El-Mizân
Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:3

                AL-İ İMRAN SURESİ

                             ( 1-120. Ayetler)

                                         İÇİNDEKİLER



102- Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa
öylece korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün.

103- Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın.
Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar
idiniz, O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun
nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam ateş çukurunun kıyısındayken,
oradan sizi kurtardı. Allah size ayetlerini böyle
açıklıyor ki, hidayete eresiniz.

104- Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sa-
kındıran bir topluluk olsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.

105- Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp
ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük
bir azap vardır.

106- Bazı yüzlerin ağaracağı, bazı yüzlerin de kararacağı gün...
Yüzleri kararanlara: "İmanınızdan sonra inkâr ettiniz öyle mi?
Öyleyse inkâr etmenize karşılık olarak azabı tadın!" (denilir).

107- Yüzleri ağaranlar ise, artık onlar Allah'ın rahmeti içindedirler,
orada sürekli kalacaklardır.


322........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


108- Bunlar sana hak olarak okumakta olduğumuz Allah'ın
ayetleridir. Allah alemlere zulüm isteyen değildir.

109- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır ve bütün işler
Allah'a döndürülür.

110- Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz. İyiliği
emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah'a inanırsınız. Kitap
ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden
inananlar da vardır, ama çokları yoldan çıkmışlardır.


AYETLERİN AÇIKLAMASI

Bu ayetler grubu, mü'minlerin Ehl-i Kitaptan ve onların dinden
döndürme amaçlı baskılarından sakındırıldığı, kendi yanlarında
sarılıp korunabilecekleri bir merciinin bulunduğu, buna sarılmaları
durumunda sapmayacakları, ölümcül, helak edici uçurumlara
düşmeyecekleri uyarısının yapıldığı bölümün bütünleyicisi konumundadır.
Bununla beraber, bu grubu bir konuşmayı izleyen bir
konuşma gibi görebiliriz. Yoksa önceki ayetlerin akışı değişmiş
değildir. Demek istiyorum ki, Ehl-i Kitabın durumunu sergilemeye
dönük anlatım henüz tamamlanmamıştır. Bunun kanıtı da, bu
ayetler grubundan sonra yer alan şu ifadedir: "Onlar size eziyetten
başka bir zarar veremezler."

(Al-i İmran / 102) "Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup-sakınılması
gerekiyorsa öylece korkup sakının."
Daha önce çeşitli münasebetlerle "takva"
nın bir tür sakınma oluğunu ve Allah'tan korkup-sakın-ma an-
lamındaki "takva"nın da O'nun azabından sakınma anlamını ifade
ettiğini vurgulamıştık. Buna kanıt olarak da şu ayeti göstermiştik:
"Yakıtı insanlar ile taşlar olan ateşten sakının." (Bakara, 24) Bu ise,
ancak Allah'ın iradesi ve hoşnutluğu doğrultusunda hareket etmek-
le, yâni emirlerini tutup yasaklarını çiğnemekten kaçınmakla,
bahşettiği nimetlere şükretmekle, musibetlere karşı sabretmekle
gerçekleşebilir. Son bu iki olgu sonuçta gelip şükre dayanıyorlar.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................323


Şükür ise her şeyi ait olduğu yere koymak demektir. Özetle: Allah'tan
korkup sakınmak (takva); O'na itaat etmek, O'na baş kaldırmamak,
verdiği veya vermediği şeyler hususunda O'na boyun eğmek
demektir.

Fakat kendi cinsinden fasit ve batılın hiçbir şekilde ona bulaşmadığı
anlamında olan "takva", Allah'a yaraşır bir şekilde takva
olarak ni-telenirse, benlik ve gafletten uzak salt kulluğu ifade
eder. Yâni baş kaldırma ve isyan unsurlarından berî itaati, nankörlükten
soyutlanmışşükrü, unutmanın bulaşmadığı zikri, anmayı
çağrıştırır. Bu, gerçek İslam'dır; İslam'ın açıkladığı derecelerin en
üst derecesidir. "Ve ancak Müslümanlar olarak ölün." sözü, bu
anlamı vurgulamaya yöneliktir. Tıpkı: "Ölünceye kadar, bu hal
(gerçek ve yaraşır takva) üzere olmaya devam edin" demek gibi.

Bu ayette vurgulanan anlam: "Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar
Allah'tan korkup, sakının." (Teğabun, 16) ayetinin ifade ettiği
anlamdan farklıdır. Bu ayette vurgulanan anlam şudur: Güç yetirebildiğiniz
hususlarda takvayı elden bırakmayın. Ancak "güç yetirebilme"
olgusu da kişilerin güçlerinin, anlayışlarının ve ilgilerinin
farklılığı oranında farklılık arz eder. Hiç kuşkusuz, bizim vurguladığımız
anlamıyla gerçek takva, çoğu insanın gücünün yapabilirliğinin
kapsamında değildir. Çünkü bu içsel yolculuğun (batini seyrin)
kendine özgü durakları, aşamaları ve tehlikeleri vardır. Bunları da
ancak alimler bilebilirler.

Ayrıca, melekut seyrinin sırları, incelikleri ve nükteleri, ayrıntıları
vardır ki bunların da farkına ancak her türlü olumsuzluktan
soyutlanmış, kulluk aşamasına erişmiş muhlis insanlar varabilirler.
Çünkü takvanın öyle aşamaları vardır ki, sıradan bir insanın
(avam) anlayışı, bunun insan nefsinin kaldırabileceği, üstesinden
gelebileceği bir olgu olduğunu algılayamaz. Dolayısıyla, kesin olarak
onun güç yetirilemez bir şey olduğunu söyler. Oysa nice gerçek
takva sahipleri bu aşamayı çoktan geride bırakmışlar ve kendi


324........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


çabaları sonucu çok daha zor, çok daha meşakkatli bir aşamaya
yönelmişlerdir.

Bu nedenle: "...güç yetirebildiğiniz kadar..." sözünü, farklı zihinler,
farklı
şekillerde algılamış, her kişi onu kendi yapabilirliği
düzeyinde içselleştirmiştir. Dolayısıyla bu ayet, tefsirini sunduğumuz:
"Al-lah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup
sakının." ayetinden anlaşılan hususa erişmenin bir araç niteliğindedir.
Şöyle ki, şu ayetten, gerçek takva yoluna girmek, bu
makama kavuşmak, orada bulunmak, onun canlı bir örneği olmak
kastediliyor. Bu, dosdoğru yola (sırat-ı mustakime) erişmeye
benzer. Bilindiği gibi, bu düzeye ancak eşleri az bulunur insanlar
erişebilirler. Buna rağmen bütün insanlar bu düzeye davet edilirler.

Buna göre: "Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa..."
aye-ti ile "Güç yetirebildiğiniz kadar..." ayetinden çıkan sonuç;
bütün insanların gerçek takvaya teşvik edilmeleri, onu elde etmeye
çağrılmaları, ardından her birinin güçleri ve kapasiteleri oranında
bu hedefe doğru ilerlemelerinin emredilmesidir. Bundan çıkan
sonuç şudur: Herkes takva yolunda olur, ama her birinin bulunduğu
aşama bir diğerine göre farklılık arz eder. Her kesin derecesi,
anlayışına ve gayretine paralel olarak belirginlik kazanır. Bir de
yüce Allah'ın başarılı kılması, desteği ve doğrultması belirleyici rol
oynar. İki ayeti birlikte düşündüğümüz zaman bunları algılıyoruz.

Buradan hareketle şunu anlıyoruz: İki ayet, içerikleri itibariyle
birbirinden farklı değildir. Ancak: "Allah'tan nasıl korkupsakınmak
gerekiyorsa öylece kokup sakının." ayetinin ifade ettiği
anlam: "Güç ye-tirebildiğiniz kadar Allah'tan kokup-sakının." Ayetinin
ifade ettiği anlamın aynısı değildir. Aksine ilk ayet hedefe
çağırıyor, ikincisi ise yolu izlemenin niteliğine işaret ediyor.

"Ancak Müslümanlar olarak ölün." Ölüm, evrensel bir olgudur ve
bizim irademizin, seçme yeteneğimizin kapsam alanının dışındadır.
Bu yüzden ölüm ve benzeri olgularla ilintili emir ve nehiyler,
tekvinî=evrensel, var oluşsal nitelikli emir ve nehiylerdir. Şu ayet



Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................325


lerde oluğu gibi: "Allah onlara: "Ölün" dedi." (Bakara, 243)
"...yalnızca "ol" demesidir; o da hemen oluverir." (Yasin, 82) Fakat
bazı durumlarda seçime bağlı olmayan bir iş, seçime bağlı bir işe
izafe edilebilir. Böylece aralarında uygun bir bileşim gerçekleştirilir.
Sonra da bu bileşim, seçime bağlı olan bir işe nispet edilir ve
böylece itibarî emir ve nehiyler, bu bileşimin göz önünde bulundurulması
sonucu, insanlara yöneltilir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Sakın
kuşkuya kapılanlardan olma." (Bakara, 147) "Kafirlerle birlikte
olma." (Hûd, 42) "Doğrularla birlikte olun." (Tevbe, 119) Bunun gibi
daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

"Olma"nın aslı, insana ilişkin varoluşsal, evrensel bir gereklilik
ol-masıdır. İnsanın seçme yeteneğinin bunda herhangi bir etkinliği
yoktur. Ancak "olma"nın "kuşku duymak", "kâfirlerle birlikte olmak"
ve "doğrularla beraber olmak" gibi insan ihtiyarına bağlı
olgularla irtibatlan-dırılması, onu isteğe bağlı bir olgu konumuna
getirmiştir. Dolayısıyla onunla ilintili olarak insanlar arasında teşri
nitelikli emir ve yasaklama yöneltilebilir.

Özetleyecek olursak: İslam'la birlikte olmayan ölüme ilişkin bu
nehiy, ölümün bu bağlamda ihtiyari bir olgu olarak değerlendirilmesinden
kaynaklanmaktadır. Sonuç itibariyle, her durumda İslam
olmanın gerekliliğine yönelik bir kinayedir bu. Demek isteniyor
ki: Her ha-lükârda bu hallerden biri üzere ölüm gelip çatana
kadar Müslüman olun. Böylece İslam üzere ölmüş olursunuz.

(Al-i İmran / 103) "Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp

ayrılmayın."
Yüce Allah: "Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun
elçisi içinizdeyken nasıl oluyor da inkar ediyorsunuz?" (Âl-i İmrân, 101) ayetinde,
Allah'ın ayetlerine ve Resulüne (kitap ve sünnete) sarılmanın,
Allah'a sarılmak olduğunu, bunu yapan kişinin sapmaktan korunacağını,
hidayete kavuşmasının garantili olduğunu vurgulamıştır.
Aslında Resule sımsıkı sarılmak, kitaba sımsıkı sarılmak demektir.
Çünkü Resule sarılmayı, bağlanmayı emreden kitaptır: "Resul


326........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


size ne verirse, artık onu alın, sizi neden sakındırırsa, artık ondan
sakının." (Haşr, 7)

Önceki ayette teşvik edilen "Allah'a sarılma" ifadesi, bu ayette
"Allah'ın ipine sarılma" ifadesiyle değiştirilmiştir. Buna göre, Allah'
ın ipi, Allah katından inen kitaptır. Kitap, Allah ile kulu birbirine
bağlar, gökle yeri buluşturur. Dilersen şöyle de diyebilirsin: "Allah'
ın ipi, Kur'an ve peygamberdir." Her ikisinin de aynı işlevi gördüklerini
daha önce vurgulamıştık. Her ikisi de aynı amaca yöneliktir.

Gerçi Kur'an gerçek takvadan ve değişmez, hakçı
İslam'dan
başkasına davet etmez, ancak bu ayetle güdülen amaç, gerçek
takvayı ve İslam üzere ölmeyi emreden önceki ayetle güdülen
amaçtan farklıdır. Çünkü ayet, bireysel bir hükmü ifade ediyor, bu
ayet ise, toplumsal bir hükmü. Bunun kanıtı da ayette geçen: "Hepiniz..."
ve "Dağılıp ayrılmayın." ifadeleridir. Dolayısıyla ayetler,
Müslüman birey gibi Müslüman topluma da kitap ve sünnete sa-
rılmayı emretmektedir.

"Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar
idiniz. O, kalplerimizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı
ve siz O'nun nimetiyle
kardeşler oldunuz." "Hani siz... idiniz." ifadesi, zikredilen nimetlere
ilişkin bir açıklamadır. "...tam ateş çukurunun kenarındayken,
oradan sizi kurtardı." ifadesi de buna atfedilir.

Söz konusu nimetleri hatırlamanın emredilişi, Kur'an'ın öğretilerini
illet ve sebeplerini açıklanışına dayandırması geleneğinden
kaynaklanan bir durumdur. Kur'an insanları hayra ve hidayete bu
şekilde çağırır, avam kesiminin körü körüne taklit edişi gibi değil.
Haşa, ilahî bir öğretinin, inananlara yararlı bilgi ve yapıcı amel
demek olan mutluluğa çağırması, sonra da onlara taklit çukuruna,
cehalet karanlığına girmeyi emretmesi olacak iş değildir.

Fakat, işi birbirine karıştırmamak gerekir. Bir araştırmacının,
incelikleri ayırt etmesi zorunludur. Şöyle ki: Yüce Allah insanlara
gerçek mutluluklarını öğretiyor, bundaki sebepleri de gösteriyor. Ki
insanlar gerçekleri nasıl birbirleriyle irtibatlandıracaklarını, bütün


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................327


bu gerçeklerin tevhit kaynağından fışkırdığını bilip, Allah'a tam
olarak teslim olmalarının gerekliliğini kavrasınlar. Çünkü sadece
Allah, alemlerin Rabbidir. Onlar Kur'an'a sarılmakla da yükümlüdürler.
Çünkü Kur'an alemlerin Rabbi olan Allah'ın ipidir. Ayetler
grubunun sonlarındaki şu ifadeler de, dolaylı olarak buna işaret
etmektedir: "Bunlar sana hak olarak okumakta olduğunuz Allah'
ın ayetleridir..." Ve: "Bü-tün işler Allah'a döndürülür."

Kısacası, yüce Allah aslını, amacını, gerekçesini ve nedenlerini
bilmedikçe bir sözü kabul etmemelerini, bir emre itaat etmemelerini
emrediyor. Sonra kendisine mutlak olarak teslim olmalarını
emrediyor ve bunun gerekçesini de, kendilerine mutlak olarak
egemen olan Allah olması
şeklinde açıklıyor. Şu halde, O'nun
kendileri hakkında irade ettiği ve üzerlerinde tasarrufta bulunduğu
şeyden başka, bir etkinlikler söz konusu değildir. Ardından, Resulünün
tebliğ ettiği mesaja mutlak surette itaat etmelerini emrediyor
ve bunun gerekçesini de şu şekilde açıklıyor: O, bir elçidir, mesajı
tebliğ etmekten başka bir misyonu yok-tur.

Sonra onlara, ilim ve maârife ilişkin gerçeklerden ve mutluluk
yollarından söz ediyor. Bu hususlarla ilgili olarak genel bir gerekçeye
dikkat çekiyor. Ki bilgilerin ve maârifin bağlamları ile mutluluk
yollarını kavrayabilsinler, böylece tevhidin özüne nüfuz ederek
bu ilahî terbiye ile kendilerini eğitebilsinler, tâ ki sahih düşünme
yöntemine egemen olsunlar ve gerçek konuşmanın yolunu öğrensinler.
İşte o zaman artık ilim sayesinde her türlü taklit bağlarından
kurtulmuş dirilerden olurlar. Bundan çıkan sonuç şudur: Eğer
onlar dinsel bir öğretinin ve ona bağlı bir olgunun amacını, gerekçesini,
nedenlerini bilirlerse, onu benimserler. Şayet bilmiyorlarsa,
onu reddetmekte acele etmeyip araştırmaya ve düşünmeye yönelirler.
Bir şeyi red veya bir şeye itiraz etmeden önce onun hakkında
araştırma yaparlar.

Bizim söylediğimiz, şu tür bir değerlendirmeden farklıdır: "Din,
Allah'tan ve Resulünden bile olsa, bir şeyin ancak kanıtını göste



328........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


rilmesi durumunda kabul edilmesini esas alır." Böyle bir şey, ileri
sürülebilecek en ahmakça görüştür, söylenebilecek en saçma
sözdür. Çünkü buna göre, yüce Allah kanıt varolduğu halde yine de
kullarından kanıt arayıp bulmalarını istiyor. Halbuki O'nun Rabliği
ve egemenliği her türlü kanıtın aslıdır. Teslim olmanın ve hükmünü
geçerli kılmanın zorunluluğunun somut ifadesidir. Resulünün
sunduğu mesaj ise, yerine getirdiği misyonun Allah katından olduğunun
kanıtıdır. Buna dikkat edip anlayınız.

Ayrıca, bu değerlendirme halinde, yüce Allah'ın Rabliğinin tasarruf
alanı içinde Rabliğini geçersiz kılma gibi bir durum meydana
gelir ki bu, bir çelişkiden başka bir şey değildir. Kısacası; İslami
çizgi ve Nebevi yöntem, bilgiye yönelik bir çağrıdır. Kendini eleştirmen
diye adlandıran bazı mukallitlerin sandığı gibi taklitçiliğe
çağrı yapmaz.

"Allah'ın üzerinizdeki nimeti..." ifadesi ile sözü edilen bu hususun
(Allah'ın ipine sarılmanın) nimet olduğunun vurgulanışının
gerekçesi, belki de bizim yukarıda üzerinde durduğumuz noktaya
yönelik bir işarettir. Demek isteniyor ki: Sizi teşvik ettiğimiz birliğin
ve topluca hareket etmenin kanıtı, sizin bizzat gözlemediğiniz
düşmanlığın acısı, sevginin, kaynaşmanın ve kardeşliğin tadı, bir
ateş çukurunun kenarında bulunma ve ondan kurtulmadır. Size bu
kanıtı hatırlatmamızın nedeni, sözümüzü, olmaması durumunda
hak niteliğini kazanamayacağı bir olguyla pekiştirmek değildir.
Bizim sözümüz her zaman haktır, ona kanıt göstersek de göstermesek
de. Bizim bu kanıta işaret etmemizin nedeni, bunun bizden
size yönelik bir nimet olduğunu bilmeniz, tıpkı sizi teşvik ettiğimiz
diğer hususlar gibi bu farz bir birlikteliğin de sizin için mutluluk,
rahat etme ve kurtuluş kaynağı olduğunu anlamanızdır.

Yüce Allah'ın sunduğu kanıtlardan biri: "Hani siz düşmanlar
idiniz..." ifadesidir ve deneysel bir temele dayanmaktadır. Öbürü
ise: "Siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken." ifadesidir ve o da


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................329


görüldüğü gibi, aklın esas aldığı açıklama yöntemine dayanmaktadır.


"O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz." ifadesi: "Allah'ın sizin
üzerinizdeki nimetini hatırlayın." ifadesinin işaret ettiği iyiliğin,
minnetin tekrarından ibarettir. Dolayısıyla nimetten maksat, kalplerin
uzlaştırılıp ısındırılması, bu nimetin meydana getirdiği ve oluşturduğu
kardeşlikten maksat yine de, kalplerin ısınması, kaynaştırılmasıdır.
Şu halde, burada sözü edilen kardeşlik, ya bir an-
ne-babadan olan insanların kardeşliğiymiş gibi nitelenmiştir. Ya da
"Mü'minler ancak kardeştirler." (Hücürat, 10) ayetinin kapsamında
vurgulanan ve mü'minler arasında kardeşliğin yasalaşmasını öngören
itibarî bir kardeşliktir. Çünkü mü'minler arasında önemli
hakları doğuran bir kardeşlik yasası yürürlüğe konmuştur.

"Siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı." Çukurun
kıyısı, üzerinde bulunan kimsenin aşağı yuvarlanma tehlikesiyle
karşı karşıya bulunduğu tarafıdır.

Ayette geçen "ateş"ten maksat eğer ahiret ateşiyse, ahiret ateşinin
kıyısında duruyor olmalarıyla kastedilen, onların kâfir olmalarıdır.
Ki onlarla ateşe düşmeleri arasında bir tek engel ölüm
kalmıştır. Ölümse insana göz bebeğinin beyazına yakın olduğundan
daha fazla yakındır. Fakat Allah onları iman aracılığıyla bu
ateşe düşmekten kurtardı.

Şayet "ateş"ten maksat, iman etmelerinden ve kalplerinin uzlaştırılıp
ısındırılmalarından önce, içinde yaşadıkları bozgun toplum
içindeki hallerinin açıklaması ise, bu durumda "ateş"le kastedilen,
yaşadıkları savaşlar ve iç çekişmelerdir. Nitekim bu tür
kullanımlar, anlatım tarzları yaygındır. Buna binaen demek isteniyor
ki: Paramparça kalplere, farklı amaçlara ve değişik beklentilere
dayalı olarak kurulan bir toplum, bir rehberin önderliğinde tek
bir hedefe yönelen bir toplumun hareket düzenliliğine ve istikrarına
sahip olmaz. Bu tür bir topluma birçok rehber yol göstericilik
yapmaya kalkışır. Bunların da doğal olarak kişisel eğilimleri farklı


330........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


olur. Bireysel tahakkümler yıkıcı etkisini gösterir ve toplum en şiddetli
ihtilaflara, çekişmelere duçar olur. Kendilerini en küçük düşürücü
sürtüşmelerin girdabında bulurlar. Daima başlarında savaş
ve çatışma tehdidi sallanır. Yok oluş ve tükeniş korkusu sürekli
olarak onları izler. İşte bu öyle bir ateştir ki, insanı cehalet çukurunun
kıyısında bırakmaz, içine düşürür ve içine düşenin kurtuluşu
imkansızdır.

Bir grup Müslüman olan bu insanlar, küfrü yaşadıklarından
sonra, inen bu ayetten önce inanmışlardı. Bu ayetlerin en yakın
muhatapları olan bu insanlar, İslam öncesi hayatları boyunca, an-
bean savaş ve vuruşma tehdidi altında yaşamışlardı. Onlar için
güvenlik, rahat ve huzurlu bir dinlenme anı yoktu. Bunun yanında,
bir toplumu, makam, mal, can ve namus gibi tüm alanlarda kuşatan
genel güvenlik gerçekliğini kavramaktan da çok uzaktılar.

Daha sonra, Allah'ın ipine sıkıca sarıldıkları, mutluluk ayetleri
somut olarak gözlemledikleri, nimetlerin tadına bir parça vardıkları
için, yüce Allah'ın nimetlerin hoşluğuna ve mutluluğun lezzetine
ilişkin olarak verdiği bilgilerin doğruluğunu reel olarak görmüş
oldular. Dolayısıyla bu hitap hem onların, hem de başkalarının
üzerinde çok daha etkili olmuştur.

Bu nedenledir ki konuşma ve çağrı, somut gözlem ve buluş
esasına dayandırılmıştır. Soyut değerlendirmelere ve varsayımlara
değil. Hiç kuşkusuz çıplak gözle görme, salt açıklama gibi değildir.
Ve deney de varsayım ve değerlendirmeye benzemez. Biraz sonra
yer vereceğimiz sakındırma amaçlı ifadede de bu hususa işaret
edilmiştir: "Parça-lanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın..."
Bu ifadede, ayetin muhatabı konumundaki insanlardan
önceki toplulukların durumuna dikkat çekilmiştir. Çünkü onların
akıbetleri ve durumları mü'-minlerin gözleri önünde ve duyabilecekleri
bir konumdaydı. Şu halde mü'minlerin onların akıbetlerinden
ibret almaları, onların izledikleri yolu izlememeleri, hayat tarzlarını
benimsememeleri gerekmektedir.

Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................331


Ardından yüce Allah, bu açıklamanın özelliğine dikkat çekiyor:

"Allah, size ayetlerini böyle açıklıyor ki, hidayete eresiniz."

(Al-i İmran / 104) "Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten
sakındıran bir topluluk olsun..."
Pratik deneyler şunu kesin olarak ortaya koymuştur
ki: İnsan, hayatı boyunca kendisi için birtakım bilgiler hazırlar,
edinir. -Ki sadece yararlandığı bilgileri hazırlar ve depolar.- Bunları
hangi yoldan ve hangi şekilde edinirse edinsin, pratikte devamlı
tekrarlamadığı, fiilen hatırlamaya çalışmadığı sürece bu bilgiler
kaybolur, zihninden silinir. Pratik amellerin her alanda bilgi ekseninde
döndüğünü, onunla güç kazandığını, onun zayıflamasıyla
zayıfladığını, onun ıslahıyla ıslah olduğunu, onun bozulmasıyla
bozulduğunu kuşku götürmez bir gerçek olarak biliyoruz. Yüce
Allah amel-bilgi ilişkisini şu örnekle somutlaştırmıştır: "Güzel şehrin
bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar, kötü olandan ise, kavruktan
başkası çıkmaz." (A'râf, 58)

Hiç kuşkusuz, amel ve bilgi karşılıklı etkileşim içindedirler. Bilgi,
amele yönelten en etkileyici, en güçlü çağrıdır. Pratik ve gözlemlenen
amel de insanı eğiten en güçlü öğretmendir.

Burada sözü edilen şey, yararlı bilgiye ve yapıcı pratiğe sahip
nor-mal, salih bir topluluğu, bilgi birikimlerini ve kültürel miraslarını
korumaya yönelten bir etkendir. Böyle bir toplum, hayır ve maruf
olarak niteledikleri yollarından sapan bireylerini bu yola döndürmek,
kendilerince hayır ve maruf olarak kabul edilen yoldan
sapma eğilimini gösterenleri, kötülüğün ölümcül girdabına düşmeye
yüz tutanları önlemek durumundadır.

Bunun adı, eğitime çağrıdır, marufu emretme, münkeri engellemedir.
Şu ayette yüce Allah'ın işaret buyurduğu da budur:
"...hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran..."

Böylece yüce Allah'ın iyilik ve kötülüğü, maruf ve münker olarak
ifade etmesinin sırrını da anlıyoruz. Çünkü, ifadeler, önceki
ayete dayalı olarak gelişiyor. Orada şu buyruğa yer verilmişti: "Ve
topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın." Bilindiği


332........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


gibi, bu özelliğe sahip olan, yâni Allah'ın ipine sımsıkı sarılan bir
topluluk açısından maruf olan iyiliktir, münker olan da kötülüktür.
Eğer bu nokta göz önünde bulundurulmazsa, iyilik ve kötülüğün
maruf ve münker olarak isimlendirilmesinin gerekçesi, iyilik ve
kötülüğün dinin nazarında maruf ve münker olması olurdu, pratik
hayattaki amel açısından değil.

"Sizden... bir topluluk olsun." Bazılarına göre, ifadenin orijinalinde
geçen "min" edatı bütünün içinden bir parçayı ifade eden
"tab'iz= bölmek" niteliklidir. Buna göre marufu emretme, münkeri
engelleme ve hayra davet etme belli bir grubun yerine getirmesiyle,
diğer insanların üzerinden kalkan lokal bir sorumluluktur, farz-i
kifayedir.

Bazılarına göre de "min" edatı, açıklama amacına yöneliktir,
yâni beyaniye'dir. Bununla kastedilen anlam da şudur: "Bunun
sayesinde salih, yapıcı topluluk hayra davet eden bir ümmet olsun."
Bu durumda ifadeyi şu tarz bir ifadeye benzetebiliriz: "Sen-
den benim için bir arkadaş olsun" yâni: "Benim arkadaşım ol."
Ancak, anlaşıldığı kadarıyla "min" edatının beyaniye olması, onun
işin menşeini ve başlangıcını ifade etmesi demektir.

Burada söylenmesi gereken şudur: "Min edatının "tabi'iziye"
veya "beyaniye" oluşuna yönelik bir araştırma bir semere vermeyecektir.
Çünkü hayra davet etme, marufu emretme ve münkeri
engelleme gibi olgular, eğer zorunlu olurlarsa, doğaları gereği,
farz-ı kifaye olurlar. Çünkü amaca ulaşıldıktan sonra, söz konusu
davetin, emir ve yasağın bir anlamı olmaz. Şayet ümmet top
yekün hayra davet edenler, marufu emredenler ve münkere engel
olanlar olarak tasavvur edilse, bu ümmetin içinde söz konusu görevi
yerine getiren kimseler vardır, demektir.

Şu halde görev, her durumda bütünün içindeki bazı kimselere
dayalıdır. Eğer hitap bu bazılarına yönelikse, mesele yoktur. Ancak,
bütüne yönelikse, yine de bu bazıları esas alınmış demektir.
Diğer bir ifadeyle; herkes sorumludur, fakat sevabı alan bazılarıdır.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................333


Bu yüzden ifadenin ardında şöyle bir değerlendirme cümlesine yer
verilmiştir: "İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir." Şu halde ifadenin
orijinalinde geçen "min" edatı "tab'iziye"dir. Bu tür bileşimlere
günlük konuşmalarda da rastlamak mümkündür. Bunun başka bir
anlama yorumlanması, ancak somut bir kanıtla mümkün olabilir.

Biliniz ki, bu üç konu, yâni hayra davet, marufu emretme ve
mümkeri engelleme konuları, uzun ve derin açıklamaları bulunan
konulardır. İnşallah, başka bir bölümde bunları uygun bir şekilde
açıklayacağız. Bu konuların bilimsel, psikolojik ve sosyolojik boyutlarını
detaylı olarak sunacağız.

(Al-i İmran / 105) "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp
ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın."
"Kendilerine apaçık deliller
geldikten sonra..." ifadesinin yalnızca "anlaşmazlığa düşenler"
ifadesiyle ilintili olması uzak bir ihtimal değildir. Bu durumda "anlaşmazlığa
düşmek=ihtilaf etmek"ten maksat, inanç ayrılıkları
olur. İtikadi ihtilafların, ayrılıklara ve fiziki bölünmelere yol açması
yâni.

İhtilaf (anlaşmazlık)tan önce "ayrılık"a yer verilmesinin nedeni,
ayrılığın "ihtilafa" yol açan bir öncül konumunda olmasıdır. Çünkü
bir topluluk oluşturan bireylerin bütünleşmiş olmaları, inançlarının
bütünlük arzetmesini, ilişki ve etkileşim yoluyla birlik halinde olmalarını
gerektirir ve dolayısıyla da bu, onları ihtilaftan korur. Ancak
ayrılığa düşmeleri, bireylerin bir birinden kopması, düşünce ve
gidişat farklılıkların baş göstermesine neden olur. Çok geçmeden
düşünce ve görüş planında bireyler birbirlerinden bağımsız hale
gelirler. Birlik dağılır. Sanki yüce Allah, burada şunu demek istiyor:
"Önce beden olarak ayrılan ve cemaatin dışına çıkanlar gibi olmayın.
Onların bu ayrılıkları, sonunda, inanç ve görüş ayrılıklarına yol
açtı."

Yüce Allah, bazı yerlerde, sözünü ettiğimiz bu anlaşmazlığı
haddi aşmağa, zulme bağlar: "Kendilerine apaçık ayetler geldikten
sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzün



334........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


den anlaşmazlığa düşenler..." (Bakara, 213) Ne var ki, bireylerin
inanç ve görüşlerinin farklılık arz etmesi bir zorunluluktur. Bunun
nedeni herkesin anlayışının farklı olmasıdır. Fakat bireysel planda
bu farklılığın zorunlu olması gibi, toplumun buna karşı çıkması ve
ihtilaf edenleri birliğe, bütünlüğe yöneltmesi de bir zorunluluktur.
Şu halde, anlaşmazlığın bir aracı vasıtasıyla kaldırılması mümkündür,
güç yetirilebilir bir olgudur. Toplumun bundan kaçınması
haksızlıktır, haddi aşmadır. Kendini anlaşmazlık tehlikesine atmaktır.


Kur'an, birlik çağrısını sık sık yeniler ve anlaşmazlığa düşmeyi,
ihtilaf etmeyi ısrarlı bir şekilde yasaklar. Bunun, şu ümmetin gelecekteki
durumunu, işinin iç yüzünü tam biliyor olmasından başka
bir nedeni yoktur. Evet, İslam ümmetini oluşturan bireylerin, geçmişteki
ümmetler gibi, hatta onlardan daha yoğun ve şiddetli bir
oranda ihtilaf edecekleri, Kur'an tarafından bu şekilde haber verilmiştir.


Daha önce şu hususu defalarca vurguladık: Kur'an'ın ifade tar-
zının belirgin bir özelliği, bir şeyden ısrarla sakındırıyorsa, ona yak-
laşmayı kesin ifadelerle yasaklıyorsa, bunun o şeyin meydana geleceğini,
bu yasağın çiğneneceğini göstermesidir. Ümmetin yoğun
bir ihtilafın girdabına düşeceği, Kur'an tarafından bu şekilde bir
gerçek olarak haber verildiği gibi, Peygamberimiz (s.a.a) de bununla
ilgili açıklamalarda bulunmuştur. İhtilaf ve anlaşmazlık o-
nun ümmetinin bünyesini kemirecek, bu durum değişik fırkaların
ortaya çıkışı
şeklinde kendini gösterecektir. Daha önce Yahudiler
ve Hıristiyanlarda olduğu gibi ümmetinin de ihtilafa düşeceği Peygamberimiz
(s.a.a) tarafından bildirilmiştir. Konuyla ilgili rivayeti,
rivayetler bölümünde ele alacağız.

Olayların akışı, Kur'an'ın bu gaybî haberini doğrulamıştır.
Resulul-lah'ın (s.a.a) vefatının üzerinden çok kısa bir zaman geçmeden
ümmetin birliği darmadağın olmuş, anlaşmazlıklar yüzünden
her biri bir yana savrulmuştur. Değişik mezheplere bölünerek,


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................335


her bir mezhep diğerini tekfir etmiştir, kafirlikle suçlamıştır. Bu
durum sahabe çağından günümüze kadar sürüp gelmiştir. Ne zaman
ki, birileri iki grubu uzlaştırmak için yola çıkmışsa, bu çıkışı
bir üçüncü mezhebin ortaya çıkışına neden oluşturmuştur.

Tahlil ve analizlerle gerçekleştirdiğimiz araştırmalar, bizi şu
sonuca götürmüştür: İslam ümmetinin bünyesindeki ihtilafların ve
anlaşmazlıkların aslı, münafıklara gelip dayanmaktadır. Ki Kur'an
onlar hakkında, onların aleyhinde sert ifadeler kullanmış, hileli
düzenlerinin, komplolarının büyüklüğüne dikkat çekmiştir. Yüce
Allah'ın Bakara, Tevbe, Ahzab ve Münafikun gibi surelerde onlar
hakkında kullandığı ifadeler üzerinde düşünürsen, dehşet verici
bir manzarayla karşılaşırsın. Bu, onların Resulullah (s.a.a) zamanında
ve henüz vahyin kesilmediği dönemlerdeki halleriydi. Yüce
Allah Resulünü katına alınca, birdenbire onlardan söz edilmez
oldu. Bir kerede çanlarının sesi kesildi. Sanki hiç yokmuşlar gibi
davranıldı.

"Sanki Hucun ile Safa arasında hiç olmadı bir arkadaş

Ve Mekke'de yâraniyle sohbet etmedi bir akşamcı..."

Çok geçmeden insanlar kendilerini yaman bir ihtilafın içinde
buldular. Çeşitli mezheplerin peşinden giderek birbirlerinden uzaklaştılar.
Tahakküm, zorbalık ve baskıyı esas alan yönetimler, halkı
kendilerine kul-köle yaptı. Mutluluk esaslı bir hayatı sapıklık ve
çirkeflikle değiştirdiler. Fakat, yine de her durumda yardımcı olan
Allah'tır. Yüce Allah'ın lütfundan beklentimiz, Tevbe suresinin tefsiri
çerçevesinde bu konuyu etraflıca ele almamıza bizi muvaffak
kılmasıdır, inşallah.

(Al-i İmran / 106-107) "Bazı yüzlerin ağaracağı, bazı yüzlerin de kararacağı
gün...""Yüzleri ağaranlar ise, artık onlar..."
Ayetlerin akışı, nimete karşı nankörlük üzerinde duran bir çerçevede gelişiyor. Bu da bir bakıma utanç verici, yüz kızartıcı ihanete benzer.
Bundan dolayı yüce Allah, ahiret azabı kapsamında bu suça
uygun bir hususa dikkat çekiyor. Örneklendirme yoluyla yüzün kararmasından
söz ediyor. Dünyada, utanma ve mahcup olmadan


336........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


kinaye olarak yüz kararması ifadesi kullanılır. Şu ifadeden buna
ilişkin bir kanıt veya işaret algılayabiliriz: "Yüzleri kapkara kesilecek
olanlara: "İmanınızdan sonra inkar ettiniz, öyle mi?" denilir."

Söz konusu nimete karşılık şükredenlerin ödülü olarak da buna
uygun bir tepkimeden söz ediliyor: "Yüzün ağarması..." Dünyada
bu ifade memnuniyetten ve hoşnutluktan kinaye olarak kullanılır.


(Al-i İmran / 108) "Bunlar sana hak olarak okumakta olduğumuz Allah'ın
ayetleridir."
Gramatik olarak cümle içindeki zarf, yâni "bilhakkı", "okumakta
olduğumuz" sözüyle ilintilidir. Maksat, okumanın hak esaslı olması,
şeytani ve batıl amaçlı olmamasıdır. Bu zarfın "ayetler" kelimesiyle
ilintili olması da ihtimal dahilindedir. Ancak bu durumda "ayetler"
kelimesinin tavsif anlamını da bir ölçüde içeriyor olması
gerekir. Bir diğer ihtimal de, adı geçen zarfın takdir edilmiş bir
ifadeyle ilintili olmasıdır. Bu durumda, söz konusu ayetler; yüce
Allah'ın iki gruba, nankörler ve şükredenler grubuna ne yapacağının
tanıklarıdır, şeklinde bir anlam elde etmiş oluruz. Allah onlara
karşı, muamelesinde hakka göre davranır, kesinlikle zulüm veya
batıl esaslı bir yola başvurmaz. Bu değerlendirme cümlenin sonundaki:
"Allah alemlere zulüm isteyen değildir." ifadesiyle daha
çok örtüşmektedir.

"Allah alemlere zulüm isteyen değildir." Olumsuzlama amaçlı bir
ifadenin akışı içinde "zulm"ün nekre, yâni belirsiz olması, kuşatıcılığı,
kapsayıcılığı ifade eder. "Alemler..." sözü, çoğuldur. Başındaki
"el" takısı da kapsayıcılık bildirir. Buna göre, şöyle bir anlam elde
ediyoruz: Allah, bütün alemler, tüm topluluklar için akla gelebilecek
hiçbir zulmü istemez. Nitekim öyledir de. Hiç kuşkusuz insanlar
arasında tefrikanın oluşması, olumsuz sonuçları tüm alemleri,
bütün toplulukları ilgilendiren uğursuz bir davranıştır.

(Al-i İmran / 109) "Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır ve bütün işler Allah'a döndürülür." Yüce Allah'ın hiçbir zulmü istemediği belirtilince, bu olgu
zulmün sadır olacağına ilişkin vehimleri gideren bir hususla


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................337


illetlendirilmiş oldu. Dolayısıyla denildi ki: Yüce Allah her şeye her
açıdan hakimdir, sahiptir. O, dilediği gibi, bunlar üzerinde tasarruf
edebilir. O'nun sahip olmadığı bir şey üzerinde tasarruf etmesi
tasavvur edilemez ki, bu tür bir tasarruf zulüm ve haksızlık olarak
nitelendirilsin.

Ayrıca, bir insanın zülme yeltenmesi, ancak gideremediği bir
ihtiyacını sahip olmadığı başkasının malına tecavüz ederek ele
geçirme durumunda gerçekleşir. Oysa yüce Allah zengindir; göklerde
ve yerde olanların hepsi O'nundur. Bazı tefsir bilginlerinin
ayete getirdikleri yorum böyledir. Ancak bu yorum, ayetin zahiriyle
bağdaşmıyor. Çünkü bu cevap, gerçekte yüce Allah'ın zenginliğini
esas alıyor, mülk sahibi oluşunu değil. Ayette ise, mülkten söz ediliyor,
zenginlikten değil. Her halükarda O'nun malik olması, zalim
olmadığının kanıtıdır.

Bir diğer kanıt da şudur: Ne olursa olsun her işin sonu, her varlığın
dönüşü O'nadır. Allah'tan başka kimse herhangi bir şeye sa-
hip değildir ki, yüce Allah'ın onu ondan alması veya elinden çekip
çıkarması, onun hakkında kendi iradesini kullanması zulüm olsun.
"Bütün işler Allah'a döndürülür." ifadesiyle kastedilen de budur.

Görüldüğü gibi, her iki yaklaşım bir diğerinin kaçınılmaz sonudur.
Biri, her şeyin Allah'a ait olması, diğeri ise, eşyanın O'ndan
başkasına ait olmaması esasına dayanıyor.

(Al-i İmran / 110) "Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz..."
Ümmetin insanlar için çıkarılmasından maksat (Allah doğrusunu herkesten
daha iyi bilir) ümmetin insanlara gösterilmesidir. "Çıkarma" kelimesinin
ayrıcalığı, oluş ve meydana geliş anlamını çağrıştırıyor
olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Yemyeşil otlağı çıkardı." (A'la, 4)

Tefsirini sunduğumuz ayette hitap, mü'minlere yöneliktir. Bu
da, "İnsanlar"la kastedilenin bütün insanlık olduğuna ilişkin bir
ipucu konumundadır. Fiil, yâni: "kuntum=idiniz" kelimesi -bir görüşe
göre- zaman olgusundan soyutlanmıştır. Ümmet kelimesi, hem


338........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


toplum, hem de birey için kullanılır. Çünkü emrettikleri ve yöneldikleri
ortak bir hedefleri vardır. Allah'a imanın, marufu emretme
ve münkeri engellemeden sonra zikredilmesi, bütünselin cüzi olandan
veya temel olanın ayrıntı olandan sonra zikredilmesine
ilişkin bir örnektir.

Bu durumda ayetin anlamı şöyle belirginleşiyor: Siz, Müslümanlar
topluluğu, hayırlı bir ümmetsiniz. Allah sizi, insanlara yol
gösteresiniz diye ortaya çıkardı. Çünkü siz cemaat üzeresiniz, bir
topluluksunuz. Allah'a iman ediyorsunuz, marufu emretme ve
münkeri engelleme görevini yerine getiriyorsunuz. Bilindiği gibi, bu
onurun tüm ümmeti kapsayacak şekilde genelleştirilmesi, ümmetin
içindeki bazı kimselerin gerçek imana sahip olmaları, marufu
emretme ve münkeri yasaklama görevini hakkıyla yerine getirmeleri
dolayısıyladır. Bu, konuyla ilgili olarak bazı tefsir bilginlerinin
değerlendirmelerinden çıkan sonuçtur.

Anlaşıldığı kadarıyla (Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir):
"kuntum=idiniz" fiili zaman olgusundan soyutlanmamıştır. Ayetin
amacı, İslam'ın ilk ortaya çıktığı dönemlerdeki muhacir ve
ensardan oluşan öncüleri övmektir. Ayette geçen imandan maksat,
Allah'ın ipi etrafında toplanmaya ilişkin çağrıya inanmaktır;
ayrılığa düşmemektir. Böylece iman, söz konusu çağrıya yönelik
küfrün karşılığında karar almış olur. Nitekim önceki ayette yer
alan şu ifade buna delalet etmektedir: "İmanınızdan sonra inkar
ettiniz, öyle mi?" Yine Ehl-i Kitabın imanından maksat da budur.

Dolayısıyla, ayette esas alınan anlam şudur: Siz, İslam ümmeti
topluluğu, ilk oluşumunuzda, insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı
bir ümmettiniz. Çünkü siz marufu emrediyor, münkeri
engelliyordunuz. Allah'ın ipine sıkıca sarılıyordunuz. İttifak halinde,
tek bir nefis gibi bir birlik oluşturuyordunuz. Eğer Ehl-i Kitap da bu
vasıf üzere olsaydı, elbette onlar için de daha hayırlı olurdu. Fakat
onlar ihtilaf ettiler. Anlaşmazlığa düştüler. İçlerinde inanan bir topluluk
vardır, fakat onların çoğu fasıktır.


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................339

Biliniz ki, incelediğimiz ayetler grubunda değişik iltifat sanatı
örneklerine baş vurulmuştur. Gayıp sigasından muhatap sigasına,
muhatap çoğuldan muhatap tekile veya aksi yönde geçişler gerçekleştirilmiştir.
Bazı yerlerde açık isim, zamir yerine konulmuştur.
Sözgelimi "Allah" kelimesi birkaç yerde tekrarlanmıştır. Bunlar
üzerinde düşünen kimse, bunların altındaki nükteyi kavrar.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Maani adlı eserde ve Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Basir'in şöyle
dediği rivayet edilir: "İmam Sadık'tan (a.s): "Allah'tan nasıl korkup-
sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının..." ayetinin
anlamını sordum." Buyurdu ki: "O'na itaat edilir, isyan edilmez. O,
sürekli hatırlanır, unutulmaz. O'na şükredilir, nankörlük edilmez."
demektir." (el-Maani, s.240, h:1, Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.194, h: 120)

ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde Hakim ve İbn-i Mürdeveyh başka
bir açıdan İbn-i Mes'ud'un şöyle dediğini rivayet ederler:
"Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Allah'tan nasıl korkup-sakınması
gerekiyorsa öylece korkup sakının." Yâni, O'na itaat edin, isyan
etmeyin. O'nu sürekli anın ve unutmayın." (c.2, s.59)

Aynı eserde Hatîb, Enes'ten şöyle rivayet eder: "Resulullah
(s.a.a) buyurdu ki: "Kişi, kendisine isabet edenin, isabet etmemesinin
ve kendisine isabet etmeyenin, isabet etmesinin mümkün
olmadığını kesin olarak bilmedikçe, Allah'tan gereği gibi korkup
sakınmamıştır." (c.2, s.60)

Önceki açıklamalarımızda, ilk iki hadisin anlamının ayetten
nasıl çıkarsanacağına işaret ettik. Üçüncü hadis ise açıkça görüldüğü
gibi anlamın gerektirdiği bir tefsir konumundadır.

Tefsir-ul Burhan'da İbn-i Şehraşub'tan, Tefsir-ul Vekî'den, Abd-i
Hayr'dan şöyle rivayet eder: "Ali b. Ebu Talib'ten: "Ey iman edenler,
Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sa-
kının." ayetinin anlamını sordum." Buyurdu ki: "Allah'a andolsun


340........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


ki, Resulullah'ın evinden başka kimse bu ayetin emrini eksiksiz
olarak yerine getiremedi. Biz O'nu hep hatırladık, hiç unutmadık.
Hep şükrettik, hiç nankörlük etmedik. Hep itaat ettik, hiç isyan
etmedik. Bu ayet indiği zaman sahabeler dediler ki: "Biz buna güç
yetiremiyoruz." Bunun üzerine yüce Allah: "Güç yetirebildiğiniz
kadarıyla Allah'tan korkup sakının." ayetini indirdi." Vekî der ki:
"Gücünüzün elverdiği oranda..." (c.1, s.304, h:3)

Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Basir'in şöyle dediği rivayet edilir: "İmam
Cafer Sadık'tan (a.s): "Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa
öylece korkup sakının..." ayetini sordum." Buyurdu ki:
"Bu ayet neshedilmiştir." Dedim ki: "Onu nesheden ayet hangisidir?"
Buyurdu ki: "Güç yetirebildiğiniz kadarıyla Allah'tan korkup
sakının." ayeti." (c.1, s.194)

Ben derim ki: Vekî'nin rivayetinden anladığımız kadarıyla,
Ayya-şî'nin rivayetinde geçen nesh ifadesinden maksat, takvanın
derecelerinin açıklanmasıdır. Bazı tefsir bilginlerinin aktardıkları
görüşlerde esas alınan terminolojik anlamıyla neshe gelince, kitabın
zahiri bunu reddetmektedir.

Mecma-ul Beyan adlı eserde, İmam Sadık'ın (a.s) ayette geçen
"müslimun" kelimesini "müsellimun" şeklinde okuduğu rivayet
edilir. (c.2, s.482)

ed-Dürr-ül Mensûr'da: "Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın."
ayetiyle ilgili olarak yer alan bir rivayet şöyledir: "İbn-i Ebi
Şeybe ve İbn-i Cerir, Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ederler:
"Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Allah'ın kitabı, Allah'ın gökten yere
uzanan ipidir." (c.2, s.60)


Aynı eserde İbn-i Ebi Şeybe, Ebu Şurayh el-Huzai'den şöyle rivayet
eder: "Resulullah buyurdu ki: "Hiç kuşkusuz bu Kur'an bir
sebep, bir aracıdır. Bir tarafı Allah'ın elinde, bir tarafı da sizin elinizdedir.
Ona sımsıkı sarılın. Ondan sonra hiçbir zaman ayağınız
kaymaz, hiçbir zaman sapmazsınız."
(c.2, s.60)


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................341


el-Maani adlı eserde İmam Seccad'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Allah'ın ipi Kur'an'dır." (s.132, h:1)

Bu anlamı içeren birçok rivayet, gerek Sünni, gerekse Şii kaynaklarda
yer almıştır.

Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir:
"Hz. Muhammed'in (s.a.a) Ehl-i Beyt'i, Allah'ın sımsıkı sarılmasına
emrettiği ipidir. Nitekim buyurmuştur: "Ve topluca Allah'ın ipine
sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın."
(c.1, s.194, h:122)

Bu anlamı vurgulayan başka rivayetler de vardır. Önceki açıklamalarda
bu anlamı destekleyen verilere yer verdik. Bundan sonra
sunacağımız rivayetler de bu anlamı desteklemektedirler.

ed-Dürr-ül Mensûr'da Taberani Zeyd b. Erkam'dan şöyle rivayet
eder: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Ben sizden önce bu dünyadan
ayrılacağım. Ve siz Havuz başında bana geleceksiniz. Benden
sonra iki değerli (sekaleyn) hakkında nasıl davrandığınıza bakın."
Orada bulunanlar dediler ki: "İki değerli (sekaleyn) nedir ya
Resulallah?" Buyurdu ki: "En büyüğü Allah'ın kitabıdır. O, bir sebeptir,
bir araçtır. Bir tarafı Allah'ın elinde, bir tarafı sizin elinizdedir.
Ona sımsıkı sarılın. Onun sayesinde ayağınız kaymaz ve asla
sapmazsınız. En küçüğü ise Ehl-i Beytim'dir. Havuzun başında bana
gelinceye kadar bu ikisi birbirlerinden ayrılamazlar. Ben onlar
için bunu Rabbimden diledim. Sakın bu ikisini kulak ardı etmeyin,
yoksa helak olursunuz. O ikisine öğretmeye kalkışmayın; onlar
size öğretirler ve sizden daha bilgilidirler."
(c.2, s.60)

Ben derim ki: Sekaleyn hadisi, Sünnilerin ve Şiilerin üzerinde
birleştikleri mütevatir (doğruluğu tartışmasız) bir hadistir. Surenin
giriş bölümünde, bazı hadis bilginlerinin bu hadisi kadınlı erkekli
otuz beş kadar sahabeye dayandırdıklarını belirtmiştik. Büyük bir
ravi ve ehl-i hadis topluluğu bu hadisi söz konusu sahabelerden
rivayet etmişlerdir.

ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde, ibn-i Mace, İbn-i Cerir ve İbn-i
Ebu Hatem, Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Resulullah (s.a.a) bu



342........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


yurdu ki: "İsrailoğulları yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Benim ümmetimse
yetmiş iki fırkaya ayrılacak, biri hariç bunların tümü ateşe girecektir."
Orada bulunanlar dediler ki: "Ya Resulallah, o biri hangisidir?"
Buyurdu ki: "Cemaat." Sonra şöyle dedi: "Allah'ın ipine hepiniz
sımsıkı sarılın." (c.2, s.60-61)

Ben derim ki: Bu rivayet de meşhurdur. Ancak Şia, bunu değişik
bir şekilde rivayet etmiştir. el-Hisal, el-Maani (s.323, h:1), elİhticac
(c.1, s.391-392), el-Emali, Kitab-u Selim b. Kays (s.214) ve Tefsir-
ul Ayya-şî'de (c.1, s.331, Tahran baskısı) yer alan bu rivayetin el-
Hisal'daki lafzı Süleyman b. Mehran kanalıyla şöyeldir: Süleyman

b. Mehran, İmam Cafer-i Sadık'tan (a.s), o da atalarından, Emir-ul
Mü'minin Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Resulullah'ın (s.a.a)
şöyle buyurduğunu duydum: "Musa'nın ümmeti ondan sonra yet-
miş bir fırkaya bölündü. Bunların biri kurtulmuş fırka, yetmişi ateştedir.
İsa'nın ümmeti ondan sonra yetmiş iki fırkaya bölündü. Bunlardan
biri kurtulmuş fırka, yetmiş biri ateştedir. Benim ümmetim
de benden sonra yetmiş üç fırkaya bölünecek, bunlardan bir tanesi
kurtulmuş fırka, diğer yetmiş iki fırka ateştedir." (s.585, h:11)
Ben derim ki: bu rivayetle, bundan sonraki rivayet birbirine uygundur.


ed-Dürr-ül Mendsûr'da, Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace ve Hakim
-sahih olduğunu belirterek- Ebu Hureyre'den şöyle rivayet derler:
"Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Yahudiler yetmiş bir fırkaya,
Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya bölündüler. Benim ümmetim ise
yetmiş üç fırkaya bölünecektir." (c.2, s.62)

Bu anlamı içeren hadisler, çeşitli kanallarla Muaviye ve başka
şahıslardan da rivayet edilmiştir.

Aynı eserde Hakim, Abdullah b. Ömer'den şöyle riayet eder:
"Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "İsrailoğulları'nın başına ne geldiyse,
benim ümmetimin de başına o gelecektir; onların yaşadıklarını
tıpatıp yaşayacaklardır. Hatta eğer İsrailoğulları'ndan bir kimse
annesiyle alenen nikahlanmışsa, benim ümmetimde de benzer


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................343


biri çıkacaktır. İsrailoğulları yetmiş bir topluluğa bölündüler. Benim
ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunların tümü
ateştedir. Sadece bir tanesi kur-tulacaktır." Orada hazır bulunanlar
dediler ki: "O bir tanesi kimlerdir?" Buyurdu ki: "Bugün benim ve
ashabımın üzerinde bulunduğu yoldur." (c.2, s.62)

Ben derim ki: İbn-i Esir Cami-ul Usul adlı eserde Tirmizi'den,
İbn-i Amr b. As'tan Resulullah'a (s.a.a) dayandırarak benzeri bir
hadisi rivayet eder. (c.10, s.408, h:7470)

Kemal-ud Din adlı eserde, müellif kendi isnadıyla Gıyas b. İbrahim'den,
o da İmam Sadık'tan (a.s), o da atalarından Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Önceki ümmetlerde olan herşey, bu ümmette de tıpatıp olacaktır." (s.576)

Tefsir-ul Kummî'de Peygamberimizden (s.a.a) şöyle rivayet edilir:
"Sizler, sizden önceki ümmetlerin yaşam tarzlarını, geleneklerini
adım adım, tıpatıp izleyeceksiniz. Onların adımlarını izlemekten
sapmayacaksınız. Karış, karış; zira, zira (parmak uçlarıyla dirsek
arası mesafe); kulaç, kulaç onları takip edeceksiniz. Hatta
sizden öncekiler keler yuvasına girmişlerse siz de gireceksiniz."
Orada bulunanlar dediler ki: "Yahudi ve Hıristiyanları mı kastediyorsun
ya Resulallah?" Buyurdu ki: "Ya kimi kastedeceğim? İslam
dininin halkalarını birer birer koparacaksınız. İlk koparacağınız
halka, emanet ve son koparacağınız halka da namaz olacaktır."

(c.2, s.413)

Cami-ul Usul adlı eserde Sihah-ı Sitte'den yapılan bir rivayette,
Tirmizi sahihinden Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu bildiriliyor:
"Benim nefsimi elinde tutan Allah'a andolsun ki, sizler sizden
öncekilerin hayat tarzlarını -rivayeti eden Rezi'nin eklemesiyle
adım adım, tıpatıp- izleyeceksiniz. Öyle ki, onlardan biri annesiyle
zina yapmışsa, sizden de yapan olacaktır. Buzağıya da tapıp tapmayacağınızı
bilmiyorum?" (c.10, s.408)


344........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


Ben derim ki: Bu rivayet de meşhurdur. Ehl-i Sünnet sahih kaynaklarında
ve diğer eserlerde rivayet etmiş, Şiiler de hadis kaynaklı mecmualarında
yer vermişlerdir.

Sahih-i Buharî ve Müslim'de Enes'ten şöyle rivayet edilir:
"Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Havuz başına, bana arkadaşlık
eden bazı adamlar getirilecektir. Sonra hemen benden uzaklaştırılacaklardır.
Ben diyeceğim ki: "Bunlar benim ashabımdır." Denilecek
ki: "Sen bunların senden sonra neler yaptığını bilmezsin." (Sahih-i Buharî, c.8,
s.149, Sahih-i Müslim, Nevevî'nin Şerhiyle, c.15, s.64)

Yine Buharî ve Müslim'de Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilir.
"Resulullah buyurdu ki: "Kıyamet günü ashabımdan (veya ümmetimden
buyurmuştur) bir grup yanıma getirilecektir. Bunların Havuza
yaklaşmaları önlenecektir. Ben diyeceğim ki: Bunlar benim
ashabımdır." Denilecek ki: "Senden sonra ne yaptıkları hakkında
bilgin yok. Onlar topukları üzerinde gerisin geri döndüler. Bu yüzden
Havuzdan uzaklaştırılıyorlar." (Sahih-i Buharî, c.9, s.58, Sahih-i Müs
lim, Nevevî'nin Şerhiyle, c.3, s.136)

Ben derim ki: Bu hadis de meşhurdur. Sünniler ve Şiiler, bir
grup sahabiye dayanarak sihah kitaplarında ve hadis kaynaklı
mecmualarında rivayet etmişlerdir. Bu sahabiler arasında İbn-i
Mes'ud, Enes, Sehl b. Said, Ebu Hureyre, Ebu Said el-Hudri, Aişe,
Ümm-ü Seleme, Esma bint-i Ebubekir gibi isimler yer alır. Yine bazı
Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) da rivayet edilmiştir. Bu rivayetler
olanca çoklukları ve çeşitlilikleriyle, bizim ayetin zahirinden çıkarsadığımız
sonucu desteklemektedir. Olayların ve fitnelerin peş
peşe sökün edişi rivayetleri doğrulamaktadır.

ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde, Hakim -sahih olduğunu belirterek-
İbn-i Ömer'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) buyurdu
ki: "Kim bir karış kadar cemaat dışına çıkarsa, o geri dönünceye
kadar İslam bağı onun boynundan çözülür. Kim cemaatin imamına
biat etmeden ölürse, o bir tür cahiliye ölümüyle ölmüştür." (c.2,

s.61)


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................345


Ben derim ki: Bu rivayetin de içeriği meşhurdur. Gerek Şiiler ve
gerekse Sünniler Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet
etmişlerdir: "Kim, zamanının imamını tanımadan ölürse,
cahiliye ölümü üzere ölür." (Dolayısıyla cemaatin imamından
maksat, zamanın ve İslam ümmetinin gerçek imamıdır.)

Cami-ul Usul adlı eserde Tirmizi'den ve Sünen-i Ebu Davud'dan
naklen Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Her zaman, ümmetimden bir grup hak üzere olacaktır." (c.10,

s.410, h:7475)

Mecma-ul Beyan adlı eserde: "İmanınızdan sonra inkâr ettiniz,
öyle mi?..." ayetiyle ilgili olarak Emir-ul Mü'minin Hz. Ali'nin
(a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Bunlardan, bu ümmetin içindeki
bid'atçılar, hevaperestler, batıl görüş sahibi kimseler kastedilmiştir."
(c.2, s.485)

Yine aynı eserde (Bakara, 143. ayetle Âl-i İmrân 11. ayetin tefsirinde)
ve Tefsir-ul Ayyâşî'de (c.1, s.195, h:135): "Siz, insanlar için çıkarılmış
hayırlı bir ümmetsiniz." ayetiyle ilgili olarak Ebu Amr-i Zübeyri İmam
Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Burada, İbrahim'in kendileri
hakkında dua ettiği ümmet kastediliyor. Bu öyle bir ümmettir
ki, yüce Allah onların içinde ondan kendilerine peygamber göndermiştir.
O, orta ve vasat ümmettir. O, insanlar için ortaya çıkarılmış
hayırlı ümmettir."

Ben derim ki: Daha önce, "Soyumuzdan, sana teslim olmuş
bir ümmet ver." (Bakara, 127) ayetinin tefsiri çerçevesinde bu rivayetin
anlamını açıklayıcı bilgiler sunmuştuk.

ed-Dürr-ül Mensûr'da İbn-i Ebu Hatem, İmam Bâkır'dan (a.s)
şöyle rivayet eder: "Ayetteki: "Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı
ümmetsiniz."den maksat, Resulullah'ın Ehl-i Beyti'dir." (c.2, s.64)

Yine aynı eserde, Ahmed b. Hanbel, hasen bir senetle Hz. Ali'den
(a.s) şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Bana
verilenler hiçbir peygambere verilmemiştir. Ben, düşmanlarımın
canına korku salınarak yardım edildim. Yeryüzünün anahtarları


346........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.


bana verildi. Ahmed adıyla adlandırıldım. Toprak benim için temizleyici
kılındı. Benim ümmetim en hayırlı ümmet yapıldı." (c.2, s.64)


Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ...............................................................................................347

-------------------
Değerli Kardeşlerim Mizan Tefsiri'ni ve diğer Ehlibeyt eserlerini
www.islamkutuphanesi.com
www.mizantefsiri.com
www.ehlibeytkutuphanesi.com
sitelerinden indirebilirsiniz.
islamkutuphanesi@islamkutuphanesi.com