El-Mizân
Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:3

                AL-İ İMRAN SURESİ

                             ( 1-120. Ayetler)

                                         İÇİNDEKİLER


7............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Elif, lâm, mîm.

2- Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, (yaratıklarını)
koruyup yöneticidir.

3- O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak
indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti.

4- Daha önce, insanlara yol gösterici olarak. Furkan'ı (dini) da
indirdi. Muhakkak ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli

bir azap vardır. Allah güçlüdür, intikam alıcıdır.

5-Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a hiç bir şey gizli kalmaz.

6- Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O'dur. O'ndan

başka ilah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hikmet sahibidir.


Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................ 8


AYETLERİN AÇIKLAMASI


Surenin ana hedefi, mü'minlerin dinde ortak bir kelime etrafında
birleşmeye, dinin ilkelerinin korunmasına yönelik çabalar
bağlamında sabır göstermeye ve kararlılığa çağırılmalarıdır. Son
derece hassas bir noktada bulunduklarına dikkatleri çekilerek,
Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerden oluşan bir düşman çemberiyle
kuşatıldıkları vurgulanıyor. Bu topluluklar bir araya gelmiş ve Allah'ın
nurunu elleri ve ağızlarıyla söndürme kararını almışlardır.

Surenin bir kerede inmiş olması güçlü bir ihtimaldir. Çünkü iki
yüz ayeti arasında başından sonuna kadar bir ahenk ve intizam
olduğu, ayetler arasında güçlü bir bağ bulunduğu, maksatlarının
birbiriyle bağlantılı olduğu açıktır.

Bu yüzden, zihnimizde şöyle bir bakış açısı ağırlık kazanıyor:
Bu sure Peygamber Efendimize (s.a.a) indiği zaman, konumu henüz
tam anlamıyla istikrar kazanmış değildi. Çünkü surede Uhud
savaşından, Necran Hıristiyanlarıyla lanetleşmeden, Yahudilerin
bazı tutum ve davranışlarından söz ediliyor. Müşrikler aleyhine
mücadele etmeye ilişkin teşvik edici ifadelere yer veriliyor. Sabırlı
olma gereği vurgulanıyor, birbirlerini sabra tavsiye etmeye ve aralarında
birlik, beraberlik oluşturmaya ilişkin çağrılar yapılıyor. Bütün
bunlar gösteriyor ki: Âl-i İmrân suresi indiği sıralarda Müslümanlar
bütün güçleriyle ve tüm imkanlarıyla dinin varlığını savunma
sınavıyla karşı karşıyaydılar. Bir yandan Yahudi ve Hıristiyanların
kışkırtmaları sonucu, toplulukları içinde baş gösteren çözülme
ve çatırdamalara karşı direniyor, kanıtlar gösteriyor, cevaplar
sunuyorlardı. Bir yandan da müşriklerle savaşıyorlardı. Onlar
savaş halinde ve can güvenliğinden yoksun bir ortamda yaşıyorlardı.
Çünkü İslam'ın çağrısı yankı uyandırmıştı. Bütün dünya; Yahudi'si
ve Hıristiyan'ı, Arap müşrikleri, daha gerilerde Bizanslılar,
İranlılar vb. İslam aleyhine harekete geçmişlerdi.


9............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Yüce Allah, bu surede mü'minlere aracılığıyla hidayet buldukları
dinin gönüllerini hoş tutacak, şeytanın kalplerine telkin ettiği
şüphe ve vesveseleri giderecek, ehl-i kitabın saptırıcı kandırmalarını
etkisiz hale getirecek gerçeklerinden bazılarını hatırlatıyor ve
bu bağlamda şu gerçeği vurguluyor; Allah mülkünü idare etmekten
gafil değildir. O'nun yarattığı varlıkların O'nu aciz bırakmaları
söz konusu olamaz. O'nun dinini seçip kullarından bir grubu bu
dine iletmiş olması öteden beri sürüp gelen teamüllerin ve kesintisiz
bir sünnetin gereğidir. Sebepler ve illetler yasasıdır bu. Dolayısıyla
mü'min ve kâfir sebepler yasasına göre hareket etmek durumundadır.
Bir gün kâfirin lehine, bir başka gün de mü'minin lehine
olur. Yurt sınav yurdudur. Bugün çalışma günüdür. Sınav ve
çalışmanın karşılığı ise, yarın verilecektir.

(Al-i İmran / 1-2) "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Elif, lâm, mîm.
Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, (yaratıklarını)
koruyup yöneticidir."
 Ayet-el Kürsi'yi tefsir ederken, bu ifadeyle ilgili
açıklamalarda bulunduk. Bu açıklamalarımızdan şu sonuç çıktı:
Burada kastedilen, yüce Allah'ın var etme ve var ettiğini yönetme
işini eksiksiz bir şekilde yerine getirdiği, varlıklar üzerinde yöneticikaim
olduğudur. Şu halde varlıklar alemi, objeleri ve etkileriyle
Allah'ın yönetimi, egemenliği altındadır. Bu, bilinçsiz doğal sebeplerinkine
benzer salt etkiden ibaret bir egemenlik değildir. Tersine,
ilim ve kudret gerektiren hayat nitelikli bir egemenlik söz konusudur.
Buna göre ilahi bilgi, varlıklar alemine nüfuz edicidir ve hiç bir
şey bu bilginin kapsamının dışında kalamaz. İlahi kudret de varlıklar
alemine egemendir. Bu alemde O'nun dileği ve izni olmadan
hiç bir şey meydana gelmez. Bu yüzden iki ayetin ardından şu değerlendirme
cümlesi yer almıştır. "Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'
a hiç bir şey gizli kalmaz. Döl yataklarında size dilediği gibi şekil
veren O'dur."

Âl-i İmrân suresinin başındaki bu altı ayet, surenin içerdiği
ayrıntıları -kapsayıcı (surenin ana hedefinden söz etmiştik) bir
özet-giriş niteliğindedir. Dolayısıyla bu ayet de, konuya hedefi
sonuçlandıracak bir türde küllî açıklamayla giriş yapma


Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................ 10


landıracak bir türde küllî açıklamayla giriş yapma konumundadır.
Nitekim "Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a..." cümlesiyle başlayan
son iki ayet de, açıklama sonrası gerekçelendirme işlevini görüyor.
Buna göre, kapsamlı girişin tamamlanışını sağlayan söz, ortadaki
iki ayet olarak ön plana çıkıyor: "Sana kitabı indirdi... üstün iradelidir,
intikam alıcıdır."

Dolayısıyla, şöyle bir anlam ortaya çıkmış olur ki, mü'minler
şunu akıllarından çıkarmamaları gerekir: İman ettikleri Allah,
uluhiyette tektir. Varlıklar üzerinde hayat sahibi bir egemendir.
Varlıkların idaresi O'nun tekelindedir. Mülkünde O'na üstünlük
sağlanamaz. Evrende ancak O'nun dilediği ve izin verdiği şey olur.
Mü'minler bu gerçeği düşündükleri zaman, hakka ileten kitabı,
hak ile batılı birbirinden ayıran ve aydınlatıcı Furkan'ı indirenin O
olduğunu bilirler. Yüce Allah, yol gösterici kitabı indirirken, hiç
kuşkusuz sebepler aleminde ve özgür seçim ortamına egemen
olan yasaları yürürlüğe koymuştur. Kim iman ederse, ödülünü alacaktır;
kim de inkar ederse, Allah ilerde onu cezalandıracaktır.
Çünkü O, güçlüdür, intikam alıcıdır. Bu da şundan dolayıdır ki; O,
Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur ki bu yönlerde hükmetsin. Kâfirlerin,
mü'minlerin durumu O'ndan gizli kalamaz. Davranışları ve
küfürleri O'nun iradesinin ve meşietinin dışında gerçekleşmez.

(Al-i İmran / 3)  "O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı
olarak indirdi."
Daha önce, "tenzil" kelimesinin peyderpey indirme "inzal"
kelimesininse bir kere de indirme anlamına geldiğini belirtmiştik.

Bu değerlendirmemiz, aşağıdaki ayetlerde geçen "tenzil" kelimesinin
ifade ettiği anlam ile çelişiyormuş gibi görülebilir.

"Kur'an ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil miydi?"
(Furkan, 32) "Bize gökten bir sofra indirebilir mi?" (Mâide, 112)
"Ona bir ayet indirilmeli değil miydi?" (En'âm, 37) "De ki: Şüphesiz
Allah, ayet indirmeye güç yetirendir."
(En'âm, 37) [Bilindiği gibi bir
ayetin indirilişi, ancak bir defada ve toplu olarak düşünülebilir.] Bu
yüzden bazı tefsir bilginleri: Çelişkiyi ortadan kaldırmak için ifa



11............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


deyle ilgili olarak şöyle demek daha uygundur: "Sana kitabı indirdi"
demek, "Onu bir indirmenin ardından tekrar indirdi" demektir."
demişlerdir.

Bunu şöyle cevaplandırmak mümkündür: İndirişin peyderpey
gerçekleştirilmesinden maksat, herhangi bir şeyin cüzlerinin indirilişi
sırasında, bu cüzler arasında önemsenecek kadar bir zaman
aralığının bulunması değildir. Bilakis, cüzlerinin varolmaları ile
meydana gelen bileşik varlıkların bazen bütün cüzleri ile olan ilintisi
göz önünde bulundurulur ki, bu durumda parçalara bölünmemiş
tek bir şey olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda, "Gökten bir su
indirdi." (Râ'd, 17) yâni yağmur yağdırdı, ayetinde olduğu gibi böyle
bir varlık için bir kerede indirilişi ifade eden "inzal" kelimesi kullanılır.
Bazen de bileşik varlıklar, ardarda meydana gelmeleriyle
kendilerini oluşturan cüzlerinin tümüyle değil de her birisiyle olan
ilintisi göz önünde bulundurularak değerlendirilir. Cüzlerin ardarda
varoluşları esnasında, aralarında uzun bir zaman aralığının bulunup
bulunmaması hiç bir şeyi değiştirmez. İşte bu olaya "peyderpey
oluş" denir ve böyle bir indiriliş "tenzil" kelimesiyle ifade edilir.
Şu ayette olduğu gibi "O'dur ki yağmuru yağdırır." (Şurâ, 28)

Buradan çıkan sonuç şudur: Çelişkiye örnek olarak gösterilen
ayetler arasında aslında çelişkiyi sergileyecek bir ayet yoktur.
Çünkü: "Kur'an ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil
miydi?" ayetinden maksat, Kur'an'ın farklı işler, olaylar ve zamanlarla
ilgili olarak ayetlerinin ardarda indirildiği gibi tümünün de
uzun bir zaman aralığı olmaksızın, bitişik ve tek bir zamanda ayetlerin
ardarda indirilişi şeklinde ona nazil olmasıdır. Bu, aynı zamanda
yukarıda örnek gösterilen öteki ayetler açısından da geçerli
bir cevaptır.

Yukarıda işaret ettiğimiz bazı tefsir bilginlerinin "Sana kitabı
indirdi." cümlesiyle ilgili açıklamaları istihsan [şer'i delillerden
birine dayanmaksızın sırf ilk nazarda hatıra güzel görünen şahsi
görüş] olup kesin olarak kelimenin lügatteki anlamını belirlemede


Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................12


caiz olmamakla birlikte, mezkur ayetlere dayanarak varsayılan
çelişkiyi de ortadan kaldırmıyor. Tam tersine çelişki olduğu gibi
söz konusudur. [Çünkü "bir indirmenin ardından tekrar tekrar indirdi"
cümlesi tedrici indirmede kullanılan başka bir ifadedir ve bu
ifadeyle ilgili olarak da tenzil kelimesi kullanılmalıdır. Sonuç olarak
da söz konusu ayetlerde tenzil kelimesinin kullanılmış olmasının
nedeni bu yorumla açıklığa kavuşturulamaz.] Verilen cevabın
yetersizliği apaçık ortadadır.

Kur'an-ı Kerim'de, kitabın Peygamber Efendimize (s.a.a) indirilişi
hem "tenzil" hem de "inzal" ifadesiyle anlatılmıştır. "İnme" (nüzul)
eylemi, herhangi bir şeyin bir şekilde çıktığı yüksek bir makam
veya mekanın yanı sıra, yönelip karar kılacağı aşağı bir makam
veya mekanı da gerektirir. Yüce Allah, zatını yükseklik ve yüce
derecelerle vasfetmiştir. Kitabını da kendi katından indirilme
olarak nitelemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçekten o,
yücedir, hikmet sahibidir." (Şura, 51) "Ne zaman ki, onlara Allah
katından, yanlarında bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap geldi
mi..." (Bakara, 89) Buna göre, vahyin Resulullah Efendimizin (s.a.a.)
kalbinde yerleşip karar kılması bağlamında "iniş" (nüzul) lafzının
kullanılması yerindedir.

"Hak" kavramı objeler dünyasında sabit, değişmez bir karşılığı
olan haber ve bilgi, "doğruluk" (sıdk) kavramı ise, objeler dünyasındaki
realiteye uyan haber ve bilgi şeklinde açıklanmıştır. Dolayısıyla,
objeler dünyasındaki nesneleri ve reel olguları, tıpkı Yüce
Allah'a ve reel olgulara söylendiği gibi "hak" diye nitelemek, bu
nesne ve olguların kendileri hakkında verilen haber itibariyle
"hak" oldukları anlamını ifade eder. Her halükarda, ayet-i kerimede
geçen "hak" kavramı ile değişmez, geçersiz olmaz ve kalıcı
şey kastedilmiştir.

Anlaşıldığı kadarıyla ayette geçen "hak" kelimesinin başındaki
"ba" harf-i cerri birlikteliği ifade ediyor. Buna göre ayeti şöyle anlamak
gerekir: O sana kitabı, hak ile birlikte, ondan ayrılmaz bir


13............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


şekilde indirdi." Hakkın birlikteliği, hak ile beraberlik, onun üzerine
batılın sıçramamasını, içine batılın karışmamasını gerektirir.
Dolayısıyla, Allah tarafından indirilen kitap, batılın ona üstünlüğü,
egemenliği açısından güvencededir. Demek ki, "O, sana kitabı
hak olarak indirdi." ayeti kinayeli istiare sanatına örnek oluşturmaktadır.
"Hak" kelimesinin başındaki "ba" harf-i cerrinin anlamı
ile ilgili başka şeyler de söylenmiştir; ancak bunların hiç biri tutarsızlıktan
beri değildir.

Ayette geçen "musaddikan" kelimesi "tasdik" (doğrulama) kelimesinden,
o da "sıdk" mastarından türemiştir. "Saddaktu makalen
keza" falan sözü tasdik ettim; yâni, onun doğruluğunu onayladım,
doğru olduğunu itiraf ettim, "saddaktu fulanen" falan adamın
haber verdiği şeylerin doğru olduğunu kabul ettim, demektir.

"Kendinden öncekiler..."den maksat, Kur'an'dan önce indirilen
Tevrat ve İncil'dir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçek
şu ki, biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik... Ona
içinde hidayet bulunan İncil'i verdik... Sana da, önündeki kitapları
doğrulayıcı olarak Kitab'ı verdik." (Mâide, 44-48) Bu ifade şuna
delalet ve işaret ediyor: Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde
bulunan Tevrat ve İncil'de yüce Allah'ın Hz. Musa ve Hz. İsa'ya (a.s)
indirdiği ayetler bulunmaktadır, içinde bazı çıkartmalar ve tahrifler
olsa da. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a.) devrinde Yahudi ve Hıristiyanların
ellerinde bulunan Tevrat ve İncil, Bugünkü Tevrat ile dört
maruf İncil'di. Böylece Kur'an-ı Kerim'in mevcut Tevrat ve İncil'i
tasdik ediyor olması sonucu ortaya çıkıyor; ancak bu, yüzde yüz bir
tasdik değil, genel anlamda bir tasdiktir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de,
Tevrat ve İncil'de tahrifat yapıldığını, bazı açıklamaların çıkarıldığını
ifade eden ayetler vardır.

"Andolsun, Allah İsrail oğullarından kesin söz almıştı... ve
kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden
saptırırlar. Kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular...
Ve biz Hıristiyanlarız diyenlerden kesin söz almıştık. Sonunda


Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................14


onlar kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular."

(Mâide, 12-14)

"O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti daha önce, insanlara yol gösterici
olarak."
"Tevrat" kelimesi, İbranice'de şeriat anlamına gelir. İncil
ise, Yunanca bir kelimedir. Bazıları kelimenin aslının Farsça ve
anlamının müjde olduğunu söylemişlerdir. "Gerçek şu ki, biz Tevrat'ı,
içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik..."
(Mâide, 44) ayetlerini
incelerken, iki kitap hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.


Kur'an-ı Kerim, ısrarla Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinin kitabını
‘İncil' şeklinde tekil olarak isimlendiriyor ve onun Allah katından
indirildiğini vurguluyor. Oysa, bir çok İncil vardır. Ayrıca bugünkü
tanınan dört İncil, Kur'an'ın inişinden önce ve indiği dönemde
mevcuttu. Bu İncillerin yazarları Luka, Markos, Matta ve Yuhanna
adlı şahıslardır. Bir çok İncil bulunduğu halde, adlandırmanın tekil
yapılması ve onun da Allah katından indirildiğinin vurgulanması,
eldeki İncillerde tahrif ve çıkartmaların bulunduğuna yönelik bir
işarettir. Her halükarda surenin başlarında yer alan bu ayette, Tevrat
ve İncil'den söz edilmiş olmasının, Yahudi ve Hıristiyanların
tutumlarına, ileride işaret edileceği gibi Hz. İsa'nın doğumuna,
peygamber oluşuna ve göğe yükseltilişine ilişkin tavırlarına itiraz
yönlü iğneleyici üslubunu da göz ardı etmemek gerekir.

(Al-i İmran / 4) "Furkan'ı da indirdi." es-Sıhah adlı eserde belirtildiğine göre
"furkan" hak ile batılı birbirinden ayıran şey demektir. Ancak kelime
maddesi itibariyle, bu anlamdan daha geniş kapsamlıdır.
Yâni farklı iki şeyi birbirinden ayıran her şey için bu kelime kullanılabilir.
Bir ayette yüce Allah şöyle buyuruyor: "Furkan (ayrılma)
günü, iki ordunun karşı karşıya geldiği günde" (Enfâl, 41) Bir diğer
ayette de şöyle buyuruyor: "Size bir furkan (doğruyu yanlıştan ayıran)
verir." (Enfâl, 29) Allah katında istenen ayırım, hidayete erme
anlamı ile ilintili olduğuna göre, burada kastedilen, inanç ve bilgiler
bağlamında hak olanla batıl olanı birbirinden ayırma ve dünya


15............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


hayatı boyunca kişinin sergilediği ameller bağlamında kulluk görevi
kapsamına giren davranışlarla, bu kapsama girmeyen davranışları
ayırdetmedir.

Dolayısıyla, kullanılan kavramın anlamı, yüce Allah'ın vahiy yoluyla
peygamberlerine indirdiği temel ve ayrıntı nitelikli bilgileri
kapsar. İster bu vahiy kitapta açıklansın, ister kitapta olmayıp da
peygamberler vasıtasıyla açıklansın. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Andolsun, biz Musa ve Harun'a Furkan (hak
ile batılı birbirinden ayıran)'ı verdik." (Enbiya, 48) [Bu ayette Musa
ve Harun'a indirilen şeylerin tümüne furkan adı verilmiştir.] Bir
ayette de şöyle buyurmuştur: "...Musa'ya Kitab'ı ve Furkan'ı verdik."
(Bakara, 53) [Tevrat'ın yanı sıra Musa'ya indirilen emirlere
furkan denilmiştir.] Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: "Alemlere
uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan'ı indiren Allah ne yücedir."

(Furkan, 1)

Yüce Allah Furkan kavramının ifade ettiği bu anlamı, mizan
kelimesi ile de anlatmıştır. "Andolsun, biz elçilerimizi apaçık belgelerle
gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla
birlikte kitabı ve mizanı indirdik." (Hadid, 25) [Bu ayette kitap
ve furkan yerine, kitap ve mizan denilmiştir.] Bu ayet aşağıdaki
ayetle aynı anlamı ve mesajı içermektedir. "İnsanlar tek bir ümmetti.
Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi
ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler
konusunda aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi."
(Bakara, 213) Şu halde mizan da tıpkı furkan gibi, insanlar
arasında, içerdiği bilgiler ve kulluk görevleriyle birlikte, adaletle
hükmetmek üzere gönderilen dinin kendisidir. Yine de doğrusunu
yüce Allah herkesten daha iyi bilir.

Bir görüşe göre; furkan kavramı ile Kur'an kastedilmiştir. Diğer
bir değerlendirmede furkan kavramı, hak ile batılın
ayırdedilmesini sağlayan yol göstericilik şeklinde anlamlandırılmıştır.
Bazılarına göre, furkan, Hz. İsa hakkında tartışanlara karşı


Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................16


Peygamber Efendimizin (s.a.a) sunduğu kesin hüccet ve kanıt demektir.
Zafer ve akıl olarak anlamlandıranlar da olmuştur. Ancak
en iyi açıklama bizim yukarıda anlattığımızdır.

"Muhakkak ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir azap
vardır. Allah güçlüdür, intikam alıcıdır." Denildiği gibi intikam almak,
kötülük yapana kötülüğünün karşılığını vermek anlamında kullanılır;
ama bu anlamın kin ve gayzı dindirmek, yüreği soğutmak gayesiyle
gerçekleşmesi anlamını içermesi bir zorunluluk değildir.
Bu duygu, biz insanlar arasında geçerli olan intikam almalar için
söz konusudur. Çünkü kötülük yapan kimsenin bu davranışı, bir
eksikliğe ve zarara yol açar. Bu yüzden, yüreğimizi soğutacak, kinimizi
dindirecek şekilde şiddetli bir cezalandırma yönüne gitmek
suretiyle, uğradığımız zararı gidermek, bizim tarafımızda meydana
gelen noksanlığı tamamlamak gereğini duyarız.

Yüce Allah'a gelince O, kulların davranışlarından dolayı yararlanmaktan
veya zarara uğramaktan münezzehtir. Bunun yanında
O, kulları arasında hakkı yerine getireceğini vaat etmiştir (O'nun
vadi de hakkın ta kendisidir) Kulların yaptıkları hayırsa, hayır olarak,
şerse şer olarak karşılığını verecektir. Yüce Allah bir ayette
şöyle buyuruyor: "Allah hak ile hükmeder." (Mü'min, 20) Bir diğer
ayette de şöyle buyuruyor: "Ta ki, kötülükte bulunanları, yaptıkları
dolayısıyla cezalandırsın, güzel davranışta bulunanları da daha
güzeliyle ödüllendirsin." (Necm, 31) Bu böyledir, çünkü O, kutsiyetinin
çiğnenmesinden münezzehtir, mutlak olarak azizdir (üstündür).
Bu tür girişimleri kesin olarak engeller. Bir görüşe göre, Aziz
kelimesinin anlamının temelinde engelleme gücüne sahip olma
yatmaktadır.

"Muhakkak ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir a-
zap vardır." ayetinde azap kavramı mutlak olarak kullanılmıştır ve
ahiret günüyle yada kıyametle sınırlandırılmamıştır. Dolayısıyla bu
ifadede ahiret azabı bağlamında bir tehdit söz konusu olduğu gibi,
dünya azabı bağlamında da bir tehdit söz konusudur. Aslında bu,


17............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Kur'an'ın kapsadığı temel gerçeklerden biridir; ancak araştırmacıların
çoğunluğu bunu gerektiği şekilde açıklayamamışlardır. Bunun
nedeni, biz insanların ancak bedene acı veren şeyleri, maddi
nimetlerde bir eksilme veya bozulmayı, malların heder olması,
sevilenlerin ölümü ya da bedenin takatsızlaşması gibi şeyleri azap
olarak algılamamızdır. Oysa Kur'an-ı Kerim, bilgileri aracılığıyla
bize bundan ötesini anlatmaktadır.

KUR'AN'DA AZAP KAVRAMININ İFADE ETTİĞİ ANLAM

Kur'an-ı Kerim, Rabbini unutan kimselerin hayatlarını,
geçimlerini onca genişliğine ve bollu görünüşlü olmasına rağmen
sıkıntılı ve zor bir hayat olarak nitelemektedir. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar ve
sıkıntılı bir geçim vardır." (Tâhâ, 124) Nimet ve afiyet olarak
algıladığımız mal ve çocukları, Kur'an-ı Kerim azap olarak
nitelemektedir. "Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin;
Allah onlara dünyada bunlarla azap etmeyi ve kâfir olarak
canlarının çıkmasını istiyor." (Tevbe, 85)

"Ve dedik ki: Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş." (Bakara,
35) ayetini tefsir ederken, ana hatlarıyla açıkladığımız gibi, işin aslı
şudur: Birincisi; insanın sevinci, neşesi, hüznü, tasası, arzusu, korkusu,
azap duyması ve nimetlenmesi onun mutluluk veya mutsuzluk
olarak algıladığı olgular etrafında odaklaşmaktadır. İkincisi;
gerek nimet, gerekse azap ve bunlara yakın olgular, izafe edildikleri
şeyin durumuna göre farklılık gösterirler. Örneğin, ruhun ken-
dine göre bir mutluluğu ve bir mutsuzluğu vardır. Bedenin de bir
mutluluğu ve mutsuzluğu vardır. Aynı
şekilde bu bağlamda insanın
kendine özgü bir konumu ve hayvanın da kendine özgü bir konumu
vardır. vs.

Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmanyan, yüzü dünyaya dönük materyalist
insan, Allah'ın edebiyle edeplenmediği için, asıl mutluluğu
maddi mutluluk olarak algılar ve manevi mutluluk olarak ifade


Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................ 18


edilen ruhsal mutluluğa itibar etmez. Bu yüzden mal, evlat, ve
mevki sahibi olmaya uğraşır, iktidar ve kudretini yaygınlaştırmanın
yollarını arar. Bu insan, nefsi aracılığıyla arzuladığı bu şeyleri, yalnızca
hayalinin kendisine tasvir ettiği nimetlenmeye ve lezzete
ulaşmak için belirtmiştir. Arzusuna kavuşunca da, bir lezzetin gerisinde
bin acının gizli olduğunu görür. Bunlara kavuşmadığı zaman,
içinde hasret ve umut besler, kavuştuğunda ise, arzuladığından
farklı bir durumla karşılaşır. Çünkü bir takım eksiklerinin olduğunu
görecektir, beraberinde acılar taşıdığını fark edecektir.
Kalbi güven ve huzur bulacağı sebepler ötesi Allah'a ilgi duymadığından
güvenip dayandığı sebeplerin kendisini yüz üstü bıraktığını
acı bir deneyim olarak anlayacaktır. Sonunda yine hasret, yine
tatminsizlik onu beklemektedir. İnsan, elde ettiği şeyler bağlamında
sürekli acı duyar, ondan yüz çevirir, ondan daha hayırlısını
ister, belki kalbinin tasası ve acısı bu sayede dinsin. Elde etmediği
şeyler konusunda da sürekli hasret, acılar ve yürek sızıları içinde
yüzer. İşte insanın elde ettiği ve kavuşamadığı
şeyler bağlamındaki
gerçek durumu...

Kur'an insanı, sonsuz ruhla, dönüşebilen ve değişkenlik özelliğine
sahip bedenin bileşiminden ibaret bir varlık görür. İnsan
Rabbinin huzuruna varıp sonsuzluğa kavuşuncaya kadar, bu özelliğini
sürdürür. Dolayısıyla, ilim ve benzeri şeyler gibi sırf ruhu için
mutluluk aracı olan olgular onun için de mutluluk kaynağı oluştururlar.

Aynı şekilde, hem bedenin, hem de ruhun mutluluğuna sebep
oluşturan mal ve evlat gibi olgular da, onu Allah'ın zikrinden
uzaklaştırmadıkları ve yerin değerlerine çakılıp kalmasına sebep
olmadıkları sürece, onun için de mutluluğa sebep olurlar ve ne de
güzel mutluluktur bu. Bunun yanında, Allah yolunda öldürülmek,
bu uğurda malın harcanması gibi bedene acı veren ama ruhu mutlu
kılan şeyler de insanın mutluluğu sayılırlar. Bu tıpkı, sağlığı uzun
süre korumak için insanın ilacın acı veren tadına tahammül göstermesine
benzer.


19............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Bedene mutluluk verdiği halde ruha acı veren şeyler, insan için
mutsuzluk ve azap sebebi olurlar. Kur'an-ı Kerim, tek başına badenin
mutluluğunu, fazla önemsenmemesi gereken az bir yararlanma
olarak nitelendirir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
"İnkar edenlerin ülke ülke dolaşıp dönmeleri seni aldatmasın. Bu
az bir yararlanmadır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir.
Ne kötü bir yataktır o!"
(Âl-i İmrân, 196-197)

Kur'an-ı Kerim, bedene ve ruha birlikte mutsuzluk veren şeyleri
de azap olarak nitelendirir, tıpkı insanların bunu azap olarak
algılamaları gibi. Ancak, meseleye bakış açısı farklıdır. Bu tür bir
durum insanların yanında azap konumundadır, çünkü bedene
eziyet vermektedir. Kur'an'a göre de azaptır, çünkü ruha eziyet
etmektedir. Geçmiş toplulukların üzerine inen azap türleri bunun
birer örnekleridirler. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"Rabbinin Ad kavmine ne yaptığını görmedin mi? Yüksek
sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri
yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve
kazıklar sahibi Firavun'a? Ki onlar şehirlerde azgınlaşmışlardı.
Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmış-artırmışlardı. Bundan
dolayı Rabbin onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü
Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir." (Fecir, 6-14)

Bilinç sahibi varlıklar açısından mutluluk ve mutsuzluk olguları
duyumsamaya ve algılamaya dayanır. Örneğin biz, elde ettiğimiz
ama algılamadığımız lezzetli bir şeyi kendimiz için mutluluk olarak
değerlendirmeyiz. Aynı
şekilde acı verdiği halde duyularımızla
algılamadığımız bir şeyi de mutsuzluk saymayız. Bundan anlaşılıyor
ki, Kur'an'ın bu mutsuzluk ve mutluluk olgularına ilişkin öğretisi
maddi öğretilerin yaklaşımından farklıdır. Bundan dolayı maddeye
tutkuyla bağlı olan insanın, öyle bir eğitimden geçmesi gerekir
ki, insan için gerçek mutluluğun Kur'an'ın somutlaştırdığı mutluluk
olduğunu ve gerçek mutsuzluğun da Kur'an'ın mutsuzluk
olarak nitelendirdiği şey olduğunu bilsin. Kur'an bu amaçla men



Âl-i İmrân Sûresi .1-6 .....................................................................................20


suplarına gönüllerini Allah'tan başkasına bağlamamalarını telkin
eder. Onların, Rablerinin her şeyin sahibi tek egemen olduğunu,
hiç bir şeyin O'nsuz meydana gelmediğini, O'nun dışında hiç bir
şeyin hedef edinilmeyeceğini bilmelerini ister.

Böyle bir insan, nefsi için dünyada sadece mutluluk görür. Oysa
bazı
şeylerde hem bedenin, hem ruhun, bazı
şeylerde de sadece
ruhun mutluluğu söz konusudur. Bunun dışındaki şeyleri de
sadece azap ve felaket olarak değerlendirir. Nefsinin tutkusuna ve
dünyanın maddi hayatına bağlı olan insan, her ne kadar sahip olduğu
dünyanın çekici süslerini, kendisi için mutluluk, hayır ve lezzet
olarak görüyorsa da, o, çok geçmeden yanıldığını anlayacaktır,
mutluluk sandığı
şeyin gerçekte mutsuzluk olduğunu görecektir.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Şu halde sen, kendilerine
vadedilen azap günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak; dalıp
oynasınlar, oyalansınlar." (Meâ-ric, 42)

Bir diğer ayette şöyle buyuruyor: "Andolsun, sen bundan gaflet
içindeydin; işte biz de senin üzerindeki örtüyü açıp kaldırdık. Artık
Bugün görüş gücün keskindir." (Kâf, 22)

Bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "Şu halde sen, bizim zikrimize
sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden
yüz çevir. İşte onların ulaşabilecekleri bilgi (sınırı) budur." (Necm,

29-30)

Şu da var ki, dünyaya tutkuyla bağlı olan insanlar, bütünüyle
tasadan ve sıkıntıdan arınmış bir mutluluğu tatma imkanı hiç bir
zaman elde edemezler.

Buradan anlaşılıyor ki: Allah ehli, özellikle Kur'an değerlerine
göre düşünen insanların sahip oldukları kavrayış ve düşünce tarzı,
diğer insanların sahip oldukları kavrayış ve düşünce tarzından
farklıdır. Aynı türe, yâni insanlık türüne mensup olmalarına rağmen
bu durum böyledir. Ayrıca, bu kavrayış ve düşünce tarzının da
kendi içinde değişik mertebeleri vardır. İnsanların bir kısmı, ilahi


21............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


eğitim ve terbiye sürecini henüz tamamlamadıkları için farklı bir
konumda olabilirler.

Yüce Allah'ın sözünden azap kavramına ilişkin olarak bunu
algılıyoruz. Bununla beraber, ilahi kelam bedeni mutsuzluğu da
azap olarak nitelemekten kaçınmaz. Ancak nihayetinde, bedensel
mutsuzluk bedenle sınırlı ruha ulaşamayan bir azap aşamasıdır.
Yüce Allah Eyyüp peygamberin lisaniyle şöyle buyuruyor: "Şeytan,
bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu." (Sâd, 41) Bir diğer ayette
ise şöyle buyuruyor: "Hani size azabın en kötüsünü yapan, kadınlarınızı
sağ bırakıp erkek çocuklarınızı öldüren Firavun ailesinden
sizi kurtarmıştık. Bunda Rabbinizden sizin için büyük bir imtihan
vardı." (A'râf, 141) Bu ayette yüce Allah Firavun'un onlara yaptıklarını
kendisinden bir imtihan ve yapılanı özü itibarıyla azap olarak
nitelendiriyor. Kendisi tarafından gönderilen bir azap olarak
nitelendirmiyor.

* * * *

(Al-i İmran / 5)"Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a hiç bir şey gizli kalmaz." Bundan
önce yüce Allah ayetlerini inkar edenlere yönelik azabını, güçlü ve
intikam alıcı oluşuyla gerekçelendirdi. Ne var ki, bu
gerekçelelendirme, anlatılmak istenen anlamın tam olarak anlaşılması
için bir ek açıklamaya muhtaçtır. Çünkü güçlü ve intikam
alıcı olan birisi, inkar edenlerden bazılarının küfrünün farkında
olmayabilir. Dolayısıyla, küfürlerinin farkında olmadığı kâfirleri
azaplandırmaya-bilir. Bu nedenle ifadenin sonunda şöyle bir cümle
yer alıyor: "Allah'a hiç bir şey gizli kalmaz..." Bununla yüce Allah,
duyu organlarının algıladığı ve algılamadığı hiç bir şeyin kendisinden
gizli kalmayacak şekilde güçlü, üstün iradeli olduğunu
vurguluyor.

Yerde ve gökte bulunanlar ifadesiyle, bedenin organları tarafından
sergilenen davranışlar ve kalpte gizli kalan duygular olabi



Âl-i İmrân Sûresi .1-6 .......................................................................................22


lir. Bu hususta: "Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. İçinizdekini
açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onunla sorguya
çeker..." (Bakara, 284) ayetini tefsir ederken yeterli açıklamalarda
bulunduk.

(Al-i İmran / 6) "Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O'dur." Ayetin orijinalinde
geçen "yusavvirukum" kelimesinin mastarı olan "tasvir"
kelimesi, bir şeye suret, biçim vermek demektir. Suret ise, heykel
gibi gölgesi olan ve olmayan şeyler için kullanılan bir ifadedir. Döl
yatağı olarak tercüme edilen "erham" kelimesi ise, dişilerde embriyonun
varoluş sürecini tamamladığı yer anlamındaki "rahim"
kelimesinin çoğuludur.

Bu ayet, önceki iki ayetin anlamını ileriye götürmeye yöneliktir.
Önceki iki ayetten şu sonuç çıkıyordu: Allah ayetlerini inkar edenlere
azap eder. Çünkü O, güçlüdür, üstün iradelidir. İntikam alıcıdır.
Gizliyi de, açık olanı da bilir. İşinde asla alt edilmez. Tam tersine O,
işinde galip olandır. Bu son ayetten ise, şu sonuç çıkıyor: Aslında
mesele bundan daha da büyüktür. Şöyle ki; Allah'ın ayetlerini inkar
eden, O'nun emrine karşı çıkan kimseler, kendi başlarına ve
kendi güçlerine dayanarak inkar edemeyecek kadar basit ve aşağılıktırlar,
zelildirler. Allah izin vermeden böyle bir şey yapmaları
mümkün değildir. Allah'ın emrinde üstünlük sağlamaları, yüce
Allah'ın yaratılış sistemine egemen kıldığı en güzel yasayı etkisiz
hale getirmeleri, iradelerini Rablerinin iradesinin önüne geçirmeleri
söz konusu değildir. Tam tersine, bu hususta da onlara izin
veren yüce Allah'tır. Şu anlamda: O, evreni ve yaratılış sistemini
öyle bir yasaya dayandırmıştır ki, bu sistem insana bir tür seçme
hakkını tanıyor. İnsan bu niteliği sayesinde, iman ve itaat yolunu
izleyebildiği gibi, küfür ve günah yolunu da izleyebiliyor. Burada
amaç, imtihan ve deneme hikmetinin gerçekleşmesidir. Bundan
sonra dileyen inansın, dileyen inkar etsin. Ancak alemlerin Rabbi
olan Allah dilemedikçe onlar dileyemezler.


23............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


O halde hiç bir küfür, iman ve buna benzer bir tavır yoktur ki,
yüce Allah'ın ezeli planlamasına göre olmasın. Allah'ın ezeli plan-
laması, yâni takdir, eşyayı yöneldikleri amaca varmaları mümkün
olan bir şekilde düzenlemesi demektir. Varlıklar ilk önce amaçlarını
kendine özgü veyahut imkanların ulaşılmasını sağladığı
şekle
uygun bir biçimde tasvir ederler. Daha sonrada çaba göstererek
amaçlarına varırlar. Hiç kuşkusuz, yüce Allah, emrinde galip olandır,
üstün ve kahredici irade sahibidir, yarattığı varlıkların üzerinde
tartışmasız egemenliği tekelinde bulundurmaktadır. İnsanlar dilediklerini
yaptıklarını ve istedikleri gibi tasarrufta bulunduklarını,
bu davranışlarıyla, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı yasalar
sistemini kesintiye uğrattıklarını ve sonuçta ilahi takdire galip geldiklerini
sanırlar. Oysa bunun bizzat ilahi takdir ve kader gereği
oluştuğunun farkına varmazlar.

"Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O'dur." ifadesiyle
kastedilen de budur. Yâni vücudunuzun parçalarını, işin başında,
izin verdiği sona doğru götürecek şekilde düzenleyen O'dur.
Dolayısıyla insanların kesin ve tartışılmaz bir iradeleri söz konusu
değildir.

Bu ayetlerde, yürürlükteki kaderin insanlarla ilgili boyutu özel
olarak gündeme getirilmiş ve tüm evren üzerinde egemen olan
boyutuna değinilmemiştir. Bunun nedeni, üzerinde durulan konuyla
aralarında uyumun sağlanmasıdır. Ayrıca Hz. İsa ile ilgili gerçek
açıklamalarla son bulacak bu ayetler grubunun daha önce, bir
bakıma Hıristiyanların o hazretle ilgili değerlendirmelerine yönelik
bir itiraz niteliğinde olduğunu belirtmiştik. Çünkü Hıristiyanlar o-
nun ana rahminde şekillendiğini inkar etmiyorlar. Yâni Hz. İsa'nın
kendi kendini meydana getirdiği şeklinde bir iddiaları yoktur.

Özel nitelikli (Peygambere yönelik) hitabın ardından genel nitelikli
bir hitaba yer verilmiş olması, yâni "sana indirdi" ifadesinden
sonra "size suret veren" ifadesinin gelmiş olması, mü'minlerin
imanlarının da tıpkı kâfirlerin küfrü gibi kaderin egemenliğinin


Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................ 24


dışında olmadığını vurgulamaya yöneliktir. Böylece mü'minlerin
gönülleri hoş tutuluyor, İlahi rahmet ve bağışın kendilerine dönük
yansıması ile yüreklerini ferah tutmaları amaçlanıyor. Aynı
şekilde,
kâfirlerin küfründen dolayı duydukları öfkeyi yatıştırıcı bir unsur
olarak kaderin etkinliği hatırlatılmak suretiyle onlara moral
veriliyor, teselli bulmaları sağlanıyor.

"O'ndan başka ilah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hikmet sahibidir."
Burada yeniden ayetlerin başındaki tevhid konusuna dönüş
yapılıyor. Bir anlamda, kanıtı pekiştirmeye dönük bir özetleme
niteliğindedir.

Yukarıda sözü edilen bu meseleler, yâni var edildikten sonra
varlıkların doğru yola iletilmeleri, Kitap ve Furkan'ın indirilmesi,
kâfirlerin azaba çarptırılmaları suretiyle evrensel sistemin sağlamlaştırılması
gibi meseleler, onları düzenleyecek bir ilaha dayanmak
zorundadırlar. Madem ki yüce Allah'tan başka ilah yoktur, şu
halde insanları doğru yola ileten, kitap ve Furkan'ı indiren, ayetlerini
inkar eden kâfirleri azaba çarptıran da O'dur. O, doğru yola
iletme, Kitap ve Furkan'ı indirme, intikam alma ve takdir etme
gibi olguları üstün iradesi ve hikmeti doğrultusunda yapar.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Mecma-ul Beyan tefsirinde el-Kelbî, Muhammed b. İshak ve
Rebi b. Enes'ten şöyle rivayet edilir: "Surenin başından seksen
küsür ayetin sonuna kadar ki kısım Necran'dan gelen heyet hakkında
inmiştir. Bunlar altmış atlıdan ibaretti. Resulullah Efendimizle
(s.a.a) görüşmeye gelmişlerdi. İçlerinde on dört tanesi, kavimlerinin
ileri gelenlerindendi. Bu on dört tanenin içinde üç kişi vardı
ki, bunlar, kavmin öncüleri konumundaydı. Birisinin adı, Akip'ti.
Kavmin emiri ve istişare merciiydi. O'nun sözünün dışına çıkmazlardı.
Ona ayrıca Abdülmesih derlerdi. Diğerinin adı, Eyhem'di.
Zengin, itibarlı ve bu yolculuğun masrafını üstlenen bir kimseydi.
Üçüncüsünün adı da Ebu Harise b. Alkame idi. Bu adam onların


25............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


keşişi, din bilginleri, önderleri ve okullarının yöneticisi konumundaydı.
Aralarında onurlu bir mevkide bulunuyordu, çeşitli dini konularla
ilgili kitapları öğreten bir kimseydi. Bilgisinden ve içtihadından
dolayı, Bizans kralları, ona saygı gösteriyor, dini lider olarak
görüyorlardı. Onun için kiliseler yapmışlardı.

İşte bu heyet, Medine'ye Peygamberimizle (s.a.a.) görüşmeye
gelmişti. İkindi namazını kılıp bitirdiği bir sırada, Mescide girdiler.
Hepsinin üzerinde din bilginlerine özgü giysiler vardı. Göz alıcı
cübbeler, değerli hırkalar giymişlerdi. Haris b. Kaab oğullarının
adamlarını andırıyorlardı. Onları gören bazı sahabeler: "Bugüne
kadar onlar gibi etkileyici bir heyet görmedik" demişlerdi. Heyetin
ibadet vakti gelmişti. Bunun üzerine çan çalmaya başladılar. Kalktılar
ve Resulullah'ın mescidinde ibadet ettiler. Ashaptan bazıları:
Ya Resulullah, bunlar senin mescidinde mi ibadet ediyorlar?' dediler.
Peygamberimiz (s.a.a): "Bırakın ibadet etsinler" buyurdu. Onlar
doğuya dönerek ibadetlerini yaptılar. Liderleri olan Akib ve Eyhem
Peygamberimizle konuştular. Peygamberimiz onlara: "Müslüman
olun" dedi.

Onlar şu cevabı verdiler: Biz senden önce Müslüman olduk.
Bunun üzerine Peygamberimiz: "Yalan söylediniz, Allah'a oğul isnat
etmeniz, haça tapmanız ve domuz etini yemeniz Müslüman
olmanızı engeller." buyurdu.

Onlar şu karşılığı verdiler: Şayet Allah'ın oğlu yoksa, o halde
İsa'nın babası kimdir? Böylece Hz. İsa hakkında Peygamberimizle
tartıştılar.

Peygamberimiz onlara şöyle dedi: "Siz bilmiyor musunuz ki,
bir oğul mutlaka babasına benzer?"

Onlar "Evet" dediler. Ardından Peygamberimiz: "Siz bilmez misiniz
ki, Rabbimiz diridir, ölümsüzdür ve İsa fanidir?" buyurdu.

Onlar: "Evet" dediler. Sonra Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Siz
bilmez misiniz ki, Rabbimiz her şeye egemendir, her şeyi korur ve
her canlıya rızkını verir?"


Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................26


Onlar: "Evet" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara şu
soruyu yöneltti: "İsa bunları yapabilir mi?"

Onlar: "Hayır" dediler. Peygamberimiz şöyle dedi: "Bilmez misiniz
ki, yerde ve gökte olan hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz?"

"Evet" dediler. Peygamberimiz: "İsa Allah'ın kendisine
bildirdiğinin dışında herhangi bir şey bilebilir mi?" diye sordu.
Onlar: "Hayır" dediler.

Bunun üzerine Resulullah Efendimiz şöyle buyurdu: "Rabbimiz
İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirdi. Rabbimiz
yemez, içmez ve defi hacet etmez." Onlar: "Evet söylediğin gibidir."
dediler.

Ardından Peygamber Efendimiz onlara şu soruyu yöneltti: "Siz
bilmiyor musunuz ki, İsa'ya annesi herhangi bir kadın gibi gebe
kaldı, sonra herhangi bir kadın gibi onu doğurdu. İsa'yı herhangi
bir çocuk gibi besledi? Aynı
şekilde İsa da yiyiyor, içiyor ve defi
hacet ediyordu." Onlar: "Evet" dediler.

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a.) şöyle dedi: "Böyle bir
insan nasıl sizin iddia ettiğiniz varlık olabilir?" Bu soru karşısında
Hıristiyanlar verecek cevap bulamadılar. Yüce Allah, bu olay üzerine
Âl-i İmrân suresinin başından seksen küsür ayete kadar ki kısmını
indirdi. (c.1, s.406, Beyrut baskısı.)

Ben derim ki: Aynı anlamı ifade eden bir rivayeti de Suyuti ed-
Dürr-ül Mensûr adlı tefsirinde (c.2, s.3), Ebu İshak, İbn-i Cerir ve İbn-i
Münzir kanalıyla Muhammed b. Cafer b. Zübeyir'den ve İbn-i
İshak'tan o da Muhammed b. Sehl b. Ebu Emame'den rivayet et-
miştir. Kıssayı ileride nakledeceğiz. Surenin baş tarafının bu heyetle
ilgili olarak nazil olduğu şeklindeki çıkarsamanın onların bir
içtihatları olduğunu düşünüyoruz. Nitekim daha önce bu surenin
bir bütün olarak bir defada indiğini belirtmiştik.


27............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Peygamber Efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Mutsuz, annesinin karnında mutsuz olandır. Mutlu, annesinin
karnında mutlu olandır."
(Nehc-ül Fesaha, s.375)

el-Kafi adlı eserde, İmam Bakır'ın (a.s.) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Yüce Allah, Adem'in sulbündeyken kendisinden misak
aldığı veya onunla ilgili olarak bedâ (değiştirme) gerçekleşecek
olan bir nütfeyi yaratmayı dilediği ve onu ana rahmine yerleştirmeyi
istediği zaman, erkeği eşiyle cinsel birleşme için harekete
geçirir. Ana rahmine de: "Kapını aç ki, yarattığım, yürürlükteki
hükmüm ve kaderim içeri girsin." der. Bunun üzerine ana rahmi
kapısını açar ve nütfe rahme ulaşır. Burada kırk gün dolaşır, sonra
kırk gün boyunca kan pıhtısı olarak kalır. Ardından kırk gün boyunca
embriyo haline gelir. Bunu izleyen süreçte, içinde birbirine
girmiş damarlar bulunan et haline gelir. Ardından yüce Allah, yaratıcı
iki melek gönderir. Bunlar rahimde yüce Allah'ın dilediği şeyleri
yaratırlar. Bunlar, kadının rahmine kadının ağız yoluyla girerler.
Oradan ana rahmine ulaşırlar. Rahimde, erkeklerin sulbünden ve
kadınların rahimlerinden nakledile gelen kadim ruh bulunur. Bunlar
orada ona hayat ve kalıcılık ruhunu üflerler. Allah'ın izniyle,
ceninin kulaklarını, gözlerini, organlarını ve karındaki tüm organları
meydana getirirler.

Sonra yüce Allah bu iki meleğe şöyle vahyeder: "Onun üzerine
hükmümü, kaderimi ve geçerli emrimi yazın. Ancak bedâyı yâni
yazdıklarınızın değiştirilmesinin de benim yetkim dahilinde gerçekleşebileceğini
kaydedin." Bunun üzerine melekler: "Ya Rabbi,
ne yazalım?" diye sorarlar. Yüce Allah onlara şöyle vahyeder: "Başlarınızı
annesinin başına doğru kaldırın." Onlar da başlarını yukarı
doğru kaldırdıklarında, annesinin alnında, bir levhanın parladığını
görürler. Bu levhaya bakarlar ve orada çocuğun ilerideki şeklini,
süslerini, ecelini, misakını, mutlu mu, mutsuz mu olacağını ve
hakkındaki her şeyi görürler. Bu meleklerden biri, gördüklerini
arkadaşına yazdırır. Böylece annesinin alnında parlayan levhada


Âl-i İmrân Sûresi .1-6 .......................................................................................28


gördüklerinin tamamını yazarlar ve yazdıklarının yeniden değiştirilebileceğini
yâni bedâyı şart koşarlar. Sonra yazdıklarını mühürleyip
iki gözünün arasına yerleştirirler. Cenini annesinin karnında
ayakları üzere tutarlar. Ancak bir çok cenin kayıp yuvarlanır ve
altüst olur. Bu durum sadece isyankâr ve günahkâr olacak insanlar
için geçerlidir.

Çocuğun tam zamanında veya vaktinden önce dışarı çıkmasının
zamanı gelince yüce Allah ana rahmine şöyle vahyeder: "Kapını
aç, ki yarattığım insan dışarı çıksın, geçerli kıldığım emrim yerine
gelsin. Çünkü onun dışarı çıkmasının zamanı gelmiştir." Bunun
üzerine ana rahmi, çocuğun dışarı çıkması için kapısını açar. Bu
sırada çocuk devrilir, ayakları yukarı, başı da aşağı doğru düşer.
Çocuğun aldığı bu pozisyon, rahimden dışarı çıkmanın, hem anne
hem de çocuk için kolay olsun diye yüce Allah'ın öngördüğü bir
tasarruftur. Bu sırada yüce Allah, "zacir" (sıkan, engelleyen) adında
bir melek gönderir. Melek çocuğu sıkar. Çocuk bunun etkisiyle
korkar. Eğer dünyaya gelmezse, melek bir kez daha onu sıkar. Çocuk
yine korkar ve sıkmanın etkisiyle korkmuş, ürkmüş bir halde
ağlayarak yere düşer. (Furu-u Kafi, c.6, s.13, Tahran baskısı)

Ben derim ki: "Bir nütfeyi yaratmak istediği zaman" yâni,
nütfeyi normal bir insan olarak yaratmak istediği zaman...

İmamın buna "Kendisinden misak aldığı" şeklinde bir ifadeyle
kayıtlandırma getirmesi, ileride ayrıntılı olarak açıklanacak olan
şu hususa yönelik bir işarettir: Şu dünya hayatında varolan insan
ve burada sergilediği davranışları, daha önce başka bir varoluşla
vücut bulmuştur. Dünya hayatındaki varoluş, bunu izleyen ve bunun
devamı niteliğindeki bir varoluştur. Bu olay nasların dilinde
"zerr ve misak âlemi" olarak ifade edilir. Dolayısıyla, zerr âleminde
misak alınan her şey değişiklik kabul etmeden hiç kuşkusuz, bu
dünya hayatında yaratılır. Ve bu dünya hayatında olup biten her
şey hiç bir değişiklik kabul etmeden, zerr âleminde onunla ilgili
misak alınan bir olgudur. Dolayısıyla zerr âleminde takdir edilen


29 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


her şey, kesin bir hüküm niteliğindedir. Bu yüzden İmam konunun
iki şıklı olduğunu ifade eden "veya onunla ilgili olarak bedâ (değiştirme)
gerçekleşecek olan..." şeklinde bir ifade kullanmıştır. Bu
cümleyle yaratılışının tamamlanması ile ilgili olarak yüce Allah
için bedâ (değiştirme) gerçekleşecek ve düşük olacak cenin kastedilmiştir.
Dolayısıyla daha önce de söylediğimiz gibi, bunun tam
aksi durumundaki cenin için, böyle bir durum yâni bedâ söz konusu
değildir. İmamın "onu ana rahmine yerleştirmeyi" sözü "bir
nütfeyi yaratmayı..." sözüne atfedilmiştir.

"Bunlar kadının rahmine kadının ağzından girerler." Kadının
ağzından girmek sözünün raviye ait olması mümkündür. Zahir
ismin zamirin yerine konulmuş olması da bunu pekiştiriyor. [İmamın
sözü olmuş olsaydı, "kadın" kelimesi iki kez tekrarlanmaz,
ikincisinin yerine zamir kullanılır ve şöyle denirdi: Bunlar kadının
rahmine ağzı yoluyla girerler.] Şayet, bu söz İmama ait ise, bu durumda,
ifadeyi, meleklerin kadının karnına, bir cismin diğer bir
cisme girmesi şeklinde algılamamaya yönelik bir şahittir. Çünkü,
ana rahmine girmek için, damarların dışındaki tek yol varjinadır.
Ana rahmine açılan damarlardan biri de, aybaşı kanını akıtan
damardır. Bu yol, rahmin duvarlarından içeri girmekten daha kolay
değildir. Dolayısıyla ağzından girmenin, daha kolay bir yol olduğu
için tercih edilmemiş olması ve bunun dışında başka bir sebebi
olması gerekir ki bu da açıkça ortadadır.

"Rahimde erkeklerin sulbünden ve kadınların rahimlerinden
aktarıla gelen kadim ruh bulunur." Bana öyle geliyor ki, bununla
beslenmenin ve gelişmenin başlangıcı konumundaki bitkisel ruh
kastedilmiştir.

"Ona hayat ve kalıcılık ruhunu üflerler." İfadenin zahirinden,
zamirin kadim ruha dönük olduğu anlaşılıyor. O halde hayat ve
kalıcılık ruhu, bitkisel ruha üflenmiş olur. Eğer zamirin embriyoya
dönük olduğu varsayılsa, bu durumda, bitkisel ruhla canlı olan
embriyoya dönük olur ki bu durumda hayat ve kalıcılık ruhu, bitki



Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................30


sel hayata sahip embriyoya üflenmiş olur. Her halükarda, İmamın
bu sözlerinden, insanî ruhun üflenmesinin, hakikatte bitkisel ruhun
güçlendirilerek ona bir tür ilerleme ve dinamizmin kazandırılması
olduğu anlaşılmaktadır. [Cevherî hareket yâni eşyanın özünü
oluşturan moleküllerin hareket halinde olduklarını kabul
ettiğimizde, bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur.]

Böylece, kadim ruhun erkeklerin sulbünden ve kadınların
rahimlerinden aktarılıp gelmesiyle neyin kastedildiğini anlamış
oluyoruz. Buna göre ruh, bir açıdan bedenle aynı varlığa sahiptir,
varlıkları birdir. Bedenden kastedilen nütfe ve nütfeyle birleşen
hayız kanıdır; o ikisi de anne ve babanın bedenleriyle birdir ve
onlar da nütfe ile beraberdirler. Bu zincir böylece devam edip
gider. Dolayısıyla, insanın başına gelen her şey atalarının ve
annelerinin toplamında bir bütün olarak belirlenmiştir ve onların
kişiliklerinde önceden beri gözlemlenmektedir. Bu olay bir açıdan
hazırlanmış bir kitaptan alınıp giriş kısmına konulan fihristi
andırmaktadır.

Buradan hareketle, İmamın: "Allah o iki meleğe, başınızı kaldırıp
annesinin başına bakın diye vahyeder" sözünün hangi anlamda
kullanılmış olduğunu anlıyoruz. Çünkü, çocuğun kaderi ve
onunla ilintili hükmün ayrıntıları bağlamında babanın varlığında
somutlaşan kısmı, spermanın ayrılıp ana rahmine yerleşmesiyle
birlikte kesintiye uğrar. Onunla sadece annenin somut ve organik
bir ilişkisi kalır. İmamın: "Annesinin alnında bir levhin parladığını
görürler" şeklindeki sözlerinden kastedilen bu anlamdır. Levhin
alında parladığına gelince; alın, insanın tüm organlarının toplandığı
bir noktadır; yüzün önüdür. Melekler, çocuğun annesinin alnında
parlayan levhaya bakar, orada, çocuğun şeklini, güzelliğini, hayatının
ne kadar süreceğini, misakını, mutlu veya mutsuz oluşunu ve
görüp geçireceği tüm durumları görürler. Böylece biri diğerine
yazdırır. Görüldüğü kadarıyla iki meleğin birbirleriyle olan ilişkisi,
bir fail ve onun fiillerini kabul eden bir başka kişinin ilişkisini an



31........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


dırmaktadır. Böylece annesinin alnında parlayan levhada gördüklerinin
hepsini yazarlar.

"Yazdıklarının yeniden değiştirilebileceğini (bedâyı) şart
koşarlar." Çünkü çocuğun şekli, gelecekte olacak her hadisenin
nedenlerinin tümünü kuşatmış değildir. Çünkü şekil, her ne kadar,
insanın görüp geçireceği olayların, yaşayacağı gelişmelerin kaynağı
ve başlangıcı niteliğindeyse de, tek kaynak ve başlangıç değildir.
Bilakis, vücudunun dışında bazı olgu ve olayların da müdahalesi
söz konusudur. Bu yüzden insanın ana rahmindeyken ileride
yaşayacağı öngörülen şeyler, kesin değildir. O halde değişebilmeleri
ihtimali vardır.

Biliniz ki: Bir insanın doğumu bağlamındaki ayrıntıların, yüce
Allah'ın erkeği harekete geçirmesine, O'nun ana rahmine vahiy
yöneltmesine, yaratıcı iki melek ve zacir=sıkan bir melek göndermesine
nispet edilmesi, başta doğum olmak üzere bu doğal olayların
maddi sebeplerinin etkinliğini ortadan kaldırmaz. Çünkü bu
iki tür sebepler, yâni bir insanın dünyaya gelmesinde etkin olan
maddi ve manevi sebepler, birbirlerine paraleldir, aralarında çakışma
ve birinin diğerinin etkinliğini iptal etmesi söz konusu değildir.
Birbirlerini itip etkinliklerini iptal etmeleri gibi bir durum
yaşanmaz. Aynı
şekilde, bunların toplamı tam bir illet algılanmamalı;
aksine bunların her biri kendi başına tam bir illettir. Kendi
çapında olay üzerinde etkin rol oynar.

Buna göre, yüce Allah'ın insanları manevi mutluluğa sürüklemek
ve Allah'ın rızasını gerektirici davranışlara yöneltmek üzere
gönderdiği peygamberler -izlenen yol batıni bir yoldur- insanlara
bu batıni yolu izlemelerini sağlayacak ve bütün açıklamalarında
Rablerinin yüce makamını hatırlatacak bir dille hitap etmekle yükümlüdürler.
Bu dilden kastettiğimiz, meleklerin aracı yapılması
ve olayların onların fiillerine nispet edilmesidir. Mutluluğun onların
desteklerine, mutsuzluğun da nitelikleriyle birlikte şeytanlara ve
onların vesveselerine mal edilmesidir. Bütün bunların, bir bütün


Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................ 32

olarak kutsiyetine, huzuruna ve Rablığına yaraşır bir şekilde yüce
Allah'a nispet edilmesidir. Hidayet ve sapıklık, kazanç ve zarar
tabloları bu tür bir dil ve açıklamanın bir sonucudur. Daha doğrusu
ahiret hayatını ilgilendiren tüm olgular bunlarla ilintilidir. Buna
rağmen peygamberler, doğal sebepleri göz ardı etmezler; onların
hakkını vermezlik etmezler. Çünkü doğal sebepler, insan hayatının
iki temelinden birini oluştururlar, dünya hayatının esası doğal sebeplerdir.
İnsanoğlu bütün bunları bilmek zorundadır. Tıpkı bütün
manevi sebepleri bilmekle yükümlü olduğu gibi. Önce kendini,
sonra da Rabbini bilmesi buna bağlıdır.

7- Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir
ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde
bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan
müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası
bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü


33............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Rabbimizin katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası
öğüt alıp-düşünmez.

8- Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma
ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz sen, en çok
bağış yapansın.

9- Rabbimiz, sen mutlaka insanları kendisinde asla şüphe bulunmayan
bir günde toplayacaksın. Doğrusu Allah, vadinden dönmez.



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 34


AYETLERİN AÇIKLAMASI


(Al-i İmran / 7) "Sana kitabı indiren O'dur...." Yüce Allah burada,
peyderpey indirmeyi ifade eden "tenzil" kelimesi yerine, bir kerede indirmeyi ifade
eden "inzal" kelimesini kullanmıştır. Çünkü, bu anlatımdan maksat,
indirilen kitabın tümünün bazı genel niteliklerinin ve özelliklerinin
açıklanmasıdır. Bu nitelik, Allah tarafından indirilen kitabın
bir kısmı muhkem ve bir kısmı da yine muhkem ayetlere dayanarak
açıklanabilen müteşabih ayetler içermesidir. Kitap bu açıdan
bir bütün olarak ele alınmıştır. Farklı ve çok parçaları olduğuna
bakılmamıştır. Dolayısıyla tenzil yerine inzal kelimesinin kullanılmış
olması daha uygun düşmüştür.

"Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri
ise müteşabihtir."
"H.k.m" maddesinin temeli, bir şeyin kendisini
ifsad eden, bölen ya da bozan şeyleri engelleyici bir durumda
olmasını ifade eder. "İhkam ve tahkim" (sağlamlaştırma), karar
verme ve yargı anlamına gelen "hüküm", tam bilgi, kesin ve
yararlı ilim demek olan "hikmet" ve atın dizgini anlamında kullanılan
"hekmet" kelimeleri buradan gelir. Görüldüğü gibi bu kökten
türeyen kelimelerin tamamında önleyicilik ve sağlamlık anlamı
esas alınmıştır. Şöyle de denilmiştir: Bu kök, yapıcılık ve ıslahatçılık
anlamı ile beraber engelleme anlamına delalet eder.

Burada, muhkem ayetlerin sağlamlaştırılmış olmasından
kastedilen anlam, onların içerdikleri anlamda, müteşabih
ayetlerde olduğu gibi, bir benzeşmenin bulunmayışıdır. Gerçi yüce
Allah bir yerde kitabını ayetleri sağlamlaştırılmış bir kitap olarak
nitelendiriliyor: "Bu, ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve
hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından birer
birer açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1) Fakat bu ayette, muhkem
kılınmışlıktan sonra, birer birer açıklanmaktan söz ediliyor ki, bu
muhkem kılınmışlıkla, kitabın indirilmeden önceki bir durumunun
kastedildiğini gösterir. Kitabın bir bütün olarak, bölünmemiş ve


35............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


diğini gösterir. Kitabın bir bütün olarak, bölünmemiş ve ayetler
şeklinde indirilmemiş hali yâni. Bununla kitabın bölünmeden önceki
sağlamlığı kastedilmiştir. Dolayısıyla sözü edilen sağlamlık,
kitabın genelinin bir niteliği olarak sunuluyor. Ancak burada, bazı
ayetlerinin, diğer bazısından farklı olarak muhkem ve sağlam kılınmış
olması, yâni anlamında benzeşme unsurunun bulunmaması
durumu kastedilmiştir.

Diğer bir ifadeyle: "Ondan, bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar
kitabın anasıdırlar. Diğerleri ise müteşabihtir."
ayeti, kitabın
ayetlerinin muhkem ve müteşabih diye iki kısma ayrıldığı
şeklinde bir anlam içerdiği için, bundan hareketle, bu muhkemlikle kitabın
tamamı için geçerli olan ve "Bu ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır."
ayetinde vurgulanan muhkemlikten farklı bir muhkemliğin
kastedildiğini anlamış olduk. Yine tefsirini sunduğumuz bu ayette
sözü edilen müteşabihlik: "Müteşabih, ikişerli bir kitap..." (Zümer,
23) ayetinde olduğu gibi kitabın geneli için geçerli olan bir nitelik
olarak sunulan müteşabihlikten farklı bir duruma işaret etmektedir.


Muhkem ayetler kitabın anası olarak nitelendirilmiş.
Ümm=ana kelimesi, anlamının aslı itibariyle bir şeyin döndüğü yer
ve şeyi ifade eder. Bu ayetlerin bu şekilde nitelendirilmiş olması,
sırf müteşabih ayetlerin bunlara döndüklerinden dolayıdır. Şu halde
kitabın bir kısmı, yâni müteşabih ayetler, diğer bir kısmına,
yâni muhkem ayetlere döner. Buradan anlıyoruz ki: "Ümm-ül kitap=
kitabın anası" cümlesindeki izafe ve tamamlama, "ümm-ül
atfal=çocukların anası" cümlesinde olduğu gibi "lam" anlamını
ifade etmez. Tam tersine, burada("min" edatını ifade eden) bizim:
"Nisâ-ül kavm=kavmin kadınları" ve "küdema-ül
fükahâ=fıkıhçıların ileri gelenleri" dememiz gibi bir durum söz konusudur.
Buna göre, kitap bazı ayetler içermektedir ki, bu ayetler
diğer bazısının anası konumundadır. Ana kelimesinin çoğul değil
de tekil olarak kullanılmış olması, muhkem ayetlerin birbirlerin



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................36


den farklı olmadıklarını, birbirleriyle uyumlu ve kaynaşmış olduklarını
gösterir.

Ayet-i kerimede muhkem ifadesine karşılık olarak "Diğerleri
ise müteşabihtir" ifadesi kullanılmıştır. Teşabüh, yâni benzeşme,
birbirinden farklı olan şeylerin bazı nitelik ve keyfiyette birleşmeleri
demektir. Yüce Allah bir yerde bütün kitabını bu şekilde nitelendirmiştir:
"Allah, müteşabih ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini
indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek korkanların ondan
derileri ürperir." (Zümer, 23) Burada, kesinlikle kitabın ayetlerinin
ifade tarzının güzelliği ve üslubunun sağlamlılığı, gerçekleri ve
hikmetleri açıklayıcılığı, apaçık hakka yönelten özellikte olması
itibarıyla tam bir uyum göstermeleri ve benzerlik arzetmeleri kastediliyor.
Ayette yer alan bazı ifade kayıtları da buna delalet eder.
Şu halde ayette geçen müteşabihlik bütün kitap için geçerli olan
bir niteliktir.

Ama tefsirini sunduğumuz ayette söz konusu olan
müteşabihliğe gelince, bunun karşısında "Ondan, bir kısım ayetler
muhkemdir ki onlar kitabın anasıdırlar."
ifadesi kullanılmıştır.
Yanı sıra kalplerinde eğrilik bulunanların fitne çıkarmak ve tevile
gitmek için onlara uyduklarına işaret ediliyor. Bütün bunlar gösteriyor
ki, müteşabih ifadesi ile bir ayetin sadece duyulması ile dinleyici
tarafından anlaşılmaması durumu kastedilmiştir. Dinleyici,
bir o anlam bir bu anlam arasında gidip geliyor, ta ki kitabın muhkem
olan kısımlarına baş vurana kadar. Bununla o ayetlerin an-
lamı belirginlik kazanır, açıklığa kavuşur. Böylece müteşabih olan
bir ayet, muhkem olan bir diğer ayetin aracılığıyla muhkemleşir.
Muhkem ayetse, kendiliğinden muhkemdir. Örneğin: "Rahman
arşa istiva etti." (Tâhâ, 5) ayetini bir insan ilk defa duyduğunda,
anlamını tam olarak kavrayamaz, bazı
şeylerle karıştırır. Fakat: "Hiç bir şey O'nun benzeri değildir." (Şurâ, 11)
ayetine başvurduğunda önceki ayetin anlamı, zihninde belirginlik kazanır, anlamı
oturur. Bunun, yüce Allah için muhal olan cisim olmanın bir gereği


37 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


olarak bir mekana yerleşmeksizin ve bir yere dayanmaksızın mülke
egemen olma ve bütün varlıkları kuşatma anlamında kullanıldığını
kavrar.

Aynı durum "Rabbine bakar" (Kıyamet, 23) ayeti için de geçerlidir.
Ancak: "Gözler O'nu görmez, ama O gözleri görür." (En'âm, 103)
gibi bir ayete müracaat edildiğinde, bu bakma ile maddi anlamda
bir bakmanın kastedilmediği anlaşılır.

Aynı şekilde, mensuh bir ayetle nasih bir ayet karşılaştırıldığı
zaman, mensuh ayetten nasih ayetle sınırlı olan bir hükmün kastedildiğini
görürsün.

Muhkem ve müteşabih kavramıyla ifade edilen ve şu ayetin
genelinden algılanan basit anlam budur: "Sana kitabı indiren O'dur.
Ondan, bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdırlar.
Diğerleri ise müteşabihtir."
Çünkü, Kur'an'ın bütününün
müteşabih olduğu varsayılsa bile, bu ayet muhkemdir.

Eğer bu ayet de müteşabih ise, bu durumda Kur'an'ın bütün
ayetleri müteşabih hükmüne girer. "Ondan, bir kısım ayetler..."
şeklinde başlayan taksim geçersiz olur ve "Onlar kitabın anasıdır"
ifadesinin ortaya koyduğu sorunu halletme yersiz olur. "Bilen bir
kavim için, ayetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır; bir
müjdeci ve uyarıcı olarak –gönderilmiştir-..." (Fussilet, 3-4) ayetindeki
açıklama doğrulanmamış olur. "Onlar hala Kur'an'ı iyice
düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı,
kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şeyler bulurlardı."
(Nisâ, 82) ayetindeki kanıt yerini bulmamış olacaktı. Bunun gibi,
Kur'an'ın nur, hidayet, açıklama, beyan, açık ve zikir olduğunu vurgulayan
bir çok ayet, amacına ulaşmamış olacaktı.

Kaldı ki, Kur'an'ı baştan sona kadar inceleyenler, onda nesnel
bir karşılığı olup da anlamını ifade etmeyen ve maksadını ortaya
koymayan bir ayetin olmadığından kuşku duymazlar. Tam tersine,
nesnel bir karşılığı (madlulu) olmayan herhangi bir ayetten söz
edilemez. Bu ya, ifadelerin mahiyetini bilen herkesin algılayacağı


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................38


tek bir karşılık ve anlamdır ya da birbirine karışmış bir kaç karşılıktır.
Birbirine karışmış olan bu karşılıkların da ayetin gerçek
maksadını içermeleri bir zorunluluktur. Aksi takdirde bilindiği gibi
bütün anlam bozulur, bir şeye delalet etme özelliği ortadan kalkar.
Ayetin maksadının gerçek karşılığı olan bu tek anlam ve karşılık
zorunlu olarak, yaratıcının varlığı, tekliği, peygamberlerin gönderilişi,
hükümlerin konuluşu ve ahiret hayatı gibi Kur'an'da kesin bir
dille vurgulanan temel prensiplere yabancı olamaz. Bilakis, bunlara
uygun olur. Çünkü böyle bir anlam taşımasını gerektiren, onu
ortaya çıkaran ve muhtemel olan değişik anlamlar arasında gerçek
maksadın belirginleştirmesini sağlayan bu temel prensiplerdir.
Kur'an'ın bir kısmı, diğer bir kısmının açıklayıcısı, bir kısmı,
diğer bir kısmının temel dayanağı konumundadır.

Bir kimse bu açıklamalardan sonra, Kur'an'ı incelerken: "Ondan
bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri
ise, müteşabihtir."
ifadesine rastlarsa, muhkem ile Kur'an'ın
kesin olarak ortaya koyduğu temel prensipleri içeren, müteşabih
ile de anlamı, bu temel prensiplere göre belirginlik kazanan, net-
leşen ayetlerin kastedildiğinden kuşku duymaz.

Eğer desen ki: Derinliklere kök salmış temellerin ve ondan
ayrılan dalların bulunduğu bir yerde dalların köklere dönük olması
kuşku duyulmayan bir gerçektir. Bu hem Kur'an için, hem de başka
şeyler için geçerli olan bir husustur. Ancak bu durum benzeşmeyi
(teşabühü) gerektirmiyor. Şu halde, böyle bir kullanımın amacı
nedir?

Ben derim ki: Burada iki amaçtan biri söz konusudur. Çünkü
Kur'an'ın sunduğu bilgiler iki kısma ayrılır: Bunların bir kısmı yüce
bilgilerdir ki maddi duyuların ötesindedirler. Sıradan anlayışlar,
onlarla karşılaştıklarında, maddi cismani hükümle maddi cismani
olmayan hüküm arasında gidip gelirler. Şu ifadelerde olduğu gibi:
"Çünkü senin Rabbin gerçekten gözetleme yerindedir." (Fecir, 14)
"Rabbin geldiği zaman..." (Fecir, 22) Bu ayetler okunduğunda, so



39............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


mut hükümleri algılamaya alışmış olan zihin, derhal cisimlere özgü
nitelik ve özellikleri içeren anlamları algılar ve düşünür. Ancak
bu durum, konuya ilişkin olarak, maddilik ve cismanilik hükmünü
ortadan kaldıran temel prensiplere başvurulduğu anda ortadan
kalkar. Bu değerlendirme, fizik ötesi, duyulardan aşkın tüm bilgiler
ve araştırmalar için geçerli olan bir ilkedir. Sırf Kur'an-ı Kerim'e
özgü bir durum değildir. Yüce bilgiler içeren tahrif edilmemiş semavî
kitaplar için de bu durum geçerlidir. Yine felsefenin ilahiyata
ilişkin araştırmalarında da bu durum bulunur. Kur'an-ı Kerim değişik
bir üslupla bu gerçeğe işaret etmiştir: "Allah, göklerden bir su
indirdi de dereler kendi miktarınca o su ile çağlayıp aktı." (Râ'd,
17) "Gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir
Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır;
çok yücedir, hikmet sahibidir." (Zuhruf; 3-4)

Bir kısmı da sosyal yasalara ve ayrıntı nitelikli hükümlere
ilişkindir. Kur'an'ın içerdiği bilgilerin bu kısmı, yasamayı gerektirici
maslahatın değişmesine paralel olarak nasih ve mensuh gibi olguları
kapsamına alması bir taraftan, Kur'an'ın bölüm bölüm inmesi
de diğer bir taraftan, ayetlerinde teşabüh ve benzeşmenin olmasını
gerektirmiştir. Müteşabih olan ayetler, muhkem olanlara,
mensuh olan ayetler de nasih olanlara döndürülmek suretiyle,
teşabüh ve benzeşme durumu ortadan kalkar.

"Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak
için ondan müteşabih olanına uyarlar."
Ayetin orijinalinde bulunan
"zeyğ" kelimesi, doğrudan sapma demektir. Bu, kalbin
huzursuzluğunun ve sıkıntılar içinde olmasının zorunlu bir
sonucudur. Ayetin sonundaki, karşıt tavrı izah eden ifadede buna
ilişkin bir ipucu vardır: "İlimde derinleşenler ise: Biz ona inandık,
tümü rabbimizin katındandır." Çünkü ayet, insanların muhkem ve
müteşabih ayetleriyle Kur'an karşısındaki tavırlarını tasvir etmektedir.
Buna göre, bazı insanların kalplerinde eğrilik vardır. Bunlar
haktan sapma eğilimine sahip kalpleri huzursuz olan kimselerdir.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ...............................................................................40


Dolayısıyla fitne çıkarmak ve olmadık tevillere malzeme bulmak
için müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Bir kısım insanlar ise,
ilimde derinleşmişlerdir. Kalpleri durulmuş, istikrara kavuşmuştur.
Tutum ve davranışlarına muhkem ayetlerin içerdiği ilkeleri esas
alır, müteşabih ayetlere de inanırlar. Bu arada, yüce Allah'tan,
kendilerini hidayete erdirdikten sonra kalplerini kaydırmamasını
dilerler.

Buradan anlıyoruz ki: Müteşabih ayetlerin peşine düşmek
ifadesiyle, ameli bir izleme kastedilmiştir, onlara iman etme değil.
Dolayısıyla, müteşabih ayetlere uymaya yöneltilen yergi ve eleştiri,
onları muhkem ayetlere döndürmeden izlemeye yöneliktir. Aksi
takdirde, bu durumda müteşabih ayetler değil gerçekte, muhkem
ayetler izlenilmiş olur ve muhkem ayetlere yönelme eleştiriye tabi
tutulmaz.

Fitne çıkarmaktan maksat, insanları saptırma amacını gütmektir.
Çünkü, fitne kavramı anlam itibarıyla saptırma kavramıyla
yakındır. Dolayısıyla bu ayette yüce Allah bize şu mesajı veriyor:
Kalplerinde sapma eğilimi bulunan insanlar, müteşabih ayetlerin
peşine düşmekle, insanları Allah'ın ayetlerinden saptırmayı
amaçlıyorlar. Bundan daha da önemlisi, Kur'an'ın tevilini ele geçirmek
ve o konuda bilgi edinmek, helal ve haram hükümlerinin
kaynağını bilmek ve böylece dinin muhkem ve apaçık emirlerine
tabi olmanın gereksizliğini vurgulayarak bir adım ötede Allah'ın
dininin bütünüyle ortadan kaldırılmasını sağlamayı amaçlıyorlar.

Tevil kelimesinin kökü "evl"dir. Bu kökün anlamında belirgin
olan unsur dönme anlamıdır. [Tevil ise döndürme anlamını ifade
eder.] Buna göre müteşabih ayetleri tevil etmek, onları dönük oldukları
kaynaklara döndürmek demektir. Kur'an'ın tevili de, Kur'an
öğretilerinin alındığı asıl kaynaklardır.

Yüce Allah kitabının değişik yerlerinde "tevil" kelimesi kullanmıştır.
Örneğin bir ayette şöyle buyuruluyor: "Andolsun, biz onlara
bir kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidayet ve rah



41........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


met olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde
açıkladık. Onlar onun tevilinden başkasına bakmazlar mı? Onun
tevilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar, diyecekler ki:
Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdi." (A'raf, 5253)
Yâni elçilerin Allah'ın onların gerçek mevlaları olduğu, O'nun
dışında kulluk sundukları ve çağırdıkları düzmece ilahlar ve çağrılarının
batıl olduğu, peygamberliğin ve dinin hak olduğu, Allah'ın
kabirlerde olanları dirilteceği hususunda vermiş oldukları haberlerin
hepsi haktır. Kısacası kıyamet günü, Peygamberin duyurdukları
bu şeylerin gerçeği ve hak olduğu ortaya çıkacaktır.

Bundan dolayıdır ki bazıları
şöyle demişlerdir: Bu ayette sözü
edilen tevil, doğru haberin örtüştüğü zihin dışı objedir. Tıpkı, kıyamet
günü gözlemlenen olaylar gibi ki onlar peygamberlerin, resullerin
ve kitapların haber verdikleri şeylerin örtüşdüğü objelerdir.

Bunu şu sözler reddeder: Bu anlamda tevil, ancak sıfatlardan,
bazı fiillerden ve kıyamet günü meydana gelecek olaylardan söz
eden ayetlere özgü bir terim olarak kullanılır. Hükümlerin konuluşunu
konu edinen ayetler ise; bunlar inşaî ifadelerdir, objeler dünyasında
nesnel karşılıkları yoktur. Aynı
şekilde, aklın apaçık hüküm
verdiği bazı ahlaki ilkeler de bu kapsama girer ki, bunların da
tevilleri beraberindedir. Yine peygamberlerin kıssalarına ve geçmiş
toplumların başından geçen olaylara işaret eden ifadeler de öyle.
Bunların tevilleri, bu anlamıyla daha öncedir ve kıyamet gününe
kadar ertelenmez. Halbuki mezkur ayet, tevil olgusunu kitabın
tümüne izafe ediyor, belli bir kısım ayetlerine değil.

Şu ayet te mezkur ayete benziyor: "Bu Kur'an Allah'tan başkası
tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir… Yoksa: "Bunu
kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar?… Hayır, onlar ilmini
kuşatamadıkları ve kendilerine henüz tevili gelmemiş bir şeyi
yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulmedenlerin
nasıl bir sonuca uğradıklarına bak." (Yunus, 37-39) Gö



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ...................................................................................42


rüldüğü gibi, bu ayetlerde de tevil olgusu kitabın tümüne izafe edilmiştir.


Bundan dolayı bazıları
şu değerlendirmelerde bulunmuşlardır:
Tevil, somut ve zihin dışı bir olgudur. Konuşma buna dayalı olarak
gerçekleşir. Verilen haberle ilgili olarak tevil, zihin dışı realite hakkında
verilen bilgi ve olaydır. Bu zihin dışı olgu, peygamberlerin
kıssaları ve geçmiş ümmetlere ilişkin haberler gibi, geçmişte olabildiği
gibi, Allah'ın sıfatlarından, isimlerinden, vaatlerinden ve
kıyamet günü ortaya çıkacak şeylerden söz eden ayetlerde ifadesini
bulan gelecekteki olgular da olabilir. İnşaî ifadelerin sözgelimi
hükümleri içeren ayetlerin tevili ise, objeler dünyasında gerçekleşen
maslahatlardır. Şu ayette olduğu gibi: "Ölçtüğünüz zaman
ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır
ve tevil (sonuç) bakımından daha güzeldir." (İsrâ, 35) Çünkü
ölçüyü tam tutmanın ve tartıyı doğru tartmanın tevili, bu tavrın
topluma dönük maslahatıdır ki, bundan insan toplumunun doğru
istikâmet üzere hayatını sürdürmesi sonucu doğar.

Bu görüşte bir kaç açıdan tutarsızlık vardır:

Birincisi: Bu ayetin zahirinden, tevil olgusunun zihin dışı olay
olduğu ve somut bir etkinlik olarak belirginleştiği ve insanların

nesnel dünyadaki fiillerine -ki burada ölçümün tam olarak yapılmasına
ve tartının eksiksiz gerçekleştirilmesine- terettüp ettiği
anlaşılmaktadır. "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun..." ifadesi


nin içermiş olduğu teşriî emir ve yasama ile ilgili bir durum söz
konusu değildir. Şu halde tevil, zihin dışı nesnel bir olaydır ve başka
bir nesnel olgunun mercii ve dönüş yeri konumundadır. Dolayısıyla,
ayetlerin (geçmiş ve geleceğe ilişkin haberlerde olduğu gibi)
zihin dışı anlamlara aktarıcı olmasına veyahut (inşaî ifadelerde
olduğu gibi) tevilleri bulunan fiil veya zihin dışı olgulara işaret etmelerine
dayanarak Kur'an ayetlerinin tevili bulunduğunu söylemek,
gerçek anlamda ayetlerin kendisi değil de onlarla ilintili olan
şeyleri, tevil olgusuyla nitelemektir.


43........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


İkincisi: Gerçi tevil, bir şeyin mercii ve tarafına döndüğü noktadır;
ancak bu, özel bir dönüştür. Tarafına dönülen her şey, tevil
anlamını ifade etmez. Örneğin, başkanı olan kimse başkanına
döner ve ona başvurur; ancak bu onun tevili değildir. Sayı da "bir"e
döndürülür, ancak "bir" de onun tevili sayılmaz. Dolayısıyla tevil,
özel bir merci ve dönülen yerdir, mutlak anlamda bir dönüş yeri
anlamını ifade etmez. Musa ve Hızır (selam üzerlerine olsun) kıssalarıyla
ilgili ayetler de buna delalet etmektedir: "…Şimdi sana
üzerinde sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin tevilini haber
vereceğim." (Kehf, 78) Şu ayet de aynı anlama işaret etmektedir:
"İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin tevili
budur." (Kehf, 82)

Hızır'ın Musa'ya haber verdiği şeyler, üç hususla ilgili olarak
sergilediği fiillere ilişkin suretler ve unvanlardır ki Musa bu suret
ve unvanlardan habersizdi. Bunların yerine, söz konusu üç yerde
de itirazını gerektirici başka suretler ve unvanlar tasavvur etmişti.
Bu üç olaya şu ayetlerle işaret ediliyor: "Nitekim bir gemiye binince,
o bunu deliverdi." (Kehf, 71) "Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o
hemen tutup onu öldürüverdi." (Kehf, 74) "Nihayet bir kasabaya gelip
yemek istediler, fakat kasaba halkı onları konuklamaktan kaçındı.
Ondan yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular; hemen onu
inşa etti." (Kehf, 77)

Musa'nın (a.s) bu üç olayda algıladığı ve gördüğü suret ve
unvanlar şunlardır: "İçindekileri batırmak için mi onu deldin?
Andolsun sen şaşırtıcı bir iş yaptın." (Kehf, 71) "Bir cana karşılık
olarak olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun sen,
çirkin bir iş yaptın." (Kehf, 74) "Eğer isteseydin gerçekten buna
karşılık bir ücret alabilirdin." (Kehf, 77)

Hızır'ın bu olaylara ilişkin olarak gösterdiği teviller ise şunlardır:
"Gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak
istedim, çünkü ileride her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral
vardı. Çocuğa gelince; onun anne ve babası mü'min kimselerdi.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 .....................................................................................44


Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından
endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin
ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından
da daha yakın olanını vermesini diledik. Duvar ise, şehirde
iki öksüz çocuğundu. Altında onlara ait bir define vardı;
babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler
de Rabbinden bir rahmet olarak kendi definelerini çıkarsınlar."
(Kehf, 79-82) Daha sonra Hz. Musa'nın bütün itirazlarını cevaplayacak
niteliğe sahip bir cümle dedi: "Bunları ben kendiliğimden
yapmadım." (Kehf, 82)

Görüldüğü gibi, bu ayetlerde geçen tevil kavramı ile bir şeyin
kendi nesnel karşılığına ve somut unvanına döndürülmesi kastedilmiştir.
Dayak atmanın terbiyeye ve hacamat yapmanın tedaviye
döndürülmesi gibi; tabi, "Zeyd geldi" şeklindeki sözümüzün
Zeyd'in nesnel dünyadaki gelişi olayına döndürülmesi değil.

Tevil kavramı Yusuf kıssasında bir kaç kez buna yakın bir
anlamda kullanılmıştır: "Hani Yusuf babasına: Babacığım, gerçekten
ben, rüyamda on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm; bana secde
etmekteler-ken gördüm, demişti." (Yusuf, 4) "Babasını ve annesini
tahta çıkarıp oturttu; onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: Ey
babam, bu, daha önceki rüyamın tevilidir. Doğrusu Rabbim onu
gerçek kıldı." (Yusuf, 100)

Hz. Yusuf'un daha önce gördüğü rüyayı, anne-baba ve
kardeşlerinin kendisine secde etmelerine dönük olması, bir türlü
döndürme olsa bile, örneğin benzere döndürülmesi türünün
kapsamına girer.

Aynı
şekilde şu ayetleri de bu şekilde değerlendirebiliriz: "Hükümdar:
Ben rüyamda yedi besili inek görüyorum, onları yedi
zayıf inek yiyor; bir de yedi yeşil başak ve diğerleri ise kupkuru.
Ey önde gelenler, eğer rüya yorumluyorsanız benim bu rüyamı
çözüverin, dedi. Dediler ki: Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz
böyle düşlerin tevilini bilenler değiliz. O iki kişiden kurtulmuş


45......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


olanı, nice zaman sonra hatırladı ve: "Ben bunun tevilini size haber
veririm, hemen beni zindana gönderin" dedi. (Zindana gidip:)
Yusuf, ey doğru sözlü insan... Yedi besili ineği yedi zayıf ineğin
yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan rüya konusunda
bize fetva ver... Dedi ki: Siz yedi yıl, önceleri gibi ekin, yediğinizin
az bir kısmı dışında, biçtiklerinizi başağında bırakın. Sonra bunun
arkasından zorlu yedi yıl gelecektir, sakladığınız az bir miktar
dışında, daha önce biriktirdiğinizi yiyip bitirecektir." (Yusuf, 43


48)

Aşağıdaki ayetler de buna örnek oluşturmaktadır: "Onunla
birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: "Ben rüyamda kendimi
şarap sıkıyorken gördüm" dedi. Öbürü: "Ben de kendimi başımın
üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi"
dedi. Bunun tevilinden bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan
görmekteyiz... Ey zindan arkadaşlarım, ikinizden biri
efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılacak, kuş onun başından
yiyecek. İşte hakkında sorduğunuz iş, kesinleşmiştir." (Yusuf, 36


41)

Surenin akışı içinde tevil kelimesi bir kaç kez daha
kullanılmaktadır: "Sözlerin tevilinden sana öğretecek." (Yusuf, 6)
"Ona sözlerin tevilini öğretelim." (Yusuf, 21) "Bana sözlerin
tevilinden öğrettin." (Yusuf, 101)

Yusuf kıssasının akışı içinde tevil kavramı geçtiği her yerde,
rüyanın dönük olduğu olaylar anlamında kullanılmıştır. Rüyalar,
uyuyan insanın uygun bir şekilde gördüğü şekiller ve örneklerdir.
Bu durumda tevilin, [olayların] tevili olana [yâni rüyalara] nispeti,
anlamın kendisi aracılığı ile belirginleştiği suretle olan nispetine
ve canlı hakikatin kendisi aracılığıyla sergilendiği ve göründüğü
örnekle olan nispetine benzer. Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasında
değindiğimiz olaylar da bu çerçevede ele alınmalıdır. Yine şu ayette
de mesele bu tarzda ele alınmıştır: "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü
tam tutun... bu, tevil bakımından daha güzeldir." (İsrâ, 35)


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 .......................................................................................46


Kıyametle ilgili ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, bu
ayetlerde geçen tevil kavramı ile de aynı
şeyin kastedildiği
görülecektir: "Hayır onlar ilmini kuşatamadıkları ve henüz
kendilerine tevili gelmemiş olan bir şeyi inkar ettiler..." (Yunus, 39)
"Onlar tevilinden başkasına bakmazlar mı? Onun tevilinin
geleceği gün..." (A'raf, 53)

Çünkü: "Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte biz de
senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık Bugün, görüş gücün
keskindir." (Kaf, 22) ayeti ve benzeri ayetler, kitabın haber verdiği,
peygamberlerin hakkında bilgiler sundukları olguların kıyamet
günü gözlemlenmesi, dünyada alışık olduğumuz maddi olguların
gözlemlenmesi türünden olmayacağını bildirmektedir. Aynı
şekilde,
bunların meydana gelişleri ve bunlara egemen olan düzen de
dünyada alışık olduğumuz ve gözlemleye geldiğimiz düzenden
bütünüyle farklıdır. Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı açıklamaya yer
vereceğiz. O halde, kitapların ve peygamberlerin haber verdikleri
olguların kıyamet günü belirginleşecek içeriklerine dönük olması
olayı, geleceğe ilişkin haberlerin gelecekteki tahakkuk edişlerine
dönük olmalarına benzemez. [Kıyamet günündeki dönük olmayla
dünyadaki dönük olma farklıdır]

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuçlar çıkıyor:

1) Bir ayetin döndürüleceği bir tevile sahip olması durumu
ile, bir ayetin müteşabih olup muhkem bir ayete döndürülmesi
durumu birbirinden farklı
şeylerdir.

2) Tevil, sırf müteşabih ayetlere özgü bir durum değildir. Bütün
Kur'an'ın bir tevili vardır. Müteşabih bir ayetin tevili olduğu gibi,
muhkem bir ayetin de tevili vardır.

3) Tevil, lafızların delalet ettiği anlamlar türünden değildir.
Tam tersine tevil, objeler dünyasındaki somut varlıklar türündendir.
Ayetleri tevili bulunmakla nitelemek, ayetleri bizzat kendisiyle
ilgili bir vasıfla değil de ayetlerle ilintili olan olgularla bağlantılı bir
vasıfla nitelemektir. Ancak tevil kavramının kullanılıp lafzın zahiri
anlamından farklı bir anlamın kastedilmesi şeklindeki anlayış,


47............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Kur'an'ın inişinden sonra ortaya çıkmış yeni bir yaklaşımdır. Ve:

"Tevilini yapmak için... Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..."

ayeti ile böyle bir anlamın kastedildiğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur.
Aynı şekilde, tevil kavramı ile ilintili olarak ileri sürülen diğer bir
çok anlamın da bir dayanağı yoktur. İleride bu anlamlara da değineceğiz.


"Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez." İfadenin zahiri, zamirin
"müteşabih olanına" ifadesine dönük olduğunu gösteriyor. Çünkü
zamire en yakın ifade odur. Aynı durum "tevilini yapmak" ifadesi
için de geçerlidir. Yukarıda, bu durumun, tevilin sırf müteşabih-lere
özgü olmasını gerektirmediğini anlatmıştık. "Ondan müteşabih
olanı..." ifadesindeki zamir gibi, bunun da kitaba dönük olması
müm-kündür.

İfadede gözlemlediğimiz sınırlandırma, tevil bilgisinin sırf yüce
Allah'a özgü olduğunu vurgulamaya dönüktür. "İlimde derinleşenler"
ifadesine gelince, bunun zahiri, "vav" harfinin istinaf edatı
olduğunu yâni yeni bir anlatım ve cümlenin başladığını göstermektedir
ve ayetin başında yer alan "kalplerinde eğrilik olanlar"
cümlesinin işaret ettiği iki kısım tavrın ikinci tarafını ortaya koymaya
dönüktür. Buna göre, insanlar, kitabı benimseme ve uygulama
noktasında iki kısma ayrılırlar. Bunların bir kısmı "müteşabih
olanlara" uyarlar. Bir kısmı da müteşabih bir ifadeyle karşılaştığında:
"Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır" derler. Bu iki
tarafın farklı tutumlar sergilemelerinin altında yatan neden, bir
tarafın kalbinde eğriliğin bulunması, bir tarafın da ilimde derinleşmesidir.


Eğer "ver-rasihûne fil ilm=ilimde derinleşenler" ifadesinin
başındaki "vav" harfi atıf edatı olsaydı ve ilimde derinleşenlerin de
tevil bildikleri anlamını ifade etseydi, Peygamber (s.a.a) Efendimiz
de muhakkak onlardan biri olurdu; hatta ilimde derinleşenlerin en
üstünüdür. Kur'an onun kalbine indiği halde, onun bu ifadelerle
neyin kastedildiğini bilmediği tasavvur edilebilir mi? Bilindiği gibi


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 .......................................................................................48


Kur'an-ı Kerim ümmetten söz ettiği zaman veya bir toplulukla ilgili
bir hususu gündeme getirdiği zaman, Resulullah da (s.a.a) bu hususun
kapsamına giriyorsa, en başta ona işaret eder. Onu onurlandırmak
ve kişiliğinin önemini vurgulamak için ondan ayrıca söz
eder. Sonra diğer insanlara değinir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Elçi,
kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de." (Bakara,
285) "Sonra Allah, elçisi ile mü'minlerin üzerine güven duygusu
ve huzur indirdi."
(Tevbe, 26) "Ama Resul ve onunla birlikte olan
mü'minler"
(Tevbe, 88) "Bu Peygamber ile iman edenler..." (Âl-i
İmrân, 68) "Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri
küçük düşürmeyecektir."
(Tahrim, 8) Daha bunun gibi bir çok örnek
gösterilebilir.

Şayet "İlimde derinleşenler" ifadesi ile, onların tevili bildikleri
kastedilseydi, Resulullah da (s.a.a) onlar arasında yer aldığına
göre, ifadenin: "Onun tevilini, Allah'tan, Resulünden ve ilimde derinleşenlerden
başkası bilmez." şeklinde olması gerekirdi. Bunu
iyice kavramalısın. Gerçi, ayetin başında yer alan: "Sana kitabı
indiren O'dur." ifadesi, Peygamberin kitabı bildiğine delalet etmektedir;
bu yüzden ikinci bir defa ondan söz etme gereği duyulmamıştır,
denilebilir.

O halde, ayetin zahiri, tevili bilmenin bu ayette sırf yüce Allah'a
özgü kılındığını göstermektedir. Ama bu durum, ayetteki genellemeye
yönelik bir istisnanın vaki olmayacağı anlamına gelmez.
Nitekim bazı ayetlerde gayb bilgisi Allah'a özgü kılınmışken başka
ayetlerde, bu genellemede istisnaya gidilmiştir. Şu ayette olduğu
gibi: "O gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak
elçileri içinde razı olduğu kimseler başka." (Cin, 26-27) Ve yine,
tevil bilgisi bağlamında bizzat ilimde derinleşenlerin istisna edilmeleri
ile de çelişmemektedir ayetin ortaya koyduğu bu anlam.
Çünkü bu ayette, kalplerinde eğrilik olanların karşısında, ilimde
derinleşenlerin iman ve teslimini, şüpheyle karşılaştıklarında
temkinli davrandıkları gibi bir durumlarına işaret edilmiş olması


49............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ile bir başka ayette, onların veya bazılarının Kur'an'ın hakikatını ve
ayetlerinin tevilini bilmelerinin vurgulanması arasında herhangi bir
çelişki söz konusu değildir. İleride bu hususu daha etraflıca açıklayacağız.


"İlimde derinleşenler ise: Biz ona inandık, tümü Rabbi-mizin katındandır,
derler." İfadenin orijinalinde geçen "rasihûn" kelimesi,
"rusûh" kökünden "sabit ve sağlam olmanın en ileri düzeyi" demektir.
İlimde derinleşenlerin (sağlam ve sabit bilgiye ulaşanların),
bu ayette, kalplerinde eğrilik bulunan kimselerin karşıt cephesi
olarak sunulmaları, sonra "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin
katındandır." sözleriyle nitelendirilmeleri, onlara ilişkin tam bir
tanımın yapılmak istendiğini göstermektedir. Buna göre, onlar,
Allah ve ayetleri hakkında bilgi sahibidirler. Bu bilgiye kesinlikle
şüphe bulaşmaz. O halde muhkem ayetlere ilişkin sağlam ve
sarsılmaz bilgi düzeyine ulaşmışlardır. Muhkem ayetlere inanırlar,
onlara tabi olurlar, yâni onlarla amel ederler. Bu sırada karşılarına
müteşebih (anlam itibariyle benzeşen) bir ayet çıktığında, bu durum
onların sahip oldukları sağlam ve sabit bilgi hakkında kalplerinin
sarsılmasına, zihinlerinin bulanmasına neden olmaz. Aksine
onlar müteşabih ayetlere inanırlar, ancak onlara amelî olarak tabi
olmazlar.

"Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır." sözlerinde
kanıt ve sonuç birlikte zikredilmiştir. Çünkü muhkem ve
müteşabih ayetlerin tüm olarak Allah katından gelmiş olması,
tümüne, hem muhkem ayetlere hem müteşabih ayetlere inanılmasını
gerektirmektedir. Muhkem ayetlerin ifadelerindeki netlik,
onlara uyma zorunluluğunu ve müteşabih ayetlerin de reddedilmeden
ve tatbik edilmeden kabul edilmesi gerektiğini doğurur.
Çünkü müteşabih ayetler de tıpkı muhkem ayetler gibi Allah katından
gelmişlerdir. Dolayısıyla müteşabih ifadelerin anlamları
içinde muhkem ayetlerde belirtilen hususlarla çeliştiği görülen


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ....................................................................................50


anlama tabi olmak caiz değildir. Bunun nedeni, muhkem ayetlerdeki
ifadelerin açık, anlaşılır ve net olmalarıdır.

Bu yüzden, müteşabih ayetlerin içerdikleri muhtemel anlamlar
içinde, muhkem ayetlerin anlamlarına uygun olanlarına uymak bir
zorunluluktur. Bu aynı zamanda müteşabih ifadelerin muhkem
ifadelere döndürülmesi anlamına gelir. Dolayısıyla: "Tümü
Rabbimizin katındandır." sözü, hem muhkem, hem de müteşabih
olgusu için bir kanıt niteliğindedir. Bununla muhkem ayetlere inanmak
ve onların emirleri doğrultusunda amel etme, müteşabih
ayetlere de inanmak ve amel hususunda muhkem ayetlere başvurmak
hususunu kastediyorum.

"Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez." Öğüt alıpdüşünmek
(tezekkür), bir şeyi çıkarsamak için zihinsel olarak o
şeyin kanıtına yönelmek, intikal etmek demektir. Ayette işaret
edilen insanların: "Tümü Rabbimizin katındandır." şeklindeki sözleri,
daha önce de söylediğimiz gibi, onlar açısından bir kanıtlama
ve onların sergilediği fiili çıkaracak zihinsel intikali sağladığı için
yüce Allah, bunu tezekkür=öğüt alıp düşünmek olarak nitelemiş ve
kendilerini onunla övmüştür.

Ayette geçen "elbab" kelimesi "lübb"ün çoğuludur ve her türlü
şaibeden arınmış temiz akıl demektir. Yüce Allah bu özelliklere
sahip insanları, kitabının değişik yerlerinde güzel övgülere konu
etmiştir. Onların Allah'a iman, pişmanlık ehli olduklarını ve sözün
en güzeline tabi olduklarını bildirmiştir. Sonra onların sürekli olarak
Rablerini hatırladıklarını bildirmiştir. Bunun ardından, onları
tezekkür ehli, yâni kanıt aracılığı ile bilgilere ulaşan kimseler oldukları,
hikmet ve irfan sahibi oldukları değerlendirmesinde bulunmuştur.


Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Tağuta kulluk etmekten kaçınan
ve Allah'a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır,
öyleyse kullarıma müjde ver. Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline
uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimse



51............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir." (Zümer, 17-18) "Şüphesiz
göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde
temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar ayakta
iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler." (Âl-i İmrân,
190-191) Bu sürekli hatırlama ve düşünmenin beraberinde getirdiği
boyun eğme ve itaat etme, gerçekte Allah'a yönelmedir. Ki bu da
onların Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmelerini ve bu düşüncenin
sonucunda gerçek bilgilere ve irfana ulaşmalarını gerektirmektedir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır. "İçten Allah'a yönelenden
başkası, öğüt alıp-düşünmez." (Mü'min, 13) "Temiz akıl sahiplerinden
başkası öğüt alıp-düşünmez." (Bakara, 269 ve Âl-i İmrân,

7)

(Al-i İmran / 8) "Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi
kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz sen en çok bağış yapansın."
Bu da onların ilimde derinleşmelerinin bir sonucudur. Çünkü Rablerinin
makamını bildiklerinden ve O'nun gerçek konumunu kavradıklarından
mülkün sadece O'na ait olduğunu ve kendilerinin hiç
bir şeye malik olmadıklarını bilmişlerdir. O halde ilimde derinleşmeden
sonra da kalplerinin kayması mümkündür. Bu yüzden Rablerine
sığınıyorlar. Kendilerine doğru yolu gösterdikten sonra kalplerini
kaydırmamasını, kendilerine katından, bu nimeti kalıcı kılacak,
dosdoğru yol üzerinde ve kurb=yakınlık mertebelerine ulaşma
çabasında yardımcı olacak bir rahmet göndermesini istiyorlar.

Kalplerini kaydırmamasını istedikten sonra, bir rahmet
göndermesini, bağışlamasını istemelerinin hikmetine gelince;
çünkü kalbin kaymaması, ilimde derinleşme niteliğinin kalıcı
olmasını gerektirici bir durum değildir. Kalp kaymadığı halde, ilim
insandan alınabilir, insanın kalbi boş ve ilimle bahtiyar olmayacak
ve kayma ile mutsuz kılınmayacak şekilde arada bırakılabilir.
Daha doğrusu insan cehalet ve zayıflık pozisyonunda terk
edilebilir. Bu insanlar kesin olarak sahip oldukları ilmin devamına
büyük bir ihtiyaç duymaktadırlar; ama aynı zamanda ihtiyaçları
bununla bitmiyor. Onlar bir yol üzerinde yol almaktadırlar. Burada


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ..........................................................................52


Onlar bir yol üzerinde yol almaktadırlar. Burada ancak Allah'ın
kuşatabildiği ve boyutlarını bildiği sayısız rahmete muhtaç durum-
dadırlar. Onlar da bu ihtiyaçlarının bilincindedirler. "Rabbimiz, sen
mutlaka insanları kendisinde asla şüphe bulunmayan bir günde
toplayacaksın." sözü, onların bu bilince sahip olduklarının kanıtıdır.
"Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma."
ifadesi, sapma eğiliminin kalplerine sızmasından ve kalplerindeki
ilimde derinleşmişlik olgusunu söküp atmasından Allah'
a sığınma duygu ve isteklerini yansıtmaktadır. "Katından bize bir
rahmet bağışla. Şüphesiz sen en çok bağış yapansın." sözü de
rahmet bulutlarından yağmur yağdırılmasının talep edilmesini
yansıtmaktadır. Ki kalpleri hayatlarını sürdürebilsinler.

Rahmet ifadesinin cümle içinde nekre (belirsiz) bırakılması ve
onun Allah katından olduğunun özellikle vurgulanması, onların bu
rahmetin niteliğini ve nasıl olacağını bilmediklerini, yalnızca
Rablerinin rahmeti olmazsa ve eğer bu rahmet O'nun katından
olmazsa, işlerinin tamam olmayacağını bildiklerini göstermek


tedir.Kalplerin kayması tehlikesi karşısında sadece Allah'a
sığınmalarını ve rahmeti de sadece O'nun katından talep
etmelerini, onların bütün mülkün ve asıl malikliğin Allah'a özgü
olduğunu bildiklerini, maddi sebeplere yönelmediklerini göstermektedir.


(Al-i İmran / 9) "Rabbimiz, sen mutlaka insanları kendisinde asla
şüphe bulunmayan bir günde toplayacaksın. Doğrusu Allah, vadinden
dönmez."
Bu sözleri rahmet isteklerinin gerekçesi niteliğindedir. Çünkü onlar,
biliyorlar ki, yaratılış düzeninin kurulmuş olması, dinsel davetin
gündeme gelmesi, insanın varoluş yolculuğunda büyük bir emek
sarf etmesi, kıyamet günü gerçekleşecek toplanmanın ön hazırlıkları
mesabesindedir. Orada Allah'ın rahmetinden başka hiç bir şey
fayda vermez, hiç bir yerden yardım alınmaz. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Şüphesiz (hakkın bâtıldan ayrılacağı) hüküm
günü, hepsinin varacağı bir gündür. O gün bir dost dosttan herhangi
bir şeyi savamaz. Ve onlara yardım da edilmez. Ancak Al



53............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lah'ın rahmet ettiği başka." (Duhan, 40-42) Bu yüzden Rablerinden
bir rahmet istemişler, bu rahmetin belirlenmesini, somutlaştırılmasını
da O'na bırakmışlar ki, işlerine yarasın, ihtiyaç duydukları
anda yararlanabilsinler.

Bugünü, "kendisinde şüphe bulunmayan" şeklinde nitelemişlerdir.
Bununla tüm dikkatlerini talebe ve duaya yöneltmenin sebebini
açıklamayı ve makul olduğunu vurgulamayı amaçlamışlardır.
Bu arada değindiğimiz bu nitelemeyi de şu sözleriyle gerekçelendirmeye
çalışmışlardır: "Doğrusu Allah vadinden dönmez."
Çünkü onların temel özellikleri, ilimde derinleşmiş olmalarıdır ve
meydana getirici illeti bilinmeden ilim bir konuda derinleşmez ve
tasdik kökleşmez. Bugünün gerçekleşmesinde kuşku duymamalarının
sebebi ise, yüce Allah'ın bunu vadetmiş olmasıdır ki onlar
da bunu vurgulamışlardır.

Benzeri bir durum da: "Katından bize bir rahmet bağışla."
isteklerini "Şüphesiz sen en çok bağış yapansın." sözüyle
gerekçelendirmelerinde söz konusudur. Buna göre, yüce Allah'ın
en çok bağışta bulunan zat olması, O'ndan rahmet dilemelerinin
illeti ve gerekçesidir. İfade içinde "sensin" zamirini kullanmaları,
haberin başına da özgü kılma anlamını ifade eden "elif ve lam"
takısı getirmek suretiyle marife kılmaları, "katından" sözlerini
gerekçelendirmektedir. Çünkü "katından" sözü özgü kılmaya
delalet eder. [Sadece kendi katından onlara bir rahmet
bağışlamayı istemelerinin sebebi, onların Allah'tan başkasını en
çok bağışta bulunan olarak tanımamalarıdır]

Aynı yaklaşım şu ifade için de geçerlidir: "Kalplerimizi kaydırma"
Bu ifadenin ardından, buna ilişkin bir illet olarak algılanabilecek
şu söze yer verilmiştir: "bizi hidayete erdirdikten sonra."
[Yâni Rab-bimiz, kalplerimizi kaydırma; çünkü sen bizi doğru yola
iletmişsin] Biraz önce: "Biz ona inandık." sözlerinden sonra "tümü
Rabbimizin katındandır." şeklinde bir değerlendirme cümlesine


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 .............................................................................54


yer verilmiş olmasının da buna benzer bir amaca yönelik olduğunu
söylemiştik.

Şu halde, burada sözü edilenler, Rablerine iman eden insanlardır.
Bu iman üzerine sebat göstermişler, bu yüzden yüce Allah
onları doğru yola iletmiş, akıllarının kavrama ve algılama kapasitesini
kemal düzeyine eriştirmiştir. Bundan dolayı, söyledikleri
zaman bir bilgiye dayanarak söylerler, bir şey yaptıkları zaman
ilme dayanarak o şeyi yaparlar. Bunun sonucunda yüce Allah kendilerini
"ilimde derinleşen" olarak nitelemiş, temiz akıl sahipleri
ismiyle anmıştır.

Yüce Allah'ın, temiz akıl sahiplerinin ayırıcı nitelikleri olarak
işaret ettiği şeyler üzerinde durup düşündüğün zaman, şu ayetlerde
onlarla ilgili olarak anlatılan hususlarla, bunlar arasında bir
paralellik olduğunu görürsün:

"Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a içten yönelenler
ise; sadece onlar için bir müjde vardır, öyleyse kullarıma müjde
ver ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'
ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl
sahipleridir." (Zümer, 17-18)

Dikkat edilirse, onlar burada iman sahipleri, sözün en güzeline
tabi olanlar, Allah'a tövbe edip yönelenler olarak nitelendiriliyorlar.
Tefsirini sunduğumuz bu ayetlerde ise, ilimde derinleşenler, bu
niteliklere sahip kimseler olarak gündeme getiriliyorlar.

"Doğrusu Allah vadinden dönmez" ifadesinde, muhatap
(Rabbi-miz) sigasından gayıp (Doğrusu Allah...) sigasına geçiş yapılmış
olmasının (ve "Rabbimiz vadinden..." ifadesi kullanılmış
olmamasının) hikmetine gelince; çünkü bu vad, sırf kendilerine
özgü değildir. Bilakis, kendileriyle birlikte başkalarını da kapsamaktadır.
Bundan dolayı, "Rabbimiz" sözünün "Allah" lafzıyla değiştirilmesi
daha uygundur. Çünkü uluhiyetin egemenliği, herkesi
ve her şeyi kapsayan genel bir durumdur.


55............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


MUHKEM, MÜTEŞABİH VE TEVİL KAVRAMLARININ
AYRINTILI AÇIKLAMASI

Buraya kadar, Muhkem, müteşabih ve tevil kavramlarıyla ilgili
olarak yaptığımız açıklamalar, yüce Allah'ın kelamı üzerinde derin
düşünceden çıkan sonuçlar ve Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) gelen
rivayetlerden anlaşılan hususlardır. Biz bu rivayetlere ayetle ilgili
rivayetleri ele aldığımız bölümde yer vereceğiz.

Ancak müfessirler bu hususta ihtilafa düşmüşlerdir. İhtilaf
yayılmış ve aralarında sapma eğilimi büyük bir ivme kazanmıştır.
Aslında bu ihtilafların geçmişi, İslam'ın ilk dönemlerine, sahabe ve
tabiin kuşağına mensup tefsir bilginlerine kadar dayanıyor. Bize
aktarılanlar arasında yukarıda sunduğumuz açıklamaya tamamen
uymaları
şöyle dursun, buna yakın açıklamalara bile pek az rastlanır.


Bu geniş çaptaki ihtilafın sebebi, muhkem ve müteşabih konuları
ile tevil kavramının anlamı üzerine yapılan araştırmaların birbirlerine
karıştırılarak gerçekleştirilmesidir. Bu da şaşırtıcı bir karışıklığa
neden olmuştur. Mesele bu yüzden girift hale gelmiş, araştırmanın
niteliği bambaşka bir boyut kazanmış ve bundan çıkan
sonuç da aynı oranda karmaşık olarak belirginlik kazanmıştır.
Bu konularla ilgili ayrıntılı açıklamaları, elimizden geldiğince denilenlerin
hangi konuya ilişkin olduklarını belirleyerek nelerin söylendiğini,
bu konuda nelerin tercih edildiğini ve hangisinin gerçeği
yansıttıklarını birkaç bölümde açıklayacağız.

1- Muhkem ve Müteşabih

"İhkam" ve "teşabüh" sözcük anlamları bilinen kelimelerdir.
Yüce Allah kitabını bu kavramların ikisi ile de nitelemiştir: "Ayetleri
muhkem kılınmış bir kitaptır." (Hûd, 1) "Allah... müteşabih, ikişerli
bir kitap halinde indirdi." (Zümer, 23) Kitabın tamamı için kullanılan
bu iki nitelikten ancak kitabın içerdiği nazım ve açıklama


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 279


türünün sağlamlığı (muhkem oluşu) ve ayetlerin sağlam nazım ve
açıklamanın en doruk noktasına varma bakımından birbirlerine
benzeşmesi (müteşa-bih oluşu) kastedilmiştir.

"Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir
ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir..." ayetinde,
tamamı muhkem olarak nitelendirilen kitabın ayetlerinin
muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kategoriye ayrıldıklarına
işaret edilmektedir. Buradan anlıyoruz ki, bu ayette işaret edilen
muhkemlik ve müteşabihlik kitabın tamamının niteliği olarak işa-
ret edilen muhkemlik ve müteşabihlikten farklıdır. Bundan dolayı,
ayetleri incelemek suretiyle bu iki kavramın anlamını belirlemek,
nesnel karşılığını tespit etmek gerekiyor.

Bu konuyla ilgili olarak ondan fazla görüş ileri sürülmüştür.

1-Muhkemlerden maksat, En'âm suresinde yer alan üç ayettir:
"De ki: "Gelin size Rabbimizin neleri haram kıldığını okuyayım:
O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın..."
(En'âm, 151-152-153)
Müteşabihlerden maksat ise, Yahudilerin anlayamadığı ve başka
şeylerle karıştırdığı hususlardır. Bunlar da bazı surelerin başlarında
yer alan "Elif, lâm, mîm" "Elif, lâm, ra" ve "Ha, mîm" gibi
mukattaa (birbirinden kopuk) harflerdir. Yahudiler bunları harflere
rakamlar verilmek suretiyle yapılan hesapları esas alarak tevil
etmişler ve bundan hareketle bu ümmetin ömrünün ne kadar olduğunu
tespit etmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla bu hususta yanıldılar.
Bu görüş sahabeden İbn-i Abbas'a nispet edilmiştir.

Bu yoruma ilişkin değerlendirmemiz şudur: Bu görüş kanıtsız
olarak ileri sürülmüştür. Şayet doğruluğu teslim edilse, bu sefer,
muhkem ve müteşabih ayetlerin sırf bunların ikisine tahsis edilmesinin
herhangi bir kanıtı yoktur. Ayrıca bunun kabul edilmesi,
ne muhkem, ne de müteşabih olan bir üçüncü ayetler kategorisinin
varlığını gerektirmektedir. Ayetin zahiri ise, böyle bir ihtimale
yer bırakmayacak kadar kesindir.


280 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Ancak bu görüşün İbn-i Abbas'a nispet edilmesi gerçeği yansıtmamaktadır.
Ondan yapılan nakil onun söz konusu üç ayeti muhkem saydığı
şeklindedir. Muhkem ayetler, sadece bu üç ayetten ibarettir, şeklinde değil.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Said b. Mansur, İbn-i Ebu Hatem,
sahih diye nitelendirerek Hakim ve İbn-i Mürdeveyh'in Abdullah b.
Kays kanalıyla aktardıklarına göre, o İbn-i Abbas'ın "Ondan bir
kısım ayetler muhkemdir." ayetiyle ilgili olarak: En'âm suresinin
"De ki: Geliniz..." diye başlayan ayet ile ondan sonraki iki ayetten
oluşan son üç ayet muhkemdir." dediğini duymuştur. (c.2, s.4)

Yine aynı eserde ondan nakledilen şu rivayet de bu
değerlendirmeyi desteklemektedir. Rivayete göre, İbn-i Abbas,
muhkem ayetler ile ilgili olarak: "De ki: Geliniz..." diye başlayan
ayet ve sonrasındaki iki ayet bu muhkem ayetlerdendir. "Rabbin
kendisinden başkasına ibadet etmemenize hükmetti" diye
başlayan ayet ile ondan sonra gelen iki ayet de bu muhkem
ayetlerdendir" demiştir. Her iki rivayet de onun bu ayetleri
muhkem ayetlere örnek olarak zikretmesini, sadece bu ayetler
muhkemdir, demek istemediğini desteklemektedir.

2- Bu görüş yukarıdaki görüşün tam tersidir. Buna göre, muhkem
ayetlerden maksat, bazı surelerin başlarında yer alan
mukattaa yâni birbirinden kopuk harfler, müteşabih ayetlerden
maksat ise, geriye kalan diğer tüm ayetlerdir. Ebu Fahite'nin şöyle
dediği rivayet edilir: "Onlar kitabın anasıdır." ifadesi ile surelerin
giriş kısımları kastedilmiştir. Kur'an bunlardan çıkarılmıştır. Örneğin:
"Elif lâm mîm. Bu kitap..." ifadesinden Bakara suresi, "Elif
lâm, mîm. Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Diridir.
Kayyumdur (yaratıklarını koruyup yöneticidir)" ifadesinden Âl-i
İmrân suresi çıkmıştır."

Yine: "Onlar kitabın anasıdır." ifadesi ile ilgili olarak Said b.
Cübeyr'in şöyle dediği rivayet edilir: "Onlar kitabın aslını oluşturur.
Çünkü bunlar bütün kitaplarda yazılıdır." Bu rivayetler, her ikisinin


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 281


de surelerin başlangıcında yer alan harflerle bu harflerin lafızlarının
kastedildiği görüşünü savunduklarını gösteriyor. Buna göre,
demek istenen şudur: "Sizin üzerinize indirilen kitap, şu birbirinden
kopuk harflerden meydana gelmektedir. Kelimeler ve cümleler
bu harflerden oluşur." Nitekim, bazı surelerin başlarında yer
alan birbirinden kopuk harflerle ilgili olarak böyle bir görüş vardır.

Bu yorumla ilgili olarak şunu diyoruz: Bu görüş, kesinlikle kanıtı
olmayan bir değerlendirmeye yâni bazı surelerin başlarında yer
alan birbirinden kopuk harflerin denilen şekilde yorumlanmasına
dayanmanın yanı sıra, bizzat ayetin kendisi ile bağdaşmamaktadır.
Çünkü, böyle bir şeyin kabul edilmesi ile birlikte, kimi surelerin
giriş kısmında yer alan birbirinden kopuk harflerin dışındaki tüm
Kur'an ayetleri müteşabih kategorisine girmiş olur. Oysa yüce Allah
müteşabih ayetlere uymayı yermiş ve bu davranışı kalplerin
kayması olarak nitelendirmiştir. Öte yandan Kur'an'a uymayı da
övmüştür, daha doğrusu yükümlülüklerin en zorunlusu olarak nitelemiştir.
Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onunla
birlikte indirilen nuru izleyenler..." (Araf, 157) Bunun gibi daha bir
çok ayet örnek gösterilebilir.

3- Müteşabih mücmel olarak isimlendirilen ayetler, muhkem
de mübeyyen olarak isimlendirilen açık ve anlaşılır ayetlerdir.

Bu yorumla ilgili olarak şunu diyoruz: Bu ayette muhkem ve
müteşabih ayetlerle ilgili olarak işaret edilen nitelikler, mücmel ve
mübeyyen kavramlarıyla örtüşmemektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz:
Bir lafzın mücmel olması, anlamının bazı yönlerinin, diğer
bazı yönlerine karışmış olması, içinde kaybolması, kastedilen yönün
diğerlerinden ayırdedilmez halde olmasıdır. Bu durum muhatabın
veya dinleyicinin, kastedilen yönün belirlenmesi noktasında
şaşkınlık içine girmesine neden olur. İnsanların geleneğinde, bir
mesajın verilmesi, bir anlamın aktarımı noktasında bu tür lafızlara
uyulmaması esastır. Bunun için daha açık ve aynı zamanda mücmel
olan lafzı da açıklayıcı özellikte olan diğer bir lafzın kullanımı


282 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


tercih edilir. Böylece, biraz önceki mücmel lafız da açıklanmış olur.
Bundan sonra buna uyulmasının bir sakıncası da yoktur.
Mücmel ifadenin, açıklayıcısı konumundaki bir diğer ifade karşısındaki
durumu bundan ibarettir. Eğer muhkem ve müteşabih
bizzat mücmel ve mübeyyen demekseler, şayet müteşabih-ler
muhkemlere döndürülerek açıklanırsa bu durumda tabi olunan,
müteşabih ayetler olmuş olur, muhkem ayetler değil. [Nitekim
mücmel ve mübeyyen konusunda, maksat belirlendikten sonra
uyulan mücmeldir, mübeyyen değil] Böyle bir tabi olmayı ise,
konuşma ve anlaşma olgularının doğası kaldırmaz. Dilcilerin geleneğinde
bunun bir örneğine rastlanmaz. Bu noktada kalplerinde
kayma olanlarla, ilimde derinleşenler arasında bir fark yoktur. Ve
yine müteşabihe uymak yerilmez ve kalplerin kaymasını gerektiren
bir durum olmazdı.

4- Müteşabihlerden maksat, mensuh (hükümleri yürürlükten
kaldırılmış) ayetlerdir. Çünkü hükümleri yürürlükten kaldırılmış
mensuh ayetlere inanılır; ancak onlarla amel edilmez.
Muhhemlerden maksat da, nasih (kendilerinden önce inen ayetlerin
içerdikleri hükümleri yürürlükten kaldıran hükümler içeren)
ayetlerdir. Bunlara hem inanılır, hem de direktifleri doğrultusunda
amel edilir. Bu görüş, İbn-i Abbas, İbn-i Mesud ve bazı sahabelere
nispet edilmiştir. Bu nedenle İbn-i Abbas Kur'an'ın tevilini bildiğini
sanırdı.

Bu görüşün doğru olduğu kabul edilse bile, müteşabih kavramının
sırf mensuh ayetleri içerdiğine ilişkin somut bir kanıt bulmak
mümkün değildir. Çünkü yüce Allah'ın müteşabihlere tabi
olmanın niteliklerinden biri olarak sözünü ettiği fitne çıkarmayı ve
tevil etmeyi amaçlama durumu mensuh olmayan bir çok ayet için
de geçerlidir. Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili ayetleri buna örnek
gösterebiliriz. Bir kere bu görüşü benimsemek, muhkem ile
müteşabih arasında bir aracının varlığını kabul etmeyi gerektir



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 283


mektedir. [Örneğin Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili ayetler, ne
nasih ve ne de mensuhturlar]

İbn-i Abbas'tan aktarılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla,
onun muhkem ve müteşabih ile ilgili görüşü, nasih ve mensuh
sınırlarını aşan genelliktedir. Öyle anlaşılıyor ki, o bu ikisini sırf
örnek olsun diye zikretmiştir. Örneğin ed-Dürr-ül Mensûr adlı tefsirde
şöyle deniyor: İbn-i Cerir, İbn-i Munzir ve İbn-i Ebu Hatem, Ali
kanalıyla İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: Muhkemlerden
maksat, Kur'an'ın nasihi, helali, haramı, hadleri, farzları ve inanılması
gereken hükümleridir. Müteşabihlerden maksat, Kur'an'ın
mensuhu, mukaddemi (öne alınmışı), muahharı (ertelenmişi), örnekleri,
yeminleri ve inanılan ancak amel edilmeyen ifadeleridir."

5- Muhkemden maksat kanıtı açık ve parlak olan ifadelerdir.
Allah'ın birliği, kudreti ve hikmeti ile ilgili kanıtlar gibi.
Müteşabihten maksat ise, anlaşılması için düşünmeye ve tefekkür
etmeye ihtiyaç duyulan ifadelerdir.

Eğer kanıtın açık ve parlak ya da düşünme ve tefekküre muhtaç
olmasından maksat, söz konusu ayetin içeriğinin bedihi veya
ona yakın bir aklî delile sahip olması ya böyle olmaması ise, bu,
hüküm ve farzlar ve benzeri konularla ilgili ayetlerin de parlak ve
açık bir aklî delile sahip olmadıkları için müteşabihler kategorisinde
değerlendirilmelerini gerektirmektedir. Dolayısıyla bu tür
ayetlere uymak, gerçekte vacip olduğu halde, yerilmiş olur. Yok
eğer bundan maksat, söz konusu ayetin kitabın kendisinden kaynaklanan
açık ve parlak bir kanıta sahip olması veya olmaması
ise, kitapta yer alan her ayet, aynı konumdadır. Nasıl olmasın ki?
O, ikişerli müteşabih bir kitaptır. Nurdur. Açık ve açıklayıcıdır. Bu
tarz bir yaklaşımın gereği, tüm kitabın muhkem olması ve bunun
karşıtı olan müteşabihlik durumunun ortadan kalkmasıdır. Bu ise,
hem Kur'an'ın nassına, hem de varsayıma aykırıdır.

6-Muhkemden maksat, belirgin veya örtülü bir kanıt aracılığı
ile bilgi edinmeye imkan sağlayan ifadelerdir. Müteşabihlikten


284 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


maksat ise, bilgi edinmeye hiç bir şekilde imkan vermeyen ifadelerdir.
Kıyametin kopma zamanı ve benzeri hususların bilinmesi
gibi.

Hiç kuşkusuz, muhkemlik ve müteşabihlik, kitabın ayeti için
kullanılan birer sıfattır. Ayetin anlamı ise, ilahi bilgilerden herhangi
birine delalet eden işarettir. Kitabın ayetlerinden birinin delalet
ettiği bir şeyse, kendisine ulaşmaya gidecek bir yoldan yoksun
olmadığı gibi, anlaşılması da imkansız değildir. Bu ayet ya kendisinden
dolayı anlaşılır ya da başka bir ayetin aracılığı ile anlaşılır.
Ayetin lafzı ile bir şeyin kast edilmesi, sonra da bu lafız aracılığı ile
bu maksada ulaşılmaması mümkün müdür? Halbuki, kitabın temel
niteliği yol gösterici, hidayet edici, nur ve açık olmasıdır. Bu
kitap mü'minler şöyle dursun, kafirlerin de anlamasına elverişli
olarak sunulmuştur. Nitekim Kur'an'da şöyle buyuruluyor:

"Bu Kur'an, Rahman ve Rahimden indirilmiştir. Bilen bir kavim
için ayetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici
ve bir uyarıcı olarak (gönderilmiştir). Ama çoğu yüz çevirmiştir;
onlar işitmezler." (Fussilet, 2-3-4) "Onlar Kur'an'ı iyice
düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı,
kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey bulurlardı." (Nisâ,

82)

Şu halde bir hususla ilgili olarak kitapta bir ayet yer almışsa, o
şeyin anlaşılamaması imkansızdır. Söz konusu şeyi kavramak üzere
düşünmek sonuçsuz kalmayacaktır. Bu arada üzerinde durup
objektif karşılığını tespit etmeye imkan bulunmayan kıyametin
zamanı gibi gizli gayb perdesinin gerisindeki olgular için herhangi
bir ayetin lafızları itibariyle açıklamak üzere sunulmuş olması söz
konusu değildir. Dolayısıyla bu açıdan bu tür ayetleri müteşabih
olarak nitelendirmek mümkün değildir.

Bunun yanında, yukarıda değerlendirdiğimiz görüşte,
müteşabih kavramı ile ayetin tevili birbirlerine karıştırılmıştır.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 285


7-Muhkemlerden maksat, hükümler içeren ayetlerdir.
Müteşabih-lerden maksat ise, birbirleriyle uyum içerisinde olmayan
diğer ayetlerdir. Bu görüş Mücahid'e ve başkalarına nispet
edilmiştir.

Eğer burada işaret edilen uyumsuzluk sözünden maksat, özelleştirici
bir unsur aracılığı ile özelleştirmek ve kayıtlandırıcı unsur
aracılığı ile ifadeyi kayıtlı kılmak ve özel durumlarda belirginleşen
karinelerde olduğu gibi lafızdan kastedileni somutlaştırmaya yardımcı
olan bütün durumlar ise, bu durumda, hükümler içeren ayetler
de diğerleri gibi müteşabih olur. [Çünkü hükümler içeren
ayetlerin bazısı genel ifadeli, bazısı hâs ifadelidir. Bazısı mutlak,
bazısı mukayyettirler] Şayet, işaret edilen uyumluluk ve anlaşırlık
sözünden, kastedilen nesnel karşılığa yönelik delaleti üzerinde bir
kapalılık ve birkaç ihtimal söz konusu olmayan ve böylece kendisinden
kastedilen nesnel karşılığın kendisi aracılığı ile belirginleşmesi
ve bunun aracılığı ile diğer şeylerin nesnel karşılıklarını
belirginleşmesi durumu [yâni müteşabihte uyumsuzluk sözünden
kastedilen ayetin delaleti üzerinde tam bir kapalılık olması, bir
çok ihtimallerin söz konusu olduğundan nesnel karşılığının bilinmemesi,
böylece kendisiyle kastedilen nesnel karşılığın ne kendisi
aracılığı ile ve ne de nesnel karşılığı olan diğer ayetler aracılığı
ile belirginleşmemesi durumu] kastedilmiş ise, bu durumda hükümler
içeren ayetlerin dışındaki tüm ayetlerin müteşabih olduğu
görüşünü savunmak, hükümlerin dışında Kur'an'dan başka bir
şeyin öğrenilmemesini gerektirir. Çünkü varsayıma göre,
Kur'an'da müteşabih ayetlerin başvuru kaynağını oluşturacak ve
anlamlarının belirginleşmesine yardımcı olacak muhkem ayetler
bulunmamaktadır.

8-Muhkemden maksat, sadece bir anlama yorumlanma ihtimali
bulunan ifadelerdir. Müteşabihten maksat ise, bir çok an-
lama gelme ihtimali bulunan ifadelerdir. Bu görüşŞafii'ye nispet
edilmiştir. Bildiğim kadarıyla burada kastedilen husus şudur:


286 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Muhkem, anlamı ancak bir şekilde belirginleşen ifade demektir.
Nass (anlamı net ve kesin) ve bir anlamda güçlü bir şekilde belirginleşen
ayetler gibi. Müteşabih ise, bunun tam aksidir.

Bu değerlendirme bir kelime yerine bir başka kelimenin
kullanılmasından başka bir şey değildir. Örneğin "muhkem"
kelimesinin yerine, "birden fazla anlamı olmayan" ifadesi
konulmuştur. "Müteşabih" ise, bir çok anlama gelebilen şeklinde
ifade edilmiştir. Ayrıca bu yaklaşımda, tevil kavramı tefsir
şeklinde, yâni lafızdan kastedilen şey olarak algılanmıştır. Daha
önce bunun yanlış olduğunu söyledik. Eğer tevil bizzat tefsir
olsaydı, tevili bilmek sadece yüce Allah'a ya da yüce Allah ile
beraber ilimde derinleşenlere özgü kılınmasının bir anlamı
olmazdı. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı, diğer bir kısmını tefsir
etmektedir. Bu konuda, mü'min, kâfir, dinde derinleşenler ve
kalplerinde kayma olanlar arasında herhangi bir fark yoktur.

9-Muhkemden maksat, içinde peygamberlerle ümmetleri
arasında geçen olaylara ilişkin haberlerin ayrıntılı ve sağlam kılınmış
olarak sunulduğu ifadelerdir. Müteşabihten maksat ise, peygamberlerin
kıssalarında, çeşitli surelerde tekrarlanan ifadelerin
içindeki benzer ifadelerdir. Bu yaklaşımı kabul etmek, ayette işa-
ret edilen ayrımı sırf kıssalarla ilgili ayetlere özgü olmayı gerektirmektedir.


Bu yorumun değerlendirmesine gelince; bu tarz bir özgü kılmanın
hiç bir kanıtı yoktur. Ayrıca yüce Allah'ın muhkem ve
müteşabih ayetlerin özellikleri olarak işaret ettiği hususlar, örneğin
müteşabihlere tabi olma bağlamında sözünü ettiği fitne çıkarmayı
amaçlamak ve tevillerini yapmayı arzulamak gibi hususlar,
bununla bağdaşmamaktadır. Çünkü yüce Allah'ın işaret ettiği
özelliklere peygamber kıssalarını konu edinen ayetlerde rastlanabildiği
gibi, başka konularla ilgili ayetlerde de rastlanabilir. Tekrarlanan
bir çok kıssada rastlanabildiği gibi, -halifelik görevinin yer



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 287


yüzüne özgü kılınmasını anlatan kıssa örneğinde olduğu gibi- bir
tek kıssada da rastlanabilir.

10-Müteşabih, açıklamayı gerektiren ifadelerdir. Muhkem ise,
açıklamaya gerek duymayan ifadelerdir. Bu yaklaşım İmam
Ahmed'e nispet edilmiştir.

Bu yaklaşıma gelince; hükümleri içeren ayetler, kesin olarak
muhkem oldukları halde, bir çok kere de işaret ettiğimiz gibi,
Peygamber Efendimiz (s.a.a) tarafından açıklanmaya muhtaçtırlar.
Ayrıca mensuh ayetler de müteşabihtirler ve daha önce de
söylediğimiz gibi, bunların açıklanmaya ihtiyaçları yoktur. Çünkü
onlar da diğer bazı hüküm içeren ayetler gibidirler.

11-Muhkemden maksat, inanılan ve amel edilen ifadelerdir.
Mü-teşabihten maksat ise, inanılan, ancak amel edilmeyen ifadelerdir.
Bu görüş, İbn-i Teymiye'ye nispet edilmiştir. O, bu yaklaşımıyla
şunu kastetmiş olsa gerektir: Haber nitelikli ifadeler
müteşabihtirler. İnşaî ifadeler de muhkemdirler. Nitekim bazıları
bu şekilde algılamışlardır. Yoksa, bu yaklaşım başlı başına bir görüş
olarak değerlendirilmezdi. Çünkü daha önce açıklanan bir çok
görüşle örtüşür olacaktı.

Bu görüşle ilgili olarak şunu diyoruz ki: Bu görüşün
benimsenmesi durumunda, hüküm bildirmeyen tüm ayetlerin
müteşabih kabul edilmesi gerekir. Bunun bir gereği de, hükümler
dışında hiç bir ilahi bilginin algılanamamasıdır. Çünkü bu alanda
bir hüküm yoksa herhangi bir amel de söz konusu olmaz, diğer
taraftan bilgi edinmek için müteşabihlerin döndürüleceği herhangi
bir muhkem ayet de yoktur. Bir diğer husus: Mensuh ayetler,
inşaîdirler; ancak kesinlikle muhkem değildirler.

Hiç kuşkusuz, o, "Muhkeme inanılır ve amel edilir. Müteşabihe
ise, amel etmeden inanılır." derken ayette yer alan şu ifadenin
anlamını göz önünde bulundurmuştur: "Kalplerinde bir kayma
olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan
müteşabih olanına uyarlar... İlimde derinleşenler ise: "Biz ona


288 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


inandık, tümü Rabbimizin katındandır." derler." Ancak bu iki olgu,
yâni muhkem olan ayetlere inanmak ve içeriklerine göre amel
etmek ile müteşabihlere inanmak ve içeriklerine göre amel etmemek
olguları, kitaba inanan herkesin görevleri olduklarından,
böyle bir insanın görevini yerine getirmeden önce hem muhkemi,
hem de müteşabihi belirlemesi gerekir. Bu durumda da muhkem
ve müteşabihleri bu olgularla tanımanın, onların belirlenmesi ve
nesnel karşılıklarının tespit edilmesi açısından bu olguların yeterli
olmayacağı açıktır.

12-Müteşabihler, bir takım özel sıfatları içeren ayetlerdir. İster
alim, kadir, hakîm ve habir sıfatları gibi Allah'ın sıfatlarını içeren
ayetler olsun, ister peygamberlerin sıfatları ile ilgili ifadeleri içeren
ayetler olsun. Hz. İsa ile ilgili şu ifadeyi buna örnek gösterebiliriz:
"O'nun kelimesidir. Onu Meryem'e yöneltmiştir ve Ondan bir ruhtur."
(Nisâ, 171) Buna benzer ayetler de bu bağlamda değerlendirilir.
Bu görüş de İbn-i Teymiye'ye nispet edilmiştir.

Sıfatlarla ilgili ayetlerin müteşabihler kategorisine girdiğini
kabul etmemize rağmen, müteşabihi sırf bunlarla sınırlandırmak
kanıtı olmayan bir iddiadır.

Yukarıdaki görüşü ileri süren İbn-i Teymiye'den nakledilen uzun
açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, o, muhkem ve
müteşabih kavramlarını lügavi anlamlarını esas alan bir değerlendirmeye
tabi tutmuştur. Buna göre, muhkem, delaleti sağlam olan,
müteşabih ise birbirine benzeyen çeşitli ihtimalleri aynı anda
içeren ifadeler demektir. Bu iki anlam nispî ve görecelidir. Bir aye-
tin anlamı halkın geneline belirsiz gelebilir. Ama alimler onu araştırıp
öğrenirler. Bu husus, sıfatlarla ilgili konuları içeren ayetlerde
daha belirgindir. Çünkü bu tür ayetlerin anlamı, halkın geneli açısından
belirsizdir. Başka şeylerle karıştırılabilir niteliktedir. Bilindiği
gibi insanların genelinin zihinsel kapasiteleri, maddi algıların
ötesine geçme, maddeyi aşma bakımından yetersizdir, Bu yüzden
yüce Allah'ın kendi zatıyla ilgili olarak söz konusu ettiği ilim, kud



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 289


ret, işitme, görme, rıza, gazap, el, göz ve benzeri olguları cismani
şeyler veya gerçek olmayan anlamlar olarak algılıyorlar. Bundan
dolayı fitne çıkıyor, bidatler baş gösteriyor, çeşitli mezhepler ortaya
çıkıyor. İşte muhkem ve müteşabihten kastedilen budur. Bunların
her ikisi aracılığı ile bir bilgiye ulaşmak mümkündür. Kavranması
ve bilinmesi mümkün olmayan şeyse, müteşabihlerin gerçek
anlamlarına tevil edilmeleridir. Sıfatlarla ilgili ayetler gibi ayetlerin
içerdiği örneklerin işaret ettikleri hususların bilinmesidir. Diyelim
ki, biz, "Allah, her şeye kadirdir." ve "Allah her şeyi bilir" ifadelerinin
anlamını biliyoruz; ama biz, O'nun bilmesinin, kudretinin ve
diğer sıfatlarının gerçek mahiyetlerini ve O'na özgü fiilleri kavrayamayız,
bilemeyiz. İşte Allah'tan başka kimsenin bilmediği
müteşabihlerin tevillerinden maksat budur." İbn-i Teymiye'nin görüşleri
özetle bundan ibaretti. Tevil kavramından söz ederken, inşallah,
onun bu sözleriyle ilgili açıklamalarda bulunacağız.

13-Muhkemden maksat aklın kavrayabildiği ifadelerdir.
Müteşa-bihten maksat da bunun aksidir.

Bu görüşün herhangi bir kanıtı yoktur. Kur'an ayetleri, aklın
kavrayabildiği ve aklın kavrayamadığı
şeklinde iki kısma bölünürlerse
de, bu, şu anda tefsirini sunduğumuz ayette işaret edilen
muhkem ve müteşabih ifadeleriyle de bu hususların kastedildiği
anlamına gelmez. Kaldı ki, ayette işaret edilen muhkem ve
müteşabihlerin özellikleri bu taksimle tam olarak bağdaşmamaktadır.
Ayrıca bu ölçü hüküm içeren ayetlerle geçerliliğini kaybeder.
Çünkü bu tür ayetler muhkemdirler ve aklın bunları kavraması
mümkün değildir.

14-Muhkemden maksat, ifadenin zahiri kastedilen ayetlerdir.
Mü-teşabihten maksat da, zahirinin aksi kastedilen ayetlerdir. Bu
görüş bir çok son kuşak araştırmacılar tarafından ileri sürülmüştür.
Teville ilgili olarak geliştirdikleri kavramsal örgü de bu görüşe
dayanıyor. Buna göre tevil, sözün zahirine ters düşen anlam demektir.
Sanki şu görüşü savunanlar da bunu kastetmiş gibidirler:


290 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


"Muhkem ayet, tevili, indirilişi demek olan ayettir. Müteşabih ise,
ancak teville anlaşılabilen ayettir."

Bu yaklaşıma gelince: Bu, salt bir ıstılahtır. Ayette muhkem ve
müteşabihlerin nitelikleriyle ilgili olarak işaret edilen hususlar,
bununla uyuşmamaktadır. Müteşabihin müteşabih olması,
madlulunun (nesnel karşılığının) ve kastedilen anlamın olmasından
ileri gelmektedir. Ve yine tevil, müteşabihle kastedilen anlam
demek değildir ki dolayısıyla müteşabihin tevile sahip olmak bakımından
muhkemden ayrıldığı
şeklinde bir sonuca varılsın. Tam
tersine ayette işaret edilen tevilden maksat, Kur'an'ın muhkem,
müteşabih tüm ayetlerini kapsayan bir durumdur. Biz bu hususa
daha önce işaret ettik.

Bunun yanında, Kur'an'da, zahiri anlamından farklı, ona ters
düşen bir anlam kastedilen herhangi bir ayet yoktur. Şayet bazı
ayetlerde bu tür bir duruma ima eden ifadeler varsa, bununla,
başka muhkem ayetlerin onlara kazandırdığı anlamlar kastedilmiştir.
Çünkü Kur'an'ın bir özelliği, bazı ifadelerinin diğer bazı ifadeler
tarafından tefsir edilmesidir, kapalı ifadenin diğer bazı ifadeler
aracılığı ile açıklığa kavuşturulmasıdır. Bilindiği gibi, bitişik veya
ayrı karinelerin bir kelimeye kazandırdıkları anlam, onun zuhurunun
dışında değildirler. Özellikle, konuşmacı tarafından, bir kısmının
diğer bir kısmıyla ilintili bir şekilde söylendiği, bir kısmının
diğer bir kısmına tanıklık ettiği, var olduğu sanılan tüm ihtilafların
ve tüm çelişkilerin üzerinde düşünülmesi durumunda ortadan
kalkacağı açıkça ifade edilen bir metin açısından bu durum çok
daha net bir husustur. Yüce Allah konuya ilişkin olarak şöyle buyuruyor:
"Onlar hala Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan
başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz
birçok şey bulurlardı." (Nisâ, 82)

15-Asem'den şöyle bir görüş aktarılmıştır: Muhkemden maksat,
tevili üzerinde görüş birliği sağlanan ayetlerdir. Müteşabihten
maksat da, tevili hakkında ihtilafa düşülen ayetlerdir. Burada, gö



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 291


rüş birliği (icma) ve görüş ayrılığı (ihtilaf) ile, ayetin nesnel karşılığı
hakkında tüm görüşlerin aynı noktada toplanması ile böyle olmaması
kastedilmiş olsa gerektir.

Böyle bir değerlendirme, kitabın tamamının müteşabih olmasını
gerektirir ki bu, tefsirini sunduğumuz ayetin işaret ettiği taksimle
bağdaşmamaktadır. Çünkü Kur'an'da hiç bir ayet yoktur ki,
hakkında herhangi bir ihtilaf olmasın. Ya ayetin lafzı ya anlamı ya
da anlamının açık veya örtülü olması açısından mutlaka bir takım
ihtilaflar söz konusu olmaktadır. Öyle ki bazıları: "Müteşabih (benzeşmeli)
bir kitap" (Zümer, 23) ayetine dayanarak Kur'an'ın tamamının
müteşabih olduğunu söylemişlerdir. Bu değerlendirmenin,
söz konusu çıkarsamanın, kanıt olarak sundukları ayetin muhkem
bir ayet olması esasına dayandığını göz ardı etmişlerdir. Kanıt olarak
sundukları ayet savundukları görüşle çelişmektedir. Bir diğer
grup da Kur'an ayetlerinin zahirinin kanıt oluşturmadıklarını, yâni
zahiri anlamının olmadığını ileri sürmüşlerdir.

16-Müteşabihten maksat, başkası ile aralarında benzerlik
bulunmasından dolayı, tefsiri müşkül olan ifadelerdir. Bu zorluğun,
müşkülün, lafızla veya anlamla ilgili olması fark etmez. Bu görüşü
Ragıb el-İsfahanî ileri sürmüştür. Ragıb "el-Müfredat" adlı eserinde
şunları söylüyor:

Kur'an'ın müteşabihinden maksat, başka ayetlerle aralarında
benzerlik olmasından dolayı tefsiri müşkül olan ayetlerdir. Bu benzerliğin
lafız veya anlam açısından söz konusu olması fark etmez.
Fıkıh bilginleri demişlerdir ki: Müteşabih, zahiri maksadını ulaştırmayan
ifadelerdir. İşin aslı şudur: Ayetler, birbirleri açısından üç
gruba ayrılırlar: Mutlak muhkem, mutlak müteşabih, bir açıdan
muhkem, bir açıdan da müteşabih olan ayetler.

O halde müteşabihler genel olarak üç kısma ayrılırlar:

1- Sadece lafız açısından müteşabih olan ayetler.

2- Sadece anlam açısından müteşabih olan ayetler.


292 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


3- Her iki açıdan da müteşabih olan ayetler.

Sadece lafız açısından müteşabih olan ayetler iki kısma ayrılırlar:
Bu kısımlardan biri müfred lafızlarla ilgilidir. Bu da ya kelimenin
garip ve alışılmayan olması ile ilgilidir. "el-ebb" ve "yeziffûn"
kelimeleri gibi ya da "yed" (el) ve "ayn" (göz) kelimelerinde olduğu
gibi lafız ortaklığı şeklinde olur (yâni bir kelimenin birkaç anlamı
olur). Diğer kısım ise, mürekkeb (bileşik) sözün cümle yapısıyla
ilgilidir. Bu da üç kısma ayrılır.

Bir kısmı kelamın özet olmasıyla ilgilidir. Şu ayette olduğu gibi:
"Eğer yetim kızlar konusunda adeleti yerine getiremeyeceğinizden
korkarsanız, bu durumda, size helal olan kadınlardan... nikahlayın."
(Nisâ,3)

Bir kısım da ifadenin açıklanması, genişletilmesi ile ilgilidir:
"O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur" ifadesinde olduğu gibi.
Çünkü eğer: "Hiçbir şey O'nun benzeri değildir." denilseydi, bu dinleyiciler
açısından daha açık bir ifade olacaktı.

Bir kısmı da kelamın düzeni ile ilgilidir: "Kitabı kulu üzerine
indirdi ve onda hiç bir çarpıklık kılmadı. Dosdoğru bir kitaptır."
(Kehf, 1-2) ayetinde olduğu gibi. Bu ifadenin takdiri şöyledir: "Kitabı
kulu üzerine dosdoğru olarak indirdi ve onda hiç bir çarpıklık yoktur."


"Eğer mü'min erkekler ... olmasaydı, eğer seçilip ayrılmış olsalardı."
(Fetih, 25) ayetini de buna örnek gösterebiliriz.

Anlam itibariyle müteşabihe örnek, yüce Allah'ın sıfatları ve
kıyamet gününün sıfatlarıdır. Çünkü bu sıfatlar bizim kavrayacağımız
şekilde tasvir edilmemişlerdir. Bunun nedeni, bizim duyu
organlarıyla algılayamadığımız bir şeyin suretinin zihnimizde belirginleşmemesidir.
Ya da bunların, bizim duyu organlarıyla algılayabildiğimiz
türden olmamasıdır.

Hem anlam hem lafız açısından müteşabih, toplam olarak beş
kısma ayrılır:


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 293


Birinci kısım, nicelikle ilgilidir. İfadenin genel veya özel bir an-
lam taşıması gibi. "Müşriklerle savaşın" (Tevbe, 5) ifadesi buna
örnek gösterilebilir [Acaba bütün müşriklerin mi yoksa belirli müşriklerin
mi kastedildiğini bilmiyoruz].

İkincisi, nitelikle ilgilidir. İfadenin vacip veya mendup nitelikli
bir hüküm içermesi gibi. "Kadınlardan size helal olanları nikahlayın..."
(Nisâ, 3) ayetini buna örnek verebiliriz.

Üçüncüsü, zamanla ilgilidir. Nasih ve mensuh ayetler gibi. "Allah'tan
gereği gibi korkun." (Âl-i İmrân, 12) ifadesini buna örnek
gösterebiliriz [Diğer bir ayette "Gücünüz yettiği kadar Allah'tan
korkun" (Teğabun, 16) diye yer almıştır. Hangisinin nasih ve hangisinin
mensuh olduğu bilinmemektedir].

Dördüncüsü, mekanla veya ayetlerin indiği ortamın objektif
koşullarıyla ilgilidir. "Evlere arkasından girmeniz iyilik değildir."
(Bakara, 189) ve "Erteleme (nesie) küfürde daha ileri gitmektir."
(Tevbe, 37) ifadeleri buna örnek gösterilebilir. Çünkü Arapların
cahiliye dönemindeki geleneklerini bilmeyenlerin bu ayetin tefsirini
kavramaları zor olur.

Beşincisi, bir fiilin sahih, geçerli veya fasit, geçersiz olmasına
neden olan şartlarla ilgilidir. Namazın ve nikahın şartları gibi.

Bu hususlar bir bütün olarak tasavvur edildiği zaman, tefsir
bilginlerinin, müteşabih kavramının anlamı ile ilgili olarak ileri
sürdükleri tüm görüşlerin yukarıdaki tasnifin dışında olmadığı an-
laşılır.

Müteşabihten maksat, "Elif, lâm, mîm'dir." diyenin görüşü,
Kate-de'nin: Muhkem nasih, müteşabih de mensuhtur, şeklindeki
görüşü, Asemm'in: Muhkem, tevili üzerinde görüş birliği sağlanan
ifadelerdir, müteşabihse, tevili üzerinde ihtilaf çıkan ifadelerdir,
şeklindeki görüşü gibi.

Bundan sonra, bütün müteşabihler üç grupta incelenebilir:


294 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Bir grup müteşabih ayetin içeriğinin mahiyetini aklın kavraması,
tespit etmesi mümkün değildir. Kıyametin zamanı, Dabbetul
arzın (kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağı söylenen
şeyin) ortaya çıkışı ve Dabbet-ul arzın mahiyeti gibi.

Bir grup müteşabihin anlamını kavramak ta akıl açısından
mümkündür. Garip lafızlar, ince ve dakik hükümler gibi.

Bir grup müteşabih de bu iki grup arasında değişken bir yer
işgal etmektedir. Bunların gerçek anlamlarının ilimde derinleşen
insanlar tarafından bilinmesi, diğer insanlarınsa, bunların mahiyetlerini
bilmemeleri mümkündür. Bu grup müteşabihe, Peygamber
Efendimiz Hz. Ali (a.s) ile ilgili olarak söylediği şu sözlerde işa-
ret etmiştir: "Allah'ım! Onu dinde derin kavrayış sahibi kıl" Peygamberimizin
İbn-i Abbas'la ilgili söylediği buna benzer bir sözde
de buna işaret edilmiştir." (el-Müfredat, Ragıp el-İsfahani s. 443- 445)
Ragıb'ın sözleri burada sona erdi. Ragıb'ın bu değerlendirmesi,
müteşabih ile ilgili açıklamaların en kapsamlısıdır. Yukarıda işaret
edilen bir çok görüşün bir araya getirildiği görülmektedir.

Ancak bu değerlendirmede iki açıdan tutarsızlık vardır:

Birincisi; onun müteşabih kavramını, sözel benzerlikleri, lafzî
gariplik, terkipsel kapalılık, ifadenin genel veya özel oluşu gibi
lafızla ilgili tereddütleri kapsayacak şekilde genelleştirmesi, tefsirini
sunduğumuz ayetin zahiri ile bağdaşmamaktadır. Çünkü tefsirini
sunduğumuz ayet, muhkem ayetleri, müteşabih ayetlerin baş
vuru kaynağı gibi göstermektedir. Bilindiği gibi, lafzî gariplikler ve
benzeri durumlar, muhkem ayetlerin delaletleriyle ortadan kalkacak
hususlar değildir. Bu tür düğümler, muhkem ayetlere başvurularak
çözülmezler. Bunların çözüm mercii başka bir şeydir.

Ayrıca, tefsirini sunduğumuz ayette, müteşabihlerle ilgili olarak,
fitne çıkarmak amacıyla onlara uyabileceğine işaret ediliyor,
bilindiği gibi, özelleştirici bir unsuru göz önünde bulundurmaksızın
genel nitelikli bir ifadeye uyma, kayıtlandırıcı bir unsuru göz önünde
bulundurmaksızın mutlak nitelikli bir ifadeye uymak ya da söz



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 295


lük ve lügat kitaplarına baş vurmaksızın garip bir lafzın peşine
düşme her dil ehlinin yöntemlerine aykırıdır. Hiçbir dil ehlinin doğasında
böyle bir yaklaşıma cevaz verilmez. Doğal olarak, dilde bir
dayanağı olmadığı için de böyle ifadelere tabi olmak da fitneyi
uyandırıcı bir rol oynamaz.

İkincisi; müteşabihi, bütün insanlar tarafından anlaşılabilen,
hiç kimse tarafından anlaşılmayan ve bir kesim tarafından anlaşılabilen,
bir kesim tarafından da anlaşılamayan şeklinde tasnif
etmesi, tevil olgusunu sadece müteşabih ifadelere özgü kıldığının
göstergesidir. Ki biz bunun böyle olmadığını kanıtladık.

Muhkem ve müteşabih kavramlarının anlamı ve nesnel karşılıkları
ile ilgili olarak söylenenler bundan ibarettir. Bu tür değerlendirmelerin
isabetli olup olmadıklarını gördük. Yine tefsirini
sunduğumuz ayete baktığımızda, ayetin aydınlık ışığında meseleyi
gözlemlediğimizde, gerçeğin bütün bu denilenlerden farklı olduğunu
görmüş olduk. Aslında ayetten yola çıkarak müteşabih kavramını
şöyle anlamamız gerekmektedir:

Bir ayetin ayet olmasını koruyarak, yâni bir anlam taşımanın
yanı sıra, şüpheli ve değişken bir anlama delalet etmesi demektir.
Ancak şüpheli ve değişken anlam, genel ve mutlak nitelikli bir
ifadenin özel ve kayıtlı bir ifadeye döndürülerek veya benzeri bir
işlem yapılarak anlamının belirginleştirilmesi gibi dil ehlinin geleneksel
yöntemleri açısından çözüme kavuşturulabilen lafızla ilintili
olgulardan kaynaklanmamaktadır. Müteşabihlik durumu, anlamının
içinde kuşku bulunmayan ve müteşabih ayetlerin anlamlarının
belirginleşmesine yardımcı olan muhkem bir ayetin anlamı ile
bağdaşmamaktan kaynaklanır.

Bilindiği gibi, herhangi bir ayetin bu niteliğe sahip olması, ancak
uyulması istenen anlamın, insanların genelinin zihinleri açısından
alışılmış olması, yalın zihinlerin zorlanmadan tasdik edebileceği
özellikte olması ya da ayetin kastedilen tevilinin, kavrama


296 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


gücü zayıf, akletme yeteneği yetersiz bu tür zihinler tarafından
çabuk kabul edilebilir özellikte olması ile mümkündür.

Peygamber Efendimizden (s.a.a) sonra, gerek çeşitli bilgiler ve
gerekse pratik hayatın hükümleri bağlamında, İslam'ın öngördüğü
dosdoğru yoldan sapan bidat ve heva ehlini, yıkıcı mezhepleri ve
sapkın grupları incelediğimiz zaman, bir çok dayanaklarının
müteşabihlere uymak, ayetleri yüce Allah'ın hoşnut olmayacağı bir
şekilde tevil etmek olduğunu görürüz.

Bir bakıyorsun, bir mezhep, yüce Allah'a cisim isnat etmek
bağlamında, bir takım ayetleri kendi sapkın düşüncesine dayanak
yapmış. Bir diğeri, yine Kur'an'dan bazı ayetleri ileri sürerek cebri,
yüce Allah'ın insanları fiilleri işleme noktasında zorlaması düşüncesini
savunmuş, bir başkası salt tenzih (Allah'ı noksanlıklardan
uzak sayma) adına sıfatları inkar etmiş, başka bir grup Allah'ın
sıfatlarının aynı insanların sıfatları gibi olduğuna ve sıfatların zattan
ayrılığı adına Kur'an'dan ayetler ileri sürmüş v.s. Bütün bunların
ortak özellikleri, hakimlik işlevini görecek muhkem ayetlere
döndürmeksizin müteşabih ayetleri esas almaktır.

Bir grup diyor ki: Dini hükümler, insanların Allah'a ulaşmaları
için konulmuştur. Şayet insanı bu amaca ulaştıracak daha kestirme
bir yol varsa, bu yolu izleyenler açısından kesinlik kazanan bir
yol olur. Çünkü amaç, mümkün olan herhangi bir yolla Allah'a u-
laşmaktır. Bir başkası çıkıp şunları ileri sürüyor: Dini yükümlülükler,
insanın kemal düzeyine ulaşması için konulmuşlardır. Maksada
erişmek suretiyle kemal düzeyine ulaşıldıktan sonra, yükümlülüklerin
anlamı kalmaz. Kamil insan için teklif (dini yükümlülükler)
gereksizdir.

Oysa Resulullah Efendimizin (s.a.a) zamanında, İslam'ın öngördüğü
bütün hükümler, bütün hadler ve dinsel siyasetler egemendi
ve uygulanmaktaydı. Hiç kimse bunlara aykırı bir hareket
yapamazdı. İstisnasız herkes bu hükümlerin ve ilkelerin gereğini
yapmak durumundaydı. Ne olduysa, Peygamberimizin (s.a.a) vefa



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 297


tından sonra oldu. İslami hükümetler eliyle her gün bir hüküm
yürürlükten kaldırıldı. Gün be gün İslam'ın pratik hayata ilişkin
hükümleri adeta yontuluyordu. Yürürlükten kaldırılan hiç bir hüküm,
uygulanmayan hiç bir had yoktur ki, bunları yürürlükten kaldıranlar,
bunları uygulamayanlar şöyle bir mazeret ileri sürmüş
olmasınlar: Din, ancak dünyanın ıslahı ve insanların çıkarı için
gönderilmiştir. Dolayısıyla, dinin karşısında bizim öngördüğümüz
hüküm veya tavır, Bugün için insanların çıkarına daha uygundur.

Gide gide bu tür iddialar ve uygulamalar şunu deme noktasına
gelip dayandı: "Dinin tek amacı, dünyanın ıslahıdır. Din aracılığıyla
dünyanın imar edilmesidir. Bugünkü dünya konjonktürü, dinsel
politikaları sindirecek durumda değildir. Tam tersine, Bugün için
çağdaş uygarlığın onayladığı kanunlar yapıp uygulamak gerekir."

Daha ileri gidilerek yine şunu da söylediler: "Dini uygulamalar,
dinin öngördüğü amelleri yapmak, kalbin arındırılması, onun yapıcı
bir düşünceye ve iradeye yöneltilmesi içindir. Toplumsal eğitimden
geçmiş, halka hizmet düşüncesi ile gelişmiş nefislerin abdest,
gusül, namaz ve oruç gibi dinsel arındırma yöntemlerine ihtiyacı
yoktur."

Sayıları sayılmayacak kadar çok olan bu ve benzeri düşünceler
üzerinde düşündüğün ve bir de: "Kalplerinde bir kayma olanlar,
fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına
uyarlar." ayetini göz önünde bulundurduğun zaman, yukarıda
yaptığımız değerlendirmenin doğruluğundan kuşku duymadığın
gibi, İslam'ı ve Müslümanları can evinden vuran onca fitne ve
mihnetin ancak müteşabihlere uymak ve Kur'an'ı tevil etmekle
mümkün olabildiğine karar verirsin.

Kur'an-ı Kerim'in -doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir-
bu konuda üzerinde ısrarla durmasının ve müteşabihlere uymayı,
fitne çıkarmayı amaçlamayı, tevile sapmayı, bazı ayetleri
inkar etmeye gitmeyi ve Allah'ın ayetlerini yorumlarken haddi aşmayı,
onlar hakkında bir bilgiye dayanmaksızın konuşmayı ve şey



298 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


tanın adımlarına uymayı sıkı sıkıya yasaklamasının nedeni bu olsa
gerektir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in mesajını asıl yönünden saptıracak,
temellerinden birini yıkarak dinin bünyesinin yok olmasına
neden olacak hususlarda diğer konulardan farklı bir şekilde sert
tepki göstermesi, onun ifade tarzının bir özelliğidir. Kafirleri dost
edinmeyi yasaklarken, akrabaları (Peygamberin Ehl-i Beyti'ni)
sevmeyi emrederken, Peygamberimizin hanımlarının evlerinde
oturmaları hakkında bazı açıklamalara yer verirken, faizle muamele
etmeyi yasaklarken ve din üzerinde tek söz halinde olunmasının
gereğini ve benzeri şeyleri vurgularken hep bu şiddetli tavrını,
bu sert söylemini seçmiştir.

Dünyaya bağlanmaktan, dünyevi değerlere yapışıp kalmaktan
ve hevese uymaktan kaynaklanan kalplerdeki kayma eğilimi ve
fitne çıkarma arzusu, ancak kıyamet gününün hatırlatılması ile
giderilebilir ve ortadan kaldırılabilir. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyuruyor: "İstek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni
Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlara,
hesap gününü unutmalarından dolayı
şiddetli bir azap vardır."
(Sâd, 26) Bu yüzden Kur'an'ı Rablerinin hoşnut olmayacağı
şekilde
tevil etmekten kaçınan ilimde derinleşenlerin sözlerinin sonunda
buna işaret ettiklerini görüyoruz: "Rabbimiz, sen mutlaka insanları
kendisinde asla şüphe bulunmayan bir günde toplayacaksın.
Doğrusu Allah vadinden dönmez."

2- Muhkem Ayetlerin Kitabın Anası Olmasının Anlamı Nedir?

Bir grup insan konuya ilişkin olarak şöyle bir değerlendirme
yapmışlardır: Muhkem ayetlerin kitabın anası olması, kitabın temelini
oluşturmaları anlamına gelir. Dinin kuralları ve asıl prensipleri
bunlara dayanır. Dolayısıyla bunlara hem inanılır, hem de bunlara
göre amel edilir. Dinse, inançlar ve ameller sisteminden başka
bir şey değildir. Müteşabih ayetlere gelince, bunların anlamları


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 299


belirgin değildir; ifade ettiği anlamda karışıklık ve benzerlikler söz
konusudur. Bu yüzden bu nitelikte olan ayetlere inanılır; ancak
içeriklerine göre amel edilmez.

Müteşabih ile ilgili olarak sunduğumuz görüşleri incelediğin
zaman şunu bilirsin: Konuya ilişkin olarak üzerinde durulan görüşler
arasında bir kaç tanesinin böyle bir sonuç, böyle bir yaklaşımı
gerektirdiği açıktır. Onlar, müteşabih ayetlere müteşabih denmesinin
sebebi, ulaşılması ve anlaşılması zor olan teviller içermeleri
görüşüdür. Ya da lafızla ilgili tereddütleri ortadan kaldırmada esas
alınan aklî yöntem, lügate ve insanların uydukları prensiplere baş
vurarak müteşabihlerin içerdikleri bilgileri tam olarak veya biraz
olsun anlamanın ve teşabüh durumunu ortadan kaldırmanın
mümkün olduğunu savunan görüştür.

Başka bir grup ta şunu söylemiştir: Muhkem ayetlerin kitabın
anası olmasının anlamı, müteşabih ayetlerin onlara döndürülmesi
gerektiğidir. Ancak, bu döndürmenin mahiyeti ve niteliği ile ilgili
görüşler, bu noktada farklılık arz etmiştir. Bu yaklaşım içinde olan
bazılarının sözlerinden anlaşılan şudur: Döndürmekten maksat,
müteşabihlerin sadece imanla sınırlandırılmalarıdır. Fiili amel ise,
muhkem ayetlere göre belirlenmelidir. Tıpkı, mensuh ayet gibi. Bu
tür ayetlere inanılır, ancak amel söz konusu olduğundan nasih
olan ayetler esas alınır. Bu görüş, hemen öncesindeki görüşten
pek farklı değildir.

Diğer bazılarının eğilimi ise, muhkem ayetlerin kitabın anası
olmasının anlamı, muhkem ayetlerin müteşabih ayetleri açıklamaları,
içerdekileri benzeşme durumunu ortadan kaldırmalarıdır.

Doğru olan bu üçüncü görüştür. Çünkü "kitabın anası..."
ifadesinin işaret ettiği analık kavramının ifade ettiği anlam,
fazladan bir özeni kapsamaktadır. Bu da yukarıda sunduğumuz
görüşlerin ilkinde, ana kavramının anlamı olarak sunulan "temel"
kavramından daha özel bir anlam içermektedir. Çünkü 'ana'
kelimesinde, özel bir şekilde, dönüşe vurgu yapılmaktadır. Türeyiş
ve üreme anadan kaynaklanan bir durumdur. Bu, ananın bir


300 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


anadan kaynaklanan bir durumdur. Bu, ananın bir parçasıdır. Do-
layısıyla, bu ifadeden müteşabih-lerin muhkemlere dönüp dayanan,
onlardan bir dal gibi uzanan anlamlar, medlullar içerdiği mesajı
verilmektedir. Bu da muhkemlerin müteşabihleri açıklayıcı
oldukları sonucunu getirmektedir.

Öte yandan, müteşabihler, maksatlarındaki benzeşme ve
belirsizlik durumundan dolayı müteşabih olarak
nitelendirilmişlerdir, tevillerinin bulunmasından dolayı değil.
Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, tevil olgusu, hem muhkem,
hem de müteşabih için geçerlidir. Bilindiği gibi, Kur'an'ın bir kısmı,
bir kısmını tefsir eder. Dolayısıyla müteşabih-lerin de bazı ayetler
tarafından tefsir edilmeleri gerekir. Bu da muhkem ayetlerden
başkası değildir. Bunun örneği yüce Allah'ın şu sözüdür: "Rabbine
bakıp-durur." (Kıyamet, 23) Bu ayet müteşabih bir ayettir. Bu ayet:
"O'nun benzeri olan hiç bir şey yoktur." (Şura, 11) ayetine ve
"Gözler O'nu idrak edemez." ayetine döndürülmek suretiyle
anlamının şöyle olduğu anlaşılır: Burada sözü edilen bakış ve görüşten
maksat, maddi bakış ve görüş değildir. Yüce Allah bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.
Yine de siz gördüğü şey üzerinde onunla tartışacak mısınız?
Andolsun, onu bir diğer inişte görmüştü... Andolsun, o, Rabbinin
en büyük ayetlerinden olanı gördü." (Necm, 11-18) Burada, kalbe
özgü bir görme eyleminin varlığı kesin olarak ifade ediliyor. Bu
'görme'den maksat düşünce de değildir. Çünkü düşünce,
onaylamak ve zihinsel bileşimle ilintilidir. Görme ise, birer şeylerle
ilintilidir. Buradan hareketle anlıyoruz ki, bu bakıştan maksat,
kalbin yönelişidir ve bu, maddi veya akılla ilgili zihinsel bir yöneliş
değildir. Diğer müteşabihler için de aynı durum geçerlidir.

3- Tevilin Anlamı Nedir?

Bazıları tevil kavramını, "bir ifade ile kastedilen şey" anlamına
gelen tefsir sözü ile açıklama eğilimindedirler. Bir kısım ayetten


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 301


kastedilen hususlar zorunlu olarak bilindiğine göre, doğal olarak:
"Fitne çıkarmak ve yorumunu (tevilini) yapmak" ifadesinde geçen
tevilden maksat, müteşabih ayetten kastedilen anlamdır. Şu halde,
bu değerlendirmeye göre, müteşabih ayetlerin anlamlarını
Allah'tan başka hiç kimse bilmez. Ya da Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden
başka kimsenin bilmesi mümkün olmaz.

Bir diğer grup da şu görüşü ileri sürmüştür: Tevil kavramı ile
kastedilen anlam: Kelimenin zahirinin ifade ettiği anlamın tersidir.
Lafzın bu anlamda kullanılması yaygınlaşmış, bu anlam lafzın ikinci
hakiki anlamıymış gibi algılanır olmuştur. Oysa daha önce,
lafız, mutlak döndürme veya merci anlamında değerlendirilirdi.

Her halukârda, bu anlam, son kuşak tefsir bilginleri arasında
yaygınlık kazanmıştır. İlk anlam ise ilk kuşak müfessirler arasında
alabildiğine yaygındı. Bu bağlamda, tevilin anlamının bilinmesini
sırf Allah'a özgü kılanlarla, hem Allah'ın hem de ilimde derinleşenlerin
bunların anlamlarını bilebileceğini savunanlar arasında herhangi
bir fark yoktur. Nitekim İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet
edilir: "Ben ilimde derinleşenlerden biriyim; ben onun tevilini bilirim."


Diğer bir grubun konuya ilişkin görüşü şöyledir: Tevil, ayetin içerdiği
anlamlardan biridir ve bu anlamı Allah'tan veya Allah ve
ilimde derinleşenlerden başka kimse bilemez. Ayrıca bu anlam
lafzın zahiri anlamına ters düşmez. Bu durumda karşımıza şöyle
bir durum çıkıyor: Müteşabih ayetin, birbirinin altında gizli birden
fazla anlamı vardır. Bu anlamların bazısı, lafzın hemen altındadır,
dolayısıyla bu tür anlamları herkes rahatlıkla kavrayabilir. Bunların
bir kısmı, lafızdan oldukça uzak derinlerdedir; ancak yüce Allah
veya O'nunla birlikte ilimde derinleşenler bunları bilebilirler.

Bu uzak anlamların lafızla ilintilerinin mahiyeti çerçevesinde
farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çünkü, bunların lafızdan
kastedildikleri göz önünde bulundurulduğunda, tek bir anlatımla,
bir tek alanda, enlem halinde ve yanyana ifade edilemeyecekleri
kesindir. Aksi takdirde, lafzın bir anlamdan fazlası için


302 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Aksi takdirde, lafzın bir anlamdan fazlası için kullanılması gerekecektir.
Bununsa, caiz olmadığı ilgili ilimde açıklanmıştır. Dolayısıyla
bunların bir boylam içinde dizili anlamlar şeklinde olmaları bir
zorunluluk olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda şöyle söylenmiştir:
Bunlar, lafzın anlamının gerekleridir. Ancak bunlar peşpeşe sıralanan
gerekler olarak değerlendirilmelidirler. Buna göre lafzın asıl
bir anlamı vardır. Bu anlamın bir gereği, gereğin de bir gereği vardır.
Ve bu zincir bu şekilde devam eder.

Yine denilmiştir ki: Bunlar batının zahirin üzerine tertip edilmesi
gibi üstüste anlamlar şeklindedirler. Bilinen, anlaşılan anlamın
irade edilmesi, lafzın anlamının ve batınının irade edilmesi
demektir. Batının irade edilmesi bunun kendisinin irade edilmesinin
aynısıdır. Tıpkı: "Bana su ver" demen gibi. Bu ifade suyu istemenin
yanı sıra, susuzluğun giderilmesini ve varoluşla ilgili bir ihtiyacın
karşılanmasını, varoluşsal bir kemalin gerçekleştirilmesini
istemenin kendisidir. Burada dört emir ve dört istek söz konusu
değildir. Tam tersine bazısı bazısının içinde olan olguların aynısı
olan su içmeyle ilgili bir tek istek söz konusudur. Su içme bunlarla
ilintilidir ve onlara dayanmaktadır.

Konuya ilişkin olarak ortaya atılan bir dördüncü görüş de şöyledir:
Tevil, lafız aracılığı ile kastedilen anlamlar türünden bir şey
değildir. Tersine tevil, söze dayanak oluşturan objektif bir olgudur.

Eğer söz, emir ve yasak gibi inşaî bir hüküm niteliğinde ise, tevili,
hükmün inşasını, konulmasını ve yasalaştırılmasını gerektiren
maslahattır. Buna göre: Namaz kılın." sözünün tevili, namaz kılan
insanın kendisi ile kaim olan zihin dışı nuranî bir durumdur. Onu
çirkin hayâsızlıklardan ve münkerden alıkoyar.

Şayet haber nitelikli bir söz ise ve bu söz de geçmiş olaylardan
haber veriyorsa, bu sözün tevili, geçmiş zaman zarfında meydana
gelmiş bulunan olayın kendisidir. Geçmiş Peygamberlerin ve
toplumların başından geçen olayları içeren ayetler gibi. Bu tür
ayetlerin tevili, geçmişte meydana gelen olayların kendisidir.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 303


Şayet haber nitelikli söz, şimdiki zamanda meydana gelen veya
gelecekte meydana gelecek olan bir olaydan söz ediyorsa, bu
iki ayrı
şekilde olabilir:

a) Haber verilen olgu duyularla algılanan ve akıl aracılığıyla
kavranan bir şey olur. Bu durumda tevili, objeler dünyasında yaşanan
olayın kendisidir. Şu ayetler buna örnek gösterilebilir: "İçinizde
onlara haber taşıyanlar vardır." (Tevbe, 47) "Rum orduları yenilgiye
uğradı. Yakın bir yerde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra
yeneceklerdir. Bir kaç yıl içinde." (Rum, 2-4)

b) Haber verilen olgu, kıyamet günü, kıyametin kopacağı an,
ölülerin toplanması, insanların hesaba çekilmesi, amel defterlerinin
dağıtılması gibi dünyevi duyularımız tarafından algılanamayan
ve akıllarımız aracılığıyla kavranamayan geleceğin perdesinin gerisindeki
gaybi bir mesele olur, ya yüce Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin
mahiyeti gibi zamandan ve akılların kavrama alanlarından
aşkın bir husus olur. Bunların tevili de onların objektif hakikatlerinin
kendisidir.

Bu kısım ile, yâni Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin durumunu ve
bunlarla ilintili olup kıyamet ve benzeri hususların mahiyetini açıklayan
ile diğer kısımlar arasındaki fark, diğer kısma giren ayetlerin
tevillerini bilmenin mümkün olmasıdır. Bunların tevilini bilmekse
mümkün değildir. Bunların gerçek mahiyetlerini ancak yüce Allah
bilir. Hiç kuşkusuz, ilimde derinleşenler, yüce Allah'ın öğretmesi
sonucu, akıllarının alabileceği kadarıyla bunların tevillerini bir ölçüde
kavrayabilirler. Tevilin gerçek anlamda bilinmesine gelince,
yüce Allah bu alanı kendine özgü kılmıştır.

Buraya kadar dört ana başlık altında sunulanlar tevil kavramının
anlamı ile ilgili olarak tefsir bilginlerinin yaklaşım tarzının özetidir.


Konuyla ilgili olarak başka değerlendirmeler yapılmıştır; ancak
bunlar, savunucuları kabul etmeseler de ilk görüşün ayrıntıları
niteliğindedir.


304 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Örneğin bunlardan birine göre, tefsir tevilden daha genel bir
anlam ifade etmektedir. Tefsir genellikle lafızlar ve müfretlerle ile
ilgili olarak kullanılır. Tevil ise daha çok anlamlar ve cümleler hakkında
kullanılır. Tevil kavramı genellikle ilahi kitaplarla ilgili olarak
kullanılırken, tefsir ifadesi hem onlarla, hem de başka kitaplarla
ilgili olarak kullanılmaktadır.

Yine bu tür ayrıntı nitelikli görüşlerden birine göre, tefsir, sadece
bir yönde açıklanma ihtimali bulunan lafzın anlamının açıklanması
anlamında kullanılan bir kavramdır. Tevil ise, çıkarsama
yöntemiyle birden çok ihtimaller arasında birinin belirlenmesi an-
lamında kullanılan bir kavramdır.

Bir diğer değerlendirmede ise, şöyle söylenmektedir: Tefsir
lafızdan kesin olarak anlaşılması gereken anlamın belirlenmesi,
tevil ise, lafızdan kesin olarak anlaşılmayan muhtemel anlamlardan
birinin tercih edilmesi anlamında bir çabadır. Bu görüş bundan
öncekine yakındır.

Bir diğer görüşe göre, tefsir, lafızdan kastedilen anlamın kanıtının
açıklanması, tevil ise, lafızdan kastedilen anlamın gerçek
boyutlarının belirlenmesidir. Örneğin yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rabbin gözetleme yerindedir."
(Fecr, 14) Bu ifadenin tefsiri şöyledir: Bu ifadede geçen "mirsad"
kelimesi, "rasede-yersudu" fiilinin "mif'al" kalıbına uyarlanmış
şeklidir ve denetlemek anlamına gelir. Bu ifadenin tevili ise şöyledir:
"Allah'ın emirlerini hafife almaktan ve onlardan gafil olmaktan
kaçınmak gerekir."

Başka bir görüşe göre, tefsir, lafzın zahiri anlamının açıklanması,
tevil ise, lafzın içinden çıkılmaz düzeydeki zor anlaşılır an-
lamının açıklanması demektir.

Bir başka görüşte ise, şöyle söylenmektedir: Tefsir rivayetle
ilintili bir kavram, [ayetin anlamını rivayet aracılığıyla anlamaya
çalışmak] tevil ise, dirayetle ilintili bir kavramdır. [Ayetin anlamını
tefekkür ve düşünceyle açıklamaya yönelik çabadır.]


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 305


İleri sürülen bu görüşlerden birinde esas olan fikir şöyle ifade
edilmektedir: Tefsir, tabi olmaya ve işitsel anlamlarla ilgilidir. Tevil
ise, mantıksal çıkarsamalar ve görüş belirlemeklerle ilintilidir.

Buraya kadar işaret ettiğimiz bu yedi görüş, aslında, daha önce
naklettiğimiz ana görüşlerden ilkinin birer ayrıntısından başka
bir şey değildirler. Daha önce işaret ettiğimiz bu ana görüşle ilgili
olarak eleştirel anlamda söylediklerimiz bunlar için de geçerlidir.
Her halukârda bu dört ana görüşle bunların ayrıntısı sayılan diğer
görüşlere dayanıp itibar etmemek gerekir.

Eleştirimizi toparlayacak olursak: Şimdiye kadar yaptığımız
açıklamalardan şunu öğrenmiş bulunuyorsun: Bir ayetin tevili,
zahirine uygun ve aykırı olarak ayetin işaret ettiği anlamlardan
herhangi biri değildir.

Aksine, tevil, zihin dışı obje türü bir olgudur. Ama her zihin dışı
obje de değil. Dolayısıyla herhangi bir haberin zihin dışı nesnel
karşılığı onun tevili olmaz. Tersine, burada zihin dışı özel bir olgu
söz konusudur. Bu olgunun ifadeyle ilintisi, örnek verilenin örnekle,
batının zahirle ilintisi gibidir.

Meseleyi daha ayrıntılı bir şekilde ele alacak olursak: Yukarıda
sunulan ana görüşlerden ilkiyle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bu
görüş en azından, Kur'an'daki bazı ayetlerin tevillerinin, yâni tefsirlerinin,
yâni lafzî medlullerinden kastedilen anlamların genel an-
layışlar tarafından kavranamamasını gerektirir. Oysa Kur'an'da bu
durumda olan bir tek ayet yoktur. Bizzat Kur'an kendisinin tüm
anlayışlar tarafından kavranmak üzere gönderildiğini ifade etmektedir.
Dolayısıyla bu görüşü savunan insanların, müteşabih ayetlerin,
bazı surelerin başında bulunan birbirinden kopuk harfler olduğunu
esas alan görüşü benimsemekten başka çareleri yoktur.
Çünkü sadece, bunların anlamlarını genel anlayış kavrayamaz. Bu
yaklaşımı esas alıp savunmaları durumunda da yine şu eleştiri
yapılabilir: Öyle bir yaklaşıma hiç bir kanıt yoktur. Sırf tevil kelimesi,
dönüş anlamını içeriyor ve tefsir kelimesi de dönüş anlamından


306 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


tamamen soyut değildir diye, tevilin tefsir olması gerekmez. Nitekim
ana evlatlarının bir anlamda merciidir, ama tevili değil. Başkan,
başında bulunduğu kimselerin merciidir, tevili değil.

Kaldı ki fitne çıkarmayı istemek ayette, müteşabihliğin bağımsız
bir özelliği olarak ön plana çıkarılmıştır. Bu ise, bazı surelerin
başlarındaki birbirinden kopuk harflerin dışındaki ifadelerde rastlanılan
bir özelliktir. Çünkü, İslam dünyasında ortaya çıkan fitnelerin
büyük bir kısmı hükümlerin illetlerine ve sıfat ve benzeri ayetlere
tabi olmanın sonucu meydana gelmişlerdir.

İkinci görüşle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bu görüşü benimsememiz
durumunda Kur'an'da zahirine aykırı anlamlar
murad edilen bazı ayetlerin yer aldığını ve bu ayetlerin muhkem
ayetlerle çelişerek dinde fitneye yol açacaklarını kabul etmemizi
gerektirir. Bu değerlendirmenin varacağı sonuç şudur: Kur'an ayetleri
arasında ihtilaf vardır ve bu ihtilaf ancak bazı ayetlerin zahiri
anlamlarının tersine yorumlanmalarıyla ortadan kalkar, insanların
büyük çoğunluğu da söz konusu ayetlerin zahiri anlamlarıyla bağdaşmayan
bu batini anlamlarını da bilemezler. Bu ise, yüce Allah'
ın şu ayette vurguladığı gerçekle bağdaşmamaktadır: "Onlar hala
Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının
katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey
(ihtilaflar) bulurlardı" (Nisâ, 82)

Çünkü, şayet bir ayetin diğer bir ayetle oluşturduğu varsayılan
çelişki: "Bu ayetlerin birisiyle veya ikisiyle zahiri ifadelerin işaret
ettiği anlamın dışındaki bir husus kastedilmiştir. Ya da kendi deyimleriyle
Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği tevili bir anlam
ön görülmüştür." demek suretiyle ortadan kalkacak olsaydı, ayetin
sunduğu kanıt doğru olmazdı. Çünkü -onların deyimiyle- ihtilafın
teville ortadan kaldırılması, tüm ifadelerde, hatta Allah'a ait olmayan
sözlerde bile mümkün bir şeydir. Çünkü ihtilafın tevil yoluyla
ortadan kaldırılması, Kur'an'ın beşer sözü olmadığına ve Allah'ın
kelamı olduğuna kanıt oluşturamaz. Çünkü her söz, hatta yalan ve


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 307


abes olduğu kesin olan bir söz bile, zahiri göz ardı edilerek tevil
yoluyla doğru ve hak olarak yansıtılabilir. Dolayısıyla bu anlama
ihtilafın bir kelam mecmuasından ortadan kaldırılması o sözün
durumların farklılığından, görüşlerin çelişmesinden, yanılmadan,
unutmadan, yanlışlık yapmadan ve zamanın geçmesiyle birlikte
kusurlarını görüp gidermekten münezzeh olan yüce Allah'ın sözü
olduğuna delalet etmez. Nitekim ayette sunulan kanıt buna yöneliktir.
Çünkü ayet açık bir kanıt olarak Kur'an'ın herkesin anlamasına
sunulduğunu, araştırmaya, düşünmeye ve etüt etmeye açık
olduğunu vurgulamaktadır. Kur'an'da Arap dilinin zahirine ters
düşen bir anlam kastedilen herhangi bir ayet yoktur. Kur'an'da
bilmece ve göz bağlamaca yoktur.

Üçüncü görüşle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Kur'an'da ayetlerin,
bazısı bazısının üstünde ve bazısı da bazısının altında olacak
şekilde sıralanmış anlamlar kapsaması, düşünme, etüt etme nimetinden
yoksun olanlardan başka hiç kimsenin inkar edemeyeceği
bir olgudur. Ancak, bu anlamların tümü -özellikle bunların asıl
anlamın gerekleri olduğunu söylersek- lafzın işaret ettiği farklı
medlullerdir. Bu da dinleyicinin anlayışı, zekâsı ve kavrayışına göre
değişir. Bu ise yüce Allah'ın tevilin niteliğiyle ilgili olarak işaret et-
tiği şu hususla bağdaşmamaktadır: "Onun tevilini Allah'tan başkası
bilmez." Çünkü yüce bilgiler ve ince meseleler hakkında zihinler
takva ve nefsin temizliği bağlamında farklılık arzetmezler.
Ancak burada üstün zekânın olup olmaması farklılığa sebep olabilir.
Gerçi takva ve nefsin temizliği tertemiz ilahi marifetin anlaşılması
hususunda yardımcı ve etkilidir; ancak bu, dolaşım (sürekli)
ve nedensellik türünde bir etki sayılmaz. Nitekim: "Onun tevilini
Allah'tan başkası bilmez." ifadesinin zahiri de bunu pekiştirmektedir.


Dördüncü görüşle ilgili değerlendirmemiz de şöyledir: Bu görüş,
bir açıdan isabetli olmakla beraber, bir başka açıdan yanlıştır.
Tevilin sırf müteşabih ifadelerle sınırlı olmadığı bilakis Kur'an'ın


308 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


tümünün bir tevilinin bulunduğunu ve tevilin lafzın nesnel karşılığı
türünden bir şey olmadığı, tersine sözün söylenişine dayanak oluşturan
zihin dışı bir olgu olduğunu belirtmesi açısından isabetlidir;
ancak geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan olaylarla
ilgili haberlerin somut karşılıklarına varıncaya kadar sözün kapsamıyla
ilintili tüm zihin dışı olguların sözün tevili olarak nitelendirilmesi
açısından yanılgıya düşülmüştür. Bir yanılgı da tevilini yüce
Allah'tan başka kimsenin bilemediği müteşabih niteliğinin sıfatlardan
ve kıyametten söz eden ayetlerle sınırlandırılmasıdır.

Açıklamasına gelince: Bu durumda: "Yorumunu yapmak için."
ifadesinde geçen tevil kavramından maksat ya zamirin kitaba
döndürülmesi suretiyle Kur'an'ın tevilidir. Ki bu durumda: "Onun
tevilini Allah'tan başkası bilmez..." ifadesi yerini bulamamış olur,
çünkü kıssalar, hükümler ve ahlakla ilgili bir çok ayetin tevilini
Allah'tan ve dinde derinleşen kimselerden başkaları da bilmektedir.
Hatta kalplerinde kayma olanlar bile bazı ifadelerin tevilini
bilebilirler. Çünkü kıssalardan söz eden ayetlerin işaret ettikleri
olayları bütün insanlar kavrayabilirler ve bu noktada herhangi bir
ayrıcalık söz konusu değildir. Yaratılışla ilgili gerçekler, ibadet,
muamelat ve diğer şerî emirlere ilişkin hükümlerle amel etmenin
insanlara kazandırdıkları maslahatlar için de aynı durum geçerlidir.


Eğer tevil kavramından maksat sadece müteşabih ayetlerin
tevili ise, bu durumda: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..."
ifadesindeki özgü kılma yerini bulmuş olur. Demek olur ki: Yüce
Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başkası müteşabihleri tevil
etmeye kalkışmaması gerekir. Çünkü bu, insanların sapmasına ve
fitnenin çıkmasına yol açmaktadır. Ancak tevili bilinmeyen
müteşabihleri sırf sıfatlardan ve kıyametten söz eden ayetlere
özgü kılmanın bir sebebi kalmaz. Çünkü fitne ve sapma bu tür
ayetlerin teviliyle ilgili olarak gündeme gelebildiği gibi hüküm ve
kıssa içeren ayetlerle ilgili olarak da gündeme gelebilir.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 309


Müteşabih ayetlerin günlük yaşantıdan silinmesini savunmak
birilerinin demek istedikleri (demektedirler de) şu söze benzer:
Hükümlerin yasalaştırılmasından maksat insanlık aleminin çıkarına
uygun bir şekilde durumunun ıslah edilmesidir. Şayet, toplumun
ıslahı yasalaştırılmamış bir hükümde olduğu veya konulan
hükmün çağın maslahatına uygun olmadığı varsayılırsa, yasaya
bağlanmış dini hükmü ilğa edip (yürürlükten kaldırıp) çağın maslahatına
uygun olana tabi olmak gerekir.

Bu görüşü savunmak birilerinin demek istediği (demektedirler
de) şu söze benzer: Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen peygamberlerin
kerametlerinden maksat normal gelişmelerdir. Bunlar zahiri nor-
male ters düşen ifadelerle anlatılmışlardır. Amaç insanların gene-
linin kalplerini ilahi mesaja yöneltmek, ruhlarını cezb etmek ve
kalplerini olağan üstü ve doğa yasalarının dışında olduğunu düşündükleri
şeylere boyun eğdirmektir.

Günümüzde Müslümanlar arasında yayılan çeşitli mezheplerin
mensuplarının dillerinde bu tür sözler dolaşmaktadır. Bunların
tümü hiç kuşkusuz fitne çıkartmak amacıyla Kur'an'ı tevil etmenin
somut örnekleridir. Şu halde müteşabih niteliğinin sırf ilahi sıfatlardan
ve kıyametten söz eden ayetlere özgü kılınmasının hiç bir
nedeni yoktur.

Eğer yukarıdaki açıklamaları anladıysan şunu da öğrenmişsindir:
Tevil kavramının açıklamasıyla ilgili gerçek şudur: Tevil,
pratik bir gerçektir. Hüküm, öğüt ve hikmet gibi Kur'an'ın açıklamaları
bu pratik gerçekliğe dayanır ve bu olgu muhkem,
müteşabih tüm Kur'an ayetleri için geçerlidir. Tevil, lafızların delalet
ettiği anlamlar kategorisine girmez. Bilakis tevilden maksat
lafızlarla örülü ifadelerin kuşatamayacağı aşkın objektif olgulardır.
Yüce Allah, bunları lafız kayıtlarıyla sınırlandırmıştır ki bir parça
zihnimize yaklaşabilsinler. Tıpkı maksatlar daha yakın olsun ve
anlamlar dinleyicinin pozisyonuna göre açıklığa kavuşsun diye
bazı örneklerin verilmesi gibi. Nitekim yüce Allah, bir ayette şöyle


310 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


buyuruyor: "Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı
kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim
katımızda olan ana kitaptadır; çok yücedir, hikmet doludur."

(Zuhruf, 2-4) Kur'an'da bu anlamı pekiştiren bir çok açıklamalar ve
dolaylı işaretler vardır.

Ayrıca şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşıldığı gibi
Kur'an-ı Kerim tevil kavramını on altı yerde ve bizim işaret ettiğimiz
anlamda kullanmıştır.

4- Kur'an'ın Tevilini Allah'tan Başkası Bilebilir mi?

Bu konu da tefsir bilginleri arasında yoğun tartışmalara neden
olmuştur. Tartışmanın ve ihtilafın nedeni, şu ifadeye yönelik anlayışların
farklılığıdır: "Ve ilimde derinleşenler: Biz ona inandık, tümü
Rabbi-mizin katındandır." Bu ifadenin orijinalinin başındaki
"vav" harfinin atıf edatı mı, yoksa istinaf (yeni bir hususa geçiş)
edatı mı olduğu noktasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı
ilk kuşak müfessirler, Şafiiler ve Şia mezhebine mensup müfessirlerin
büyük bir kısmı, "vav" harfinin atıf edatı olduğu ve ilimde
derinleşenlerin Kur'an'da yer alan müteşabih ifadelerin tevillerini
bildikleri yönünde görüş belirtmişlerdir. İlk kuşak müfessirlerin
büyük kısmı ve Ehl-i Sünnet'ten Hanefiler, "vav" harfinin "istinaf"
edatı olduğunu ve mü-teşabih ifadelerin tevillerinin Allah'tan
başkası tarafından bilinemeyeceğini, müteşabih ifadelerin tevillerinin
yüce Allah'ın özel bilgisi kapsamında olduğunu belirtmişlerdir.
İlk görüşü savunanlar kendi görüşlerini kanıtlamak için
çeşitli deliller sunmuş, bazı rivayetleri ileri sürmüşlerdir. İkinci
görüşü savunanlar da başka yöntemlere ve müteşabih ifadelerin
tevillerinin yüce Allah'ın özel bilgisinin kapsamında olduğunu
belirten rivayetlere dayanmışlardır. Her grup karşı tarafın görüşünü
çürütmek ve kanıtlarını geçersiz kılmak için yoğun bir çaba
içine girmiştir.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 311


Bu noktada, bir araştırmacının, meselenin çeşitli araştırma ve
irdelemelere konu olduğu ilk günden itibaren bazı karıştırmalara
maruz kaldığını aklında bulundurması gerekir. Örneğin müteşabih
ifadenin muhkem ifadeye dönüşü hususu diğer bir ifadeyle
müteşabihten kast edilen anlam, ayetin tevili hususuyla karıştırılmıştır.
Meseleyle ilgili olarak ortaya koyduğumuz hususlara ve
ihtilafların dayanakları ve her iki tarafın söyledikleri bağlamında
serd ettiğimiz noktalara göz atanlar bunu fark edeceklerdir.

Bu yüzden, tarafların her birinin kanıtlarını ayrıntılı bir şekilde
sunmayı gereksiz gördük. Çünkü bunların asıl dayanakları itibariyle
yanlış bir zemine oturdukları kesinlik kazandıktan sonra, birini
kanıtlamışsın veya birini çürütmüşsün ne çıkar.

Konuya ilişkin olarak ileri sürülen rivayetlere gelince, bunlar,
Kur'an'ın ifadesinin zahiriyle çelişmektedir. Çünkü meseleye olumlu
açıdan yaklaşan rivayet, yâni ilimde derinleşenlerin müteşabih
ifadelerin tevillerini bileceğine delalet eden rivayetler, tevil kavramını,
müteşabih ifadelerin anlamlarıyla özdeş tutuyor. Halbuki,
Kur'an da tevil kavramı bu anlamda kullanılmamıştır. Örneğin Ehl-i
Sünnet kaynaklarında şöyle bir rivayet yer almaktadır: Resulullah
Efendimiz İbn-i Abbas hakkında şöyle dua etti: "Allah'ım onu dinde
derin kavrayışa (tefekküre) ulaştır ve ona tevil öğret." (Sahih-i Buhari,

c.2, s.48)

Bir diğer rivayette ise, İbn-i Abbas'ın şöyle dediği belirtilir:

"Ben ilimde derinleşenlerdenim ve ben Kur'an'ın tevilini biliyorum."
(ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.7)

Yine İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "Muhkemler, nasih
ayetlerdir. Müteşabihlerse, mensuh ayetlerdir." (ed-Dürr-ül Mensûr,
c.2, s.4)

Onların anladıklarına göre, bu rivayetlerden, muhkem bir aye-
tin anlamının müteşabih bir ayetin tevili olduğu şeklinde bir sonuç
çıkıyor. Ancak biz, bu anlamda bir tevil olgusunun ayette söz konusu
edilmediğini belirtmiştik.


312 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Olumsuz rivayetlere, yâni, müteşabih ayetlerin tevilinin Allah'tan
başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirten rivayetlere
gelince, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: İbn-i Abbas, üzerinde
durduğumuz ayeti: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez.
İlimde derinleşenler ise, şöyle derler: Biz ona inandık" şeklinde
okurdu." (ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.6) [Yâni yekûlu=derler kelimesi artırırdı]
Übey b. Kâb'ın da aynı şekilde okuduğu rivayet edilir. İbn-i
Mesud'dan şöyle rivayet edilir: O yukarıdaki ayeti: "Onun tevili,
ancak Allah katındadır. İlimde derinleşenler ise, biz ona inandık,
derler" şeklinde okurdu [yâni indellah=Allah katındadır şeklinde
okurdu].

Delil olarak gösterilen bu rivayetler herhangi bir şeyi kanıtlamaya
yaramaz. Öncelikle bu tarz kıraatler herhangi bir kanıt
içermezler.

İkincisi, bu kıraatlerden edinilecek en ileri düzeydeki kanıt şudur:
Ayet, ilimde derinleşenlerin tevili bildiklerine delalet etmez.
Oysa ayetin buna delalet etmemesiyle iddia edildiği gibi olmadığına
delalet etmesi iki farklı şeydir. Çünkü bunun varlığına bir başka
kanıtın işaret etmesi mümkündür.

Kanıt olarak ileri sürülen hadislerden örnekler:

ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde Taberani'den, o da Ebu Malik el-
Eş'ari'den şöyle rivayet eder. Ebu Malik el-Eş'ari der ki: Resulullah
Efendimizin şöyle buyurduğunu duydum: "Ümmetim için yalnızca
şu üç husus için endişeleniyorum: Birincisi; mallarının artması ve
bundan dolayı birbirlerini kıskanarak savaşmaları. İkincisi; önlerine
kitabın açılması, buna karşı mü'min insanların tevilini yapmak
amacıyla kitaptan bazı
şeyler alması. "Oysa onun tevilini Allah'tan

başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: Biz ona inandık, tümü
Rabbimizin katındandır." derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası
öğüt alıp-düşünmez." Üçüncüsü; ilimlerinin artması, ama ilme

gereken özeni göstermeyip onu boş yere zayi etmeleri." (c.2, s.5)


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 313


Eğer bu hadisin tevilin bilinmesi bağlamında olumsuzluğa delalet
ettiği varsayılsa, yalnızca mutlak anlamda mü'min insan açısından
bir olumsuzluğa delalet ettiği söz konusu olabilir. Özel olarak
ilimde derinleşenlerin bilemeyeceklerine delalet etmez. Kanıt
sunmaya çalışan kimseye, özel olarak ilimde derinleşenlerin bilmeyeceklerini
ifade eden deliller ancak yarayabilir. Dolayısıyla
genel nitelikli bu tür ifadeler iddia edileni kanıtlayamaz.

Muhkem ayetlere tabi olmanın, müteşabihlere de inanmanın
gerekliliğini vurgulayan rivayet gibi. Ancak bu rivayetlerin ilimde
derinleşenlerin tevili bilmediklerine delalet etmedikleri kuşku bulunmayan
bir husustur.

Alusî tefsirinde, İbn-i Cerir'in İbn-i Abbas'tan merfu olarak şöyle
rivayet ettiği yer alır: Kur'an-ı Kerim dört harf (ana konu) üzerinde
inmiştir. Helal ve haram bunlar arasında yer alır. Hiç kimse
bunları bilmediği için mazur sayılamaz. Bir diğeri de tefsirdir. Alimler
bunların açıklamasını yaparlar. Biri de Allah'tan başka hiç kimsenin
bilmediği müteşabih ayetlerdir. Allah'tan başka kim bunları
bildiğini iddia ederse o, yalancıdır."

Hadis merfu (rivayet zincirine değinilmeksizin) olmasının, Peygamberimizin
onun hakkında dua ettiğine ilişkin rivayetlerle ve
yine kendisinin bunları bildiğini iddia etmesi ile çelişmesinin
yanısıra Kur'an'ın zahiri ile de çelişmektedir. Daha önce de açıkladığımız
gibi, tevil, müteşabih ifadenin anlamından farklı bir şeydir.

Bu noktada şunu söylemek gerekir: Kur'an-ı Kerim, tevilinin Allah'tan
başkasının da bileceğini ifade etmektedir. Bu ayette ise,
buna ilişkin bir kanıt yoktur.

İkinci hususa (ayette tevili Allah'tan başkasının bileceğine ilişkin
bir kanıt olmamasına) gelince; önceki açıklamalardan şu husus
açıklık kazanmıştır: Ayetin girişindeki ifadeler, son kısmında
yer alan ifadeler ve bu ayeti izleyen ayetlerin içeriği, tefsirini sun-
duğumuz ayetin, Kur'an ayetlerinin muhkem ve müteşabih olmak
üzere iki kısma ayrıldıklarını ve insanların da bunların karşısında


314 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


farklı tavırlar içine girdiklerini vurgulamaya yöneliktir. Buna göre,
bir kısım insanlar, kalplerindeki sapma eğiliminden dolayı,
müteşabihlere uyma eğilimi göstermektedirler. Bir kısım insanlar
da kesin bir kararlıkla muhkemlere uymakta ve müteşabihlere de
inanmaktadırlar. Bu tavırların nedeni, ilimde kazandıkları derinliktir.
Bu ayetin akışı içinde, ilimde derinleşenlerden söz edilmesinin
birinci nedeni, kalplerinde sapma eğilimi bulunanlardan, onların
Kur'an'ı ele alış yöntemlerinden ve yergiyi hakkeden davranışlarından
söz edilmesine karşılık bunların durumlarını ve Kur'an'ı ele
alış yöntemlerinin açıklanmasıdır. Tefsir bağlamında, bu çerçevenin
dışına çıkmak, ayetin maksadının dışına çıkmaktır.

Ayrıca bu ayet onların tevili bilme noktasında bir etkinliklerinin
bulunduğuna kanıt oluşturmaz. Böyle bir şeyi ayetten algılamak
için önceden işaret ettiğimiz yetersiz ve eksik deliller dışında herhangi
bir kanıt yoktur. Dolayısıyla: "Onun tevilini Allah'tan başkası
bilmez" ifadesindeki tahsis olduğu gibi durmaktadır; ne atıf, ne
istisna ne de bir başka edat bu durumu bozamaz. Şu halde ayetin
işaret ettiği husus, teville ilgili bilgilerin yüce Allah'a özgü ve onunla
sınırlı olduğu husustur. Onun tevilini bilmek sırf Allah'a özgüdür.

Ancak bu, bir başka kanıtın yüce Allah'tan başkasının da O'nun
izniyle bu tür bilgilere sahip olmasını göstermesine engel değildir.
Tıpkı gayb bilgisinde olduğu gibi. Yüce Allah Kur'an'ın değişik
ayetlerinde şöyle buyuruyor: "De ki: Göklerde ve yerde gaybı
Allah'tan başka kimse bilmez." (Neml, 65) "Gayb yalnızca Allah'ındır"
(Yunus, 20) "Gaybın anahtarları O'nun katındadır, O'ndan başka
hiç kimse gaybı bilmez." (En'âm, 59) Yukarıda sunduğumuz bütün
ayetler, gaybe ilişkin bilgilerin sırf Allah'a özgü kılındığını göstermektedir.
Ardından şöyle buyuruyor: "O gaybı bilendir. Kendi
gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu
kimseler başka." (Cin, 26-27) Bu ayet, Allah'tan başka bazı kimselerin
gaybe ilişkin bazı bilgileri bileceğini ortaya koymaktadır. Bunlar


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 315


da elçiler içinde Allah'ın razı olduğu kimselerdir. Kur'an'da daha
bunun bir çok örneği vardır.

Meselenin birinci yönüne gelince, Kur'an Allah'tan başka
kimselerin de bir ölçüde tevili bileceklerine işaret etmektedir.
Bunu şöyle açıklamak mümkündür: Yukarıdaki
açıklamalarımızdan da anlaşıldığı gibi, bir ayetin tevili, zihin dışı
bir olgudur. Bu olgunun, ayetin zihinsel karşılığı (medlulu) ile olan
ilişkisi, örnekle örneklendirilen şey arasındaki ilişki gibidir.

Dolayısıyla tevil, ayetin delalet işlevi açısından onun medlulu
değilse de, bir şekilde onun tarafından anlatılmakta, onun içinde
korunmaktadır. Tıpkı: Sebeplerini zayi eden bir şeyi isteyen bir insana:
"Sütü yazda zayi ettin" (Geçti Bor'un pazarı) demen gibi.
Çünkü bu deyimin lafzının delalet ettiği anlam, kadının yaz mevsiminde
sütü zayi etmesidir. Bu ise, konu ile örtüşmemektedir.
Buna rağmen hitap edilen kişinin durumunu örneklendirmektedir,
onun durumunu canlandırmaktadır, sözün orijinal medlulu aracılığı
ile oluşturduğu manzaraya benzer bir şekilde zihinde tasavvur
edilmesini sağlamaktadır.

Tevil de tıpkı bunun gibidir. Çünkü herhangi bir hükmün yasaya
bağlanmasını veya herhangi bir ilahi bilginin açıklanmasını ya
da Kur'an'ın kıssalarından herhangi birinin içeriği olan herhangi
bir olayın meydana gelişini gerektiren zihin dışı gerçek, söz konusu
yasanın lafzı (emir ve nehiy) veya açıklama ya da falan olay
(mütabiki olarak) tıpa tıp ona dalalet etmese de hüküm veya açıklama
yahut olay, ondan kaynaklandıkları, onun aracılığıyla belirginleştikleri
için, bunlar bir şekilde onu anlatan ve ona işaret eden
eserleri konumundadır. Tıpkı bir efendinin hizmetçisine: "Bana su
ver" demesi gibi. Bu söz insan doğasının kendi kemalini gerektirmesinden
kaynaklanmaktadır. Çünkü zihin dışı bu gerçeklik varlığın
korunmasını ve kalıcılığını gerektirir. Bu da bedende çözümlenip
kaybolan bir şeyin yerinin doldurulmasını gerektirir. İşte gerek



316 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


li gıdaları, suya kanmayı veya sözgelimi birine su vermesini emretmeyi
gerektirmektedir.

Dolayısıyla adamın: "Bana su ver" sözünün tevili, insanın, bu
sözün söylendiği anda insanın zihin dışı doğasının varlığının ve
kalıcılığının kemalini gerektirici özelliğidir. Şayet bu zihin dışı gerçeklik
başka bir şeyle yer değiştirirse, su vermeyi emretmekten
ibaret olan hüküm bir başka hükümle yer değiştirmiş olacağından
birincisi de ortadan kalkmış olacaktır. [Örneğin yemek yemediğinden
dolayı susuzluk yerine açlığı hissederse, "bana su getir" hükmü,
yerini "bana yemek getir" hükmüne verir]

Adab ve görgü kuralları bağlamında aralarında fahiş farklılıklar
bulunan herhangi bir insan topluluğu içinde maruf bilinen (olumlu
karşılanan) dolayısıyla yapılan veya münker bilinen (olumlu
karşılanmayan) dolayısıyla uzak durulan fiiller, o toplum içinde
güzel veya çirkin sayılmadan kaynaklanmaktadır. Fiillerin güzel
veya çirkin olarak bilinmesi de zaman, mekan ve geçmişten devralınan
gelenek ve töreler gibi fiili işleyen kişinin zihninde miras
yoluyla biriken ve çevresinde yaşayan diğer insanların davranışlarından
gözlemlemek suretiyle düşüncesine nakşedilen birleşik ve
uyumlu illetler mecmuasına dayanmaktadır. İşte çeşitli uyumlu
cüzlerden oluşan bu illet, adamın bir şeyi yapmasının veya yap-
mamasının tevilidir, onun yapmasının veya yapmamasının aynısı
değildir. Sadece yapmak veya yapmamak şeklinde içerilmekte,
korunmakta ve onlarla ona işaret edilmektedir. Eğer sosyal çevrenin
değişmesi söz konusu olsa, yapmak veya yapmamak suretiyle
gündeme gelen şey de değişikliğe uğrayacaktır.

Şu halde, tevili olan şey, ister bir hüküm olsun, ister bir kıssa
olsun, ister bir olay olsun, tevilin değişmesiyle kaçınılmaz olarak
değişikliğe uğrar. Bu yüzden: "Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne
çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına
uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..." ayetine
baktığında, kalplerinde bir kayma olanların, fitne çıkarmak ama



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 317


cıyla müteşabih ayetlerle kastedilmeyen bir şeye uymak istediklerinden
söz edildiğinde onların bununla söz konusu ayetlerin tevillerine
uymayı amaçladıklarından da söz ediliyor ki onların tevil dedikleri
şey, adı geçen ayetlerin gerçek tevilleri değildir. Aksi takdirde
onların tevil diyerek uymak istedikleri şey söz konusu ayetlerin
gerçek tevilleri olsaydı, bu durumda müteşabih ayete tabi olmaları
doğru ve yerinde olurdu. Dolayısıyla yerilmelerine de gerek
kalmayacaktı. Bu durumda, müteşabihten kastedileni belirleyen
muhkem ayetin delalet ettiği şey, onların müteşabih-ten anladıkları
ve tabi oldukları ancak muhkemden kastedilmeyen bir anlamla
yer değiştirmiş olacaktı.

Yukarıda anlattıklarımızla şu nokta açıklığa kavuşmuş oluyor:
Kur'an'ın tevili, zihin dışı gerçekliklerdir. Kur'an ayetleri öğretilerinde,
hükümleri yasaya bağlamalarında ve açıkladığı diğer hususlarda
bu gerçekliklere dayanır. Öyleki bu gerçekliklerden biri değişmiş
olduğu varsayılsa, ayetlerin içerdikleri de değişikliğe uğrar.

İyice düşünürsen şunu anlarsın ki: Bu çıkarsama, şu ayetle
tamamen örtüşmektedir: "Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz
onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık.
Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır; çok yücedir,
hikmet doludur." (Zuhruf, 2-4) Bu ayet, Peygamber Efendimize indirilen
Kur'an'ın Allah katında çok yüce ve erişilmez hikmetlerle dolu
olduğunu, akılların kavrayamayacağı, bölümlerin ve fasıllar halinde
olmanın arız olamayacağı bir konumda bulunduğunu ifade etmektedir.
Ancak yüce Allah kullarına yönelik inayetinden dolayı,
onu açıklayıcı bir kitap kılıyor. Onu Arapça lafızlarla ifade edilecek
hale getiriyor. Böylece, ana kitapta kalması durumunda insanların
akletmeleri ve bilip öğrenmeleri mümkün olmayan şeyleri akledip
düşünmelerini sağlıyor. Ana kitap ise, şu ayetlerde işaret edilen
şeydir: "Allah, dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın anası
O'nun katındadır." (Râ'd, 39) "Hayır; o, şerefli üstün olan bir
Kur'an'dır; Levh-i Mahfuzdadır." (Burûc, 21-22)


318 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Söz konusu ayetin içeriğine ilişkin genel bir işaret de şu ayetten
algılanmaktadır: "Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve
hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından birer
birer açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1) Bu ayette işaret edilen muhkemlikten
maksat, Kur'an'ın, içinde en ufak bir ayrılık ve bölünme
olmaksızın Allah katında oluşu, birer birer açıklanmasından maksat
ise, onun ayet ayet, bölüm bölüm Peygamber Efendimiz'e (s.a.a) indirilmiş olmasıdır.
Birinci mertebeye dayanan bu ikinci mertebeyi (tafsil ve bölünme
olayını) şu ayetten de algılamak mümkündür: "Onu bir
Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için bölüm bölüm
ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik." (İsrâ, 106) Demek
oluyor ki, Kur'an ayetleri önceleri birbirinden ayrılmış değillerdi,
sonradan ayrıldılar ve bu şekilde indirildiler, bölüm bölüm
vahyedildiler. Ama bu demek değildir ki, bütün ayetler, Bugünkü
gibi, surelerde tertip edilmiş ve iki kapak arasında toplanmış haldeydi,
sonra birbirinden ayrıldılar ve Peygamber Efendimize parça
parça indirildiler. Böylece insanlara, üzerinde dura dura ve ağır
ağır okusun. Tıpkı, bir öğretmenin Kur'an'ı bölümlere ayırarak öğretmesi
ve zihinsel kapasitesine göre her gün bir parçayı öğrencisine
okutması gibi.

Oysa Kur'an'ın Peygamber Efendimize (s.a.a) parça parça indirilmesi
ile, onun bölümler halinde öğrencilere öğretilmesi, okunması
arasında apaçık bir fark vardır. Kur'an'ın parça parça indirilmesi
olayında iniş sebeplerinin etkinliği söz konusudur. Ama
Kur'an'ın öğretiminde böyle veya buna benzer bir durum yoktur.
Çünkü farklı zamanlarda öğrenciye okunan farklı bölümler, bir
zaman diliminde birleştirilebilirler. Ama: "Onları affet, aldırış et-
me." (Mâide, 13) "İnkar edenlerden size yakın olanla savaşın."
(Tevbe, 123) "Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan kadının
sözünü işitti." (Mücadele, 1) "Onların mallarından sadaka al."
(Tevbe, 103) ve benzeri ayetleri birleştirmek, iniş sebeplerini ve za



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 319


manını geçersiz saymak, bunların tümünün birden Peygamberimizin
tebliğe başlamasının ilk döneminde veya hayatının son zamanlarında
indiğini varsaymak mümkün değildir. Şu halde: "Onu
bir Kur'an olarak ayırdık." sözünde işaret edilen Kur'an, bütün
ayetlerin bir araya getirilmesi ile meydana gelen müshaf anlamında
kullanılmamıştır.

Kısacası, üzerinde durduğumuz ayetlerden algıladığımız
kadarıyla, Kur'an'dan okuduğumuz ve üzerinde düşündüğümüz
hususların bir de ötesi vardır ve bu ötesi, Kur'an açısından, bedene
göre ruhun, örneklenene göre örneğin gördüğü işlevi görür. -Yüce
Allah'ın "Hikmetli kitap" diye nitelendirdiği de budur.- İndirilen
Kur'an'ın içerdiği bilgiler ve açıklamalar buna dayanır. Bu ötesi
şeyi kopuk ve ayrılmış lafızlar şeklinde düşünmemek gerekir.
Lafızlar aracılığıyla delalet edilen anlamlar gibi de değildir. İşte bu,
söz konusu ayetlerde işaret edilen tevildir. Çünkü tevil olgusunun
nitelikleri ve özellikleri bununla uyuşmaktadır. Buradan hareketle
tevil kavramının gerçek anlamını da algılamış oluyoruz. Yine
buradan hareketle sıradan anlayışların ve arınmamış nefislerin
tevili algılamalarının mümkün olmamasının nedenini de kavramış
oluyoruz.

Yüce Allah bir başka ayette şöyle buyuruyor: "O, elbette değerli
bir Kur'an'dır. Saklı bir kitaptadır. Ki ona, temizlenip-arınmış
olanlardan başkası dokunmaz."
(Vâkıa, 77-79) Bu ayetlerin zahiri
ile, değişme ve bozulmaya karşı koruma altına alınan ve saklı tutulan
kerim Kur'an'a Allah'ın arınmış kullarının dokunabildikleri
vurgulanıyor. Zihinlerin ona girip çıkması suretiyle bir takım tasarrufları
da değişme kapsamına girer. (Ki bu, bütün değişimlerden
koruma altına alındığına göre, bu tür değişmeden de korunmuştur
demektir). Aslında ayette, işaret edilen 'dokunma'dan maksat
anlayış ve bilişin ulaşmasından başka bir şey değildir. Bilindiği
gibi, yukarıda üzerinde durduğumuz ayette sözü edilen "Korunmuş,
saklanmış kitap"tan maksat "Allah dilediğini giderir, dilediğini
bırakır. Kitabın anası O'nun katındadır." (Râ'd, 39) "O, bizim


320 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


katımızda ana kitaptadır. Yücedir, hikmet doludur." (Zuhruf, 4) ayetlerinde
geçen "ana kitap"tır.

Bunlar bir toplulukturlar ki, kalplerinde arınma inmiştir. Bu a-
rınmayı indiren yüce Allah'tan başkası değildir elbette. Çünkü yüce
Allah, her nerede bu arınmadan söz etmişse, onu kendine nispet
ederek söz konusu etmiştir: "Allah sadece siz Ehl-i Beyt'ten kiri
gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister."
(Ahzab, 33) "Ama sizi temizlemek
ister." (Mâide, 6) Kur'an-ı Kerim'de her ne zaman manevi
arınmadan söz edilmişse, mutlaka bu husus yüce Allah'a nispet
edilmiş veya O'nun iznine dayandırılmıştır. Arınma ise, kirin ve pisliğin
kalpten giderilmesi demektir. Kalbin insan organizmasındaki
fonksiyonu ise kavrama ve irade etme aracı olmasıdır.
[Kur'an'daki kalp kavramıyla dilimizde yaygın olan kalp kavramı
farklı şeylerdir.]

Dolayısıyla kalbin arındırılması, insan nefsinin inançları ve iradesi
açısından temizlenmesi anlamını ve pisliğin bu iki açıdan
giderilmesini ifade eder. Bunun sonucu, kalbin hak nitelikli inançlar
ve gerçek bilgiler üzerinde sabitleşmesi, kuşkuya eğilim göstermemesi,
hak ile batılı karıştırmaması ve pratikte bildiği gerçeklerin
gereklerini yerine getirmesi, hevaya tabi olmak gibi bir eğilim
göstermemesi ve ilmî misakı çiğnememesidir. İşte ilimde derinleşme
dediğimiz olay budur. Çünkü yüce Allah ilimde derinleşenleri,
doğru yola erişmiş, öğrendikleri gerçekler üzerinde sarsılmadan
hareket eden ve fitne çıkarma arzusunu taşımayan kimseler olarak
tasvir ediyor. Buradan anlıyoruz ki, kalpleri arındırılmış kimseler,
aynı zamanda ilimde derinleşen kimselerdir. Bu hususu iyice
kavramalı ve onu ganimet bilmelisin.

Ancak, bu açıklamanın doğurduğu sonuç hakkında yanılgıya
düşmemek gerekir. Çünkü burada kesinlik kazanan husus şudur:
Arınmışlar, tevilleri bilirler. Arınmışlıkları ilimde derinleşmiş olmalarını
da gerektirmektedir. Bunun nedeni, kalplerinin arındırılmasının
yüce Allah'a nispet edilen bir durum olmasıdır. Yüce Allah,


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 321


altedilemez bir sebeptir. Yoksa ilimde derinleşenler, ilimde derinleştikleri
için tevilleri biliyor değildirler. Yâni ilimde derinleşmek
tevilleri bilmeye neden değildir. Çünkü ayette, ilimde derinleşmenin
tevilleri bilmeyi gerektirdiği yönünde bir açıklama veya işaret
yer almıyor. Hatta, ayetin akışından, onların tevilleri bilmedikleri
yönünde bir işaret de algılanabilir. Çünkü ayette: "Derler ki: Biz
ona inandık, tümü rabbimizin katındandır..." şeklinde bir ifade yer
alıyor.

Yüce Allah, ehl-i kitaptan bazı adamları da ilimde derinleşmişler
olarak nitelendiriyor ve onları övüyor. İmanlarından ve salih
amellerinden dolayı onları ödüllendireceğini vurguluyor: "Ancak
onlardan ilimde derinleşenler ve mü'minler, sana indirilene ve
senden önce indirilene inanırlar." (Nisâ, 162) Bununla beraber, bu
ayette onların kitabın tevilini de bildikleri yönünde bir açıklamaya
yer verilmiyor.

Aynı şekilde: "Ona temizlenmiş-arınmış olanlardan başkası
dokunamaz" ayetinden ise, sadece arınmış kimselerin genel bir
şekilde ona dokunabildiklerinden söz ediliyor. Onların her türlü
tevili bildikleri, bu hususta hiç bir zaman bilmedikleri herhangi bir
şeyin olmadığı hususundan ise söz edilmiyor. Şayet onlar hakkında
böyle bir özellik kanıtlanacaksa, bu başka bir kanıt aracılığıyla
olacaktır.

5- Kur'an'ın Müteşabih Ayetler İçermesinin Hikmeti Nedir?

Kur'an'a yöneltilen itirazlardan biri de onun müteşabih ayetler
içermesidir. Bu itirazları yapanlar Müslümanlara diyorlar ki: Sizin
iddianıza göre, Kur'an, kıyamete kadar bütün insanların sorumlu
oldukları hükümleri içermektedir. O, hak ile batılı birbirinden ayıran
kesin bir sözdür. Sonra bakıyoruz ki, Müslümanlar arasında
yaygın olan değişik mezheplerin mensuplarının her biri, kendi


322 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


mezhebini haklı çıkarmak için Kur'an'dan kendisine kanıt bulabiliyor.
Bunun nedeni Kur'an'da ki müteşabih ayetlerdir. Acaba Kur'an
müteşabih ifadelerden arınmış ve tüm ifadeleri net bir şekilde
anlaşılır olsaydı, amaca daha uygun olmaz mıydı? Bu durumda bir
çok ihtilaflar ortadan kalkmaz mıydı?

Kur'an'a yöneltilen bu itiraza çeşitli cevaplar verilmiştir. Bunların
bir kısmı, hiç bir makul dayanağı olmayan anlamsız ifadelerdir.
Örneğin bazıları
şöyle demişlerdir: Kur'an'da müteşabih ifadelerin
bulunması, hakkın algılanmasını zorlaştırıcı, araştırmayı ağırlaştırıcı
bir etki bırakır. Bu da yapılan çalışmanın ecrinin ve sevabının
artmasını sağlar.

Diğer bazıları ise, eğer Kur'an sadece belli bir mezhebin görüşünü
destekler mahiyette açık ve anlaşılır ifadelerden başkasını
içermeseydi, bu durum, diğer mezheplerin mensuplarının nefretine
neden olurdu ve Kur'an'a bakmamalarına sebep olurdu. Ancak
Kur'an müteşabih ifadeler de içerdiği için, kendi mezheplerinin
görüşünü destekleyen bir şey buluruz ümidiyle Kur'an'a bakmak
durumunda kalıyorlar. Bu yüzden onların Kur'an'dan gerçeği öğrenmeleri
ve ona inanmaları daha kolay oluyor, şeklinde cevap
vermişlerdir.

Bir başkaları da şöyle demişlerdir: "Kur'an'ın müteşabih ifadeler
içermesi, aklî kanıtlara baş vurmayı gerektirici bir etki bırakıyor.
Bu sayede insanlar, taklit karanlığından kurtulup içtihat aydınlığına
ulaşıyorlar."

Veya şöyle cevap verilmiştir: Kur'an'ın müteşabih ifadeler
içermesi değişik tevillerle araştırma yapılmasını gerektirir. Bu da,
dilbilimi, sarf, nahiv ve fıkıh gibi bir çok yararlı bilimlerden yararlanmayı
ve o hususlarda uzman olmayı sağlamıştır.

Daha ilk bakışta bu cevapların kanıttan yoksunluğu ve ilmi
dayanağının olmayışı göze çarpmaktadır. Bu itiraza verilen
cevaplar içerisinde sadece üç cevap, söz konusu edilmeğe ve
üzerinde araştırma ve etüt yapmaya değer:


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 323


Birincisi: Kur'an'ın müteşabih ifadeler içermesi kalplerin ona
inanmak bağlamında arınmaları amacına yöneliktir. Çünkü eğer
Kur'an'da yer alan bütün ifadeler, akıl tarafından derhal algılanan,
bütün herkesin şüphe etmediği açık türden olsalardı, bunlara inanmanın
Allah'ın emirlerine boyun eğmek, peygamberlerine teslim
olmakla en ufak bir ilintisi olmayacaktı.

Bu cevapla ilgili değerlendirmemiz şöyledir: Boyun eğme, zayıf
kimsenin güçlü bir kimse karşısında hissettiği etkilenme ve buna
bağlı olarak gösterdiği itaat tepkisidir. İnsanoğlu, hem büyüklüğünü
algıladığı, hem de azametinden dolayı algılayamadığı
şeylere
de boyun eğer. Yüce Allah'ın sonsuz kudreti, sonsuz azameti ve
diğer sıfatlarını insan kavrayamaz, ama bunların etkisi altında
kalır ve bu etkilenmenin bir belirtisi olarak itaat eder. İnsan aklı
bunlara yöneldiği zaman, tüm boyutlarıyla kavramaktan aciz olarak
eli boş döner. Diğer bazı olgular da vardır ki, insan aklı yöneldiği
zaman, bunları kavrayamaz, fakat insanlar, bunları kavradıklarını
sanırlar veya öyle inanırlar. İşte bu tür şeylere boyun eğmenin
bir anlamı yoktur. Aklın yanılıp kavrayamadığı müteşabih ayetler
de bu kategoriye girer. Akıl bunları kavrayamadığı halde kendisinin
bunları kavradığını sanır.

İkincisi: Kur'an'ın müteşabih ifadeler içermesi, aklı araştırmaya
ve ayaklanmaya sevk etmek içindir. Ki akıl, hiç bir düşünce eylemi
gerçekleştirmeden algıladığı apaçık ifadelerle uğraşmak sonucu
temel fonksiyonunu yitirmesin. Çünkü akıl insanın en değerli
varlığıdır. Bu yüzden insanı eğitmenin yanı sıra aklı da eğitmek
gerekir.

Bu cevap da doğru değildir. Şöyle ki: Yüce Allah, insanları, iç
(enfüs) ve dış (afak) aleme serpiştirdiği ayetler üzerinde düşünmeye,
aklını kullanmaya teşvik etmiş, akla özgü eylemler içinde olmasını
emretmiştir. Kitabının bazı bölümlerinde konuyla ilgili olarak
genel bir telkinde bulunmuş, diğer bazı bölümlerinde açık ve
ayrıntılı emirler yöneltmiştir. Göklerin, yerin, dağların, ağaçların,


324 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


hayvanların ve insanların yaratılışı, dillerin ve renklerin farklılığı
gibi hususlar üzerinde durup düşünülmesini emretmiştir.
Akletmeye, tefekkür etmeye, yeryüzünde dolaşıp geçmiş toplumların
akıbetlerini gözlemleyip ibret dersleri çıkarmaya teşvik et-
miştir. Aklı ve düşünceyi sürekli tavsiye etmiş, ilimden büyük bir
övgüyle söz etmiştir. İnsan, Kur'an'ın bu direktifleri doğrultusunda
hareket ettiği zaman, genelde ayakların kaydığı ve anlayışların
çarptığı alanlarda enerjisini boşu boşuna tüketmekten kurtulmuş
olur.

Üçüncüsü: Peygamberler, bütün insanlara gönderilmişlerdir.
İnsanlar arasında da düşünsel alanda herhangi bir faaliyet olmayan
avam kimseler var, fikri faaliyetleriyle belirginleşen havas kişiler
var. Zeki insanlar var, aptal insanlar var. Alimler var, cahiller
var, Öyle anlamlar olur ki, bunu herkesin anlayabileceği bir açıklıkta,
tüm gerçekliğini ve iç boyutlarını gözler önüne serecek bir nitelikte
ifade etmek mümkün olmaz. Bu tür anlamların ifade edilmesi
bağlamında havas niteliğine sahip kimselerin anlayabileceği
örnekler, kinayeli ve işaretli sözler kullanmak önerilir. Geri kalan
insanlarınsa bunlara inanması istenir. Bunlara düşen, söylenen
sözlere inanmak ve gerisini Allah'a havale etmektir.

Bu değerlendirme de yanlıştır. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerim
müteşa-bih ifadeler içerdiği gibi, muhkem ifadeler de içeriyor.
Müteşabih-ler, muhkemlere döndürülerek anlaşılır. Bunun doğal
bir gereği, müteşabihlerin, muhkem ifadelerin ortaya çıkardığı
anlamlardan fazlasını içermemeleridir. Bu noktada, insanların
aklına takılan soru bir kez daha gündeme geliyor: Müteşabih ifadelerin
yanında bunların da bulunmalarının ne hikmeti vardır?...

Aslında buradaki yanılgının sebebi, tamamen birbirinden farklı
iki tür anlamın var olduğunu söylemektir. Bu türlerden birini,
havas, avam herkes anlar. Bunlar, muhkem ifadelerin işaret
ettikleri anlamlardır. Diğer bazı anlamlar da vardır ki, bunlar
yüksek bilgiler ve ince gerçeklerdir. Bu tür anlamlar, ancak havas
niteliğine sahip kimseler tarafından algılanabilir. Bu yanılgının


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 325


sahip kimseler tarafından algılanabilir. Bu yanılgının sonucu,
müteşabih ifadelerin muhkem ifadelere döndürülmemesidir. Da-
ha önce, böyle bir değerlendirmenin, Kur'an'ın bazı ayetlerinin diğer
bazı ayetleri tarafından tefsir edildiğine net bir şekilde işaret
eden ayetlerin içeriğiyle bağdaşmadığını belirtmiştik.

Bu noktada söylenmesi gereken cevap şudur: Kur'an'da
müteşabih ayetlerin bulunması bir zorunluluktur. Bu zorunluluk,
tevilin anlamıyla ilgili açıklamalarımızın ışığında Kur'an'ın bazısının
bazısını açıklamasını gerektiren tevil olgusunun varlığından
kaynaklanmaktadır.

Kur'an'ın ifade tarzının boyutları, ilahi eğitim sisteminin temel
nitelikleri ve bilgilerinin dayanağı olarak gösterilen olgular ve en
üst derecedeki amaç üzerinde derin bir şekilde düşünüldüğü zaman,
bu husus biraz olsun açıklık kazanır. Bunları bir kaç noktada
inceleyebiliriz:

Birincisi: Yüce Allah, kitabının tevili olduğunu belirtiyor.
Kur'an'-ın içerdiği bütün bilgiler, hükümler, kanunlar ve diğer ilahi
bilgiler bu eksen etrafında dönmektedir. Bütün bu açıklamaların
yöneldiği, ilgili olduğu nokta konumundaki bu tevil, kavrayışların
ulaşamayacakları, akılların yükselemeyecekleri bir noktadadır.
Kuşkusuz yüce Allah'ın arındırdığı ve kirlerini giderdiği nefisler
bu genellemenin dışındadır. Sadece onlar, Kur'an'ın tevilini algılayabilirler.
Sözünü ettiğimiz bu husus, yüce Allah'ın davetine
olumlu karşılık veren insanın bilgi açısından ulaşmasını istediği
hedeftir. O, insanın, her şeyin açıklaması konumunda olan kitabının
içerdiği bilgilere ulaşmasını irade etmektedir. Bunun anahtarı
da ilahi arındırmadır. Yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor:
"Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ister."
(Mâide, 6) Buradan anlıyoruz ki, yüce Allah'ın dini hükümleri koymasındaki
hedef, ilahi arındırmadır.

Çağrı herkesle ilgili ve herkese yöneltilmiş olmakla birlikte, diğer
tüm kemal nitelikler gibi, insan için öngörülen bu kemal niteli



326 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ğine de, tam anlamıyla ancak özel sıfatlara sahip kimi bireyler
ulaşabilirler. İnsanların dini eğitim sistemiyle eğitilmeleri çabası,
mükemmel arındırma sonucunu sadece belli sayıdaki kimseler
üzerinde gösterirken, belli oranlardaki arındırma başarısını da geri
kalan diğer insanlar üzerinde gösterir. Bu başarının oranı da insanların
derecelerinin farklılığına göre farklılık gösterir.

Nitekim İslam dini, amel bağlamında insanları gerçek takvaya
da çağırır: "Allah'tan nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkup
sakının." (Âl-i İmrân, 102) Bununla beraber eksiksiz takva duygusu,
ancak belli sayıdaki insanlar bağlamında gerçekleşir. Bunların
dışındaki insanlarda ise, alt mertebede ideal ve en ideal şeklinde
bir derecelenme söz konusudur. Bütün bunların nedeni, insanların
özdoğalarının ve anlayış kapasitelerinin farklılığıdır.

Eğitim ve davet açısından diğer tüm toplumsal kemal
nitelikler için de aynı durum söz konusudur. Bir davetçi, bir
toplumu, ilim, sanat, servet, huzur ve benzeri tüm kemaller
bağlamında en üst dereceye davet eder; ancak bunların en
mükemmel düzeyini sadece belli sayıdaki insan elde eder.
Bunların dışındaki insanlar, yetenekleri oranında farklı derecelerle
sıralanırlar. Gerçekte bu tür amaçların tümüne bütün bireyler değil
de kesinlikle toplum ulaşır.

İkincisi: Kur'an-ı Kerim, bu onur verici hedefe ulaşmanın tek
yolunun, insanı bilgi (teori) ve amel (pratik) alanında eğiterek insana
kendi nefsini tanıttırması olduğunu kesin olarak ifade etmektedir.
Bilgi açısından insana kendi nefsi tanıttırılması, dünya,
ahiret ve bu iki alem arasındaki alemin hakikati gibi, kendisiyle
ilintili gerçeklerin öğretilmesi şeklinde sağlanır. Böylece, insanoğlu,
kendi nefsini ilintili olduğu gerçek olgularla birlikte tam manasıyla
tanıma imkanını bulmuş olur. İnsanı kendisine ameli olarak
tanıttırmak ise, toplumsal yasalarla yükümlü kılınması ile gerçekleştirilir.
Bu durumda, toplumsal hayatı yapıcı bir düzlemde devam
eder. Toplumsal hayatı, onun bilgi ve irfan alemine yükselmesine
engel oluşturmaz. Bunun yanında, yerine getirilmesi zorunlu olan


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 327


kulluk yükümlülükleri ve ibadetleriyle sorumlu tutulması gerekir.
Bu ibadet ve yükümlülüklerin sürekli yerine getirilmesi onun Allah
ve ahiret üzerinde düşünmesine, kalbinde ancak Allah ve ahirete
yer vermesine, kalbin mana ve arınma alemine yönelmesine,
maddenin pisliğinden ve ağırlığından kurtulmasına neden olur.

"Güzel söz O'na yükselir, salih amel de onu yükseltir." (Fatır,
10) ayeti üzerinde iyice durup düşündüğün zaman, bir de buna:
"Ancak Allah sizi arındırmak ister..." (Mâide, 6) ayetiyle ilgili olarak
genel ve kısa açıklamamızı ve yine "Siz kendi nefislerinize bakın.
Siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar
vermez." (Mâide, 105) "Allah, sizden iman edenleri ve kendilerine
ilim verilenleri derecelerle yükseltir." (Mücadele, 11) vb. ayetleri
eklediğinde, dini hükümlerin yasaya bağlanması, insanların dini
hükümlere uymaya yöneltilmesindeki güdülen ilahi amacı ve bunların
pratize edilmesinde izlenen yöntemleri açık bir şekilde kavrarsın.


Bu açıklamalardan hareketle önemli bir noktaya varıyoruz:
İslam'ın öngördüğü toplumsal yasalar, kulluk ve ibadet
yükümlülükleri için konulmuşlardır. Toplumsal hükümler, kulluğun
yerine getirilmesini mümkün kılıcı, sahih bir düzlemde
gerçekleştirilmesini sağlayıcı bir işlev gördüğünden yasalaştırılmış
ve öngörülmüştür. Kulluk yükümlülükleri ise, Allah'ı ve ayetlerini
tanıma amacına yöneliktir. Dolayısıyla İslam'ın koyduğu toplumsal
hükümler bağlamında en ufak bozulma, bir sapma ve bir
değişiklik kulluk sisteminin bozulmasına yol açar. Kulluk
sisteminin ifsat olması ise, insanın kendini ve Rabbini tanıması
durumunu ortadan kaldırır.

Vardığımız bu sonuç, önceki açıklamamızın apaçık bir ayrıntısı
olmanın yanısıra, pratikte yaşanan deneyim tarafından da pekiştirilmektedir.
Bu ümmet içinde, İslam dininin öngördüğü hayat tar-
zına ilişkin bozulmaların üzerinde düşündüğün zaman, meseleyi
enine boyuna irdelediğin zaman, ifsat sürecinin nereden başladığı
ve nerede noktalandığı üzerinde iyice düşündüğün zaman, fitnenin


328 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


önce toplumsal hükümler bağlamında başladığını, sonra ibadet
sisteminde devam ettiğini, bunun sonucunda, ilahi irfanın (insanın
kendini ve Rabbini tanıması ile ilgili bilgilerin) reddedilmesi noktasına
varıldığını anlarsın. Bundan önce, fitnenin müteşabihlere
tabi olmakla ve müteşabih-lerin tevillerinin peşine düşmekle başladığını,
belirtmiştik. Bu durum günümüze kadar, bu şekilde sürüp
gelmiştir.

Üçüncüsü: Dinin yolgöstericiliği, mümkün olduğu oranda insanları
taklitçilikten uzaklaştırmak ve bilginin onlar arasında yerleşik
kılınması esasına dayanır. Din ile güdülen amaç olan marifet
(insanın kendini ve Rabbini tanıması) ile bağdaşan tavır budur.
Nasıl olmasın ki? Vahiy yoluyla indirilen kitaplar arasında Kur'an
gibi ve dinler arasında İslam gibi ilmi yücelten, insanları ilme teşvik
eden bir tek kitap ve din yoktur.

İşte bu husus, kitabın, insanlara, en başta marifetle ilgili gerçekleri
öğretmesini ardından yasaya bağlanan pratik hükümlerin
bu gerçeklerle bağlantısını vurgulamayı gerektirmiştir. Diğer bir
ifadeyle insanın şu hususu anlaması amaçlanmıştır: İnsan, Allah
tarafından varedilmiş, O'nun tarafından yaratılmıştır. Allah, onu
kendi elleriyle yaratmış, yaratılışı ve hayatının devamı bağlamında
meleklerini ve gökler, yer, bitkiler, hayvanlar, mekan ve zaman
gibi varlıkları aracı kılmıştır. İnsan, ahirete ve vadedilen yere doğru
bir yol izlemektedir. Onun ahirete doğru yol alması bir zorunluluktur.
Rabbine doğru bir çaba içindedir. Sonunda O'nunla karşılaşacak,
daha sonra yaptıklarının karşılığını görecektir. Bunun sonucunda
ya cennete, ya da cehenneme gidecektir. İşte bunlar, marifetin
kapsamına giren hususların bir kısmını oluşturmaktadır.

Bunun yanında, insana cennet mutluluğuna ulaştıran amellerin
neler olduğunu, yine cehennem mutsuzluğuna mahkum ettiren
davranışların hangileri olduğunu gösterir. Kısacası, insana kulluk
sistemiyle ilgili hükümleri ve sosyal yasaları öğretir. Bu da marifetle
ilgili hususların bir diğer kısmıdır.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 329


Sonra insana şu gerçeği de gösterir: Bu hükümler ve yasalar,
kendisini mutlu kılarlar. Yâni ona şunu anlatır: İrfanın kapsamına
giren bu ikinci kısım bilgiler, birinci kısım bilgilerle ilintilidir. Bunların
yasaya bağlanması ve insanların bunlara uymalarının öngörülmesi,
sırf onun mutluluğu içindir. Çünkü bunlar, insanın dünyada
ve ahirette hayrına olacak hususlar içermektedir. Bunu da irfanın
üçüncü kısmı olarak algılayabiliriz.

Şimdi artık açık olarak biliyorsun ki, ikinci bilgiler giriş, birinci
kısım bilgilerse sonuç niteliğindedir. Üçüncü kısım bilgiler ise, ikinci
kısım ile birinci kısmı birbirine bağlayan bir araç işlevini
görmektedir. Ayetlerin, sözünü ettiğimiz üç kısım bilginin her birine
yönelik işaretleri son derece belirgindir, ayrıca açıklamaya gerek
yoktur.

Dördüncüsü: İnsanların büyük çoğunluğunun kavrayışları, somut
alemin ötesini algılayamaz. Akılları maddi alemin ve doğanın
ötesine yükselecek güçten yoksundur. Ancak insanlar içinde bazı
kimseler, bilimsel araştırmalar sonucu, anlamların kavrayış düzeyine
ulaşabilirler; kuralları ve yasaları bütünsel bir bakış açısı ile
algılayacak niteliğe sahip olabilirler. İşte bu tür insanlara kavrama
gücü veren ve onların anlamlar ve külli kavrayışlar dünyasına u-
laşmasını sağlayan yöntemler ve araçlar farklı olduğundan dolayı
bu seviyeye ulaşan insanlarında, somut alemin ötesindeki aşkın
anlamları kavrama düzeyleri birbirinden farklıdır. Kısacası her bir
düzeyi arasında alabildiğine uzanan ayrılıklar vardır. İnsanların
fiziki alemin ötesindeki olguları algılamada birbirinden farklı mertebelere
sahip olduklarını hiç kimse inkar edemez.

Bir insana herhangi bir anlamı iletmek, ancak onun yaşayışı
ve hayat tarzı itibariyle kazanmış olduğu zihinsel bilgileri aracılığı
ile mümkündür. Eğer insan, somut şeyler aracılığıyla anlamları
algılamayı alışkınlık haline getirmişse, aşkın anlamların ona ulaştırılması,
maddi nitelikli kavrayış alanında yükseldiği derece ora-
nında sahip olduğu bilgilerle kendisine bu anlam aktarılır. Bir ço



330 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


cuğa, kadın-erkek birleşmesinin (nikahın) meydana getirdiği lezzetin
helvanın tadı örnek gösterilerek anlatılması gibi. Eğer muhatabımız,
bütünsel anlamlara vakıf bir kişiliğe sahipse, bu durumu
gözönünde bulundurularak ve bu husustaki kapasitesi esas alınarak
kendisine bir anlam aktarılır. Böyle bir insan, sadece somut
olgular aracılığıyla anlamları kavramayı alışkanlık edinen insanın
aksine, anlamları, hem somut, hem de soyut anlatım tarzıyla kavrayabilir.


Öte yandan, dinsel yolgöstericilik insanlar içinde sadece belli
bir gruba özgü değildir. Tersine, dinin rehberliği tüm grupları ve
bütün sınıfları kuşatacak özelliktedir. Bu durum herkesin rahatlıkla
gözlemlediği bir olgudur.

Bu gerçek, yâni Kur'an'ın içerdiği ifadelerin bir tevilinin
bulunmasının yanısıra, anlayışların farklılığı ve yol göstericiliğin
genelliği hususu, açıklamaların örnekler tarzında sunulmasını
gerektirmiştir. Şöyle ki, insanın bildiği ve zihnin tanıdığı anlamlar
aracılığıyla aralarında bulunan bir münasebetten dolayı, bilme
imkanından yoksun olduğu bilgileri algılaması sağlanır. Tıpkı
aralarında biçim, görüntü, hacim ve tür bakımından herhangi bir
özdeşlik bulunmadığı ve sadece ölçüm münasebeti bulunan
eşyanın ağırlık ölçüm birimleriyle ölçülmesi gibi.

"Gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir
Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır;
çok yücedir; hikmet doludur." (Zuhruf, 3-4) gibi önceleri işaret edilen
ayetler, bu meseleyi işaret ve kinaye yöntemiyle ifade ediyorlar;
ancak Kur'an bu meselenin açıklanması bağlamında sadece
bununla yetinmiyor. Örneğin hak ve batıl için somut örnekler verdiği
ayette açıklamıştır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah
gökten bir su indirdi de dereler kendi miktarınca (o su ile)
çağlayıp aktı. Sel, üste çıkan köpüğü taşıdı. Bir süs veya bir meta
sağlamak için ateşte yakıp erittikleri şeylerde bunun gibi bir köpük
vardır. İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 331


gelince, o yok olup gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde
kalır. İşte Allah, örnekleri böyle vermektedir." (Râ'd, 17)

Bu ayetten anlaşılıyor ki, örnekler, yüce Allah'ın sözleri için geçerli
oldukları gibi, fiilleri için de geçerlidir. Şu halde, yüce Allah'ın
fiili de tıpkı sözü gibi haktır. Yüce Allah'ın fiil ve sözlerinin hak oluşları
ile, onların kapsadıkları
şey kastedilmektedir. Bu ikisine,
kastedilmeyen, aynı zamanda insanlar için bir yararı da bulunmayan,
ancak göz kamaştırıcı ve çekici olgular da eşlik etmektedir.
Ancak bunların ömrü fazla sürmez, yok olup giderler. Geride insanlar
için yararlı olan hak kalır. Batılın giderilmesi ve ortadan kalkması,
ancak bir diğer hakkın aracılığı ile mümkündür. Bu da tıpkı,
hak ve istenen bir anlam içeren müteşabih ayete benzer.
Müteşabih ayetin istenen ve hak niteliğine sahip olan gerçek an-
lamına, istenmeyen, hak niteliğinden yoksun olan ve daha erken
algılanmakla hak nitelikli anlamın üstüne çıkan bir diğer anlam
da eşlik etmektedir. Ancak bu batıl nitelikli anlam, üzerini örttüğü
ilk hak anlamı ortaya çıkaracak bir diğer hak aracılığıyla ortadan
kalkar. Bu işlemle güdülen amaç, günahkarlar istemeseler de yüce
Allah'ın sözleri aracılığıyla hakkı egemen kılmak ve batılı yok
etmektir. Yüce Allah'ın sözleri hakkında geçerli olan bu örneklendirme,
varlıklar aleminde belirginleşen objeler dünyasındaki fiilleri
için de geçerlidir.

Özetleyecek olursak: Yukarıda incelediğimiz ayetten şu husus
ortaya çıkıyor: Hak nitelikli ilahi bilgiler, tıpkı yüce Allah'ın gökten
indirdiği su gibidir. Bunlar da salt su olarak iner. Herhangi bir nicel
ve nitel sınırlandırma söz konusu değildir. Sonra vadilere, derelerde
akan seller gibi, yataklarının darlığı veya genişliği kapasitesine
göre oranlamalar söz konusu olur. Bu oranların her biri, değişmez
olgulardır ve kendi konumlarında bilgilerin temelleri ve hukuki
hükümler, bir de daha önce hükümlerle hak nitelikli bilgileri birbirine
bağlayan hükümlerin gerisindeki maslahatlar işlevini görürler.


332 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Lafzî açıklamayı bir an için gözardı edersek, özü itibariyle, ilahi
hakikatlerin hükmü bundan ibarettir.

İşte bu gerçeklere, hayata egemen olma süresinde, köpük gibi
belirgin bir şekilde kabaran, ama çok çabuk gözden kaybolan olgular
da eşlik edebilir. Bir bakıma bu durum, nasih ayetler aracılığıyla
yürürlükten kaldırılan mensuh hükümlere benzer. Çünkü
mensuh hüküm, görünüşü itibariyle devamlılık arzetmek durumundadır;
ancak nesheden hüküm, onun devamına son veriyor ve
onun yerine bir başka hükmü ikame ediyor. Bu, lafzî açıklama
derelerini, bir an için gözardı edersek, bilgilerin kendisi için geçerli
olan durumdur.

Hak bilgilerin lafız ve delalet kalıbına girmesine gelince, bunlar,
lafzî açıklamalar vadilerinde akmaya başladıkları andan itibaren,
vadilerin kapasiteleri ile ölçülürler, daha önce mutlak olan bu
gerçekler, sözlü maksat şekillerin kalıbı içinde biçimlenirler. Bu
sözler, konuşmacının sözleriyle kastettiği anlam bağlamında sabit
olurlar. (yâni bunların hepsi kastedilmiştir) Ancak bununla beraber,
bunlar, bir kalıp içinde takdir edilmeyen asıl anlamları temsil
eden örnekler niteliğindedir.

Sonra bu anlamlar, değişik zihinlere uğramaları sonucu, sel
üzerinde biriken köpükleri andıran, kasıt dışı anlamları da yüklenmek
durumunda kalırlar. Çünkü zihinler, çeşitli ve alıştığı anlamların
deposu niteliğindedir. Böyle bir durumda olan zihin de
ona giren diğer düşüncelerde tasarrufta bulunur. Kuşkusuz bu tasarruflar
da daha önce işaret ettiğimiz gibi genellikle, temel bilgiler,
hükümlerin dönük oldukları maslahatlar ve özler gibi alışık
olunmayan hususlarda söz konusu olur. Hükümler ve yasalara
gelince, bunların özleri bir yana, alışılmışşeyler oldukları için, zihindeki
birikintilerin bunlar üzerinde herhangi bir etkinlikleri
düşünülemez. Buradan da anlaşılıyor ki, müteşabihler, dini hüküm
ve kanunların metinlerini içermeleri değil de özleri ve bilgileri içerdiklerinden
dolayı müteşabih ifadelerdir.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 333


Beşincisi: Bundan önceki açıklamalardan şu sonucu çıkarıyoruz:
Kur'an'da yer alan lafzî açıklamalar, hak nitelikli ilahi bilgilere
ilişkin örneklerdir. Çünkü, bu tür ayetlerin kapsadığı açıklamalar,
genel anlayışların yüzeyine inmişlerdir. Genel anlayışlar ise, ancak
somut olguları algılayabilirler, somut kalıplar içinde olmadıkları
sürece bütünsel anlamları kavrayamazlar.

Bu durum ise, cisim ve cismani arazdan soyut bütünsel anlamların
ilkası hususunda iki sakıncanın gündeme gelmesini gerektirmektedir:
Eğer anlayışlar, bütünsel anlamlarda kastedilen bilgileri
algılama aşamasında, madde ve somut olgular mertebesinde
donup kalırsa, onun açısından örnekler örneklendirilen gerçeklerin
yerine geçerler. Bu ise, gerçeklerin geçersizliğini, anlam ve
maksatların gözden kaçırılmasını gerektirir. Şayet, madde mertebesinde
donmayıp, örnekleri kapsam dahilinde olmayan özelliklerden
soyutlamak suretiyle soyut anlamlara ulaşırsa, bu durumda
da eklemeler ve çıkarmalardan emin olunmaz. Tıpkı birinin bize:
Gece yolculuğuna çıkan topluluk, sabahleyin tebrik edilir" demesi
ya da şair Sahr'ın şu beyitleriyle bir olayın örneklendirilmesi gibi.

"Kuşağı bağlamaya çalışıyorum, ama yapamıyorum.

Çünkü eşeğin sıçraması engelleniyor."

Biz, kıssayla ve örneklendirilen olayla ilgili olarak zihnimizde
bulunan hazırlık dolayısıyla, örneğin özelliklerinden, sabah, topluluk
ve gece yolculuğu gibi sözel kalıplardan soyutlaşıyoruz. O zaman
anlıyoruz ki, bu örnekle şu anlam kastediliyor: Bir işin etkisinin
iyiliği ve fiilin kutlanması, işin bitirilmesinden ve etkisinin görülmeye
başlamasından sonra belli olur. Fakat, insan işle uğraşmayı
sürdürüyorsa ve işin zorluğunu fiilen çekmeye devam ediyorsa,
işinin değerini takdir edemez. Aynı durum, şiir aracılığıyla örneklendirilen
hususun soyutlanması durumunda da belirginleşir.
Fakat örneklendirilen ile ilgili önceden bir aşinalığımız yoksa, şiir
veya örnek üzerinde donup kalırsak örneklendirilen şey bize gizli
kalır. Örnek de herhangi bir haber konumuna indirgenmiş olur.


334 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Şayet donup kalmazsak, ancak onu bir örnek olarak genelleştirsek,
bu sefer de soyutlayarak atılması gereken ve düşündürülmesi
istenen anlamı algılamak için korunması gerekli olan kalıpları
birbirinden ayırdetmek imkansız olur. İyice düşünüldüğü zaman,
bunun açık bir gerçek olduğu anlaşılır.

Bu iki sakıncalı durumdan kurtulmak ancak, örneklendirilen
anlamların değişik örneklere bölünmesi ve bazısının bazısını açıklaması,
sunulan anlamların bir kısmı diğer bir kısmının maksadını
açıklığa kavuşmasını sağlayacak şekilde farklı kalıplar içine sokulması
ile mümkündür. Dolayısıyla aralarında bulunan karşılıklı
iticilikle şunların bilinmesi mümkün hale gelir. Birincisi: Açıklamalar
örneklerdir. Bunların ötesinde örneklendirilen gerçekler yer
almaktadır. Bunların maksatları ve amaçları sırf, somut madde ve
objelerden alınan lafızlarla sınırlı değildir. İkincisi: Bunların örnekler
oldukları bilindikten sonra, bu sayede sözleri örten özelliklerden
ne kadarının atılması gerektiği, maksadı anlamak için ne kadarının
korunmasının zorunlu olduğu anlaşılır. Bu sonuca da bir
örneğin öteki örnekte bulunan bazı özellikleri ve karşılıklı olarak
bunun da onda bulunan bazı özellikleri olumsuzlamasıyla varılır.

Kapalı maksatları ve ince anlamları çeşitli kıssaların anlatılması
ve örneklerin verilmesi, çeşitli ve çok örneklerle açıklamak
ve ifade etmek sadece bir kavme ve bir dile özgü bir durum değildir.
Bütün dünya dillerinde buna rastlamak mümkündür. Bunun
nedenine gelince, insan açıklamanın öncesinde, bir kıssada veya
örnekte işaret edilen maksadın tersini ima eden özelliklerin bertaraf
edilmesine ihtiyaç duyar. Bunun gerçekleştirilmesi de konuyla
ilintili bir başka kıssanın veya konuyla ilintili bir başka örneğin
içerdiği nefyedici özellikler ile mümkündür.

Buradan anlaşılıyor ki, Kur'an'ın müteşabih ayetler içermesi
bir zorunluluktur. Bir ayette bulunan benzeşme durumunun da, bir
başka ayette bulunan muhkemlik durumuyla ortadan kaldırılması
kaçınılmazdır. Böylece, Kur'an'ın müteşabih ayetler içermesi yol


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 335


göstericilik ve açıklama özelliğiyle bağdaşmadığı şekilde ileri sürülen
problem de ortadan kalkmış oluyor.

Şimdiye kadar yaptığımız uzun açıklamalardan bazı hususlar
belirginleşmiş bulunuyor:

1- Kur'an ayetleri iki kısma ayrılırlar: Muhkem ve Müteşabih.
Bu husus, bir tek ayetin benzeşen (müteşabih) bir medlul kapsayıp
kapsamadığı ile ilgilidir.

2- Muhkem ve müteşabih ayetleriyle birlikte Kur'an'ın tümü için
bir tevil söz konusudur. Tevil ise, sözel kavramlar türünden bir
şey değildir. Tam tersine zihin dışı objektif bir olgudur. Bu olgunun
açıklanan bilgiler ve amaçlarla bağlantısı, örneklenenle örnek
arasındaki bağlantı gibidir. Buna göre, Kur'an'ın içerdiği tüm bilgiler,
Allah katında bulunan teviller için verilen birer örneklerdir.

3- Arınmış olanların, yâni ilimde derinlik kazananların tevili
bilmeleri mümkündür.

4- Kur'an'daki açıklamalar, bilgi ve maksat olarak öngördüğü
şeyler adına verilmiş örnekler konumundadır. Bu husus, ikinci
maddede Kur'an bilgilerinin örnekler olduğuna ilişkin olarak sözünü
ettiğimiz husustan farklıdır. Biz bu konuyu yukarıda gerekli biçimde
açıkladık. [İkinci maddede Kur'an bilgilerinin teviliyle yönelik
örnekler olduğu, burada ise Kur'an'daki açıklamalarında bilgilere
yönelik örnekler olduğu vurgulanıyor.]

5- Kur'an'ın muhkem ifadeler içermesi bir zorunluluk olduğu
gibi müteşabih ifadeler içermesi de bir zorunluluktur.

6- Muhkem ifadeler kitabın anasıdır; müteşabih ifadelerin a-
çıklanmak üzere bu muhkem ifadelere döndürülmeleri gerekir.

7- Muhkemlik ve benzeşmelik, çeşitli yönlere izafe edilmeleri
ve çeşitli yönlerden ayrı olarak algılanmaları mümkün olan sıfatlardır.
Bunun anlamı
şudur: Herhangi bir ayet, bir açıdan muhkem,
bir başka açıdan da müteşabih olabilir. Sözgelimi, bir ayete izafe
edilerek değerlendirildiğinde muhkem, bir başka ayetle birlikte


336 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


düşünüldüğünde de müteşabih niteliğini kazanabilir. Kur'an'da
mutlak anlamda müteşa-bihin somut bir karşılığı yoktur ve mutlak
olarak muhkemin bulunmasına da herhangi bir engel söz konusu
değildir.

8- Kur'an'ın bir kısmının diğer bir kısmını tefsir etmesi, bir zorun-
luktur.

9- Kur'an'ın çeşitli anlam dereceleri vardır. Burada uzanıp giden
bir derecelenme söz konusudur. Dolayısıyla bütün anlamsal
derecelenmeler bir alanda ve enlem halinde değildirler. Bu bakımdan
bir lafzın tek kullanımda birden çok anlamda kullanılması
gibi bir durum söz konusu olmamıştır. Ya da mecazi ifadelerin
genelliği gibi bir kullanımdan söz edilemez. Bunları bir tek gerektiricinin
değişik gerekleri olarak da görmemek gerekir. Tersine, bunlar
lafzın delalet ettiği asıl anlamlardır ve sözcük insanların kavrayış
düzeylerinin farklılığına göre bunların her birine uyumluluk ilkesi
uyarınca delalet etmektedir.

Konunun daha açık bir şekilde anlaşılması için şunu
söylüyoruz: Yüce Allah bir ayette: "...Allah'tan nasıl korkup sakınmak
gerekiyorsa öylece korkup sakının." (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Bu ayetten anlaşılıyor ki, Allah'ın yasaklarından kaçınmak ve
emirlerini yerine getirmek anlamına gelen takvanın bir derecesi
vardır ve bu da gerçek takva, yâni nasıl korunup sakınmak gerekiyorsa
öyle korunup sakınma derecesi vardır. Yine bu ifadeden an-
laşılıyor ki, takvanın bu dereceden daha aşağı bir derecesi de vardır.
Şu halde bir bakıma salih ameller demek olan takva için bir
takım dereceler ve mertebeler söz konusudur ve bunların bir kısmı
diğer kısmından daha yukarıdır.

Bir diğer ayette ise, şöyle buyuruluyor: "Allah rızasına uyan kişi,
Allah'tan bir gazaba uğrayan ve barınma yeri cehennem olan
kişi gibi midir? Ne kötü barınaktır o. Allah katında onlar (ameller)
derece derecedir. Allah yaptıklarını görendir." (Âl-i İmrân, 163)
Bu ayetten de anlaşılıyor ki, ister salih olsun, ister kötü olsun mut



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 337


lak olarak amelin bir takım dereceleri ve mertebeleri vardır. Ayette,
amel derecelerinin kastedildiğinin kanıtı, ayetin sonunda yer
alan: "Allah yaptıklarınızı görendir." ifadesidir.

Şu iki ayet de aynı noktaya temas etmektedir: "Her biri için
yaptıklarından dolayı dereceler vardır; öyleki amelleri kendilerine
eksiksiz ödensin ve onlar zulme de uğratılmazlar." (Ahkaf, 19)
"Yapmakta oldukları dolayısıyla her biri için dereceler vardır.
Rabbin, onların yapmakta olduklarından habersiz değildir."

(En'âm, 132)

Bu anlamı vurgulamaya yönelik bir çok ayet vardır; söz konusu
ayetler içinde bazısından anlaşıldığı kadarıyla cennet dereceleri ve
cehennem derekeleri insanların işledikleri olumlu veya olumsuz
amellerin derece ve mertebelerine karşılık olarak belirlenmişlerdir.


Bilindiği gibi, ne tür olursa olsun herhangi bir amel, kendisine
uygun kalbi bir inançtan sızan bilginin sızıntılarından biridir. Yüce
Allah, bir çok ayette, Yahudilerin küfürlerinin, müşriklerin kalplerinin
bozukluğunun, Müslümanlar içindeki münafıkların iki
yüzlülüklerinin, bazı peygamberlerin ve mü'minlerin imanlarının
kanıtı olarak onların işledikleri amelleri ve fiilleri göstermiştir.
Şimdi bu ayetleri teker teker sayarsak kitabımızın hacmini
aşacaktır. Kısaca şunu söyleyebiliriz: İşlenen amel ne olursa olsun,
kendisine uygun bir bilgi gerektirir ve bu bilgiye işaret eder.

Bunun aksi de geçerlidir; yâni her türlü amel, kendisine uygun
bir bilgi gerektirir, onun meydana gelişini sağlar ve insanın iç dünyasında
yer etmesini mümkün kılar. Şu ayetler bu noktaya temas
etmektedir. "Bizim uğrumuzda cihad edenlere şüphesiz yollarımızı
gösteririz. Gerçekten Allah, ihsan edenlerle beraberdir."
(Ankebut, 69) "Ve yakin sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et."
(Hicr, 99) "Sonra kötülük edenlerin uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini
yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü
oldu." (Rum, 10) "Böylece O da, Allah'a, verdikleri sözü tutmama



338 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ları ve yalan söylemeleri nedeniyle, kendisiyle karşılaşacakları
güne kadar, kalplerinde nifakı yerleşik kıldı." (Tevbe, 77)

Konuyla ilgili daha bir çok ayet örnek olarak gösterilebilir. Bütün
ayetlerin temas ettikleri ortak nokta, salih (iyi) veya kötü tüm
amellerin kendilerine uygun bir bilgi ya da bilgisizlik (hak ile çelişen
bilgiler de diyebiliriz) ürettikleridir.

Salih amel ve yararlı bilgi hakkında kapsamlı bir ifade olarak
yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Güzel söz ona yükselir,
salih amel de onu yükseltir." (Fatır, 10) Bu ayetten anlıyoruz ki, hak
esaslı inanç sistemi demek olan güzel sözün bir özelliği Allah'a
yükselebilmesi ve sahibini Allah'a yaklaştırmasıdır. Salih amelin
işlevi de bu hak esaslı inanç sistemini ve bilgiyi yükseltmesidir.
Bilindiği gibi, bilginin yükseliş kaydetmesi, kuşku ve kuruntulardan
arınması, ruhun tam anlamıyla ona yönelmesi, kalbin onunla bir
başka değer arasında parçalanmak, (ki bu mutlak anlamda şirktir)
durumuna düşmemesi demektir. Dolayısıyla bilgi kuşku ve
şeytani izlerden arınma bağlamında ileriye doğru adım attıkça
yükselişi, zirvelere doğru tırmanışı da hız kazanır.

Ayetin ifadesi böyle bir anlamdan uzak değildir. Çünkü ayette
güzel söz suûd=yukarı çıkış ve salih amel de ref'=yükselişle nitelendirilmiştir.
Yukarı doğru çıkış (suûd) inişin (nüzûl), yükseliş (ref')
de alçalışın (vez') karşıtıdır. Yukarı çıkış ve yükseliş nitelikleri aşağılardan
yukarıya doğru hareket eden kimse hakkında, iki nokta
göz önünde bulundurularak kullanılır. O yükselişle güttüğü amaç
ve ona yaklaşmakla belirlediği hedef açısından yukarı doğru çıkan,
yükselen (sâid) bir kimsedir. Alçaklıktan ayrılışı ve oradan
uzaklaşması açısından da, yükselen (mürtefi') bir kimsedir. Şu
halde amel, insanı dünyadan ve toprağa çakılıp kalmaktan koparıp
insanın kendisini dünyanın uğraştırıcı, çekici süslerinden uzaklaştırır.
Onu gelip geçici ve kalıcılığı olmayan bu tür bilgiler arasında
parçalanmışlıktan, dağılmışlıktan kurtarır. Yükselme ve yukarı


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 339


doğru çıkış arttıkça güzel sözün yükseliş hızı da artar. Bilgi, vehim
şaibelerinden, kuşku eseri olumsuzluklardan kurtulur.

Daha önce yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı gibi: Salih
amelin kendisine özgü mertebeleri ve dereceleri vardır. Her
salih amel derecesinin de kendine özgü bir güzel sözü yükseltme
ve kendine uygun ilahi, hak esaslı bilgi ve irfanlar üretme oranı
vardır. Kötü amel ve insanı alçaltışı hakkındaki değerlendirme,
salih amel ve insanı yükseltişi hakkındaki değerlendirmenin tersini
ifade etmektedir. "Bize dosdoğru yolu göster" (Fatiha, 6) ayetini
tefsir ederken konuyla ilgili bazı açıklamalarda bulunduk.

Buradan hareketle anlıyoruz ki, insanların Allah'a yakınlıkları
ve uzaklıkları oranında farklılaşan amel ve bilgi dereceleri vardır.
Bundan da şu sonuç çıkıyor: Söz konusu mertebe ve derecelerden
birinde bulunan insanların algıladıkları
şeyler, kendi mertebe ve
derecelerinden yukarı veya aşağı bir mertebe ve dereceyi işgal
eden insanların algıladıkları
şeylerden farklıdır. Bu da gösteriyor
ki, Kur'an ifadelerinin farklı, ama bir tertip içinde algılanan anlamları
vardır.

Yüce Allah, çeşitli gruplara mensup kullarından söz etmiştir.
Bu grupların her birini de bir başka grupta bulunmayan bir tür bilgi
ve marifetle nitelemiştir. Örneğin yüce Allah muhlesler grubuna
mensup insanları, Rablerinin vasıflarını gerçek anlamda bilen
kimseler olarak tanımlamaktadır. Aşağıdaki ayet bu noktaya temas
etmektedir: "Onların nitelendirdiklerinden Allah yücedir.
Ancak muhles (Allah tarafından halis kılınmış) olan kullar başka."
(Sâffat, 159-160) Yüce Allah Kur'an'ın değişik yerlerinde onlar
hakkında başka nitelemeler, başka bilgi ve irfan türlerinden de
söz etmiştir. İnşaallah yeri geldiğinde bu hususa değineceğiz.

Ve yine sözgelimi mûkinîn=yakine erenler olarak tanımlanan
gruba mensup insanlar hakkında, onların göklerin ve yerin
melekutunu gözlemledikleri belirtilmiştir: "Böylece İbrahim'e,


340 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


yakine erenlerden olması için de göklerin ve yerin melekutunu
gösteriyorduk." (En'âm, 75)

Yine düşünüp ibret alma niteliği de "içten yönelen" kimselere
özgü kılınmıştır: "İçten yönelenden başkası öğüt alıp-düşünmez."
(Mü'min, 13)

Aynı
şekilde Kur'an'da yer alan örnekleri akledip anlamak da
alimlere özgü bir nitelik olarak zikredilmiştir: "İşte bu örnekler; biz
bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara
akıl erdirmez." (Ankebut, 43) Bana öyle geliyor ki, bu ayette geçen
alimler'den maksat ulul-elbab yâni öz akıl sahipleri ve gözlemledikleri
şeyler üzerinde durup düşünen (mütedebbir) kimselerdir.
Şu ayetler bu çıkarsamamızı destekler niteliktedir: "Kur'an'ı iyiden
iyiye düşünmezler mi? Yoksa bir takım kalpler üzerinde kilitler
mi vurulmuş?" (Muhammed, 24) "Onlar hala Kur'an'ı iyice
düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı,
kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey bulurlardı." (Nisâ,
82) Son üç ayet, aynı anlamı vurgulamaya yöneliktir. O da
Kur'an'da yer alan müteşabih ifadeleri bilmek ve onları muhkem
ifadelere döndürmek suretiyle yorumlamaktır.

Yine yüce Allah Kitabın tevilini bilmeyi de arınmış kimselere
özgü kılmıştır. "O elbette değerli bir Kur'an'dır. Saklı bir kitaptadır.
Ki ona, temizlenip arınmış olanlardan başkası dokunamaz."

(Vâkıa, 77- 79)

Yine Allah için seven ve Allah için buğzeden insanlar demek
olan "veliler" grubuna mensup kimselere de "sırf Allah için bir şeye
ilgi duyan, bundan dolayı bir şeyden korkmayan, bir şey yüzünden
hüzünlenmeyenler" niteliği özgü kılınmıştır: "Haberiniz olsun;
Allah'ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır."
(Yunus, 62)

Yine "yaklaştırılmışlar, seçilmişler, salihler ve mü'minler" gibi
her bir grup için bir takım ayırıcı özellikleri, kendilerine özgü bilgi


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 341


ve kavrayışlar söz konusudur. İnşaallah yeri geldikçe bunlardan
söz edeceğiz.

Yukarıda işaret ettiğimiz olumlu makamlara karşılık bir takım
olumsuz makamlar vardır. Bunların da bilgi ve irfan bağlamında
aşağılık, kötü özellikleri söz konusudur. Bu makamları işgal eden
bir takım insan grupları vardır; kafirler, münafıklar, fasıklar, zalimler
vb. gibi. Allah'ın ayetleri ve bu ayetlerin içerdikleri hak esaslı
bilgileri kötü algılamak, yanlış kavramak gibi bir takım konumları
olur. Biz, kısaca sunmak suretiyle haklarında geniş bilgi vermeyi
burada uygun görmedik. İnşaallah bu kitabın çeşitli bölümlerinde
geniş ve etraflı bilgiler sunacağız.

10- Kur'an kapsayıcı bir kitaptır. Yâni ifadelerin nesnel
karşılıklarıyla örtüşür ve bunların farklı durumlarını açıklar.
Dolayısıyla Kur'an'da yer alan hiç bir ayet sadece, iniş sebebi ile
sınırlandırılmaz. Bilakis, ayetin inişine sebep olan gelişmeyle özü
itibariyle benzeşen her türlü gelişmeye uyarlanır. Sadece ilk nesnel
karşılıklarına özgü kılınmayan örnekler gibi. Örnekler bu ilk
nesnel karşılığı aşarlar ve özü itibariyle benzerlik oluşturulan her
olguya uyarlanırlar. İşte bu duruma, "cery"=Kur'an'ın gelişmelerle
örtüşmesi, anlamının nesnel gelişmelere uyarlanması denilmiştir.
Kitabın başlarında bu konuyla ilgili bazı açıklamalarda bulunmuştuk


AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Ayyâşî'de deniliyor ki: İmam Sadık'tan (a.s) muhkem
ve müteşabih
hakkında bir soru soruldu. Buyurdu ki: "Muhkem,
onunla amel edilen, müteşabih ise ona cahil olana karşı karışık
gelen ifadelerdir." (c.1, s.162)

İmamın bu sözlerinde, müteşabihi bilmenin mümkün
olduğuna ilişkin bir işaret vardır.


342 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Yine aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Kur'an muhkem ve müteşabih ifadelerden meydana gelir;
muhkem olan ifadelere inanırsın, onunla amel edersin ve hükümlerine
boyun eğersin (onları hükümlerin kaynağı addedersin).
Müteşabih ifadelere ise, inanırsın, ancak onlara göre amel etmezsin.
İşte ayette buna işaret edilir: "Kalplerinde bir kayma olanlar,
fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına
uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde
derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır"
derler". İlimde derinleşenlerden maksat, Hz. Muhammed'in

(s.a.a) Ehl-i Beyti'dir." (c.1, s.162-163)

İlimde derinleşenler Hz. Muhammed'in Ehl-i Beyti'dir, sözünün
ne anlam ifade ettiğini ileride açıklayacağız.

Yine aynı eserde Mes'ede b. Sadaka'nın şöyle dediği belirtilir:
İmam Sadık'a (a.s), nasih, mensuh, muhkem ve müteşabih hakkında
bir soru sordum. Buyurdu ki: "Nasih değişmez ve gerekleri
yerine getirilen ayetlerdir. Mensuh ise, gereğince amel edilip de
sonradan bir başka ayetin gelmesi ile hükmü yürürlükten kaldırılan
ayettir. Müteşabih ise, cahillere karışık gelen ifadelerdir." (c.1,
s.11, h:7)
Diğer bir rivayette ise, şöyle dediği belirtilir: "Nasihten maksat,
değişmez ifadelerdir. Mensuh ise, eskiden uygulanan ifadelerdir.
Muhkem, gereğince amel edilen, müteşabih ise, birbirine benzeyen
ifadelerdir." (c.1, s.10, h:1)

el-Kâfi adlı eserde İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği
rivayet edilir: "... Dolayısıyla mensuh ayetler, müteşabihler kategorisine
girerler." (c.2, s.28, h:1)

Uyûn-u Ahbar-ir Rıza adlı eserde İmam Rıza'nın (a.s) şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Kur'an'ın müteşabih ifadelerini muhkem
ifadelerine döndürerek anlamaya çalışan bir kimse dosdoğru yolu
bulur." Ardından şunları söylediği belirtilir: "Hiç kuşkusuz, bizden
aktarılan haberler içinde de Kur'an'ınkine benzer müteşabih ifade



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 343


ler vardır. Tıpkı Kur'an'dakine benzer muhkem ifadeler de vardır.
Bizden aktarılan haberler içinde müteşabih olanları, muhkem olan
sözlerimize döndürerek anlayın. Bizim sözlerimiz arasında
müteşabih olan ifadelere uymayın ki sapıtırsınız." (c.1, s.290, h: 39)

Ben derim ki: Görüldüğü gibi, müteşabih kavramının anlamı
ile ilgili olarak aktarılan rivayetler, birbirlerine yakın şeylere temas
etmektedir. Rivayetler, daha önce yaptığımız açıklamayı destekler
niteliktedir. Demiştik ki: Benzeşmelik, müteşabihlik, ortadan kaldırılabilecek
bir durumdur. Bunu ortadan kaldırmanın yolu da
muhkem ifadeler aracılığıyla onları tefsir etmektir. Mensuh ifadelerin
müteşabihler kategorisine girmesi meselesine gelince, bu da
yukarıda yaptığımız açıklamanın kapsamı içinde açıklığa kavuşturulmuştur.
Mensuh ifadelerin müteşabihlikleri, görünürde hükmün
devam ediyor olması ve kalıcılık niteliğine kavuşmuş olması ile
ilintilidir. Dolayısıyla, nesheden bir ifade, sürekliliğinin kesintiye
uğradığını vurgulamak suretiyle, onu bizim için tefsir etmiş olur.

el-Uyûn'da yer alan rivayette, işaret edilen: "Bizden aktarılan
haberler içinde de Kur'an'ınkine benzer müteşabih ifadeler vardır.
Tıpkı Kur'an'dakine benzer muhkem ifadeler de vardır." sözüne
gelince, Ehl-i Beyt İmamlarından bu anlamı destekleyen
müstafiz haddinde bir çok rivayet aktarılmıştır. Aklî değerlendirme
de bunu desteklemektedir. Çünkü hadisler, ancak Kur'an'ın içerdiği
şeyleri içerirler. Onlar, yalnızca Kur'an'ın işaret ettiği şeyleri açıklarlar.
Nitekim daha önce şöyle demiştik: Müteşabihlik, sözün işa-
ret ettiği anlamın niteliğidir. Bununla da anlamın hem kastedilene,
hem de başka bir şeye uyarlanabilir olması kastedilir. Yoksa
müteşabihlik, lafzın bir anlama işaret etmek bağlamında niteliği
değildir. Garip ya da mücmel bir lafızda olduğu gibi.1 Lafız ve an-
lamın her ikisini kapsayan bir nitelik de değildir.

1- [Garip: Az kullanıldığından dolayı anlamı gizlilik kazanan lafza denir. Mücmel
ise, birkaç anlam taşıdığından dolayı kastedilen anlamın belirlenmesi ve anlam
bağlamında birkaç ihtimalin söz konusu olduğu lafza denir.]


344 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Diğer bir ifadeyle: Hiç kuşkusuz, Kur'an ayetleri içinde bazıları
için benzeşmelik (müteşabihlik) durumunun ortaya çıkmış olması,
yalnızca onların açıklamalarının, ilahi, hak esaslı bilgiler açısından
birer örnek konumunda olması ile ilintili bir durumdur. Bu husus
ise, bizzat nakledilen rivayetler için de söz konusudur. Dolayısıyla
onlarda da Kur'an'dakine benzer muhkemlik ve müteşabihlik durumu
vardır. Nitekim Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Biz, peygamberler topluluğu, insanlarla akıllarının
kapasitesine göre konuşuruz." (Usul-u Kâfi, c.1, s.25, h:15)

Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın babasından (her ikisine selam
olsun) şöyle rivayet ettiği belirtilir: Adamın biri mü'minlerin
emiri Hz. Ali'ye (a.s) şöyle sordu: "Bizim O'na yönelik sevgimizi ve
bilgimizi artıracak şekilde Rabbimizi bize vasfeder misin?" Bu soru
Emir-ül Mü'minin'in öfkelenmesine neden oldu ve orda bulunan
insanlara hutbe okurken soru sorana yönelik şöyle seslendi:

"Ey Allah'ın kulu, Rabbinin sıfatları hususunda Kur'an'ın
vasfettiği miktara ve yine senden önde bulunan Resulullah'ın da
O'nu tanımana yetecek kadar bulunduğu açıklamalarına bak. O-
nun yol göstericiliğinin nurundan aydınlan. Hiç kuşkusuz o, sana
verilen bir nimet ve bir hikmettir. Sana verilene sıkı sıkıya sarıl ve
şükredenlerden ol. Bu konuda kitabın sana farz kılmadığı, Resulün
ve yol gösterici imamların sünnetinde de bu hususla ilgili bir
bilgi olmadığı halde, Şeytan bir noktada seni zorlamaya kalkışırsa,
onu reddet. Bu tür şeylere ilişkin tüm hususların bilgisini Allah'a
bırak. Allah'ın azametini, büyüklüğünü ölçmeye kalkma.

Ey Allah'ın kulu; bil ki: Şüphesiz ilimde derinleşenler, Yüce Allah'ın,
gayb perdelerinin gerisindeki meselelere girmekten müstağni
kıldığı kimselerdir. Onlar, örtülü gayb kapsamına girip tefsirini
bilmedikleri hususları topluca kabul etmişlerdir, onlara inandıklarını
vurgulamışlardır. "Biz tümüne inandık. Tümü de
Rabbimizin katındandır." demişlerdir. Yüce Allah, bilgice kuşatamadıkları
hususlar karşısında acizliklerini itiraf eden bu insanlar



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 345


dan övgüyle söz etmiştir. Yükümlü olmadıkları hususlarda derin
araştırma yapmaktan kaçınma şeklinde sergiledikleri tavrı, ilimde
derinleşme olarak nitelendirmiştir. Sen de bu kadarıyla yetin ve
şuncacık aklınla Allah'ı ölçmeye kalkma. Yoksa helak olanlardan
olursun. (c.1, s.163, h:5)

Ben derim ki: İmamın "Ey Allah'ın kulu, bil ki: İlimde derinleşenler..."
ifadesi ayetteki, "vav" harfinin atıf edatı olarak
algılanmadığını göstermektedir. Buna göre yeni bir cümle
başladığı değerlendirmesi esas alınmıştır. Biz de ayetle ilgili
olarak bu noktayı vurguladık. Buna göre, ayetin zahiri, ilimde
derinleşenlerin tevili bildiklerini gösteren bir işaret
içermemektedir. Fakat aynı zamanda, böyle bir şeyi bilmelerinin
mümkün olmadığını da ifade etmemektedir. Bu ayet, ilimde
derinleşen kimselerin müteşabih ayetlerin tevilini bildiklerini ifade
eden bir başka nassın bulunmasına da engel değildir. Nitekim biz
bu noktaya da değindik. İleri de göreceğimiz gibi, Ehl-i Beyt
İmamlarından aktarılan bazı rivayetlerin zahiri bu çıkarsamayı
pekiİşmam'tirici mahiyettedir. ın: "...Yüce Allah'ın gayb perdelerinin
gerisindeki meselelere girmekten müstağni kıldığı kimselerdir..." ifadesi, cümlenin
başındaki "inne=şüphesiz" edatının haberi konumundadır. Bu ifade,
muhatabı, ilimde derinleşenlerin yolunu izlemeye teşvik etmeye
dönüktür. Bilmezliğini, kavrayamadığı meseleler karşısında
aczini itiraf etmeye teşvik etmektir ki böylece muhatap onlardan
biri olsun. Bu da gösteriyor ki, Emir-ül Mü'min'in "ilimde derinleşenleri"
"bildiklerine göre hareket eden ve bilmediklerinin de peşine
düşmeyen kimseler" şeklinde açıklamıştır.

Hz. Ali'nin sözleri arasında geçen "gayb perdelerinin gerisindeki
meseleler"den maksat, müteşabih ifadelerle kastedilen, ama
halkın genelinin anlayışına açık olmayan anlamlardır. Bu yüzden
Hz. Ali, maksadını ikinci bir cümle ile açıklama gereğini duymuştur:
"Tefsirini bilmedikleri hususları topluca kabul etmişler" Dikkat


346 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


edilirse İmam, "tevilini bilmedikleri hususları" demiyor. Bu inceliğe
dikkat ediniz.

el-Kâfi de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
Bizler (Ehl-i Beyt) ilimde derinleşenleriz (rasihun) ve biz onun tevilini
biliriz. (c.1, s.213, h:1)

Ben derim ki: Bu rivayetten algıladığımız kadarıyla, ayette geçen
"ilimde derinleşenler" ifadesi, "Onun tevilini Allah'tan başkası
bilmez" ifadesine atfedilmiş olarak algılandığını gösterir. Ancak
yaptığımız açıklamalardan ve sunduğumuz rivayetten bu görüntü
ortadan kalkıyor. Bu rivayette geçen tevil kavramı ile, müteşabih
ifadesinin anlamının kastedilmiş olması büsbütün uzak bir ihtimal
değildir. Çünkü tevil kavramının müteşabihin tefsir edilmesi ile
eşit olan bu anlamda kullanılması İslam'ın ilk dönemlerinde yay-
gın bir kullanımdı.

"Bizler ilimde derinleşenleriz." sözüne gelince, Tefsir-ul
Ayyâşî'-de İmam Sadık'ın (a.s): "İlimde derinleşenler, Hz. Muhammed'in
Ehl-i Beyti'dir." dediği belirtilmiştir. Bu ifade başka rivayetlerde
de yer alır. Bu konuyla ilgili bütün rivayetler uyarlama ve örtüşme
kapsamında algılanmak durumundadırlar. Bundan önce
aktardığımız ve bundan sonra yer vereceğimiz rivayetler bunun
tanığıdır.

el-Kâfi'de Hişam b. Hakem'in şöyle dediği rivayet edilir: İmam
Ebu'l-Hasan Musa Kâzım (a.s) bana dedi ki: "...Ey Hişam; yüce Allah
bize salihlerden meydana gelen bir kavmin şu sözlerini aktarıyor:
"Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma
ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, sen en çok
bağışta bulunansın." Onlar biliyorlardı ki, kalpler kayar ve eski
körlüğüne, aşağılık hayatına geri döner. Aklı Allah tarafından alıkonulmayan
ve engellenmeyen [koruma altına alınmayan) insan
Allah'tan korkmaz. Aklı Allah tarafından alıkonulmayan ve zincire
vurulmayan [Allah'ın koruması altına alınmayan] insanın kalbi ona
bakacağı ve gerçeğini kalbinde bulacağı değişmez bir bilgi üzerin



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 347


de sebat göstermez ve bir insanın fiilleri sözlerini doğrulamadığı,
açığı ile gizlisi uyuşmadığı sürece böyle bir düzeye ulaşamaz.
Çünkü yüce Allah, akılda gizli olan şeyler için kanıt olarak sergilenen
tavırları ve söylenen sözleri gösterir." (c.1, s.14, h:12)

Ben derim ki: "Aklı Allah tarafından alıkonulmayan ve engellenmeyen
[koruma altına alınmayan] insan Allah'tan korkmaz."
ifadesi şu ayetin anlamını çağrıştırır: "Kulları içinde Allah'tan ancak
bilenler korkar" (Fatır, 28) "Aklı Allah tarafından alıkonulmayan
ve zincire vurulmayan [Allah'ın koruması altına alınmayan]
insanın kalbi..." ifadesi ise, ilimde derinleşme kavramına ilişkin
çarpıcı ve en iyi bir açıklama niteliğindedir. Çünkü bir iş, üzerinde
gereği gibi düşünülüp tam anlamıyla kavranmadığı sürece, kendisiyle
ilgili ihtimallerin yolları kapanmış olmaz. Kalp böyle bir şeye
inanma ve onu tasdik etme noktasında sürekli bir kararsızlık içinde
bocalar. Ama insan gereği gibi düşünüp kalbi de onunla ilgili
tam bir sebata kavuşunca artık, heva menşeli başka bir şeyin peşine
düşmek suretiyle ona muhalefet etmek durumunda kalmaz.
Kalbinde olan, ancak bedensel organları tarafından sergilenen
şeyler olur. Söyledikleri, yaptıklarının aynısı olur. İmamın "...Bir
insanın fiilleri sözlerini... sürece, böyle bir düzeye ulaşamaz."
sözü, ilimde derinleşmenin belirtisine yönelik bir işarettir.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Cerir, İbn-i Ebi Hatem ve
Taberanî Enes'ten, Ebu Emame'den, Vaile b. Eskaf'tan ve Ebu
Derda'dan şöyle rivayet ederler: Peygamber efendimize (s.a.a)
ilimde derinleşenler hakkında bir soru soruldu. Peygamberimiz
cevap olarak buyurdu ki: "Yemini yalandan beri olan, dili doğru
söyleyen, kalbi istikamet üzere olan, karnını ve cinsel organını
haramdan ve iffetsizlikten koruyan kimsedir. İşte bunlar ilimde
derinleşmiş kimselerdendirler." (c.2, s.17)

Bu hadisi, bundan önceki hadisin anlamı yönünde yorumlamak
mümkündür.


348 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


el-Kafi'de İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İlimde
derinleşen kimseler, bilgileri hakkında ihtilafa düşmeyen kimselerdir."
(c.1, s.245)

Ben derim ki: Bu ifade ayetin anlamıyla uyuşmaktadır. Çünkü
ayetlerin akışı içinde ilimde derinleşenlerin oluşturduğu tabloya
karşılık kalplerinde kayma olanların oluşturduğu bir karşı tablo
sergileniyor, Bu da gösteriyor ki, ilimde derinleşmek, ilim sahibinin
bilgisi hakkında ihtilafa düşmemesi, kuşkulanmamasıdır.

ed-Dürr-ül Mensûr'da İbn-i Ebi Şeybe, Ahmed, Tirmizî, İbn-i
Cerir, Taberanî ve İbn-i Mürdeveyh Ümmü Seleme'den şöyle rivayet
ederler: Resulullah şu duayı çokça yapardı: "Allah'ım! Ey kalpleri
döndüren, kalbimi dinin üzerinde sabit kıl." Dedim ki: "Ya
Resulullah, kalpler de dönerler mi?" Buyurdu ki: "Evet, Ademoğulları
içinde yüce Allah'ın yarattığı hiç bir insan yoktur ki, kalbi, Allah'ın
parmaklarından ikisinin arasında olmasın. Eğer dilerse o
kalbi sabit kılar, dilerse kaydırır." (c.2, s.8)

Ben derim ki: Aynı anlamı destekleyen bir çok rivayet farklı
kanallarla, Cabir, Nuvas b. Şem'an, Abdullah b. Ömer ve Ebu
Hureyre gibi bir çok sahabiden de aktarılmıştır. Bu konuda en
meşhur olanı, Nuvas'tan nakledilen hadiste yer alan husustur: "A-
demoğlunun kalbi, Rahman'ın parmaklarından iki tanesi arasındadır."
Zannedersem Şerif Razi "el-Mecazat-un Nebeviye" de bu
hadisi aynı lafızlarla rivayet etmiştir.

Hz. Ali'ye (a.s): "Sizin yanınızda vahiyden herhangi bir şey var
mı?" diye sorulur. O şu cevabı verir: "Hayır. Taneyi yaran ve canlıları
yaratan Allah'a andolsun ki, Allah'ın bir kula kitabı anlamayı
bahşetmesinden başka bir şey söz konusu değildir." (es-Safi Tefsiri,

c.1, s.19)

Ben derim ki: Bu çok değerli, önemli mesajlar içeren bir hadistir.
En azından şu anlamı içermektedir: Hz. Ali'nin ilim makamından
kaynaklanan ve bizlere aktarılan o akılara durgunluk veren
olağanüstü gerçekler, Kur'an-ı Kerim'den alınmışlardır.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 349


el-Kafi'de, İmam Sadık'ın babasından, o da atalarından (hepsine
selam olsun) şöyle rivayet ettiği belirtilir: Resulullah efendimiz
(s.a.a) buyurdu ki: "Ey insanlar, sizler sükunet yurdundasınız
ve yolculuğa çıkmak üzeresiniz. Yolculuğunuz da alabildiğine hızlı
gerçekleşmek durumundadır. Gecenin, gündüzün, güneşin ve ayın
her yeniyi eskittiklerini, her uzağı yakınlaştırdıklarını, her
vadedileni getirdiklerini gördünüz. Şu halde uzak mesafeleri
katetmek durumunda olduğunuz bu yolculuğa azık hazırlayın."

Ravi der ki: Bunun üzerine Mikdat b. Esved kalktı ve şöyle dedi:
"Ya Resulullah, sükunet yurdu nedir?" Buyurdu ki: "Kavuşma
(onunla maksada varma) ve ayrılma yurdu demektir. Koyu karanlık
bir gecenin çökmesi gibi fitneler üzerinize üşüşünce, Kur'an'a
sarılın. O şefaati kabul edilen bir şefaatçi ve şikayeti onaylanan bir
şikayetçidir. Onu izleyeni cennete götürür. Onu ardına atanı cehenneme
sevkeder. O en hayırlı yolu gösteren bir rehberdir. İçinde
ayrıntılı açıklama, beyan ve hakla batılı ayırdedecek şeyler bulunan
bir kitaptır. O hak ile batılı kesin olarak birbirinden ayırır, kesinlikle
şaka değildir. Bir zahir bir de batın anlamı vardır. Zahiri,
hüküm; batını ise ilimdir. Zahiri göz kamaştırıcı güzelliğe sahiptir,
batını ise derindir. Sınırları vardır ve sınırlarının da sınırları. Olağanüstülüklerini
saymak mümkün değildir. Akıllara durgunluk veren
garip ifadeleri eskimek nedir bilmez. Onda hidayet lambaları vardır.
Hikmet ışığını saçan fenerler. Sıfatı bilenlere marifeti gösterir.

Basiret gözü olan kimse, gözlerini iyice açsın, bakışını sıfata
ulaştırsın. Ki helak olmaktan kurtulur ve çaresi bulunmayan şeylere
düşmekten sıyrılır. Hiç kuşkusuz düşünme, basiretli kimsenin
kalbinin hayatıdır. Tıpkı elinde aydınlatıcı bir fener bulunan bir
kimsenin karanlıklarda rahatlıkla yürüyebilmesi gibi. Şu halde
ihlas ve samimiyetten en güzel düzeye ulaşın ve fazla bir beklentiniz
olmasın." (c.2, s.598, h:2)

Aynı rivayet, Tefsir-ul Ayyâşî'de "Basiret gözü olan gözlerini iyice
açsın..." ifadesine kadar yer alır.


350 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Yine el-Kafi'de ve Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle
dediği rivayet edilir: Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Kur'an sapıklıktan
çıkaran bir yol göstericidir. Körlükten uzaklaştıran bir
açıklamadır. Sürçmeleri telafi edendir. Karanlıktan çıkaran nurdur.
Çıkarılan bidatlerde uyulacak ışıktır. Helak olmaktan koruyucudur.
Sapıklıktan rüşde (olgunluğa) ulaştırandır. Fitneler zamanında yol
gösterici açıklama işlevini görür. İnsanları dünyadan ahirete götürür.
Dininizin kemali ondadır. Kur'an'dan sapan bir kimsenin yolu
kesinlikle ateşe doğru gider." (el-Kâfi, c.2, s.600, h:8; Tefsir-ul Ayyâşî, c.1,

s.5, h:8)
Bu anlamı destekleyen bir çok rivayet, gerek Resulullah'tan
(s.a.a) ve gerekse Ehl-i Beyt İmamlarından (hepsine selam olsun)
aktarılmıştır.

Tefsir-ul Ayyâşî'de Fudayl b. Yesar'ın şöyle dediği rivayet edilir:
İmam Bâkır'dan (a.s) "Kur'an'da hiç bir ayet yoktur ki, bir zahiri bir
de batını anlamı olmasın. Kur'an'da hiç bir harf yoktur ki, bir sınırı
olmasın ve her sınırın da bir başlangıcı bulunmasın." rivayetini
sordum ve dedim ki: "Zahir ve batın ne anlama gelir?" Buyurdu ki:
"Kur'an'ın zahiri indirilişidir. Batını da tevilidir. Bunların bir kısmı
geçmişte yaşanmıştır. Bir kısmı da henüz gerçekleşmemiştir.
Kur'an güneş ve ay gibi akıp gider. Anlamlarından birinin zamanı
gelince, hemen gerçekleşir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Onun tevilini Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başkası
bilmez." Biz (Ehl-i Beyt İmamları) onun tevilini biliriz."

Ben derim ki: Bu rivayetin kapsamında Fudayl kanalıyla aktarılan
rivayet, Ehl-i Sünnet'in Peygamber Efendimizden (s.a.a) an-
lam itibariyle aynı olan, ancak değişik lafızlarla aktardıkları rivayettir.
Nitekim es-Safi Tefsiri'nde Ehl-i Sünnet kanalıyla Peygamberimizin
(s.a.a) şöyle bir hadisine yer verilir: "Hiç şüphesiz Kur'an'ın
zahiri, batını, sınırı ve başlangıcı vardır." Yine aynı eserde Peygamber
Efendimiz'den (s.a.a) şu rivayet aktarılıyor: "Kur'an'ın bir zahiri,
bir de batını vardır. Batının da yediye kadar batını vardır."


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 351


İmamın, "Bunların bir kısmı geçmişte yaşanmıştır. Bir kısmı
da henüz gerçekleşmemiştir." sözündeki zamir görünürde
Kur'an'a dönüktür. Bu değerlendirmede Kur'an'ın hem indiriliş,
hem de tevili temsil ettiği esas alınır. O halde "Kur'an güneş ve ay
gibi akıp gider" ifadesi hem indirilişi, hem de tevili kapsar. Bu ifadenin
indirilişle ilgili içeriği, sözün nesnel karşılığı ile uyuşması
anlamında demek olan ve rivayetlerde bir terim haline gelen
cery=uyarlamayla bağdaşmaktadır. "Ey iman edenler, Allah'tan
korkup sakının ve doğrularla beraber olunuz." ayetinin, ayetin iniş
zamanından sonraki asırlardaki tüm mü'min gruplara uyarlanması
gibi. Bu da ayetlerin anlamları ile nesnel karşılıkları arasında
uyarlama gerçekleştirmenin bir örneğidir. Cihad ayetlerinin nefisle
cihada uyarlanmaları da buna bir örnektir. Yine münafıklarla ilgili
ayetlerin mü'minlerin içindeki fasık gruplara uyarlanması da bu
kategoriye girer. Bu son uyarlama, öncekine göre daha inceliklidir.

Yine önceki uyarlamada söz konusu edilen ayetlerin ve
günahkarlarla ilgili ayetlerin kendilerini denetim altında tutan,
zikreden, huzur ehli, Allah'ın zikri bağlamında kendilerini kusurlu
hisseden, bu konuda ihmalkârlık gösteren kimselere uyarlanması
da bunun bir başka örneğidir. Bu uyarlama öncekine göre çok
daha incelikli bir uyarlama türüdür. Rablığın gereklerini yerine
getirmede kusur işlemelerine de bu ayetlerin uyarlanması söz
konusu olabilir, ki bu da önceki tüm örneklerden çok daha
incelikli bir uyarlama olarak çıkıyor karşımıza.

Buradan hareketle öncelikle şunu anlıyoruz: Kur'an'ın içerdiği
anlamların dereceleri vardır ve bunlar muhatapların durumuna
göre kastedilmişlerdir. Bazı araştırmacılar, iman dereceleri ve velayet
makamları hakkında Kur'an'ın içerdiği anlamlardan bazı
açıklamalarda bulunmuşlardır ki, bunlar arasında bizim yaptığımız
açıklamalardan çok daha dakik ve ince bilgiler içerenler vardır.


352 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


İkinci olarak da: Zahirlik ve batınlık göreceli şeylerdir. Her zahir
olan, kendi zahirine göre batındır. Aynı durum tersi için de geçerlidir.
Aşağıdaki rivayet bu noktaya temas etmektedir.

Tefsir-ul Ayyâşî'de Cabir'in şöyle dediği rivayet edilir:
Kur'an'dan bir ifadenin tefsiri hakkında İmam Bâkır'a (a.s) bir soru
sordum. O, bana cevap verdi. Sonra aynı ayetle ilgili olarak ikinci
kez soru sordum, ancak farklı cevap verdi. Bunun üzerine dedim
ki: "Sana feda olayım. Bu soruya, bir gün önce başka bir cevap
vermiştiniz." Buyurdu ki: "Ey Cabir! Hiç şüphesiz Kur'an'ın bir batını
vardır. Batının da batını vardır. Bir de zahiri vardır; zahirin de zahiri
vardır. Ey Cabir, insanların aklına Kur'an tefsirinden daha uzak bir
şey yoktur. Bir ayetin başı, bir şeyle, ortası başka bir şeyle, sonu da
diğer bir şeyle ilgili olabilir. Birkaç yöne dönebilen (işaret edilebilen)
ama (başı, ortası ve sonu) bütünlük arzeden, bitişik bir sözdür."
(c.1, s.12, h:8)

Yine aynı eserde İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Eğer Kur'an'daki bir kavme hitaben inen herhangi bir ayet o
kavmin ölümü ile birlikte ölse (yâni ayetin anlamı ve hükmü de
ortadan kalkacak olsa), Kur'an'dan geriye bir şey kalmazdı. Ancak
gökler ve yer durdukça, Kur'an'ın başı sonuna doğru akacaktır. Her
kavim için hayır veya şer olmak üzere okudukları ve kapsamı ala-
nında oldukları bir ayet vardır." (c.1, s.10, h.7).

Meâni'l Ahbar adlı eserde Hamran b. A'yan'ın şöyle dediği rivayet
edilir. İmam Bâkır'dan (a.s) Kur'an'ın zahiri ve batını hakkında
bir soru sordum. Buyurdu ki: "Zahiri, üzerine vahiy inen ilk topluluktur.
Batını ise, onların yaptıklarını yapan kimsedir. İlkler hakkında
inenler, bunlar için de geçerlidir." (s.259, h:1)

es-Safi Tefsiri'nde Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Hiç bir ayet yoktur ki, dört anlam içermesin: Zahir, batın, sınır ve
başlangıç. Zahir okuma ve tilavettir. Batın anlamadır. Sınır helal ve
haramla ilgili hükümlerdir. Başlangıç ise, bu ayetle yüce Allah'ın
kullarından istediğidir. Allah'ın muradıdır." (c.1, s.18)


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 353


Ben derim ki: Okumadan maksat, lafzın nesnel karşılığının
zahiridir. Bunun kanıtı Hz. Ali'nin onu anlam kategorisinde değerlendirmiş
olmasıdır. Şu halde Hz. Ali'nin batını açıklarken kullandığı
"anlama" ifadesinden maksat, anlamın zahirinin altındaki
batındır. Yine Onun "Helal ve haramlara ilişkin hükümler" ifadesinden
maksat, Kur'an anlamının en üst noktası olan başlangıç
düzeyine karşılık ilk ya da orta mertebelerde algılanan Kur'anî
bilgilerin zahirleridir. Veyahut bilindiği gibi sınır ve başlangıç ta
görecelidir. Nitekim daha önce, batın ve zahirin de göreceli olduğunu
belirmiştik. Şu halde her yüksek mertebe, daha aşağı bir
mertebeye göre başlangıç konumundadır.

İmamın sözlerinin orijinalinde geçen ve başlangıç anlamında
kullandığımız kelime ya "muttala" şeklinde "ittila" mastarından
ism-i mekan olarak algılanır ya da "metla" şeklinde "tulu" mastarının
ism-i mekanı olarak kabul edilir. Hz. Ali'nin de işaret ettiği
gibi, o, yüce Allah'ın kulundan istediği şeydir, yâni murad-ı ilahidir.

Peygamberimizden rivayet edilen meşhur bir hadiste bu dört
hususa şu şekilde temas edilmiştir: "Kur'an yedi harf üzerinde
nazil olmuştur. Kur'an'da ki her ayetin, zahiri ve batını vardır. Ve
her sınırın bir başlangıcı vardır." Diğer bir rivayette ise şöyle bir
ifade kullanılmıştır: "Her biri için bir sınır ve bir başlangıç vardır."

İki rivayetten birinde geçen: "Her sınırın bir başlangıcı vardır"
ifadesi ile kastedilen anlam şudur: Gerek zahir ve gerekse batının
her biri, birer sınır konumundadır ve bunlardan üste yeralan başlangıç
noktası mevcuttur. Öteki rivayette yer alan şu ifadenin de
söz konusu değerlendirmeye dönük olduğunu söylemek mümkündür:
"Her biri için bir sınır ve başlangıç vardır."

Bu durumda elde ettiğimiz anlam şu olur: Her birinin bir sınırı
vardır ve bu sınır kendisidir. Bir de başlangıç vardır; bu başlangıçta
sınırın ulaştığı son noktadır. Bu nokta da tevile yönelik bir üst
düzeyde anlam olur. Ama bu değerlendirme görünürde Hz. Ali'den

(a.s) nakledilen şu rivayetle örtüşmüyor: "Kur'an'ın hiç bir ayeti

354 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


yoktur ki, dört anlam içermesin..." Ancak rivayetten şöyle bir an-
lam kastedilmiş olabilir: Anlamının dört değişik algılanışı vardır ve
bunların bir kısmı bir kısmı ile örtüşebilir de. Böyle bir anlam kastedilmiş
olursa, artık, örtüşmeme söz konusu olamaz.

Bu durumda Hz. Ali'nin (a.s) işaret ettiği bu dört anlamla ilgili
olarak elde edilen sonuç şudur: Zahirden maksat, ayetin hemen
ilk anda algılanan zahiri anlamıdır. Batın ise, zahirin altındaki anlamdır.
Batıni anlamlar bir veya birden fazla olabilirler. Yakın yada
aralarında aracı olacak şekilde uzak da olabilirler. Sınır ise, anlamın
kendisidir. Bunun zahir veya batın olması fark etmez. Başlangıç
ise, sınırın ondan doğduğu anlamdır. Bu aynı zamanda bitişik
olduğu batınıdır da. Bu açıklama üzerinde iyice düşünün.

Şii ve sünni kanallardan Peygamber efendimizden şöyle bir
hadis rivayet edilir: "Kur'an yedi harf üzerinde nazil olmuştur."

Ben derim ki: Bu hadis gerçi, bazı sözel farklılıklarla rivayet
edilmiştir; ancak içerik açısından müstafiz haddine ulaşmıştır ve
bu hususla ilgili olarak nakledilen rivayetlerin tümünün anlamı
birbirine yakındır. Bu hadisleri hem Sünniler, hem de Şiiler nakletmişlerdir.
Bu arada hadisin anlamı üzerinde büyük ihtilaflar baş
göstermiştir. Bu konuda neredeyse kırka yakın görüş ileri sürülmüştür.
Bu arada işimizi kolaylaştıran bir husus da bu yedi harfin
hangi anlamda kullanıldığına ilişkin haberlerin aktarılmış olmasıdır.
Biz de onlara dayanarak açıklamalarda bulunacağız.

Bazı rivayetlerde: "Kur'an yedi harf üzere inmiştir. Bunlar emir,
nehiy teşvik, tehdit, tartışma, kıssa ve örnektir." deniliyor. Diğer
bazısında ise, şöyle deniyor: "Bunlar; nehiy, emir, helal, haram,
muhkem, müteşabih ve örneklerdir."

Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce Allah Kur'an'ı yedi
kısım üzerinde indirdi. Bu kısımların her biri yeterli ve şifa vericidir.
Bunlar; emir, nehiy, teşvik, tehdit (ürkütme), tartışma, örnek ve
kıssadır." (es-Safi Tefsiri, c.1, s.39)


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 355


Böylece Kur'an'ın yedi harf üzerinde inmesi hususu, yedi hitap
kısmına ve açıklama türüne hamledilmesi gerekir. Dolayısıyla
bunlar, Allah'a ve dosdoğru yola davet etmek bakımından bir ama
tarz olarak yedi kısma ayrılırlar. Bu rivayetten yola çıkarak ilahi
bilgilerin temel prensiplerinin örneklerle sınırlı olduğu hususu an-
laşılmış olur. Çünkü geride kalanlarla bu prensipleri, ancak belli
bir zorlama ve mecaz nitelikli kullanımla bağdaştırabiliriz.


356 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


HADİSLER IŞIĞINDA

(Kendi Görüşüne Göre Kur'an'ı Tefsir Etmek ve Ayetlerin Bir
Kısmını Bir Kısmıyla Vurmak)


es-Safi adlı tefsirde, Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Kur'an'ı kişisel görüşü doğrultusunda tefsir eden
kimse, ateşteki oturağına şimdiden hazırlansın."
(c.1, s.21)

Bu anlamı içeren bir çok hadis, sünni ve şii kanallarca rivayet
edilmiştir. Yine aynı anlamı destekleyen başka hadisler de
Peygamberimizden (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamlarından (hepsine
selam olsun) rivayet edilmiştir.

"Münyet-ül Mürid" adlı eserde Peygamberimizden (s.a.a) şöyle
rivayet edilir: "Kur'an hakkında herhangi bir bilgiye dayanmadan
konuşan kimse, ateşten oturağına şimdiden hazırlansın."
(s.191)

Bu hadisi Ebu Davud Sünen'inde rivayet etmiştir.

Yine Münyet-ül Mürid adlı eserde Peygamberimizden (s.a.a)
şöyle rivayet edilir: "Kur'an hakkında bir bilgiye dayanmaksızın
konuşan kimse, kıyamet günü, ağzına ateşten bir gem vurulmuş
halde haşir meydanına getirilir."
(s.191)

Aynı eserde yer alan bir diğer rivayette Peygamberimizin

(s.a.a) şöyle buyurduğu belirtilir: "Bir kimse Kur'an hakkında kişisel
görüşüne dayanarak konuşsa, isabet etse bile hata yapmış
olur."
(s. 191)

Bu hadisi Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî de rivayet etmiştir. (Sünen-
i Ebi Davud, c.3, s. 320, h: 3652. Tirmizî, c.5, s.200, h: 2952)
Aynı eserde Peygamberimizin (s.a.a) şu sözü rivayet edilir:
"Benden sonra ümmetim hakkında en çok endişelendiğim husus,
bir adamın gelip Kur'an'ı incelemesi ve Kur'an ifadelerini kastedilmeyen
anlamlara yorumlamaya kalkışmasıdır."
(s. 191)


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 357


Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Basir kanalıyla İmam Sadık'ın (a.s) şöyle
buyurduğu rivayet edilir: "Kur'an'ı kişisel görüşü doğrultusunda
tefsir eden kimse isabet etse, bundan dolayı ödüllendirilmez. Eğer
yanılsa, o gökten daha uzakta yer alır. (Allah'ın dergahına bir o
kadar mesafe uzaklıkta yer alır.)"
(c.2, s.17, h:4)

Yine aynı eserde Yakub b. Yezid'in Yasir kanalıyla rivayet ettiğine
göre İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kitabı hakkında
kişisel görüşü esas alan bir tavır içinde olmak küfürdür."


(c.1, s.18, h:6)

Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen daha başka hadisler de
Uyûn-u Ahbar-ir Rıza'da, Şeyh Saduk'un Hisal'ında ve Tefsir-ul
Ayyâşî gibi kaynaklarda rivayet edilmiştir.

Peygamber'in (s.a.a) "Kur'an-ı kişisel görüşü doğrultusunda
tefsir eden..."
sözünün anlamına gelince: Kişisel görüş olarak anlamlandırdığımız
"rey" içtihad sonucu oluşan kanaat, inanç demektir.
Bu kelime bazen hava ve istihsandan [şer'i delillerden birine
dayanmaksızın sırf ilk bakışta güzel görünmeden] kaynaklanan
konuşma için de kullanılmıştır. Hangisi olursa olsun, Peygamberimiz:
"Kişisel görüşü doğrultusunda..." sözünü kullanırken bunu
bir zamire izafe ederek (bire'yihi) kullanmasından anlaşılıyor ki,
maksat, Kur'an'ın tefsiri bağlamında mutlak olarak içtihadı yasaklamak
değildir. Eğer böyle olsaydı, hadis ehlinin savunduğu gibi,
bu yasaklamanın bir gereği olarak tefsir bağlamında sadece Peygamberimizin
ve Ehl-i Beyt İmamlarının sözlerini ve rivayetlerini
esas almak gerekirdi. Ayrıca, böyle bir yaklaşım, Kur'an'ın apaçık
Arapça bir lisan ile inmiş olmasına ve insanların bu ayetler üzerinde
durup düşünmeleri gerektiğini ifade eden bir çok Kur'an ayetiyle
çelişmektedir. Yine insanların Kur'an'a başvurmaları ve rivayetleri
Kur'an'a sunmaları ve onunla test etmeleri gerektiğini ifade
eden bir çok rivayetle de çelişmektedir.

Daha doğrusu "Kişisel görüşü..." ifadesindeki izafet, özgü olmayı,
tekliği ve bağımsızlığı ifade eder. Bir tefsircinin Kur'an'ı tefsir


358 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ederken sadece Arap dilini anlama bağlamında kendine özgü
sebebleri dayanak olarak alması, dolayısıyla Allah'ın sözünü, insanların
sözleriyle kıyaslaması yâni. Sözgelimi, herhangi bir insan
tarafından sarf edilmiş bir söz bize ulaşırsa, hiç beklemeksizin o
sözü, insanların maksatlarını anlamada kullanılan genel geçer
kuralları esas alarak değerlendiririz ve bu kurallar doğrultusunda
bir yargıya varırız ve deriz ki: "Adam, bu sözleriyle şu hususu anlatmak
istemiştir." Nitekim bu yöntemleri, yargılar, itiraflar, şahitlikler
hususunda uygular ve onları geçerli biliriz. Bütün bunların
nedeni, sözel açıklamalarımızın dil açısından bildiğimiz kurallara
dayanıyor olması ve sözcüklerin gerçek ya da mecazi karşılıklarını
öteden beri biliyor olmamızdır.

Daha önceki açıklamalarda da vurguladığımız gibi,
Kur'an'daki açıklamalar bu tür yöntem üzere seyretmezler. Tam
tersine, Kur'an ifadeleri birbiriyle bağlantılı sözlerden oluşur, ama
aynı zamanda birbirinden ayrıdırlar da. Hz. Ali'nin de (a.s) belirttiği
gibi, bazısı, diğer bazısının desteğiyle kendini ifade eder. Bazısı,
diğer bazısına tanıklık eder. Dolayısıyla konuyla ilgili bütün ayetler
iyice incelenmeden, üzerinde düşünülmeden, salt sözcüklerin gerçek
anlamlarını ortaya çıkarmaya ilişkin bilimlerin kurallarına dayanarak,
bu kuralları işleterek bir ayetten algılanan anlamla kastedilen
anlama varıldığını söylemek doğru olmaz. Nitekim bir ayette
bu hususa şu ifadelerle işaret edilmiştir: "Onlar hala Kur'an'ı
iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından
olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şeyler bulurlardı."
(Nisâ, 82) Bu hususta özet de olsa Kur'an'ın olağan üstünlüğü
vb. konuları işlerken bazı açıklamalarda bulunmuştuk.

Şu halde yasak konusu olan kişisel görüşle tefsir yapmak,
anlamları ortaya çıkarma yöntemiyle ilgilidir, anlaşılmaya çalışılan
şeyle ilgili değildir. Diğer bir ifadeyle, Peygamberimiz (s.a.a), yüce
Allah'ın sözünün, insanların sözleri için kullanılan yöntemle anla



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 359


şılmasını yasaklamıştır. Öyle ki, bu yöntem doğru ve reel bir sonuç
elde etse bile, Allah'ın kelamı bağlamında esas alınmamalıdır.

Bu çıkarsamamızın kanıtı, Peygamberimizden rivayet edilen
bir diğer hadistir: "Kur'an hakkında kişisel görüşü doğrultusunda
konuşan kimse, isabet etse de yanılmış olur." İsabet etme varsayımına
rağmen bir şey hakkında yanlış hükmünü verme, ancak
yöntemdeki yanlışlıktan dolayı olabilir. Tefsir-ul Ayyâşî'de yer alan
rivayette geçen: "Eğer isabet etse, bundan dolayı ödüllendirilmez"
ifadesi de bunu ortaya koymaktadır.

Peygamber efendimizin zamanındaki uygulama da bu değerlendirmemizi
pekiştirir niteliktedir. Çünkü Kur'an henüz bir araya
getirilmemişti, bir takım sure ve ayetler dağınık halde insanların
ellerinde bulunuyordu. Dolayısıyla, parça parça tefsir yapmak,
maksadın aksine bir sonuca varma tehlikesi doğuruyordu.

Bu açıklamalardan çıkan sonuç şudur: Yasaklanan husus,
Kur'an'ı tefsir ederken tek başına ve bağımsız olarak hareket etmektir.
Müfessirin sadece kendi görüşüne dayanması ve başka
şeyleri dikkate almamasıdır. Buna göre, başkalarına başvurarak
onlardan yardım almak zorunludur. Bu başkası da zorunlu olarak
ya Kur'an'dır ya da sünnettir. Bu başkasının sünnet olması
Kur'an'la çelişir. Çünkü bizzat sünnet Kur'an'a başvurmayı ve rivayetleri
Kur'an'la test etmeyi emretmektedir. Dolayısıyla başvuru
kaynağı, tefsir için yardım alınacak merci olarak Kur'an'ın kendisinden
başka bir şey kalmıyor.

Bundan hareketle, kişisel görüşle tefsir yapma ifadesine
ilişkin açıklamaların durumu da anlaşılıyor. Bu ifadenin anlamı ile
ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.

1- Bu ifade ile kastedilen, tefsir için gerekli olan bilgiler
olmaksızın tefsir yapmaya kalkışmaktır. Bu bilgiler de Suyuti'nin
el-İtkan adlı eserinde belirttiği gibi on beş temel ilimdir: Dil (lügat),
nahiv, sarf, iştikak (etimoloji, kelimelerin türemesiyle ilgili ilim
dalı), maani, beyan, bedi, kıraat, din usulü, fıkıh usulü, nüzul se



360 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


bebi, Kıssalar, nasih, mensuh, fıkıh, mücmel ve müphem ifadeleri
açıklayan hadisler, vehbî (Allah vergisi) ilim. Bu sonuncusu ile,
Peygamberimizin şu hadisinde işaret edilen hususa göndermede
bulunulmuştur: "Kim bildikleriyle amel ederse, Allah ona bilmediklerini
öğretir." (c.2, s.180)

2- Bu ifadeyle kastedilen, anlamını yüce Allah'tan başka kimsenin
bilmediği müteşabih ifadeleri tefsir etmektir.

3- Batıl bir mezhebin görüşlerini desteklemeye dönük tefsirdir.
Mezhebin baz alınarak, tefsirin bu doğrultuda yapılması ve
mümkün olan her türlü yola baş vurularak mezhebin öngördüğü
sonuca varılması. Zayıf bile olsa, mezhebin görüşünü kanıtlamayı
amaç edinmek ve tefsiri bu amaç için kullanmak.

4- Hiç bir kanıta dayanmaksızın Allah'ın bu ifadeyle kastettiği
budur, diye kesin bir tefsirde bulunmak.

5-İstihsan (şer'i delillere dayanmaksızın sırf ilk bakışta güzel
görüneni benimsemek), heva ve heves üzerine bir tefsir yapmak.

Suyuti'nin el-İtkan adlı eserinde değindiğine göre bu beş maddeyi
İbn-i Nakib aktarmıştır. (c.2, s.183) Diğer bazı görüşler de vardır.
Şimdi de onları buraya alıyoruz.

6- Bu ifadeyle kastedilen husus şudur: Kur'an'da yer alan içinden
çıkılmaz, problem ifadeler hakkında sahabe gibi ilk kuşak
Müslümanların değinmedikleri türden şeyler söylemek. Böyle
yapmak, insanı Allah'ın gazabı ile karşı karşıya bırakır.

7- Kur'an hakkında, hak olarak bilinen açıklamaların tersi
yönde açıklamalarda bulunmak. Bu iki görüşü İbn-i Enbarî
nakletmiştir.

8- Kur'an hakkında bilgisizce ve kesin bir kanıt olmaksızın
konuşmak. İster gerçeğin bunun tam aksi olduğu bilinsin, ister
bilinmesin fark etmez.

9- Bu ifadeyle kastedilen, Kur'an'ın zahirini esas alan bir tavır
içinde olmaktır. Bu yorumu savunanlara göre, Kur'an'ın delalet


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 361


ettiği zahiri bir anlamı yoktur. Tam tersine, bir ayet hakkında masumdan
gelen nassa göre hareket edilir. Böyle olunca da, bu, ayeti
tefsir etmek değil, nassa tabi olmak olarak nitelendirilir. Bunlara
göre tefsir, masumun yetkisinde olan işler kapsamına girer.

10- Burada kastedilen Kur'an'ın zahirine göre hareket etmektir.
Bu görüşü savunanlara göre, Kur'an'ın herhangi bir zahiri an-
lamı vardır, ama bunu biz anlayamayız. Tersine, ayeti tefsir çerçevesinde
masumdan gelen nassa tabi olmamız gerekmektedir.

Bu on değişik yaklaşımın, bazısını, diğer bazısıyla birleştirmek
mümkün olmakla beraber, kanıttan yoksundurlar. Hatta bunların
içindeki bir kısım, kesin olarak batıldır ya da yaptığımız açıklamalardan
hareketle batıl oldukları belirginleşir. Burada söz konusu
açıklamaları yeniden tekrarlamak suretiyle sözü uzatmak
istemiyoruz.

Kısacası, rivayetlerden ve "Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar
mı?..." (Nisâ, 82) "Ki onlar Kur'an'ı parça parça kıldılar." (Hicr, 91)
"Bizim ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar, bize gizli kalmazlar.
Öyleyse ateşin içine bırakılan mı daha hayırlıdır, yoksa
kıyamet günü güvenle gelen mi?" (Fussilet, 40) "Kelimeleri konuldukları
yerlerden saptırırlar." (Nisâ, 46) "Hakkında bilgin olmayan
şeyin ardına düşme." (İsrâ, 36) gibi, bu rivayetleri destekleyen ayetlerden
çıkan sonuca göre, bazı rivayetlerin değindikleri yasak, tefsir
yöntemiyle ilgilidir. Bir insanın yüce Allah'ın sözünü tefsir ederken
insanların sözlerinin anlaşılmasında esas alınan yöntemleri
baz alan bir yöntem içinde olması yâni.

Yüce Allah'ın sözleri ile insanların sözleri arasındaki farklılık,
sözcüklerin kullanım tarzından, cümle kuruluşundan, edebi sanatların
kullanılmasından kaynaklanan bir durum değildir. Tam tersine,
yüce Allah'ın sözleri de Arapça'dır ve Arap dilinde gözetilmesi
gereken kuralların tümü burada da gözetilmiştir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Biz hiç bir elçiyi, kendi kavminin dilinden
başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın." (İbrahim, 4)


362 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


"Bu açıkça Arapça olan bir dildir." (Nahl, 103) "Biz onu, belki aklınızı
kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık." (Zuhruf, 3)

Allah'ın sözü ile, insanların sözleri arasındaki fark, maksat ve
sözden anlaşılan anlamın uyarlandığı nesnel karşılık ile ilintilidir.

Konuyu biraz daha açacak olursak: Varlığımız bedensel doğayla
bağlantılı olduğu ve biz de maddi bir dünyada ikamet edilmek
üzere yaratıldığımız için, her anlam için maddi bir karşılık bellemişiz.
Cisimlere ve cisimlerle ilgili tanımlara alışkınız. Bizim gibi bir
insanın, herhangi bir meseleyle ilgili sözlerini işittiğimiz ve bu sözlerin
anlamını algıladığımız zaman onu bizce bilinen nesnel karşılığa
ve ona egemen olan maddi düzene uyarlarız. Çünkü, bu sözlerin
bundan başka bir anlama işaret etmediğini biliriz. Bunun nedeni,
bu sözleri söyleyen insanın da bizim gibi olması ve ancak
bizim duyumsadığımız, bizim algıladığımız şeyleri duyumsaması,
algılamasıdır. Bu durumda anlamların nesnel karşılıklarına egemen
olan maddi düzen, anlayış ve mefhuma da egemen olur. Kimi
zaman bu sayede genelin özele, özelin de genele dönüştürüldüğünü
de görebiliyoruz. Ya da kavramın başka türlü yorumlandığı
da söz konusu olabiliyor. Biz buna, dilsel karineler dışındaki aklî
karinelerin devreye sokulması ile gerçekleştirilen yorumlama
diyoruz.

Buna şunu örnek verebiliriz: Egemenlik ve servet sahibi eşraftan
bir kimsenin: "Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda
olmasın" dediğini duyduğumuz zaman, sözün anlamsal boyutlarını
düşünür, teker teker kelimelerin anlamlarını etüt ederiz ve sözü
nesnel karşılığa uyarlama aşamasında şu yargıya varırız: Bu adamın
binaları vardır. Etrafı sağlam ve aşılmaz surlarla çevirili. Bir
çok şeyi içine alacak depoları vardır. Çünkü bir hazine edinmek
istediği zaman bir insan, böyle bir sistem kurar. Yine anlarız ki, bu
adam çok miktarda altın, gümüş, sikkeli para, ev eşyası, süs eşyası
ve silah gibi değerli şeyleri saklamaktadır. Çünkü bu saydığımız
şeyler, bizim açımızdan hazine olarak saklanabilen ve koru



Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 363


ması mümkün olan şeylerdir. Yer, gök, kara, deniz, yıldız ve insan
gibi şeyler birer eşya olmakla beraber, hazine olarak saklanmaları
ve biriktirilmeleri mümkün değildir. Bundan dolayı, adamın sözleri
arasında geçen şey sözcüğünün, varlıklar aleminin sayılması
mümkün olmayan cüzlerinin bir kısmı anlamında kullanıldığını
anlarız. Yine "hazineler" sözcüğünün fakat az bir alan için kullanıldığını
anlarız. Dolayısıyla anlamların nesnel karşılıklarına egemen
olan maddi düzen söz konusu olur. Şöyle ki bir çok şey hazine olarak
biriktirilemez; ayrıca hazine olarak saklanan şeylerin sağlam
ve hırsızlığa, soyguna karşı korunabilen yerlerde tutulması gerekir.
Böylece, egemen olan maddi düzen, şey ve hazine gibi mutlak
ifadeler bazında ilginç bir sınırlandırma devreye sokmuş olur.

Sonra bir de bakıyoruz ki, yüce Allah elçisine şöyle bir ayet indirmiş:
"Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın."
(Hicr, 21) Eğer zihnimiz ilkel algılama düzeyinden kurtulamamışsa,
bu sözü, herhangi bir insanın sözü gibi açıklarız. Oysa kesinlikle
buna ilişkin bir kanıt yoktur elimizde. İşte bu, bir bilgiye
dayanmaksızın algıladığımız anlama göre tefsir yapmamızın somut
bir örneğidir.

Eğer zihnimiz, bir ölçüde bu ilkel düzeyi aşmışsa ve yüce Allah'
ın kesinlikle mal biriktirmeyeceğini, hazine kurmayacağını kavramışsak,
özellikle de O'nun şu sözlerini işitmişsek: "O, ancak onu
belli bir miktarla indirir" (Hicr, 21) "Allah gökten rızık indirip ölümünden
sonra yeryüzünü diriltmesinde..." (Casiye, 5) hemen şu
yargıya varırız: Ayette geçen şeyden maksat, ekmek ve su gibi
rızıklardır. Bu rızkın indirilmesi ise, yağmurun indirilmesidir. Çünkü
gökten ancak yağmur indirildiğine tanık olmuşuz. Bu durumda,
her şeyin Allah katında hazinelerinin olması, sonra bunların belli
bir ölçüyle indirilmesi, yağmurun gökte saklanmasından ve gıda
maddelerinin elde edilmesine bir hazırlık olarak indirilmesinden
kinayedir, yargısına varırız. Bu da bir bilgiye dayanmaksızın, ayetleri
görüşümüze göre tefsir etmenin bir örneğidir. Çünkü böyle bir


364 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


değerlendirmede bulunmanın tek dayanağı, bizim gökten sadece
yağmurun indiğini bilmemizdir. Böyle bir durumda biz, bir şeyin
olmadığını biliyor değiliz, tam tersine bilgiden yoksunuz.

Bu düzeyin de üzerine çıkar, Kur'an hakkında bir bilgiye dayanmaksızın
konuşmaktan kaçınır, karşımızdaki ifadeyi eksiksiz
bir mutlaklıkla başbaşa bırakır ve: "Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri
bizim katımızda olmasın." ayetinin yaratılış meselesini ele aldığını
düşünürsek, insan, hayvan ve bitki gibi yaratılış yoluyla sürekli
yenilenen varlıkların gökten inmediklerini, yerde bir şekilde meydana
geldiklerini somut olarak gözlemlediğimiz için: "Hiç bir şey
yoktur ki hazineleri bizim katımızda olmasın." ayetinin, eşyanın,
varoluşu sürecinde yüce Allah'ın iradesine boyun eğişini kinayeli
olarak anlattığı yargısına varırız. Bu durumda ilahi iradeyi, yaratılan
varlıkların içinde depolandığı bir tür hazine gibi algılarız. Varlıklar,
ondan çıkıyor ve yüce Allah'ın dilemesi ile oradan iniyorlar.

Görüldüğü gibi bu da, ayetin bir bilgiye dayanmaksızın tefsir
edilmesine bir örnektir. Çünkü bizim, inmek kavramından anladığımız
ve onun dışında da başka bir şey bilmediğimiz hususla ilgili
olarak, Allah'ın katından hiç bir şeyin inmediğini görmemizden
başka bir dayanağımız yoktur.

Yüce Allah'ın Kur'an'da isimleri, sıfatları, fiilleri, melekleri,
kitapları, peygamberleri, kıyamet günü ve Bugünde meydana gelecek
olaylar hakkında yaptığı açıklamalar, bütün bunlara egemen
kıldığı yasalar, bunların işleyişine yön veren sistem hakkında verdiği
bilgiler üzerinde düşündüğün zaman, bir de bunların tefsiri
bağlamında söylediklerimiz ve ileri sürdüğümüz aklî kanıtlar ve
ipuçları üzerinde düşündüğün zaman, bütün bunların kişisel görüşe
dayanarak tefsir yapmak ve kelimeleri konuldukları yerlerden
tahrif etmenin örneği olduğunu anlarsın.

Muhkem ve müteşabih konusu ile ilgili beşinci bölümde şu
hususa dikkat çekmiştik: Kur'an'daki açıklamalar, ilahi bilgiler
açısından örnekler gibidirler veyahut örnekle örnek verilen şey


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 365


arasındaki ilişki gibi bir ilişki var aralarında. Bunlar, değişik ayetler
arasında bölünmüş bulunuyorlar, farklı biçimlerde açıklamalar
yapılmıştır ki, bazı ayetler açısından fark edilmeyecek bazı noktaların
diğer bazı ayetler aracılığıyla anlaşılması mümkün olsun. Bu
yüzden bazısı, bazısının tanığı konumundadır. Bir ayet diğer bir
ayetin açıklayıcısıdır. Aksi takdirde ilahi bilgiler, hakiki anlamlarının
bilinmesi itibariyle bir karışıklığa kurban gideceklerdi. Yukarıda
da açıkladığımız gibi, bir ayetin tefsiri noktasında, bir bilgiye
dayanmaksızın açıklama yapmaktan kurtulma mümkün olmayacaktı.


Buradan şunu anlıyoruz: Yukarıda da söylediğimiz gibi, kişisel
görüşle yapılan tefsir, bir bilgiye dayanmaksızın konuşma
durumundan soyutlanamaz. Yine yukarıda yer verdiğimiz hadis de
buna işaret etmektedir: "Kur'an hakkında herhangi bir bilgiye
dayanmaksızın konuşan kimse, şimdiden cehennemdeki oturağına
hazırlansın."


Dolayısıyla şu gerçekle karşı karşıya kalıyoruz: Kur'an hakkında
bir bilgiye dayanmaksızın konuşmak, ayetler arasında görünürde
bir çelişkinin yaşanmasına neden olmaktadır. Çünkü,
Kur'an ayetleri arasında mevcut bulunan manevi tertibi bozmuş
olur. Bu durum ayetin asıl bulunması gereken yerden uzaklaştırılmasını,
diğer bir ifadeyle kelimelerin yerlerinden tahrif edilmesini
doğurur. Bundan dolayı da kaçınılmaz olarak Kur'an'ın bir kısmının
veya büyük bir kısmının zahiri anlamlarından soyutlanarak tevil
edilmesi gerekecektir. Cebriye ekolüne mensup kimselerin insan
özgürlüğünü belirten ayetleri tevil etmesi, insan başı boşluğunu,
anarşizmi savunan grupların da kadere işaret eden ayetleri tevil
etmeleri gibi. İslam mezheplerinin büyük bir kısmı, şu veya bu
oranda mezheplerinin prensipleriyle uyuşmayan ayetleri tevil etme
yönüne gitmişlerdir. Aklî karinelere dayanarak tevil yapma peşine
düşmüşlerdir. Örneğin şöyle diyebilmişlerdir. Falan ayetin zahiri


366 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


anlamının aksi aklî kanıtlarla tespit edilmiştir. Dolayısıyla bu ayeti
zahiri anlamından soyutlamak gerekmektedir.

Kısacası, bunun sonucu, hiç kuşkusuz, anlamsal düzenlerinin
bozulması suretiyle, ayetlerin birbirleriyle çelişmesidir. Bazı ayetlerin
maksatları ile diğer bazı ayetlerin maksatları arasında zıtlıkların
meydana gelmesidir. Bu durumda bütün maksatların geçersiz
olması gündeme gelmiş olur. Çünkü Kur'an'da ihtilaf yoktur.
Kur'an ayetlerinin bazısı ile diğer bazısı arasında ihtilaf baş göstermesi,
düzenin bozulmasından ve anlamın karışmasından başka
bir şey değildir.

Bazı rivayetlerde, ayetlerin bazısını bazısıyla vurmak diye tabir
edilen hususla kastedilen budur. Aşağıdaki rivayetlerde bu hususa
değinilmiştir.

"el-Kâfi'de ve Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık (a.s) babasından
(ona selam olsun) şöyle rivayet eder: Bir adam Kur'an'ın bir kısmını
diğer bir kısmıyla vurursa kâfir olur."
(el-Kâfi, c.2, s.632, h: 17; Tefsir


ul Ayyâşî, c.1, s.18, h:2)

Meâni-l Ahbar ve el-Mehasin adlı eserlerde müsned olarak ve
Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'tan (a.s) rivayetle şöyle deniyor:
"Bir adam Kur'an'ın bir kısmını diğer bir kısmıyla vurursa, kâfir
olur."
(Meâni-l Ahbar, s.190, h:1. el-Mehasin, s.212, h:86)

Şeyh Saduk der ki: Bu hadisin anlamını İbn-i Velid'den sordum.
Dedi ki: Burada kastedilen, senin bir adamına cevaben herhangi
bir ayetin tefsiri olarak başka bir ayetin tefsirini söylemendir."


Ben derim ki: İbn-i Velid'in cevabında belli ölçüde müphemlik
yok değildir. Eğer bununla, sözü edilen anlamları karıştırmayı ve
bazı araştırmacıların tartışmalarında ayetleri karşı karşıya getirmelerini,
bazısının anlamını esas alarak diğer bazısını buna göre
tevil etmelerini kastetmişse, doğruyu söylemiştir. Yok eğer bununla
bir ayetin diğer bir ayetle tefsir edilmesini, bazı ayetlere diğer
bazı ayetlerin tanık gösterilmesini kastetmişse, kuşkusuz yanıl




Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 367


mıştır. Aşağıda sunacağımız iki rivayet de bu tarz bir yaklaşımı
reddetmektedir.

Numanî Tefsiri'nde İsmail b. Cabir'e isnaden deniliyor ki: Cafer
b. Muhammed Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini işittim: "Her türlü noksan
sıfattan münezzeh yüce Allah, Hz. Muhammed'i peygamber
olarak gönderdi ve onun gönderilişi ile birlikte peygamber gönderme
işine son verdi. Artık Hz. Muhammed'den sonra peygamber
gelmeyecektir. Allah ona bir de kitap indirmiştir ve böylece kitap
indirme dönemini de sona erdirmiştir. Bundan sonra kitap inmeyecektir.
Bu kitapta bir takım helaller ve haramlar belirlemiştir.
Kur'an'ın helal kıldığı şey, kıyamete kadar helal, haram kıldığı da
kıyamete kadar haram kalacaktır.
Onda sizin şeriatınız ve hukuk
sisteminiz, sizden önceki ve sonraki nesillerin haberleri vardır.
Peygamber Efendimiz onu, vasileri için kalıcı bir ilim haline getirmiştir.
Ancak insanlar onları terkettiler.
Oysa onlar tüm zamanların
insanları üzerinde şahitler konumundaydılar. İnsanlar onlardan
yüz çevirdiler, sonra da onları öldürdüler. Onların dışındaki
kimselere uydular. Bu yetkisiz önderlere içtenlikle itaat ettiler.
Hatta birisi asıl yetkililerden birinin dostluğunu ve onları veli bildiğini
ve onların ilmine talip olduğunu açığa vurunca, ona karşı isyankarca
davrandılar.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Sonunda onlar kendilerine
hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden birazı
dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun."
(Mâide, 13) Çünkü
onlar, Kur'an'ın bir kısmını diğer bir kısmıyla vuruyorlar.
Neshedilen bir ayeti kanıt gösteriyor ve onun nasih olduğunu sanıyorlar.
Müteşabih bir ayete dayanarak karar veriyor ve onu muhkem
olarak algılıyorlar. Özel nitelikli bir ayeti kanıt gösteriyor ve
onu genel nitelikli kurallar içeren bir açıklama olarak değerlendiriyorlar.
Ayetin öncesini esas alıyorlar, ama bu tevile ilişkin gerekçeleri
unutuyorlar. Sözün girişini ve sonunu görmüyorlar. Varacağı
yeri ve kaynaklandığı yeri bilmiyorlar. Çünkü Kur'an bilgilerini yet



368 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


kili mercilerden almıyorlar. Bu yüzden hem kendileri saptılar, hem
de başkalarını saptırdılar."

Şunu biliniz ki, -Allah size merhamet etsin; Allah'ın kitabında
yer alan nasih-mensuh, özel-genel, muhkem-müteşabih, ruhsatazimet,
Mekkî-Medenî ayetleri, bu ayetlerin nüzul sebeplerini, kesik
ve birleşik müphem lafızları (müphem cümle ve kelimeleri),
kaza ve kader ilmine ilişkin açıklamaları, öncelenmiş ve ertelenmiş
(takdim, tehir) ifadeleri, anlamı açık ve anlaşılır olanı, anlamı
derinde olanı, zahir ve batın ifadeleri, başlangıç ve sonuçları, soru
ve cevapları, kesme ve birleştirme yerlerini, istisna olanı ve genel
geçer olan, önceki bir ifadede yer alıp da sonraki bir ifadeye işaret
eden niteliği, tekitli ve vurgulu olanı, ayrıntılı olanı, azimet nitelikli
hükümlerle ruhsat nitelikli hükümleri, farzların ve hükümlerin bulunduğu
yerleri, inkarcıların helak olmasına neden olan helal ve
haramların anlamlarını, ulamalı, bitişik lafızları, öncesine veya
sonrasına ait olan ifadeleri bilmeyen bir kimse Kur'an'ı bilmediği
gibi, Kur'an ehli de değildir.

Bir kimse, hiç bir kanıta dayanmadan bütün bunları bildiğini
iddia ederse, o yalancıdır, kalbini kuşkular kemirmektedir, Allah
ve Resulüne yalan, iftira atmaktadır. Onun barınağı cehennemdir.
Orası ne kötü bir gidiş yeridir."

Nehc-ül Belağa ve el-İhtacac'da Hz. Ali şöyle der: "Onlara bir
problem arzedilip hükme bağlanması istendiğinde, o meseleyle
ilgili olarak kendi kişisel görüşüne göre hüküm verir. Sonra aynı
problem, aynı şekilde başka birine sorulur; öncekinin aksi bir hüküm
verir. Sonra bu hakimler, baş kadının etrafında toplanarak
verdikleri hükümleri anlatıp hüküm vermesini isterler, o da bu
görüşlerin tümünü onaylar. Oysa ilahları bir, peygamberleri bir,
kitapları birdir.

Acaba Allah onlara ihtilaf etmeyi mi emretti de, onlar böyle
yapmakla O'na itaat ettiler? Yoksa onlara ihtilaf etmeyi yasakladı
da, onlar O'na isyan ettiler? Yoksa eksik bir din mi indirmiştir ki,


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 369


bu dini tamamlamak için bunların yardımına ihtiyaç duydu? Ya da
onlar O'nun ortakları mıdırlar, ki böyle şeyler söyleme hakkına
sahiptirler ve Allah'a da bunları onaylamak düşüyor? Yoksa Allah
eksiksiz bir din indirdi de Peygamber mi bu dini tebliğ etmede,
gereklerini yerine getirmede kusur işledi?

Halbuki yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz kitapta hiç bir şeyi
noksan bırakmadık."
Onda her şeyin açıklaması vardır. Yine kitabın
bir kısmının diğer bir kısmını tasdik ettiğini ve kitabında ihtilaf
olmadığını belirtiyor. "Eğer Kur'an Allah'tan başkasının katından
olsaydı, onda bir çok ihtilaflar bulurlardı." Kur'an'ın zahiri insanları
hayrete düşürecek kadar güzel mi güzel, batını sonuna
erişilemez, derin mi derindir. Onun olağanüstülüklerini saymak
mümkün değildir. Garip ifadelerinin sonu gelmez. Karanlıklar ancak
onunla aydınlanır." (Nehc-ül Belağa, hutbe, 18; el-İhticac, c.1, s.389)

Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu rivayet, her dini düşüncenin
sonuçta Kur'an'a dayanması gerektiğine ilişkin bir nass niteliğindedir,
İmamın "Onda her şeyin açıklaması vardır." ifadesi aynı an-
lama işaret eden bir ayete gönderme yapmaktadır.

ed-Dürr-ül Mensûr adlı tefsirde yer alan, ayrıca Ebu Sâd'ın ve
İbn-i Durays'ın "Fedail"inde tahric ettiği bir rivayette, İbn-i
Mürdevehy, Amr b. Şuayb'tan, o da babasından, o da dedesinden
şöyle aktarır: Resulullah, Kur'an üzerinde tefsir yapan ve ileri geri
konuşan bir topluluğun yanına öfkelenerek vardığında şöyle buyurdu:
"Sizden önceki toplumlar böyle yaptıkları için sapıttılar.
Peygamberleri hakkında ihtilafa düştüler. Kitabın bir kısmını bir
kısmıyla vurdular. Şunu unutmayın ki: Kur'an'ın bir kısmı, diğer bir
kısmını yalanlamak için inmemiştir. Tam tersine, bir kısım bir
kısmını tasdik etmek için inmiştir. Bildiklerinizle amel edin. Size
karışık gelen, benzeşmeli (müteşabih) ifadelere de iman edin."

(c.2, s.6)

Yine aynı eserde, Ahmed'in de başka bir kanalla Amr b.
Şuayb'dan, o da babasından ve o da dedesinden tahriç ettiği bir


370 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


rivayette şöyle deniyor: Resulullah (s.a.a) bir topluluğun Kur'anla
ilgili tartışmalara girdiklerini duydu. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Sizden öncekiler, bundan dolayı helak oldular. Allah'ın kitabının
bir kısmını, bir kısmıyla vurdular. Oysa Allah kitabını ayetlerinin bir
kısmı diğer bir kısmını tasdik edecek şekilde indirmiştir. Allah'ın
kitabının bir kısmını diğer bir kısmına dayanarak yalanlamayın.
Kitaptan bildiklerinizle amel edin. Bilmediklerinizi de Kur'an alimlerine
bırakın."

Ben derim ki: Görüldüğü gibi, rivayetlerde, Kur'an'ın bir kısmını
bir kısmıyla vurmak (çürütmek, asılsız tevillere malzeme yapmak),
Kur'an'ın bir kısmının bir kısmını tasdik etmesine karşılık olarak
zikredilmiştir. Bununla kastedilen ayetlerin konumlarını ve anlamlarını
birbirine karıştırmak, maksatları arasındaki uyumu bozmaktır.
Muhkemi, müteşabih, mütaşabihi de muhkem olarak algılamak
vb. gibi.


Şu halde Kur'an üzerinde kişisel görüşe dayanarak
değerlendirmelerde bulunmak, yukarıda işaret ettiğimiz
rivayetlerde de belirtildiği gibi, Kur'an hakkında herhangi bir
bilgiye dayanmadan açıklamalar yapmak, az önce yer verdiğimiz
rivayetlerin de üzerinde durduğu Kur'an ayetlerinin bir kısmını bir
kısmıyla vurmak gibi konuların hepsi aynı anlam etrafında döner,
hepsi Kur'an'ı Kur'an dışı mesnetsiz kaynaklara dayanarak tefsir
etmemenin gerekliliğini vurguluyorlar.

Eğer desen ki: Hiç kuşkusuz, Kur'an insanlar akletsinler ve anlamlarını
kavrasınlar diye inmiştir. Nitekim aşağıdaki ayetler bunu
vurgulamaktadır: "Şüphesiz sana kitabı insanlar için indirdik."
(Zümer, 41) "Bu insanlar için bir beyandır." (Âl-i İmrân, 138) Bunun
gibi daha bir çok ayet örnek olarak gösterilebilir. Hiç kuşkusuz
Kur'an'ın açıklayıcısı Peygamber efendimizdir (s.a.a). Nitekim şu
ayet buna işaret etmektedir: "Sana zikri indirdik ki, insanlara
kendileri için indirileni açıklayasın."
(Nahl, 44) Sonra Peygamber


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 371


de sahabelere Kur'an'ı açıklamışlardır. Ardından tabiin kuşağına
mensup kimseler de bunları ashaptan almışlardır.

O halde ashabın Peygamber'den aktardıkları şeyler, nebevî
açıklamalardır. Dolayısıyla Kur'an nassına göre, bunları bir kenara
atmak ya da görmezlikten gelmek doğru değildir. Şayet onlar,
Kur'an hakkında Peygamber'e (s.a.a) isnat etmeksizin bir şey söylemişlerse,
bu söyledikleri şeyler, kanıtsallık açısından nebevî a-
çıklamalar düzeyinde değilseler bile, kalbimiz bunlara oturuyor.
Çünkü ayetlerin tefsiri ile ilgili olarak söyledikleri sözleri, ya Peygamber'den
(s.a.a) işitmişler ya da Peygamber'in (s.a.a) açıklamaları
ve eğitimi sonucu kazanılan kabiliyetin yol göstericiliği ile vardıkları
bir sonuçtur. Yine ashabın öğrencileri konumunda olan tabiin
kuşağı ve onların ardınca gelen kimseler tarafından nakledilen
şeyler de aynı konuma sahiptir. Arapça'nın kuralları hususunda
derinleşen bu insanların Kur'an anlamlarını kavramamaları
mümkün mü?

Ayrıca İslam'ın ilk dönemlerindeki din adamlarıyla ilgili tarih
hiç kuşkusuz onların, değerlendirmelerini nebevi bir bilgiye dayandırmak
için yoğun bir çaba içinde olmalarına ve onların dini
kavrama açısından sarf ettikleri insan üstü çabalarına tanıklık
etmektir.

Buradan şu sonuca varıyoruz: Onların yolundan ve geleneğinden
sapmak, topluluklarının dışına çıkmak, şayet herhangi bir
ayeti onların sözleri ve görüşleri arasında bulunmayan bir şekilde
tefsir etmek bidattir. Onların, hakkında bir şey söylemedikleri yerde
susmak gerekir.

Allah'ın kitabını anlamak isteyen bir kimse için onlardan yapılan
nakillere dayanmak yeterlidir. Çünkü rivayetlerin sayısı oldukça
kabarık ve binleri aşmaktadır ve her konuda yeterli açıklama
yapılmıştır. Sözgelimi Suyuti, Peygamberimizden, sahabeden ve
tabiinden aktarılan rivayetlerden on yedi bin tanesini tespit ettiğini
söylemektedir.


372 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Buna karşılık olarak derim ki: Daha önce de söylediğimiz gibi,
kâfir, mü'min, Kur'an'ın indiği dönemi gören veya görmeyen tüm
insanları onun hakkında düşünmeye, üzerinde etüt yapıp derin
kavrayışlarda bulunmaya davet eden ayetler, özellikle: "Onlar hala
Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının
katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey
bulurlardı." (Nisâ, 82) ayeti açık bir şekilde gösteriyor ki: Bir araştırmacı,
düşünme ve araştırma yoluyla Kur'an ayetlerinin anlamlarını
algılayabilir. Ayetler arasında görülen zahiri ihtilafları ortadan
kaldırabilir. Ayet bir meydan okuma niteliğindedir.

Dolayısıyla, ayetlerin anlamlarını özellikle böyle bir bağlamda
ashabın, onların talebeleri konumundaki tabiin kuşağına mensup
şahısların anladıklarına, hatta Peygamberimizin (s.a.a) açıklamalarına
döndürmenin bir anlamı yoktur. Çünkü anlaşılan şey, ya
sözün zahiriyle uyumludur, düşünme, araştırma ve inceleme yoluyla
da olsa lafzın desteklediği bir çıkarsamadır ya da anlaşılan şey,
ifadenin zahiriyle uyuşmamaktadır, kelimeler de bunu desteklememektedir.
Bu durumda böyle bir çıkarsama yukarıdaki ayetin
ifade ettiği meydan okumayla ilintili olmaz ve kanıtsallık niteliğini
de yitirir. Bu husus son derece açıktır.

Kuşkusuz, hükümlerin ayrıntılarının, Peygamberimizin (s.a.a)
açıklaması olmadan algılanamayacağı tezi gerçeğin ifadesidir.
Nitekim Kur'an da böyle durumlarda Peygamber efendimize başvurulmasını
öngörür: "Resul size ne verirse, artık onu alın, sizi
neden sakındırırsa, artık ondan sakının." (Haşr, 7) Bunun gibi daha
bir çok ayet örnek gösterilebilir. Kıssaların ve kıyamet günü sahnelerinin
ayrıntıları için de aynı durum geçerlidir.

Buradan anlıyoruz ki, Peygamberimiz (s.a.a) yalnızca bir öğretici
pozisyonundadır. Öğretim ise, deneyimli öğretmenin öğrencisinin
zihnine yol göstermesinden, öğrenmesi ve elde etmesi zor olan
şeyleri algılaması noktasında kılavuzluk yapmasından başka
bir şey değildir. Öğretim olmadan anlaşılması mümkün olmayan


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 373


şeyleri değil kuşkusuz. Çünkü öğretme, yolu kolaylaştırma ve amaca
yakınlaştırma eylemidir. Yeni bir yol icat etme, bambaşka
bir maksat oluşturma değil. Bir öğretmen gerçekleştirdiği eğitim
esnasında, öğrencinin zihninin kolayca alabileceği şekilde yalnızca
ilmi hedefleri belli bir tertibe koymayı ve onları belli bir düzene
sokmayı amaçlar ki bu sayede öğrenci yeni bir tertip ve değişik bir
düzen için emek sarf ederek ömrünü boşa tüketmiş, gücünü yok
yere heder etmiş veya bilgi yanlışlıkları ile yüzyüze gelmiş olmaz.

Aşağıdaki ayetlerde ve benzeri nasslarda işaret edilen husus
budur: "Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni
açıklayasın..." (Nahl, 44) "Onlara kitap ve hikmet öğretiyor." (Cuma,
53) Şu halde Peygamber (s.a.a), insanları eğiten ve onlara bizzat
Kur'an'ın işaret ettiği hususları açıklayan kimsedir. Bunları yüce
Allah Kur'an aracılığıyla zaten açıklamışlar ve insanların da eninde
sonunda bunları anlamaları mümkündür. Yoksa Peygamber
(s.a.a), insanlara Allah'ın kitabından anlamaları mümkün olmayan
şeyleri öğretmekle yükümlü değildir. Çünkü böyle bir iddia şu aye-
tin ifade ettiği hususla kesinlikle uyuşmamaktadır: "Bilen bir kavim
için, ayetler fasıllar halinde açıklanmış Arapça okunan bir
kitaptır." (Fussilet, 3) "Bu ise açıkça Arapça olan bir dildir." (Nahl,

103)

Öte yandan, Peygamberimiz'den (s.a.a) aktarılan ve tevatür
düzeyine ulaşan bir çok rivayette, Kur'an'a sarılmaya, onu esas
almaya ve kendisinden yapılan nakillerin Kur'anla test edilmesine
ilişkin ifadeler yer almaktadır. Bütün bunlar, ancak Peygamberimizden
(s.a.a) aktarılan tüm sözlerin Kur'an'dan da anlaşılabilmesi
durumunda bir anlam ifade ederler. Eğer bunun da anlaşılması
Peygamberimizin (s.a.a) sözlerinin içerdiği açıklamalara bağlı olsa,
muhal nitelikli olan kısırdöngüyle karşı karşıya kalmış oluruz.

Ayrıca ashabın aracılığıyla Peygamber'den nakledilen haberlerin,
aktarılış yollarını bir an için gözardı etsek bile, ifadeler arasında
bir çok ihtilaf vardır. Hem sahabeler arasında ihtilaf, vardır,


374 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


hem de bir sahabeden aktarılan değişik açıklamalar arasında ihtilaf
vardır. Ashaptan aktarılan rivayetleri inceleyenler bunları rahatlıkla
görürler. Buna rağmen biri çıkıp da: "Bir ayetle ilgili olarak,
onlardan aktarılan değişik görüşler içinde birini seçmek ve onun
etrafında birleşmek, ashabın icmasını ihlal etmekten kaçınmak,
onların cemaatlerinin dışına çıkmamak gerekir;" derse, onun bu
sözünün hiç bir geçerliliği olmaz. Çünkü ashabın kendisi bu yolu
tutmamışlar. Böyle bir yönteme bağlı kalmamışlardır. Aralarında
ihtilaf etmekten kaçınmamışlardır. Bu durumda başkalarından
onların sözleri etrafında birleşmeleri istenebilir mi? Oysa onların
sözlerinin başkası için bağlayıcı olmak gibi bir ayrıcalığı olmadığı
gibi, ihtilaf etmek de, onlar için serbest başka insanlar için de yasak
değildir.

Kaldı ki Kur'an ayetlerinin anlamını kavrama bağlamında,
İslam'ın ilk dönemlerindeki sahabe ve tabiin kuşağına mensup
tefsir bilginlerinin elimize ulaşan açıklamalarını esas almak,
bilgiyi doğal merasında ilerlemekten alıkoyar ve araştırma
eylemlerini sonuçsuz bırakır. Bunu ilk dönem tefsircilerin kaleme
aldıkları eserlerde, ilk döneme ait sözlerde gözlemlemek
mümkündür. Çünkü tefsir olarak onlardan aktarılan, basit
anlamlar, derinlikten, araştırmadan, dikkatli gözlemden yoksun
sözlerden başka bir şey değildir. Hani nerede: "Biz kitabı sana, her
şeyin açıklayıcısı olarak indirdik." (Nahl, 89) ayetinde işaret edilen
Kur'anî incelikler, yüksek bilgiler!

İlk kuşak tefsircilerin anlayışları, kararlılıkları ve içtihat şevkleri
dolayısıyla Kur'an anlamlarını kavrayamamalarının imkansız
olduğuna ilişkin olarak ileri sürülen iddiayı da, bizzat onlar arasında
bir çok ayetin anlamı üzerinde yaşanan ihtilaflar, onlardan aktarılan
sözler arasındaki çelişkiler çürütmektedir. Çünkü ihtilaf ve
çelişki, ancak gerçeğin bilinmemesi ve gerçeğe giden yolun başka
yollardan ayırdedilme-mesi durumunda söz konusu olabilir.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 375


İşin aslı şudur: Kur'an'ı anlama yolu kapalı değildir, İlahi beyan
ve hikmetli zikri anlamanın yolu, yine ilahi beyan ve hikmetli zikirdir.
Yâni Kur'an'ın maksatlarını anlamada başka yollara, yöntemlere
ihtiyaç yoktur. Yüce Allah'ın yol gösterici, nur ve her şeyin açıklayıcısı
olarak tanıttığı bir kitabın kendisinden başka yol göstericilere,
başka aydınlatıcı nurlara, mesajının algılanması için başka
kılavuzlara ihtiyaç duyduğu düşünülebilir mi?

Eğer desen ki: Sahih kaynaklarda belirtildiğine göre, Peygamber
efendimiz (s.a.a), Müslümanlara yönelik olarak yaptığı son
konuşmasında şöyle buyurmuştur: "Ben sizin aranızda ağırlığı ve
değeri olan iki şey bırakıyorum. Biri büyük biri de küçüktür. Büyük
olanı, Rabbimin kitabıdır, küçük olanı ise, Ehl-i Beytim'dir. Bu ikisi
hakkında beni riayet edin. Bu ikisine sarıldığınız sürece sapmazsınız."


Bu hadisi gerek Şia, gerek Ehl-i Sünnet kaynakları, mütevatir
kanallardan büyük bir sahabi topluluğundan rivayet etmişlerdir.
Hadis bilginleri, bu hadisi rivayet eden sahabilerin sayısının otuz
beşe ulaştığını belirtmişlerdir.

Bazı rivayetlerde şöyle bir ifadeye yer verilir: "Cennetteki havuzun
yanında bana gelinceye kadar bu ikisi birbirinden ayrılmazlar."

Bu hadis, Ehl-i Beyt İmamlarının Kur'an'la ilgili
değerlendirmelerinin kanıtsal nitelikte olduğunu, dolayısıyla tefsir
bağlamında onların söylediklerini esas almanın, bununla
yetinmenin zorunlu olduğunu gösterir. Aksi takdirde, ikisini
birbirinden ayırma gibi bir durum söz konusu olacaktır.

Buna karşılık olarak Ben derim ki: Biraz önce, Peygamberin

(s.a.a) açıklamalarına tabi olmakla ilgili olarak söylediklerimiz
burada da geçerlidir. Sözü edilen hadis, Kur'an'ın zahirinin kanıtsallığını
iptal etme ve sadece Ehl-i Beyt hadislerinin zahirini hüccet
kılma bağlamında söylenmiş değildir. Nasıl olabilir? Oysa Peygamberimiz
(s.a.a): "Bu ikisi birbirinden ayrılmazlar" buyuruyor. Bu
ifade kanıtsallığın her ikisi için geçerli olduğunu ortaya koymakta

376 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


dır. Şu halde Kur'an'ın kendi anlamlarına işaret etmesi, içerdiği
ilahi bilgileri açığa çıkarması gibi bir misyonu vardır. Ehl-i Beyt İmamlarının
da Kur'an'ın mesajını ve hedefini insanlara göstermek,
Kur'an'ı anlamanın yoluna işaret etmek gibi bir işlevi söz
konusudur.

Kaldı ki, Peygamber efendimizden (s.a.a) rivayet edilen ve
insanları Kur'an'ı esas almaya, içeriği üzerine düşünmeye ve
kendisinden rivayet edilen sözleri Kur'an'la test etmeye davet
eden hadislerin benzeri sözler, Ehl-i Beyt İmamlarından da
(hepsine selam olsun) rivayet edilmiştir.

Öte yandan, Ehl-i Beyt İmamlarından (onlara selam olsun)
aktarılan rivayetlerin büyük bir kısmı, bir ayeti başka bir ayetin
kanıtı olarak algılamaya, bir anlamı başka bir anlama şahit olarak
göstermeye ilişkin ifadeler içermektedir. Böyle bir durum ancak,
anlamın muhatap tarafından algılanabilir, belli ve geçerli bir
yoldan geldiği için de zihni tarafından rahatlıkla bağımsız olarak
kavranabilir olması ile mümkün olacak bir husustur.

Yine Ehl-i Beyt İmamlarından aktarılan başka rivayetlerde de
bu hususa gayet açık bir şekilde işaret edilmektedir. Örneğin el-
Mehasin adlı eserin müellifi, kendi rivayet zinciriyle Ebi Lubeyd el-
Bahranî'den o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah'ın
kitabının müphem, anlaşılmaz olduğunu ileri süren kimse, helak
olur ve başkalarını da helak eder." (s.270, h:360)

Yine bu eserde ve el-İhticac adlı eserde İmam Bâkır'dan (a.s)
buna yakın bir hadis daha aktarılır: "Size bir şeyden söz ettiğim
zaman, onun hakkında Allah'ın kitabındaki açıklamayı sorun..." (el


İhticac, c.2, s.55)

Yukarıda yaptığımız açıklamalarla Kur'an'ın içerdiği bilgileri
Kur'an aracılığıyla algılamanın mümkün olduğu ve bunların akıllardan
örtülü, gizli olmadığını ifade eden hadislerle, zahirleri bunun
tam tersini ifade eden hadisleri birbirleriyle bağdaştırmak ve
çelişkiyi ortadan kaldırmak mümkündür.


Âl-i İmrân Sûresi 7-9 ........................................................................................ 377


Tefsir-ul Ayyâşî'de Cabir'den şöyle rivayet edilir: İmam Sadık

(a.s) buyurdu ki: "Hiç kuşkusuz Kur'an'ın batını bir yönü vardır ve
bu batını yönün de bir zahiri vardır." Sonra dedi ki: "Ey Cabir, insanların
aklına Kur'an'dan daha uzak bir şey yoktur. Bir ayetin başı bir
hususla, ortası bir diğer hususla ve sonu da bir başka hususla ilgili
inmiş olabilir. O değişik yönlere işaret eden ama (başı, ortası, so-
nu) bütünlük arzeden bitişik bir sözdür." (c.1, s.11, h.2) Bu anlamı
destekleyen başka rivayetler de vardır.
"İnsanların aklına Kur'an'dan daha uzak bir şey yoktur" sözü
bazı rivayetlerde Peygamber efendimize nispet edilir. Hz. Ali'den

(a.s) şöyle rivayet edilmiştir: "Kur'an çok yönlü bir taşıyıcıdır..."
(Nehc-ül Belağa, hikmetli sözler: 77)
Şu halde teşvik edilen, Kur'an'ın Kur'an yoluyla tefsir edilmesidir.
Yasaklanansa, Kur'an'ın başka yöntemlerle tefsir edilmesidir.
Bundan da anlaşılıyor ki, tefsir yaparken ayetleri anlamak için
Kur'an'dan yardım istemek ve ayeti ayetle tefsir etmek gerekir.
Kuşkusuz bunun için de Peygamber efendimizden ve Ehl-i Beyti'nden
aktarılan sözler üzerinde düşünmek, bunlar aracılığıyla bu
kabiliyete varmak ve daha sonra tefsir etmeye başlamak gerekir.
Hiç kuşkusuz insanları doğruya ileten yüce Allah'tır.


378 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


10-Şüphesiz inkar edenler, onların malları da, çocukları da
kendilerini Allah'tan müstağni kılmaz. İşte onlar, ateşin yakıtıdırlar.


11- Tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi.
Ki onlar da ayetlerimizi yalanladılar. Böylece Allah günahları aracılığıyla
onları yakalayıverdi. Allah'ın azabı çok şiddetlidir.

12-İnkar edenlere de ki: "Yakında yenileceksiniz ve toplanıp
cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir yataktır."

13- Karşı karşıya gelen iki toplulukta, sizin (siz müşrikler) için
bir ayet ve ibret vardır. Bir topluluk, Allah yolunda çarpışıyordu,
diğeri ise kâfirdi ki göz görmesiyle onları iki kat görüyorlardı. İşte
Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, gözleri olanlar
için gerçekten bir ibret vardır.

14- Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe,
salma (veya işaretli) güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyu



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 379


lan tutkulu şehvet, insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünya
hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.

15- De ki: Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup
sakınanlar için Rabblerinin katında, içinde temelli kalacakları,
altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası
vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.

16- Onlar (sakınanlar); "Rabbimiz şüphesiz biz iman ettik, artık
bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından koru" diyenlerdir.


17- Sabredenler, doğru olanlar, gönülden boyun eğenler, infak
edenler ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir.

18- Allah adaleti ayakta tutarak, gerçekten kendisinden başka
ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan
başka ilah olmadığına şahitlik ettiler. Mutlak güç ve hikmet sahibi
Allah'tan başka ilah yoktur.


380 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


AYETLERİN AÇIKLAMASI


Daha önce: "Bu surenin indiği sıralarda, Müslümanlar içerden
münafıklarla ve onların gelişmelerin aleyhlerine dönmesini, davetlerinin
sonuçsuz kalmasını amaçlayan düşmanların içlerine
attıkları bir takım vesveseler ve zihin bulandırıcı düşüncelere kulak
veren ve etkilenen basit insanlarla sınanıyordu. Dışarıdan ise,
dış dünyanın yoğun bir bas-kısı altındaydılar, müşrikler, Yahudiler
ve Hıristiyanlar, davetlerinin sonuçsuz kalması, yaktıkları meşalenin
sönmesi, nurlarının işlevsiz hale gelmesi için her yola baş vuruyor,
elleriyle, dilleriyle, kısacası var güçleriyle çalışıyorlardı. Su-
renin mesajı, Müslümanları aynı amaç üzerinde birleşmeye, sabretmeye,
direnmeye ilişkin bir çağrı özelliğine sa-hiptir. Böyle
yapmaları durumunda daha sağlıklı bir yapıya kavuşacak, içeriden
kendilerini can evinden vurmayı amaçlayan fitne ve dışarıdan üzerlerine
çullanmaya hazırlanan düşman tehdidi etkisiz kalacaktır."
demiştik.

Daha önce ele aldığımız "Sana kitabı indiren O'dur" diye başlayan
ve "Doğrusu Allah vadiden dönmez" ifadesiyle son bulan
ayetler grubu, münafıklara ve kalplerinde kayma olanlara yönelik
bir eleştiri niteliğindeydi. Bunun yanında Müslümanlara da dinin
temel prensipleri bağlamında anladıkları, kavradıkları hususlar
üzerinde sebat etmeleri, karışık gelen, derinliğini kavrayamadıkları,
gerçek mesajını algılayamadıkları ifadelere de teslim olup pürüzsüz
iman etmeleri telkin ediliyordu. Bu arada, dini hayatı altüst
eden, Müslümanları fitnenin girdabına düşüren ve mutluluk düzenini
bozan en büyük etkenin müte-şabih ifadelere Kur'an'ın bütününden
soyutlayacak şekilde tabi olmak ve onları tevil etme arzusu
şeklinde somutlaşan davranış olduğuna dikkat çekiliyor. Böyle
olunca da dini yolgöstericilik sapıklığa ve şaşkınlığa dönüşür, top



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 381


lumun birliği zedelenir, darmadağın olur, bütünlük yerini uyumsuzluğa,
ahenksizliğe bırakır.

Tefsirini sunmak üzere olduğumuz bu ayetler grubunda ise,
kâfir ve müşriklerin durumu ele alınıyor, onların yakın bir zamanda
yenilgiye uğratılacakları ifade ediliyor. Hiçbir konuda yüce Allah'ı
aciz bırakamayacakları, başkaldırılarının sonuca varmayacağı belirtiliyor.
Bu arada sapıklıklarının ve gerçekleri ayırt edemeyişlerinin
gerisindeki gerekçenin, kendilerine dünyanın çekici güzelliklerinin
tutkulu birer şehvet haline getirilmesi olması olduğu dile getiriliyor.
Dünyanın çekici güzellikleri arasında yer alan mal ve evlat
gibi şeylerin Allah'a karşı kendilerine bir yarar sağlayacağını, Allah'tan
gelebilecek bir azabı bertaraf edebileceklerini sandılar.
Ama bu sanılarında büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü yüce Allah
emrinde galip olandır.

Eğer mal ve evlat gibi şeyler, insana Allah'a karşı bir yarar
sağlayabilseydi, Firavunoğulları ve ondan önceki güçlü, heybetli
ama zalim topluluklara yarar sağlardı. Sözü edilen süper güçler,
Allah'ın azabı karşısında hiçbir şey yapamadılar. Malları ve
orduları kendilerini koruyamadı. Allah onları, günahlarından dolayı
suçüstü yakaladı. İşte şu kâfir ve müşrikler de aynı
şekilde, yakın
bir zamanda yenilgiye uğratılacak ve işledikleri zulümlerden dolayı
suç üstü yakalanacaklardır. Bu arada mü'minlere düşen, sözü
edilen dünyanın gözalıcı, çekici şehvetleri hususunda Allah'tan
korkup sakınmaktır. Bunu yapmaları durumunda, dünya
mutluluğuna, ahiret sevabına ve yüce Rablerinin hoşnutluğuna
nail olacaklardır.

İçeriklerinden de anlaşıldığı gibi, bu ayetler, kâfirlerin durumunu
gözler önüne seriyor. Yine ileride değineceğimiz gibi, bundan
sonraki ayetler de Yahudi ve Hıristiyanlar gibi kitap ehli toplulukların
durumunu sergiliyor.

(Al-i İmran / 10) "Şüphesiz inkar edenler, onların malları da, çocukları da kendilerini
Allah'tan müstağni kılmaz."
Eğna anhu maluhu min fulan=Malı kendisini
falancadan gani kıldı." dediğimizde, sahip olduğu malın o



382 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


nun falan kimseye olan ihtiyacını ortadan kaldırdığına, artık malından
dolayı ona muhtaç olmadığına işaret etmiş oluruz. İnsan,
varoluşunun ve çevresini algılamaya başlamasının ilk aşamasında
kendisini dışarıya muhtaç görür. Bu, aynı zamanda, bir yaratıcıya
ve düzenleyiciye ihtiyaç olduğunun ilk fıtri algılamasıdır.

Sonra kendisini sebepler içinde sınırlı bulduğunda ve ihtiyaçlarının
da neler olduğunu tespit ettiğinde, ilk önce bedensel, bitkisel
kemale ihtiyacının olduğunu algılar. Burada beslenme ve evlat
sahibi olmayı kastediyoruz. Sonraki aşamalarda iç güdüleri, diğer
hayvansal kemallerin de farkına varmasını sağlayacak yönde devreye
girerler. Bunlar da yavaş yavaş insanın hayal gücünün dünyanın
alımlı giysiler, barınma yerleri ve çiftleşme gibi süslerini kemal
olarak gösterdiği şey-lerdir. Tam bu noktada beslenme iç güdüsü,
mal sahibi olma iç güdüsüyle yer değiştirir. Ki onun hayatın tüm
problemlerini çözecek bir anahtar olduğu sanılır. Çünkü insanların
genel eğilimi malın böyle bir işlevinin olduğu yönündedir.

İnsanın mutluluğunun garantisinin beslenme ve evlat olduğu
şeklindeki düşünceden sonra, dünya hayatının mal ve evlat sahibi
olmaya bağlı olduğu sanısı egemen olur. Bu noktadan sonra insan
çekici güzelliklere ve şehvetlere büyük bir tutkuyla yönelir. Tüm
ilgisini sebepler üzerinde yoğunlaştırır. Bundan dolayı kalbi de sebeplerin
ötesine geçemez olur. Sebeplerin bağımsız etkinliklerinin
olduğunu varsayar. Bu aşamada artık Rabbini unutur. Mal ve evladın
kuyruğuna yapışır. Ama bu bilgisizlik insanın felaketidir. Çünkü
o, bu davranışıyla Rabbinin ayetlerinin üzerini örter, onları inkar
eder. Bunun nedeni, temel gerçekleri karıştırmış olmasıdır. Çünkü,
onun Rabbi Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur, O, diridir, tüm evrenin
egemenidir. Hiçbir şey hiçbir şekilde O'ndan müstağni olamaz.
Herhangi bir şeyin insanı O'ndan müstağni kılması mümkün
değildir.

Bu açıklama ile, ayette, çocuklardan önce maldan söz edilmesinin
nedeni anlaşılıyor. Çünkü insanlar açısından mala bunun


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 383


aslının da beslenme olduğunu vurguladık- güvenmek evlada güvenmekten
daha öncelikli ve daha fazla itibar edilen bir husustur.
Kimi durumlarda evlat sevgisinin mal sevgisini bastırdığı görülse
de vardığımız bu sonuç değişmez.

Ayette, yanlış algılamaları dışlayan anlatıma benzer, özlü anlatım
söz konusudur. Bu durumda ayetin anlamsal açılımı
şöyle olur:
İnkar edenler, ayetlerimizi yalanladılar, mallarının ve evlatlarının
kendilerini Allah'tan müstağni kılacağını sandılar. Onlar büyük
bir yanılgıya düştüler. Çünkü hiçbir zaman ve hiçbir şeyde Allah'tan
müstağni olmak mümkün değildir. Bir sonraki ayet de bu noktaya
temas etmektedir.

"İşte onlar, ateşin yakıtıdırlar" Ayetin orijinalinde geçen "elvekûd"
ateş tutuşturma ve alevlendirme amacıyla kullanılan yakıt
demektir. Bu bakımdan ayet, aşağıdaki ayetle aynı anlamı vurgulamaya
yöneliktir: "Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının."
(Bakara, 24) "Gerçekten siz de, Allah'ın dışında taptıklarınız da
cehennemin odunusunuz." (Enbiya, 98) Bu ayetlerle hangi noktaya
işaret edildiği ile ilgili olarak Bakara suresinin tefsirinin akışı içinde
bazı açıklamalara yerverdik.

Söze isim cümlesi ile başlamak, öncelikle işaret ismine
(ulaike) yervermek, kullanılan işaret isminin uzaklığı gösterir olması,
araya fasl zamirinin (hum=onlar) konulması, "yakıt" kelimesinin
tek başına değil de "ateş"e izafe edilmiş olarak kullanılması,
bütün bunlar, ifadede bir sınırlandırma amacının güdüldüğünü
gösterir. Bundan da kaçınılmaz olarak şu sonuç çıkıyor: Allah'ın
ayetlerini yalanlayan kâfirler, ateş azabının temel unsurları ve cehennemin
tutuşturulması için kullanılan asıl yakıtlar konumundadırlar.
Diğer günahkarlar, ancak onlarla tutuşturulan ateşte yanarlar.
Burada değinilen husus, ileride: "Bu, Allah'ın murdar olanı
temizden ayırdetmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde
kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir." (Enfâl, 37)
ayetiyle ilgili olarak yapılan açıklamayı destekler niteliktedir.


384 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


(Al-i İmran / 11)"Tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi..." Aye-
tin orijinalinde geçen "de'b" kelimesi, dilbilimcilerinin belirttiğine
göre, "sürekli gidiş" demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
"Sürekli seyreden güneşi ve ayı emrinize verdi." (İbrahim, 33)
Gelenek ve adetler de sürekli gidiş oldukları için "de'b" olarak isimlendirilmişlerdir.
Ayette kastedilen de bu anlamdır.

"Kede'bi=gidiş tarzı gibi" ifadesi, takdir edilmiş bir ifadeyle ilintilidir.
Bu takdiri ifadeye de önceki ayette işaret ediliyor: "Onları
müstağni kılmaz." "Gidiş tarzı." ifadesini "ayetlerimizi yalanladılar"
ifadesi açıklıyor ve o da cümle içinde "hal=vaziyet bildirme" işlevini
görüyor. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ayetin takdirî anlamı
şöyle olur: "inkâr edenler, ayetlerimizi yalanladılar ve bunu sürekli
bir gelenek haline getirdiler. Bunu yaparken mallarının ve evlatlarının
Allah'a karşı kendilerini müstağni kılacağını sandılar. Tıpkı
Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi. Ki
onlar da ayetlerimizi yalanlamışlardı.

"Böylece Allah günahları aracılığıyla onları yakalayıverdi."
"Bizunûbihim=günahları" kelimesinin başındaki "Ba" harf-i cerri,
görüldüğü kadarıyla sebebiyet ifade etmektedir. "Aheztuhu bi
zenbihi=onu günahıyla yakaladım" denildiği zaman, "Onu günahı
sebebiyle yakaladım" anlamı kastedilir. Ancak iki ayetin paralelliği
ve inkar edenlerin durumlarının Firavun hanedanı ve onlardan önceki
toplumların gidiş tarzıyla karşılaştırılması, "ba" harfinin alet
özellikli olmasını gerektirmektedir. Çünkü inkar edenler için, onların
ateşi tutuşturmada kullanılan yakıtlar oldukları, böylece azap
gördükleri belirtiliyor. Nitekim Firavun hanedanı ve onlardan önceki
kâfirler de gü-nahlar aracılığıyla suç üstü yakalanmışlardı.
Dolayısıyla onların başına gelen azap, onların işledikleri günahın
aynısıydı. Kurdukları düzenler kendi başlarına geçti, işledikleri zulümler
sonuçta kendilerine geri döndü. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyurur: "Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp
kuşatmaz." (Fatır, 43) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Onlar


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 385


bize zulmetmediler, ancak kendi nefislerine zulmettiler." (Bakara,
57)

Buradan hareketle yüce Allah'ın kendisini "cezası çok şiddetlidir"
şeklinde tanıtmasının ne anlam ifade ettiğini kavrıyoruz. Buna
göre, yüce Allah'ın azabı insana bir açıdan gelip de bir başka
açıdan ulaşmayan, bir mekanda dokunup da bir başka mekanda
dokunmayan, bir şartla isabet edip de bir başka şartla isabet etmeyen,
yönelmeyen türden değildir. Ama yüce Allah'tan başkasının
cezalandırması bu tür özellikler taşımaz. Sözgelimi Allah'tan
başkasının bir insana yönelttiği kötülük sadece bazı yönlerden
ulaşabilir; üstten ve ya alttan örneğin. Bazı yerlerde dokunabilir,
ama diğer bazı yerlerde dokunmaz. Dolayısıyla kaçmak, sakınmak
veya bir yere sığınmakla bu tür kötülüklerden yakayı sıyırmak
mümkündür. Oysa yüce Allah'ın cezalandırması için bunu söyleyemeyiz.
O, insanı ameliyle ve günahıyla yakalar. Günah, zahiri ve
batınî olarak insanla beraberdir, ondan ayrılmaz. İnsanı ateşin
yakıtı yapar, onu çepeçevre kuşatır. Kaçmanın, ya da kaçmamanın
hiçbir yararı yoktur. Ondan yakayı sıyırmanın, kaçıp kurtulmanın
imkanı olmaz. Çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir.

"Ayetlerimizi yalanladılar, böylece Allah günahları aracılığıyla
onları yakalayıverdi." ifadesinde, önce gayıb sigasından (üçüncü
şahıs kipinden) doğrudan hitap sigasına geçiş [önceki ayette gayıp
farze-dilmiş "ayetlerimizi yalanladılar" cümlesinde birinci çoğul
şahıs kipinde söz konusu edilmiştir] yapılıyor, ardından yeniden
gayb sigasına geçiş yapılıyor. [ve "Allah yakalayıverdi" denilerek
üçüncü tekil şahıs kipinde söz konusu edilmiştir.]

Gayıp sigasından hitaba geçiş yapılmasının nedenine gelince:
"Ayetlerimizi yalanladılar" ifadesinde dinleyicinin zihnini uyaran
ve neşe kazandıran bir etki söz konusudur. Bunun yanında haberi
doğrulamaya yaklaştırma amacı da güdülüyor. Tıpkı bir insana:
Falan adam iğrenç hayasızlıklar işleyen bir kimsedir. Onunla birlikte
olma bedbahtlığına düştüm. Onunla oturup kalkmaktan ka



386 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


çınmak gerekir" demen gibi. Çünkü: "Ben de onunla beraber olma
bedbahtlığına düştüm" cümlesi, haberi doğrulatma ve gerçekliğini
kanıtlama amaçlıdır. Bunu da tanık olmaya ya da somut gözlemlere
dayanarak gerçekleştiriyor.

Şu halde şöyle bir anlam kastedilmiş diyebiliriz -Allah doğrusunu
herkesten daha iyi bilir-: "Firavun hanedanı da, küfür ve ayetleri
yalanlama bakımından şu kâfirlere benzer bir gidiş tarzı üzereydiler.
Bu haberde kuşku yoktur. Çünkü biz oradaydık ve olaylara
tanıktık. Nitekim ayetlerimizi yalanladılar, biz de onları yakalayıverdik."


Yine gayıp sigasına geçiş yapılmasının nedeni ise, "Allah onları
yakalayıverdi." ifadesinde, istenen amacın elde edilmesinden
sonra, sözün normal akışına, yâni gayp sigasıyla cümle kurulmasına
geri dönülüyor. Bunun yanında, bu ifade ile hükmün merciinin
uluhiyet makamı olduğuna işaret ediliyor. Bu makam tüm evrendeki
işler üzerinde egemendir, bütün gelişmeleri O, yönlendirir.
Büyük küçük her şey O'nun kontrolündedir. Bu nedenle "Allah'ın
azabı çok şiddetlidir." ifadesinde "Allah" lafzı bir kez daha tekrarlanıyor
ve "O'nun azabı çok şiddetlidir" denilmiyor. Bu tarz bir ifade
şeklinin seçilmiş olması, onlara, yüce uluhiyet makamına ve günahkârları
günahlarından dolayı yakalaması son derece kolay olan
zâta karşı çıktıklarının, savaş açtıklarının hatırlatılması amacına
yöneliktir. O'nun, azabı çok şiddetlidir. Çünkü O, ulu Allah'tır.

(Al-i İmran/12)"İnkâr edenlere de ki: Yakında yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme
sürüleceksiniz."
Ayetin orijinalinde geçen "tuh-şerûne" fiilinin
mastarı olan "haşr" kelimesi, bir topluluğu bulundukları yerden,
kovmak suretiyle çıkarmak demektir. Bir kişi için kullanılmaz. Nitekim
yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Onları da mahşerde
bir arada toplamışız da, içlerinden hiçbirini dışarıda bırakmamışızdır."
(Kehf, 47) Tefsirini sunduğumuz ayetin orijinalinde geçen "elmihad"
kelimesi, yatak demektir.


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 387


Ayetin zahirinden anladığımız kadarıyla, kâfirler ve inkar edenler
ifadesiyle kastedilenler, müşriklerdir. Bundan önceki ayetin
zahiri de bu yönde bir mesaj içermektedir. "Şüphesiz inkar edenler,
onların mal-ları da, çocukları da..." Yâni burada Yahudiler
kastedilmiyor. Böyle bir anlam, iki ayet arasındaki bütünlüğe daha
uygun düşmektedir. Çünkü bu ayette, onların yenilgiye uğratılmalarından
ve cehenneme doğru toplatılmalarından söz edilirken,
önceki ayette onların büyüklük kompleksine kapılmalarına, burun
kıvırmalarına, mal ve evlada güvenmekten kaynaklanan ekabirliklerine
işaret ediliyor.

"Karşı karşıya gelen iki toplulukta, sizin için bir ayet ve ibret vardır."
Ayetin zahirinden algıladığımız kadarıyla hitap kâfirlere yöneliktir.
Bu bakımdan ifade, Peygamberimizden kâfirlere karşı söylenmesi
istenen: "Yakında yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz."
ifadesinin tamamlayıcı parçası konumundadır. Bunun
yanında hitabın mü'minlere yönelik olması da mümkündür. Onlar,
ibret almaya, yüce Allah'ın Bedir günü kendilerine yaptığı iyiliği
düşünmeye davet edilmiş olabilirler. Çünkü yüce Allah Bedir günü
gözlerde tasarrufta bulunarak olağanüstü bir zafer bahşetmişti.
Bu durumda, ifadenin bir tür iltifat sanatı örneğini içerdiğini söyleyebiliriz.
Çünkü Peygamberimizden söylenmesi istenen: "İnkar
edenlere de ki:" diye başlayan ifade sonunda, kendisiyle beraber
olan mü'minlere yönelik bir çağrı şeklini de alıyor. Ancak, şimdiye
kadar yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, ayetin akışı
itibariyle birinci değerlendirme daha uygundur.

Ayet, iki topluluğun karşı karşıya gelmesinden ve yüce Allah'ın
Allah yolunda savaşan topluluğa yardım etmesinden söz ettiği
için, -kıssayı somut olarak anlatmamasına ve olayın adını koymamasına
rağmen- Bedir savaşına uyarlanabilir. Sure de bu olaydan,
hatta Uhud savaşından sonra nazil olmuştur.

Öte yandan ayetin zahirinden anladığımız kadarıyla, kıssa, bu
özellikleriyle muhataplar tarafından biliniyordu, onlar burada anla



388 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


tılan olayları hatırlıyorlardı. Çünkü bu kıssa ile ilgili anlatıma:

(Al-i İmran / 13) "Karşı karşıya gelen iki toplulukta, sizin için bir ayet ve ibret vardır."
ifadesiyle giriş yapılıyor. Yüce Allah sadece Bedir savaşı ile
ilgili olarak, savaşan tarafların gözlerini yanılttığını, karşı tarafı
olduğundan farklı görmelerini sağladığını belirtiyor.

Bedir savaşı hakkında kullanılan ifade ise şöyledir: "Karşı
karşıya geldiğinizde, Allah, olacağı olan işi gerçekleştirmek için,
onları göz-lerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu.
Ve bütün işler Allah'a döndürülüyor." (Enfâl, 44) Gerçi, bu
ayette, çok gösterme yerine az göstermeden söz ediliyor; ancak
başlangıçta mü'-minler müşriklere az gösterilmiş olabilir, ki sal-
dırmaya cesaret edebilsinler, vuruşmaktan kaçmasınlar. Sonra iki
topluluk karşı karşıya gelince ve saflar birbirine girince, mü'minler
onlara çok gösterilmiş olabilir, ki psikolojik olarak hezimete uğrasınlar
ve çözülüp kaçsınlar.

Her halukarda tefsirini sunduğumuz ayette, onların zihninde,
karşı tarafın çok gösterilmesi olayı üzerinde durulmuştur. Eğer
ayetin müşriklere hitap ettiğini kabul edersek, bu durumda, ayeti
ancak Bedir sa-vaşı ile ilgili bir anlatım olarak alabiliriz. Kaldı ki
ayetin bir kıraata göre "yerevnehum=görüyorlar" yerine
"terevnehum=görüyordunuz" şeklinde okunması, bizim söylediklerimizi
destekleyen bir husustur.

Bu durumda ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Siz ey
müşrikler, eğer basiret sahibi, gerçekleri gören kimseler olsaydınız,
galibiyetin hakka ait olduğunu, yüce Allah'ın dilediğini yardımıyla
desteklediğini, mal ve evlat ile galibiyetin elde edilmediğini
anlamanız için Bedir günü meydana gelen olayları ibret almanız
ve gerekli dersleri çıkarmanız için yeterliydi. Mü'minler yüce Allah'
ın yolunda savaşıyorlardı. Onlar azınlıktılar ve sayıları kâfirlerin
üçte biri kadar bile olmayan zayıflar topluluğuydular. Kâfirlerle
onların gücünü mukayese etmek bile abesti. Üç yüz on üç kişiydiler
ve sadece altı zırhları, sekiz kılıç ve atlıları vardı. Müşriklerin


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 389


gücü ise, yaklaşık olarak bin savaşçı civarındaydı. Donanımları,
atları, develeri, güçleri sayılmayacak ölçüde idi. Her bakımdan
hazırdılar. Ama sayıca azınlık ve zayıf konumda olmalarına rağmen
yüce Allah düşmanlarına karşı mü'minlere yardım etti. Onları
düşmanın gözünde çok gösterdi. Melekler mü'minleri desteklediler.
Güvendikleri malları ve evlatları, sayısal çoklukları, donanımları,
orduları, Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlayamadı.

Yüce Allah, burada yaptığı gibi, Enfâl suresinde Bedir kıssasını
anlatırken, iki kez Firavun hanedanının ve onlardan önceki
toplulukların Allah'ın ayetlerini yalanlama geleneklerini gündeme
getiriyor ve bu günahlarından dolayı suç üstü yakalandıklarını
hatırlatıyor.

Bedir savaşını hatırlatmak suretiyle öğüt verilmesi, önceki ayette
işaret edilen galibiyetten maksadın öldürülme, köklerinin
kurutulması olduğuna yönelik bir işarettir. Dolayısıyla ayetler, bir
bakıma savaş tehdidi niteliğindedir.

"Bir topluluk Allah yolunda çarpışıyordu, diğeri ise kâfirdi..." Dikkat
edilirse, ayette "diğeri ise şeytan veya tağut yolunda savaşıyordu"
şeklinde bir ifade kullanılmıyor. Çünkü sözün akışı, iki yol arasında
bir karşılaştırma yapmaya yönelik değildir. Tersine, burada amaç,
hiçbir şekilde Allah'tan müstağni olunamayacağını vurgulamaktır.
Galibiyetin O'nun elinde olduğunu anlatmaktır. Şu halde, burada
Allah'a iman ve O'nun yolunda cihad ile Allah'ı inkar arasında bir
karşılaştırma yapıldığından söz edebiliriz.

Ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla "yerevnehum misleyhim=
onları iki kat görüyorlardı" ifadesindeki iki zamir "Bir topluluk...
savaşıyordu" ifadesine dönüktürler. Yâni, kâfirler mü'minleri
olduklarının iki katı olmak üzere altı yüz yirmi kişi olarak görüyorlardı.
Oysa gerçek sayıları üç yüz on üçtü. Öte yandan iki zamirin
dönüş yerlerinin farklı olması ihtimalini göz önünde bulundurduğumuz
zaman şöyle bir anlam çıkar karşımıza: "Mü'minleri, kâfir



390 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lerin sayısının iki katı kadar görüyorlardı." Ancak bunun da ifadenin
zahiri ile uyuşmadığı ortadadır.

Bazıları iki zamirin "kâfir topluluğa" dönük olması ihtimalini
söy-lemişlerdir. Eğer böyle olursa şöyle bir anlam elde etmiş oluruz:
Kâfirler, kendilerini, asıl sayılarının iki katı (yâni bin kişiyi iki
bin kişi) olarak görüyorlardı. Bunun sonucunda mü'minleri de aynı
oranda azımsamaları gerekir. Bu demektir ki, mü'minleri kendilerinin
altıda bir oranları kadar görüyorlardı. Gerçekte ise
mü'minlerin onların sayısına oranları üçte birdi. Böyle bir yorum
söz konusu ayetin Bedir kıssası ile ilgili olan şu ayetle uyuşması
için yapılmıştır: "Karşı karşıya geldiğinizde, Allah, olacağı olan işi
gerçekleştirmek için, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de
onların gözlerinde azaltıyordu." (Enfâl, 44) Aksi takdirde bir ayetin
diğer bir ayetle çelişmesi söz konusu olacaktır.

Buna karşılık olarak şöyle cevap verilmiştir: Böyle bir şey en
beliğ, en etkili bir sözün görkemine yakışmayacak bir karışıklığa
yol açar. Hatta değerlendirmeye göre ayetin şöyle olması gerekirdi:
"Yerevne enfusehum misleyhim" "Onlar kendilerini bulunduklarının
iki katı görüyorlardı." veya bunu ifade edecek başka bir cümle
kullanılması gerekirdi. İki ayet arasında çelişki olması ihtimaline
gelince; böyle bir ihtimal, ancak tavır ve konumun aynı olması
durumunda söz konusu olabilir. Oysa böyle bir sonucu haklı çıkaracak
herhangi bir kanıt yoktur. Çünkü yüce Allah'ın her iki topluluğu
da karşı tarafın gö-züne az göstermiş olabilir. Ki kalpleri savaşa
daha sıkı bir şekilde bilensin. Cesaretleri artsın, ancak vuruşmalar
fiilen başlayınca, savaş iyi-ce kızışınca kâfirler
mü'minleri, oldukları sayılarının iki katı olarak görmeye başladılar.
Bunun üzerine psikolojik hezimete uğrayarak, ar-kalarına bakmadan
savaş meydanından kaçmaya başladılar. Bu ifade bir açıdan,
kıyamet gününü tasvir eden şu ayetlere benziyor: "İşte o gün ne
insan, ne de cinne günahından sorulmaz." (Rahman, 39) "Ve onları
durdurup tutuklayın, çünkü sorguya çekileceklerdir." (Sâffat, 24)


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 391


Bunun, her iki ayetin ilgili oldukları konumların birbirlerinden farklı
olmasından başka bir izahı olmaz.

"Onları iki kat görüyorlardı" ifadesinde iki zamirle ilgili olarak
başka ihtimaller üzerinde de durulmuştur; ancak bu ihtimallerin
ortak noktası, ayetin zahiri ile bağdaşmamalarıdır. Bu yüzden söz
konusu ihtimalleri burada değerlendirme gereğini duymadık. Yine
de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.

"Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, gözleri olanlar
için gerçekten bir ibret vardır." Ayette geçen "yueyyidu" kelimesinin
mastarı olan ve desteklemek anlamına aldığımız "teyid"
kelimesi, el anlamına gelen "yed" kelimesinden türemiştir ve güç
anlamını ifade eder. "Absar=gözler" ifadesiyle neyin kastedildiği
hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre,
maddi gözler kastedilmiştir. Çünkü ayet, görme yanılması ile ilgilidir,
sayı-ların az veya çok gösterilmesi şeklinde gözlerde tasarruf
edildiğini içermektedir. Bir diğer görüşe göre, kastedilen basirettir,
sezgidir. Çünkü ibret almak kalbî basiret yoluyla gerçekleşen bir
durumdur, gözlerle değil. Aslında mesele son derece basittir. Öncelikle
yüce Allah, ibret tablolarından ve örneklerden gerekli dersleri
çıkarmayan insanları körler kategorisine sokmaktadır. Gözün
görmesi, hakkı batıldan ayırması gerektiğini vurgulamaktadır.
Burada söz konusu edilen iddia şudur: İnsanların uymakla yükümlü
oldukları hak, açıktır, nesneldir ve somuttur. Maddi gözlerin bunu
görmeleri gerekir.

İlahi bilgiler bağlamında maddi gözler ile basiret aynı işlevi görürler.
(Bunda da bir tür istiare söz konusudur) Çünkü ilahi bilgiler
son derece açık ve nettirler. Bu anlamı vurgulayan birçok ayet vardır.
Bizim işaret ettiğimiz hususlara en güzel bir şekilde işaret e-
den ayet ise, şudur: "Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak
sinelerdeki kalpler körelir." (Hac, 46) Demek isteniyor ki, basiretler
başlarda değil, kalplerdedir. "Gözleri vardır bununla görmezler."
(Araf, 179) Bu ayetin ifade tarzı, bir durum karşısında şaşkınlık be



392 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lirtme niteliklidir. "Gözü üstüne bir perde çekti." (Casiye, 23) Bunun
gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

Şu halde, üzerinde durduğumuz bu konu bağlamında
"ebsar"dan maksat, maddi gözlerdir. Çünkü gözlerin ibret alması
ve verilen mesajı anlayıp gerekli dersleri çıkarması gerekir. Burada
istiareli kinaye sanatı söz konusudur. Bu istiarede yatan ince
nükte şudur: Mesele o kadar açık ve somuttur ki, maddi gözler
bile algılayıp gerekli dersleri çıkarabilir." Ayrıca, bir şeyin maddi
gözlere farklı gösterilmesi ile ilgili bir konu bağlamında böyle bir
şeyden söz edilmesi de inceliği daha bir belirginleştirmektedir.

"Şüphesiz bunda..." ifadesi, görüldüğü kadarıyla, yüce Allah'ın
Peygamberimize (s.a.a) yönelik olarak ifade ettiği sözlerin bütünleyici
parçasıdır. "İnkar edenlere de ki..." sözü ile işaret edilen
Peygamberimize (s.a.a) ait sözün bütünleyicisi değildir. Bunun
kanıtı da "zali-ke=işte bunda" sözünün orijinalinin sonundaki "kaf"
harfidir. Çünkü burada hitap Peygamberimize (s.a.a) yöneliktir.
Sözün akışının bu noktasında, özel olarak Peygamberimize hitap
edilmesinde verilmek istenen ince bir mesaj vardır. Buna göre
onların anlayışları kıt, kalpleri körelmiştir, bu tür ibret tablolarından
gerekli dersleri almaları mümkün değildir.

( Al-i İmran / 14 )"Kadınlara... duyulan tutkulu şehvet insanlara
süslü ve çekici kılındı."
Bu ve bundan sonraki ayet, bundan önceki
ayetin açıklaması ve gerçeğin dikkatlere sunulması niteliğindedirler.
Çünkü bundan önce, şöyle bir ayet yer almıştı. "Şüphesiz inkar edenler, onların
malları da, çocukları da kendilerini Allah'tan müstağni kılmaz."
Buradan anlaşılıyor ki, onlar, mal ve evlat sahibi olmakla Allah'tan
müstağni olunacağına, insanın Allah'a ihtiyacının kalmayacağına
inanıyorlardı. İşte bu ayet de, böyle bir anlayışa sahip olmalarının
sebebinin bu tür tutkulu şehvetler üzerine yumulmaları, bunları
esas amaç edinerek ahiretle ilgili meselelere duyarsız kalmaları
olduğunu vurguluyor. Dünyanın çekici güzelliklerine yönelik tutkulu
bağlılıkları yüzünden olguları birbirine karıştırmışlardır. Çünkü


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 393


bunlar dünya hayatının metaıdır. Bunların tek özellikleri, Allah katındaki
güzel akıbete ulaşmaya yönelik birer ön hazırlık olmalarıdır.
Bununla beraber, onlar bu tür bir sevgiyi ilk defa icat etmiş
değildirler ve bu tür bir bağlılık salt onlara özgü bir durum değildir.
Tam tersine, onlar ilahi yasalar sistemi uyarınca böyle bir eğilime
sahip olmuşlardır. Yeryüzündeki hayatın devamı, insanlarda bu tür
eğilimlerin olmasına bağlıdır. Eğer böyle olmasaydı, insan denen
canlı türünün hayatını sürdürmesi, kalıcılığını gerçekleştirmesi ve
Allah'ın kendisi için takdir ettiği sürekliliği yakalaması mümkün
olmayacaktı. Nitekim yüce Allah bir ayette, bu hususa işaret ediyor:
"Sizin için yeryüzünde belli bir vakte kadar bir yerleşim ve
meta vardır." (Bakara, 36)

İnsanlar için bu tür duyguların ön görülmüş olması, bunları
ahiret yurdu için birer araç kılmaları, bu dünyanın çekici metaından,
öbür dünyada yararlanacakları şeyleri almaları amacına yöneliktir.
Yoksa, dünyadaki çekici süslere ve göz alıcı güzelliklere
bağımsız bir gözle bakmak ve bunların ötesini unutmak, her
halukarda Rablerine doğru yol aldıkları halde, yolu amacın yerine
koymaları için değil. Yüce Allah bir ayette bu hususa şöyle işaret
ediyor: "Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık;
onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim
diye. Biz gerçekten yeryüzü üzerinde olanları kupkuru çorak
bir toprak yapabiliriz." (Kehf, 7-8)

Ancak bu gafiller, ilahi sistem gereği yeryüzüne serpiştirilen,
Allah'ın hoşnutluğunu kazanmanın öncülleri ve gerekçeleri niteliğine
sahip bu somut araçları bağımsız olgular gibi algıladılar. Bizzat
kendilerinden dolayı sempatiyi hakkettiklerini düşündüler, onların
kendilerini Allah'tan müstağni kılacağını sandılar. Fakat,
kendilerine nimet olarak sunulan bu güzellikler, birer cezaya, yakınlaştırıcı
ödüller iken birer vebale dönüştüler. Yüce Allah bir yerde
bu hususa şöyle işaret etmektedir:


394 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


"Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla
insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi karışmış olan
bir su gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi
gerçekten ona güç yetirdiklerini sanmışlarken gece veya gündüz
ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş
gibi, onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız... O gün,
onların tümünü bir arada toplayacağız, sonra şirk katanlara: "Yerinizden
ayrılmayınız; siz de, şirk koştuklarınız da" diyeceğiz. Artık
onların arasını açmışızdır... Onlar asıl gerçek mevlaları olan
Allah'a döndürülecekler. Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden
kaybolup uzaklaşacaklar." (Yunus, 24-30 )

Bu ayetler, dünya hayatının ve gözalıcı süslerinin Allah'ın
kontrolünde olduğunu belirtiyorlar. Dünya hayatı ve çekici süsleri
üzerindeki tek egemen, yüce Allah'tır. Başka hiç kimsenin
yöneticiliği, egemenliği söz konusu değildir. Ancak, insan bunların
dış görünümüne aldandığı için, bunların kendi elinde olduğunu
düşünür. Bunları dilediği gibi yönlendirebileceğini,
düzenleyebileceğini varsayar. Bundan dolayı, bunlar üzerindeki
egemenlik bağlamında bir takım ortaklar edinir. Bir takım putları
veya işlev bakımından putlarla aynı pozisyonu taşıdığı mal ve
evladı Allah'a ortak koşar. Yüce Allah yakında onu bunların nasıl
elinden kayıp çıktıklarını görebileceği bir realiteyle yüzyüze getirecektir.
Onunla Allah'a ortak koştuğu düzmece ilahlar arasındaki
bağ-ları koparacaktır. Tam bu sırada insanın bir iftira eseri olarak,
dünya üzerindeki egemenlik noktasında Allah'a ortak koştuğu
düzmece ilahlar ortaklıktan sıvışıp kaybolacaklardır. İnsan, dünya
ve dünyadaki gerçeklerle ilgili olarak öğrendiklerinin ne anlama
geldiğini somut bi-çimde kavrayacaktır. Gerçek mevlası olan
Allah'a dönecektir.

Hiç kuşkusuz bu süslü çekicilik, yâni dünyanın bağımsız bir
çekiciliğe sahipmiş, amaç ve hedef olma güzelliğini temsil ediyormuş
gibi görünmesi yüce Allah'tan kaynaklanan bir durum değildir.
Çünkü her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan Ulu Al



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 395


lah, yarattığı varlıkları, yapıcı, olumlu olmayan ve varmayacağı bir
amaca yönelik olarak yönlendirmekten münezzehtir. Nitekim yüce
Allah Kur'an'da şöyle buyurmuştur: "Allah kendi emrini yerine
getirip gerçekleştirendir." (Talak, 3) "Allah emrinde galip olandır."
(Yusuf, 21) Dolayısıyla insanların dünyayı bu tarz algılamaları illa da
bir şeyden kaynaklanacaksa, şeytandan kaynaklanan bir durumdur.
Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Şeytan,
onlara yapmakta olduklarını çekici gösterdi." (En'âm, 43) "Şeytan
onlara amellerini çekici göstermişti." (Enfâl, 47)

Hiç kuşkusuz, böyle bir durumun meydana gelmesi, yüce Allah'ın
izin vermesine bağlıdır. Çünkü fitne olgusunun tamamlanması
ve pratik eğitimin dosdoğru bir çizgide gerçekleşmesi buna
bağlıdır. Nitekim yüce Allah bu hususa bir ayette şöyle işaret ediyor:
"İnsanlar, sadece iman ettik diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını
mı sandılar? An-dolsun, onlardan öncekileri sınadık;
Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları
da bilmektedir. Yoksa kötülükleri yapanlar, bizi aşıp geçeceklerini
mi sandılar? Ne kötü hükmediyorlar?" (Ankebut, 2-4) Şu ayette
işaret edilen hususu da bu izinle izah edebiliriz: "Her ümmete yap-
tıklarını süslü gösterdik." (En'âm, 108) Ayrıca yukarıda işaret ettiğimiz
ayeti aşağıdaki ayette yüce Allah'a nispet edilen süslü göstermeyle
ilgili açıklamamızla da yorumlamak mümkündür: "Şüphesiz
biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların
hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye."

(Kehf, 7)

Kısacası iki türlü süslü gösterme, çekici kılma vardır. Birisi,
dünyayı ahiret için bir aracı kılma, dünya hayatının çeşitli konumlarında
sergilenen, mal, evlat, makam ve canlarla ilgili çeşitli fiilleri
Allah'ın rızasını elde etme amacıyla gerçekleştirme hedefine
yöneliktir. Bu, ilahi irade doğrultusunda gerçekleşen güzel bir davranış
tarzıdır. "Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri, ona bir
süs kıldık" ayetinde olduğu gibi, yüce Allah bu tarz bir süslü gös



396 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


termeyi kendisine nispet etmiştir. Şu ayette aynı anlamı vurgulamaktadır:
"De ki; Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz
rızkları kim haram kılmıştır?" (A'râf, 32)

Süslü göstermenin bir diğer şekli ise, kalpleri celbetmeye ve
onları süslerin ötesine geçmeyecek şekilde çekici güzelliklerin
tutkunu haline getirmeye, Allah'ı zikretmekten alıkoymaya yöneliktir.
Bu tarz bir süslü gösterme şeytan menşeli ve yerilmeyi hakkeden
bir davranıştır. Yüce Allah bunu şeytana nispet etmiştir.
Kullarını da bu tarz bir süslü göstermenin tuzağına düşmemek
hususunda uyarmıştır. Yukarıda da yer verdiğimiz şu ayet bu tür
uyarılara bir örnektir: "O zaman şeytan onlara amellerini çekici
göstermişti:" (Enfâl, 47) Bir diğer ayette, yüce Allah Şeytanın ağzından
şunları aktarmaktadır. "Dedi ki: Rabbim, beni kışkırttığın
şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı
ve dünya tutkularını) süsleyip çekici göstereceğim ve
onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım." (Hicr, 39) Bir diğer
ayette ise şöyle buyuruluyor: "Yaptıklarının kötülüğü kendilerine
çekici ve süslü gösterilmiştir." (Tevbe, 37) Bunun gibi daha
birçok ayeti örnek gösterebiliriz.

Bazen bu tarz bir süslü gösterme yüce Allah'a da nispet edilmiştir.
Bunun mantığı
şöyle izah edilebilir. Gerek Şeytan ve gerekse
tüm hayır ve şer sebepleri, O'nun mülkünde yapıp ettiklerini,
gerçekleştirdikleri tasarrufları, ancak O'nun izniyle, iradesi ve
meşiyeti doğrultusunda yapabiliyor. Bununla da yaratmak ve
meydana getirme düzeni normal işleyişini gerçekleştirebiliyor.
Böylece kurtulanlar, koydukları güzel irade ve serbest davranışları
sayesinde kurtulurken, suçlu günahkarlar da belirginleşiyorlar.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki: "...tutkulu şehvet insanlara
süslü ve çekici kılındı..." ifadesindeki meçhul fail yüce Allah değildir.
Çünkü gerçi söz konusu süslü gösterme eylemi hangi şekilde
olursa olsun yüce Allah'la ilgisi varsa da, yâni bu, ya yapıcı bir
süslü gösterme şeklinde olur, ki insanların Allah'a kulluk sunmaya


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 397


davet etmesi tarzında olur, ki bu durumda doğrudan bir nispet
kılma söz konusu olur. Ya da insanları Allah'ı zikretmekten alıkoyan
bir süslü gösterme olarak O'nun iznine nispet edilir. Ancak
ayette, ileride açıklayacağımız gibi, yüce Allah'a nispet edilmesi
yakışık almayan hususlara da işaret ediliyor, Kur'an'ın bilinen ifade
tarzını göz önünde bulundurduğumuz zaman bunların yüce
Allah'ın dışında şeytan veya nefse nispet edilmelerinin daha uygun
olacağını düşünüyoruz.

Bundan da anlaşılıyor ki, bazı tefsir bilginlerinin yaptıkları
şu değerlendirme doğrudur: Süslü göstermenin, çekici kılmanın faili
şeytandır. Çünkü çekici güzellikleri aşırı derecede sevmek yerilmiştir.
Yine çok mala sahip olma isteği de olumsuz karşılanmıştır.
Yüce Allah, ayetin sonunda ve hemen ardından gelen ayette işaret
edilen hususları kendisine özgü kılmıştır.

Bununla aynı zamanda diğer bazı tefsircilerin yaptıkları
şu değerlendirmenin yanlışlığı ortaya çıkıyor: İnsanın öz doğası ve
ondan doğan istek gibi duygularla ilgili değerlendirmeler hiçbir
şekilde şeytana nispet edilemez. Buna ancak çirkin amelleri süslü
gösteren vesveseler ve telkinler nispet edilebilir.

Yukarıdaki anlayışı benimseyen tefsircilerden biri diyor ki:
Bundan dolayı, Kur'an amelleri süslü gösterme eyleminden başkasını
şeytana nispet etmemiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor.
"O zaman şeytan amellerini onlara süslü gösteriyordu."
"Şeytan yaptıklarını onlara süslü gösterdi." Eşyanın doğası ve
gerçekler ise, ancak tek ve ortaksız, hikmet sahibi yüce yaratıcıya
nispet edilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Biz yerin üzerinde
olanları, onun için bir süs kılmışızdır. Ki hangisinin daha iyi
amel işlediğini sınayalım." Yine bir başka ayette de buyurmuştur
ki, "İşte böyle, her ümmete amellerini süslü gösterdik." Şu halde
ümmetlerle ilgili değerlendirme, toplumların özdoğalarıyla ilgili bir
değerlendirme olarak algılanmalıdır. Müfessirin sözü bundan ibarettir.



398 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Şimdi bu değerlendirmenin yanlışlığını görelim: Bu değerlendirme,
eşyanın tabiatı ve gerçekliği ancak tek ve ortaksız, hikmet
sahibi yüce yaratıcıya nispet edilir, tespitinde bulunurken gerçeği
söylemektedir; ancak ayetin insanların özdoğası ve bundan kaynaklanan
istekler ile ilgili olduğuna dair yaptığı çıkarsama, yanlıştır.
Bunun izahı şöyledir:

Bilindiği gibi, tefsirini sunduğumuz sure, yüce Allah'ın yarattığı
varlıklar üzerinde, onların yaratılışları, yönetimleri, iman, küfür,
itaat ve isyan edişleri üzerinde egemen olduğunu vurgulamayı
hedeflemektedir. Allah varlıkları yaratmış ve onları mutlu olabilecekleri
yollara yöneltmiştir. Dolayısıyla, O'nun dininde iki yüzlülük
yapan münafıklar ve inkar eden kâfirler ya da indirdiği kitap üzerinde
ihtilafa düşmek suretiyle azan ehl-i kitap, kısacası, şeytana
itaat eden ve hevanın peşine takılan tüm gruplar, kesinlikle Allah'ı
aciz bırakamazlar, O'nun üstünlüğüne helal getirmezler, egemenliğini
zedeleyemezler. Tam tersine, her şey sonuçta O'nun yüzüne
ve yönlendirmesine döner. Her şey O'nun varlıklara egemen kıldığı
ve bir imtihan aracı olarak etkin hale getirdiği sebepler yasasına
uymak zorundadır. O, varlıkların özdoğalarının, güçlerinin, eğilimlerinin
ve fiillerinin yaratıcısıdır. Böylece varlıkların Rablerine yakın
ve onur verici bir çizgide hareket etmelerini öngörmüştür. İblis'e
izin veren de O'dur. Onun insanlara vesvese vermesine, içlerine
yıkıcı telkinlerde bulunmasına engel oluş-turmamıştır. Bu, sistem
imtihan olgusunun gerçekleşmesi, yüce Allah'ın iman edenleri
belirleyip onlardan şahitler edinmesi için kurulmuştur.

Bütün bunların bu surede ele alınmasının sebebi, mü'minlere
teselli vermek, surenin indiği sıralarda içinde bulundukları ağır
koşullar karşısında yüreklerine su serpmektir. Bu sırada
mü'minler, içerden münafıkların iki yüzlülükleri ve kalplerinde
hastalık bulunanların ahmaklıkları yüzünden büyük sıkıntılar çekiyorlardı.
İşler rayından çıkmış, gelişmeler tersyüz olmuştu. Allah'a
ve Resulüne itaat bağlamında kusurlar işleniyordu. Dışarıdan ise,


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 399


dinî tebliğin ağır sıkıntıları içindeydiler. Bir yandan Arap kâfirler
üzerine çullanmış, öbür yandan ehl-i kitap, özellikle Yahudiler yoğun
bir baskı uyguluyorlardı. Roma imparatorluğunun ve İran devletinin
sayı ve teçhizat üstünlüğüyle oluşturduğu tehdidin de psikolojik
bir baskısı söz konusuydu. İşte bu kâfirler ve onların paralellerinde
hareket edenler, dünyaya ve çekici süslerine kapılmakla
yanılgıya düşmüşlerdi. Çünkü bunları amaç edinmişlerdi. Oysa
bunlar araçtırlar, amaç bunların ötesindedir.

Görüldüğü gibi, sure, toplumların temel karakterlerinden söz
ediyor, ama geniş bir açıdan. Yaratılışlarını, varoluşlarını, buna
bağlı olarak dünya hayatındaki hareket tarzlarını, karakteristik
özelliklerini, mutluluk ve bedbahtlık gerektiren davranışlarını, itaat
ve isyan edişlerini kuşatacak bir perspektiften ele alıyor. Bütün
bunların Allah'ın egemenliği altında bulunduğunu vurguluyor. Hiç
kimse O'nun kudretini alt edemez. Hiç kimse O'nun emrini etkin
kılmasına engel olamaz. Ne dünyada ne de ahirette hükmünü
yürütmesini önleyemez. Dünyadaki uygulamaya gelince, bunun
temel özelliği izin ve imtihandır. Ahirette ise, egemen sistemin
özelliği, yapılan hayırlara hayırla, kötülüklere de kötülükle karşılık
vermektir.

Aynı
şekilde: "Şüphesiz inkar edenler, onların malları da, çocukları
da kendilerini Allah'tan müstağni kılmaz." diye başlayan
dokuz ayet, şu gerçeği açıklama amacına yöneliktir: Kâfirler, Rablerinin
ayetlerini yalanlasalar, Allah'ın kendilerine, hoşnutluğunun
ve cennetinin aracı olarak bahşettiği nimetleri amacından saptırsalar,
bunlara güvenerek kendilerinin Allah'tan müstağni olduklarını
düşünseler, O'nun yüce makamını gözardı etseler, yine de Allah'ı
aciz bırakacak ve O'nu yenilgiye uğratacak değildirler. Allah
onları işledikleri amellerle suç üstü yakalayacaktır. Onların aleyhine
olmak üzere mü'min kullarını destekleyecektir. Onları da cehenneme
doğru sürecektir. Orası ne kötü bir yataktır. Öte yandan
onlar, dünya hayatında bir oyalama ve eğ-lenmeden başka bir an



400 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lam ifade etmeyen şeylere güvenmekle yanılmaktadırlar. Çünkü
akıbetlerin en güzeli Allah katındadır. Buradan da anlıyoruz ki,
ayetler, aynı zamanda kâfirlerin karakterlerini de analiz ediyor,
ama onların olumlu ve olumsuz amellerini de kuşatacak geniş bir
perspektiften.

Kaldı ki, yukarıda sunduğumuz değerlendirmeyi savunan şahsın,
eşyanın hakikatinin Allah'tan başkasına nispet edilemeyeceğine,
şeytana yalnızca amellerin nispet edileceğine tanık olarak
gösterdiği: "İşte böyle her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik"
ayeti, içerdiği karineler bağlamında, söz konusu şahsın düşündüklerinin
aksine olacak hususlara işaret etmekte ve bizim çıkarsamamızı
desteklemektedir. Ayet şöyledir: "Allah'tan başka yalvarıp
yakardıklarına (taptıklarına) söv-meyin; sonra onlar da haddi
aşarak bilmeksizin Allah'a söverler. İşte böyle, biz her ümmete
yaptıklarını süslü, gösterdik." (En'âm, 108) Ayetin bizim çıkarsamamızı
desteklediği ise gayet açıktır.

Aynı şekilde, diğer bazı tefsircilerin söz konusu ettikleri şu
değerlendirmenin de yanlışlığı ortaya çıkıyor: "Süslü gösterme iki
kısma ayrılır. Övgüye değer olan, yergiyi hakkeden. Ameller de iki
türlüdür; iyi ve kötü ameller. Bunlar arasında övgüye değer, methedilen
ve güzel olarak nitelendirilen şeyler Allah'a nispet edilir.
Diğerleri ise, şeytana nispet edilir!

Gerçi bu değerlendirme bir açıdan gerçeği yansıtmaktadır; ancak
fiil ve benzeri şeyler aracılığıyla sergilenen nispet etmeler bağlamında
sahih olabilir. Çünkü yüce Allah ancak güzel şeyler yapar.
Kötülüğü ve çirkin hayasızlığı emretmez. Fakat izin ve benzeri şeylerle
ifade edilen dolaylı nispet etmeler için de herhangi bir sakınca
yoktur. Eğer böyle olmasa, O'nun her şey üzerindeki Rabliği, her
şeyi yaratan oluşu, her şeyin maliki oluşu ve mutlak her türlü şirkten
beri oluşu bir anlam ifade etmeyecektir. Kur'an'da bu tür nispet
etmelerin birçok örneğine rastlamak mümkündür: "Dilediğini
saptırır." (Râ'd, 27) "Allah kalplerini kaydırdı." (Saf, 5) "Allah onlarla


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 401


alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına süre
tanır." (Bakara, 15) "Varlık içinde şımaran önderlerine emrettik,
böylece yoldan çıktılar." (İsrâ, 16) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek
göstermek mümkündür.

Aslında bu tarz değerlendirmelerde bulunan kimselerin
yanılgıları, eşyanın bağlantıları, sonuçları ve fiilleri ile ilgili
araştırmalarının yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Onlar, bu
olguların her birini bağımsız bir varlığa sahipmiş gibi
değerlendiriyorlar. Onu âlemdeki ve onu kuşatan varlıklardan
kopuk sanıyorlar. Varoluşların öncesini ve sonrasını kuşatan
atmosferi, varlıklarla ilintisini hesaba katmıyorlar.

Bu yanılgıdan dolayı, sebeplerin ve illetlerin Allah'ın yarattığı
evrensel yasalar sisteminin nedensellik kuralı uyarınca etkileşimlerinin
sonuçlarını kopuk, bağlantısız ve ilintisiz, olarak değerlendirmektedirler.
Bu perspektiften bakınca, meydana gelen her olay,
sebeplerince meydana getirilmiş her fiil, failince işlenmiş görünür.
Başka varlıklardan tamamen kopuk ve sadece kendi sahibinin
ürünü olarak, ilintili olduğu sebepten başkasına ilgi duymadan,
başkasına en ufak bir pay vermeden. Sözgelimi gök cisimleri döner,
denizler dalgalanır, gemiler yüzer, yer üzerindekileri taşır, bitkiler
yeşerir, hayvanlar hareket eder, insanlar yaşar ve çalışırlar,
ama bütün bunları bir araya getiren manevi bir bağ, madde ve
kuvvede olmak üzere fiziki bir birliktelik, bütünleyici bir güç yoktur!


Bunun ardından, sözünü ettiğimiz bu kopukluğun, dağınıklığın
ve ayrılığın bir benzerini amellerin menşei ve hayır ve şer, mutluluk
bedbahtlık, hidayet ve sapıklık, itaat ve isyan, iyilik ve kötülük,
adalet ve zülüm nitelikli fiillerin şekilleri hakkında da düşünmeye
başlarlar. Onlara göre varoluşlarında bir bağlantı, gerçekleşmelerinde
bir içiçe girmişlik söz konusu değildir.

Bu tarz düşünenler, şu evrenin kapsadığı somut olgular, varlıklar,
yaratılmış türlerinin cüzleri arasında ilişki olduğunu ve parçala



402 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


rının birbirini bütünlediğini görmezlikten geliyorlar. Oysa evren
cüzleri ara-sında sürekli bir dönüşüm, birbirleriyle yer değiştirme,
başkalaşma söz konusudur. Bir gün insan olur, bir gün bitki olur,
bir gün cansız varlık olur, bir gün toplanılır, bir gün dağılır. Bazıları
için hayat olan şey, baş-kaları için ölüm olur. Yeni bir şeyin meydana
gelmesi, eskinin bozulmasını gündeme getirir.

Aynı
şekilde, meydana gelen olaylar da birbirleriyle bağlantılıdır.
Bir zincirin halkaları gibi. Bir şey hakkında düşündüğün varsayım,
ona yakın şeyler ve bundan önce tabiat için düşünülebilen en
eski dönemlerde meydana gelen olaylar üzerinde de etkilidir. Tıpkı,
bir zincirin bir halkasının yürütülmesi ile zincirin tüm halkalarının
hareket etmesi gibi. Dolayısıyla, bu evrendeki en küçük bir
zerre hakkında düşünülen en basit bir değişiklik, bütün evrenin
durumunda değişiklik gerektirir. Bunlar bizim bilgimizin kapsamının
dışında, kavrayışımızın ulaşamayacağı düzeyde ve duyularımızın
algılayamayacağı boyutlarda olabilirler. Ancak bilginin olmayışı,
oluşun da olmadığı anlamına gelmez. Ta eski zamanlardan
beri, bilimsel araştırmalar bu konulara açıklık getirmişlerdir, günümüzün
doğal bilimler ve matematik alanındaki araştırmaları da
daha net veriler sunmaktadır.

Hiç kuşkusuz, bizler felsefe, doğal bilimler, matematik alanında
yapılan bu araştırmalardan haberdar olmadan ve başkalarının
kaleme aldıkları eserlerdeki bilgilerin naklini, daha sonra net veriler
sunan ba-ğımsız araştırmaları görmeden Kur'an en güzel bir
şekilde bu gerçeğe dikkatlerimizi çekmiştir. Kur'an, göklerdeki ve
yerdeki ayetler arasındaki planlamanın birliğine dikkat çekmiştir.
Karşılıklı yararlanmanın bulunduğunu vurgulamıştır. Tümünün
yaratılış yasasının amacı etrafında birleştiklerini dile getirmiştir.
İlahi planlama ve tasarım olarak kaderin egemenliğinin tümünü
kuşattığını, kıyamete doğru yol katedil-diğini ve sonuçta dönüşün
Allah olacağını dile getirmiştir.


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 403


Aynı
şekilde fiillerin nitelikleri ve amellerin menşei arasında
da çok boyutlu bağlantılar vardır. Tıpkı karşıt ve zıt olgular arasındaki
bağlantı gibi. Eğer zıt kutuplardan biri olmasa diğerinin işleyişi
sağlıklı olmaz. Bunu, yapım ve icat alanında somut olarak
gözlemliyoruz. Çünkü bu alanda bir şeyin meydana gelmesi başka
bir şeyin yok olmasına, bozulmasına bağlıdır. Bir şeyin öne geçmesi,
başka bir şeyin arkadan gelmesi ile mümkündür.

Şayet amellerin niteliklerinden biri gerçekleşmezse, bir diğerinin
de işleyişi sekteye uğrayacaktır, doğal olarak gerçekleşmesi
gereken insanlık topluluğu ve hak din olarak somutlaşan ilahi topluluk
bağlamında istenen sonuçlar, ortaya çıkmayacaktır. Örneğin
itaat güzeldir. Çünkü isyan kötüdür. İyilik ödülü hakkeder, çünkü
kötülük cezayı gerektiricidir. Ödül amel edene lezzet verir, çünkü
ceza, kendisini hakkedene acı verir. Lezzet arzulanan bir mutluluktur,
çünkü acı kaçınılan bir bedbahtlıktır. Mutluluk insan varlığının
yaratılışı itibariyle yöneldiği bir olgudur. Buna karşın mutsuzluk,
kaçınılan bir olgudur. Eğer sözünü ettiğimiz bu varoluşsal hareketler
olmasaydı, varlık bütünüyle geçersiz olurdu.

Şu halde, itaat, dolayısıyla iyilik, dolayısıyla ödül, dolayısıyla
lezzet ve dolayısıyla mutluluk, tam anlamıyla günahın, dolayısıyla
cezanın, dolayısıyla acının ve dolayısıyla mutsuzluğun karşıtıdırlar.
Bunlardan her biri, ancak kendilerine tekabül eden karşı durumun
ortadan kalkması ile belirginleşebilir, ölmesi ile dirilebilir. Karşıtı
olan bir durumdan sakındırma söz konusu olmadan bir şeye davet
mümkün olabilir mi? Bir şeyin karşıtı, onu gerektiren amaç ve eğilimler
olmadan mümkün olabilir mi?

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu husus açıklığa kavuşmuş
oluyor: Şu evrenin yapıcılığı, salahı kapsadığı gibi bozgunculuğu,
fesadı da kapsaması, itaati kapsadığı gibi günahı da kapsaması,
bu zıtlıkların yüce Allah'ın yaratılış düzenine egemen kıldığı
öntasarımı doğrultusunda meydana gelmesi, ilahi hikmetin
bir gereğidir. Ancak amel ve nitelikleri dışında varoluş ve ifsat ol



404 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


guları yüce Allah'a nispet edilirler. Çünkü emir ve yaratma yetkisi
O'na aittir ve O'nun ortağı yoktur. Mutluluk verici ameller, yol göstericilik
bağlamında, doğrudan O'na nispet edilirler. Şeytanın vesvesesinin
ve hevanın tutkularının insana egemen olması, zalimlerin
insanlara musallat olmaları gibi mutsuzluk verici fiiller Allah'a
nispet edilirler. Saptırmak, rüsva etmek ve yüzüstü bırakmak gibi.

Ancak bu bağlamdaki nispetler, doğrudan değildir, yalnızca izin
verme şeklinde değerlendirilmelidir. Sözgelimi: Yüce Allah şeytana
vesvesede bulunma ve yıkıcı telkinler aşılama iznini vermiştir
ve insanların hevanın peşine düşmelerine engel olmamıştır, zalim
ile yapmak istediği zulmün arasına engel koymamıştır, denebilir.
Çünkü mutluluk ve mutsuzluk sınav sonucu elde edilen olgulardır.
Bir kimse mutlu olmuşsa, bu onun isteğine bağlı olarak gerçekleşmiştir.
Bir kimse de mutsuz olmuşsa, bu demektir ki, iradesi bu
yönde gerçekleşmiştir. Aksi takdirde insanların aleyhine bir kanıt
ortaya konamazdı ve insan serbestliği ve sınav sistemi geçersiz
olurdu.

Sözünü ettiğimiz bilginleri, bu tür araştırmaları somut bir sonuca
varana kadar sürdürmekten alı koyan tek şey, kendi sanılarınca,
böyle bir şeyin neden olacağı vahim sonuçlardan ürkmeleridir.
Sözgelimi, Cebriye ekolüne mensup bilginler, eşyanın kendi
arasındaki irtibata, sebeplerin etkinliğinin zorunluluğuna itiraf
edecek olurlarsa, bu, yüce yaratıcının yanında başka etkin güçlerin
de olduğu anlamına gelecek ve O'nun varlıklar üzerindeki mutlak
kudretini olumsuzlayacaktır.

Diğerleri ise, böyle bir şeyi ameller aşamasında kabul edip ve
bu aşamada olup bitenleri Allah'ın iradesine ve kudretine isnat
edecek olurlarsa, bu, insan açısından bir zorunluluk ve cebrilik
ifade edeceğini düşündüler. Böyle yapmaları durumunda insan
serbestliğinin, dolayısıyla ödül ve ceza olgusunun, doğal olarak da
şer'î yükümlülüklerin geçersiz olacağını varsaydılar.


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 405


Oysa hiçbir sonuçtan ürkmeden yüce Allah'ın sözlerinin üzerinde
durup düşünebilirlerdi: "Allah emrine galip olandır." (Yusuf,
21) "Haberiniz olsun, yaratma da, emir de O'nundur." (Araf, 54)
"Göktekilerin ve yerdekilerin tümü gerçekten Allah'ındır." (Yunus,
55) Şayet bu ve benzeri ayetler üzerinde gereği gibi durup düşünselerdi,
bunların bu hususta birer kanıt içerdiklerini görürlerdi.
Bakara suresinde yer alan: "Şüphesiz Allah... herhangi bir örnek
vermekten çekinmez." (Bakara, 26) ayetini incelerken bu konuda
bir takım açıklamalarda bulunduk.

Artık asıl konumuza, yüce Allah'ın "tutkulu şehvet insanlara
süslü, çekici kılındı"
ayetine dönebiliriz. Bu konuyla ilgili olarak
diyoruz ki: Ayetten açıkça anlaşılıyor ki, süslemeyi ve çekici kılmayı
gerçekleştiren fail, yüce Allah'ın dışında şeytan veya nefistir.

Birincisi: Ayetlerin akışı, mal, evlat gibi şeylere tutkulu bir şehvetle
bağlanan, bu tür süslerin kendilerini Allah'tan müstağni kılacağına
inanan kâfirleri yerme amacına yöneliktir. İnsanları Allah'tan
alıkoyan, O'nu zikretmelerine engel olan bu tür bir süslü kılmanın
yüce Allah'a nispet edilmemesi daha uygundur.

İkincisi: Şayet bu, yüce Allah'a nispet edilen süslü gösterme
olsaydı, bu durumda kastedilen husus, insanın bu tür olgulara yönelik
iç güdüsel eğilimi olurdu ki, "zuyyine lil-insan" veya "li-benî
Adem= İnsana" veya "Ademoğluna süslü gösterildi" gibi bir ifadenin
kullanılmış olması daha uygun düşerdi. Nitekim şu ayetler, bu
tür bir anlama işaret etmektedirler: "Doğrusu, biz insanı en güzel
bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik"
(Tin,
4-5) "Andolsun, biz Ademoğlunu yücelttik; onları karada ve denizde
taşıdık."
(İsrâ, 70) "İnsan" anlamına gelen "nas" deyimi ise,
genellikle ayrıcalığın ortadan kaldırılmasına, kişiliğin küçültülmesine
ve düşüncenin düşüklüğüne yönelik anlatımlarda kullanılır.
Şu ayetlerde olduğu gibi: "İnsanların çoğu ise ancak inkara ayak
direttiler."
(İsrâ, 89) "Ey insanlar, gerçekten biz sizi bir erkek ve bir
dişiden yarattık." (
Hucurat,13)


406 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Üçüncüsü: Yüce Allah'ın ayette sözü edilen "tutkulu şehvetlere"
açıklayıcı örnek olarak söylediği olgular, "fıtri süslü gösterme"
ile bağdaşan şeyler değildir. Eğer maksat bu olsaydı "kadınlar"
kelimesi, mutlak anlamda "eş"liği ifade eden bir kelimeyle, "oğullar"
kelimesinin "çocuklar" ve "kantar kantar yığılmış altın ve gümüş"
ifadesinin de "mal" ile değiştirilmesi daha uygun olurdu.
Çünkü erkeklerde kadınlara karşı doğal bir ilgi mevcut olduğu gibi
kadınlarda da erkeklere yönelik doğal bir eğilim vardır. Yine insanoğlu,
özel olarak oğullardan ve kantar kantar yığılmış altın ve
gümüşten çok mutlak olarak çocuklara ve mala düşkündür. Bu
nedenlerdir ki, ayette geçen "süslü gösterme" fiilinin faillerinin
yüce Allah olduğunu savunanlar, aşağıdakine benzer yorumlar
yapmak zorunda kalmışlardır: "Buradan kastedilen husus, mutlak
olarak "eş", "çocuk" ve "mal" sevgisidir. Özellikle kadınların, oğulların
ve kantar kantar yığılmış altın ve gümüşün zikredilmesinin
sebebi, bu sayılanların, söz konusu eğilimlerin en güçlü ve en belirgin
temsilcileri olmalarıdır." Ardından, hiç de gerekmediği halde,
bir sürü zorlama eseri açıklamalar yapmak durumunda kalmışlardır.


Dördüncüsü: Sözü edilen "süslü gösterme"nin yüce Allah'a
nispet edilmesi, ayetin sonundaki: "Bunlar dünya hayatının metaıdır.
Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. De ki: "Size
bundan daha hayırlısını bildireyim mi?"
değerlendirme cümlesinin
içeriği ile bağdaşmıyor. Çünkü bu cümlenin amacı, onları bu
tür dünyevi şehvetlerden alıkoymak, dikkatlerini Allah katındaki
cennetlere, eşlere ve hoşnutluğa çekmektir. Yoksa, öncül nitelikli
şeylerden alıkoyup amaç nitelikli şeylere dikkat çekmenin herhangi
bir anlamı olmaz. Bu, açık bir çelişki ve iki olgunun birden
iptali anlamına gelir. Tıpkı doymak istediği halde, yemekten çekinen
kimse gibi.

Eğer desen ki: "... tutkulu şehvetler insanlara süslü ve çekici
kılındı"
ayeti, anlamının özü itibarıyla: "De ki: Allah'ın kulları için


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 407


çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır? De ki:
"Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise
yalnızca onlarındır." (A'râf, 32) ayeti ile aynı mesajı vurgulamaya
yöneliktir. İki ayetin anlamlarının örtüşüyor olması, incelediğimiz
ayette sözü edilen süslü göstermenin failinin de yüce Allah olmasını
gerektirmektedir.

Buna vereceğimiz cevap şudur: İki ayet arasında, konum itibarıyla
fark vardır. Sözgelimi, bizim tefsirini sunduğumuz ayetin indiği
ortam, oluşturduğu atmosfer, insanlara sevimli ve sempatik
gelen bu tür tutkulu şehvetlerin yerilmesine ilişkindir. Çünkü bu tür
tutkulu şehvetler insanların dikkatlerini Allah katındaki kalıcı nimetlerden
uzaklaştırıyor, onları gözardı etmelerine neden oluyorlar.
Dolayısıyla ayet, insanları, dünyevi şehvetlerden yüz çevirmeye,
dikkatlerini Allah katındaki nimetlere yöneltmeye teşvik etme
amacına yöneliktir.

A'râf suresindeki ayetin oluşturduğu atmosfer ise, bundan
tamamen farklıdır. Bu ayet, söz konusu dünya nimetlerinin, diğer
insanlarla ortaklaşa olmak üzere mü'minlere, ahirette ise yalnızca
onlara özgü kılındığını vurgulamaya yöneliktir. Bu nedenledir ki,
önceki ayette geçen "nas=insanlar" ifadesi yerine, burada
"ibad=kullar" ifadesi kullanılmıştır. Söz konusu süsler de temiz
rızık olarak nitelendirilmiştir.

Eğer desen ki: Ayet-i kerimede, "süslü gösterme" olgusu "tutkulu
şehvetler"in kendisiyle değil de, onlara yönelik ilgiyle
ilintilendirilmiştir. Bilindiği gibi, bir şeye yönelik sevgi ve sempatinin
insana süslü gösterilmesi, nefsine çekici kılınması ve kalbinin
buna eğilim göstermesi doğal bir olgudur. İnsanın karakteristik bir
özelliğidir. Dolayısıyla bir şeye yönelik sevgi ve sempatinin süslü
gösterilmesi, sevginin insanların kalplerinde etkin kılınması
şeklinde yorumlanır. İnsanların kalplerinde sevgi duygusunun yaratılması
yâni. Yaratma eylemi ise ancak yüce Allah'a yaraşan bir durumdur.
Şu halde "süslü ve çekici kılındı" fiilinin faili yüce Allah'tır.


408 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Buna karşılık olarak ben derim ki: Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz
karinelerin bir gereği olarak "sevgi ve sempatinin süslü
gösterilmesi" ile, sevginin insanları kendisine çeken ve onları
başkasına yönelmekten alıkoyan özelliğe sahip kılınması
kastedilmiştir. Çünkü "süs" kendisinden başkasına eklenerek
arzulanan, aynı zamanda çekici olan bir olgudur. Başkasına
eklenmesi insanın, o başkasına ilgi duyması, onun aracılığıyla da
asıl maksada ulaşması içindir. Sözgelimi, kadın güzel ve çekici
takıları takınarak, erkeğin ilgisini bunlar aracılığıyla kendisine
çekmeyi amaçlar. Şu halde, asıl arzulanan bu tür olgulardır, ama
bu eğilimden yararlanan da kadındır.

Özetleyecek olursak; sevgi ve sempatinin insanlara süslü
kılınması, onun insanların gözünde tutkuyla eğilim duyulan ve
onunla meşgul olmaya adanılan bir duygu kılınması olarak
yorumlanır. Yoksa şu ayetten de anlaşıldığı gibi, sevginin
etkinliğinin bir dayanağı yoktur: "Sonra onların arkasından öyle
nesiller türedi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine kapılıp
uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır."
(Meryem, 59) Ayrıca: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve
gü-müş..." ifadesindeki sıralama ile ilgili olarak yapacağımız
değerlendirmeler de bu çıkarsamamızı geliştirir niteliktedir. Kaldı
ki, "şehvetler" ifadesi, insanın iştahını çeken şeyler anlamında
dahi olsa, gönül çekme ve düşkün olma anlamlarına da işaret
etmektedir.

"Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe..." Ka-
dınlar anlamına gelen "nisâ" kelimesi çoğuldur ve aynı kökten
tekili yoktur. Oğullar demek olan "benîn" kelimesi de "ibn"in çoğuludur,
aracılı veya aracısız erkek çocuk anlamında kullanılır.

"Kanatîr" ise "kantar"ın çoğuludur ve inek derisinin altınla dolu
olması veya dolu deri anlamına gelir. "el-Mukantara" ise
"kıntar"dan türemiş ism-i mef'uldur. Kıntar ise camiddir. Arapların
öteden beri başvurdukları bir gelenektir bu. Camid kelimelerden


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 409


herhangi birine bir anlam ve nispet ekler, böylece ona masdar
anlamını kazandırırlar. Sonra da ondan bir takım kelimeler türetirler.
Bakl=sebze satıcısına "bakil", temr=hurma satıcısına "tamir"
ve atr=koku satıcısına "attar" dedikleri gibi. Bir şeyin kendisini ifade
eden lafızdan alınan bir vasıfla nitelendirilmesinin amacı, onunla
ifade edilen anlamın bir kimseyle ilgili olarak ispat edilmesi
ve şahsın lafzın anlamını kendisinde bulundurması ve onu yitirmemesini
vurgulamaktadır. "Denanîr müdennere= Yığın yığın dinarlar,"
anlamına gelir; "devavîn müdevvene=düzenlen-miş divanlar."
"hicabun mahcûb=örtülü örtü" ve "setrun mestûr=perdeli per-
de" ifadelerinde olduğu gibi.

Ayette geçen "el-hayl" kelimesi, "atlar" demektir. "el-
Müsevveme" kelimesi, devenin kendi başına olup, istediği yerde
otlamak üzere salıverilmesi anlamına gelen "saveme" kökünden
türemiştir. Ya da devenin merada belirlenmesi ve işaretlenmesi
demektir. Bu durumda "el-heyl-ul müsevveme" ya "salma atlar" ya
da "işaretli atlar" anlamına gelir. "el-En'âm" kelimesi, "naam"ın
çoğuludur ve deve, sığır ve koyun gibi hayvanlar için kullanılır. Yine
hayvanlar anlamına gelen "el-beha-im" kelimesi ise daha geneldir,
ancak yırtıcı hayvanlardan, kuşlardan ve haşerelerden geriye kalan
hayvanlar anlamında kullanılır. "el-Hars" kelimesi, "ekin" an-
lamına gelir. Burada kazanç anlamı da vardır. Geçim için bitkilerin
yetiştirilmesi ya da yetişmiş bitki kastedilir.

Ayetteki sıralama, ilgi duyulan şeylerin çoğalması oranında
bunlara ilişkin tutkulu şehvetlerin de arttığı
şeklinde algılanmamalıdır.
İnsanın doğası gereği eşlere, çocuklara ve mala ilgi duyması
kastedilmiş değildir. Öyle olsa, insanın "nas=insanlar", evlatların
"oğullar", malın da "kantar kantar altın ve gümüş" şeklinde
ifade edilmiş olmasını izah etmek güçleşecektir. Nitekim müfessirlerin
büyük bir bölümü, bu şekilde algıladıkları için birçok zorlama
yorumlara yeltenmişlerdir.


410 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Ayetteki bu sıralama, insanların dünyanın çekici süslerine kapılma,
tutkulu bir şehvetle bağlanma açısından farklı eğilimler
sergilediklerine yönelik bir işaret içermektedir.
Örneğin dünyanın
çekici süslerine düşkün bazı şehvetperestler kadınlarla düşüp
kalkmaktan, onlara aşık olmaktan, onlara yakın olup beraberliklerinden
başka bir şeye ilgi duymazlar. Bu arzularını tatmin bağlamında
da birçok günahlar işleyip Allah'a isyan ederler. Müzik dinlemek,
şarkı söylemek, içki içmek gi-bi. Bu tür bozgunculuklar
genellikle erkekler tarafından sergilenir. Ka-dınlar ise istisnai bazı
durumlar hariç, böyle davranışlar içinde olmazlar.

Bazı kimseler de oğullara sahip olmayı isterler, oğullarının
çokluğuyla övünür, onlarla kendilerini güçlü hissederler. Genellikle
kırsal kesimlerde yaşayan ve çöllerde hayatlarını sürdüren insanlar
bu tür eğilimlere sahip olurlar. Bunlar, söz konusu eğilimlerini
kızlar yerine oğullara özgü kılarlar.

Mal düşkünü olan bazı insanlar da, en büyük ilgilerini kantar
kan-tar altın ve gümüş biriktirmek, hazinelerini değerli paralarla
doldurmak noktası üzerinde yoğunlaştırırlar. Sözünü ettiğimiz bu
çılgınlık, mal biriktirme bağlamında özellikle altın ve gümüş gibi
değerli madenlerin biriktirilmesi şeklinde kendini gösterir. Ya da
altın ve gümüş değerinde olan şeyleri toplarlar. Eşyayı ise, ancak
altın ve gümüş elde etmenin bir amacı gibi algılarlar. Bu eğilim de
genellikle kent yaşamında kendini gösterir. Kırsal kesimlerde ise,
bu tarz eğilimlere sıkça rastlanmaz. Diğer bazıları ise, salma veya
işaretli atlara sahip olmayı tercih ederler. Biniciliğe düşkün kimseler
gibi. Bazıları ise hayvan sü-rülerine veya göz alabildiğine uzanan
ekin tarlalarına sahip olmayı ar-zularlar. Bazıları bu son üç
kısımdan ikisine veya fazlasına eğilim gös-terirler.

İnsanların gruplar halinde birine bağlandıkları ve onu dünya
hayatının özelliklerini ele geçirmede temel olarak kıldığı, geri kalan
eğilimleri ise ikinci plana attıkları bu tutkulu şehvetlerin kısımları
bunlardan ibaretti. İnsanlar arasında şehvetleri eşit düzeyde


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 411


gören ve mutedil bir şekilde onlara eşit seviyede bağlanan ve eğilim
gösteren birisine az rastlanır ya da hiç rastlanmaz.

Mevki, makam ve toplumsal statü gibi nitelikler ise, sanal ve
vehmî olgulardır. İnsanların bunlara yönelik ilgileri, ikinci bir amacı
gerçekleştirmeye yöneliktir. Bu tür konumlara gelmekle birlikte
du-yumsanan zevk, şehevi bir zevk olarak nitelendirilemez. Kaldı
ki ayet, şehvetleri sınırlamayı hedeflememektedir.

Buraya kadar yapılan açıklamalar ile, tutkulu şehvetlere yönelik
arzu deyiminden maksat, bunlara yönelik sevgiye dalmak, tutkulu
bir arzuyla bağlanmaktır. (ki şeytana nispet edilir) insan fıtratına
yerleştirilen temel sevgi değildir (ki yüce Allah'a nispet edilir)
şeklindeki değerlendirme pekiştirilmiş olur.

"Bunlar, dünya hayatının metaıdır." Bu tutkulu şehvetler, hayatta
bulunulduğu sürece iki hayattan (dünya ve ahiret) size en yakın
olan bu hayatın devamı ve düzeni için yararlanılan şeylerdir. Dünya
hayatı ve onun için yararlanılan olgular fanidirler, yok olup giderler.
Bunların kalıcı ve yapıcı bir akibetleri yoktur. Ahiret iyiliği ve en
güzel varış yeri Allah katındadır. Ayetin sonundaki cümle buna
işaret etmektedir: "Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır."

(Al-i İmran / 15) "De ki: Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi?
Korkup sakınanlar için Rablerinin katında... cennetler... vardır."

Bu ayet, "Asıl varılacak güzel yer, Allah katında olandır" cümlesini açıklama amacına
yöneliktir. Burada, geçici, batıl ve fani şehvetlerin yerine
insanlar için hayırlı olan olgulara işaret ediliyor. Ki bunlar, kalıcı,
güzel ve hiçbir zaman geçersiz kılınmayan gerçek olgulardır. Bunlar,
özellikleri ve etkileri itibariyle insanların tutkuyla arzuladıkları
dünyevi şehvetlerle türdeştirler. Ancak çirkin unsurlardan, bozgunculuktan
arınmışlardır. İnsanları daha hayırlı olanlardan alıkoyucu
özellikleri bulunmamaktadır. Bunlar da cennet, tertemiz eşler ve
yüce Allah'ın hoşnutluğudur.

Cennetten söz edilirken, bunun eşleri de kapsaması doğal olduğu
halde, özellikle eşlerden de söz edilmiş olması, cinsel ilişki


412 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ile duyulan zevkin insanların ulaştıkları en büyük bedensel zevk
olması dolayısıyladır. "Kadınlar, oğullar, kantar kantar altın ve
gümüş..." ayetinde kadınlara öncelik verilmesi de bu yüzdendir.

Hoşnutluk olarak anlamlandırdığımız "rıdvan" veya "rudvan",
yapılan işin kişiyi memnun etmesi, böyle bir işin meydana gelmesini
engellememesi, bundan dolayı öfkelenmemesi demektir.
Bunun karşıtı ise, "sehat=öfke"dir.

Kur'an'da yüce Allah'ın "rıza"sından sık sık söz edilir. Bu husus
yüce Allah'ın kulların itaat nitelikli fiillerine yönelik hoşnutluğu ile
ilgili olduğu gibi, itaat nitelikli olmayan vasıf ve durumlar ile de
ilgili olabilir. (Örneğin tevazuun Allah rızasını kazandırması gibi)
Ancak "rıza"nın geçtiği yerlerin büyük bir kısmında, daha doğrusu
tümünde, itaate yönelik hoşnutluk kastedilmiştir. Allah'ın rızası ile
kulun rızasının karşılıklı olarak zikredilmiş olması da bundan kaynaklanmış
olsa gerektir. Dolayısıyla Allah'ın kulundan razı olması,
kulun itaatinden, kulun Allah'tan razı olması da Allah'ın verdiği
güzel karşılık veya hükmünden ileri gelen bir durumdur. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Allah, onlardan razı olmuş, kendileri de Allah'tan hoşnut
olmuşlardır." (Beyyine, 8) "Ey huzura kavuşmuş nefis, sen O'ndan
hoşnut O da senden hoşnut olarak Rabbine dön." (Fecir, 27-28)
"Önce geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar,
Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır
ve Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar
akan cennetler hazırlamıştır." (Tevbe, 100)

Dünya hayatının çekici metaından daha hayırlı olan nimetler
bağlamında "hoşnutluğun" da zikredilmiş olması gösteriyor ki,
hoşnutluk da özü itibarıyla insana çekici gelen ya da çekici bir güzelliğe
yol açan bir olgudur. Tefsirini sunduğumuz ayetin akışı içinde
cennetler ve eşlerin yanı sıra, aşağıdaki ayetlerde de lütuf, bağışlama
ve rahmetin yanında ayrıyeten zikredilmiş olması bu yüzdendir:
"Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk..." (Mâide, 2) "Allah'tan


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 413


bir bağışlama ve hoşluk..." (Hadid, 29) "Katından bir rahmeti ve bir
hoşnutluğu..." (Tevbe, 21)

Tefsirini sunduğumuz bu ayettte, üstü kapalı olarak işaret edilen
bu anlam, "Allah onlardan hoşnut oldu" ve "O'ndan hoşnut ve
O da senden hoşnut olarak" ayetlerinin anlamları üzerinde yaptığımız
değerlendirmeler etüt edildiğinde daha bir belirginlik kazanır.
Çünkü bu ayetlerde yüce Allah hoşnutluğunu onların kendileriyle
ilintililendir-miştir. Onların kendilerine yönelik hoşnutluk da
fiilerine yönelik hoşnutluktan farklı şeylerdir. Bu noktada, yüce
Allah'ın onların kendisinden istekte bulunmalarına hiçbir engel
çıkarmadığı şeklinde bir anlam kazanır. Bu da gerçekte şu ayetin
içerdiği anlama döner: "Orada kendileri için diledikleri her şey
vardır." (Kâf, 35) Şu halde yüce Allah'ın insana yönelik hoşnutluğunda
insan için sınırsız bir dileme ve meşiet söz konusudur.

Buradan hareketle şunu anlıyoruz ki: Tefsirini sunduğumuz ayette
işaret edilen hoşnutluğa karşılık önceki ayette sözü edilen
tutkulu şehvetler gündeme getirilmiştir. Buna göre insan, bu tür
tutkulu şehvetleri temin etse, özellikle kantar kantar altın ve gümüş
sahibi olsa, bunun sonucunda sınırsız bir dilemeye kavuşacağını,
geniş bir güç elde edeceğini, dolayısıyla dilediğini yapacağını,
istediğini elde edeceğini san-maktadır. Oysa bu tavrıyla insan bir
yanılgı içindedir. Çünkü böyle bir düzeye ulaşması ancak, herşeyin
kontrolü elinde olan yüce Allah'ın hoşnutluğu ile mümkündür.

"Allah, kulları hakkıyla görendir..." Bu ve bundan önceki ayetten
şu husus açığa çıkıyor: Yüce Allah insan için dünyada ve ahiret-te
bir takım nimetler hazırlamıştır. İnsan bunlardan yararlanmakta
ve başka ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Bunların bir kısmından
zevk almaktadır; eşler gibi. Bazısını yiyip içmektedir. Diğer bazısına
sahip olmaktadır. Ayrıca her iki cihan için yaratılan bu nimetler
benzeşmektedirler. Şu kadarı var ki, dünyadaki nimetler, kâfirlerin
ve mü'minlerin ortak kullanımına sunulmuştur, her iki grup için de


414 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


bolca nimet bahşedilmiştir. Ahiret nimetleri ise yalnızca mü'minler
içindir. Kâfirler bun-lardan yararlanamazlar.

Burada, neden böyle bir ayırıma gidildiği yönünde bir soru akla
gelebilir. Diğer bir ifadeyle, ahiret nimetlerinin yalnızca mü'minlere
özgü kılınmasının gerisindeki hikmet merak edilebilir. İşte bu tür
kuşkulara şu ifadeyle cevap veriliyor: "Allah, kulları hakkıyla görendir."
Bunun anlamı şudur: Yüce Allah'ın mü'minlerle kâfirler
arasında gerçekleştirdiği bu ayırım boşuboşuna değildir. Rastgele
verilmiş bir kararın ürünü de değildir. Allah bundan münezzehtir.
Tam tersine iki grubun üzerinde bulundukları durum böyle bir ayırımı
gerektirmiştir. Allah onları ve farklılıklarını görmektedir. Bu
farklılık mü'minde bulunup da kâfirde bulunmayan takva duygusudur.
Yüce Allah, sözünü ettiğimiz bu takva duygusunu, bunu izleyen
ayetle şöyle tanımlıyor: "Onlar, "Rabbimiz... diyenler..."

İki ayetten çıkan sonucu şöyle özetleyebiliriz: Onlar Rablerine
muhtaç olduklarını, kesinlikle O'ndan müstağni olmadıklarını, a-
çıkça ortaya koyuyorlar. Bunu salih amellerle de tasdik ediyorlar.
Kâfir ise, kendini Allah'a karşı müstağni görür, dünyanın tutkulu
şehvetlerine kapılarak ahireti ve akibetini unutur.

"Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah
katında olandır. De ki: Size bundan daha hayırlısını bildireyim
mi?" ayetleri ile bunlarla aynı mesajı vurgulamaya dönük: "De ki:
Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram
kılmıştır. De ki: Bunlar, dünya hayatında mü'minler içindir, kıyamet
günü ise yalnızca onlarındır. Bilen bir topluluk için ayetleri
böyle birer birer açıklarız." (A'râf, 32) ayetinin en dikkat çekici yönleri,
birçok araştırmacının, cennet nimetlerini vasfeden ayetlerin
zahirleri bağlamında karşılaştıkları probleme cevap oluşturmalarıdır.


Probleme gelince; gözlemlenen varlıklar aleminin varoluş
evreleri üzerinde durup düşünenler, varlıkların sergiledikleri
fiillerin ve yaptıkları işlerin, bunların yaratılış sistemlerine
yerleştirilen ve her birinin savunma mekanizmalarını oluşturan,


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 415


her birinin savunma mekanizmalarını oluşturan, varlıklarını korumalarını
sağlayan çeşitli güçlere ve araçlara dayandıkları hususunda
herhangi bir kuşkuya kapılmazlar. Varoluşsal amaçlarla
ilgili araştırmalar bu hususu desteklemekte ve varlık bütününün
tesadüflere dayanmadığını, varlığın boşuna varedilmediğini ve
varoluşun bir gereksizlik olmadığını ispatlamaktadır.

Sözgelimi insan, bedensel olarak son derece özenilerek çeşitli
yeteneklerle donatılmıştır. Bu organizma sayesinde beslenmesi
mümkün olabiliyor. Beslenmesi ise, vücudunda eksilen unsurların
yerine yenilerini koyma amacına yöneliktir. Bütün bunları, varlığını
kalıcı kılmak için yapmaktadır. Bunun yanında insan, cinsel organlarla
da donatılmıştır. Bu işlemle ilgili araçlara, enerjiye, birbirini
gerektirici ön işlemlere sahiptir. Bunun da amacı, türün devamını
sağlamaktır. İnsanın donanımı ile ilgili doğal düzenler, bitkiler ve
hayvanlar için de geçerlidir.

Öte yandan yaratılış sistemi, varlıkları özellikle hayvan ve insan
gibi duygu sahibi olan varlıkları sultası altına almak amacıyla
düzen hazırlar; şöyle ki onların fiillerini zevkli kılar ve faal güçlerine
zevki yerleştirir. Bu düzen söz konusu fiillerin, işaret ettiğimiz
zevkler için işlenmesini sağlamak amacına yöneliktir. Bu fiilleri
gerçekleştirenler, yaratılış sisteminin amacının bunu kendilerinden
istediğinin bilincinde olmadan bunları yaparlar. Bu amaç da
varlığın kalıcı olmasıdır. Ancak, onun bütün ilgisi alacağı zevk üzerinde
yoğunlaşmıştır. Fiili çekici kı-lan zevki tadarken, bir yandan
da yaratılış sisteminin istediği devamlılık durumu gerçekleşir. Fiili
işleyen şahıs, kendisini çeken, eğlenmesini sağlayan süsten zevk
alır.

Sözgelimi beslenmeden ve cinsel birleşmeden zevk alınmasaydı,
insanlar sırf neslin devamı için bunlara yönelmezlerdi. Böylece
yaratılışın amacı da geçersiz olurdu. Ancak yüce Allah, insan
organizmasına beslenmeden ve cinsel birleşmeden zevk alma
duygusunu yerleştirmiştir. Öyle ki insan, bu iki zevki tatmak için


416 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


her türlü zorluğu, çabayı, müsibeti ve belayı göğüslenmekten
kaçınmaz. Söz konusu lezzetleri alırken insan, boş bir gurur içinde
aldanmaktadır. Onun durumu yalnızca aldatıcı bir oyalanmadır.
Yaratılış ve varoluş sistemi ise, bu esnada hedefine ve arzusuna
ulaşmaktadır. Bu sistem uyarınca bireyin varlığını korumasını sağlayan
husus, beslenme ile gerçekleşir. Türün varlığının devamı ise
cinsel birleşme ve üreme ile mümkündür. Bu es-nada insanın elde
ettiği ise, zevklerle oyalanma ve hayaldir.

Sözkonusu dünyevi lezzetler yaratılış sistemi içinde sınırlı ve
öncelikli bir hedef için gözetildiklerinden dolayı, bu amacın gerçekleştirilmesi
mümkün olmayan alanlarda bu tür lezzetleri almanın
bir anlamı yoktur. Örneğin yeme, içme gibi beslenme ile
ilgili tüm lezzetler doğa yasası içinde, bedenin çürümesini, bileşiminin
dağılmasını, yâni ölmesini önlemeye dönük olgulardır. Yine
cinsel birleşme gibi birçok olgu da yaratılış sistemi içinde türün
yok oluşuna ve çürüyüşüne yönelik bir önlem niteliğindedir. Şayet
insan için ölümsüz ve yokoluşsuz bir varlık, her türlü kötülüğe ve
istenmeyen şeylere karşı güvenilir bir hayat varsayılsa, bu durumda
bireyin ya da türün varlığını korumaya dönük olarak bedende
faaliyet gösteren duygu ve güçlerin ne tür yararı olabilir? Böbrek,
mesane, dalak ve ciğer gibi bedensel organlar ve do-nanımlar ne
gibi sonuçlar verirlerdi? Bunlar dünyadaki sınırlı varlığın korunması
yönünde yararlı olmak üzere faaliyet gösteren organlardır. Sonsuz
ve ebedi kalıcılık bağlamında (yâni ahirette) herhangi bir etkinlikleri
olmaz.

Yukarıda işaret ettiğimiz probleme vereceğimiz cevap şudur:
Yüce Allah, dünya hayatı ile ilgili lezzetleri ve nimetleri yeryüzünün
süsleri olarak yaratmıştır. Ki insan bunlara yönelsin, onlar aracılığıyla
hayata bağlansın, dört elle sarılsın. Nitekim yüce Allah bu
noktaya şöyle temas etmektedir: "Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki
şeyleri ona bir süs kıldık." (Kehf, 7) "Mal ve çocuklar, dünya
hayatının çekici süsüdür." (Kehf, 46) "Dünya hayatının geçiciliğine


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 417


istekli çıkarsınız." (Nisâ, 94) Üzerinde durduğumuz konuyu vurgulamak
açısından daha kuşatıcı olan bir diğer ayette ise şöyle
buyuruluyor: "Onlardan bazı gruplara, kendilerini denemek için
yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin
Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir." (Tâhâ, 131) Bir diğer
ayette de şöyle buyuruluyor. "Size verilen her şey, yalnızca dünya
hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı
ve daha süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız?" (Kasas, 60)
Bunun gibi daha birçok ayeti örnek olarak sunabiliriz.

Sözkonusu ayetlerin tümü, bu dünyada bulunan nimetlerin ve
bunlarla ilintili lezzetlerin bu dünya hayatı için öngörülen olgular
olduklarını, süresi sayılı bir kaç günü geçmeyen şu sınırlı hayat için
onlardan yararlanıldığını vurgulama noktasında birleşmektedirler.
Eğer bu hayat olmasaydı, şu nimetler de ne hayatın amacı olarak
öngörülürlerdi ne de yaratılırlardı. Meselenin özü budur.

Ancak şunu kesin olarak bilmek gerekir ki; kalıcı insanın varlığı
şu gözlemlenen varlıktan başkası değildir. Belli bir zaman diliminde
varlık aleminde görünür, varoluş aşamalarını katederek
kemale doğru ilerler. Bu ise bedenden kaynaklanan ve ona egemen
olan ruhtan başka bir şey değildir. Beden şu elementlerden
ve aktif güçlerden alınan parçaların toplamından ibarettir. Eğer
bizim kalıcılık için hedef olarak öngördüğümüz bu olgular bir an
için ortadan kalksalar, geride ne varlık kalır, ne de kalıcılık. Demek
istiyorum ki bunların yokluğunu tasavvur etmek, insanın yokluğunu
ta baştan varsaymak demektir. İnsanın varlığının sürekliliğinin
ortadan kalkması değil elbette. Bununla ne demek istediğimizi
anlamış olmalısınız.

O halde insan, bireyler şeklinde ortaya çıkan bir canlı türüdür.
Yer, içer, cinsel ilişkiye girer, her şey üzerinde alıp-verme şeklinde
tasarrufta bulunur. Algılar, düşünür, akleder, sevinir, neşelenir,
coşar vs. Bunların tümü, onun zatı ile uyum sağlamaktadır. Ki zatı
da bunların toplamından ibarettir. Kuşkusuz bunların bazısının


418 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


diğer bazısına göre önceliği vardır. İnsan bir yuvarlakta (öncüllerle
amaçlar arasında) dönüp durmaktadır.

Yüce Allah onu geçici alemden kalıcı dünyaya aktardığında ve
onun için sonsuzluk öngördüğünde, ya sonsuz ödül veya sonsuz
ceza ile kalıcılığını gerçekleştirdiğinde, bu, onun varlığını geçersiz
kılmak ve kalıcı bir varlık olarak var etmek şeklinde
gerçekleşmez. Tam tersine, geçicilik yurdunda sürekli bir değişime
tabi olan varlığını pekiştirmek şeklinde gerçekleşir. Dolayısıyla
insan, kaçınılmaz olarak, ya dünya nimetleriyle türdeş, ama kalıcı
olan nimetlerden yararlanır, ya da dünya musibetleriyle türdeş
felaketlere maruz kalır. Bunlar da ya cinsel birleşme, ya yiyecek ya
içecek, ya giyecek, ya barınak, ya arkadaş ya sevinç veya buna
benzer başka bir nimet şeklinde gerçekleşir.

Şu halde insan aynı insandır. Muhtaç olduğu ve eksikliklerini
tamamlamasına yardımcı olan şeyler, daha önce muhtaç olduğu
ve eksikliklerini giderdiği maksadı ve arzularının aynısıdır. Aradaki
tek fark iki dünyanın kalıcılığının farklılığı ve buna bağlı olarak
ortaya çıkan olguların değişikliğidir.

Bu gerçek, insanın bünyesinin gerçek mahiyetini anlatan yüce
Allah'ın şu sözünden de algılanmaktadır: "Andolsun, biz insanı,
süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak,
savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını
embriyo olarak yarattık; ardından o embriyoyu bir çiğnem
et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik
olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir
başka yaratılışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah,
ne yücedir. Sonra bunun ardından siz gerçekten ölecek olanlarsınız.
Sonra siz gerçekten kıyamet günü diriltileceksiniz."

(Mü'minun, 12-16)

Ayette geçen "yarattık" kelimesine dikkat edin! Yaratma top-
lama ve birleşik haline getirmektir. "İnşa ettik" ifadesine de dikkat
edin. Bu da yaratma ve meydana getirme şeklinin değişmesini


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 419


ifade etmektedir. Bir de: "Sonra siz gerçekten kıyamet günü" ifadesine
bakın! Bu ifadeye muhatap olanlar, başka bir yaratılışla
inşa edilen kimselerden başkası değildir.

Başka bir ayette şöyle buyuruluyor: "Dedi ki; orda yaşayacak,
orda ölecek ve ondan çıkarılacaksınız." (A'râf, 25) Bu ayetten
anlaşılıyor ki, insanın hayatı, yeryüzü menşeli bir hayattır.
Yeryüzünün nimetlerinden ve acılarından meydana gelmiştir.
"İnsanlar tek bir ümmetti." (Bakara, 213) ayetini tefsir ederken, bu
konuyla ilgili bazı açıklamalarda bulunduk.

Yüce Allah, bu yeryüzü nimetleri hakkında: "Bunlar dünya
hayatının metaıdır" buyurmuştur. Başka bir yerde de: "Oysa dünya
hayatı, ahirette bir metadan başka bir şey değildir." (Râ'd, 20) buyurmuş,
böylece bizzat dünya hayatının, ahirettte yararlanılan bir
meta olduğunu belirtmiştir. Hiç kuşkusuz bu, olağanüstü bir beyandır.
Bir kapıdır ki, iyice düşünenler için bin kapının açılmasını
sağlar. Bu, aynı zamanda Resulullah Efendimizin (s.a.a) şu sözünü
de doğrulamaktadır: "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz
öyle dirilirsiniz."

Kısacası, dünya hayatı, ondan edindiği güzel ve kötü unsurlarla
birlikte insanın dünya menşeli varlığıdır. Ahirette de, mutluluk
ve mutsuzluk bağlamında, yâni insanın dünyada kendisi için başarı
ve kurtuluş gördüğü şeylerle, yenilgi ve hüsran olarak gördüğü
şeyler bağlamında yine bu hayattan yararlanılacaktır. Dolayısıyla
bunların zevkine varmak suretiyle mutlu olur, ya da bunlardan
yoksun olur. İşte bunlar cennetin nimetleri ve cehennemin azabıdır.


Daha açık bir ifadeyle; insanın birey ve tür olarak devamını
sağlama bağlamında, doğa yasası gereği bir mutluluğu, bir de
mutsuzluğu söz konusudur. Bunlar da insanın yeme, içme ve cinsel
birleşme gibi doğal eylemlerine bağlıdır. Sözkonusu olgular ön
lezzetlerle süslü ve çekici kılınmışlardır. Bu, doğa yasasının bir
gereğidir. Sonra insan ek-sikliklerini tamamlama ve bilinçli ve ira



420 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


deye dayalı faaliyetler sergileme sürecine girince tür olarak bilinci
ve iradesine dayalı olarak seçtiği şeyler onun kemali olur. İnsanın
algılamadığı ve irade etmediği bir şey, bu bilinçli ve irade sahibi
varlık için kemal olarak değerlendirilemez. Bunlar doğal mutluluk
dediğimiz olgular dahi olsalar. Tam tersi için de aynı durum geçerlidir.
Algılamadığımız şeylerden zevk almayız; bunlar doğal kemal
ve mutluluk dediğimiz olgular dahi olsalar. Beden sağlığı, mal ve
çocuk gibi. Biz algıladığımız lezzetlerden zevk alırız; bunlar, dışımızdaki
objeler dünyasıyla örtüşmeseler de; sağlıklı olduğuna inanan
bir hasta gibi ve bunun benzeri örnekler. İşte bu ön lezzetler,
doğanın ileri sürdüğü ön kemalat türünden dahi olsalar, insan
için birer gerçek kemale dönüşürler.

Dolayısıyla yüce Allah, insanı bir şekilde sonsuz bir kalıcılığa
kavuşturunca, onun mutluluğu, yine onun dilediği lezzetlerin şahsında
belirginleşir. Mutsuzluğu da istemediği şeylerin şahsında
ortaya çıkar. Bunların doğal olarak ileri sürülmüş ön olgular olup
olmaması arasında herhangi bir fark yoktur. Şu apaçık bir gerçektir
ki, kişinin veya irade sahibi bilinçli gücün iyiliği kişinin bildiği ve
dilediği şeyde, kötülüğü de bildiği ama dilemediği şeydedir.

Bundan anlıyoruz ki, insanın mutluluğu, ahirette, dünyadayken
di-lediği yeme, içme, cinsel birleşme veya bunların üstünde olan
lezzetler elde etmesidir. İşte bu cennettir. Mutsuzluğu da bütün
bunları elde edememesidir. Bu da cehennem azabıdır. Nitekim
yüce Allah şöyle bu-yurmuştur: "Orada onların her diledikleri şey
vardır." (Nahl, 31)

(Al-i İmran / 16)"Onlar: Rabbimiz şüphesiz biz iman ettik, artık bizim
günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından koru, diyenlerdir."

Bu ayet de, önceki ayette "korkup sakınanlar" ifadesiyle işaret edilen müttakilerin
vasıflarına yer veriliyor. Ayette, onların "Rabbimiz..." diye söze
başladıkları belirtiliyor. Bu, Allah'ın rablığını anmak suretiyle kulluğu
ifade etmek ve "Biz iman ettik... artık azabından koru" sözüyle
kendisinden diledikleri şeyleri vermesini istirham etmektir.


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 421


Hiç kuşkusuz, "Biz iman ettik" cümlesi, Allah'a minnet etmek
amacına yönelik değildir. Çünkü iman noktasında yüce Allah onlara
minnet eder. Nitekim bir ayette şöyle buyuruluyor: "Tam tersine,
sizi imana yönelttiği için Allah size minnet etmektedir."
(Hucurat,
17) Dolayısıyla muttakilerin bu sözleri, yüce Allah'ın iman edenleri
bağışlayacağına ilişkin vadinin gerçekleşmesine yönelik bir dilektir.
Başka bir ayette ise şöyle buyuruluyor: "O'na iman edin, sizi
bağışlasın." (Ahkaf, 31) Bu nedenle muttakiler de sözlerine ifadenin
başında, ayrıntılandır-mayı ifade eden "fa" harfini getirerek
(fekina) şu ayrıntıyı eklemeyi ihmal etmiyorlar: "artık bizim günahlarımızı
bağışla..." Ayette, onların sözlerinin ("şüphesiz" anlamına
gelen "inne" edatıyla) vurgulu bir şekilde yinelenmesi, onların doğruluğuna
ve imanların kesinliğine iliş-kin bir işaret niteliğindedir.

Günahların bağışlanması, azaptan kurtulmayı gerektirmez.
Şöyle ki: Cehennem azabından korunmak, yüce Allah'ın kendisine
iman edip kulluk sunanlara yönelik bir lütfudur. Bu noktada kulun
hakkedişi ve yüce Allah'ın onu cehennem azabından kurtarmak
veya cennetle ödüllendirmek zorunda oluşu gibi durum sözkonusu
değildir. Çünkü iman ve ibadet de yüce Allah'ın bir nimetidir ve bu
konuda O'ndan başkasının bir etkinliği sözkonusu değildir. O'nun
kendi üzerine aldığı bir hak başka. İman etmeleri durumunda kullarını
bağışlaması ve onları cehennem azabından koruması, O'nun
üzerine aldığı bu tür bir haktır. Yüce Allah konuya ilişkin olarak bir
ayette şöyle buyuruyor: "O'na iman edin; günahlarınızdan bir kısmını
bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun." (Ahkaf, 31)

Kur'an'da yer alan bazı ayetlerden, cehennem azabından
korunmanın, bağışlanma ve cennetle ödüllendirme ile aynı
anlama geldiği şeklinde bir sonuç çıkarılabilir: "...Sizi acı bir
azaptan kurtaracak bir ticareti haber vereyim mi? Allah'a ve
O'nun Resulü'ne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla
Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer
bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından
ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel


422 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir." (Saf, 10-12) Bu
üç ayetin son ikisi: "Sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti
haber vereyim mi?" ayetinin açıklaması niteliğindedir. Bu noktada
son derece derin bir anlam yatmaktadır. Eğer başarabilirsek, bu
noktayı yeri gelince ayrıntılı bir şekilde açıklayacağız.

(Al-i İmran / 17) "Sabredenler, doğru olanlar..." Burada muttakilerin beş temel
özelliğinden
sözediliyor ki, hiçbir muttaki bunlarsız olmaz. Sabır
özelliğinin, diğer karakterlerden önce zikredilmesi ve mutlak olarak
bırakılmış olması, sabrın tüm kısımlarını kapsadığına yönelik
bir işarettir. Sabır üç kısımdır: İtaat etmede sabır, günah işlememede
sabır ve musibetlere karşı sabır.

Doğruluk; kavramın gerçek analizi açısından söz ve fiil olarak
insanın dışı ile içinin uyumlu olması demektir; ancak bu anlamıyla
sabır ve gönülden itaat gibi diğer tüm faziletleri de kapsamaktadır.
Ancak bu ayette, bu geniş anlam kastedilmemiştir. Burada Allah
doğrusunu daha iyi bilir- sadece doğru sözlü olmak anlamında
kullanılmıştır.

Ayetin orijinalinde geçen "kanitîne" "kunût" kelimesinden, Allah'a
boyun eğmek demektir. Ki tüm ibadetleri ve kulluk sunma
şekillerini kapsar. İnfak ise, malın hakkedenlere ve hayır amaçlı
olarak verilmesi demektir. Seherlerde bağışlanma dilemek, gecenin
son diliminde kalkmayı ve bağışlanma dilemeyi gerektirir. Hadisler
bunu, gece namazı ve Vitir namazında okunan kunut duası
kapsamında bağışlanma dilemek şeklinde açıklamıştır. Yüce Allah
"Dehr" ve "Müzzemmil" surelerinde bunu insanı Rabbine götüren
bir yol olarak tanımlamıştır: "Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık
dileyen Rabbine bir yol bulabilir." (Müzzemmil, 19; Dehr, 29)

(Al-i İmran / 18)"Allah adaleti ayakta tutarak, gerçekten kendisinden başka ilah
olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah
olmadığına şahitlik ettiler."
Şahitliğin aslı, gözle görmektir. Görmek
ve duyumsamak suretiyle bilgi sahibi olmak yâni. Daha sonra bu
kavram, görülen ve duyumsanan bilginin ifade edilmesi, tanığın


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 423


taşıdığı bilgiyi açıklaması anlamında kullanılmıştır. Ardından aynı
amaca yönelik olmaları dolayısıyla bilginin taşınması ve açıklanması
anlamında müşterek bir lafız gibi kullanılmıştır. Çünkü bir bilgiyi taşımak
genellikle gerçeğin ve realitenin çekişmeler, zorbalıklar, unutmalar
ve örtbas etmeler sonucu geçersiz kılınmasını önleme
amacına yönelik olur. O halde şehadet, gerçeği ve hakkı korumak
demektir. İşte bu tarz bir yaklaşım ve amaçla, bilgiyi taşıma ve
açığa vurma olgularına şahitlik, yâni hakkı korumak ve egemen
kılmak denilmiştir. Ayette geçen "kıst" kelimesi de adalet demektir.


"Şüphesiz inkar edenler, onların malları da çocukları da kendilerini
Allah'tan müstağni kılmaz."
diye başlayan ve "seher
vakitlerinde bağışlanma dileyenler" cümlesine kadar süren
ayetler grubu bize şu gerçeği açıklıyor: Yüce Allah'tan başka ilah
yoktur ve hiçbir şey O'ndan müstağni değildir. İnsanın kendisini
Allah'tan müstağni kılacağını sandığı ve hayatında güvenip
dayandığı şeyler, yalnızca birer süstürler, birer oyalanma
metaıdırlar. Yüce Allah onları daha hayırlı olana kavuşmak için
yararlanılmak üzere yaratmıştır. Bunlara da ancak Allah'a karşı
duyulan takva duygusuyla ulaşılabilir. Diğer bir ifadeyle; insanın
büyük bir içtenlikle yakınlık duyduğu bu nimetler, dünyada
kâfirlerin ve mü'minlerin ortak kullanımına sunulmuştur. Ahirette
ise, salt mü'minlere özgü kılınmışlardır. Tefsirini sunduğumuz
ayette işaret edilen tanıklık da, yukarıdaki ayetlerin dikkat
çektikleri hususun gerçek olduğunu, bundan kuşku duyulmaması
gerektiğini vurgulamaya yöneliktir.

Yüce Allah, kendisinden başka ilah olmadığına tanıklık etmiştir.
Şu halde O'nun dışında herhangi bir tanrının varlığı sözkonusu
değildir. Dolayısıyla ne mal, ne evlat, ne dünya hayatının herhangi
bir süsü ne de doğal bir sebep insanı Allah'tan müstağni kılamaz.
Çünkü eğer bu sayılanlardan birisi, insanı Allah'tan müstağni kılacak
olsaydı o, Allah'tan başka bir ilah olurdu ya da O'nun dışında


424 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


bir başka ilaha dayanırdı, sonuçta ona yaslanırdı. Oysa Allah'tan
başka ilah yoktur.

Yüce Allah, fiillerinde adeleti esas alarak, yarattıkları hakkında
adalete uygun hükümlerde bulunarak bu tanıklıkta bulunmuştur.
O, evrenin yönetimini, sebebler ve sonuçlar yaratmak suretiyle
düzenlemiştir. Sebepler ve sonuçlar arasında gerektirici bağlar
varetmiştir. Her şeyin yürüyüşünün, çabasının, tekamülünün ve
aşamaları katetmesinin kendisine dönük olmasını sağlamıştır.
Katman üstüne katman yaratmıştır. Bu amaca doğru giden yolun
üzerinde bir takım nimetler varetmiştir ki, insanlar ahiretleri için
dünyadayken ve ahirete doğru yol alırlarken bunlardan yararlansınlar.
Yoksa insandan istenen bunlara güvenip dayanması ve onları
asıl amaç edinip durması değildir. İşte adalete uygun davranan
bir tanık olarak yüce Allah buna tanıklık etmektedir.

İşin inceliğine bakınız ki, yüce Allah'ın adaleti O'nun zatına ve
uluhiyetinin tekliğine tanıklık ediyor. Yâni, adaleti, bizzat sabittir
ve O'nun birliğini ispatlamaktadır. Daha açık bir ifadeyle; bizler
tanıklık eden bir kimsede adaleti şunun için gözönünde bulundururuz:
Tanık normal hayat yolu üzere olsun, fıtrat yolunu izlemiş
olsun, ifrat ve tefrite eğilim göstererek bir eylemi ait olmadığı yere
koymasın. Böylece adalete uygun tanıklıkta bulunduğu zaman,
yalan ve iftiradan yana güvencede olunur. Doğruyu esas almak ve
yaratılış yasasına uygun hareket etmek, insanın adil olmasını gerektirir.
O halde Allah'ın fiili olarak nitelendirilen evrene egemen
olan ve evrensel fenomenlerin de ince ayrıntısına kadar hareketlerini
yönlendiren sistem, salt adalettir.

Varoluş yasası uyarınca gerçekleşen olayların kapsamında razı
olmadığımız ya da eğilimimizin ve beklentilerimizin aksine meydana
gelen tüm olaylar karşısında, öncelikli tavır olarak bunlara
karşı çıkarız, bunları tartışırız. Bunu yaparken, bunlara yönelik
karşı çıkışımızda aklımızın hükmettiği ya da iç güdümüzün eğilim
gösterdiği şeyleri söz konusu ederiz. Bunların tümü evrensel düze



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 425


nin gereği olarak belirginleşen hususlardır. Sonra biraz daha araştırdığımızda,
olayın nedenini algılamaya başlarız. Böylece şüphe
ortadan kalkar. Ya da sebebi kavramaktan aciz kalırız ve elimizde
sebebi bilmemekten başka bir şey kalmaz. Bilginin yokluğu kalır,
yokluğun bilgisi değil yâni. Şu halde, yüce Allah'ın eseri olan evrensel
düzen, adaletin ta kendisidir. Bunun üzerinde iyice düşünmek
gerekir.

Eğer, herhangi bir işte insanı Allah'tan müstağni kılacak bir ilah
olsaydı, varoluş düzeni mutlak adalet olmazdı. Tam tersine her
ilahın yaptığı kendi açısından, öntasarımı ve eylemi çerçevesinde
adalet olurdu.

Özetleyecek olursak, yüce Allah, adil bir tanık olarak, kendisinden
başka ilah olmadığına tanıklık ediyor. Buna melekleri de
tanıklık ediyor: "Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına
şahitlik etti" ifadesi bunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bu
ayet, yüce Allah'ın tekliğine yönelik tanıklığını içermesi bakımından
şu ayete benzemektedir: "Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik
eder; onu kendi ilmiyle indirdi. Melekler de şahittirler. Şahid
olarak Allah yeter." (Nisâ, 166)

Melekler, O'ndan başka ilah olmadığına tanıklık ederler. Yüce
Allah, bu ayetlerden önce Mekke'de inen ayetlerde onların ikram
edilmiş kullar olduklarını, Rablerine karşı gelmediklerini, O'nun
emriyle hareket ettiklerini, O'nu tenzih ettiklerini vurgulamıştı.
Onların Allah'ı tesbih etmelerinde, O'ndan başka ilah olmadığına
ilişkin tanık da vardır. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hayır, onlar ikrama layık görülmüş kullardır. Onlar sözle
bile olsa O'nun önüne geçmezler ve onlar O'nun emriyle yapıp
etmektedirler." (Enbiyâ, 26-27) "Melekler Rablerini hamd ile tesbih
ederler." (Şurâ, 5)

İlim sahipleri Allah'tan başka ilah olmadığına tanıklık ederler.
On-lar iç ve dış alemdeki ayetleri gözlemleyerek bu tanıklıkta bu



426 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lunurlar. Edindikleri derin bilgi duygularını doldurmuş ve akıllarında
kökleş-miştir.

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu sonuçları
elde ediyoruz:

Birincisi: Ayette edilen tanıklıktan maksat, sözlü tanıklıktır. Fiili
tanıklık özü itibarıyla gerçek ve geçerli olsa da ayetin zahirinden,
onun kastedilmediğini anlıyoruz. Çünkü varlık alemi, kendisine
egemen olan tek ve bütünsel düzeni ile, teker teker varlıkları temsil
eden cüzleri ile uluhiyetin tekliğine tanıklık etmektedir.

İkincisi: Ayette geçen "kâimen bil kıst=adaleti ayakta tutarak"
ifadesi "Allah şahitlik etti" ifadesinin failinin hali fonksiyonunu
görmektedir. Diğer bir ifadeyle, O'nun adaleti ayakta tutması, ne
yüce Al-lah, ne melekler, ne ilim sahiplerinin tanıklığına konu olan
husus de-ğildir. Tersine yüce Allah adaleti kaim kılarak kendisinden
başka ilah olmadığına tanıklık etmektedir. Melekler ve ilim
sahipleri de O'nun birliğine tanıklık ediyorlar. Ayetin zahirinden bu
anlaşılıyor. Çünkü "O'ndan başka ilah yoktur" cümlesiyle "adaleti
ayakta tutarak" ifadesi arasında, "melekler ve ilim sahipleri" ifadesine
yer verilmiştir. E-ğer, adaleti kaim kılmak tanıklığın bir cüzü
olsaydı, cümlenin şöyle kurulmuş olması gerekirdi: "Şehidellahu
ennehu lailahe illa huve kâimen bil kıst vel melâiketu=Allah, gerçekten
adaletle kâim olup kendisinden başka ilah olmadığına
tanıklık etti; melekler..."

Değindiğimiz bu iki hususla, bazı tefsircilerin ayeti tefsir ederken
iki yöndeki (şehadetin ameli olması, adaleti ayakta tutmanın
tanıklığa konu olması yönündeki) değerlendirmelerinin tutarsızlığı
da anlaşılmış oluyor. Sözkonusu tefsircilerin konuya ilişkin değerlendirmelerini
inceleyenler, bu tutarsızlıkları gözlemleyebilirler.

Konuyla ilgili olarak ileri sürülen problemlerin en tuhafı ise,
bazılarının şu tarz değerlendirmelerde bulunmalarıdır: Ayette geçen
tanıklığı, yukarıda açıkladığımız gibi sözlü tanıklık olarak yorumlamak,
tevhid ilkesi açısından akıldan çok nakle dayanmayı


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 427


gerektirir. Oysa böyle bir durumun doğruluğu da vahyin sahih oluşuna
bağlı olur. Bu tanıklığın doğruluğu, Kur'an'ın gerçek vahiy
olduğuna dayalı olur. Oysa Kur'an'ın gerçek vahiy olması da, bu
tanıklığın doğruluğuna bağlıdır. Tanıklığın buna dayalı olması muhal
nitelikli kısır döngüyü gerektirir.

Buradan hareketle bazı tefsirciler şöyle bir değerlendirmede
bulunmuşlardır: Buradaki tanıklıktan maksat istiare türü bir anlamdır.
Şöyle ki yüce Allah'ın yarattığı bütün varlıkların, ihtiyaç ve
düzen birliğinin, yaratıcının birliğine tanıklık etmeleri, sözlü bir
anlatım ve Yüce Allah'ın kendisinden başka ilah olmadığını haber
vermesi olarak algılanır. Aynı
şekilde, meleklerin O'na ibadeti Allah'ın
emrine göre hareket etmeleri ve insanlardan ilim sahiplerinin
Allah'ın birliğine dair işaretleri gözlemlemeleri, yüce Allah'ın
tekliğine yönelik tanıklıkta bu-lunmaları konumundadır."

Buna ilişkin cevabımız şudur: Bu değerlendirme yanılma ve
de-mogoji ürünüdür. Aklın veya duygunun kavrayabileceği hususlarda
ancak nakle dayanılmaz. Çünkü hakkında bilgi sahibi olunması
gereken bir noktada insana bilgi kazandırmaz. Ancak akıl
gibi veya ondan daha güçlü bir şekilde bilgi vermesi mümkün olan
yerde akıl gibi veya ondan daha güçlü bir şekilde dikkate alınır.
Nitekim mütevatir düzeyindeki bir haber, yakin düzeyinde olan ve
yakini sonuç veren aklî-teorik öncüllerden oluşan kanıtların desteklediği
mantıksal önermelerden daha etkili ve daha doğru kabul
edilir.

Varsayılan tanığın, kesin kanıt desteğiyle yalan ve iftira gibi
olgulara tevessül etmediği bilinirse, onun tanıklığı kesin kanıtın
ifade ettiği sonucu verir. Yüce Allah -noksanlıklardan ve batıldan
münezzeh olduğu için- hakkında yalan tasavvur edilmez. Dolayısıyla
O'nun kendi birliğine yönelik tanıklığı, hakkı gösteren bir tanıklıktır.
Aynı
şekilde O'nun meleklerin ve ilim sahiplerinin tanıklıklarını
haber vermiş olması da onların tanıklık ettiklerini ispatlar.


428 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Ayrıca putlar ve heykeller gibi düzmece ilahları Allah'a ortak
koşanlar, bunların Allah katında şefaatçiler olduklarını, Allah ile
kulları arasında aracılar işlevini gördüklerini ileri sürerek böyle bir
yaklaşım içine giriyorlar. Nitekim yüce Allah, onların bu tutumlarını
yine onların ağzından şöyle aktarıyor: "Biz, bunlara bizi Allah'a
daha fazla yaklaştırsınlar, diye ibadet ediyoruz." (Zümer, 3) Aynı
şekilde heva ve heves, itaat edilen lider, mal ve evlat gibi gizli şirk
unsurlarını Allah'ın ortakları gibi algılayanlar da, onları Allah'tan
kaynaklanan ama bağımsız etkiye sahip sebepler olarak görmektedirler.
Dolayısıyla O'nun ortağı gibi görülen düzmece ilahlar, ancak
O'nun bunları ortaklığa kabul ettiği sanısından dolayı bu konuma
getirilmişlerdir. Yâni kendilerinden kaynaklanan bir özellikleri
yoktur. Yüce Allah, kendisi için ortaklar edinmediğini bildirince,
O'nun ortakları olduğunu iddia edenlerin iddiaları havada kalmış
oldu.

Böylece ifade şu ayete benzer bir fonksiyon icra etmiş olur.
"De ki; siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber
veriyorsunuz?" (Yunus, 18) Bu ifade, Allah'ın ortağı olduğuna dair
iddiayı yüce Allah'ın göklerde ve yerde böyle bir şeyi bilmediği ve
hiçbir şey O'na gizli kalmaz şeklinde geçersiz kılmaktadır. Gerçekte
bu da, Rububiyet ve yücelik makamından kaynaklanan haberlerden
biridir. Şu ayet-i kerime gibi: "O, onların şirk koştuklarından
uzak ve yücedir." (Yunus, 18) ve bunun benzeri ayetler. Ancak
burada verilen haberin tanıklık kavramıyla örtüşmesi göz önünde
bulundurulmuştur. Çünkü iddia edi-len bir konuda verilen haberdir.
Bu haberi veren de adalete uygun hareket etmektedir. Böylece bu
haber tanıklık nitelikli olur. Dolayısıyla kelamda bir edebi sanat
örneği riayet edilsin diye tanıklık ifadesi kullanılmıştır.

Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle yorumlanır: Eğer varlık aleminde
Allah'tan başka yaratmada ve varlık aleminin yönetiminde et-
kin olan ortaklar ve şefaatçiler olarak bir takım tanrıların varlığı
sözkonusu olsaydı, yüce Allah bunları mutlaka bilirdi ve varlıkları



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 429


na tanıklık ederdi. Ancak O, ortağının olmadığını bildiriyor. Şu halde
O'nun ortağı olamaz. Eğer böyle bir durum sözkonusu olsaydı,
evrenin yaratılış ve yönetimi için aracılar olarak işler gören melekler
de bilirlerdi ve bunu itiraf ederlerdi. Ancak onlar, Allah'ın ortağının
olmadığına tanıklık ediyorlar. İlim sahipleri de bunu bilir ve
eserini görürlerdi. Ancak onlar da gözlemledikleri ayetlerinden
edindikleri bilgiyle Allah'ın ortağı olmadığına tanıklık ediyorlar.

Bu sözlerimizi, şu sembolik anlatımla daha da belirginleştirmemiz
mümkündür: Eğer falan ülkede, bildiğimiz kralın dışında
memleket işlerinde ve yönetimde etkin olan başka bir kral olsaydı,
herkesten önce, bizim bildiğimiz kral bunu bilirdi. Çünkü
farketmemesi mümkün değildir. Yine saltanat ile halk arasında
aracılık görevini yerine getiren işçiler ve diğer kurumlar bunu bilirlerdi.
Her gün ellerindeki hüküm ve emirlerle memleket içinde
icra-ı faaliyet eden bu aracı kurum ve kişilerin ikinci bir kralın varlığını
farketmemeleri mümkün müdür? Ayrıca söz konusu ülke
halkının içindeki akıllı
şahsiyetler de bunu bilirlerdi. Emir ve buyruklarını
uygulayanlar ve ülke içinde yaşayanlar olarak böyle bir
şeyin varlığını bilmezler miydi? Ama kral, böy-le birinin varlığını
inkar ediyorsa, devlet görevlileri böyle birini tanı-mıyorsa, aklı başında
vatandaşlar varlığını ispatlayacak bir şey görmüyorlarsa,
böyle biri yoktur, demektir.

"Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilah yoktur." Bu bir
ara cümleciktir. İfadenin akışı içinde yer alması da, hatırlatılmaması
durumunda gözden kaçılması muhtemel olan bir gerçeği
vurgulama amacına yöneliktir. Yoksa, cümlenin akışı bu gerçeği
ifade etmek değildir. Yüce Allah'la ilgili, O'nun şanına yakışmayan
bir konudan sözedildiği durumlarda, O'nun yüceliğini vurgulamaya
dönük olarak Kur'an'ın öteden beri takındığı bir edep tavrıdır bu.
"Allah çocuk edindi, dediler, O, bundan yücedir" (Yunus, 68) gibi.
"O, bundan yücedir" sözü, yüce Allah ile ilgili olarak yakışıksız bir
hususun dile getirilmiş olması nedeniyle, O'nun yüceliğini vurgu



430 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


lamak için cümle içinde yer almıştır. Aşağıdaki ayet de bir açıdan
buna benzemektedir: "Yahudiler: "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Onların
elleri bağlandı." (Mâide, 64)

Kısacası, ayetin baş tarafı, -şirki olumsuzlayarak- yüce Allah'ın,
meleklerin ve ilim sahiplerinin tanıklığını kapsamaktadır. Dolayısıyla,
bu olayı anlatanın, tanıklığı haber verenin, yâni konuşmacının
-ki ayet-te yüce Allah'tır- ve bunu dinleyen muhatabın, şirki
olumsuzlamak su-retiyle Allah'ı birlemesi ve "O'ndan başka ilah
yoktur" demesi üzerine düşen bir haktır. Aişe'ye yönelik iftira ile
ilgili ayeti de buna benzetebiliriz: "Onu işittiğiniz zaman; bu konuda
söz söylemek bize yakışmaz. Allah'ım Sen yücesin; bu, büyük
bir iftiradır" dememiz gerekmez miydi?" (Nur, 16) Şu halde yüce
Allah'ın onlar üzerindeki bir hakkı, bir iftira duyduklarında ve iftiraya
uğrayan kimseyi bu suçlamadan tenzih etmek istediklerinde,
bundan önce Allah'ı tenzih etmeleridir. Çünkü yüce Allah, asılsız
suçlamalardan ve noksanlıklardan tenzih edilmeye herkesten çok
layıktır.

Şu halde: "Mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah'tan başka
ilah yoktur." ifadesi Yüce Allah'a yönelik bir övgü niteliğindedir ve
O'nun yüceliğini vurgulama amacına yöneliktir. Bu yüzden ifadenin
sonunda "Azîz ve Hakîm" isimleri yer almıştır. Eğer ifade, tanıklığın
sonucu konumunda olsaydı, cümlenin birlik ve adaletle kaim
olma sıfatlarıyla son bulması daha uygun olurdu. O halde, O'nun
birliğine ilişkin tanıklıktan sözedildiği bir sırada, O'nun birliğinin
vurgulanması gerekirdi. O, üstün iradeli oluşuyla tektir. Mutlak
iradesi uluhiyet makamında, bir ortağın bulunması suretiyle zelil
olmasını imkansız kılar. Hikmeti itibarıyla tektir. Hikmeti O'ndan
başkasının, O'nun varlık alemi ile ilgi-li emrini geçersiz kılmasını,
evren üzerindeki yönetimine müdahale et-mesini, evrensel düzeni
bozmasını, iradesini ifsad etmesini engeller.

Yukarıdaki açıklamalar, ayette, tevhid kelimesinin tekrarlanışının
ve ifadenin sonunda "Aziz ve Hakîm" isimlerinin yer alması



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 431


nın gerekçesini ortaya koyar niteliktedir. Allah herkesten daha iyi
bilir.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Mecma-ul Beyan tefsirinde: "İnkar edenlere de ki: Yakında
yenileceksiniz..."
ifadesiyle ilgili olarak Muhammed b. İshak'ın
rivayet zincirinde yer alan adamlara dayanarak şöyle dediği rivayet
edilir: Resulullah (s.a.a) Bedir'de Kureyşi yenilgiye uğratıp Medine'ye
gelince, Yahudileri Kaynuka çarşısında topladı ve onlara şöyle
dedi: "Ey Yahudi topluluğu, Bedir günü Kureyş'in üzerine inen
musibetin bir benzerine karşı Allah'tan sakının. Onların başına
gelen, sizin başınıza gelmeden önce Müslüman olun. Sizler benim
elçi olarak gönderilmiş bir peygamber olduğumu biliyorsunuz. Benim
hakkımdaki bilgileri kitaplarınızda buluyorsunuz." Bunun üzerine
şöyle dediler: Ey Muhammed, savaş deneyimleri olmayan bir
toplulukla karşılaşıp onları yenilgiye uğratmış olman seni yanıltmasın.
Allah'a andolsun ki, eğer seninle savaşsaydık, sen bizim
nasıl insanlar olduğumuzu anlardın." Bunun üzerine yukarıdaki
ayet indi. (c.2, s.413, Tahran baskısı)

Ben derim ki: Aynı hadisi, ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i İshak
ve İbn-i Abbas'tan, Beyhaki ise ed-Delail adlı eserinde İbn-i Ab-
bas'tan rivayet etmiştir. Buna yakın bir rivayete Tefsir-ul Kummî'de
yer verilmiştir. Daha önce şunu söylemiştik: Ayetlerin akışı, bunların
Yahudiler hakkında indikleriyle büsbütün örtüşmüyor. Ayetlerin
akışına en uygun olanı, bunların Uhud savaşından sonra inmiş
olmalarıdır, Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.

El-Kafi'de, Tefsir-ul Ayyaşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği
rivayet edilir: "İnsanlar, ne dünyada, ne de ahirette, kadınlardan
aldıkları lezzetten daha büyüğünü tatmazlar. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Kadınlara, oğullara duyulan tutkulu şehvet
insanlara süslü ve çekici kılındı."
Ardından şöyle demiştir: "Cennet
halkı, nikahtan aldıkları zevki hiçbir şeyden almazlar, ne ye




432 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


meden ne de içmeden." (el-Kâfi, c.5, s.321, h: 10; Tefsir-ul Ayyaşî, c.1,
s.164, h: 10)

Ben derim ki: Bu çıkarsama, ayetteki tutkulu şehvetlerle ilgili
sıralamadan alınmıştır. Çünkü kadınlara duyulan şehvet, diğerlerinden
daha önce zikredilmiştir. Ardından bu şehvetler dünya hayatının
metaı olarak nitelendirilmiş, sonra cennetteki şehvetlerin
bunlardan daha iyi oldukları vurgulanmıştır.

İmamın (a.s) cinsel birleşmeyi, lezzetlerin en büyüğü olarak
nitelendirmek suretiyle yaptığı bu sınıflandırma izafi ve görecelidir.
Yâni, cinsel birleşme, insan bedeniyle ilintili şehvetlerin en büyüğüdür.
İnsanın kendi varlığından veya Allah dostlarından birinin
Rabbine yakın olmaktan, O'nun büyük ayetlerini, hoşnutluk ve
ikram lütuflarını gözlemlemekten aldığı lezzet, İmamın (a.s) sözlerinin
kapsamının dışındadır. Bilimsel kanıtlarla ortaya konmuştur
ki, insan en büyük zevki kendi varoluş nimetinden alır ve yine varlıkların
Rablerinin varlığı karşısında duydukları zevk, kendi varlıklarından
duydukları zevkten daha büyüktür. Birçok rivayette, kulun
Allah'a yakın olmaktan dolayı duyduğu zevkin her türlü zevkten
daha büyük olduğu belirtilmiştir. el-Kafi'de İmam Bâkır'ın (a.s)
şöyle dediği rivayet edilir: İmam Zeynel-abidin (a.s) şöyle derdi:
"Nefsimi, bizimle ilgili ölüm ve öldürmelerin erken olması için son
derece cömert kılan Yüce Allah'ın şu ayetidir: "Bizim yere gelip
etrafından eksilttiğimizi görmezler mi?" (R'ad, 41) Burada alimlerin
ortadan kalkmaları kastedilmiştir. Kitabımızın uygun yerlerinde
bu tür rivayetlere değineceğiz. (el-Kâfi, c.1, s.30, h:6)

Mecma-ul Beyan tefsirinde: "Kantar kantar yığılmış altın ve
gümüş" ifadesiyle ilgili olarak İmam Bakır ve İmam Sadık'ın (her
ikisine selam olsun): Kantar, dolu bir öküz derisi altın demektir"
dediği rivayet edilir." (c.2, s.417)

Tefsir-ul Kummî'de, İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir:
"el-Hayl-ul musavveme" meraya salınmış atlar demektir." (c.1, s.97)


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 433


Men La Yahzuruh-ul Fakîh ve el-Hisal adlı eserlerde İmam
Sadı-k'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir. "Bir kimse vitir namazını
kılarken ayakta yetmiş kere: "esteğfirullahe ve etûbu
ileyh=Allah'tan bağışlanma diliyorum, tevbe edip O'na yöneliyorum",
derse ve bunu bir yıl bo-yunca sürdürürse, yüce Allah, katında
onu, "seherleri istiğfar edenlerden" yazar ve Allah tarafından
bağışlanması vacip olur." (el-Fakih, c.1, s.309, h:4; el-Hisal, s.581, h:3)

Ben derim ki: Bu anlama gelen ifadeler başka kanallardan da
Ehl-i Beyt İmamlarından rivayet edilmiştir. Peygamberimizin (s.a.a)
sünnetlerinden birisidir. Buna yakın bir hadis ed-Dürr-ül Mensûr
tefsirinde İbn-i Cerir'den, o da Cafer b. Muhamed'den şu şekilde
rivayet edilmiştir: "Kim gecenin bir vaktinde namaz kılar, sonra
gecenin sonunda yetmiş defa istiğfar ederse, istiğfar edenlerden
yazılır." (c.2, s.12)

İmam'ın (a.s): "Allah tarafından bağışlanması vacip olur" sözü,
yüce Allah'ın mü'minlerin dilinden aktardığı şu ifadeden algılanmıştır:
"Öyleyse günahlarımızı bağışla." Çünkü, onların dualarının
geri çevirilmeksizin hikaye edilmiş olması onaylandığının, kabul
edildiğinin göstergesidir.



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ............................................................................................... 15