El-Mizân
Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:3

                AL-İ İMRAN SURESİ

                             ( 1-120. Ayetler)

                                         İÇİNDEKİLER



19- Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır. Kitap verilenler,
ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık
yüzünden, ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse,
(bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir.

20- Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: "Bana uyanlarla
birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim. Ve kitap verilenlerle
ümmîlere (müşriklere) de ki: "Siz de teslim oldunuz mu?" Eğer
teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse,
artık sana düşen yalnızca tebliğ etmektir. Allah, kulları hakkıyla
görendir.

21- Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere
öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; işte onlara
acıklı bir azabı müjdele.

22- Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır
ve onların hiçbir yardımcıları da yoktur.


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 .................................................................. 435


23- Kendilerine Kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında
hükmetmesi için Allah'ın Kitabına çağrılıyorlar da, sonra
içlerinden bir grup yüz çevirerek dönüyorlar.

24- Bu, onların: "Ateş bize sayılı günler dışında, kesinlikle dokunmayacak"
demelerinden ileri gelir. Uydurdukları
şeyler, onları
dinleri konusunda yanıltmıştır.

25- Artık onları, kendisinde şüphe olmayan bir gün için topladığımızda
ve her bir nefse -haksızlığa uğratılmaksızın- kazandığı
tam olarak ödendiğinde nasıl olacak?

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Yukarıdaki ayetlerde ehl-i kitabın durumu gözler önüne seriliyor.
Daha önce vurguladığımız gibi, bu surede durumu irdelenen
üç gruptan sonuncusu ehl-i kitaptır. Ki surenin genel akışının amacı
gözönün-de bulundurulduğunda bu üç grubun en önemlisi,
Yahudi ve hristiyan-lardan oluşan ehl-i kitaptır. Çünkü surenin önemli
bir kısmı onlarla ilgilidir, onların tavırları üzerine inmiştir,
sonuç itibarıyla onlara dönüktür.

(Al-i İmran / 19) "Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır."
Daha önce "İslam" kelimesinin  sözcük olarak ifade ettiği anlam üzerinde durduk. Kitap
verilenlerin, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan
dolayı ihtilafa düştüklerinden söz edilmiş olmasını bir ipucu
olarak kabul edersek, İslam kelimesinin daha önce üzerinde
durduğumuz sözlük anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.
Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: Yüce Allah kullarına bu tek dinden
başkasını emretmemiştir. Peygamberlerine indirdiği kitapları aracılığıyla
yalnızca bu dini açıklamıştır. Kanıt niteliğindeki ayetleri de
ancak onu göstersinler diye gözler önüne sermiştir. Ve o din İslam'dır.
Hakka teslim olmak yâni inanç ve amelde hakka boyun
eğmek.


436 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Diğer bir ifadeyle: İslam; yüce Rablık makamından bilgi ve hüküm
bağlamında kaynaklanan açıklamalara teslim olmak demektir.
Bu din, yüce Allah'ın nebi ve resullerine indirdiği şeriatlar
bazında nicelik ve nitelik olarak değişik biçimlerde pratize edilmiş
olsa da -nitekim yüce Allah bu farklı yansımalara kitabında işaret
etmiştir- gerçekte tek bir dinden başka bir şey değildir. Dinin pratikteki
yansımalarından iba-ret olan şeriatların farklılığı, eksiklik
tamamlık itibarıyladır, çelişme ve birbirini olumsuzlama itibarıyla
değil. Bunlar arasındaki üstünlük derece farklılığından kaynaklanır.
Bütün şeriatların ortak noktası, yüce Allah'ın elçileri aracılığıyla
kullarından istediği şeylere uyup itaat etmek, teslim olmaktır.

Yüce Allah'ın kullarından istediği ve kullarına açıkladığı din, işte
budur. Bundan dolayı, insanın bu dinle ilintili olarak net bir şekilde
or-taya konan bilgileri alması, benimsemesi, kuşkulu noktalarda
durup nefsinden kaynaklanan tasarruflarda bulunmaması
bir zorunluktur. Ya-hudi ve Hıristiyanlardan oluşan ehl-i kitap topluluklarının,
kendilerine ilahi kitap indirilmiş olmasına, yüce Allah'ın
katındaki dinin İslam ol-duğunu açıklamış olmasına rağmen, din-
de ihtilaf etmiş olmaları, işin aslını ve dinin tekliğini bilmemelerinden
kaynaklanan bir durum değildir. Tam tersine, onlar bu gerçeği
biliyorlardı. Onları dinde ihtilafa sürükleyen etken, kıskançlıkları
ve zulümleri olmuştur. Bu konuda hiç bir mazeretleri yoktur.

Onların bu tutumu, kendilerine işin aslını gereği gibi açıklayan
Allah'ın ayetlerini inkâr etmek anlamına gelir. Kuşkusuz Allah'ı
inkâr etmiyorlardı. O'nun varlığını açık bir şekilde kabul ediyorlardı.
Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilsinler ki, Allah hesapları çabuk
görendir. Onların hesabını hem dünyada hem de ahirette çabuk
görür. Dünyada rüsva olmak, dünyevî mutluluktan yoksun
bırakılmak, ahirette ise, elem verici bir azaba çarptırmak şeklinde
hesaplarını görür.

Hesapları çabuk görmenin, hem dünyayı, hem de ahireti
kapsayacak şekilde genel bir olgu olduğunun kanıtı, iki ayetten
sonra yer alan şu ifadedir: "Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 437


yer alan şu ifadedir: "Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa
gitmiş olanlardır. Ve onların yardımcıları yoktur."

Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar
açıklığa kavuşuyor:

Birincisi: Dinin Allah katında oluşu, hazır bulunuşu, yasama
nitelikli bir oluş, bir bulunuştur. Yâni tek bir şeriattır. Ancak
dereceler ve değişik milletlerin farklı kapasitelerine göre bir takım
farklılıklarının olmasından başka bir ihtilaf olmaz. Yoksa dinin
tekvinî, varoluşsal tekliği kastedilmiyor. Yâni tek bir dinin tek bir
tarzda insan fıtratına yerleştirilmiş olması kastedilmiyor. [Dinden
maksat, insanların fıtratı değildir.]

İkincisi: Ayette işaret edilen "ayetler"den maksat vahiy yoluyla
indirilenlerdir. Yüce Allah'ın peygamberlerine bildirdiği açıklamalar
yâni. Allah'ın tekliğine ve buna bağlı olan diğer ilahi bilgilere
işaret eden tekvinî, evrensel ayetler kastedilmiyor.

Ayet, kıskançlıktan dolayı ihtilaf ettiklerini vurgularken, bir
bakıma ehl-i kitabı öç almakla tehdit etmektedir. Nitekim bundan
önceki: "İnkar edenlere de ki: Yakında yenileceksiniz ve toplanıp
cehenneme sürüleceksiniz" ifadesi ile de müşrik ve kâfirler tehdit
edilmiştir. Bir sonraki ayette geçen: "Kitap verilenlerle ümmilere
de ki: Siz de teslim oldunuz mu?..." ifadesinde, ehl-i kitapla müşriklerin
birlikte zikredilmesinin nedeni de bu olsa gerektir. Ki bu
ifadeden de tehdit havası al-gılanmaktadır.

(Al-i İmran / 20)"Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: Bana uyanlarla birlikte,
ben kendimi Allah'a teslim ettim..."
"Eğer seninle çekişip tartışırlarsa"
ifadesindeki zamirin ehl-i kitaba dönük olduğu açıktır. Burada
kastedilen, ihtilaf hususunda Peygamberimizle tartışmaya girip:
"İhtilafımız, bize yönelik açıklamadan sonra aramızda ya-şanan
kıskançıktan kaynaklanmıyor. Tam tersine, buna, aklımız, anlayışımız
ve dinin gerçeklerine ilişkin bilgiler elde etmeye yönelik
çabalarımız bizi iletti. Yüce Allah'a teslim olmayı hiçbir zaman
bırakmış değiliz. Senin öngördüğün ve bizi davet ettiğin de bu tür


438 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


bir şeydir ey Muhammed" ve benzeri sözler sarfetmeleridir. Buna
ilişkin kanıt da: "De ki: Ben kendimi Allah'a teslim ettim" ve "ki-
tap verilenlerle ümmilere de ki: Siz de teslim oldunuz mu?" ifadeleridir.
Çünkü her iki cümle, onlarla tartışmayı bırakmaya yönelik
değil de tartışmalarını ve hasımlıklarını kesmek amacıyla ayetin
akışı içinde yer almıştır.

Önceki ifadeyle irtibatlı olarak ayete baktığımız zaman şöyle
bir anlam elde ediyoruz: Allah katında din, İslam'dır. Bu hususun
gerçekliği noktasında Allah'ın indirdiği kitaplar arasında ihtilaf
olmaz. Akliselim de bundan kuşku duymaz. Buna bağlı olarak senin
bir Müslüman olarak teslim oluşun aleyhine herhangi bir kanıt
ileri sürülemez. Eğer din ile ilgili olarak seninle tartışırlarsa, de ki:
Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim. İşte din
budur. Din ile ilgili olarak dinden daha öncelikli kanıt olur mu?
Sonra şu soruyu onlara yönelt: Siz de teslim oldunuz mu? Eğer
teslim olurlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar. Dolayısıyla
yüce Allah'ın sana ve senden önceki peygamberlere indirdiği ayetleri
kabul etmeleri gerekir. Bunu yaparlarsa, artık onların aleyhine
bir kanıt ileri sürülemez, sizinle onlar arasında çekişme ve tartışma
da olmaz. Eğer yüz çevirirlerse, onlarla çekişme, tartışmaya
girme. Çünkü apaçık meselelerde tartışmaya girmek yersizdir.
Dinin, Allah'a teslim olmak demek olduğu apaçık bir konudur. Bu
gerçeği açık bir şekilde duyurmaktan başka sorumluluğun yoktur.

Yüce Allah: "Kitap verilenlerle ümmîlere de ki: Siz de teslim
oldunuz mu?" ifadesinde, ehl-i kitapla ümmîleri bir noktada
buluşturuyor. Bunun nedeni, tevhid ve şirk gibi iki ayrı akıma bağlı
olmalarına karşın, dinin her iki tarafın ortak sorunu olmasıdır.

"Vech" kelimesinden bir şeyin insana bakan tarafı veya özel
anlamda yüz kastedilmiştir. Bunun nedeni, duyu organlarının büyük
bir kısmını kapsayan yüzün teslim olmasının, tüm bedenin
teslim olması demek olduğuna dayanır. Ayette teslim olmanın
"vech" ile ilintilendi-rilmiş olması, yüce Allah'ın emrine yönelişi ve


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 439


boyun eğişi göstermeye yöneliktir. "Biz teslim olduk" ifadesi yerine,
"bana uyanlarla birlikte..." denilerek Peygambere atfedilmesi,
"tabi olma" makamını koruma ve peygamberimizin öncelikli konumuna
vurgu yaparak onurlandırma amacına yöneliktir.

"Ve kitap verilenlerle ümmîlere de ki: Siz de teslim oldunuz mu?..."
Ayette sözü edilen ümmîlerden maksat müşriklerdir. Bu şekilde
nitelendirilmelerinin nedeni, karşılarındakilerin ehl-i kitab olarak
isimlendirilmiş olmasıdır. Ayrıca yüce Allah'ın bir ayette işaret ettiği
gibi ehl-i kitap da müşrikleri bu şekilde tanımlıyorlardı: "Ümmiler
konusunda üzerimizde bir sorumluluk yoktur." (Âl-i İmrân, 75)
Ümmi, okuma-yazma bilmeyen demektir.

"Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yanlızca tebliğ
etmektir. Allah, kulları hakkıyla görendir"
ifadesinde sırasıyla şu
hususlara işaret etmektedir:

Birincisi: Tartışmada çekişme, inatlaşma ve ısrar yasaktır.
Çünkü apaçık tartışma götürmez dini bir konuyu inkâr eden bir
kimseyle tartışmak, çekişme ve inatlaşmak dışında başka bir şekilde
gerçekleşemez.

İkincisi: İnsanlar hakkında hüküm ve emir yetkisi mutlak olarak
Allah'a aittir. Peygamber ise mesajı açıkça duyurmakla yükümlü
bir elçidir. O, insanlara egemen olan bir hükümran değildir.
Nitekim bu hususla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "İşte
sana bir sorumluluk ve görev yoktur." (Âl-i İmrân, 128) "Onlar üzerinde
zor ve baskı kuracak değilsin." (Gaşiye, 22)

Üçüncüsü: Ehl-i kitap ve müşrikler tehdit edilmektedirler. Çünkü:
"Artık sana düşen yalnızca tebliğ etmektir" ifadesinden sonra
yeralan: "Allah, kulları hakkıyla görendir" ifadesi tehdit havası
vermektedir. Buna benzer bir konuya temas eden ayette yer alan
tehdit ifadesi de buna ilişkin bir kanıttır: "Deyin ki: Biz Allah'a...
iman ettik... ve biz O'na teslim olmuşlarız. Şayet onlar da, sizin
inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar;
yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir aykırılık içindedirler.


440 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Sana onlara karşı Allah yeter. O, işitendir, bilendir." (Bakara, 136137)
Bu ayetlerde, İslam'dan yüz çevirmeleri durumunda ehl-i kitabın,
ihtilaflarda ısrar etmiş olacağı vurgulanıyor. Ardından Peygamberimizi
teselli eden, gönlüne su serpen bir ifadeyle onlara
ağır bir tehdit yöneltiliyor. Dolayısıyla: "Fakat yüz çevirdilerse, artık
sana düşen yalnızca tebliğ etmektir" ifadesi, onlarla Rablerini
başbaşa bırakmaya yönelik bir emir niteliğine sahip bir kinayedir.
Durumlarının Allah'a havale edilmesi isteniyor. O, kullarını görendir.
Onlar hakkında durumlarının gerektirdiği, kabiliyetlerinin lisanıyla
istedikleri biçimde hükmeder.

Bundan da anlaşılıyor ki: Bazı tefsircilerin: "Ayet inanç özgürlüğüne
işaret etmektedir. Dinde zorlama olmayacağını vurgulamaktadır"
şeklindeki çıkarsamaları üzerinde durmaya değmez bir
iddiadır. Çünkü ayet, görüldüğü gibi farklı bir meseleyle ilintilidir.

"Kulları hakkıyla görendir." ifadesinde, kulluk niteliği ön plana
çıkarılmış, söz gelimi; "Onları" veya "İnsanları görendir" gibi bir
ifade kullanılmamıştır. Bununla demek isteniyor ki: Allah'ın hükmü
onlar hakkında geçerlidir, yürürlüktedir. Çünkü onlar, O'nun
kulları, O'nun Rububiyeti altındadırlar. Müslüman olup olmamaları
bu gerçeği değiştirmez. "Allah'ın ayetlerini inkar edenler..." Ayetin
ifade tarzı, yeniden başa dönülmüş olduğunu gösterse de, önceki
ayetin sonunda yer alan tehditle göndermede bulunmuyor değildir.
Çünkü ayetin içeriği ehl-i kitapla, özellikle Yahudilerin tutumlarıyla
örtüşmektedir.

(Al-i İmran / 21) "İnkâr edenler" ve "öldürenler" ifadeleri her iki yerde de sürekliliği
sağlamaya dönüktürler ve gerekli açıklama yapıldığı halde sırf
kıskançlıktan dolayı küfre sapmayı temsil eden Allah'ın ayetlerini
inkar etme olayı ile haksız yere peygamberleri öldürme ve insanları
ada-lete, insafa davet eden, zulüm ve kıskançlığı nehyeden insanları
katletme eylemlerinin aralarında bir gelenek olduğunu,
öteden beri uygulana gelen bir kural olduğunu göstermektedirler.
Yahudi tarihi bunun somut kanıtıdır. Yahudiler birçok peygamber



Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 441


lerini, marufu emredip münkeri yasaklayan davetçilerin büyük bir
kısmını öldürmüşlerdir. Hristiyanlar da bu hususta onlardan geri
kalmamışlardır.

"Onlara acıklı bir azabı müjdele" ifadesi gazabın ve azap indirme
eyleminin kapsamlılığını net bir şekilde vurgulamaya dönüktür.
Bu, salt uhrevi azap değildir. Bunun böyle olmadığının kanıtı, he-
men sonraki ayette yer alan;

(Al-i İmran / 22) "Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır..."
ifadesidir. Buna göre, onlar dünya ve ahiret azabıyla birlikte müjdelenmektedirler.
Ahiret azabı; acı veren cehennem ateşidir. Dünya azabı ise, dünya hayatında
jenoside uğratılmaları, yurt-larından sökülüp atılmaları, mal ve
can kaybına uğratılmaları, yüce Al-lah'ın aralarına düşmanlık ve
kin duygularını atması ve kıyamete kadar bu durumlarının sürmesi
şeklinde gerçekleşen azabıdır. Kur'an'ın birçok ayetinde buna
ilişkin açık ifadeler vardır.

"Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır.
Ve onların yardımcıları yoktur" ifadesi sırasıyla şu hususlara işa-
ret etmektedir.

a) Marufu emrettiği veya münkeri yasakladığı için bir kimseyi
öldüren kişinin işlediği ameller boşa gider.

b) Böyle bir kişi için kıyamet günü şefaatte bulunulmaz, şefaatin
kapsamına alınmaz. Çünkü yüce Allah, böyle kimseler hakkında:
"On-ların hiçbir yardımcıları yoktur." buyurmuştur.

(Al-i İmran / 23)"Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? ..." ayeti,
yüce Allah'ın kendilerine nispet etmesi uyarınca, ehl-i kitabın
kıskançlığının, azgınlığının tescil edildiğine işaret etmektedir.
Onlar, aralarında bir takım ihtilaflar çıkarmakla, dinde ayrılıklar
icad etmekle azgınlaşmış oluyorlar. Çünkü aralarındaki ihtilaflı
meselelerde kitabın hükmüne, Allah'ın kitabına çağırıldıkları
zaman, ona teslim olmazlar, ona sırtlarını çevirerek dönüp
giderler. Bunun tek nedeni "bize ateş do-kunmayacaktır..."
şeklinde Allah'a ve dinine iftira ederek uydurdukları söze
kanmalarıdır.


442 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


"Kitaptan bir pay verilenler"den maksat ehl-i kitaptır. "Kitap
verilenler", yerine "kitaptan bir pay verilenler" ifadesinin kullanılmış
olması, ellerindeki kitabın, ancak asıl kitabın bir kısmı olduğuna,
kitabın tamamı olmadığına işaret etmeye yöneliktir. Çünkü
kitabı tahrif etmeleri, bir takım değişiklikler yapmaları, Allah'ın
kitabında bir takım ta-sarruflarda bulunmaları, kitabın büyük kısmının
yok olup gitmesine yol açmıştır. Bir sonraki ayetin sonundaki
ifade de bu gerçeğe işaret etmektedir: "Onların bu iftiraları,
dinleri konusunda kendilerini yanıltmıştır:" Sebep her ne olursa
olsun ayetten kastedilen -Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir-
şudur ki; onlar, bizzat kendileri tarafından söylenen bir söze dayanarak
ve kendi yanlarında uydurdukları bir gerekçeye kanarak
Allah'ın kitabının hükmüne uymaktan kaçınıyorlar. Bu iftira ile
kitaptan müstağni olduklarını hesap ediyorlar.

(Al-i İmran / 24) "Bu, onların: Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle
dokunmayacak, demelerindendir."


Bu cümlenin anlamı açıktır. Burada şöyle bir soru akla gelebilir ki ayette
onların kendileri tarafından uydurulan bir yalana kandıkları dile getiriliyor.
Oysa bir insan, yalan bir aldatmaca olduğunu bildiği şeye aldanmaz.
Cevap şudur ki, aldananlarla uyduranlar ayrı kimselerdir. Önceki kuşakların ortaya at-
tıkları bir yalanın sonraki kuşaklar içinde bu yalana kananlara
nispet edilmesinin nedeni ise, onların birbirlerinin yapıp ettiklerine
rıza gösteren tek bir ümmet olmalarıdır.

Ayrıca, asılsız bir yalan ve iftira olduğu bilindiği halde, insanın
kendi aldatmacasına ve asılsız iftirasına aldanması, yine aldanan
kimsenin kendisi tarafından uydurulan bir yalana aldandığının
zikredilmesi, ehl-i kitap, özellikle Yahudiler açısından uzak bir olgu
değildir. Yüce Allah, onlarla ilintili olarak benzer olayları ve hatta
çok daha ilginç olanı bizlere aktarmıştır. Örneğin bir ayette şöyle
buyurulmuş-tur: "İman edenlerle karşılaştıklarında: "İman ettik"
derler; kendi başlarına kaldıkları zaman ise, derler ki: "Allah'ın
size açtıklarını, Rabbimiz katında size karşı bir belge olsun diye


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 443


mi onlarla konuşuyorsunuz?" Hala akıllanmayacak mısınız? Onlar,
Allah'ın gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bildiğini
bilmiyorlar mı?" (Bakara, 76-77)

Kaldı ki, insan fiilleri ve davranışları bağlamında, kişisel olarak
edindiği durumları, psikolojik melekeleri, nefsinin çekici kıldığı,
süsleyip püslediği tabloları esas alır. Bunlarla ilgili bilgileri değil.
Esrar ve sigara gibi zararlı
şeyleri içmeyi, toprak ve benzeri şeyleri
yemeyi alışkanlık haline getiren tiryakilerin bu yaptıklarının zararlı
olduğunu bile bile böyle davranmaları, bu psikolojik tavrın tipik bir
örneğidir. Yapmamaları gerektiğini bildikleri halde, bu zararlı
şeyleri
kullanıyorlar. Çünkü sözkonusu zararlı maddelerin onların nefislerinde
oluşan manzarası, yansıması lezzet verici ve çekicidir.
Bu etkileyiciliği düşünmelerine ve kaçınmak için adım atmalarına
fırsat vermiyor. Bunun örnekleri çoktur.

Ehl-i kitap toplulukları da, kibir ve azgınlık gibi duyguların, çekici
arzulara yönelik güçlü eğilimin ruhlarında derin bir yer edinmiş
olmasından dolayı, kendileri tarafından uydurulan yalanın
daveti doğrultusunda hareket ediyorlar. İftiraları, dinlerinde aşırı
gitmelerinin nedenidir. Buna rağmen onlar Allah'a karşı uydurdukları
yalanı tekrarlayıp duruyorlar. Sürekli tekrarlayarak nefislerine
empoze ediyorlar. Ta ki kalpleri tamamen yatışsın, buna güvenip
dayansın, benimsesin. Psikologların da belirttikleri gibi, sürekli
telkin insan ruhu üzerinde bilgi etkisi bırakır. Böylece, tekrarlanmak
suretiyle asılsız yalan, dinleri ko-nusunda yanılmalarına ne-
den olmaktadır. Allah'a teslim olmalarına, Allah'ın kitabı aracılığıyla
indirdiği hak içerikli mesaja boyun eğmelerine engel olmaktadır.


(Al-i İmran / 25)"Artık onları, kendisinde şüphe olmayan bir günde
topladığımızda... nasıl olacak?"
İfadenin akışından da anlaşıldığı gibi "keyfe=nasıl"
edatı, "yesneûne=yapacaklar" ve benzeri gibi mahzuf bir ifadenin
başına gelmiştir. Ayette aralarında Allah'ın kitabını esas alan bir
hüküm vermeye çağırıldıklarında, arkalarını dönüp gidenler yine


444 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


tehdit ediliyorlar ve onların durumu yeniden ele alınıyor; ancak
onların hiçbir şekilde Allah'ı aciz bırakamayacakları vurgulanmak
istendiğinden, kıyamet günü içinde bulunacakları duruma dikkatler
çekiliyor. Dünyada, Allah'ın kitabına göre hükmetmeye çağırıldıkları
zaman, tes-lim olmamalarına, büyüklük kompleksine kapılıp
burun kıvırmalarına karşın, o günde tamamen teslim olmuş
durumdadırlar. Bu yüzden iki ifade karşılaştırmalı olarak sunuluyor
ve kıyamet günü yaşayacakları şu ifadeyle dile getiriliyor: "Artık
onları, kendisinde şüphe olmayan bir gün topladığımızda nasıl
olacak?" Bunun yerine: "Onları canlan-dırdığımızda" veya "dirilttiğimizde..."
gibi bir ifade kullanılmıyor.

Allah doğrusunu daha iyi bilir, ama şöyle bir anlam belirginlik
kazanıyor: Onlar, aralarında Allah'ın kitabı ile hükmetmeye çağrıldıkları
zaman, dinleri çerçevesinde uydurdukları şeylere kanarak
ve hakkı kabullenmekten kaçınarak arkalarını dönüyor, yüz çeviriyorlar.
Peki onları, geleceğinden kuşku bulunmayan günde topladığımız
zaman ne yapacaklardır?! O gün, her şeyin kesin olarak
birbirinden ayrıldığı, hak esaslı hükümlerin verildiği, her nefsin
yaptığının karşılığını eksiksiz aldığı, hak esaslı hükümlerin verilip
kimsenin haksızlığa uğratılmadığı ilahi yargı günüdür. Böyle olduğuna
göre, Allah'ı aciz bırakacaklarını, emri hususunda O'nu mağlup
edeceklerini izah ederek arkalarını dönüp gitmemeleri, hakkı
kabullenmekten yüz çevirmemeleri gerekmez miydi?! Çünkü bütün
güç, kudret Allah'ındır. Onlar bugün, mühlet ve fitne günlerini
yaşıyorlar ve o kadar!

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim'in şöyle dediği rivayet
edilir: Ona: "Hiç şüphesiz din Allah katında İslam'dır." ayetinin
anlamını sordum. Buyurdu ki: İçinde iman olan İslam." (c.1, s.166,

h:22)


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 445


İbn-i Şehraşub'un İmam Bâkır'dan (a.s), "Şüphesiz din, Allah
katında İslam'dır..." ayeti ile ilgili olarak şu açıklamayı aktardığı
rivayet edilir: "Velayetini kabul etmek suretiyle Ali b. Ebu Talib'e
teslim olmak kastedilmiştir.
(Menakıb, c.3, s.95, Kum baskısı)

Ben derim ki: İmamın bu değerlendirmesi, genel nitelikli bir
nassın, somut bir olguya uyarlanmasına örnektir. Bundan önceki
rivayetin de maksadı bu olsa gerektir.


Yine aynı zat, Hz. Ali'den şöyle rivayet eder: "İslam'ın anlamı
ile ilgili olarak, bir şey nispet edeceğim ki, benden önce hiç kimse
böyle bir açıklamayı İslam'a nispet etmemiştir ve benden sonra
da hiç kimse böyle bir nisbette bulunmayacaktır: İslam teslim olmaktır.
Teslim olmak, eksiksiz inanıştır. Eksiksiz inanış (yakin)
doğrulamadır. Doğrulama ikrar etmedir. İkrar etme yerine getirmedir.
Yerine getirme amel etmedir. Mü'min dinini Rabbinden alır.
Mü'minin imanı amelinden bilinir. Kâfirin küfrü de inkarından.
Ey insanlar dininizi koruyun. Dininizi koruyun. Dininizde işlediğiniz
bir kötülük, dinsizlik kapsamında işlenen iyilikten daha
hayırlıdır. Çünkü sizin dininiz kapsamında işlenen kusurlar
bağışlanır, ama dinin dışında işlenen iyilikler kabul edilmez." (Usul


ü Kâfi, c.2, s.45)

Ben derim ki: Hz. Ali'nin: "İslam'ın anlamı ile ilgili olarak bir
şey nispet edeceğim..." sözünde geçen "nispet"ten maksat, tanımlamaktır.
Nitekim bazı rivayetlerde "Tevhid suresi" de "nispet-ur
Rab" (Rabbin tanıtımı) olarak geçer.

Bu açıklamada gerçekleştirilen tanımlama ilk tanımlama dışında,
yâni İmam'ın "İslam teslim olmaktır" diye başlayan ifadesi
dışında hepsi bir şeyin gerektirdiği sonuçla tanımlanma türündendir.
Yâni İslam, gerekleriyle tanımlanmıştır. Ancak ilk ifadede böyle
bir yaklaşım esas alınmamıştır. Çünkü burada lafzî tanıtma esas
alınmıştır. Bir lafız, kendisinden daha açık olan bir başka lafızla
açıklanmıştır. Rivayette geçen İslam ile, terminolojik anlam da
kastedilmiş olabilir. Bundan maksat da Hz. Muhamme'din (s.a.a)


446 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


getirdiği dindir. Bu durumda: "Şüphesiz din, Allah katında İslam'dır."
ayetine işaret edilmiş olur. "Teslim olmak" ifadesiyle de, öz ve
eylem olarak boyun eğme ve uyma kastedilmiştir. Dolayısıyla bütün
açıklamada, bir şeyin gerekli sonucu ile tanıtılması kuralı esas
alınmıştır.

Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: İslam diye
adlandırılan din, insanın özü ve eylemiyle Allah'a boyun eğmesini
gerektirir. İnsanın kendini ve amellerini Allah'ın emri ve iradesi
altına almasını doğurur. Bu da teslim olmak demektir. Allah'a teslim
olmak, ardından Allah hakkında yakini bilgiyi ve kuşkuların
ortadan kalkmasını getirir veya zorunlu olarak onu gerektirir.
Yakini bilgi ve inanç tasdiki, dinin doğruluğunun açığa vurulmasını
izler. Tasdik ardından ikrarı getirir. İkrar ise, dinin kesinliğini,
sarsılmazlığını, yerleşikliğini, yerinden sö-külmezliğini kesin olarak
bilmektir. Dinin ikrar edilmesi, ardından ge-reklerinin yerine getirilmesini
sağlar. Gereklerinin eda edilmesi, onun-la amel edilmesini
doğurur.

"Dinin kapsamı dışında işlenen iyilikler kabul edilmez" ifadesinde
geçen kabul edilmemekten maksat, ahirette sevapla ödüllendirilmemeleri
veya dünyada mutlu yaşam, ahirette ise cennet
nimetleri olarak somutlaşan ve Allah katında övgüye mazhar olan
güzel sonuçlara yol açmamalarıdır. Bu durum, kâfirlerin dünya
hayatında işledikleri iyiliklerin karşılıklarını yine dünya hayatında
bir şekilde görecekleri hususuyla çelişmez. Çünkü yüce Allah bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu
görür." (Zilzâl, 7)

Mecma-ul Beyan tefsirinde Ubeyde el-Cerrah'ın şöyle dediği rivayet
edilir: Dedim ki: Ya Resulullah, kıyamet günü en şiddetli azabı
hangi insanlar görür? Buyurdu ki: "Bir peygamberi veya iyiliği
emreden yahut münkeri yasaklayan bir adamı öldüren kimse."
Sonra şu ayeti okudu. "Peygamberleri haksız yere öldürenler ve
insanlardan adaleti emredenleri öldürenler."


Âl-i İmrân Sûresi 28-32 ........................................................................................ 447


Ardından şöyle buyurdu: "Ey Ebu Ubeyde! İsrâiloğulları, bir saat
içinde kırk üç peygamberi öldürdüler. Bu sırada İsrâiloğulları içinde
yüz on iki kişi marufu emretmek ve münkerden onları alıkoymak
suretiyle peygamberlerin kanından kendilerini akladılar. Ama
onların tümünü de aynı günün sonunda öldürdüler. İşte Allah ayette
bundan söz ediyor." (c.2, s.423)

Aynı anlamı pekiştiren rivayetler ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde
İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatem kanalıyla Ebu Ubeyde'den aktarılmıştır.


ed-Dürr-ül Mensûr'da şöyle deniyor: İbn-i İshak, İbn-i Cerir, İbn-i
Münzir ve İbn-i Ebu Hatem İbn-i Abbas'tan aktarırlar: Resulullah
Efendimiz (s.a.a) Tevrat okumaya tahsis edilen evlerden birine
girdi. İçerde bir grup Yahudi vardı. Onları Allah'a davet etti. Bunun
üzerine Numan b. Amr ve Hars b. Zeyd adlı kişiler: "Sen hangi din
üzeresin ey Muhammed?" diye sordular. Peygamberimiz (s.a.a)
buyurdu ki: "Ben İbrahim'in dini üzereyim." Dediler ki: "İbrahim
Yahudi'ydi." Peygamberimiz (s.a.a) onlara şu karşılığı verdi: "Getirin
Tevrat'ı. O bizimle si-zin aranızda başvuru kaynağı olsun!" Ama
onlar bundan kaçındılar. Bunun üzerine yüce Allah: "Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında hükmetmesi
için Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da... onların bu iftiraları, dinleri
konusunda kendilerini yanıltmıştır." ayetlerini indirdi. (c.2, s.14)

Ben derim ki: Bazılarına göre de: "...görmedin mi?" ayeti, zina
edenlerin recmedilmeleri hususunda inmiştir. "Ey kitap ehli, kitaptan
gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan elçimiz
geldi" (Mâide, 15) ayetini tefsir ederken, bu hususa da değineceğiz.
İki rivayet de ahad (tek kanallı) rivayetlerdendir. Dolayısıyla istenen
itibar derecesinde değildir.
--------------------
Kitabı www.islamkutuphanesi.com sitesinden indirebilirsiniz...