Mizan Tefsiri, Cilt:1

 

644 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 172-176 .......................................................

 

 

172- Ey inananlar, size verdiğimiz temiz rızklardan yiyin. Yalnızca

Allah'a şükredin; eğer sadece O'na kulluk ediyorsanız.

 

173- Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına

kesileni kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı

aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü Allah hiç

şüphesiz bağışlayan ve esirgeyendir.

 

174- Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyenler ve onunla

değeri az bir şeyi satın alanlar; işte onların yedikleri karınlarında

ateşten başkası değildir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve

onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azap vardır.

 

175- Onlar, hidayete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık

azabı satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!

 

176- Bu, Allah'ın kitabı şüphesiz hak olarak indirmesindendir.

Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise, uzak bir ayrılık içindedirler.

 

Bakara Sûresi / 172-176 .............................................. 645

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Ey inananlar, size verdiğimiz temiz rızklardan yiyin." Daha önce

tüm insanlara yöneltilen genel hitaptan sonra müminlere yöneltilen

özel bir hitaptır bu. Hitabet sanatında, bir hitaptan diğer bir hitaba

geçiş olarak nitelendirilir bu durum. Sanki burada öğüt almayan,

söylenen sözleri dinlemeyen bir gruba hitap etmekten

vazgeçiliyor ve imanından dolayı kendisini çağırana olumlu karşılık

verene yöneltiliyor hitap. İki hitap tarzı arasındaki fark, muhatapların

farklılığından kaynaklanıyor. Allah'a ve onun mesajına inananlar,

çağrıyı kabul edecekleri beklendiği için "Yeryüzündeki

helâl ve temiz şeyler" yerine "size verdiğimiz temiz rızklardan."

ifadesi kullanılmıştır.

 

Bu durum tek ve ortaksız Allah'a şükür sunmalarına bir vesile

olarak gündeme getirilmiştir. Çünkü onlar Allah'tan başkasına kulluk

sunmayan muvahhitlerdir. Bu yüzden "size verdiğimiz temiz

rızklar" deniliyor da "size verilen temiz rızklar" ya da "yeryüzündeki"

şeklinde bir ifade kullanılmıyor. Çünkü kullanılan ifade, onların

yüce Allah'ı tanımalarına, yüce Allah'ın onlara yakın olduğuna,

onlara acıdığına, şefkat beslediğine ilişkin bir ima içermektedir.

"Min tayyibat-i mâ re-zaknakum="size verdiğimiz temiz rızklardan"

ifadesinde, sıfat mevsufa izafe edilmiştir. Yani sıfatın

mevsuf konumuna geçmesi söz konusu değildir.

Çünkü birinci yaklaşım açısından anlam, "Tümü temiz olan rızkımızdan

yiyin." şeklinde olur. Ki bu, ifadenin atmosferinden de

algılanan yakınlaşma ve şefkat gösterme havasına daha uygundur.

İkinci yaklaşım açısından anlam, "Rızkın temizinden yiyin, pis

olanından değil." şeklinde olur ki, ayetlerin akışı ile oluşan ortama

uymamaktadır bu yorum. Çünkü atmosfer kısıtlamaları kaldırmak,

kendi arzuları doğrultusunda yasalar koymak suretiyle Allah-

'ın kendilerine bahşettiği bazı rızkları yemekten kaçınmalarını,

hiçbir ilâhî direktife dayanmaksızın yasak koymalarını önlemek

şeklinde belirginleşiyor.

 

"Yalnızca Allah'a şükredin; eğer sadece O'na kulluk ediyorsanız."

Dikkat edilirse, "bize şükredin" şeklinde bir ifade kullanılmıyor,

tersine "Yalnızca Allah'a şükredin" deniliyor ki, ifade daha net bir

şekilde tevhidi vurgulasın. "eğer sadece O'na kulluk ediyorsanız."

 

646 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ifadesi de bu ilkeyi vurgulama amacına yöneliktir. Bu ifade de sınırlandırmayı ve bir noktaya özgü kılmayı dile getirir. Bu yüzden

"eğer ona kulluk ediyorsanız." denilmiyor.

 

"Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni

kesin olarak haram kıldı." Allah'tan başkası adına kesilenden maksat,

put ve benzeri düzmece ilâhlar adına kesilen hayvanlardır.

"Ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur kalırsa" yani

haksızlık etmeden ve haddini aşmadan. Bunlar zor durumda kalmaktan

kaynaklanan durumlardır. Bu durumda ayeti şu şekilde

anlamlandırabiliriz: Kim yasaklanan bu yiyecekleri haksızlık ve aşırılık

pozisyonunda olmaksızın bir şekilde yemek zorunda kalırsa,

bundan dolayı bir günah kazanmaz. Ama haksızlık ve aşırılık pozisyonundayken ve bu iki durum zorlanmanın etkin unsuru durumunda

iseler, onlara bunları yemesi caiz olmaz. "Çünkü Allah hiç

şüphesiz bağışlayandır, esirgeyendir." ifadesi gösteriyor ki, bu cevaz

yüce Allah'tan mümin kullarına yönelik bir hafifletme ve ruhsattır.

Yoksa yasaklamanın felsefesi ve hükmün hikmeti zorlanma

ortamında bile mevcuttur.

 

"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyenler..." Ehlikitab'a yönelik

bir kınamadır bu. Onların ibadet ve başka hususlarla ilgili helâl

ve temiz bildikleri birçok şey vardı ki, ileri gelenleri ve başkanları

bunları haram kılmıştı. Oysa yanlarında bulunan kitap söz konusu

şeylerin haramlığını öngörmüyordu. Bunların kitapta helâl oldukları

vurgulanan bu hususları gizlemelerinin tek nedeni, başkanlardan

sağladıkları çıkarı korumak, liderler nezdindeki makam,

mevki ve mali statülerini devam ettirmekti.

 

Bu ayeti kerime, son derece belirgin bir şekilde amellerin somutlaştırılmasını, sonuçlarının gerçekleşeceğini ifade ediyor. Yüce

Allah öncelikle onların Allah'ın ayetlerini az bir para karşılığı satmalarını,

karınlarını ateşle doldurmak şeklinde nitelendiriyor. Sonra

Allah'ın hükümlerini gizlemeyi tercih edip, Allah'ın ayetlerini açıklama

karşılığında az bir para almayı tercih etmelerini, hidayete

karşılık sapıklığı tercih etme şeklinde dile getiriyor. Daha sonra

bunu, bağışlanma yerine azaba çarptırılmayı seçme olarak nitelendiriyor.

Daha sonra tüm değerlendirmeyi şu çarpıcı ifadeyle

noktalıyor: "Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!" Bu ce-

 

Bakara Sûresi / 172-176 ................................................. 647

 

zaya çarptırılmalarını gerektirecek suçları ise, Allah'ın hükümlerini

gizlemeye devam etme ve bu tutumlarını sürdürme olarak ön plana

çıkıyor. Bu konuya iyice dikkat et.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi'de "ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur

kalırsa..." ayeti ile ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu

rivayet edilir: "[Ayetin orijinalinde geçen] 'el-bağiy', av peşinde

olandır, 'el-adiy' ise, hırsızdır. Zor durumda kalsalar dahi bunlar leş

yiyemezler. Bu, onlara haramdır ve Müslümanlara yönelik bu izin

onları kapsamaz. Onların sefer sırasında namazı kısaltmaları da

caiz değildir." [c.3, s.438, h: 7]

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet

edilir: "el-Bağiy, zalim demektir. 'el-Adiy' ise, gasıp, [yani başkalarının

hakkına zorla el koyan) demektir." [c.3, s.74, h: 151]

Hammad da onun (a.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "el-

Bağiy, imama başkaldıran, 'el-adiy' de, hırsız demektir." [c.3, s.74, h:

154]

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, İmam Bâkır ve İmam Sadık'ın (her

ikisine selâm olsun) şöyle buyurdukları belirtilmiştir: "Yani Müslümanların imamına baş kaldırmaksızın (el-bağiy) ve günah işleyerek hak ehlinin yolundan sapmaksızın (el-adiy)."

 

Ben derim ki: Bu rivayetlerde işaret edilen hususlar, bu kavramların

somut belirtileri türündendirler ve bunlar bizim ifadeden

çıkardığımız sonucu da pekiştirir niteliktedirler.

 

el-Kâfi ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) "Onlar ateşe

karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!" ifadesi ile ilgili olarak, "Yani

onlar kendilerini ateşe sürükleyeceğini bildikleri fiilleri işlemeye

ne kadar dayanıklıdırlar!" şeklinde bir açıklamada bulunduğu rivayet

edilir. [el-Kâfi, c.2, s.268, h: 2; Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.75, h: 157]

 

Mecm'ul-Beyan tefsirinde, Ali b. İbrahim, İmam Sadık'tan (s.a.)

şöyle rivayet eder: "Onlar ateşe karşı ne kadar da cesurdurlar!"

Yine İmam Sadık'tan (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Ateş ehlinin amellerini ne kadar da çok yapıyorlar!"

 

648 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ben derim ki: Bu rivayetler yakın anlamlıdırlar. Birinci rivayette

"ateşe karşı dayanıklılık" ifadesi, ateşin sebebine karşı dayanıklılık

şeklinde yorumlanmıştır. İkinci rivayette "ateşe karşı dayanıklılık"

ifadesi, ateşe karşı cesur olmak -cesaret dayanıklılığın temel

koşuludur-" şeklinde açıklanmıştır. Üçüncü rivayette ise, "ateşe

karşı dayanıklılık" ifadesi, "ateş ehlinin amellerini işleme" şeklinde

yorumlanıyor. Buradaki anlam birinci rivayetin anlamına dönüktür.

 

 

Bakara Sûresi / 177 ............................................................. 649

 

177- Yüzünüzü doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir.

Ama iyilik o kimsedir ki Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba

ve peygamberlere inandı. Mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara,

yetimlere, yoksunlara, yolda kalmışlara, dilencilere ve kölelere

verdi. Namazı dosdoğru kıldı, zekât verdi. (Onlar) ahitleştikleri

zaman ahitlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık, savaş zamanlarında

sabredenler(dir). İşte, bunlar doğru olanlardır, muttakiler

de bunlardır.

 

AYETİN AÇIKLAMASI

 

Deniliyor ki: Kıblenin Kudüs kentindeki Beyt'ül-Mukaddes yerine

Mekke'deki Kâbe olarak değiştirilmesi insanlar arasında bir

tartışmaya, sert münakaşalara yol açtı. Bu tartışmalar aldı başını

gitti. Bunun üzerine yüce Allah tarafından yukarıya aldığımız ayet-i

kerime indi.

 

"Yüzünüzü doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir." İfadenin

orijinalinde geçen "birr" bol hayır ve ihsan demektir. Bu kelimenin

"berr" şeklindeki okunuşu sıfat-ı müşebbehedir. (yani bol hayırlı ve

ihsan sahibi olan kimse). Yine ifadede geçen "kibel" kelimesi de

yön anlamına gelir. Kıble kelimesi de bundan türemiş ve bir tür

yön ifade eder. İfadenin orijinalinde geçen "zevi'l-kurba", "yakın-

 

650............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

lar" demektir. "Yetama" kelimesi, yetimin çoğuludur ve babası

olmayan çocuğa denir. "Mesakîn" kelimesi, "miskîn"in çoğuludur

ve yoksullukta durumu fakirden daha kötü olan kimsedir. "İbni'ssebil"

ailesinden uzakta bulunan kimse demektir. "er-Rikab" kelimesi,

"rekabe"-nin çoğuludur ve kölelik anlamını ifade eder.

"Be'sâ" kelimesi, tıpkı "bu's" gibi mastardır ve felaket ve yoksulluk

demektir. "Zarrâ" kelimesi de tıpkı "zurr" gibi mastardır ve bir insanın

hastalık, yaralanma, malını yitirme ya da evladının ölmesi

şeklinde zarara uğramasını ifade eder. "Be's" ise, savaşın kızıştığı

zaman demektir.

 

"Ama iyilik o kimsedir ki, Allah'a ve ahiret gününe... inandı." Burada

"birr" kelimesinin tanımlanmasından vazgeçilip "berr"-in tanımlanması

tercih ediliyor ki, amaç, bu işi yapan adamları niteliklerine

ilişkin ayrıntılı açıklamalarla birlikte etraflıca tanımlamaktır.

Somut örnekten yoksun bir kavramın etkisiz olacağını ve bir fayda

sağlamayacağını ima etmektir. Bu, Kur'ân-ı Kerim'in öteden beri

uyguladığı bir anlatım tarzıdır. Kur'ân-ı Kerim konumları ve durumları

açıklamak istediği zaman, öncelikle işte rol oynayan kişileri

tanımlama yolunu seçer. Sadece kavramı açıklamakla yetinmez.

Kısacası: "Ama iyilik o kimsedir ki, Allah'a ve ahiret gününe...

inandı." ifadesi iyileri tanımlamaya, onların durumlarını açıklamaya

yöneliktir. Ayet-i kerime, onları üç mertebenin, yani inanç, amel

ve ahlâk mertebelerinin tümünü göz önünde bulundurarak

tanımlıyor. Başlangıçta "Allah'a inanan...", ardından "İşte bunlar

doğru olanlardır.", sonra "muttakiler de bunlardır." buyurarak onları

tüm yönleriyle tanımlıyor.

 

Yüce Allah'ın iyileri tanımlarken ön plâna çıkardığı niteliklere

gelince; öncelikle onların inançlarını gözler önüne seriyor: "Allah'a,

ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inandı." Bu

ifade yüce Allah'ın kullarının inanmalarını istediği tüm hak prensipleri

ve öğretileri kapsamaktadır. Bu imandan maksat, tüm olumlu

sonuçlarını beraberinde doğuran eksiksiz imandır. Yani

kalpte en ufak bir kuşku kırıntısı, bir kararsızlık, bir itiraz, ya da

hoşa gitmeyen bir durumun baş göstermesi anında en ufak bir

kızgınlık bulunmayacaktır. Yine ahlâkî davranışlarda ve pratik hayatta

imanla çelişen bir tavır sergilenmeyecektir. Bu hususun kas-

 

Bakara Sûresi / 177 ................................................... 651

 

tedildiğinin kanıtı da şu ifadedir: "İşte bunlar doğru olanlardır." Bu

ifadede doğruluk kavramı genel olarak dile getirilmiş ve kalp ya

da bedensel organların bir hareketiyle kayıtlandırılmamıştır. Şu

hâlde onlar gerçek müminlerdir, imanlarında doğrudurlar, tavırlarıyla

imanlarını doğrulamaktadırlar.

 

Nitekim ulu Allah iman-tavır uyumunun zorunluluğunu şu şekilde

dile getirmektedir: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında

çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin

hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla

kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisâ, 65) Bu durumda onlar,

imanın dördüncü mertebesine ilişkin niteliklere sahip olurlar.

"Rabbi ona, 'Teslim ol' demişti. (O da)'Âlemlerin Rabbine teslim

oldum.' dedi." (Bakara, 131) ayetini incelerken söz konusu iman

mertebesinin karakteristik özelliklerini okuyucuların dikkatine

sunmuştuk.

 

Ardından yüce Allah iyilerin bazı amellerinden söz ediyor: "Mala

olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara,

yolda kalmışlara, dilencilere ve kölelere verdi; namazı dosdoğru

kıldı, zekâtı verdi." Burada namazdan söz ediliyor ki o, ibadetle ilgili

bir hükümdür Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de namazı şu şekilde

tanımlıyor: "Namaz kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir." (Ankebût,

45) "Beni anmak için namaz kıl." (Tâhâ, 14) Bunun yanı sıra, maddî

hayatın ıslahına yönelik malî bir yükümlülük olan zekâttan söz ediliyor.

Bu iki ibadetten önce de mal vermekten söz edilmişti. Bununla

da zorunlu bir yükümlülük olmaksızın, muhtaçların ihtiyaçlarını

gidermek ve açıklarını kapatmak amacıyla tamamen gönüllü

olarak hayır amaçlı harcamada bulunmak, yoksullara ihsan

etmek kastedilmiştir.

 

Bunun ardından yüce Allah onların kimi ahlâkî özelliklerini

gündeme getiriyor: "Ahitleştikleri zaman ahitlerini yerine getirenler,

sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler." İfadenin

orijinalinde geçen "ahid" kavramı bir şeye devamlı sarılmak ve

kalben ona bağlı kalmak anlamını ifade eder. -Görüldüğü gibi yüce

Allah bu kavramı da genel tutmuştur.- Bununla beraber bu kavram,

bazılarının sandığı gibi imanı ve imanın hükümlerine uymayı

kapsamına almıyor. "Ahitleştikleri zaman ahitlerini" ifadesi ima-

 

652 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

nın kapsam dışı kalmasını gerektirir. Çünkü inanmak, inanmanın

gereklerini yerine getirmek, herhangi bir zamanla sınırlandırılmaz.

Nitekim ifadede zaman sınırlandırılması son derece belirgindir.

Ancak bu ifade genelliği itibariyle insanın gerçekleştirdiği her

türlü antlaşmayı, verdiği her türlü vaadi ve yapmaya söz verdiği

her hususu ve söylediği her sözü kapsar. "Falanca şeyi muhakkak

yapacağım, kesinlikle şu şeyi terk edeceğim" dememiz gibi. İnsanlar

arası ilişkilerde, davranış kuralları içinde bağlanan her türlü

akit de bu ifadenin kapsamı içindedir.

 

Sabır, musibetlerin dört bir yandan saldırıya geçtiği, felaketlerin

kapıyı çaldığı zorluk dönemlerinde ve savaşta acılara karşı direnebilme

gücüdür. Ayet-i kerimede ön plana çıkarılan bu iki karakter,

iyi ahlâkın tümünü ifade etmeseler de, ancak bunlar gerçekleşti

mi diğerleri de gerçekleşirler. Antlaşmaya bağlı kalmak

ve zorluklara karşı sabretme karakterlerinden biri durma ile, biri

de hareket ile ilintilidir. Hareketle ilintili olan, ahde bağlı kalma

hareketidir. Onların bu iki karakterlerinin gündeme getirilmesi ile

şu mesaj verilmek isteniyor. Onlar bir söz söyledikleri zaman, hemen

onu yapmaya kalkarlar ve kendilerini bir köşeye çekmezler.

Yüce Allah iyileri tanımlarken kullandığı ikinci ifade şudur: "İşte

bunlar doğru olanlardır." Hiç kuşkusuz bu, bilmeye ve uygulamaya

ilişkin tüm iyi nitelikleri kapsayıcı bir nitelemedir. Çünkü

doğruluk beraberinde iffetlilik, cesaret, hikmet, adalet ve bunların

ayrıntılarını doğuran temel bir karakterdir. Çünkü bir insanın yapabileceği

inanmak, söylemek ve amel etmektir. Doğru karakterli

bir insan olduğu zaman bu üç nitelik birbirleriyle uyuşurlar. Yani

dediğinden başkasını yapmaz, inandığından başkasını da demez.

İnsanoğlu içten gelen bir duyguyla yaratılışı itibariyle gerçeği kabul

etme ve gerçeğe boyun eğme eğilimindedir, bunun aksi bir tavır

içinde olsa da... Gerçeği kabul ettiği zaman ve bu hususta da

doğru bir tutum içinde olduğu zaman, inandığı şeyi söylemeye ve

söylediğini yapmaya başlar. Bu den-klem tanımlandığı zaman, katışıksız

iman, üstün ahlâk ve salih amel gerçekleşmiş olur. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, Allah'tan korkun

ve doğrularla beraber olun." (Tevbe, 119) Tefsirini sunduğumuz ayeti

kerimedeki "İşte bunlar doğru olanlardır" şeklindeki sınırlandırı-

 

Bakara Sûresi / 177 ........................................................ 653

 

cı ifade, sınırlandırmayı pekiştirme, sınırı açık biçimde belirleme

amacına yöneliktir. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir, ama

şu anlamın belirginleşmesi kastedilmiştir: Doğruların kim olduğunu

öğrenmek istiyorsan, işte onlar iyiler (ebrar)dir.

İyilerin üçüncü ayırıcı özellikleri ise, şudur: "Muttakiler de bunlardır."

Buradaki sınırlayıcı ifade de erdemin tamamlandığını vurgulamaya

dönüktür. Çünkü iyilik ve doğruluk gerçekleşmese, takva

da gerçekleşmez.

 

Yüce Allah, bu ayet-i kerimede iyilere ilişkin olarak söz konusu

ettiği karakteristik özellikleri başka ayetlerde de dile getirmiştir:

"İyiler de, karışımı kafûr olan bir kadehten içerler. Bir kaynak ki,

Allah'ın kulları ondan içerler, fışkırtarak akıtırlar. Adaklarını yerine

getirirler ve kötülüğü salgın olan bir günden korkarlar. Ona

olan sevgilerine rağmen, yoksula, yetime ve esire yemek yedirirler.

Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. ...sabrettiklerinden

dolayı onları cennet ve ipekle mükâfatlandırmıştır." (İnsân, 5-12)

Bu ayetlerde onların karakteristik özellikleri Allah'a ve ahiret gününe

inanmak, Allah rızası için malî harcamada bulunmak, sözünde

durmak ve sabretmek şeklinde dile getirilmiştir.

 

Bir başka yerde de şöyle buyuruyor: "Hayır, iyilerin kitabı

İlliyyîn'dedir. İlliyyîn'in ne olduğunu sana öğreten nedir? Yazılmış

bir kitaptır, yaklaştırılmış olanlar onu görürler. İyiler elbette nimet

içindedirler... Onlara mühürlü, halis bir şaraptan içirilir. ...Bir

çeşme ki yaklaştırılanlar ondan içerler." (Mutaffifîn, 18-28) Bu ayetlerle,

bundan önce sunulan ayetler arasında bir karşılaştırma yapıldığı

zaman iyilerin temel özellikleri ve sonuçta uğrayacakları

akıbet belirginleşir. Ayetler iyileri "Allah'ın kulları ve mukarrebler

(yaklaştırılmışlar)" olarak nitelendiriyor.

 

Bir ayette yüce Allah "kulları"nı şöyle tanımlıyor: "Benim kullarıma

karşı sen (Şeytan)in bir gücün yoktur." (Hicr, 42) Yaklaştırılmışları

da şu şekilde tanıtıyor: "Ve o sabıklar, o önde gidenler, işte

o yaklaştırılanlar. Nimet cennetlerindedirler." (Vâkıa, 10-12)

Dünyada onlar herkesten önce Rablerine koşanlardır ve ahirette

de herkesten önce nimet cennetlerine konanlardır. Şayet ayet-i

kerimelerin işaretleri doğrultusunda durumları incelenecek olursa

ilginç şeylere rastlanacaktır.

 

654 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Şimdiye kadar ki açıklamalardan çıkan sonuca göre, iyiler

yüksek bir iman mertebesine sahiptirler. Daha önce değindiğimiz

gibi, bu mertebe, dördüncü iman mertebesidir. Yüce Allah bu mertebeye

erişenleri şu ifadeyle tanımlıyor: "İnananlar ve imanlarını

bir zulümle karıştırmayanlar... İşte güven onlarındır ve doğru yolu

bulanlar da onlardır." (En'âm, 82)

 

"Sıkıntı... zamanlarında sabredenler." Sabır olgusunun önemini

vurgulamaya dönük olarak, övgü amacı ile "es-sabirîn" kelimesi

irab açısından mensup olmuştur. Bazılarına göre, ifade peş peşe

vasıfları sıralamak suretiyle uzayınca, Araplar övgü ya da yergi ifade

eden cümleciklerle vasıflan birbirinden ayırırlar. Bunun için

bazen sözün bir kısmının irabını ref, bir kısmının irabını da nasb

yaparlar.

 

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Resulullah (s.a.a) buyuruyor ki: "Kim bu ayete göre amel ederse,

eksiksiz imana sahip olur." [Tefsir'us-Safi, c.1, s.161]

Ben derim ki: Resulullah efendimizin vurguladığı husus, yaptığımız

açıklamalarda son derece belirgindir. Zeccac ve Ferra'nın

şöyle dedikleri nakledilir: "Bu ayetin içerdiği nitelikler Allah tarafından

korunan (masum) peygamberlere özgüdür. Çünkü bunları

ancak peygamberler noksansız yerine getirebilirler..." Onların bu

yaklaşımları ayetlerin ifade ettiği anlam üzerinde gereği gibi düşünememekten ve manevî makamları birbirine karıştırmaktan

kaynaklanıyor. İnsan suresindeki ayetler Resulullah'ın Ehlibeyt'i

hakkında inmiştir. Bu ayetlerde yüce Allah onları "ebrar=iyiler" olarak

nitelendiriyor ki, onların peygamber olmadıklarını da biliyoruz.

Evet, iyilerin mertebeleri çok yüksektir. Bir ayet-i kerimede

yüce Allah, Allah'ı ayakta, otururken ve yanı üzerinde uzanırken

anan, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünen sağduyu sahiplerinin

durumlarını tasvir ettikten sonra, onların Allah'tan, kendilerini

iyilere/ebrara katmalarını istediklerini dile getiriyor: "İyilerle

beraber canımızı al." (Âl-i İmrân, 193)

 

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Hakim et-Tirmizî, Ebu Amir el-

Eş'arî'den şöyle tahric eder: "Ya Resulullah, birr'in (iyiliğin) tamamı

nedir? dedim. Buyurdu ki: Açıkta yaptığını gizlide de yapmandır."

 

Bakara Sûresi / 177 ...................................................... 655

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Bâkır ve İman Sadık'ın (her

ikisine de selâm olsun): "Yakınlardan maksat, Hz. Peygamber'in

akrabalarıdır." buyurdukları rivayet edilir.

 

Ben derim ki: Bu rivayetin içeriği akrabalara ilişkin ayeti göz

önünde bulundurarak mısdak belirlemek niteliğindedir.

 

el-Kâfi adlı eserde belirtildiğine göre İmam Sadık (a.s) şöyle

buyurmuştur: "Fakir, insanlardan dilenmeyen yoksuldur. Miskin,

fakirden daha fazla geçimini sağlama çabası içinde olan kimsedir.

el-Bais ise, durumu her ikisinden de daha kötü olan kimsedir." [c.3,

s.501, h: 16]

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, İmam Bâkır'ın (a.s) "İbn-i sebil,

yolda kalmış kimsedir." buyurduğu rivayet edilir.

 

et-Tehzîb adlı eserde belirtildiğine göre, efendisiyle mal karşılığı

azatlık sözleşmesi imzaladığı hâlde, taahhüt ettiği malın bir

kısmını ödeyip de gerisini ödeyemeyen kölenin durumu İmam Sadık'tan

(a.s) sorulmuş o da şöyle buyurmuştur: "Söz konusu kölenin

açığı zekât gelirlerinden kapatılır. Çünkü yüce Allah, 've

kölelere' buyuruyor." [c.8, h: 102]

 

Tefsir'ul-Kummî'de, İmam Sadık'ın (a.s) "sıkıntı ve hastalık

zamanlarında sabredenler" ifadesiyle ilgili olarak "Açlıkta, susuzlukta

ve korkulu durumlarda sabredenler" dediği, ayrıca "hîn'elba's"

ifadesi için de "savaşın kızıştığı anlarda" buyurduğu belirtilir.

[c.1, s.64]

 

 

656 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 178-179 .....................................................

 

178- Ey inananlar, öldürülenlerde kısas size farz kılındı. Hüre

hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kimin lehine kardeşi tarafından

bir şey bağışlanırsa, o zaman (maktulün velisinin) uygun olanı

yapması, (katilin de) güzelce ona (diyeti) ödemesi gerekir. Bu,

Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan (affettikten) sonra saldırganlıkta bulunursa (katili öldürürse), onun için

acı bir azap vardır.

 

179- Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, umulur ki

(öldürmekten) sakınırsınız.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Ey inananlar, öldürülenler de kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye

köle, kadına kadın." Bu hitabın özellikle müminlere yönelik olması,

bu hükmün Müslümanlara özgü olduğuna ilişkin bir işarettir.

Müslümanların dışındaki zimmet ehli ve benzeri azınlık gruplarına

gelince, ayet-i kerime onlardan söz etmemektedir.

 

Ele aldığımız bu ayet-i kerime, Mâide Suresindeki, "Cana

can..." (Mâide, 45) ayetine bir açıklama konumundadır. Yani ayetler

birbirlerinin açıklayıcılarıdırlar. Dolayısıyla, "Bu ayet ötekinin hükmünü

yürürlükten kaldırmıştır. Çünkü köleye karşılık özgür insan

ve kadına karşılık erkek öldürülmez" demenin bir anlamı yoktur.

Toparlayacak olursak, "kısas" kelimesi, kâsse/yukâssu" fiilinin

mastarıdır. Yani, bir şeyin ardından gidip sonuçlarını takip et-

 

Bakara Sûresi / 178-179 ............................................... 657

 

mek demektir. "Kassas" da bu kökten türemiştir ve eski eserleri

ve hikayeleri anlatan demektir. Böyle biri, geçmiş toplulukların

yollarını izlemiş gibi değerlendirilir. Kısas'ın da bu ismi almış olması,

cinayeti işleyeni izleyip onun başkasına yaptığını ona yapmak

anlamından ileri geliyor.

 

"Ama kimin lehine kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa." Cümledeki

ism-i mevsul ile katil kastedilmiştir. Dolayısıyla katili kapsamına

alacak bağışlama ancak kısas ile ilgili olabilir. İfadenin orijinalinde

geçen "şey"den hak kastedilmiştir. Bunun belirsiz kılınmış

olması (nekre isim olarak getirilmesi) hükmü genelleştirme amacına

yöneliktir. Yani "hangi hak olursa olsun, ister tamamı, ister

bir kısmı olsun. Söz gelimi, maktulun velileri birden çok olunca ve

bunların bir kısmı da haklarından vazgeçince, bu durumda katile

kısas uygulanmaz, bunun yerine katilin diyet ödeme zorunluluğu

doğar. Maktulun velisinin "kardeş" olarak nitelendirilmesi, sevgi

ve şefkat duygularını uyandırma ve bağışlamanın daha iyi olacağı

mesajını verme amacına yöneliktir.

 

"O zaman, uygun olanı yapması, (katilin de) güzelce ona ödemesi

gerekir." Bu cümle müptedadır ve haberi de hazfedilmiştir. Yani,

maktulun kardeşi uygun bir tavır içinde, katili izleyip ondan diyetini

talep etmeli, katil de maktulun kardeşinin diyetini uygun koşullar

içinde sürüncemede bırakmadan ödemelidir.

 

"Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve rahmettir." Yani, kısas

yerine diyet hükmünün getirilmesi Rabbiniz tarafından bir hafifletmedir

ve bir kere diyete karar verildi mi artık bundan dönülmez.

Yani maktulün velisi affettikten sonra, kısas uygulamaya

kalkışamaz. Bu tür bir tavır saldırganlık olarak değerlendirilir. Kim

saldırganlık edip affettikten sonra kısas uygularsa, onun için can

yakıcı bir azap vardır.

 

"Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, umulur ki sakınırsınız." Bu ifade kısas hükmünün yasalaştırılmasının gerisindeki

hikmete yönelik bir işarettir. Ayrıca bu ifadeyle, diyet hükmünün

getirilmesi, bağışlama olgusundaki maslahat ve meziyetin açıklanması,

şefkat ve merhametin yaygınlaştırılmasının istenmesi ile

bağışlama insanlığın yararına daha uygundur, şeklindeki bir kuruntunun

bertaraf edilmesi de hedeflenmiştir. Demek isteniyor ki:

Gerçi bağışlama bir ceza indirimi ve bir rahmet belirtisidir; ama,

 

658 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

genel maslahat kısas ile mümkündür. Çünkü hayatın garantisi kısastır.

Bağışlama, diyet ya da bunların dışındaki hiçbir uygulama

değildir. İnsan eğer sağduyu sahibiyse kısasla hükmeder. "Umulur

ki sakınırsınız." yani öldürmekten. Bu ifade, bir bakıma kısas

hükmünün yasalaştırılmasının gerisindeki illeti açıklamaktadır.

Bazılarına göre, "Kısasta sizin için hayat vardır..." cümlesi, özet

oluşuna, önemli bir meseleyi kısa ifadelerle anlatışına, harflerinin

azlığına, sözel yapısının akıcılığına ve cümle kuruluşunun rahat

ve basit oluşuna rağmen Kur'ân-ı Kerim'de anlamı en doyurucu

biçimde vurgulayan, ifade biçiminin doruklarında olan bir ayettir.

Bu ifadede kanıtsallık gücünü, anlam güzelliğini ve letafetini,

ifade inceliğini ve kanıtlanan olgunun belirginliğini bir arada görmek

mümkündür.

 

Bu ayet inmeden önce, Arap yarımadasında nam salmış söz

ustaları, adam öldürmeye ve kısasa ilişkin olarak birtakım vecizeler

söylemişlerdi. Bu vecizelerin ifade yetkinliği, büyüleyici vurgusu,

üslup ve cümle kuruluşu dinleyicileri adeta büyülerdi, herkesi

hayran bırakırdı. Örneğin, "Katl'ul-ba'z, ihyaun li'l-cemî=bazılarını

öldürmek, bütünü diriltmektir. "Eksir'ul-katl li-yakile'l-katl=çok öldürün ki, öldürme azalsın." Hemen hemen herkes tarafından hayranlıkla karşılanan bir vecize de şuydu: "el-Katlu enfa li'lkatl=

öldürme öldürmeyi ortadan kaldırır." Ne var ki bu ayet-i kerime,

sözünü ettiğimiz vecizelerin tümünü unutturdu, ortadan kaldırdı:

"Sizin için kısasta hayat vardır." Çünkü bu ayet-i kerime

hem daha az harften oluşuyor, hem de daha kolay telaffuz edilebiliyor.

Bunun yanı sıra "kısas" harf-i tarifle belirlenmiş, "hayat" kelimesi

ise başına harf-i tarif getirilmemek suretiyle belirsiz bırakılmıştır.

Bununla, sonucun kısastan daha geniş ve daha büyük

olduğu vurgulanmak istenmiştir. Cümle aynı zamanda sonuca ilişkin

açıklamayı içerdiği gibi, bununla elde edilecek gerçek maslahatı

da içeriyor. O da hayattır. Bu, amacın geri plânında gizli bulunan

anlamın hangi gerçeğe dönük olduğunu da gösterir. Çünkü

hayata yol açan olgu kısastır, öldürme değil. Çünkü kimi öldürmeler

hayat yerine, düşmanlığa yol açarlar.

 

Ayrıca cümle de hayata götüren başka unsurlar da vardır. Bunlar

öldürmenin dışında uygulanan kısasın kısımlarıdırlar. Bunun

 

Bakara Sûresi / 178-179 .................................................. 659

 

yanı sıra cümlede fazladan ifade edilen bir anlam daha vardır. Kısas

kelimesinin ifade ettiği anlamın zorunlu kıldığı ikinci bir anlamı

kastediyoruz O da kısasın cinayetin gerekçeleşmesini takip

etmesidir (yani cinayetten önce kısas yapılmaz.) Ki, "öldürme öldürmeyi

ortadan kaldırır" vecizesinden bu anlamı elde etmek

mümkün değildir.

 

Bunun yanında ayet-i kerime, teşvik ve yönlendirme işlevini de

görüyor. Çünkü ayette insanlar için öngörülen, ama farkında olmadıkları

ve aynı zamanda sahip oldukları hayata işaret ediliyor.

Şu hâlde bu hayatı almaları gerekir. Söz gelimi birine, "Falan yerde

ya da falan kimsenin yanında sana ait bir mal, bir servet vardır."

denilmesi gibi.

 

Ayrıca, bu cümle, bir bakıma gösteriyor ki, söyleyen kişi muhataplarının

çıkarını korumaktan, maslahatlarını gözetmekten

başka bir amaç gütmüyor, yani kendisine dönecek bir sonuç gündemde

değildir. "Sizin için" ifadesi de bunu gösterir.

Bunlar, tefsirini sunduğumuz ayet-i kerimenin içerdiği, ifade

ettiği mesajlardır. Bazıları birtakım diğer yönler de zikretmişlerdir

ki müracaat eden elde edebilir. Ama insanın kendisi ne kadar bu

ayet-i kerime üzerinde düşünürse, anlamı daha bir belirginlik kazanacak,

güzelliği ve aydınlığı seni her gün biraz daha büyüleyecektir.

Evet Allah'ın sözü tüm sözlerden daha yücedir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de belirtildiğine göre, İmam Sadık (a.s) "Hüre

hür." ifadesiyle ilgili olarak şöyle demiştir: "Özgür kimse köleye

karşılık olarak öldürülmez; fakat ona ağır bir dayak cezası verilir.

Kölenin diyeti de ödenir. Eğer bir erkek bir kadını öldürürse ve öldürülenin

velileri de adamı öldürmek isteseler, diyetinin yarısını

adamın velilerine vermeleri gerekir. [c.1, s.75, h: 158]

el-Kâfi'de Halebî şöyle der: "Yüce Allah'ın, 'Kim bunu sadaka

olarak bağışlarsa, o kendisi için keffaret olur.' (Mâide, 45) ayetinin

anlamını, İmam Sadık'tan (a.s) sordum. Buyurdu ki: 'Bağışladığı

ceza kadar, kendi günahı da bağışlanır.'" Sonra, Ama kimin kardeşi

tarafından bir şey bağışlanırsa, o zaman uygun olanı yapması,

güzelce ona ödemesi gerekir.' ayetinin ifade ettiği anlamı

 

660 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

sordum, buyurdu ki: 'Bir diyetin ödenmesine karşılık olarak kendisi

ile sulh yapmışsa, yükümlülük altında olan kişi kardeşine zorluk

çıkarmamalıdır. Ve anlaşma sağlandıktan sonra, diyeti ödemesi

gereken kişi de ödemeyi sürüncemede bırakmamalıdır.' Sonra,

'Kim bundan sonra saldırganlıkta bulunursa, artık onun için acı

bir azap vardır.' ifadesi hakkında sordum, buyurdu ki: Burada kastedilen,

diyet kabul eden ya da katili bağışlayan yahut barışan,

buna rağmen, intikam için adam öldüren kişidir. Nitekim yüce Allah

da buna işaret ediyor." [c.7, s.88, h: 2]

Ben derim ki: Bu anlamları içeren rivayetlerin sayısı oldukça

fazladır.

 

KISASLA İLGİLİ BİR İLMÎ İNCELEME

 

Kısas ayetinin indiği sıralarda ve öncesinde Araplar, adam öldürmeye

karşılık kısasın uygulanması gerektiğine inanırlardı. Ne

var ki bunun nasıl uygulanacağına ilişkin kesin bir modelleri yoktu.

Bu durum daha çok soruna taraf olan kabilelerin güçlülük veya

zayıflıklarına bağlı bir gelişme gösterirdi. Bazen öldürülen bir erkeğe

karşılık bir erkek, bir kadına karşılık bir kadın öldürülerek

öldürmede eşitlik ilkesi gözetilirdi. Bazen bir adama karşılık on

adam, köleye karşılık hür adam, tâbiye karşılık başkan öldürülürdü.

Zaman olurdu bir kabile öldürülen bir adamlarına karşılık bir

kabileyi topluca kılıçtan geçirirdi.

 

Tevrat'ın "çıkış" kitabının yirmi birinci ve yirmi ikinci bölümlerinde

ve "sayı" kitabının beşinci ve otuzuncu bölümlerinde de yazıldığı

gibi Yahudiler de kısas ilkesine inanırlardı. Kur'ân-ı Kerim,

bu hususa ilişkin olarak Yahudilere getirilen yükümlülüğü şu ifadelerle

aktarır: "Onda onlara: Cana can, göze göz, buruna burun,

kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas yazdık." (Mâide,

45) Elimize ulaşan bilgilere göre, Hıristiyanlar adam öldürme suçuna

karşılık olarak bağışlama ve diyetten başka bir tutum

benimsemezlerdi. Konum ve uygarlık düzeylerinin farklılığına karşın

hemen her ulus ve topluluk bir şekilde kısas ilkesini benimserdi.

Fakat son çağlara kadar bile bu ilke tam bir sistem şeklini

almış değildir.

 

Bakara Sûresi / 178-179 .................................................... 661

 

İslâm bu hususta bütünüyle ortadan kaldırmak (ilga) ile kesinlikle

uygulama (ispat) arasında orta yolu benimsemiştir. Yani kısasın

gerekliliğini vurgulamış; ama uygulanışını vazgeçilmez olarak

sunmamıştır. Aksine, bağışlamaya ve diyete de açık kapı bırakmıştır.

Bunun yanı sıra kısas ilkesini denklik esasına dayandırmıştır.

Öldürenle öldürülen arasında denklik esastır. Hüre hür,

köleye köle ve kadına kadın.

 

Genelde kısas ilkesine özelde de adam öldürme suçunun cezası

olarak kısas ilkesinin uygulanmasına karşı çıkılmıştır, ileri ulusların

koydukları uygar yasalar bu ilkeyi içermiyor ve günümüzde

uygulanmasını kabul görmüyor diye.

 

Diyorlar ki: Adam öldüreni öldürmek insanın tiksindiği, doğasının

benimsemediği bir uygulamadır. Böyle bir durumla karşı

karşıya kaldığı zaman insan vicdanı, insanlığa yönelik acıma duygusundan

ve hizmet isteğinden dolayı buna engel olmak ister.

Yine diyorlar ki: Birinci öldürme bir ferdin kaybı demekse, ikinci

öldürme de kayıp üstüne kayıptır. Ve diyorlar ki: Kısas ilkesine

dayanarak adam öldürmek katı yürekliliktir, intikam alma arzusunun

ifadesidir. Bu ise, genel eğitim plânı çerçevesinde insandan

uzaklaştırılması gereken bir eğilimdir. Adam öldürme suçunu

cezalandırırken de işin eğitsel yönünü göz önünde bulundurup

terbiyenin zorluğuyla cezalandırmak lazımdır. Bu da, öldürmenin

dışında hapis ve benzeri ağır cezalarla gerçekleştirilebilir.

Bu görüşün mensupları düşüncelerini şu şekilde savunurlar:

Bir suçlu, ancak akıl hastası olduğu zaman suçlu olabilir. Dolayısıyla

suç işleyen katilin akıl hastanesine konulup tedavi edilmesi

gerekir.

 

Bir itirazları da şudur: Uygar yasalar mevcut olan topluma

uygulanır. Toplum hep aynı durumda kalmadığı için kanunlar da

hep aynı durumda kalmazlar. Bu yüzden kısas ilkesini,

günümüzün ileri toplumları başta olmak üzere tüm toplumlar için

öngörülmüş ebedi bir uygulama olarak sunmak yersizdir. Bir toplum

elinden geldiğince bireylerinin varlığından yararlanmalıdır.

Suçluyu öldürmenin dışında verim ve sonuç açısından işlenen

suça denk bir cezayla cezalandırması mümkündür, müebbet

hapis ve yıllarca hapiste kalmak gibi. Bu uygulamada iki hak

 

662 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

piste kalmak gibi. Bu uygulamada iki hak birden gözetilmiş olur,

toplumun hakkı ve öldürülenin akrabalarının hakkı.

Adam öldürmenin cezalandırılmasında kısas ilkesini öngören

yasamayı inkâr edenlerin asıl düşünsel dayanakları bunlardır.

Kur'ân-ı Kerim bütün bunlara bir cümleyle cevap vermiştir:

"Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık

olmaksızın bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.

Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur." (Mâide,

32)

 

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bireyler arasında yürürlükte olan

yasalar, itibarî ve farazî olmakla beraber, bunların konuluşunda

toplumsal çıkar gözetilir. Şu kadarı var ki, bu hususta temelden

etkin rol oynayan illet insanın dışsal karakteridir ki, insanın eksikliklerinin

giderilmesini ve organik ihtiyaçlarının karşılanmasını öngörür.

Bu dış realite, insana arız olan sayı ve toplumsal tek biçim

değildir. Çünkü toplumsal biçim bizzat kendisi de insanın organik

varlığının bir eseridir. Bu dış realite, insanın kendisi ve karakteridir.

Tümünün insan olması ve varlık olarak bireyin toplum, toplumun

da birey gibi olması noktasında bir insan ile bir araya gelmiş

binlerce insan arasında bir fark yoktur.

 

Bu varoluşsal karakter, yapısal olarak birtakım güçler ve araçlarla

donatılmıştır. Bunlar aracılığı ile yokluğu kendisinden uzaklaştırır.

Çünkü yaratılış olarak var olma sevgisine ve hayatını tehlikeye

sokan her türlü olumsuzluğu bertaraf etme eğilimine sahiptir.

Bunun için mümkün olan her yöntemi, ulaşabildiği en uç noktaya

kadar kullanır. Öldürmeye ve idam etmeye kadar vardırır işi.

Bu yüzden hiçbir insan göremezsin ki, yaratılış olarak kendisini öldürmek

isteyeni öldürmek istemesin ve amacına ulaşmadan ondan

vazgeçsin. Sözü edilen kalkınmış ve ileri uluslar, bağımsızlıklarını,

özgürlüklerini ve ulusal varlıklarını savunmak için savaşmaktan

kaçınmazlar. Nerede kaldı kendilerini öldürmek isteyenleri?!

Kanunları çiğneyenlere karşı da sonuna kadar mücadele ederler.

Bunun için adam öldürmekten de çekinmezler. Çıkarlarını korumak

için, eğer başka yöntemler çözüm getiremiyorsa, savaşı bir

yöntem olarak kabul ederler. Ki bu savaş dünya için bir yıkım, çevre

ve nesil için yokoluştan başka bir şey değildir. Birtakım uluslar

 

Bakara Sûresi / 178-179 ................................................ 663

 

alabildiğine silahlanıyor, elindeki silahları geliştirme savaşımını

veriyor, başka uluslar da dengeyi sağlamak için silahlanıyor ve her

gün biraz daha ileri silah teknolojisinden yararlanma gereğini duyuyor.

Bütün bunları ancak toplumun durumunu gözetmek ve toplumsal

hayatı korumakla izah edebiliriz. Toplum ise, doğanın öngördüğü,

insanın öz yaratılışının gerektirdiği bir oluşumdur.

 

Doğa ve öz yaratılış ayrıntı niteliğindeki ürünün korunması için

onun özünün öldürülmesine, yok edilmesine ve ortadan kaldırılmasına

izin verir mi? Bakınız uygar toplumlar kendi hayatlarını

korumak gerekçesiyle buna izin vermiyorlar, bu nasıl uygarlıktır ki,

öldürmeye kastedip de öldürmeyenin öldürülmesini uygun görüyor

da, öldürmeye kastedip ve bizzat fiili gerçekleştirenin öldürülmesine

izin vermiyor? Bu nasıl doğadır ve bu nasıl karakterdir ki, tarihsel

realitenin aksi bir durumu öngörür? "Kim zerre ağırlığınca

hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa

onu görür. Her amelin bir aksülameli vardır. Etki tepki yaratır." esasına

dayalı yasalara göre hareket eden tabiat, adam öldürmenin

karşılığı olarak adam öldürmeyi zulüm olarak nitelendirip

kendi kendisiyle çelişir mi?

 

Kaldı ki, İslâm, tevhit dinine bağlı olmadığı sürece insana bir

değer ve evrensel terazide bir ağırlık tanımaz. İslâm'a göre bütün

insanlık âlemi ile tevhit dinine mensup bir tek insan aynı ağırlığa

sahiptirler. Dolayısıyla her ikisine ilişkin hüküm de bir olmalıdır.

Dolayısıyla bir mümini öldüren kimse, evrensel gerçeğin onurunu

küçük düşürdüğü, lekelediği için bütün insanları öldürmüş gibidir.

Bir cana kıyan kimsenin varoluşun tabiatına göre tüm canlara

kıymış olması gibi. Fakat, uygar denilen uluslar dini önemsemezler.

Şayet, onların ölçülerinde din de -üstün olması bir yana- medeni

toplumla aynı ölçü ve değere sahip olsaydı, toplum için verdikleri

hükmü din için de verirlerdi.

 

Ayrıca İslâm bütün dünya için geçerli olmak üzere yasalar koyar,

özel bir ulus ve belli bir ümmet için değil. Kalkınmış olarak nitelendirilen

toplumlar ise, bireylerin teker teker eğitilmeleri sonucuna

ve hükümetlerinin uygulamasının iyi olduğuna kesin olarak

kani olduktan sonra; cinayetler ve facialara ilişkin istatistikler

 

664 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

mevcut eğitimin etkin olduğunu, yapılan eğitimin sonucu olarak

toplumun öldürme ve şiddetten nefret ettiğini, ancak bazı istisnai

durumlarda ittifak edebildiklerini, dolayısıyla öldürme dışındaki

cezalara razı olduğunu ortaya koyduktan sonra herhangi bir hüküm

koyarlar. Ne var ki, İslâm bu eğitimi ve bunun sonucu olan

bağışlama duygusunu dışlamaz. Fakat bundan önce kısas ilkesini

bir esas olarak yasamanın temeline oturtur.

 

Yüce Allah'ın kısas ayetindeki şu sözü buna yönelik bir işarettir:

"Ama kimin lehine kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa, o

zaman uygun olanı yapması ve güzelce ödemesi gerekir." Bu ayetin

ifadesi, eğitme amacına yöneliktir. Bir kavim, ulusal övüncün

affetmekte olduğuna inandıklarında hiçbir zaman intikam almaya

yönelmez.

 

Diğer toplumlarda ise, durum bunun tersinedir. Bunun kanıtı

da canilerin, bozguncuların ve suçluların durumudur ki, bunları ne

ağır hapis, ne de meşakkatli bir çalışma yıldırır. Hiçbir vaaz ve

hiçbir öğüt bunlar üzerinde etkili olamaz. İnsan hakları gibi bir

dertleri ya da değerleri yoktur. Hapishanelerdeki hayat onlar için

dışarıdaki aşağılık, meşakkatli ve çileli hayattan daha üstün, daha

sempatik ve daha konforludur. Bu yüzden hiçbir kınama, hiçbir

yergi onları ürkütmez, hapis ve dayak onları korkutmaz.

Yine istatistiklerden öğrendiğimiz kadarıyla suç oranları günbegün

artmaktadır. Şu hâlde her iki toplumu -özellikle ikincisini-

kapsayacak genel hüküm kısas olmalı ve bağışlamaya da cevaz

verilmelidir; şayet toplum ileri bir düzeye gelmişse ve bağışlamaya

ilişkin eğitim plânı başarıya ulaşmışsa. (İslâm, eğitim için azami

çabayı sarf etmekten kaçınmaz.) Ama toplum bir çöküşe doğru

gidiyorsa ya da Rabbi-nin nimetlerini inkâr etmesi söz konusuysa

ve doğru yoldan sapmışsa, bu durumda kısas ilkesini uygulamak

gerekir ve bağışlamaya da cevaz verilmelidir.

 

İnsancıl acıma duygusu ve merhamete ilişkin sözlere gelince;

her acıma övgüye değer olmadığı gibi, her merhamet de iyi değildir.

Bir caniye, bir gaddara, taş kafalıya, inatçıya, cana ve ırza kasteden

birine merhamet etmek salih fertlere ağır bir darbedir. Her

yerde bu duyguyu ön plana çıkarmak, evrensel düzenin bozulma-

 

Bakara Sûresi / 178-179 ........................................... 665

 

sına, insanlığın yokluğa doğru yuvarlanmasına ve üstün niteliklerin

geçersiz olmasına yol açar.

 

Bu yaklaşımımız, "kısas ilkesi katı kalpliliğin ve intikam alma

duygusunun ifadesidir." şeklindeki yaklaşım için de geçerlidir.

Çünkü zulme uğrayanın kendisine zulmeden birinden intikam alması

adalet ve hakkın gerçekleşmesi demektir. Yani kınanması

gereken çirkin bir davranış değildir. Adalet sevgisi de kötü bir nitelik

sayılmaz. Kaldı ki, adam öldürmeye karşılık olarak kısas ilkesini

uygulamak, sırf intikam alma duygusuna dayanmaz. Tersine

bu uygulamada toplumsal eğitim ve fesat kapısının kapatılması

esastır.

 

"Adam öldürmek bir akıl hastalığıdır. Bunun hastanede tedavi

edilmesi gerekir." şeklindeki ifade bir mazerettir, bir bahanedir.

(Ne güzel bir mazeret) ki, toplum içinde adam öldürmenin, utanmazlığın

ve cinayetlerin yaygınlaşmasına yol açar. Adam öldürmeyi

ve fesat çıkarmayı seven birisi, bu karakterin aklî bir hastalık

ve geçerli bir özür sayıldığını ve hükümetlerin bu suçları işleyenleri

özenle ve şefkatle tedavi etmelerinin gerekliliğini ve hükümetlerin

de böyle bir inanca sahip olduğunu bilen birisi nasıl olurda her gün

cinayet işlemez?

 

"Zor işlerde kullanmak, bununla beraber hapislerde tutarak

topluma karışmalarına engel olmak suretiyle suçluların varlığından

yararlanmak gerekir." şeklindeki iddia, eğer bir gerçeğe dayanıyorsa,

şu hâlde neden yasalara karşı işlenen suçlara idam cezası

vermek suretiyle çelişkiye düşüyorlar. -Çünkü hemen hemen

dünyanın tüm ülkelerinde sisteme karşı işlenen suçlar ölümle cezalandırılır.-

Bunun tek nedeni sisteme karşı işlenen suçları ölümle

cezalandıracak kadar önemsemeleridir. Oysa, daha önce fert ve

toplumun doğa açısından eşit öneme sahip olduklarını vurgulamıştık.

 

 

 

666 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 180-182 .....................................................

 

180- Birinize ölüm geldiği zaman, eğer geride bir hayır (mal)

bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara, uygun biçimde vasiyet

etmek yazıldı. Bu, muttakiler üzerinde bir haktır.

 

181- Kim işittikten sonra onu değiştirirse günahı, ancak onu

değiştirenlerin boynunadır. Hiç şüphesiz Allah işiten ve bilendir.

 

182- Kim de vasiyet edenin bir hata veya günah işlemesinden

korkarda tarafların aralarını düzeltirse, ona günah yoktur. Gerçekten

Allah bağışlayan ve esirgeyendir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer geride bir hayır bırakacaksa...

vasiyet etmek size yazıldı." Bu ayet-i kerime zorunluluk ifade ediyor.

Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de "yazıldı" ifadesi kesinlik ve gereklilik bildiren

hususlarla ilgili olarak kullanılır. Ayetin sonundaki "bir hak"

ifadesi de bunu pekiştirmektedir. Çünkü "hak" da tıpkı "yazıldı"

kelimesi gibi gereklilik öngörür. Ne var ki, "hak" deyiminin "muttakiler"

le sınırlandırılmış olması, ifadenin farzlığa ve zorunluluğa

yönelik kanıtsallığını bir miktar yumuşatıyor. Çünkü genel bir

farziyet için en uygunu "müminlere bir haktır" denilmiş olmasıydı.

Her ne ise, bazıları bu ayetin verasete ilişkin ayet ile neshedildiğini

söylemişlerdir. Eğer dedikleri gibiyse, ifadenin içerdiği farz hüküm

yürürlükten kaldırılmış, ama sevdirme amaçlı mendupluk devam

 

Bakara Sûresi / 180-182 ..................................................... 667

 

ediyor demektir. Belki de ifadenin sonundaki "hak" deyiminin

"muttakiler"le sınırlandırılması bu amaca yöneliktir.

İfadede geçen "hayır"dan maksat maldır. Bununla iş yapılabilen

miktardaki bir mal kastedilmiş olsa gerektir. Herhangi bir iş

yapmaya yaramayan bir miktar kastedilmemiştir. İfadenin orijinalinde

geçen [ve "uygun biçimde" olarak anlamlandırdığımız]

"maruf' deyimi ile, iyilik ve ihsan nitelikli işlerde genel geçer uygulama

kastedilmiştir.

 

"Kim işittikten sonra onu değiştirirse günahı, ancak onu değiştirenlerin

boynunadır." "Günahı" kelimesindeki zamir, değiştirme fiiline

dönüktür. Öteki zamirler ise, "uygun bir vasiyet"e dönüktürler. [Eğer

"vasiyet" kelimesine dönük olan zamirlerin müzekker olması

söz konusu edilir ve zamirlerin müennes olması gerektiği söylenirse

cevapta deriz ki:] Bu kelime iki iki çeşit zamiri kabul edebilecek

bir mastardır. İfadede "onu değiştirenlerin "denilmiş olup da "onların"

denilmemiş olması, günahın sebebini gösterme amacına

yöneliktir. Bu da "uygun vasiyeti değiştirme"dir. Ancak bu şekilde

ikinci ayetin bununla bağlantılı olarak değerlendirilmesi mümkün

olabilir.

 

"Kim de vasiyet edenin bir hata veya günah işlemesinden korkar da

tarafların aralarını düzeltirse, ona günah yoktur." Ayetin orijinalinde

geçen "cenef" kelimesinin anlamı "eğilim ve sapma"dır. Bazıları,

"Bu kelime yani "cenef" iki ayağın dışa yönelik eğilimini ifade eder.

Nitekim "henef" de ayakların içe doğru eğilimlerini ifade eder"

demişlerdir. Her hâlükârda, bu ifadede kastedilen amaç, günaha

eğilim göstermedir. Çünkü ifade "günah" kelimesi ile bağlantılı

olarak kullanılmıştır.

 

Bu ayet, önceki ayetin ifade ettiği anlamın ayrıntılı bir açıklaması

niteliğindedir. Bunu göz önünde bulundurarak -Doğrusunu

Allah herkesten daha iyi bilir- ayetleri birlikte şu şekilde anlamlandırabiliriz:

 

Değiştirmenin günahı, uygun vasiyeti değiştirenlerin

boynunadır. Buna şu tarz bir ayrıntılı açıklama getiriliyor. "Kim de,

vasiyet edenin vasiyetinin günah olmasından ya da günaha eğilimli

olmasından korkarsa ve bu vasiyeti içinde günah olmayan ve

günaha eğilimi bulunmayan bir duruma sokmak suretiyle tarafların

arasını bulursa, ona bir günah yoktur. Çünkü uygun vasiyeti

 

668 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

değiştirmiş olmaz. Tersine vasiyetin içerdiği günah ve sapma unsurlarını

ayıklamış olur.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi, et-Tehzib ve Tefsir'ul-Ayyâşî adlı eserlerde1 (ifade son

esere aittir) Muhammed b. Müslim'in şöyle dediği rivayet edilir:

"İmam Sadık'a (a.s) dedim ki: 'Vâris olana vasiyet etmek caiz midir?'

'Evet.' buyurdu, sonra 'Eğer bir hayır bırakacaksa, anaya, babaya,

yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek yazıldı.' ayetini

okudu."

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Sadık (a.s) babasından, o da Hz. Ali'-

den (a.s) şöyle rivayet eder: "Kim ölüm döşeğindeyken varis olmayan

akrabaları hakkında vasiyette bulunmazsa, amelini günahla

sonuçlandırmış olur." [c.1, s.76, h: 166]

 

Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Sadık'ın (a.s) bu ayetle ilgili olarak

şöyle buyurduğu rivayet edilir: "İmamlık sıfatına sahip olanlar

için yüce Allah insanların malları içinde bir hak belirlemiştir." Ravi

diyor ki: "Bunun bir sınırı var mı?" dedim. "Evet" buyurdu. "Peki ne

kadardır?" dedim, "En azı altıda bir, en çoğu üçte birdir." dedi. [c.1,

s.76, h: 163]

 

Ben derim ki: Aynı anlamı içeren bir açıklamayı da Şeyh

Saduk el-Fakih adlı eserinde İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.2

Aslında bu yorum, ayeti yüce Allah'ın Ahzab suresindeki sözüne

bağlantılı olarak ele almanın güzel bir örneğidir. Ulu Allah şöyle

buyuruyor: "Peygamber, müminlere canlarından ileridir. Onun eşleri

de onların anneleridir. Rahim sahipleri de Allah'ın kitabında

birbirlerine öteki müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar.

Ancak velilerinize bir iyilik yapmanız hâriç. Bunlar kitapta yazılmıştır."

(Ahzâb, 6)

 

Bu ayet-i kerime, İslâm'ın ilk dönemlerinde muhacirlerle Ensar

arasında gerçekleştirilen kardeşlik akdinin öngördüğü veraset uygulamasına

ilişkin hükmü yürürlükten kaldırıyor. Kardeşlik akdi

gereği varis olmayı geçersiz kılarak, bunun yerine akrabalık yoluy-

------

 

1- [el-Kâfi, c.7, s.10, h: 5; et-Tehzib, c.9, h: 793; Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.76, h: 164]

2- [Men La Yahzuruh'ul-Fakih, c.4, s.44]

 

Bakara Sûresi / 180-182 ................................................... 669

 

la varis olma zorunluluğunu getiriyor. Daha sonra velilere yapılacak

iyiliği bu genel kuralın kapsamının dışında tutuyor. Bilindiği

gibi ayet-i kerime Hz. Peygamberi ve onun pak soyunu müminlerin

velisi saymıştır. İşte kapsam dışı bırakılan bu iyilik, "eğer bir hayır

bırakacaksa..." ayetinin konusunu oluşturuyor ki burada işaret edilen

kimseler de akrabalardır. Bu açıklama sonucu aradaki münasebeti

anlamış olmalısın.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Bâkır veya İmam Sadık'ın (her ikisine

de selâm olsun) "Birinize ölüm geldiği zaman..." ayetinin içerdiği

hüküm "feraiz" ayetinin içerdiği hüküm tarafından yürürlükten

kaldırılmıştır." buyurduğu (a.s) rivayet edilir. [c.1, s.77, h: 167]

Ben derim ki: Bundan önceki rivayetler ve bu rivayet birlikte

değerlendirildiğinde; ayet-i kerimenin yürürlükten kaldırılan yönünün

vaciplik olduğu, müstehaplık yönünün ise devam ettiği sonucu

çıkacaktır.

 

Mecma'ul Beyan tefsirinde İmam Bâkır'ın (a.s) "Kim de vasiyet

edenin bir hata veya günah işlemesinden korkarsa." ifadesi

ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "İfade de geçen "cenef'

kişinin caiz olduğunu bilmediği bir yönden hataya düşmesi demektir."

Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu belirtilir:

"Adam vasiyetini yaptıktan sonra vasiyeti alanın vasiyeti değiştirmesi

caiz olmaz. Aksine dinlediği vasiyeti olduğu gibi koruması

gerekir. Ancak, yüce Allah'ın emrettiğinin dışında bir hususu

vasiyet edip vasiyetinde günaha düşmesi ve zulme neden olması

başka. Böyle bir durumda kendisine vasiyet edilen kişinin bu vasiyeti

hakka göre düzeltmesi caiz olur."

"Söz gelimi, bir adamın birden fazla varisi varsa, tutup tüm

malını bazılarına vasiyet etse ve diğerlerini bundan yoksun bıraksa,

vasiyeti alan kişinin bunu hakka göre düzenlemesi caiz olur.

Ayet-i kerimedeki 'hata ve günah' ifadesiyle kastedilen de budur.

Şu hâlde 'cenef' vasiyet edenin varislerinden bazılarına eğilim

gösterip diğer bazısını dışlaması demektir. Günah ise, adamın vasiyet

ettiği kimseye ateşkedeler kurmasını ve içki yapmasını emretmesidir.

Vasiyeti alan kimsenin bunlara uymaması caizdir."

 

670 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ben derim ki: Bu rivayette, "cenef" kavramına verilen anlam

"tarafların arasını bulması" ifadesine de açıklık getirmektedir. Şu

hâlde kastedilen, vasiyet edenin bir kısım varise eğilim göstermesi

yüzünden varisler arasında başgösteren çekişmeyi ortadan kaldırmaya

yönelik ıslah edici girişimlerde bulunmaktır.

 

el-Kâfi adlı eserde, Muhammed b. Sevka'nın şöyle dediği belirtilir:

"Kim işittikten sonra onu değiştirirse günahı onu değiştirenlerin

boynunadır." ifadesi ile ilgili olarak İmam Bâkır'a (a.s) sordum.

Buyurdu ki: "Bu ifadenin kapsadığı durum, sonrasındaki

'Kim de vasiyet edenin bir hata veya günah işlemesinden korkar

da tarafların aralarını düzeltirse, ona günah yoktur.' ifadesinin içerdiği

durumun hükmünce yürürlükten kaldırılmıştır. Yani kendisine

vasiyet edilen kişi, eğer vasiyet edenin bu vasiyetiyle, Allah'ın

hoşnut olmadığı ve hakka ters düşen bir şeyi istemek suretiyle evladıyla

ilgili olarak günaha düşmesinden ve doğrudan sapmasından

korkarsa, vasiyeti hakka göre düzeltmesinde ve hak yolunda

Allah'ın rızasına uygun hale getirmesinde ona, yani vasiyeti dinleyen

kişiye bir günah yoktur. [c.7, s.21, h: 2]

 

Ben derim ki: Bu rivayet, ayetin ayetle tefsir edilmesine bir örnektir.

Dolayısıyla nesh kelimesinin kullanılması, ıstılahî anlam ifade

etmez. Daha önce de söylediğimiz gibi İmamların sözlerinin

arasında geçen "nesh" kavramı, kimi zaman usulcülerin bu kavrama

yükledikleri anlamı ifade etmeyebilir.

 

Hamd Allah'a mahsustur.

Başarı Allah'tandır.

 

 

http://ahlalbaytlibrary.tripod.com

http://ehlibeytkutuphanesi.tripod.com