El-Mizân
Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:3

                AL-İ İMRAN SURESİ

                             ( 1-120. Ayetler)

                                         İÇİNDEKİLER


26- De ki: Allah'ım, (ey) mülkün sahibi, dilediğine mülkü verirsin
ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini
alçaltırsın; bütün hayırlar sadece senin elindedir. Gerçekten
sen, her şeye güç yetirensin.

27- Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın; diriyi
ölüden çıkarırsın. Ölüyü de diriden çıkarırsın. Sen, dilediğine
hesapsız (karşılıksız) rızık verirsin.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Yukarıdaki iki ayet, ehl-i kitabın, özellikle Yahudilerin durumuna
ilişkin olan önceki ayetlerle bir şekilde irtibatlıdır. Önceki ayetlerde
onlara yönelik dünya ve ahiret azabına ilişkin tehditlere yer
verilmişti. Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın mülkü ellerinden çekip çıkarması,
kıyamet gününe kadar üzerlerine zillet ve miskinlik
damgasını vurması, soluklarını kesmesi, egemenlik ve bağımsızlıklarını
ellerinden alması da bir tür azapdır.

Ayrıca, daha önce de açıklandığı gibi, Âl-i İmrân suresinin ana
mesajı, yüce Allah'ın evrenin yaratılışı ve yönetimi üzerinde tek ve
ortaksız egemenliğe sahip olduğunu vurgulamaya ilişkindir.
Öyleyse O, mülkün tek sahibidir; onu dilediğine verir. Dilediğini
aziz, üstün kı-lar. Kısacası, hayrı dilediğine veren O'dur. Mülkü ve
izzeti çekip alan da O'dur. Her türlü hayrı dilediği kimselerden sö



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 449


küp çıkarır. Bu bakımdan, tefsirini sunduğumuz iki ayetin içeriği
surenin ana mesajının dışında değildir.

(Al-i İmran / 26) De ki: Allah'ın, (ey) mülkün sahibi" Burada yüce Allah'a sığınılmaya
ilişkin bir emir yeralıyor. Ki mutlak anlama hayır-iyilik O'-nun
elindedir. O, sınırsız, mutlak kudrete sahiptir. Bu emrin yöneltilmiş
olmasının amacı, münafıkların ve hak esaslı dinden sapan müşriklerle
ehl-i kitabın kalbinde etkin olan söylentilerden kurtulmaya
yöneliktir. Çünkü onlar kendileri hesabına tasavvur ettikleri mülk,
izzet ve Allah'tan müstağni olmak gibi asılsız duygulardan dolayı
sapmış ve helak olmayı hak etmişlerdir. Böyle bir emrin yöneltilmiş
olmasının bir diğer amacı da Allah'a sığınan kimsenin kendi
nefsini böylece hayır ve dilediğine hesapsız rızık veren Allah'ın
feyizlerini almaya yöneltmesini vurgulamaktır.

Mülk (orijinali milk=insanın sahip bulunduğu şey); biz insanlar
arasında, manası bilinen ve aslında herhangi bir kuşku bulunmayan
bir terimdir. Ancak mülk, hakiki ve itibarî olmak üzere iki kısma
ayrılmaktadır:

Hakiki mülk; bir şeyin, sözgelimi bir insanın, varoluş ve yaratılış
yasası uyarınca, bu yasanın imkan verdiği ölçüde, bir şey üzerinde
tasarrufta bulunmasına denir. İnsanın kendi gözü hususunda
bulunduğu tasarrufu; dilediği biçimde kullanıp kullanmamasını
buna örnek gösterebiliriz. Yine elini açıp kapaması, bir şeyi tutup
bırakması türü işlerde kullanması da bunun bir örneğidir. Bu anlamda
malik (sahip) ile mülkünün (sahip olduğu şeyin) arasında
gerçek bir ilintinin olması kaçınılmazdır. Bu tarz ilintilerde değişiklik
olmaz ve sahip olunan şeyin varlığı, sahibine bağlıdır. Mülk malikiyle
kâimdir. Mülk malikinden müstağni olamaz. Var olduğu
sürece ondan ayrı düşünülemez; ayrılması onun yok olması (ve
işlevini yitirmesi) demektir. Göz ve elin bir şekilde insandan ayrılması
gibi. Yüce Allah'ın tüm evren, evrenin kapsamında olan her
varlık ve her eylem ve iş üzerindeki mutlak sahipliği, malikliği de


450 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


işte bu kısım malikiyet türündendir. Dolayısıyla O, dilediği şey üzerinde,
dilediği tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.

Mülkün, sahip olmanın bir diğer kısmı da saymaca (itibarî) ve
koymacadır (vaz'îdir). İtibarî mülk, örneğin, insan gibi bir varlığın
toplum içinde akıl sahibi kimselerin toplumsal bazı amaçlara u-
laşmak için öngördükleri bir bağıntı uyarınca, herhangi bir şey üzerinde
dilediği gibi tasarrufta bulunmasına denilmektedir. Sözünü
ettiğimiz akıllı insanlar, varlıklar aleminde gözlemledikleri gerçek
mülkiyetten ve onun etkilerinden yola çıkarak bu tarz itibarî
bir mülkiyet belirleyip, bunun onun gibi olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu tür bir mülkiyeti geçerli kılmaktan amaçladıkları, kendi toplumsal
sistemleri içinde geçerli bir sahibin gerçek ve varoluşsal
mülkünden elde ettiği sonuçların, yararların benzerlerini, bu tür
nesne metalardan elde etmektir.

Bu tür mülkiyette sahip ile sahip olunan şey arasındaki ilişkinin
koymaca (vaz'î) ve saymacaya (itibarî) dayandığından dolayı
değişime, dönüşüne açıktır. Sözgelimi bu tür bir mülkiyet, satış,
bağış ve benzeri nakil sebepleri dolayısıyla bir insandan başkasına
geçebilir.

Sultanlık anlamına gelen mülk (orijinali mülk), sahip olmayı
ifade eden mülk (orijinali milk) türünden olsa da ancak o bir grup
insanın sahip olduğu şeylere sahip olmak demektir. Kralın yurttaşlarının
sahip oldukları
şeylere sahip olması gibi. Kralın, tebasının
sahip oldukları
şeyler üzerinde, kendi tasarrufuyla onların tasarrufları
arasında herhangi bir çatışma olmadan tasarrufta bulunabilir.
Onların dilemeleriyle, onun dilemesi çakışmaz. Bu, gerçekte mülkiyet
üstü mülkiyettir. Biz buna terminolojik olarak "dikey mülkiyet"
diyoruz. Efendinin kölesine ve sahip olduğu şeylere sahip olması
gibi. Bundan dolayı, doğrudan sahiplik (milk) ile ilgili açıkladığımız
kısımlar sultanlık ve dolaylı sahip olma için de geçerlidir.

Yüce Allah, mutlak bir şekilde her şeyin maliki ve her şeye malik
ve egemendir. Her şey üzerinde mutlak sahipliğe sahip oluşuna


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 451


gelince; bu, O'nun mutlak Rabliğinden, her şey üzerindeki mutlak
egemenliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır,
her şeyin ilahıdır. Konuya ilişkin olarak yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İşte bu, sizin Rabbiniz Allah'tır; her şeyin yaratıcısıdır;
O'ndan başka ilah yoktur." (Mü'min, 62) "Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi O'nun-dur." (Bakara, 255) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek
gösterebiliriz. Bu ayetlerin tümü, "şey" olarak isimlendirilebilen
tüm varlıkların, özü itibarıyla O'nunla kâim olduklarına, özü
itibarıyla O'na muhtaç olduklarına, O olmadan kendi başlarına
olamayacaklarına, bağımsız bir varlık gösteremeyeceklerine, O'nun
kendisiyle ilgili olarak ve kendisinin içinde dilediği bir şeyi
gerçekleştirmesine hiçbir şeyin engel olamayacağına delalet etmektedirler.
Daha önce de söylediğimiz gibi, bunun adı dolaysız
mülkiyettir.

Yüce Allah'ın mutlak olarak melik ve egemen oluşu, tüm varlıklar
üzerinde mutlak olarak malik oluşunun bir gereğidir. Çünkü
bizzat varlıkların bir kısmı, diğer bir kısmının sahibi konumundadırlar.
Sebeplerin sonuçlarına sahip olmaları gibi. Yine varlıklar,
faaliyet halindeki güçlerine, faaliyet halindeki güçler de fiillerine
sahip konumundadırlar. İnsanın kendi bedeninin organlarına ve
görme organı gibi güçlere sahip olması gibi. Bunlarsa, kendi fiillerinin
sahipleridir. Yüce Allah her şeyin sahibi olması bakımından,
bu şeylere sahip olanların, sahip oldukları şeylerle birlikte sahibidir.
İşte mutlak melikliğin ifadesi olan mülk'ün anlamı budur. Konuyla
ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Mülk O'nundur,
hamd da O'nundur."
(Teğabun, 1) "Çok kudretli Melik (mülkünün
sonu olmayan)ın yanında."
(Kamer, 55) Daha bunun gibi birçok ayet
örnek gösterilebilir. Dolaylı ve dolaysız gerçek, hakiki mülkiyet
budur.

Mülkiyetin itibari ve saymaca olanına gelince: Yüce Allah, maliktir;
çünkü herhangi bir mala sahip olan bir kimsenin sahip olduğu
her şeyi veren O'dur. Eğer sahip olmasaydı böyle bir durum


452 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


doğru olmazdı ve sahip olmadığı
şeyi sahip olamayana veren konumuna
düşerdi. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Ve Allah'
ın size verdiği malından onlara verin." (Nur, 33)

Yüce Allah, insanların ellerinde bulunan her şeyin sahibi olan
malik ve egemendir de. Çünkü egemenlik sahibi kanun koyucudur.
Egemenliği dolayısıyla insanların sahip oldukları
şeyler üzerinde
tasarrufta bulunur. Tıpkı sultanların yurttaşlarının malları
üzerinde tasarrufta bulunmaları gibi. Aşağıdaki ayetler yüce Allah'
ın bu egemenliğine işaret etmektedirler: "De ki: İnsanların Rablerine
sığınırım. İnsanların melikine -mutlak hakimine-..." (Nas, 1-2)
"Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya
kalkışırsanız, onu sayıp bitirmeye güç yetiremezsiniz." (İbrahim,
34) "Sizi kendilerinde halifeler kılıp harcama yetkisi verdiği şeylerden
infak edin." (Hadid, 7) "Size ne oluyor ki, Allah yolunda infak
etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allah'ındır.
(Hadid, 10) "Bugün mülk=hükümranlık kimindir? Kahhar olan tek
Allah'ındır." (Mü'min, 16) Yüce Allah, şu anda sahip olduğumuz şeylerin,
bizden önce de sahibiydi, bizim yanımızdayken de onların
sahibidir ve bizden sonra da bunlar üzerindeki mülkiyeti sürecektir.


Yukarıdan beri yaptığımız açıklamlar üzerinde durup düşünenler:
"Allah'ım, (ey) mülkün sahibi" ifadesinin sırasıyla şu hususları
vurgulamaya dönük olduğunu görür:

Birincisi; yüce Allah her türlü mülkiyet ve egemenliğe malik ve
sahiptir. Hakimlik ve egemen olma şeklinde malik olmak, gerçekte
do-laylı sahip olma ve mülkiyet üstü mülkiyettir. Buna göre yüce
Allah, meliklerin, melikidir. Çünkü her malike, mülkü veren O'dur.
Aşağıdaki ayetlerde bu hususa dikkat çekiliyor: "Allah kendisine
mülk verdi, diye." (Bakara, 258) "Onlara büyük bir mülk de verdik"

(Nisâ, 54)


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 453


İkincisi; yüce Allah'ın adının başta zikredilmesi ile sebebin
açıklanışına işaret ediliyor. Buna göre O, mülkün sahibidir, çünkü
O, ulu Allah'tır. Bu husus ayetten apaçık bir şekilde
anlaÜçüncüsü;şılmaktadır. ayette geçen mülk kavramı ile -Allah doğrusunu
herkesten daha iyi bilir- hakiki ve itibarî sahiplikten daha genel bir
olgu kastediliyor. Çünkü ilk ayette, yüce Allah'a ilişkin olarak sunulan:
"Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın,
dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın" şeklinde nitelemede,
ileride açıklayacağımız gibi, itibarî mülkiyetle ilgili hususlara,
ikinci ayette ise hakiki ve gerçek mülkiyetle ilgili hususlara işaret
ediliyor. Şu halde yüce Allah mutlak olarak mülkün sahibidir.

"Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın."
Mülk" kavramı, mutlak olarak kullanıldığından, gerçek, batıl, adaletle
elde edilmiş ya da zorbalıkla kazanılmış her türlü mülkü kapsar.
Çünkü "mülk" "Allah kendisine mülk verdi, diye" (Bakara, 258)
ayetinin de tefsiri çerçevesinde açıklandığı gibi, özü itibarıyla yüce
Al-lah'ın bir bağışıdır. Toplumda güzel sonuçlar doğurabilen bir
nimettir. Yüce Allah, insanların nefislerini, mülke ilgi duyma özelliğiyle
donatmıştır. Layık olmayanların ellerindeki mülk, mülk olması
itibarıyla yergiyi hakketmez. Tam tersine, layık olmayan birisinin
örneğin zorbalık ve gasp yoluyla elde etmiş olanın onu ele
geçirmiş olması yerilir ya da güzel yollardan harcama imkanı olduğu
halde onu kötü yollarda harcaması yerilir. Aslında bu ikinci
şık da bir şekilde birincisiyle ilintilidir.

Ayrı bir açıdan mülk ona ehil olan kimse açısından, yüce Allah'
ın ona yönelik bir nimetidir. Layık olmayan kimse açısından ise,
bir bela ve musibettir. Her iki durumda da mülk, yüce Allah'a nispet
edilir. Mülk, Allah'ın kullarını onun aracılığıyla sınadığı bir fitnedir,
sınama aracıdır.

Daha önce: Yüce Allah'ın fiilleri bağlamında bu ayette olduğu
gibi O'nun dilemesine vurgu yapmanın anlamı, "fiilin rastgele,
herhangi bir amaçla ilintili olmadan sergilendiği anlamını ifade


454 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


etmez. Tam tersine bununla kastedilen husus, O'nun fiilleri bağlamında
mecbur olmaması, bu fiili işlemek zorunda olmamasıdır"
demiştik. Yüce Allah, bir şeyi yaptığında onu mutlak dilemesiyle
yapar. Hiç kimse O'nu buna zorlayamaz. Böyle bir şeyi yapmak
mecburiyetinde bırakamaz. Gerçi, O'-nun fiili, her zaman maslahata
uygun olarak gerçekleşir.

"Dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın." Ayetin orijinalinde geçen
"tuizzu" fiilinin mastarı olan "izz" kelimesi bir şeyin elde edilmesinin
zor olması anlamında kullanılır. Bu yüzden, nadir bulunan
şeyler için "aziz" denir. Yâni zor bulunur. Yine bir toplumda yenilgiye
uğratılması, baskı altına alınması zor olan kimse için de "aziz-ul
kavm" ifadesi kullanılır. Bununla, o kimseye baskı ve galibiyet yoluyla
ulaşılmayacağı anlamı kastedilir. Toplumun içinde, erişilmesi
güç bir makama sahip olmasına, onların sahip oldukları her şeye aksi
değil- sahip bulunuyor olmasına işaret edilir. Daha sonra bu
ifade, her zorluk için kullanılır oldu. "Yeizzu aleyye keza" dendi mi
"falan şey bana zor geldi" anlamı kastedilir. Nitekim bir ayette
şöyle buyurulu-yor: "Azizun aleyh=Sıkıntıya düşmeniz onun gücüne
gider." (Tevbe, 128) yâni ona zor gelir. Yine, her galibiyet anlamında
kullanılır oldu. Araplar: "Men azze bezze", "galip gelen soyar
(ganimet alır)" derler. Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Ve azzeni
fil-hitab=bana konuşmada üstün geldi." (Sâd, 23) Yâni, "beni yendi."
Kelimenin asıl anlamı, yukarıda belirttiğimiz gibidir.

Bunun tam karşıtı da "zillet"tir. Bu da gerçek veya sanal bir
baskıyla kolayca elde etmek anlamını ifade eder. Yüce Allah:
"Zuribet eleyhimuz-zilletu=Onların üzerine horluk (zillet ve yoksulluk)
damgası vuruldu." (Bakara, 61) buyurmuştur. Bir diğer ayette
de şöyle buyurmuştur: "...cenahez-zulli=Onlara acıyarak alçak gönüllülük
kanadını ger." (İsrâ, 24) Başka bir ayette ise kullanılan ifade
şöyledir: "Ezil-letin elel...=Mü'minlere karşı alçak gönüllü."

(Mâide, 54)


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 455


"İzzet" dediğimiz nitelik, mutlak olarak mülkün bir gereğidir.
Yüce Allah'ın dışında bir kimse, herhangi bir şeye sahip olduğunda,
o şeyi ona veren, onun mülkü haline getiren O'dur. Bir kimse,
bir toplumun meliki olmuşsa, bunu ona veren Allah'tır. Dolayısıyla
"izzet" salt yüce Allah'a özgüdür. O'ndan başkasının sahip olduğu
izzet, ancak O'nun vergisi ve lütfu ile elde edilmiştir. Konuyla ilgili
olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onuru (izzeti) onların yanında
mı arıyorlar? Şüphesiz bütün onur Allah'ındır." (Nisâ, 139) "Onur
Allah'ın, O'nun Resulunün ve mü'minlerindir." (Münafikun, 8) Bu
ayetlerde işaret edilen gerçek izzettir. Bunun dışındaki durumlarsa
izzet görünümünde zilletten başka bir şey değildir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Hayır, o inkar edenler bir gurur ve bir
parçalanma içindedirler." (Sâd, 2) Hemen arkasından şu ayetin yer
almış olması da bu değerlendirmemizi destekler niteliktedir: "Biz
kendilerinden önce, nice kuşakları yıkıma uğrattık da onlar feryat
ettiler, ancak kurtulma zamanı değildi." (Sâd, 3)

Zilletle ilgili olarak verilecek hüküm, izzet için geçerli olan hükmün
tam karşıtı olmak durumundadır. O halde yüce Allah'ın
dışındaki herkes, özü itibarıyla zelildir. Allah'ın aziz ve onurlu kıldıkları
hariç. ("...dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın.")

"Bütün hayırlar sadece Sen'in elindedir. Gerçekten Sen, her şeye
güç yetirensin"
"Hayır" kelimesinin semantik yapısında "seçme"
anlamı vardır. Biz bir şeyi "hayır" olarak isimlendirirken, öncelikle
onu başka bir şeyle karşılaştırmış ve bu karşılaştırmada ikisinden
birini tercih etmeyi amaçlamışızdır. Neticede birini seçeriz. İşte bu
seçtiğimiz "hayır"dır. Biz onu, istediğimiz ve amaçladığımız şeyi
kapsadığı için seçmişizdir. Şu halde bizim istediğimiz, gerçek anlamda
hayırdır. Eğer biz onu, başka bir şey için isteseydik, istediğimiz
o başka şey, gerçek hayır olurdu. Başkasının hayır oluşu da,
onun hayır oluşu açısından söz konusudur. Şu halde gerçek hayır,
kendisi itibarıyla istenen şeydir. Hayır olarak isimlendirilmesi,
başkasıyla karşılaştırıldığında istenen şeyin o olmasından dolayı



456 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


dır. Varlıklar içinde birini seçmek istediğimiz ve bu seçimimizde
tereddüde düştüğümüzde, artık o şey "seçilmiş" niteliğini kazanır.

Görüldüğü gibi, bir şey başka bir şeyle karşılaştırılıp bu şeye
göre daha etkili olarak algılandığından dolayı seçilir, bu yüzden
"hayır" adını alır. Bundan dolayı "hayır"ın anlamında başkasına
nispet anlamı da vardır. Bu nükteden hareketle bazılar: Bu kelime
İsm-i tafdil kipindendir ve aslı da "ahyar"dır demişlerdir. Oysa bu
kelime 'ism-i tafdil' kipinden değildir. Yalnızca, ilgili olduğu konunun
tafdil anlamı ile bir örtüşmesi sözkonusudur. Sırf bundan do-
layı da, ef'al-ı tafdil hakkında olduğu gibi başkasıyla anlamsal olarak
ilintili olduğu varsayılır. Araplar: "Zeyd Amr'dan daha üstündür"
"Zeyd ikisinden üstün olandır" derler. Nitekim: "Zeyd Amr'dan
hayırlıdır ve "Zeyd ikisinden hayırlı olanıdır" derler.

Eğer "hayır" kelimesi "tafdil" kipinden olsaydı, bu kipten gelen
diğer kelimeler için geçerli olan çekim kuralları ona da uygulanırdı.
Sözgelimi: efdal, efadil, fudla, fudlayat" deniliyor. Ancak "hayr"
kelimesi bu tarz bir çekime tabi değildir. Tam tersine hayr, hiyeret,
ahyar ve hayrat" deniliyor. Şeyh, şeyhet, eşyah ve şeyhat" gibi. O
halde hayr kelimesi, sıfat-ı müşebbehe kipindendir.

Bu çıkarsamamızı destekleyen hususlardan biri de, "hayr"
kelimesinin, "tafdil" kipinin sağladığı anlamın ifade edilmesinin
doğru olmadığı bir takım yerlerde kullanılmasıdır. Örneğin şu ayet:
"De ki: Allah'ın katında bulunan, eğlenceden... hayırlıdır." (Cuma,
11) Eğlencede asla "hayır" yoktur. Dolayısıyla "tafdil" kipi burada
bir anlam ifade etmez. Bu ve benzeri ifadelerden sıyrılmak için,
kelimenin "tafdil" kipinin sağladığı anlamdan uzaklaştığı ve soyutlaştırıldığı
bahanesini ileri sürenler olmuşsa da, bunun böyle olmadığı
apaçık ortadadır. Doğrusu "hayır" kelimesi yalnızca "seçme"
anlamını ifade eder. Karşıt olarak mukayese edilen şeyin de,
hayırdan bir şey içermesi, buna konu olan yerlerin genel özellikleridir.



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 457


Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu ortaya çıkıyor: Yüce
Allah, mutlak olarak "hayır/hayırlı"dır. Çünkü her şey sonun da
gidip O'na dayanır. Her şey O'na döner. Her şey O'nu ister, O'nu
amaçlar. Ancak Kur'an-ı Kerim, "hayır" kelimesini, O'nunla ilgili
olarak, diğer güzel isimlerinden biri gibi kullanmaz O'nu bir niteleme
olarak kullanır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah, daha hayırlıdır
ve daha süreklidir." (Tâhâ, 73.) "Birbirinden ayrı bir sürü Rabler
mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar olan bir tek Allah mı?" (Yusuf,

39.)

Evet "hayır"ın izafet terkibi tarzında, bir tür isim olarak kullanılması
bir gerçektir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah rızk verenlerin
hayırlısıdır." (Cuma, 11.) "Ve O hükmedenlerin hayırlısıdır." (A'râf,
87.) "O, ayırt edenlerin hayırlısıdır." (En'âm, 57.) "O, yardım edenlerin
hayırlısıdır." (Âl-i İmrân, 150.) "Allah, düzen kuranların hayırlısıdır."
(Âl-i İmrân, 54.) "Sen açanların hayırlısısın." (A'râf, 89.) "Sen bağışlayanların
hayırlısısın." (A'râf, 155.) "Sen mirasçıların hayırlısısın."
(Enbiyâ, 89.) "Sen konuklayanların hayırlısısın." (Mü'minun, 29.)
"Sen merhamet edenlerin hayırlısısın." (Mü'minun, 109.)

Yukarıda sunduğumuz ayetlerdeki kullanımın ortak noktası,
"hayır" kelimesinin semantik yapısında bulunan "seçme" anlamının
göz önünde bulundurulmuş olmasıdır. Yoksa, bu kelime, yüce
Allah'ın bir ismi olarak kullanılmış değildir. Bu ismin kullanılmış
olmaması, yüce Allah'ın, başkasıyla karşılaştırılmaktan ve bu mukayese
sonucu seçilmiş olmaktan münezzeh olduğunu vurgulamak
amacına yöneliktir. Bütün yüzler O'nun karşısında eğilip boyun
bükmüştür. İzafet terkibi ve nispet tarzında bir isimlendirme,
aynı şekilde ge-rektiğinde bu tarz bir nitelemeye gitme olabilir.
Bunun herhangi bir sa-kıncası yoktur.

"Hayır sadece senin elindedir." cümlesi hayrın salt yüce Allah'
ın denetiminde olduğunu gösterir. Bunu "hayır" kelimesinin başındaki
harf-i tarif olan "elif ve lam" harfinden ve aynı zamanda
cümlede "haber" işlevini gören "zarf"ın (biyedike) öne alınmış ol



458 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


masından algılıyoruz. Dolayısıyla, ifadeden şu anlamı elde etmiş
oluruz: İstenen her hayrın durumu senin elindedir. Onları veren,
bahşeden sensin.

Dolayısıyla bu cümle önceki cümlelerin gerekçelendirilmesine
yöneliktir. Bunu söylerken: "dilediğine mülkü veririsin…" diye
başlayan ifadeleri kastediyoruz. Bu gerekçelendirme daha özel
nitelikli bir anlamın, kendisiyle beraber başka anlamları da
kapsayan genel bir ifadeyle gerekçelendirmesi türündendir.
Bununla, yüce Allah'ın bahşettiği hayrı kastediyoruz ki mülk ve
izzetten daha geniş kapsamlıdır. Bu husus açıktır.

Mülkün verilmiş olması ile aziz kılmanın Allah'ın elinde olan
"hayır" ile gerekçelendirilmiş olması, ifade tarzı açısından normal
olduğu gibi mülkün çekip alınması ile zelil kılmanın da bununla
gerekçelendirilmesi normaldir. Çünkü bu ikisi kötü olmasına kötüdürler,
ancak kötülük hayrın olmamasından başka bir şey değildir.
Şu halde mülkün alınması, aziz ve onurlu kılınmışlığın olmamasından
başka bir şey değildir. Dolayısıyla her hayrın yüce Allah'
a dayanması, her hayırdan yoksunluğun da O'na dayandırılmasını
gerektirir. Hiç kuşkusuz, yüce Allah'tan uzak sayılması,
nefyedilmesi gereken, kulların fiillerinin eksiklikleri ve günahlarının
çirkinlikleri gibi O'na yaraşmayan nitelemelerdir. Burada ancak
yüzüstü yardımsız bırakmak ve başarı vermemek ve gerekli
öncülleri hazırlamamak O'na nispet edilebilir. Ki bu hususla ilgili
açıklamalarda bulunduk.

Kısacası, mülk ve izzet, mülkün alınması ve zillet gibi tekvinî=
varoluşsal hayır ve şer vardır. Varoluşsal hayır, Allah'ın verdiği
pozitif bir olgudur. Varoluşsal kötülük (şer) ise, yalnızca hayrın verilmeyişinden
ibarettir. Dolayısıyla, bu anlamda şerr'in yüce Allah'a
nispet edilmesinin bir sakıncası yoktur. Çünkü "hayr"ın maliki O'dur
ve O'n-dan başka kimse hayra sahip değildir. Eğer herhangi bir
kimseye hayırdan bir şey verirse, emir O'nundur. Övgü de O'na özgüdür.
Eğer vermezse veya hayrı engellerse O'ndan başka kimse



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 459


nin O'nun üzerinde hakkı olmadığı için O'nu zorlayamaz. Dolayısıyla
hayır vermeyişi haksızlık olarak değerlendirilemez. Ayrıca O'nun
hayrı verişi de vermeyişi de, evrenin küçük parçalarının faaliyetlerine
egemen olan düzenin ıslahı üzerinde etkili olan genel maslahatlarla
ilintilidir.

Bunun yanında, bir de yasal alanı ilgilendiren hayır ve şer vardır.
Bunlar, itaat ve isyan türlerinden ibarettirler. Bunlar, tercihine
dayanması nedeniyle insandan kaynaklanan fiillerdir. Bu açıdan,
söz konusu fiiller, insandan başkasına kesinlikle nispet edilmezler.
Söz konusu fiillerin güzel veya çirkin oluşlarının altında da insana
yönelik bu nispet yatar. Eğer bu fiillerin sergilenişlerinin gerisinde,
insanın seçimi varsayılmasaydı çirkin veya güzel olarak
nitelendirilmezlerdi. Dolayısıyla, bu açıdan söz konusu fiiller yüce
Allah'a nispet edilemezler. Ancak Yüce Allah'ın, bunları gerektiren
maslahatlara insanı muvaffak kılması veya muvaffak kılmaması
başka [sadece tevfik verip vermeme şeklinde Allah'a nispet edilebilirler.]


Artık şu husus belirginlik kazanmıştır: Hayır tümüyle Allah'ın
elindedir. Evrensel düzen buna dayalı olarak her türlü varolmayı,
yoksunluğu, hayır ve şerri kapsayarak işler.

Bazı tefsir bilginleri demişlerdir ki: "Hayır senin elindedir."
ifadesinde, kısaca söyleme dönük bir hazfetme söz konusudur.
Dolayısıyla ifadenin takdiri açılımı
şöyledir: "Hayır ve şer senin
elindedir." Nitekim benzeri bir açıklama: "Sizi sıcaktan koruyacak
elbiseler." (Nahl, 81.) ifadesi için de ileri sürülmüş ve cümleye
takdiri olarak "ve soğuktan" notu düşülmüştür.

Aslında bütün bunların nedeni, mutezile ekolüyle aynı paralele
düşmekten kaçınmaktadır. Çünkü mutezile ekolünün yaklaşımı,
kötülükleri yüce Allah'a dayandırmama şeklindedir. Aslında, bu
tefsircilerin yaklaşımı, Allah'ın kelamına karşı cesarette bulunmaktan
başka bir şey değildir. Ve böyle bir siretin izahı mümkün
değildir. Gerçi mutezile ekolüne mensup bilginler kötülüklerin yü



460 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ce Allah'a nispet edilmesini mutlak olarak ve bir vasıta aracılıyla
da olsa reddetmekle bir yanlış işlemişlerdir, ancak onların bu yanlışından
dolayı yukarıda ki tuhaf değerlendirmeyi haklı göstermek
de mümkün değildir. Daha önce bu konuya değinmiş ve işin aslını
ortaya koymuştuk.

"Gerçekten sen her şeye güç yetirensin." Bu ifade "hayr"ın yüce
Allah'ın elinde oluşunu gerekçelendirmeye, izah etmeye yöneliktir.
Çünkü her şeye mutlak olarak kadir olmak, hiç kimsenin herhangi
bir şeyi O'nun muktedir kılması olmaksızın yapamamasını gerektirir.
Eğer bir kimse, gücünü yüce Allah'ın muktedir kılmasına
dayandırmaksızın bir şey yapabilirse, bu demektir ki, onun güç
yetirdiği şey yüce Allah'ın gücünün kapasitesinin dışındadır. Bu
durumda yüce Allah'ın -haşa- her şeye kadir olmadığı ortaya çıkar
–ki Yüce Allah böyle bir nitelenmeden münezzehtir- Yüce Allah'ın
kudreti bu genişlikte ve bu sınırsız kapasitede olduğuna göre akla
gelebilecek her türlü hayır O'nun gücü dahilindedir. Yine başkalarının
bahşettiği her türlü hayır da O'na nispet edilir. O'nun elinde
olduğu kabul edilir. Onlar da diğerleri gibi O'na aittirler. Şu halde
istisnasız tüm hayır türleri O'nun elindedir. "Hayır sadece senin
elindedir." ifadesinde ki sınırlandırma, bunu ifade etmektir.

(Al-i İmran / 27) "Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın."
Ayetin orijinalinde geçen "tûlicu" kelimesinin kökü, "girme" anlamına gelen
"vulûc" kelimesidir. Anlaşıldığı kadarıyla bazı bilginlerin de
belirttikleri gibi gecenin gündüze ve gündüzün geceye
girdirilmesinden maksat, bir yıl boyunca gece ve gündüz süresinde
meydana gelen değişikliklerdir. Burada da yeryüzü boyunca bölge
ve mekanların genişliği esastır. Ayrıca güneşin eğiminde bir takım
değişikliklerin olması önemli rol oynar. Bunun sonunda günler
uzamaya, geceler de kısalmaya başlar. Bu gecenin gündüze
girmesidir ki kışın başlangıcından yazın başlangıcına kadar böyle
devam eder. Yaz mevsiminin başlarından kışın başlarına kadar
ise, geceler uzamaya gündüzler kısalmaya başlar. Bu doğal
gelişmelerin tümü kuzey kutbunda yaşanır. Güney kutbunda ise,


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 461


kutbunda yaşanır. Güney kutbunda ise, kuzey kutbundaki gelişmelerin
tersi istikamette gelişmeler yaşanır. Dolayısıyla bir kutupta
yaşanan uzama, öbür kutupta kısalma olarak yaşanır. Şu halde
yüce Allah sürekli olarak geceyi gündüze, gündüzü de geceye girdirmektedir.
Ekvator çizgisindeki ve kutuplardaki gece ve gündüzün
eşit olma durumuna gelince bu bizim hissimize dayalı bir şeydir.
Gerçekte değişim, sürekli ve kapsamlıdır.

"Diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın." Burada kastedilen
kâfirin soyundan mü'minin, mü'minin soyundan da kâfir
kimsenin çıkmasıdır. Çünkü yüce Allah imanı hayat ve nur, küfrü
de ölüm ve karanlık olarak isimlendirmektedir: "Ölü iken kendisini
dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur
verdi-ğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış
bulmayanın durumu gibi midir?" (En'âm, 122.)

Bundan daha genel bir durumun kastedilmiş olması da
mümkündür. Bitki ve hayvan gibi canlıların duygusuz, cansız
topraktan yaratılması, sonra ölüm yoluyla canlıların tekrar toprağa
geri döndürülmesi kastedilmiş olabilir. Çünkü yüce Allah'ın
kelamı, ölünün diriye, dirinin de ölüye dönüştürülmesi ile ilgili net
ve ona yakın ifadeleri içermektedir. Örneğin yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "…sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik.
Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. Sonra bunun
ardından siz gerçekten ölecek olanlarsınız." (Mü'minun, 15.) Buna
benzer birçok ayet örnek gösterilebilir.

Bazı doğa bilimcilerin görüşleri şöyledir: En küçük canlı türü
olan mikroplara kadar gelip dayanan hayat, bir mikroptan öbürüne
sürüp gitmektedir ve hiçbir surette duygudan yoksun maddeye
dayanmamaktadır." Bunu söylerken onlar evrenin, varlıklar aleminin
yaratılmışlığını inkâr etmeyi amaçlıyorlar. Ancak, somut
olarak algılanan ve deneyimler sonucu canlı mikroplar üzerinde
kanıtlanan ölüm bu görüşü geçersiz kılmaktadır; dolayısıyla haya



462 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


tın ölüme dönüşmesi aralarındaki ilişkiyi ortaya çıkarmaktadır.
Konunun devamı başka bir yerdedir.

"Geceyi gündüze katarsın…" diye başlayan ayet, yüce Allah'ın
gerçek ve varoluşsal mülkü üzerindeki tasarrufunu betimlemektedir.
Bundan önce yer alan: "dilediğine mülkü verirsin..." ifadesi
de, itibari, sübjektif mülk ve ona bağlı olgular üzerindeki tasarrufunu
betimlemekteydi.

Her iki ayette ilahi tasarrufun dört örneği karşılıklı tablolar biçiminde
gözler önüne serilmektedir. İlk ayette mülkün bahşedilişi
ve geri alınışı gündeme getirilmiş, buna karşılık ikinci ayette gecenin
gündüze ve gündüzün geceye getirilişi resmedilmiştir. Aziz
kılma ve zelil kılma tabloları yansıtılırken karşı manzara olarak
dirinin ölüden ve ölünün diriden çıkarılışı sergilenmiştir. Bu tarz bir
sunuş, sanatsal inceliğin dikkat çekici bir örneğini oluşturmaktadır.
Olaylar ve olgular arasında son derece incelikli bir ilişki kurulmaktadır.
Ki bu husus hemen fark edilmektedir. Çünkü mülkün
bahşedilişi bazı bireylerin geri kalan insanlar üzerinde egemen
olmalarının bir biçimini ifade etmektedir. Bu geri kalanların özgürlükleri
ve içgüdüsel serbestlikleri belli ölçüde giderilip ortadan
kaldırılıyor. Bu da tıpkı gecenin gündüze musallat kılınmasına,
gündüzün belirgin ve aydın kıldığı bazı kısımları bürüyüp gidermesine
benzer. Mülkün alınıp giderilmesi de tersten bu örneğe benzer.
Yine bir kimsenin aziz kılınmasında, adı sanı unutulan ve yapıp
ettikleri bilinmeyen bir kimsenin bir şekilde diriltilmesi demektir.
Eğer böylesine bir aziz kılma olmasa adın ve sanın duyulması
da olmayacaktır. Bu da tıpkı ölüden dirinin çıkarılmasına
benzer. Zelil kılma da bunun tersten örnekliğini oluşturmaktadır.
İzzet ve onurda hayat, zillet ve alçaklıkta ölüm vardır.

Konuyu başka bir açıdan da ele alabiliriz: Yüce Allah,
Kur'an'da gündüzü (gösterici) geceyi de (giderici, silici) bir ayet
olarak tanımlamıştır. "Gece ayetini sildik… gündüzün ayetini ay-
dınlatıcı kıldık" (İs-râ, 12.) İnsan topluluklarında bu belirginleşme ve


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 463


silinme mülkün belirginleşmesi ve elden çıkması
şeklinde yansımaktadır.
Yine Kur'an da hayat ve ölüm, ilim ve güç gibi sonuçların,
etkenlerin kaynağı olarak sunulmuştur: "Ölüdürler, diri değildirler,
ne zaman dirileceklerinin şuuruna varamazlar." (Nahl, 21.)
Yüce Allah "izzet"i de kendisine, elçisine ve mü'minlere özgü kılmıştır.
"...İzzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'ın, O'nun Resulünün
ve mü'minlerindir." (Münafikun, 8.) Yüce Allah onları "hayat" olgusuyla
birlikte zikrediyor. Dolayısıyla "izzet" ve "zillet", insan toplulukları
içinde "hayat" ve "ölüm"ün göstergeleri olarak sunulmaktadır.
Bu yüzden, üzerinde durduğumuz ayetlerin ilkinde sözü edilen
mülkün bahşedilişi ve geri alınışı ile aziz kılma ve zelil kılmaya
karşılık olarak ikinci ayette, gecenin gündüze girdirilişi ve gündüzün
geceye girdirilişi ile dirinin ölüden çıkarılışı ve ölümün diriden
çıkarılışı vurgulanmıştır.

Ardından, ikinci ayette sözü edilen: "Sen dilediğine hesapsız
rızık verirsin." husus ile ilk ayette geçen: "Hayır senin elindedir."
hususu arasında bir karşılaştırma yapılıyor. İleride bununla ilgili
açıklamalar yapacağız.

"Sen, dilediğine hesapsız rızık verirsin." Biraz önce işaret ettiğimiz
karşılık olgusu, "rızık verirsin" diye başlayan ifadenin, daha
önce işaret edilen mülk bağışı, izzetli kılma ve geceyi gündüze
girdirme vs. hususların açıklaması olması sonucunu doğurmaktadır.
O halde cümlenin atıf edatı ile atfedilmesi, açıklamaya yönelik
bir atıftır. Dolayısıyla özel nitelikli bir hükmün kendisinden daha
genel nitelikli olan bir hükümle açıklanışına yönelik bir örnekle
karşı karşıyayız. Nitekim: "Hayır senin elindedir." ifadesi kendisinden
önceki ifadeler karşısında böyle bir konumdaydı. Bu durumda
şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Sen yarattığın varlıklar üzerinde
sözü edilen bu tasarruflarda bulunursun. Çünkü sen, dilediğine
hesapsız rızık verirsin.


464 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


RIZK KAVRAMININ KUR'AN'DA İFADE ETTİĞİ ANLAM

"Rızk" bildiğimiz bir kavramdır. Kullanıldığı yerlere baktığımızda
bu kavramın bir tür bağış anlamını içerdiğini anlıyoruz. Kralın
ordusuna verdiği rızk gibi. Nitekim kralın ordusu için verdiği maaşa
"rezkat" denir. Bu ifade genellikle yiyecek anlamında kullanılır.
Şu ayette olduğu gibi: "Onların yiyeceği (rızkı), giyeceği… çocuk
kendisinin olana aittir." (Bakara, 23) Bu ayette "giyecek" rızk olarak
nitelendirilmemiştir.

Sonra kavramın anlamı biraz daha genişlemiş ve insanla ilgili
her türlü yiyecek "rızk" olarak nitelendirilmiştir. Adeta şans ve talih
türün-den; verenin kim olduğu bilinmese de bir bağış olarak algılanmıştır.
Bir süre sonra daha da genellik kazanmış ve insana yararı
dokunan her şeyi kapsayacak şekilde algılanmıştır. Bunların
yiyecek türünden olması
şart değildir. Mal, makam, aşiret, yoldaşlar,
güzellik ve bilgi gibi. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Yoksa sen onlardan haraç mı istiyorsun? İşte Rablerinin
haracı daha hayırlıdır. O, rızk verenlerin en hayırlısıdır."
(Mü'minun, 72) Bir diğer ayette Şuayb peygamberin diliyle şöyle buyuruyor:
"Dedi ki: Ey kavmim görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya
ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve o da beni
kendisinden güzel bir rızk ile rızıklandırmışsa?" (Hûd, 88) Burada
kastedilen peygamberlik ve bilgidir. Konuyla ilgili birçok ayet örnek
gösterilebilir.

"Hiç şüphesiz, rızk veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır."
(Zariyat, 58) ayeti belirleyici sınırlandırıcı ifade tarzıyla sırasıyla
şu hususları ifade etmektedir:

Birincisi: Rızk, özü ve gerçeği itibariyle Allah'tan başkasına nispet
edilmez. Gerçi aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi bazı yerlerde
rızk O'ndan başkasına da nispet edilmiştir: "Allah rızk verenlerin
en hayırlısıdır." (Cuma, 11) Bu ayette rızk verenlerden söz edilmiş ve
yüce Allah'ın onların en hayırlıları olduğu vurgulanmıştır. "bunlarla


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 465


onları rızıklandırıp giydirin." (Nisâ, 5) Ancak bu tür ifadelerde de
dolaylı nispete işaret edilmiştir. Nitekim mülk ve izzet de Allah'ındır.
Ama O'nun bağışı ve izniyle başkaları da bunlara sahip olurlar.
Şu halde rızk veren O'dur, başkaları değil.

İkincisi: İnsanların varlıklarını sürdürmek için yararlandıkları
ve elde ettikleri hayırlar onların rızıklarıdır ve onları veren yüce
Allah'tır. Sayısı oldukça kabarık olan rızk ayetlerinin yanı sıra diğer
birçok ayet buna delalet etmektedir. Yaratma, emir, hüküm, mülk,
irade, tedbir ve hayır gibi olguların sırf Allah'ın tekelinde olduğunu
belirten ayetler gibi.

Üçüncüsü: İnsanların haram yollardan yararlandıkları
şeyler,
günaha sebep oluşturdukları için yüce Allah'a nispet edilmezler.
Çünkü yüce Allah, günahın teşri açısından kendisine nispet edilmesini
reddetmiştir. Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"De ki: Şüphesiz Allah, çirkin hayâsızlıkları emretmez. Bilmediğiniz
bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?" (A'râf, 28)
"Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı... emreder... Çirkin utanmazlıklardan...
sakındırır." (Nahl, 90) Yüce Allah, bir şeyi emredip sonra
onu nehyetmekten veya bir şeyi nehyedip sonra insanlara yönelik
rızkını ona hasretmekten münezzehtir.

Haram yollardan gerçekleşen yararlanmanın yasal açıdan rızk
sayılmaması ile varoluşsal açıdan rızk sayılması arasında bir çelişki
yoktur. Çünkü varoluş bağlamında yükümlülük sözkonusu
olmaz; dolayısıyla, bunu bir çirkinlik de izlemez. Kur'an'da rızkın
genelliğine işaret eden ayetler, konuyu varoluşsal açıdan ele alıyorlar.
İlahi mesaj sadece basit ve sıradan zihinlere hitap etmediği
için bu tür zihinlerin bulunmamaları adına kimi gerçek bilgilere
değinmekten kaçınmaz. Hiç kuşkusuz Kur'an, tüm kalpler için bir
şifadır. Ondan ancak hüsrana uğrayanlar zarar görürler. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan
şeyleri indiriyoruz. Oysa o zalim-lere kayıplardan başkasını
arttırmaz." (İsrâ, 82)


466 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Ayrıca bazı ayetlerde Nemrut, Firavun gibilerinin sahip oldukları
mülk ve Karun gibi insanların ellerindeki mal ve çekici süsler,
yüce Allah'ın vergisi olarak değerlendirilir. Bunun nedeni tüm bunların
yüce Allah'ın izniyle gerçekleşmiş olmasıdır. Allah bunu onlara
bir sınama aracı olarak vermiştir. Onların aleyhindeki kanıtı
tamamlamak, onları desteksiz ve dayanaksız bırakmak ve onları
yavaş yavaş korkunç akıbetlerine doğru sürüklemek ve benzeri
şeyleri istemiştir. Bütün bunlar teşriî nispet edişlerdir. Bu şeyin
çirkinliklere sebep olmasına karşın yasal açıdan yüce Allah'a nispet
edilmesinin sakıncası olmadığına göre, çirkinliğe ve güzelliğe
yer olmayan varoluşsal bağlamda nispet edilmesinin hiçbir sakıncası
yoktur.

Öte yandan yüce Allah kendisi tarafından yaratılmış bulunan
her şeyin, katında bulunan rahmetinin hazinelerinden indirildiğini
belirtmiştir. "Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın;
ancak onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz." (Hicr, 21)
Bir diğer ayette, katında olan şeylerin "hayr" olduğunu belirtmiştir:
"Allah katında olan ise hayırdır." (Kasas, 60) Bu iki ayeti ve aynı
hususa temas eden diğer ayetleri bir arada düşündüğümüz zaman
şu anlamı elde ederiz: İnsanın bu evrende elde ettiği ve hayat boyunca
giyindiği her şey, Allah'tandır ve yararlandığı, nimetlendiği
bir hayırdır. Aşağıdaki ayetlerden de bu anlamı algılayabiliriz: "Ki
O, yarattığı her şeyi güzel yapandır." (Secde, 7) "İşte bu, sizin
Rabbiniz Allah'tır; her şeyin yaratıcısıdır; O'ndan başka ilah yoktur."
(Mü'min, 62)

İlahi bağışlardan bazılarının şer nitelikli ve zarar verici özellikte
olmasına gelince; bunların şer ve zarar verici olmaları görecelidir.
Özellikle isabet ettikleri kişiyle ilgilidirler. Ama başkaları ve evrensel
sistem içindeki sebepleri ve nedenleri açısından hayır nitelikli
ve yararlıdırlar. Nitekim şu ayette bu noktaya dikkat çekiliyor: "Kötülükten
sana ne gelirse, o da kendindendir." (Nisâ, 79) Önceki
bölümlerde konuyla ilgili açıklamalara yer verdik.


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 467


Kısacası, yüce Allah'ın kullarına bahşettiği şeylerin tümü hayırdandır
ve bütünüyle hayırdır. Kullar onlardan yararlanırlar. Dolayısıyla
anlam örtüşmesi itibarıyla rızk kabul edilirler. Çünkü rızık;
rızk bahşedilen kimsenin yararlandığı bağıştan başka bir şey değildir.
Şu ayetten bu anlama yönelik bir işaret algılamak mümkündür:
"Senin Rabbi-nin rızkı hayırlıdır." (Tâhâ, 131)

Bu açıklamalardan anlıyoruz ki: Kur'an'da yapılan açıklamalara
göre rızk, hayır ve yaratma olguları somut örnek bağlamında
eşittirler. Dolayısıyla her rızk hayırdır ve yaratılmıştır. Her yaratılmış
da rızktır ve hayırdır. Aradaki tek fark şudur: Rızık, kendisiyle
rızıklanmayı gerektirecek bir öngörüye muhtaçtır. Örneğin gıda
maddeleri beslenme gücü için rızktır. Çünkü bu güç gıdaya muhtaçtır.
Beslenme içgüdüsü insan bireyi için rızktır. Çünkü birey bu
güce muhtaçtır. Yine birey anne-babası için bir rızktır. Çünkü ondan
yararlanırlar. Aynı
şekilde insanın varlık dediğimiz ilahi nimetten
yoksun oluşunu tasavvur ettiğimiz zaman varlığın da insan için
hayır olduğunu görürüz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "O,
her şeye yaratılışını verendir." (Tâhâ, 50)

Hayır kendisini talep eden birinin var olmasına muhtaçtır. Bu
kimse, karşısına çıkan şeyler arasında istediğini seçmek
durumundadır. Şu halde gıda maddeleri, beslenme içgüdüsü için
hayırdır. Elbette bu içgüdü onlara muhtaç olduğu, onları talep
ettiği ve karşısına çıktıklarında onları seçip, başkalarına tercih
ettiği takdirde söz konusudur. Yine beslenme içgüdüsü insan için
hayırdır. İnsanın varlığa muhtaç ve onu talep eden olduğunu
düşündüğümüzde varlığın da onun için hayır olduğunu anlarız.

Yaratma ve var etme olguları ise, anlamlarının gerçeklik kazanması
için gerçek ya da varsayılan bir şeye ihtiyaç duymazlar.
Örneğin gıda, kendisi olarak yaratılmış ve mevcuttur. Yine beslenme
iç güdüsü ve insanın kendisi de yaratılmıştır.

Her rızk Allah'ın olduğuna ve her hayır salt O'na ait olduğuna
göre yüce Allah'ın bahşettiği her bağış, kullarının üzerine indirdiği


468 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


her hayır ve verdiği her rızk, karşılıksız olarak meydana gelmiştir.
Bunların karşılığında herhangi bir şey alınmış değildir. Çünkü bizim
varsaydığımız her şey gerçek anlamda Allah'a aittir. Bir başkasının
Allah üzerinde hak iddia etmesi söz konusu değildir. Çünkü
hiçbir kimsenin Allah üzerinde herhangi bir hakkı yoktur.Onun
rızık konusunda olduğu gibi, kendisi üzerinde bir şeyi hak kılması
başka. Yüce Allah rızıkla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde
hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın." (Hûd, 26) "Göğün
ve yerin Rabbine andolsun ki, şüphesiz, o sizin konuştuklarınız
kadar, elbette kesin bir gerçektir." (Zariyat, 23)

Şu halde rızık yüce Allah üzerinde bir hak oluşuyla birlikte, Allah
tarafından hak kılındığı için O'nun bir bağışı olarak algılanmasıdır;
hak kılınan kimsenin kendisi açısından hakedişi sözkonusu
değildir. Yalnızca yüce Allah'ın kendisi üzerinde hak kılması açısından
bir hakdır.

Buradan da anlaşılıyor ki, haram şeylerden rızıklanan insan için,
yasama açısından helal şeylerden bir rızık tasarlanmıştır.
Çünkü yüce Allah, insan için kendisi üzerinde hak ve değişmez bir
rızık öngörüp sonra onu haram şeylerden rızıklandırmaktan, ardından
onu bu davranıştan nehyedip cezalandırmaktan münezzehtir.


Konuya değişik bir açıdan yaklaşacak olursak: Rızık, hayır nitelikli
ilahi bir bağıştır. Dolayısıyla Allah'ın kullarına yönelik
rahmetidir. Bilindiği gibi iki türlü rahmet vardır. Biri geneldir ve
mü'min-kâfir, takva sahibi-günahkar, insan-insan olmayan tüm
yaratılmışları kapsamına alır. Ötekisi özeldir ve mutluluk yolunda
gerçekleşir. İman, takva ve cennet gibi. Aynı
şekilde rızkın da
genel bir türü vardır. Bu, genel nitellikli ilahi bağıştır ve tüm
varlıklara varlıklarını korumaları ve sürdürmeleri için sunulmuştur.
Rızkın diğer bir türü de özel niteliklidir ve bu da helal dairesinde
gerçekleşir.

Genel rahmet ve genel rızık önceden yazılmış ve ilahi öntasarım
kapsamında takdir edilmiştir. Yüce Allah konuyla ilgili olarak


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 469


şöyle buyuruyor: "Her şeyi yaratmış ve onu belli bir düzen içinde
takdir etmiştir." (Furkan, 2) Aynı
şekilde özel nitelikli rahmet ve rızık
da önceden yazılmış ve ilahi öntasarım kapsamında takdir edilmiştir.
Nitekim -özel nitelikli rahmet olan- hidayet de yasama (teşri)
nitelikli olarak önceden yazılmış ve tasarlanmıştır. Mü'min-kâfir
tüm insanlara yönelik olarak. Peygamberler bunun için gönderilmiş,
kitaplar bunun için indirilmiştir. Konuyla ilgili olarak yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet
etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum ve
onların beni doyurup-beslemeleri-ni de istemiyorum. Hiç şüphesiz
rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır." (Zariyat, 58)
"Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi emretti." (İsrâ, 23)
Şu halde hidayet üzere olmayı gerektiren ve ona bağlı olarak an-
lam kazanan ibadet, yasama nitelikli olarak tasarlanmış, takdir
edilmiştir.

Aynı
şekilde -helal dairesine özgü bir husus olan- özel nitelikli
rızık da tasarlanmış ve önceden takdir edilmiştir. Bu hususla ilgili
olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Çocuklarını hiçbir bilgiye dayanmaksızın
akılsızca öldürenler ile Allah'a karşı yalan yere
iftira düzüp Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram
kılanlar elbette hüsrana uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp
sapmışlardır ve doğru yolu bulamamışlardır." (En'âm, 140) "Allah
rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını
ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çeviripverici
değildirler." (Nahl, 71) Görüldüğü gibi, yukarıda sunduğumuz
iki ayet, kesin mutlak ifadelidirler. Kâfir-mü'min, helalden
rızıklanan ve haramdan rızıklanan herkesi kapsamaktadır.

Şunu da kesin olarak bilmek gerekir: Rızık, anlamını açıklarken
de vurguladığımız gibi, ilahi bağıştan belli bir oranda yararlanılan
şeydir. Dolayısıyla, kendisine çok mal verilmiş olup, bunun
ancak az bir kısmını yiyen kimsenin rızkı, sadece yediği kısımdır.
Geri kalan fazlalık ancak veriliş açısından rızık sayılır yeme açısın



470 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


dan değil. Şu halde rızkın bolluğu veya azlığı malın çokluğu veya
azlığı, demek değildir. " Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı
Allah'a ait olmasın. Onun karar yerini de ve geçici bulunduğu yeri
de bilir. Bunların tümü apaçık bir kitapta yazılıdır." (Hûd, 6) ayetini
tefsir ederken, rızık kavramıyla ilgili tamamlayıcı açıklamalar sunacağız.


Şimdi yeniden konumuza dönüyor ve "Sen, dilediğine hesapsız
rızık verirsin." ifadesiyle ilgili olarak diyoruz ki: Rızkın hesapsız
olarak tanımlanması, rızkın yüce Allah'tan oluşuna ve
rızıklananların durumuna göre karşılıksız ve hak edişsiz olarak
sunulmuş olmasına yönelik bir işarettir. Çünkü canlıların sahip
oldukları yetenekler veya talep etme veya benzeri şeyler bütünüyle
Allah'ın mülküdür. O halde bunlardan hiçbirisi O'nun bu bağışına
karşılık sözkonusu edilemez. Bu yüzden Yüce Allah'ın rızkı hesapsızdır.


Rızıkla ilgili bir hesabın olmayışının takdirle irtibatlandırılması,
yâni rızkın sınırsız ve ölçüsüz olması
şeklindeki bir değerlendirme
aşağıdaki ölçüyle ilgili ayetlerle bağdaşmıyor: "Hiç şüphesiz, biz
her şeyi bir ölçü ile yarattık." (Kamer, 49) "Kim Allah'tan korkupsakı-
nırsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu hesaba kat-
madığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse,
O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getiripgerçekleştirendir.
Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır." (Talak, 2-3)
Rızık yüce Allah tarafından canlılara sunulan karşılıksız bir bağıştır
ve fakat yüce Allah'ın iradesi doğrultusunda takdir edilip bir ölçüye
konulmuştur.

Yukarıda sunduğumuz iki ayetten sırasıyla şu hususlar anlaşılıyor:


Birincisi: Bütün mülk=hakimiyet ve sultanlık Allah'ın olduğu
gibi mülkiyet=sahip olma da tamamen Allah'a aittir.

İkincisi: Bütün hayır O'nun elindedir ve O'ndandır.


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 471


Üçüncüsü: Rızık Allah tarafından kullarına karşılıksız ve
hakediş-siz olarak sunulan bir bağıştır.

Dördüncüsü: Hiç kuşkusuz, mülk, izzet ve daha sonra mal,
mevki ve güç gibi itibarî olan tüm toplumsal hayırlar ve benzeri
şeyler yararlanılan rızkın kapsamına girerler.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi'de Al-i Sam'ın mevlası Abdul'A'la İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet eder: Dedim ki: "De ki: Allah'ım, (ey) mülkün
sahibi, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekipalırsın"
buyuruluyor. Şu halde hükümranlığı Emevilere yüce Allah
vermemiş midir? Buyurdu ki Ayetin verdiği mesaj, senin yorumlamak
istediğin tarzda anlaşılmaz. Hiç kuşkusuz yüce Allah, hükümranlığı
bize verdi. Ama Ümeyyeoğulları bu mülkü bizden çekipaldılar.
Tıpkı bir insanının elbisesinin bir başkası tarafından zorla
alınması gibi. O elbise zorla alanın malı olmaz."
(Ravzat-ul Kâfi, c.8,
s.222, h:389)

Ben derim ki: Bunun gibi bir rivayeti Ayyaşî Davut b. Farkud
kanalıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarmıştır. Önceki yapılan
açıklamalar perspektifinden konuya baktığımız zaman bir kimseye
mülkün verilişinin iki şekilde olduğunu görürüz.

Birisi, tekvinî, yâni varoluşsal veriliştir. Egemenliğin insanlar
üzerinde yaygın ve etkin kılınışı, gücün onlar arasında etkin hale
getirilişi gibi. Bunun adalete uygun olması ile zülüm esaslı olması,
bu açıdan farketmez. Nitekim yüce Allah Nemrut hakkında: "Allah
kendisine mülk verdi diye." buyurmuştur. Bu tür bir egemenliğin
sonucu, buna sahip olan kimsenin sözünün insanlar arasında geçerli,
emir ve iradesinin etkin olmasıdır. İleride mülkün tekvinî,
varoluşsal olmasının ne anlam ifade ettiğini açıklayacağız.

İkincisi, mülkün ve egemenliğin yasama nitelikli olmasıdır. Bu,
itaati zorunlu egemenlik demektir. Bu farz bir mülk ile ilgili olarak


472 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah size Talut'u melik olarak
gönderdi." (Bakara, 247) Böyle bir egemenlik itaatin zorunluğunu ve
velayetin, yöneticiliğin kesinliğini gerektirir. Bu ise, ancak adalet
ilkesine dayalı olarak gerçekleşebilir. Bu, Allah katında övgüye
layık bir makamdır. Ümeyye oğullarının sahip oldukları mülk, birinci
mülk ve onun eserlerinin kapsamına girer.

Yukarıdaki hadisi rivayet eden zat, meseleyi yanlış anlamış ve
Ümeyye oğullarının egemenliklerini birinci katogoriye, bu egemenliğin
sonuçlarını da ikinci kategoriye sokmuştur. Oysa bu sonuçlar,
yasama nitelikli bir statüdür ve dinsel açıdan övgüye değerdir. Nitekim
İmam, onun iki tür egemenliği birbirine karıştırdığını anlayıp
uyarıda bulunmuştur ve demiştir ki: Bu anlamda bir mülk ve egemenlik
Ümeyye oğulları için söz konusu değildir. Böyle bir mülk ve
sonuçları bizim için geçerlidir.

Diğer bir ifadeyle: Ümeyyeoğullarının elindeki mülk, Ehl-i Beyt
İmamlarının elinde bulunduğu zaman övgüye değerdir. Böyle bir
mülk ve egemenlik Ümeyyeoğullarının elinde sadece yergiyi hakkeder.
Çünkü buna yetki gaspı denir. Dolayısıyla böyle bir mülkün
verilişinin yüce Allah'a nispet edilişi ancak münker ve sonuca, acı
akibete yavaş yavaş sürükleme şeklinde olabilir. Nemrut ve Firavun
gibilerine verilen mülk gibi.

Nitekim bizzat Ümeyye oğulları da bu ayeti yanlış anlamış ve
kendilerinin lehine olacak şekilde yorumlamışlardır. Sözgelimi elİrşad
adlı eserde (c.1, s.246), Yezid b. Muaviye'nin kendisine
Kerbela şehidlerinin kesik başları sunulduğu an tasvir edilir. Şeyh
Müfid der ki: Hüseyin'in başının da aralarında bulunduğu kesik
başlar Yezid'in önüne konulduğunda, Yezid dedi ki:

"Bize üstünlük taslayan ve bize baş olan adamların başlarını
yardık."

"Ki onlar bizden daha asi ve daha zalimdirler."

Sonra mecliste bulunanlara döndü ve şöyle dedi: Bu adam
bana karşı övünüyor ve şöyle diyordu: Benim babam Yezid'in ba



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 473


basından, benim annem onun annesinden ve benim dedem onun
dedesinden daha hayırlıdır. Ben de ondan hayırlıyım. İşte onu öldüren
bu oldu.

"Babam Yezid'in babasından hayırlıdır" iddiasına gelince; benim
babam onun babasıyla mücadele etti ve Allah onun babasının
aleyhine benim babamın lehine hükmetti. Benim annem Yezid'in
annesinden hayırlıdır" sözüne gelince, ömrüme andolsun ki, bu
sözü doğrudur. Resululah'ın kızı Fatıma benim annemden daha
hayırlıdır. "Benim dedem Yezid'in dedesinden hayırlıdır" sözüne
gelince, Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç kimse Muhammed'den
(s.a.a.) üstün olduğunu söyleyemez. "Ben ondan hayırlıyım"
sözüne gelince, herhalde o, şu ayeti okumamıştır: "De ki:
Allah'ım, (ey) mülkün sahibi…"

Hz. Ali'nin kızı Zeyneb, (babasına ve ona selam olsun) İmam
Cafer Sadık'ın (a.s) yukarıda aktardığımız hadiste işaret ettiği
tarzda ona cevap verir. Seyyid b.Tavus ve başkaların rivayetine
göre Hz. Zeyneb konuşmasında şunları söylemiştir:

"Ey Yezid, yoksa sen, yeryüzünün bucaklarını ve gökyüzünün
ufuklarını üzerimize kapatıp tıpkı tutsaklar gibi bizi sürüklediğin
için Allah katındaki değerimizi düşürüp, onun katında saygınlık
kazandığını mı sanıyorsun?! Bundan dolayı, O'nun katında önemli
biri olduğunu mu düşünüyorsun, kibirle burnunu kaldırıyor, bir kütük
gibi omuzlarını kabartıyorsun? Dünyanın sana doğru akışını ve
işlerinin rayında gidişini, mülkümüzün ve egemenliğimizin yavaş
yavaş senin eline geçişini seyredip sevinçten dört köşe oluyorsun?
Yoksa sen şu ayeti unuttun mu?: "Kâfirler, onlara mühlet vermemizi
kendileri için hayırlı saymasınlar. Biz, günahları artsın diye
onlara mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır..."

(Lühuf=Kerbela Şehitlerinin Ardından)

Mecma-ul Beyan tefsirinde: "Ölüyü diriden çıkarırsın…" ifadesiyle
ilgili olarak şöyle deniyor: Bir görüşe göre bunun anlamı
"mü'mi-ni kâfirden ve kâfiri de mü'minden çıkarırsın"dır. Bu anla



474 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


mı destekleyen açıklamalar İmam Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) rivayet edilmiştir. (c.2, s.428)

Buna yakın anlamlar içeren bir açıklamayı
Şeyh Saduk İmam
Hasan Askeri'den (a.s) rivayet etmiştir.

Ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Murdeveyh, Ebu Osman en-
Nahdi kanalıyla İbn-i Mesud veya Selman'ın Peygamberimizden

(s.a.a) şöyle aktardıklarını rivayet eder: "Diriyi ölüden çıkarır,
ölüyü diriden çıkarır." Yâni: Mü'mini kâfirden, kâfiri mü'minden
çıkarır." (c.2, s.15)
Yine aynı eserde, biraz önce sunduğumuz kanaldan Selman-
Farisi'nin şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:
"Yüce Allah Adem'i (a.s) yarattığı zaman, onun zürriyetini çıkardı
ve bir kısmını sağ eliyle avuçladı ve dedi ki: "Bunlar cennet ehlidir.
Bununla ilgilenmem." Diğer kısmını da avuçladı. Bu seferde bütün
kötüler içine girdi ve dedi ki: Bunlar ateş ehlidir. Ben bununla da
ilgilenmem." Ardından her iki gruptan bir miktarını birbirine karıştırdı.
Böylece kâfir mü'minden ve mü'min de kâfirden çıkar. "Diriyi
ölüden çıkarırsın, ölüye de diriden çıkarırsın." ayeti buna işaret
etmektedir."

Ben derim ki: Birçok tefsir bilgini bu anlamı içeren rivayetleri
maktu bir rivayet zinciriyle Selman'dan aktarmıştır. Bu rivayet,
aslında "Ademin soyunun sülbünden çıkarıp onlardan misak a-
lınması ve zerr âlemi" konusuyla ilintilidir. İnşaallah uygun bir yerde
bu konuya da açıklık getireceğiz.

el-Kafi'de Muhammed b. Yahya'dan, o da Ahmed b. Muhammed
ve bizim mezhebimize mensup birçok bilginden, onlarda
Sehl b. Ziyad'dan, o da İbn-i Mahbub'dan, o da Ebu Hamza
Sumali'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder:
"Resulullah Efendimiz (s.a.a) veda haccında buyurdu ki: Haberiniz
olsun Ruh-ul Emin kalbime şun-ları fısıldadı: Bir nefis, kendisi için
öngörülen rızkı bütünüyle elde etmedikçe ölmez. Allah'tan korkun
ve rızkı talep ederken güzellikle davranın. Rızıktan herhangi bir


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 475


şeyin elinize geç ulaşması, sizi onu Allah'a isyan edecek tarzda
elde etmeye sürüklemesin. Çünkü yüce Allah rızıkları kulları arasında
helal olarak taksim etmiştir. Onları haram olarak taksim
etmemiştir. Kim Allah'tan korkar ve sabrederse, rızkı ona helalinden
gelip ulaşır. Kim Allah'ın örttüğü perdeyi deler ve onu helal
olmayanından alırsa, Allah bu aldığını, onun helal rızkından kısar
ve aleyhine hesap edilir (kıyamet günü hesaba çekilir)." (c.5, s.80,

h:1)

Nehc-ül Belağa'da Hz. Ali (a.s) şöyle der: İki türlü rızık vardır.
Biri var ki, sen onu ararsın. Biri de var ki, o, seni arar. Eğer sen o-
nun peşince gitmezsen, o sana gelir. Bulunduğun senenin tasasını,
bugününün tasasına yükleme. Her günün tasası o gün için sana
yeter. Eğer bu yıl senin ömründe olmuş olursa, yüce Allah, her sabah,
senin için ayırdığı rızkı sana ulaştırır. Eğer bu yıl ömründen
olmazsa, sana ait olmayanı elde etmek uğruna niye tasalanasın.
Koşturan bir kimse de senden önce senin rızkına ulaşamaz. Bir
kimse seni yenilgiye uğratıp sana ait olan rızkı elinden alamaz.
Senin için takdir edileni geciktiremez. (Kısa sözler, 379)

Kurb-ul İsnad'da, İbn-i Turayf İbn-i Alvan'dan, o da İmam Cafer
Sadık'tan (a.s), o da babasından (a.s) şöyle rivayet eder:
Resulullah Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Rızık gökten yere inen
yağmur sayısınca, her nefis için takdir edilmiş bir ölçüyle iner. Ancak
yüce Allah fazl sahibidir. Allah'tan fazlını ve bolluğunu isteyin."

(s.55)
Bu anlamı destekleyen rivayetler oldukça fazladır. İnşaallah
Hûd suresini tefsir ederken, rızıkla ilgili olarak aktarılan rivayetlere
geniş ölçüde yer vereceğiz.

MÜLK İLE İLGİLİ BİLİMSEL YAKLAŞIM

Daha önce yaptığımız açıklamalardan birinde şu değerlendirmede
bulunduk: Mülk olgusu özü itibariyle insanlar için zorunludur.
Gerek birey ve gerekse toplumsal bazında, mülksüz bir hayat


476 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


tasavvur edilemez. Bunun temelinde de özgü kılma itibarı yatar.
Mülkiyet ve bir şeye sahip olma konusunda durum budur.

Egemenlik anlamında mülke gelince, bu, bireyler üzerindeki
otoriteyi ifade eder ve o da bir zorunluluktur. İnsanlar için egemenyöneticisiz
bir hayat düşünülemez. Ancak öncelikli olarak toplumun
buna ihtiyacı vardır. Çünkü toplum, amaçları farklı, istekleri
değişik kesimlerden meydana gelir. Birey, birey bağlamında öyle
değil. Bir araya gelen bireylerin her birinin isteği faklı bir yöne doğrudur.
Amaçları değişiktir. Aralarında ihtilaf etmeden duramazlar.
Birbirlerine üstünlük sağlayıp yenik olanların ellerinde olan her
şeye el koymaktan kaçınmazlar. Sınırlarına, kişisel etkinlik alanlarına
tecavüz ederler. Haklarını çiğnerler. Böylece toplumsal hayat
hercu merc olur. Mutluluğun bir aracı olarak algılanan toplumsal
hayat, mutsuzluğun ve ölümcül felaketlerin nedeni olur. İlacın
kendisi hastalık yapar hale gelir. Bu ölümcül pratiğe son vermenin
tek yolu, tüm güçler içinde bir gücü etkin kılmaktır. Onun tüm topluma
ve toplumu oluşturan bireylere egemen olmasını sağlamaktır.
O zaman normal sınırların dışına taşan azgın güçler dizginlenip
orta yola doğru çekilebilir. Yine ölümcül düzeyde alçalmış, kişiliksizleştirilmiş
ezilenler de normal yaşamın düzeyine yükseltilir. Do-
layısıyla tüm toplumsal güçler orta çizgide buluşup bütünleşirler.
Buna paralel olarak da her birim kendi özel alanında faaliyet gösterir,
her hak sahibi hakkını eksiksiz olarak alır.

İnsan oğlunun zihni, daha önce de belirttiğimiz gibi, hiçbir zaman
"istihtam etme" (araç ve alet kullanma) düşüncesinden
soyutlanamaz. Geçmiş çağlarda taşkın-mütegallibe insanlar egemenliği
ele geçirmiş, toplumun geri kalan bireyleri üzerinde zora
dayalı bir otorite kurmuşlardır. Köleliği yaygınlaştırmış, insanların
mallarına ve canlarına egemen olmuşlardır.

Hiç kuşkusuz, sözünü ettiğimiz bu egemenliğin de bazı yararları
olmuştur -Burada egemenlik derken, bazı bireylerin taşkınlığını
önleyen diğer bazı bireylerin otoriteyi ellerine geçirmelerini kas



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 477


tediyoruz- Bu yararlar, zorbalıkla, üstünlük taslamakla ve egemenlik
adına yeryüzünde ceberut bir sistem kurmakla tebaruz eden
yöneticilerin varlıkları ile de belirginleşebilir. Çünkü onlar, yardakçıları
ve kapıkullarıyla birlikte bizzat azgın, haksız ve tiksinilen güçler
olmalarına karşın, bireyleri zillet ve baskı durumunda koruyup
kollamak zorunda hissederler kendilerini. Ki bir kimse çıkıp da
diğer insanların haklarına tecavüz etmesin. Çünkü böyle biri, fırsat
bulduğunda kendilerine karşı da çıkabilir. Nitekim kendileri de
başkalarının elinde bulunan otoriteyi gasbetmiş değiller miydi?!

Kısacası, bireylerin büyük bir kısmının, egemen sultanlardan
duydukları korkudan dolayı uzlaşmacı ve uyumlu bir tavır içinde
olmayı yeğlemesi, insanları, toplumsal egemenliği değerlendirme
düşüncesinden alıkoyucu bir rol oynar. Buna karşılık, güçleri yetmediği
zaman, bu zorbaların yaşam sistemlerini övmekle zaman
geçirirler. Ancak bu, yapılan zulümlerin haddi aşmaması durumunda
geçerlidir. Ancak zulmün dayanılmayacak kadar haddi
aşması durumunda zulme uğradıklarını dile getirip şikayette bulunurlar.


Hiç kuşkusuz, bazen kral veya başkan dediğimiz bu insanlar
ölür veya öldürülürler. Böyle durumlarda toplum kargaşa ve bozgunluğun
başgöstereceğini algılar. Toplumsal düzen tehdit altına
girer, anarşinin egemen olmasından endişelenilir. Bunun üzerine,
derhal aralarında güç ve etkinlik sahibi olanları ileri sürer ve otorite
dizginlerini eline verirler. Böylece toplumsal işlere egemen bir
kral oluverir. Sonra gün gelir, devran döner, eski zorbalık ve baskı
yeniden ortaya çıkar.

Toplumlar, sürekli bu arayış içinde olmuşlardır. Ve bu arada
sözkonusu egemenlerin kötü yönetimlerinden, zorbalıklardan,
mutlak otorite sahibi oluşlarından çok çekmişlerdir. Bunu önlemeye
dönük bir tedbir olarak, halka egemen olan hükümetlerin görevlerini
belirleyen kanunlar hazırlayıp kralları, sultanları bunlara
uymaya zorlamışlardır. Böylece mutlakiyetçilikten sonra meşruti


478 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


krallık düzeni ortaya çıkmıştır. İnsanlar bu sistemi koruma yönünde
çaba gösteriyorlardı ve krallık babadan oğula geçiyordu.

Daha sonra, toplumlar kralların azgınlıkları, kötü uygulamaları,
değişmez, ancak miras yoluyla geçen krallık tahtına oturduktan
sonra bildikleri gibi davranmaları yüzünden, bu sistemi değiştirip
yerine cumhuriyet sistemi getirdiler. Böylece ömür boyu ve meşruti
krallıktan sürekli ve meşruti yönetime geçildi. Başka toplumlarda,
yöneticilerin zulmünden kaçış için başka yöntemler geliştirilmiş
olabilir ve insanlık gelecekte, bugün için düşünülmeyen yönetim
tarzlarını geliştirebilir.

Ancak toplumların, bu işin düzene girmesi uğruna bunca çabalar
sarfetmesi, yönetimini teslim edeceği gücü belirtmek için yoğun
bir arayış içinde olması, değişik iradeleri ve farklı güçleri bir
arada tutacak otoriteyi tespit etmek için faaliyet göstermesi, bizim
için şu gerçeği belirginleştiriyor; insanlık bu makamdan, değişik
isimleri ortaya çıkan, toplumların değişmesi ve güçlerin geçmesi
ile birlikte farklı koşullarda belirginleşen yönetim erkinden
soyutlanamaz. Çünkü toplumsal hercu mercin, sosyal hayatın altüst
oluşunun yolu, her halukarda, değişik irade ve maksatların bir
insanda veya bir makamda somutlaşan tek iradede birleşmemesinden
geçer.

Daha konunun başındayken söylediğimiz de buydu: Yönetim,
insan toplulukları için zorunlu bir itibarî değerdir.

Bu da diğer itibarî değerler gibi, toplumun sürekli
mükemmelleştirmeye, düzeltmeye, eksiklerini gidermeye, çelişkili
sonuçlarını bertaraf etmeye çalıştığı, arayış içinde olduğu bir
olgudur. Bütün bunlar insanın mutluluğuna yöneliktir.

Bu yönetim erkinin ıslah ve düzeltim ameliyesindeki en büyük
ve en doyurucu pay peygamberlik misyonuna ait olmuştur. Çünkü
sosyolojide genel kabul gören bir kural vardır: Herhangi bir sözün
özellikle insanın öz doğasıyla ilintili olan, fıtrat tarafından olumlu
karşılanan ve beklenti içindeki nefisler tarafından güvenilebilen


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 479


bir sözün genel düzeyde toplum nezdinde yaygınlık kazanması,
değişik eğilimleri birleştiren, darmadağınık toplumları tek bir el
gibi hareket etmeye yönelten, bir iradeye göre açılıp kapanmasını
sağlayan, karşısına dikilen her engeli aşan en güçlü etken işlevini
görür.

Şurası bir gerçek ki: Peygamberlik misyonu ortaya çıktığı en
eski dönemlerden bu yana insanları adalete davet etmiş, onları
zülüm işlemekten alıkoymuştur. Allah'a kulluk sunmaya, O'na teslim
olmaya teşvik etmiştir. Azgın Firavunlara, mütegaliblere, despot
ve müstekbir Nemrutlara itaat etmesinler diye onları uyarmıştır.
Bu davet, peşpeşe gelip giden kuşaklar arasında, ardarda gelen,
büyük-küçük değişik zaman ve mekanda ortaya çıkan ümmetler
içinde seslendirile gelmiştir. Bugüne kadar uzanıp gelen,
asırlar boyunca insanlar arasında seslendirilen böylesine güçlü bir
mesajın, onları etkilememiş olması düşünülemez.

Kur'an-ı Kerim, geçmiş peygamberlere (hepsine selam olsun)
indirilen vahiyden söz ederken buna ilişkin birçok örnek aktarır.
Sözgelimi Hz. Nuh'un Rabbine şöyle şikayette bulunduğunu haber
verir: "Rab-bim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları
kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular.
Ve büyük büyük hileli düzenler kurdular. Ve dediler ki:
Kendi ilahlarınızı bırakmayın." (Nuh, 21-23)

Yine Kur'an onunla kavminin ileri gelenleri arasında geçen şu
konuşmayı da aktarır:"Dediler ki: sana, sıradan aşağılık insanlar
uymuşken inanır mıyız? Dedi ki: Onların yapmakta oldukları
hakkında benim bilgim yoktur. Onların hesabı yalnızca Rabbime
aittir, eğer şuurundaysanız anlarsanız" (Şuarâ, 111-113)

Hûd peygamberin kavmine şöyle seslendiğini haber verir: "Siz
her yüksek yere bir anıt inşa edip oyalanıp eğleniyor musunuz?
Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?
Tutup yakaladı-ğınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?"

(Şuarâ,129-130)


480 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Salih peygamberin kavmine şöyle seslendiğini aktarır: "Artık
Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların
emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor
ve ıslah etmiyorlar." (Şuarâ, 150-152)

Hz. Musa, İsrâiloğullarını savunmuş, Firavun'a ve onun zülüm
esaslı düzenine karşı koymuştur. Ondan önce Hz. İbrahim, Nemrut'a
karşı çıkmış; daha önce Meryemoğlu İsa ve diğer
İsrâiloğulları elçileri, çağdaşları olan taşkınlara, krallara ve ileri
gelenlere başkaldırmıştı, zülüm esaslı sistemleri eleştirmişti. İnsanlar
bozguncuları reddetmeye, tağutlara uymamaya davet
edilmişlerdi.

Kur'an-ı Kerim ise, insanları bozgunculuğa itaat etmemeye,
zülümden kaçınmaya davet etmiştir. Zülüm, bozgunculuk, saldırganlık
ve azgınlık gibi suçların doğurduğu sonuçlara ve onların
ağır cezalarına dikkat çekmiştir. Bu apaçık bir husustur: "
Rabbinin Ad kavmine ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar
sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi.
Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar sahibi
Firavun'a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda
fesadı yaygınlaştırmış-artırmış-lardı. Bundan dolayı, Rabbin
onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü senin Rabbin,
gerçekten gözetleme yerindedir." (Fecr, 6-14) Bunun gibi daha birçok
ayeti örnek göstermek mümkündür.

Egemenlik anlamında mülkün, insanlık toplumu için zorunlu
bir değer olması hususuna gelince, bunun en doyurucu açıklaması
Talut kıssasında geçen şu ifadelerdir:" Eğer Allah'ın, insanların bir
kısmı ile bir kısmını def'i olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada
uğrardı. Ancak Allah, alemlere karşı büyük fazl sahibidir." (Bakara,
251) Daha önce ayetin kanıtsallığının niteliği genel olarak ifade
edilmişti.

Kur'an'da yer alan birçok ayette, mülkten, (velayet) yönetiminden,
buna yönelik itaatin zorunluluğundan ve benzeri konulardan


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 481


söz edilir. Diğer bazı ayetlerde, bunun bir nimet ve bağış olduğu
vurgulanır. Şu ayetleri buna örnek gösterebiliriz:" Onlara büyük bir
mülk verdik." (Nisâ, 54) "Sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç
kimseye vermediğini size verdi." (Mâide, 20) "Allah, kime dilerse
mülkünü verir." (Bakara, 247) Bunun gibi daha birçok ayet örnek
gösterilebilir.

Ne var ki, Kur'an, mülkü-egemenliği ancak takva ile birlikte
olduğu zaman bir üstünlük ve saygınlık olarak değerlendirir. Çünkü
Kur'an, dünya hayatının ayrıcalıklarından olup saygınlık ve üstünlük
olarak algılanabilecek olgular içinde sadece takvayı "keramet"
(üstünlük-saygınlık) olarak nitelendirir. Konuyla ilgili olarak
yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir
erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi
halklar ve kabileler şeklinde kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin
en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır." (Hucurat, 13) Takvanın
hesabı ise, Allah'a aittir. Hiç kimse takva bağlamında bir
başkasına üstünlük taslayamaz. O halde hiç kimse hiçbir şeyle
diğerine üstünlük tasarlayamaz. Çünkü eğer söz konusu şey dünyevi
bir olguysa, dünyevi olguların herhangi bir ayrıcalıkları yoktur.
Sadece dinin değeri vardır. Yok eğer uhrevi bir olguysa, bu durumda
onun hesabı Allah'a aittir. Kısacası, bu nimeti, yâni yöneticilik
nimetini elinde bulunduran kimse, bir Müslüman'ın gözünde, üzerine
yük, meşakket ve cefa almış kimsedir. Kuşkusuz bu çabasını
adalet ve takva çizgisinde yürütürse, Allah katında büyük bir ödül
kazanacaktır.

İşte dinin dostlarının sergiledikleri salih ve yapıcı hareket tarzı
budur. İnşaallah, Peygamberimizin ve onun pak soyunun hayat
tarzlarını sahih hadisler ışığında incelerken bu konuyla ilgili doyurucu
bilgiler sunacağız. Göreceğiz ki, onlar bu otoriteyle ancak,
zorbalara başkal-dırmaya, yeryüzünde bozgunculuk yapmalarına
engel olmaya ve azgınlıklarına ve müstekbirliklerine karşı koymaya
nail olmuşlardır.


482 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Bu yüzden Kur'an, insanları bir yönetim tarzı kurmak, Kayserlik
veya Kisrâlık benzeri bir otorite oluşturmak için bir araya gelmeye
davet etmemiştir. Tam tersine yönetimi, toplumsal hayatın
gözetilmesi gereken bir olgusu gibi algılamıştır. Tıpkı eğitim veya
kâfirleri caydırmaya yönelik kuvvet bulundurma girişimi gibi.

Kur'an insanları din etrafında birleşmeye, buluşmaya ve ittifak
etmeye davet etmiştir. Dinde ayrılığı ve tefrikayı yasaklamıştır.
Dini hayatın vazgeçilmez temeli olarak sunmuştur. Konuyla ilgili
olarak yüce Allah şöyle buyuruyor:" Bu benim dosdoğru yolumdur.
Şu halde ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak yollara uymayın."
(En'âm, 153) "De ki: Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek
olan bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim,
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız
diğer bir kısmımızı Rabler edinmeyelim…"Eğer yine yüz
çevirirlerse, deyin ki: Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız."

(Âl-i İmrân, 64)

Görüldüğü gibi Kur'an, insanları tek ve ortaksız Allah'a teslim
olmaktan başka bir şeye davet etmiyor. Yalnızca din etrafında
kümelenmiş topluma değer verir. Bunun dışında, düzmece ilahlara
yönelik ibadeti, görkemli şatolara ve yüksek rakımlı tepelerde
kurulan anıtlara, Kayser ve Kisrâ (şahlık) türü krallıklara yönelik
itaati, yapay sınırlarla bölünmeleri, ulusal vatanların oluşmasını
sert bir dille eleştirir.

FELSEFİ YAKLAŞIM

Hiç kuşkusuz varlığı zorunlu (vacib-el vücud) olan yüce Allah'ta
son bulur evrende etkin olan nedenler silsilesi. O'nunla, parça ve
bütün olarak evren arasındaki ilişki nedensellik esasına dayanan
bir ilişkidir. Daha önce irdelediğimiz illet ve malul ile ilintili bölümlerde
şunu ortaya koyduk: Nedensellik varlıkla ilgilidir. Şöyle ki:
Malulda somutlaşan gerçek varlık, illetinin varlığından sızmıştır.
Onun dışında kalan mahiyet gibi olgular ise, sızılmışlıktan ve kay



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 483


naklanmışlıktan, illete de gereksinim duymaktan uzaktırlar. Bunun
çelişik evrime önermesi ise şöyle olur: Gerçek varlığa sahip
olmayan bir şey malul olmadığı gibi, yüce Allah'a da gelip
dayanmaz.

Salt itibarî olguların yüce Allah'a dayandırılması bir problem
oluşturur. Çünkü onların gerçek bir varlıkları yoktur. Varlıkları ve
olumlanmaları bütünüyle itibarîdir. Değerlendirme koşullarını,
konumu ve varsayım sınırını aşmaz. Şeriatın kapsadığı emir, yasak,
hüküm ve durumların tümü itibarî olgulardır. Bunların da yüce
Allah'a nispet edilmelerinde problem vardır. Mülk, izzet ve rızık
gibi olgular için de aynı durum söz konusudur.

Bu düğümü şu şekilde çözebiliriz: Bunlar gerçi gerçek bir varlıktan
yoksundurlar, ancak, bunların etkileri ve sonuçları vardır ve
bunlar, daha önce defalarca vurguladığımız gibi onların isimlerini
kalıcı kılmaktadır. Bu etkiler ve sonuçlar ise, gerçek varlıklardır ve
itibarî olarak amaçlanmışlardır. Dolayısıyla yüce Allah'a nispet
edilirler. Şu halde bu sonuçların nispet edilmeleri, bu itibarî olguların
da nispet edilişlerini mümkün kılmaktadır. Buna göre, toplumun
bireyleri olarak aramızda etkin olan hükümranlık, gerçi itibarî
bir olgudur ve gerçek varlıktan bir paya sahip değildir, ancak o
bizim tarafımızdan, tasavvur edilen mevhum bir anlamdır. Biz onu,
zihin dışı objektif sonuçlara ulaşmak için araç olarak kullanırız.
Eğer bu mevhum anlam takdir edilip varsayılmazsa, bu sonuçlara
ulaşmamız mümkün olmaz. Sözünü ettiğimiz sonuçlar; zorbaların,
güç ve etkinlik sahibi bireylerin, toplumdaki zayıf ve düşkünlerin
haklarını gasbedenlerin ezilmeleri, herkesin olması gereken yerde
olması, her hak sahibinin hakkının verilmesi şeklinde sıralanabilir.
Kısacası mülk itibarî bir olgudur ancak.

Bu tür zihin dışı etki ve sonuçlar kalıcı oldukları sürece
egemenliğin anlamı ve ismi de kalıcı olacaktır. Dolayısıyla bu zihin
dışı sonuçların, zihin dışı nedenlerine nispet edilmeleri, mülkünegemenliğin
O'na nispet edilmesi demektir. Aynı durum itibarî


484 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


izzet, zihin dışı sonuçları ve gerçek illetlerine nispet edilişi için de
geçerlidir. Emir, nehiy, hüküm ve kanun koymak ve benzeri olgular
da bundan farklı değildir.

Bütün bunlardan sonra şu husus açıklığa kavuşuyor: Yukarıda
sözü edilen itibarî olguların tümü, sonuçlarının, yüce Allah'a nispet
ediliyor olması dolayısıyla zatına yaraşır bir şekilde O'na nispet
edilirler.