başka rivayette, ayeti insanların
iyiliklerini ve kötülüklerini yazmakla yükümlü iki meleğe tatbik
etmesiyle çelişki oluşturmaz. Çünkü ayet, en fazla insanın sağında
ve solunda oturup, onun bütün konuştuklarını gözetleyenlerden
söz etmektedir. Bunların yalnızca melek oldukları veya şeytan
oldukları hususunda ayet, açık bir bilgi vermemektedir. Dolayısıyla
her iki ihtimale de uyarlanabilir.

Yine aynı eserde Zürare'nin şöyle dediği rivayet edilir: "İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) Resul, Nebi ve Muhaddesi sordum. Bana dedi
ki: "Resul, Rabbinden kendisine mesaj getiren meleği görür. Me-
lek ona: "Rabbin sana şunları emretti." der. Resul aynı zamanda
nebidir de. Nebi ise, kendisine haber getirip kalbine indiren meleği
görmez. Bu durumda, bayılmış bir insan gibi olur ve bu tür şeyleri
rüyasında görür." Dedim ki: "Rüyada gördüklerinin hak olduğunu
nasıl bilir?" Dedi ki: "Yüce Allah, bunları ona açıklar, böylece me



42 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


leği doğrudan görmediği halde rüyasının hak olduğunu bilir." (c.1,
s.76, h:1 ve 4)

Ben derim ki: İmamın "Resul nebidir de" sözü, iki niteliğin bir
arada bulunabileceğine yönelik bir işarettir. Daha önce: "İnsanlar tek
bir ümmetti. Allah… peygamberler gönderdi." (Bakara, 213) ayetini
tefsir ederken "Resullük " ve "Nebilik"in ne anlam ifade ettiğini açıklamıştık.


"Bayılmış bir insan gibi" ifadesi ile, "rüyada görme" olayı açıklanmak
istenmiştir. Dolayısıyla bunun anlamı, bilinen uyku değil,
maddi duyulardan soyutlanma halidir. "Allah ona açıklar" sözü ile,
melek menşeli ilham ile şeytan kaynaklı telkinlerin Allah'ın belirttiği
hak aracılığıyla açıklandığına işaret ediliyor.

Basair-ud Derecat adlı eserde, Bureyd'in İmam Sadık'tan (a.s)
şöyle rivayet ettiği nakledilir: "Büreyd, İmama sorar: "Resul, Nebi
ve Muhaddes nedir?" İmam şu cevabı verir: "Resul, meleği açıktan
görür ve onunla konuşur. Nebi ise, rüyada görür. Nübüvvet ve
risalet birlikte bir kişide toplanmış olabilir. Muhaddes, ses işitip
şekil görmeyen kimseye denir." Dedim ki: "Allah işini düzeltsin,
nebi, rüyada gördüklerinin hak nitelikli ve melek menşeli olduğunu
nasıl bilebilir?" De di ki: "Bunu bilinceye kadar yüce Allah ona
yardımcı olur. Yüce Allah sizin kitabınızla kitaplara ve sizin peygamberinizle
peygamberlere son vermiştir..." (s.371, h:11)

Ben derim ki: Bu rivayet, önceki rivayetle paralellik
oluşturmaktadır. İmamın muhaddes ile ilgili olarak, onun
kendisine fısıldanan sözleri duyduğu yönündeki açıklaması
yeterlidir. "Allah son vermiştir…" sözü de buna yönelik bir işarettir.
İnşallah aşağıdaki ayetlerin tefsiri çerçevesinde "Muhaddes"
hakkında geniş açıklamalarda bulunacağız.

 

---------------------
Değerli Kardeşlerim Mizan Tefsiri'ni ve diğer Ehlibeyt eserlerini
www.islamkutuphanesi.com www.mizantefsiri.com www.ehlibeytkutuphanesi.com sitelerinden indirebilirsiniz.