El-Mizân
Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:3

                AL-İ İMRAN SURESİ

                             ( 1-120. Ayetler)

                                         İÇİNDEKİLER


28-Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar
edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir
şey yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınmanız başka.
Allah, sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır.


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 .................................................................... 485


29- De ki: "Sinelerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da
Allah bilir; göklerde olanı da, yerde olanı da bilir. Allah, her şeye
güç yetirendir."

30- Her bir nefsin, hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her
ne kötülük işlediyse, onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını
istediği o günü (hatırlayın). Allah, sizi kendisinden sakındırır.
Allah, kullarına çok şefkatlidir.

31- De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır,
esirgeyendir."

32- De ki: "Allah'a ve Resulüne itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse,
şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez.

AYETLERİN AÇIKLAMASI


Yukarıda meallerini sunduğumuz ayetler, bundan önceki ayetler
grubundan tamamen kopuk ve bağlantısız değildir. Dolayısıyla
bundan önceki ayetler grubu için söylediklerimiz, bu ayetler grubu
için de geçerlidir. Şöyle ki: Burada güdülen hedef, Ehl-i Kitabın ve
müşriklerin durumlarını gözler önüne sermek ve buna dayalı olarak
onlara çeşitli eleştiriler yöneltmektir. Eğer "kâfirler" ifadesi
Ehl-i Kitabı da kapsıyorsa, bu demektir ki söz konusu ayetler, Ehl-i
Kitap ve müşriklerle dostluk kurmayı ve ruhsal kaynaşmayı yasaklamaktadır.
Şayet maksat sadece müşriklerse, bu demektir ki
ayetler, müşrikleri hedef alarak mü'min kimseleri onlardan uzaklaşmaya,
Allah'ın hizbine (grubuna) bağlanmaya, Allah'ı sevmeye
ve O'nun elçisine itaat etmeye davet ediyor.

(Al-i İmran / 28) "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar
edinmesinler."

Ayette geçen "evliya" kelimesi, "velayet" mastarından gelen "veli"
kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, özü itibariyle, bir şeyin yönetim
işini üstlenme yetkisine sahip olmak demektir. Dolayısıyla küçük
çocuğun, delinin veya sefih insanın velisi, onların işlerini ve malla



486 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


rını yönetip-yönlendirme yetkisine sahip kimse demektir. Dolayısıyla
mallar onlarındır, ancak mal üzerinde tasarruf yetkisi velilerine
aittir. Sonra bu kelime, gittikçe artan bir oranda sevgi bağlamında
kullanılır oldu. Bunun nedeni de sevişen iki kişinin genellikle
birbirlerinin işlerini yönlendirir, yönetir ve tasarrufta bulunur
olmasıdır. Karşılıklı sevgi, insanı sevilene yaklaştırır, onun üzerinde
etkili olmasını sağlar, diğer duygusal hususlarda belirgin bir etkinliğe
kavuşmasına imkân verir. Sevgi, sevenin sevgilisinin hayatında
etkin bir rol oynamasını, hayatını yönlendirmesini sağlar.

Dolayısıyla kâfirleri veliler (dostlar) edinmek, ruhsal açıdan onlarla
kaynaşmayı gerektirir.
Bunun sonucunda onlara gönülden
yaklaşmak, ahlâki açıdan ve hayatın diğer meselelerinde onlardan,
onların davranış biçimlerinden etkilenmek durumu kaçınılmaz
olarak ortaya çıkar. Ayetin içerdiği yasaklamanın:
"mü'minleri bırakıp" ifadesiyle sınırlandırılmış olması da bunu
gösterir. Bu ifade, onlara yönelik sevginin mü'minlere yönelik sevgiye
ağır basabileceğine işaret etmektedir. Böyle bir pozisyonda,
hayatın dizginleri, mü'minlerin yerine onlara teslim edilir. Bu ise,
kâfirlere güvenip dayanmak, onlarla birleşmek ve mü'minlere arkasını
dönüp ayrılmak demektir.

Kur'an ayetlerinde kâfirlerin, Yahudi ve Hıristiyanların dost
edinmesinin yasaklığı sık sık vurgulanmıştır. Ancak bu yasaktan
söz edildiği her ifade, yasaklanan dostluğun türünü de açıklayıcı
ifadeler içermektedir. Dolayısıyla onlardan hareketle ne tür bir
dostluğun, nasıl bir velayetin yasaklandığını anlamak mümkündür.
Tıpkı tefsirini sunduğumuz ayette: "Mü'minler... kâfirleri dostlar
edinmesinler." ifadesinden sonra: "mü'minleri bırakıp…" ifadesinin
yer almış olması gibi. Yine "Ey iman edenler, Yahudi ve
Hıristiyanları dostlar edinmeyin." (Mâide, 51) ayetindeki bu ifadeden
sonra: "Onlar birbirlerinin dostudurlar." ifadesinin yer almış
olmasını ve: "Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de
düşmanınız olanları veliler edinmeyin." (Mümtehi-ne, 1) ayetindeki


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 487


bu ifadenin ardından: "Allah, sizinle din konusunda savaşmayan,
sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan… sizi
sakındırmaz." (Mümtehine, 6) ifadesine yer verilmiş olmasını örnek
gösterebiliriz.

Buna göre: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar
edinmesinler."
ayetindeki bu nitelemeler, hükmün sebebine ve
illetine delalet etmeleri için esas alınmışlardır. Şöyle ki: Küfür ve
iman nitelikleri, gerçi birbirinden uzak ve farklıdırlar, ancak, zorunlu
olarak bu nitelikleri üzerlerinde taşıyan kimseleri, bilgi, ahlâk,
Allah'a süluk etme tarzı ve diğer hayat meselelerinde farklı yaklaşımlar
içinde olmaya yöneltir. Bu yüzden, bu niteliklerden birini
üzerinde taşıyan kimse, dostluk bağlamında öteki niteliği üzerinde
taşıyan kimseyle bağ kuramaz. Çünkü dostluk; birleşmeyi ve kaynaşmayı
gerektirir. Küfür ve iman nitelikleri ise ayrılığı, farklılığı
gerektirir. Dolayısıyla, mü'minle-rin dışındaki kimselerle kurulan
dostluk güçlendikçe, bu durum imanî özelliklerin ve sonuçların,
buna bağlı olarak da imanın temelinin bo-zulmasına, ifsada uğramasına
yol açar. Ayetin sonundaki şu değerlen-dirme cümlesinin
yer alması da bu yüzdendir: "Kim böyle yaparsa, artık onun için
Allah'tan hiçbir şey yoktur." Ardından şu cümleye yer verilmiştir:
"Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınanız başka." Böylece
"takiyye" bu genel hükmün dışında tutulmuştur. Çünkü "ta-kiyye",
görünürde dost olmaktır, gerçekte değil.

"Mü'minleri bırakıp... ifadesinin orijinalinde geçen "dûne" edatı,
zarf işlevini görüyor gibidir. Dolayısıyla aşağılık ve eksiklik
anlamlarıyla karışık bir "yanında" anlamını ifade etmektedir. Şu
halde karşımıza çıkan anlam şudur: "Mü'minlerin bulunduğu yerden
aşağı bir yerden başlayarak…" Çünkü mü'minler en yüksek
konumda olurlar.

Anlaşıldığı kadarıyla "dûne" edatı, asıl mana itibariyle bu an-
lamı içermekte ve aşağıda olmanın özelliğiyle birlikte, aşağıdalığı
da ifade etmektedir. Dolayısıyla: "Dûneke Zeydun" ifadesi "Zeyd


488 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


senin bulunduğun yerden daha aşağı olan bir yerdedir. Bulunduğu
yerin derecesi senin bulunduğun yerin derecesinden daha alttadır."
anlamında kullanılır. Daha sonra bu edat "başka" anlamında
kullanılır olmuştur: "…Allah'tan başka iki ilâh..." (Mâide, 116) "Bundan
başkasını, dilediği kimse için bağışlar." (Nisâ, 48) Yâni, bundan
başkasını veya bundan daha aşağı ve daha basit olanını...
Sonra "Dûneke Zeyden" "Zeyd'den hiç ayrılma" ifadesinde olduğu
gibi isim olduğu halde fiil anlamında kullanılmıştır. Bu yaklaşımların
tümünü, uyarlama ve örtüşme kapsamında algılamak gerekir,
yoksa lafzi ortaklık bu anlamlardan herhangi birini belirleyici değildir.


"Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur."
Yâni kim, mü'minleri bırakıp da onları dost edinirse… Eylemin
isminin yerine genel bir lafzın kullanılmış olması, konuşmacının
bu olaya karşı duyduğu son noktasına varmış nefreti vurgulamaya
dönüktür. Öyle ki, ondan söz ederken bile, çirkin bir şeyi kinayeli
olarak anlatıyormuş gibi, genel bir ifade kullanıyor. Bu tür kullanımların
dildeki örnekleri çoktur. Yine bundan dolayı:
"Mü'minlerden kim böyle yaparsa" denilmemiştir. Bununla da bu
tür bir çirkinliğin mü'minlere nispet edilmesinin yakışmadığı, onların
bu tür şeylerden uzak olduğu vurgulanmak istenmiştir.

"Allah'tan" ifadesinin orijinalindeki "min" edatı, ibtida, başlangıç
içindir ve bu gibi yerlerde "gruplaşma" anlamını ifade eder.
Yâni: "Hiç bir şeyde Allah'ın grubundan değildir." Şu ayette olduğu
gibi: "Kim Allah'ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse, hiç
şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdırlar."
(Mâide, 56) Yine Hz. İbrahim'in dilinden şu ifadeler aktarılır: "Kim
bana uyarsa, artık o bendendir." (İbrahim, 36) Yâni "benim grubumdandır."
Her neyse, burada şöyle bir anlam elde ediyoruz (Allah
doğrusunu daha iyi bilir): "İçinde bulunduğu tavır ve gösterdiği
etkinlik bakımından Allah'ın grubundan değildir."


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 489


"Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınmanız başka." Ayetin orijinalinde
geçen ve "tetteku=sakınma" kelimesinin mastarı olan
"ittika", aslında korkudan dolayı sakınma anlamını ifade eder.
Daha sonra bizzat korku anlamında kullanıldığı da görülmüştür.
Bu, mü-sebbebin sebep yerine kullanmasına bir örnektir. Takiyye
de burada bu anlamda kullanılmış olabilir.

İfadedeki istisna münkatidir, bütünden kopukur. Çünkü kalbî
bir sevgi ve dostluk beslemeksizin görünüşte dostluğun belirtilerini
sergilemek suretiyle korkudan başkasına yaklaşmak hiçbir şekilde
dostluk olarak değerlendirilemez. Çünkü korku ve sevgi, birbirinden
tamamen ayrı ve kalpteki etkileri birbirine zıt iki olgudur.
Bunların bir arada bulunması mümkün müdür? Şu halde, ayette
korkudan dolayı sakınmanın genel hükmün dışında tutulması,
münkati (kopuk) istisnaya örnek oluşturur.

Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) rivayet edildiğine göre, bu ayette,
"takiyye" yapmaya yönelik bir izin vardır. Ammar, Yasir ve
Sümeyye kıssası ile ilgili olarak inen ayet de bu tür bir izin içermektedir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim imamından sonra
Allah'a karşı inkâra sapıp da -kalbi, imanla tatmin bulmuş olduğu
halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte
onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır."
(Nahl, 106)

Kısacası, kitap ve sünnet, genel anlamda takiyyenin caiz olduğunu
ortaya koymaktadır. Akıl da bu noktada nasların içerdiği bu
hükmü desteklemektedir. Çünkü dinin ve dini koyan zâtın, hakkın
üstünlük sağlamasından ve yaşamasından başka bir arzusu olamaz.
Kimi zaman takiyye yapmak, din düşmanlarıyla ve hakkın
muhalifleriyle hoş geçinmek, dinin çıkarlarının ve hakkın yaşamasının
korunmasına yardımcı olabilir ki, tersi bir davranış bu yararları
sağlamayabilir. Bunu inkâr etmek büyüklenmekten, işi yokuşa
sürmekten başka bir şey değildir. Açıklama bölümünün ardından
yeralan rivayetler bölümünde, konuya ilişkin yeterli bilgi sunaca



490 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ğız. Yine: "Kim, imanından sonra Allah'a karşı inkâra sapıp da kalbi,
imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan
hariç- inkâra göğüs açarsa…" (Nahl, 106) ayetini tefsir ederken de
bu konuda detaylı açıklamalarda bulunacağız.

"Allah, sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır." Ayetin
orijinalinde geçen ve mastarı "tahzir" olan "yuhezziru" kelimesi,
"hazr" kökünün "tef'il" kipine uyarlanmışşeklidir ve korkutucu bir
şeyden sakınmayı ifade eder. Yüce Allah, kullarını azabından
sakındırmıştır: "Şüphesiz, senin Rabbinin azabı korkunçtur." (İsrâ,
57) Yine Resulünü münafıklardan ve kâfirlerin dinden döndürme
amaçlı propoganda ve baskılarından sakındırmıştır: "Onlar düşmandırlar,
bu yüzden onlardan sakın." (Münafikun, 4) "Seni şaşırtmamaları
için onlardan sakın." (Mâide, 49)

Yine yüce Allah, mü'minleri kendisinden de sakındırmıştır.
Nitekim tefsirini sunduğumuz bu ayette ve sonrasında yeralan iki
ayette, yanlızca kendisinden korkulacağına, dolayısıyla bu konuda
O'na isyan etmekten kaçınmanın zorunluluğuna işaret etmektedir.
Yâni, bu suçu işleyen kimseyle Rabbi arasında, Allah'tan başka
korkulması gereken bir şey yoktur ki, suçlu kendisini onunla koruma
altına alsın veya ona sığınıp güvencede olsun. Tam tersine,
Allah'a karşı hiç kimsenin koruyuculuğu etkili olmaz. Yine suçlu
insan ile yüce Allah arasında, bir dostun veya şefaatçinin herhangi
bir kötülüğü berteraf etmesi beklentisini haklı çıkaracak bir ilişki
tarzı da söz konusu değildir. Dolayısıyla bu ifade, oldukça sert bir
tehdit içermektedir. Aynı yerde iki kere tekrarlanmış olması da
tehditin şiddetine şiddet katmakta ve ileride işaret edeceğimiz
gibi şu iki değerlendirme cümlesi de tehditi pekiştirmektedir:
"Dönüş yalnız Allah'adır." ve "Allah, kullarına çok şefkatlidir."

Başka bir açıdan konuya yaklaşacak olursak: Bu ayetin ve
mü'minlerden başkasını dost edinmeyi yasaklayan öteki ayetlerin
satır aralarından, böyle bir davranışın insanı kulluk kisvesinden
çıkardığı, Allah'ın velayetini, yönetici-yönlendiriciliğini reddetmeyi


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 491


ifade ettiğini ve dini ifsat ettiği için de insanı Allah düşmanlarının
safına soktuğunu algılıyoruz. Kısacası böyle bir davranış, taşkınlık
ve dinî düzeni bozmak demektir. Bu ise kâfirlerin küfründen ve
müşriklerin şirkinden daha fazla zarar vermektedir dine. Çünkü
kendisi açıkta olan ve açıkça düşmanlığını ortaya koyan kimselere
karşı, savunma stratejilerini geliştirmek kolaydır. Onlardan rahatlıkla
sakınılabilir. Ancak bir dost, bir arkadaş, düşmanlarla yakın
ilişki kurduğunda, onların ahlâklarını ve hayat sistemlerini yavaş
yavaş kanıksayıp özümsediğinde, kesinlikle kendisini ve dostlarını
farkında olmadıkları bir yönden ölümcül bir tehlikeyle burun buruna
getirmiş olur. Bu ise, yaşama, varlığını sürdürme ve kalıcı olma
imkânı bulunmayan bir helaket demektir.

Diğer bir ifadeyle, mü'minleri bir yana bırakıp, kâfirleri dost edinmek
azgınlıktır. Allah'a isyan eden tağutun yaptığı da budur.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Rabbinin Âd kavmine ne
yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler
içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları
oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Ki onlar,
şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmışlardı.
Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azap kamçısı
çarpıverdi. Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir."
(Fecr, 6-14)

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, tuğyan ve azgınlık, bu niteliğe
sahip insanı öyle bir yola ve gidiş tarzına yöneltir ki, gidip yalnızca
yüce Allah'ın bulunduğu bir gözetleme yeriyle burun buruna
gelir ve neticede Allah ona öyle muthiş azap kamçısını indirir ki,
kimsenin bunu engellemeye gücü yetmez.

Bu anlatılanlardan şu husus açıklığa kavuşuyor: Yüce Allah'ın:
"Allah, sizi kendisinden sakındırır." ifadesinde, yönelttiği tehdit ve
şiddetli sakındırma, konumun Allah'ın dininin egemenliğine son
vermek ve dini ifsat etmekle ilintili olmasından kaynaklanmaktadır.



492 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Bu söylediklerimizi şu ayetten de algılamak mümkündür:
"Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; seninle beraber tövbe edenlerle
de (doğru olsunlar), ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı
görendir. Sakın zulmedenlere dayanmayın. Yoksa size ateş dokunur.
Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz."
(Hûd, 112-113) Peygamber Efendimizin (s.a.a) bu ayet
hakkında: "Saçlarımı ağarttı." dediği rivayet edilir. Bu iki ayet üzerinde
iyice durup düşünenler, kâfirler arasındaki zalimlere dayanıp,
eğilim göstermenin tuğyan ve azgınlık olarak değerlendirildiğini
göreceklerdir. Bunun kaçınılmaz sonucu da ateşe duçar olmaktır
ki, buna karşı yardım edecek kimse de bulunmaz. Bu, belirttiğimiz
korunması ve berteraf edilmesi mümkün olmayan ilahi
intikamdır.

Buradan hareketle şunu da anlıyoruz: Hiç kuşkusuz: "Allah, sizi
kendisinden sakındırır." ifadesi sözkonusu tehditin kaçınılmaz
bir şekilde gerçekleşecek olan bir azaba ilişkin olduğunu ortaya
koymaktadır. Çünkü sakındırmanın yüce Allah'ın kendisiyle ilintili
olarak gündeme getirilmiş olması, hiç kimsenin bu azabı önleyemeyeceğini,
yüce Allah'a karşı kimsenin koruyuculuk yapamayacağını
gösterir. Nitekim yüce Allah, daha önce de bazı toplulukları
azapla tehdit etmişti. Dolayısıyla bu azabın da kesin olarak gerçekleşmesinde
hiçbir kuşku kalmaz. Hûd suresindeki ilgili ayette
yeralan: "Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz
yoktur, sonra yardım göremezsiniz." ifadesi de benzeri durumlara
yönelik bir işarettir.

"Dönüş yalnız Allah'adır." ifadesi, Allah'tan kaçıp kurtulmanın,
O'nu azaptan alıkoyacak bir gücün bulunmadığını anlatmaktadır.
Dolayısıyla önceki tehditi pekiştirici bir nitelik taşımaktadır.

"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler…"
diye başlayan ayet ve onu takib eden diğer ayetler, Kur'an'ın
vermiş olduğu gaybî haberler içerisinde yer almaktadır. Mâide
suresinin tefsirini sunarken, inşallah Kur'an'ın bu olağanüstü ifade


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 493


resinin tefsirini sunarken, inşallah Kur'an'ın bu olağanüstü ifade
tarzı hakkında ayrıntılı bilgi vereceğiz.

(Al-i İmran / 29) "De ki: Sinelerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah
onu bilir."
ayeti, "İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah
sizi onunla sorguya çeker." (Bakara, 284) ayetine benziyor. Ancak
söylendiği gibi "sorguya çekme"den çok "bilme" olgusu gizlilikle
ilintili olduğu için, ayette "açığa vurma" durumundan önce
"gizleme" durumuna işaret edilmiştir. Bakara suresindeki ayette
ise, tam tersi bir durum sözkonusudur. Yâni, "sorguya çekme" olgusu,
açığa vurulanla ilintili olduğundan, "gizleme" durumundan
önce "açığa vurma" durumu zikredilmiştir.

Yüce Allah bu ayette, Resulüne bu gerçeği -yâni kendi
nefislerinde gizledikleri veya açığa vurdukları
şeyleri yüce Allah
tarafından bilindiği gerçeğini- tebliğ etmesini emrediyor ve önceki
ayette olduğu gibi, doğrudan kendisi bu gerçeği direkt ifade
etmiyor. Bunun, kendisine tavsiye edilenlere uymayacağı sezilen
kişiye doğrudan hitap etmeye tenezzül etmemekten başka bir
nedeni yoktur. Nitekim: "Kim böyle yaparsa…" ifadesiyle ilgili
olarak da böyle bir duruma işaret etmiştik.

"Göklerde olanı da, yerde olanı da bilir. Allah herşeye güç yetirendir."
ifadesi daha önce hakkında açıklamada bulunduğumuz Bakara
suresindeki ilgili ayete (ayet 284) benzemektedir.

(Al-i İmran / 30)"Her bir nefsin, hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve
her ne kötülük işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir mesafe
olmasını istediği o günü…"
Ayetlerin akışı arasındaki bütünlükten, bu ayetin
Peygamberimize (s.a.a) yönelik emri içeren önceki ayetin bütünleyicisi,
tamamlayıcısı olarak yer aldığı anlaşılmaktadır. İfadede zarf
olarak geçen "yevme=gün" takdir edilmiş bir ifadeyle ilintilidir.
Yâni: "O günü hatırla ki…" ya da: "Allah bilir" ifadesiyle ilintilidir.
Doğrusu kıyamet gününde bizlerin göreceği sahneleri, yüce Allah'
ın bilgisiyle ilintilendirmenin hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü:
"yevme=o gün" bizim için açığa çıkması bağlamında yüce Allah'ın

494 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


bilmesi için bir "zarf" işlevini görür, O'nun tarafından gerçekleştirilmiş
olması bağlamında değil. Bu, O'nun egemenliğinin, kudretinin
ve gücünün, o gün açığa çıkmasına benzer. Nitekim yüce Allah,
konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "O gün, ortaya çıkarlar.
Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir?
Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır." (Mü'minun, 16) "Bugün
Allah'tan başka koruyucu yoktur." (Hûd, 43) "O zulmedenler, azaba
uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın
olduğunu… bir bilselerdi." (Bakara, 165) "O gün emir yanlızca
Allah'ındır." (İnfitar, 19)

Hiç kuşkusuz, egemenlik, kudret, güç ve emir her zaman -kıyametten
önce de, sonra da- Allah'ındır. Özellikle kıyamet günüyle
ilintili olarak bu olgulara işaret edilmiş olması, bunların kıyamet
günü bizim için açığa çıkacak olmalarından dolayıdır. Artık bunları,
biz canlılar hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak nitelikte
gözlemleyeceğiz.

Bundan dolayı "zarf"ın yüce Allah'ın "Allah bilir." sözüyle ilintilendirilmiş
olması, yüce Allah'ın, kulların hayır ve şer nitelikli sınırlarını
bilmesinin kıyamet gününe ertelendiği anlamını ifade etmez.


Kaldı ki, ayette "hazır" yerine "muhzar" ifadesinin kullanılmış
olması da bunu kanıtlamaktadır. Çünkü "huzura getirme" ancak
mevcut olup, görülmeyen bir şey için sözkonusu edilebilir. Şu halde
yüce Allah, var olan ve geçersiz kılınmaya karşı koruma altında
tutulan olguları, kıyamet günü kulları için hazırlar, huzura getiririr.
Ve bunların Allah'tan başka koruyucuları da yoktur. Yüce Allah
konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Senin Rabbin her şeyin üzerinde
koruyucudur." (Sebe, 21) "Katımızda saklayıp-koruyan bir
kitap vardır." (Kaf, 4)

Ayette geçen "tecidu=bulur" kelimesi "vicdan" masdarından
gelir. "Fikdan=yitirme"nin zıddıdır. "Hayırdan" ve "kötülükten" ifadelerinin
orijinalinin başındaki "min" edatı, beyâniye, yâni açıkla



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 495


maya dönüktür. İfadenin nekre=belirsiz olması da genelleştirme
içindir. Yâni: Az da olsa işlediği her hayrı, aynı
şekilde her kötülüğü
bulur. "ve her ne kötülük işlediyse…" ifadesi "hayırdan yaptıkları"
ifadesine matuftur. İfadenin akışından bunu anlıyoruz. Bu ayet,
amellerin somutlaşmasına, cisim haline gelmesine (kıyamet günü)
işaret eden ayetler arasında yeralır. Bakara suresinde bu hususla
ilgili açıklamalarda bulunduk.

"Onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği..."
Ayetin zahirinden, bu ifadenin mahzuf bir mübtedanın, yâni
"o" zamirinin haberi olduğunu anlıyoruz. Bu zamir de "nefs" kelimesine
dönüktür. İfadenin başındaki "lev" edatı, temenniyi bildirir.
Kur'an'da bu edatın "enne" edatının başına geldiğinin birçok örnekleri
vardır. Dolayısıyla, bunun caiz olmadığına, geçtiği yerlerde
uygun bir tevil getirmenin gerekliliğine ilişkin değerlendirmeleri
dikkate almamak gerekir.

İfadenin orijinalinde geçen ve mesafe anlamına aldığımız
"emed" kelimesi, zamansal aralığı, uzaklığı anlatır. Ragıp, el-
Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Emed" ve "ebed" kelimeleri,
birbirine yakın anlamları ifade ederler. Ancak ebed; sınırsız ve kayıtsız
bir zamansal süre demektir. Dolayısıyla: "Şu kadar ebed"
denmez. Ama emed; mutlak olarak kullanıldığı zaman, sınırı bilinmeyen
bir zaman dilimini ifade eder. Nitekim bu kelime belli bir
süre anlamında kullanılır. Tıpkı "şu kadar zaman" denildiği gibi
"şu kadar emed (vakit)" de denebilir. Zaman ile vakit (emed) arasındaki
fark, emed'de sonun, zamanda ise hem başlangıcın, hem
de sonun esas alınmasıdır. Bu yüzden bazıları: "Emed ve med (uzunluk)
birbirine yakın anlamlar ifade eder." demişlerdir." Ragıb'ın
açıklamaları burada sona erdi.

"Onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği…"
ifadesi, kötü amelin huzura getirilip gözler önüne serilmesinin
insanın canını sıktığını, rahatsız ettiğini gösterir. Nasıl ki, bunun
karşıt sahnesi olarak da iyi amelin sergilenmesinin de insanı


496 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


sevindirdiğini ortaya koyar. Kötülükleri işleyen kişinin, bunların hiç
olmamasını isteyeceği yerde, kendisiyle onların arasında uzak bir
mesafenin olmasını istemesi, bunların Allah'ın korumasıyla kalıcı
olduklarını gözlemlemiş olmasından ileri gelen bir tavırdır. Onun
elinden, bunların en kötü bir zamanda, felaketlerin dört bir yandan
sökün ettikleri bir durumda gündeme getirilmemelerini ve uzak
kalmalarını istemekten başka bir şey gelmez elinden. Nitekim
kötü arkadaş ile ilgili olarak da benzeri bir dilekte bulunulur. Yüce
Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Biz ona bir şeytanı
sardırırız; artık o, onun bir yakın dostudur... Sonunda bize geldiği
zaman, (kötü arkadaşına) der ki: "Keşke benimle senin aranda
iki doğu uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın dostmuşsun sen."

(Zuhruf, 36-38)

"Allah, sizi kendisinden sakındırır. Allah, kullarına çok şefkatlidir."
Hiç kuşkusuz, ikinci kez sakındırmadan söz edilmesi, konuya verilen
önemi ve tehdidin ciddiyetini ortaya koymaktadır. Bu ikinci
sakındırmanın, işlenen günahların ahiretteki akıbetlerine -ki aye-
tin konusu da budur- birinci sakındırmanın da bu günahların sadece
dünyadaki veballerine veya hem dünya hem de ahiret sorumluluğuna
dönük olması ihtimal dahilindedir.

"Allah, kullarına çok şefkatlidir." ifadesi, yüce Allah'ın kullarına
yönelik şefkatini ve acımasını anlatır. Kulluk vasfının öne çıkarılmış
olması da bu noktaya yönelik bir vurgu niteliğindedir. Ama
aynı zamanda yukarıdaki tehdidi de pekiştirmektedir. Çünkü korkutma
ve sakındırma amaçlı anlatımlarda, bu tür ifadelere yer
verilmesi, korkuyu pekiştirme ve konuşmacının öğüt vermeyi hedeflediğini,
hayır ve ıslahtan başka bir şey istemediğini anlatma
amacına yöneliktir. Tıpkı birine şöyle demen gibi: "Sakın şu işi
yapmış olarak karşıma çıkma. Çünkü ben, böyle bir şey yapıp da
karşıma çıkan kimseye fölerans tanımamaya yemin ettim. Ben
bunu, sana acıdığım ve şefkat duyduğum için haber veriyorum."


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 497


Dolayısıyla yukarıdaki ifade -Allah doğrusun daha iyi bilir-şu
şekilde yorumlanabilir: "Yüce Allah kullarına yönelik şefkatinden
dolayı, cezasının çekilmesi kaçınılmaz olan, hiçbir şefaatçinin ve
savunmacının en ufak bir etkinlik göstermediği böyle bir günahı
işlemeden önce, onları bu tür davranışlardan nehyediyor."

(Al-i İmran / 31) "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki,
Allah da sizi sevsin."


Daha önce "hübb=sevgi" kavramının anlamı üzerinde durmuş ve bunun
gerçek anlamda Allah'a yönelik olabileceği gibi başkasına da yönelik
olabileceğini: "İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür."
(Bakara, 165) ayetini tefsir ederken vurgulamıştık.

Burada ise, fazladan şunları söylüyoruz: Hiç kuşkusuz, ayetlerde
net bir şekilde dile getirildiği gibi, yüce Allah kullarını kendisine
iman etmeye ve ihlasla kulluk sunmaya ve şirkten uzak durmaya
davet eder. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Haberin olsun; halis olan
din yalnızca Al-lah'ındır." (Zümer, 3) "Onlar, dini yalnızca O'na halis
kılan hanifler olarak sadece Allah'a kulluk etmekten… başkasıyla
emrolunmadı-lar." (Beyyine, 5) "Öyleyse, dini yalnızca O'na halis
kılanlar olarak Al-lah'a dua edin; kâfirler hoş görmese de."
(Mü'minun, 14) Bunun gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.


Hiç kuşkusuz, ihlas=dini sırf Allah'a özgü kılmak, ancak insan
kalbinin -ki bir şeyi ancak kalbi, sevgi ve eğilim sonucu ister veya
amaçlar- Allah'tan başka düzmece mabut, matlup, put, eş veya
dünyevi bir gaye ve hatta cennete kavuşma ve ateşten kurtulma
gibi uhrevi bir hedeften soyutlanması, ilgilenmemesi ile gerçekleşebilir.
Kalbin tüm ilgisi, tek mabudu olan Allah'a yönelik olmalıdır.
Şu halde, dini sırf Allah'a özgü kılmak Allah'ı sevmekle
mümkündür.

Gerçek sevgi, her arayanı aradığına, her dileyeni dileğine bağlayan
tek araçtır. Sevgi, seveni sevgiliye doğru çeker, ki onu bulsun
ve seven sevgili aracılığıyla eksikliğini tamamlasın. Bir seven için


498 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


sevgilisinin kendisini sevdiği müjdesinden daha büyük müjde olamaz.
İşte bu zaman buluşur iki sevgilinin sevgisi ve buradan başlar
âşıkların karşılıklı nazları.

Sözgelimi, insan gıda maddelerini sever ve kendisini onlara
yönelik bir çekim alanının içinde bulur. Ki onları bulsun ve açlık
dolayısıyla kendisinde meydana gelen eksikliği giderebilsin. Yine
insan cinsel birleşmeyi ister. Ki nefsinin buna yönelik beklentisini
bulabilsin. Bu yöndeki eksikliğin belirtisi de şehvet duygusudur.
Aynı şekilde insan, arkadaşlarıyla buluşmayı da ister. Onu bulmayı
ve onunla yakınlık kurmayı arzular. Onu görmediği zamanlar canı
sıkılır. Köle efendisini ister ve bazen hizmetçi sahibini kendisine
efendi edinir. Ki sahibin sahiplik hakkı ve hizmetlinin de hizmetlilik
hakkı doğsun. Eğilim ve sevgi ile ilgili meseleleri incelersen
veya değişik aşk hikayelerini okursan, söylediklerimizin ne denli
gerçeği yansıttığını görürsün.

Sevgiyi sırf Allah'a özgü kılan kulun tek arzusu, kendisinin Allah'ı
sevdiği gibi Allah'ın da onu sevmesi ve yalnızca yüce Allah'ın
onun için olmasıdır. İşin gerçek mahiyeti de budur işte. Ancak yüce
Allah, Kur'an'da her sevgiyi kendisine yönelik sevgi olarak
değerlendirmez. (Sevgi; gerçekte, iki şeyi birbirine bağlayan bir
bağdır.) Bu, varlık alemine egemen olan sevgi yasasının da bir
gereğidir. Çünkü bir şeyi sevmek, onunla ilgili olan her şeyi sevmeyi
gerektirir. Onun yanından ve ondan taraf gelen her şeye boyun
eğmeyi ve teslim olmayı kaçınılmaz kılar. Yüce Allah ise, tek
ve ortaksız ilâhtır. Her şey varlığıyla ilgili her konuda O'na dayanır.
O'na varmak için araçlar edinmeye çalışır. Büyük-küçük her şeyin
gidişi O'na yöneliktir. Dolayısıyla her şeyin sevgisi de O'na yönelik
olmalıdır. İçtenlikle O'na boyun eğmelidir.

Her insan, tevhit dini ve İslam yolu aracılığıyla ve insanın kavrayışı
ve algılayışı oranında kulluğu sırf O'na özgü kılmalıdır. Allah
katında geçerli olan tek din İslam'dır. Allah'ın mesajını sunanlar,
nebiler ve resuller, insanları bu dine davet etmişlerdir. Özellikle


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 499


İslam dini, Allah'a yönelik ihlaslı bir kulluk sistemini temsil eder
ki, bundan öte bir ihlas, bundan net bir dini O'na has kılma esaslı
bir sistem bulmak mümkün değildir. İslam dini; yasaların, şeriatların
ve nebevi yolların gelip dayandıkları fıtratla örtüşen bir dindir.
Peygamberler, bütünüyle bu fıtri çizgide hareket etmişlerdir.
Kur'an'ı gereği gibi inceleyen bir kimse, bu söylediklerimizden
kuşku duymaz.

Peygamber Efendimiz (s.a.a) izlediği yolu, tevhit yolu ve yüce
Allah'ın kendisine emrettiği gibi şirkten berî kulluk çizgisi olarak
tanımlamıştır. Yüce Allah bu bağlamda Peygamberimize (s.a.a) şu
direktifi vermektedir: "De ki: Bu benim yolumdur. Bir basiret üzere
Allah'a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah'ı tenzih
ederim, ben müşriklerden değilim." (Yusuf, 108) Burada Peygamberimizin
(s.a.a) yolunun bir basirete, kulluğu sırf Allah'a özgü kılmaya
ve şirkten uzak durmaya dayalı olarak Allah'a davet etme
olduğu belirtiliyor. Şu halde, onun yolu davet ve şirkten uzak kulluktan
ibarettir. Ona tâbi olmak ve onu izlemek bu hususta onun
gibi davranmakla mümkündür. Bu, aynı zamanda ona tâbi olanların
da niteliğidir.

Bir başka ayette yüce Allah, Resulullah (s.a.a) için bir hayat
sistemi olarak yasalaştırdığı
şeriatının, bu yolu, yâni davet ve şirkten
berî kulluk esaslı yolu temsil ettiğini vurguluyor ve şöyle buyuruyor:
"Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse
sen ona uy." (Câsiye, 18) Bunun aynı zamanda Allah'a temsil olmayı
da ifade ettiğini bildirir: "Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki:
"Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim ettim." (Âl-i
İmrân, 20) Sonra bunu kendisine nispet ederek onun kendisinin
dosdoğru yolu olduğunu belirtiyor: "Bu benim dosdoğru olan yolumdur.
Şu halde ona uyun." (En'âm, 153)

Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, İslam=temel bilgilerin,
ahlâki kuralların, pratik uygulamaların ve hayat düsturunun top-
lamından ibaret olarak Peygamberimiz (s.a.a) aracılığıyla yasalaş



500 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


tırılan şeriat, Allah katında şirkten berî kulluk sisteminin adıdır. Bu
da sevgiye dayanır, sevgi esasına dayalı olarak yükselir. Demek ki
İslam, ihlas dinidir. Diğer bir ifadeyle sevgi dinidir.

Yaptığımız bu uzun açıklamalarla, tefsirini sunduğumuz: "De
ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin"
ayetinin anlamı belirginleşiyor. Buna göre -Allah doğrusunu daha
iyi bilir- kastedilen anlam şudur: "Eğer siz gerçek sevgiye dayalı
ibadetlerinizi sırf Allah'a özgü kılmak istiyorsanız, ihlas ve İslam
olarak tezahür eden sevgiye dayalı olan şu şeriata uyun. Bu, kişiyi
Allah'a ulaştıran dosdoğru yoldur. Eğer özelliği bu olan yolumda
bana uyarsanız, Allah da sizi sever. Hiç kuşkusuz bu, bir seven için
en büyük müjdedir. O zaman dilediğinize kavuşursunuz. Bir seven,
sevgisi aracılığıyla ancak böyle bir şeyi arzu eder." Ayeti mutlak
olarak ele aldığımız zaman böyle bir sonuç elde ediyoruz.

Ayetin kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan ayetlerden sonra yer
almış olmasını göz önünde bulundurup, onu kendisinden önceki
ayetlerle bağlantılı olarak ele aldığımız zaman, şöyle bir sonuç
çıkıyor karşımıza: Bir yerde dostluk meydana geldi mi daha önce
söylediğimiz gibi buna bağlı olarak kişi ile dost edindiği arasında
bir sevgi bağı oluşur. Önceki ayet, muhatapları, Allah'ı veli edindiklerine,
onun hizbinin saflarında yer aldıklarına ilişkin iddialarında
doğru iseler, bunu Peygambere (s.a.a) tâbi olmakla somut olarak
ifade etmeye çağırmıştı. Çünkü Allah'ı veli edinmekle kâfirlerin
hevalarına uymak bir arada olmaz. (Dost ve veli edinmek de ancak
tâbi olmakla olur.)

Allah'ı dost edinen kimsenin, kâfirlerin sahip oldukları dünyanın
baştan çıkarıcı, çekici süslerine kapılarak onların tutkulu ihtiraslarının
peşinden gitmesi düşünülemez. Tam tersine böyle biri
Allah'ın Peygamberi (s.a.a) tarafından pratize edilen dine tâbi olmaya
muhtaçtır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
"Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen
ona uy ve bilmeyenlerin hevalarına uyma. Çünkü onlar, Allah'tan


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 501


hiçbir şeyi senden savamazlar. Şüphesiz zalimler, birbirlerinin
velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir." (Câsiye, 18-19) İkinci
ayette, tâbi olma anlamından veli edinme ve dostluk kurma an-
lamına doğru gerçekleştirilen geçişe dikkat ediniz!

Buna göre, Allah'ı sevip dost edindiğini söyleyen bir kimsenin
Resule (s.a.a) tâbi olması gerekir. Ta ki bu sevgisi Allah'ın da onu
sevip dost edinmesiyle sonuçlansın. Dolayısıyla sevgi, dost edinmenin
esasını, temelini oluşturduğu için, tefsirini sunduğumuz
ayette ancak Allah'ın sevgisinden söz edilmiş, veli edinilmesine
yer verilmemiştir. Yine, Resulullah'a (s.a.a) ve mü'minlere olan
sevginin gerçekte Allah'a dönük olmasından dolayı da ayette yalnızca
Allah'ın sevgisine işaretle yetinilmiştir.

"Ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayandır, esirgeyendir."
Allah'ın geniş rahmeti ve onun katındaki maddi ve ma-
nevi bağışları sonsuzdur. Bunlar kulların içinde bir şahsa veya bir
zümreye özgü değildir. Burada ilahî bağışın mutlaklığını sınırlandıracak
bir istisnaya da yer verilmemiştir. Bu rahmeti ve ilahî bağışı
durduracak tek şey, kişinin buna layık olmaması ve bu yönde kötü
bir tercihte bulunmasıdır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir." (İsrâ, 20)

Günah, Allah katındaki yakınlık ve bunun sonuçları olan cennet
ve içindeki nimetler gibi onur verici nimetlere erişmeyi engelleyici
bir unsurdur. Bilakis, insan kalbinin üzerindeki günah tortularının
giderilmesi, günahların bağışlanması ve üzerinin örtülmesi
ise, mutluluk kapısını açan ve insanı onur verici bir yurda kavuşturan
tek anahtardır. Bu yüzden: "Allah da sizi sevsin." sözünden
hemen sonra: "ve günahlarınızı bağışlasın." ifadesine yer verilmiştir.
Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi sevgi, seveni sevgiliye çeker.
Kulun Rabbine yönelik sevgisi de O'na yaklaşmayı, ibadeti
O'na özgü kılmayı ve sadece O'na tapmayı gerektirdiği gibi, yüce
Allah'ın da kulunu sevmesini, kula yakın olmasını, uzaklaştıran
perdeleri kaldırmasını, gayb örtülerini aralamasını gerektirir. Gü



502 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


nahtan başka da perde olmadığına göre, günahların bağışlanması
gerekir. Bundan sonraki onur verici nimetler, bağışlar ve kerametler,
az önce işaret ettiğimiz gibi Allah'ın ihsan etmesiyle, lütufta
bulunmasıyla gerçekleşir.

"Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas
tutmuştur. Hayır; gerçekten onlar, Rablerinden
perdelenmişlerdir." (Mütaffifin, 14-15) ayetler tefsirini
sunduğumuz: "Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."
ayetindeki ifadeyle birlikte incelendiği zaman, bizim
söylediklerimizin haklılığı net bir şekilde anlaşılacaktır.

(Al-i İmran / 32) "De ki: "Allah'a ve Resulüne itaat edin." Bundan önceki ayette,
muhataplar Resule tâbi olmaya çağırılmışlardı. Tâbi olmaksa, birinin
izinden gitmek demektir. Ama bu da tâbi olunan kişinin bir
yolu izliyor olması ile mümkün olabilecek bir durumdur. Peygamber
Efendimizin (s.a.a) izlediği yol, Allah'ın dosdoğru yolu ve Peygamberi
aracılığıyla egemen kıldığı şeriatıdır. Ki insanların buna
uymaları zorunluluktur. Bundan dolayı, şu anda tefsirini sunduğumuz
bu ayette Peygambere (s.a.a) uymanın anlamı, bir kez daha,
bu sefer "itaat" kalıbı içinde vurgulanmıştır. Bununla verilen mesaj
şudur: Peygamberin de izlediği ihlas (ibadeti sırf Allah'a yönelik
olarak yerine getirmek) yolu, özü itibariyle emirler, yasaklar, davetler
ve yol gösterici irşatlar toplamından ibarettir.

Dolayısıyla, yolundan gitmek suretiyle Peygambere uymak,
yasalaştırılıp egemen kılınan şeriat bağlamında Allah'a ve Resule
itaat etmek demektir. Resul ile birlikte ulu Allah'ın zikredilmesi,
işin özü itibariyle aynı olduğunu vurgulamak içindir. Ve yüce Allah
ile birlikte Resulden söz edilmesi de konunun ona tâbi olmayla
ilintili olmasından dolayıdır. Dolayısıyla bazılarının: "Ayette kastedilen
anlam şudur: "Ki-taba uymak suretiyle Allah'a, sünnete uymak
suretiyle de Resule itaat edin." şeklindeki yorumları yanlıştır.

Çünkü böyle bir yaklaşım: "De ki: Allah'a ve elçisine itaat e-
din." ifadesinin: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun."


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 503


ifadesini açıkladığı gerçeğiyle bağdaşmaz. Ayrıca ayet, Allah'a
itaat etmekle Resule itaat etmenin aynı şey olduğunu vurgulamaktadır.
Bu yüzden tekrara gerek duyulmamıştır. Eğer Allah'a
itaat ile Peygambere itaat farklı olgular olsaydı, uygun olanı
şöyle bir ifadenin kullanılmış olmasıydı: "Allah'a itaat edin ve Resule
itaat edin." Tıpkı: "Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden
olan emir sahiplerine de." (Nisâ, 59) ayetinde olduğu gibi. Ki vurguladığımız
husus gayet açıktır.

Biliniz ki: İfadenin mutlaklığı ve objektif ortama uygunluğu
bağlamında bu ayet hakkındaki değerlendirme, önceki ayete ilişkin
değerlendirmeden farklı değildir.

"Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez."
Bu ayet,
yukarıdaki emre uymayıp yüzünü çeviren kimselerin kâfir olduklarını
gösterir. Kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan diğer ayetlerden
de bunu algılamak mümkündür. Burada aynı zamanda bu ayetin
önceki ayetin açıklayıcısı konumunda olduğuna yönelik bir işaret
de algılıyoruz. Çünkü ayet, kâfirlere yönelik sevgiyi, Allah'a ve Peygambere
itaati emretmek suretiyle olumsuzluyor. İlk ayette ise,
Peygambere tâbi olmaya ilişkin emre uyan mü'minleri sevmenin
gereği vurgulanıyor. Ayetler arasındaki bağlantıyı bu şekilde kurup
anlamak gerekir.

Tefsirini sunduğumuz bu ayetlere ilişkin olarak yukarıda yer
alan açıklamalardan sırasıyla şu hususlar belirginleşiyor:

a) Takiyye yapmaya genel anlamda izin verilmiştir.

b) Kâfirleri dost edinmenin ve Allah'ın bu husustaki
yasaklamasına uymamanın cezalandırılmağa yol açtığı ve bunun
kesin olarak yasaklandığı açıktır. Bu, yüce Allah'ın kesin,
değişmez hükümlerindendir.

c) İlahî şeriat, sırf Allah'a kulluk sunmanın somut şeklidir. Sırf
Allah'a kulluk sunmak da Allah'ı sevmenin pratik ifadesidir. Diğer
bir ifadeyle: İlahi bilgilerin, ahlâki prensiplerin ve olanca genişliği
ve sonsuz ayrıntılarıyla pratik hükümlerin toplamından ibaret olan


504 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


din, tahlil ve çözümleme sonucu, ihlâstan başka bir şeyi ifade
etmez. Bununla insanın özünü, özünün niteliklerini (yâni ahlâkını),
özünün amellerini ve fiillerini tek ve Kahhar olan Allah'a dönük
kılmasını kastediyoruz. Sözünü ettiğimiz bu ihlas ise, yalnızca sevgiye
dayanır. Nitekim din, başka bir perspektiften teslimiyete, teslimiyet
de tevhide dayalı olarak biçimlenir.

d) Kâfirleri dost edinmek küfürdür. Ama zekat vermeyenin ve
namazı terk edenin küfrü gibi ayrıntılara ilişkin bir küfürdür. Temel
prensiplerle ilgili değil. Daha önce söylediğimiz gibi, kâfirleri dost
edinen insanın küfrü, bu dostluğun neden olduğu ifsattan da
kaynaklanıyor olabilir. Yâni, kâfirlerle dostluk kurmak, insanı
sonunda küfre sürükleyebilir. Mâide suresinin tefsirini sunarken
daha ayrıntılı bilgiler sunacağız.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp
da kâfirleri dostlar edinmesinler."
ayetiyle ilgili olarak İbn-i İshak,
İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatem, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler:
"Ka'b b. Eşref'in müttefiki Haccac b. Amr, İbn-i Ebu Hakik ve Kays
b. Zeyd, Ensar'dan bazı kişileri sırdaş-dost edinmek suretiyle onları
dinleri hususunda fitneye düşürmeyi amaçlamışlardı. Rifaa b.
Munzir, Abdullah b. Cubeyr ve Sa'd b. Hüseyme Ensar'dan olan bu
gruba: "Şu Yahudilerden uzak durun. Onları sırdaş edinmekten
kaçının. Yoksa sizi fitneye düşürüp dininizden döndürürler." dediler.
Ama onlar bu uyarıya kulak asmadılar. Bunun üzerine yüce
Allah: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler."
diye başlayıp: "Allah her şeye güç yetirendir." ifadesiyle
son bulan ayetleri indirdi. (c.2, s.16)

Ben derim ki: Önceki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi,
bu rivayet ayetin zahiriyle uyuşmuyor. Çünkü "Kâfirler" ifadesinin
mutlak olarak kullanıldığı zaman, Ehl-i Kitabı da kapsayıp kapsamadığı
hususu belirgin değildir. Dolayısıyla bu kıssanın, tefsirini


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 505


sunduğumuz ayetlerden çok, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyi
yasaklayan ayetlerin iniş sebebi olması daha uygun düşmektedir.


Tefsir-us Safi adlı eserde: "Ancak onlardan korunma gayesiyle
sakınmanız başka." ifadesiyle ilgili olarak Merhum Tabersî'nin elİhticac
adlı eserinde, Hz. Ali'den (a.s) naklettiği şöyle bir rivayet
aktarılır: "Allah, dininde takiyye yapmanı emretmiştir. Sakın kendini
helake atmayasın. Sana emrettiğim takiyyeyi terk etmeyesin.
Bu durumda kendinin ve kardeşlerinin kanını hedef eder, kendini
ve onları nimetlerden yoksun bırakırsın. Onları Allah düşmanlarının
elinde zelil kılarsın. Oysa Allah onları aziz kılmanı emretmiştir."
(c.1, s.253)


Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle derdi: "Takiyye yapmayanın
dini yoktur."
Sonra, Allah: "Ancak onlardan korunma
gayesiyle sakınmanız başka."
buyurmuştur." derdi." (c.1, s.166, h:24)

el-Kafi'de İmam Bakır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Ademoğlunun
mecbur kaldığı her yerde takiyye yapmasını yüce Allah
ken-disine helal kılmıştır." (c.2, s.220, h:18)

Ben derim ki: Takiyye'nin meşruluğuna ilişkin olarak Ehl-i Beyt
İmamlarından aktarılan rivayetler o kadar çoktur ki, tevatur düzeyine
erişmişlerdir. Ayetin de buna ilişkin tartışılmaz bir kanıt içerdiği,
gün gibi ortadadır.

Maâni'l Ahbar adlı eserde Said b. Yesar'dan şöyle rivayet edilir:
"İmam Cafer Sadık (a.s) bana şöyle dedi: "Din, sevgiden başka
nedir ki? Çünkü yüce Allah: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız
bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." buyurmuştur."

Aynı hadisi el-Kafi'de (c.8, s.67, h:18) İmam Bakır'dan (a.s) rivayet
etmiştir. Yine Tefsir-ul Kummî (c.1, s.100) ve Tefsir-ul Ayyâşî (c.1,
s.167, h:25) kitaplarının yazarları bu hadisi Hıza'dan, o da İmam
Bâkır'dan (a.s) rivayet etmiştirlerdir. Tefsir-ul Ayyâşî'de Berid aracılığıyla
İmam Bakır'dan (a.s) ve Rib'i aracılığıyla da İmam Sadık'tan


506 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


(a.s) rivayet edilmiştir. Bu rivayet, yukarıdaki açıklamamızı destekler
niteliktedir.
Maani'l Ahbar'da İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Allah
kendisine isyan edeni sevmez." Ardından bunu şu dizelerle
ifade ettiği belirtilir:

"İlâha isyan edersin, ama onu sevdiğini söylersin

Bu, ömrüme andolsun ki, görülmemiş bir davranıştır

Eğer onu gerçekten sevseydin, ona itaat ederdin

Seven sevdiğine itaat eder çünkü."

el-Kafi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Allah'
ın kendisini sevdiğini bilmek kimin hoşuna gidiyorsa, Allah'a itaat
yönünde çalışsın ve biz Ehl-i Beyt'e tâbi olsun. Allah'ın, Peygamberine
şöyle dediğini duymamış mıdır?: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız
bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."
(C.8, s.13, h:1)


Ben derim ki: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat
edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisâ, 59) ayetini tefsir
ederken, Ehl-i Beyt İmamlarına tâbi olmanın Peygambere (s.a.a)
tâbi olmak anlamına gelişinin mahiyetini etraflı bir şekilde
açıklayacağız.


ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Abd b. Hamid, Hasan'dan şöyle
rivayet eder: "Resulullah Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Sünnetimden
yüz çeviren benden değildir."
Ardından şu ayeti okuduğunu
belirtir: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da
sizi sevsin." (c.2, s.17)


Yine aynı eserde, İbn-i Ebu hatem, Ebu Nuaym Hilyet-ul Evliya
adlı eserde ve Hakim Aişe'den şöyle rivayet ederler: "Resulullah
Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Şirk, karanlık bir gecede düz bir kaya
üzerindeki küçücük bir karıncanın hareketinden daha gizlidir.
Şirkin en hafifi bir şekilde zulme karşı sevgi beslemek ve adalete
karşı buğzetmektir. Din; Allah için sevmek ve Allah için


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 .................................................................... 507


buğzetmekten başka nedir ki?! Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Deki:
Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin."

(c.2, s.17)


Yine aynı eserde, Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi, İbn-i Mace, İbn-i
Habban ve Hakim, Ebu Rafi kanalıyla Peygamberimizin (s.a.a)
şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "İçinizden biri saltanat tahtına
kurulup, benim tarafımdan emredilen veya yasaklanan bir şey
kendisine hatırlatıldığında: "Bilemiyoruz. Biz, Allah'ın kitabında
bulduklarımıza tâbi oluruz." demesin." (c.2, s.17)

---------------------
Değerli Kardeşlerim Mizan Tefsiri'ni ve diğer Ehlibeyt eserlerini
www.islamkutuphanesi.com
www.mizantefsiri.com
www.ehlibeytkutuphanesi.com
sitelerinden indirebilirsiniz.