Mizan Tefsiri, Cilt:1 |
||
Bakara Sûresi / 125-129 .................................................. 435
125- Hani biz Beyt'i (Kabe'yi) insanlar için merci (dönüş) ve güven yeri yaptık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail'e, "Tavaf edenler, ibadete kapılanlanlar, rükû ve secde edenler için Evimi temizleyin." diye emretmiştik.
126- Hani İbrahim demişti ki: "Yâ Rabbi, burayı emniyetli bir şehir yap. Halkını çeşitli meyvelerle rızklandır; (elbette) onlardan Allah'a ve ahiret gününe inananları." Allah dedi ki: "İnkâr edeni dahi az bir süre yararlandırırım. Sonra onu ateşin azabına zorlarım. Ne kötü varılacak yerdir orası!"
127- İbrahim, İsmail'le birlikte Evin temellerini yükseltiyor. "Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin."
128- "Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadetlerimizi göster, rah-
436 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
metinle bize dönüp tövbemizi kabul et. Zira tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin."
129- "Rabbimiz! Onlara içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak bir elçi gönder. Şüphesiz üstün güçlü ve hikmet sahibi ancak sensin.
"Hani biz Beyt'i (Kabe'yi) insanlar için merci (dönüş) ve güven yeri yaptık..." Burada hac ibadetinin yasanmasına ve Kâbe'nin bir güvenli bölge kılınışına işaret ediliyor. İfadenin orijinalinde ge-çen "mesâbet", merci (=dönülen yer) demektir. Dönüp gelen biri için, "sâbe-yesûbu" denir.
"Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin." Bana öyle geliyor ki, burada "Beyt'i... yeri yaptık." sözüne dönük anlamsal bir atıf söz konusudur. Çünkü, "Beyt'i... merci ve... yeri yaptık." sözünde yasaya koymaya, hükme bağlamaya yönelik bir işaret vardır. Bu durumda ifadenin açık anlamı şöyle olur: "İnsanlara dedik ki: Kâbe'ye dönüp toplanın, oradâ haccedin ve İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin." Burada bir "kulnâ=dedik" fiili de takdirde tutulabilir. O zaman ifadenin açık anlamı şöyle olur: "Dedik ki: İbrahim'in makamından bir namaz yeri (musalla) edinin." İfadenin orijinalinde geçen "musallâ" "salât"ın ism-i mekânıdır, ki "salât" da dua demektir. Yani, "İbrahim'in (a.s) makamından bir dua yeri edinin." Ne var ki, "Beyt'i... merci ve... yeri yaptık." sözünde, namazın yasanmasının sebebine işaret ediliyor. Bu yüzden "sallû fî makam-i İbrahim=İbrahim'in makamında namaz kılın." denilmiyor; "ittehızû min makam-i İbrahim'e musallâ= İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin." deniliyor. Söz konusu emir, makamda namaz kılmaya bağlantılı olarak sunulmuyor, aksine, emir makamdan namaz yeri edinme ile bağlantılı olarak sunuluyor.
"İbrahim ve İsmail'e... temizleyin, diye emretmiştik." İfadenin orijinalinde geçen "ahidnâ" fiilinin mastarı olan "ahit" kelimesi, emir anlamında kullanılmıştır. Temizlemekten maksat; evin, ziyaretçi-
Bakara Sûresi / 125-129 ......................................... 437
lerin, tavaf edenlerin, itikâfa girenlerin ve namaz kılanların ibadet ve menâsiklerine tahsis edilmesi olabilir. Dolayısıyla kinaye ile istiare sanatına başvurulmuş olur. O zaman cümleyi şöyle anlamlandırmak gerekir: "İkiniz, evimi ibadet eden kulların ibadetine tahsis edin." Bu da bir tür temizlemektir. Ya da evin, insanların ilgisizliğinden dolayı bulaşmış kirlerden ve pisliklerden arındırılması kastedilmiştir. Ayettin orijinalinde geçen "rukkei's-sucûd", "râki'" ve "sâcid"in çoğuludurlar ve bu ifadelerle namaz kılanlar kastedilmişlerdir.
"Hani İbrahim demişti ki: Ya Rabbi..." diye başlayan ifade bir duadır. Bu duada Hz. İbrahim (a.s), Mekke halkı için can güvenliği ve rızık istiyor. Hiç kuşkusuz bu duası kabul görmüştür. Çünkü yüce Allah kabul veya reddetmediği bir duaya sözleri arasında yer vermekten, gerçeğin ifadesi olan kitabında buna değinmekten münezzehtir. Ulu Allah kitabında, bir cahilin diline doladığı boş ve anlamsız sözlere yer vermez. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ben gerçeği söylerim." (Sâd, 84) "O, elbette ayırt edici bir sözdür. O, şaka değildir." (Târık, 13-14)
Kur'ân-ı Kerim Hz. İbrahim'in kimi zamanlarda yaptığı birçok duayı bize aktarmaktadır. İşin başında kendisi için dua etmesi, Suriye seferi sırasında dua etmesi, geride hayırlı bir anı bırakmaya ilişkin duası, kendisi, zürriyeti, ana-babası, mümin erkekler ve mümin kadınlara dua etmesi, Kâbe'nin duvarlarını tamamladıktan sonra Mekke halkına dua etmesi, son peygamberin kendi soyundan gönderilmesi için dua etmesi gibi... Bu dua ve isteklerde onun arzuları, mücadelesi ve Allah'ın rızasına yönelik çabaları ve kutsal kişiliğinin üstün nitelikleri somutlaşmaktadır. Kısacası, bu dua ve isteklerden Hz. İbrahim'in Allah katındaki konumu ve yakınlığı yansımaktadır. Bu ve Rabbinin övgüsüne mazhar olan öteki kıssalardan, onun onurlu yaşamını ayrıntılı biçimde görmek mümkündür. En'âm suresini ele alırken, elimizden geldiğince onun yaşam öyküsünü ve onun onurlu savaşımını yansıtmaya çalışacağız.
"Allah'a ve ahiret gününe inananları..." Hz. İbrahim Mekke kenti için güvenlik ve halkının da çeşitli ürünlerle rızklandırılmalarını isteyince, inanca ilişkin bir hususun farkına varır. Bu kentin halkının
438 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
müminleri ve kâfirleri olacaktır. Halkın tümüne ilişkin bu istek, kâfiri de, mümini de kapsar. Oysa kendisi hem kâfirlerden, hem de onların Allah'ı bir yana bırakarak kulluk sundukları düzmece ilâhlarından uzaklığını belirterek onlarla arasındaki ilişkileri koparmıştır. Nitekim ulu Allah onun bu tavrına şu şekilde değiniyor: "Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu, kendisine belli olunca ondan uzak durdu." (Tevbe, 114) Burada yüce Allah, onun babası dahil Allah'ın düşmanı olan herkesten uzak olduğuna, onlarla ilişkisini kestiğine tanıklık ediyor.
Bu yüzden Hz. İbrahim duasının genel nitelikli olduğunu fark edince, "(elbette) onlardan... inananları." diyerek bu genelliği belli bir gruba indirgiyor. Aslında o, halkın çeşitli ürünlerle rızklandırılması-nın, kâfirleri de kapsamaksızın gerçekleşmeyeceğini biliyordu. Çünkü toplumsal hayata egemen olan evrensel yasalar sistemi rızklandırma-nın genelliğini öngörür. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir; ama Hz. İbrahim, yüce Allah'ın bütün kullarını kapsayan hükmü ve iradesi doğrultusunda olan bu duasını müminlere tahsis ederek dile getiriyor. Fakat yüce Allah, onun duasını, hem kâfiri, hem de mümini kuşatacak bir karşılıkla kabul ediyor. Böylece anlaşılıyor ki onun duası, normal düzenin kurallarına ve doğa yasalarına göre kabul görüyor. Bu duanın karşılığı, olağanüstü bir yöntemle ve doğa yasaları devre dışı bırakılarak verilmiyor.
Hz. İbrahim, "Halkından iman edenleri çeşitli ürünlerle rızklandır." şeklinde bir ifade kullanmıyor. Çünkü istenen şey, dokunulmaz Beytin saygınlığına dayanılarak Beytin içinde yer aldığı kente de saygınlığın bahşedilmesidir. Beytin kurulduğu bu ekinsiz, verimsiz ve çorak vadide herhangi bir ürün elde edilmiyordu çünkü. Oysa bu olmadan kent imar edilemezdi. Kimse gelip buraya yerleşmezdi.
"İnkâr edeni dahi az bir süre yararlandırırım." Bu ifadenin orijinalinde geçen tef'il kalıbındaki "umettiuhu" fiili, if'al kalıbına sokularak "umtiuhu" şeklinde de okunmuştur. Ne var ki, her iki kalıp da aynı anlamı ifade eder.
"Sonra onu ateşin azabına zorlarım." Bu ifadede bir yandan Kâbe'nin sahip bulunduğu saygınlığın büyüklüğüne işaret ediliyor, bir
Bakara Sûresi / 125-129 ................................................. 439
yandan da Hz. İbrahim'in (a.s) gönlü hoş tutuluyor. Sanki ona şöyle deniyor: Bu kentin halkından olan müminlerin çeşitli ürünlerle rızklandırılıp Kâbe'ye bir saygınlık kazandırılmasına ilişkin duanı fazlasıyla kabul ettim. Kente yönelik bu onurlandırmadan maddî olarak yararlanan kâfir, Allah katında bir saygınlığa sahip olduğunu sanmasın. Bu, sadece onun da içinde yaşadığı şu kente yönelik bir ikrâmdır, senin duanın kat kat fazlasıyla karşılık görmesidir. Yoksa, kâfir bir süre sonra cehennem azabına zorlanarak sürüklenecektir. Orası ne iğrenç bir barınaktır.
"İbrahim, İsmail'le beraber Evin temellerini yükseltiyor..." İfadenin orijinalinde geçen "kavâid" kelimesi, "kâide"nin çoğuludur. Binanın yere oturan kısmı demektir. Geriye kalan duvarlar ona dayanırlar. Temellerin yükseltilmesi deyimi, temellere dayanacak kısımların mecazî olarak temel addedilmesine dayanmaktadır. Yükseltme fiili de, binanın bütününe müteallik olduğu hâlde mecaz sanatı uyarınca sırf temellerle ilintili olarak kullanılıyor. "Min'elbeyti" ifadesinde bu mecaza yönelik işaret vardır.
"Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin." Bu duayı Hz. İbrahim ve Hz. İsmail birlikte dile getiriyorlar. Bu ifadede "dediler" fiili veya aynı anlama gelecek bir fiilin takdir edilmesi ve ayetin, "Ve diyorlar ki: Rabbimiz bizden kabul buyur." şeklinde bir anlam taşıması söz konusu değildir. Aslında bu ayet, denilen sözü ve edilen duayı olduğu gibi yansıtmaktadır. Çünkü yüce Allah'ın, "İbrahim İsmail'le beraber evin temellerini yükseltiyor." ifadesi, aslında geçmişte yaşanmış bir durumu canlı bir şekilde anlatıyor. Bu şekilde onlar bir bakıma somutlaştırılıyorlar ve sanki şu anda, Evin temellerini yükseltme ile uğraşmaları gözlemleniyor ve dinleyici onları bu hâlleriyle görüyor. Ardından dile getirdikleri duayı, konumlarına ve işlerine işaret eden bir aracı olmaksızın işitiyor. Bu tür bir anlatımın örnekleri çoktur Kur'ân-ı Kerim'de. Bunlar Kur'ân'ın tümü de güzel olan olağanüstü ifade tarzının en güzel, en çarpıcı örnekleridir. Bu tür örneklerde kıssa somutlaştırılır, insanın duyu organlarının onu somut biçimde algılaması için yaklaştırılır. Sözlü olarak böylesine olağanüstü bir anlatımdaki güzellik, olayın geçmişte gerçekleştiğini vurgulayan örneğin "şöyle dua ettiler..." gibi ifadelerde görülmüş değildir.
440 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Kabul buyrulması istenen amelden -Evin yapılmasından- söz edilmemesi, kulluk makamına yaraşır bir alçak gönüllülüğün, yaptığını küçümsemenin örneğidir. Yani demek istiyorlar ki; Rabbimiz, şu basit amelimizi kabul buyur, hiç kuşkusuz sen bizim duamızı işitirsin, kalbimizde beslediğimiz niyetlerimizi bilirsin.
"Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar." Açıkça görülüyor ki, güncel konuşmamızda kullandığımız ve zihnimizde belli bir tutumun adı olarak yer verdiğimiz "Müslümanlık" kavramı kulluğun ilk aşamasıdır. Bu aşamaya adım atmakla, dine bağlanan kişi başkalarından ayrılır. Bu, inançlara ve dinin öngördüğü amellere dış görünüşte bağlanmayı ifade eder ki, imandan ve nifaktan daha genel kapsamlı bir kavramdır. Hiç kuşkusuz, beş çığır açıcı peygamberden biri olan ve Allah- 'ın birliği esasına dayalı dinin sahibi olan İbrahim'in (a.s) bu ana kadar söz konusu aşamaya girmediği, yani Müslümanlık niteliğini almadığı düşünülemez. Aynı şey onun oğlu, Allah'ın elçisi, Kurbanlık İsmail için de geçerlidir. Böyle bir aşamaya girdikleri hâlde bunun farkında olmamaları da mümkün değildir. Bu aşamaya girdiklerini biliyor da kalıcılık kazanmak istiyor da değildirler. Onlar, yakınlık, yaklaştırılmışlık konumundaydılar; Allah'ın dokunulmaz Evini yaparlarken, duada bulunma makamındaydılar. Dolayısıyla onlar kimden istekte bulunduklarını, onun kim olduğunu ve yüce makamını biliyorlardı.
Ne var ki, bu ayette sözü edilen "teslim olma", emir ve yasak kapsamına giren, isteğe bağlı, ihtiyari meselelerle ilintilidir. Tıpkı şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." (Bakara, 131) Böyle bir şeyi Allah'a isnat etmenin bir anlamı olmayacağı gibi doğru dürüst bir yorum getirmeksizin insanın ihtiyarî fiillerinin kapsamına giren bir şeyi istemek de yersizdir.
Dolayısıyla Hz. İbrahim ve İsmail tarafından istenen İslâm (teslimiyet) bizim günlük yaşantımızda kullandığımız, alışageldiğimiz "İslâm" kavramı değildir. Çünkü İslâm'ın da kendi içinde mertebeleri vardır. İslâm'ın mertebeliliğinin kanıtı yüce Allah'ın şu sözüdür: "Rab-bi ona, 'İslâm ol.' demişti. o da, 'Âlemlerin Rabbine teslim
Bakara Sûresi / 125-129 ............................................... 441
oldum.' demişti." Burada yüce Allah, Müslüman olan İbrahim'e İslâm olmayı emrediyor. Şu hâlde, istenen bu İslâm, onun sahip olduğu İslâm niteliğinden farklıdır. Kur'ân-ı Kerim'de bunun örneklerine rastlamak müm-kündür.
Burada sözü edilen İslâm'dan maksat, eksiksiz kulluktur. Kulun kendisine ait olan her şeyi Allah'a teslim etmesidir. Bu, her ne kadar öncülleri kanalıyla insan için ihtiyarî bir durum ise de, kalbî durumu bilinen normal bir insana izafe edildiği zaman ihtiyarî bir anlam ifade etmez. Şöyle ki, insanın hâli bundan ibaret olduğu sürece, diğer velâyet aşamaları ve yüksek makamlar gibi bu İslâm da onun için erişilmez ve diğer kemal dereceleri gibi ulaşılmazdır. Normal bir insan, bilinen hâliyle bu makamlardan uzaktır. Çünkü bunların öncülleri ağır ve dayanılmazdırlar. Bu yüzden sözünü ettiğimiz bu İslâm, insanın iradesini aşan ilâhî bir makam konumundadır. Allah'tan böyle bir makam bahşetmesi istenebilir. Bir insan böyle bir nitelikle nitelenmek için Allah'a dua edebilir. Bunun yanı sıra konuyu daha incelikli ve daha titiz bir şekilde ele almak da mümkündür. Şöyle ki: İnsana isnat edilen ve ihtiyarî olarak nitelendirilen şey, fiillerdir. Sıfatlar ve sıkça tekrarlanma sonucu karakteristik özellik mahiyetini kazanan tavırlar gerçekte isteme bağlı (ihtiyarî) değildirler. Dolayısıyla bu tür tavır ve niteliklerin Allah'a izafe edilmeleri caiz ya da gereklidir. Özellikle bunlar güzel ve hayırlı nitelikler iseler, bunları insandansa Allah'a izafe etmek daha uygundur. Zâten Kur'ân'ın ifade tarzı da bu esas üzerinde gelişme gösterir. Örneğin: "Rabbim, beni ve zürriyetimden bir kısmını namaz kılan yap." (İbrâhîm, 40) "Beni salihlere kat." (Şuârâ, 83) "Rabbim, bana ve anama, babama lütfettiğin nimete şükretmemi, senin beğeneceğin sa-lih bir iş yapmamı gönlüme ilham eyle." (Neml, 19) "Rabbimiz bizi sana teslim olanlar yap." Görüldüğü gibi, bu ifadede geçen "İslâm"ın anlamı, şu ayet-i kerimede işaret edilen "İslâm" kavramının ifade ettiği anlamdan farklıdır: "Bedevîler, 'İnandık.' dediler. De ki: Siz inanmadınız, fakat 'İslâm olduk.' deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi." (Hucurât, 14) Hz. İbrahim ve İsmail'in istediği İslâm bundan üstün düzeyli, daha yüce bir kulluk mertebesidir. İleride buna ilişkin açıklamalarda bulunacağız.
442 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"Bize ibadetlerimizi göster, rahmetinle bize dönüp tövbelerimizi kabul et. Zira tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin." Bu ifade de, az önce "İslâm" kavramının anlamına ilişkin olarak ortaya attığımız görüşleri pekiştirir niteliktedir. Çünkü ifadenin orijinalinde geçen "menâsik" kelimesi, "mensek"in çoğuludur ve bu ya ibadet anlamına gelir. Nitekim şu ayet-i kerimede de bu anlamda kullanılmıştır: "Her ümmet için bir ibadet şekli belirlemişiz." (Hacc, 34) Veya "mensek" ibadet olarak gerçekleştirilen fiil anlamına gelir. Masdarın izafe terkibinde kullanılması eylemin gerçekleştiğini ifade eder.
Şu hâlde, ele almakta olduğumuz ayetteki "menasikena" ifadesiyle her ikisinin sergilediği kulluk kastı taşıyan davranışlar ve sergilemeleri istenen ameller değil, bizzat sergilemekte oldukları kulluk amaçlı ameller kastediliyor. Yani, "Bize göster" ifadesi, "Bize öğret" ya da "Bize başarı ver" anlamına gelmez. Tersine, kelimenin ifade ettiği anlam, onların sergiledikleri kulluk kastı taşıyan fiil ve davranışların ger-çek mahiyetlerinin, özlerinin net biçimde gösterilmesidir.
Nitekim, "...onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik." (Enbiyâ, 73) ayeti hakkında konuşurken de meselenin bu yönüne işaret etmiştik. İnşaallah ilgili sureyi tefsir ederken konuya geniş ayrıntılı bir açıklık getireceğiz. Buna göre, ifadede işaret edilen vahiy, yapıla gelen fiilin doğru biçimde ve doğru amaca yönelik olarak işlenmesini sağlamak demektir, yerine getirilmesi istenen yükümlülüğü öğretmek değil.
Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir: "Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da an. Gerçekten biz onları katıksızca, ahiret yurdunu düşünüp anan ihlas sahipleri kıldık." (Sâd, 45-46)
Bu ifadedeki "İslâm" kavramı ve "ibadette basiret sahibi olma" durumu ile yaygın olan anlamların kastedilmediği kesindir. "Tövbemizi kabul et." ifadesi için de aynı durum geçerlidir. Çünkü gerek İbrahim ve gerekse İsmail Allah'ın koruyuculuğu altında hareket eden birer masum peygamberdiler. Herhangi bir günah işlemeleri söz konusu değildi ki, tövbe etmek durumunda da kalmış olsunlar. İşlediğimiz kimi günahlardan pişmanlık duyup tövbe et-
Bakara Sûresi / 125-129 ........................................ 443
tiğimiz gibi onlar da, Allah'tan bu tür bir günahtan bağışlanma dilemiş, olsunlar.
Şayet desen ki: İslâm, ibadet biçimlerinin gösterilmesi ve tövbe olguları ile ilgili olarak, Hz. İbrahim ve İsmail'in üstün konumlarına uygun biçimde yapılan bu anlamlandırmanın, zürriyeti için de kastedilmiş olması bir zorunluluk değildir. Çünkü o, kendisi ve oğlu İsmail için ettiği tüm dualara zürriyetini katmamıştı; zürriyeti için sadece Müslüman olmalarını istemişti, o da bir başka cümlede ve bir başka lafızla. Hz. İbrahim, "neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar." diyor, "Bizi ve soyumuzdan Müslümanlar kıl." demiyor ya da bu anlama gelecek bir ifade kullanmıyor. Öyleyse, Hz. İbrahim'in "İslâm"dan zahirî yönü de içinde olmak üzere tüm mertebelerini kapsayan genel bir anlam kastetmiş olmasının ne gibi bir sakıncası vardır? Çünkü İslâm'ın zahirî yönü bile güzel sonuçlara ve insanlık toplumunda son derece yararlı hedeflerin gerçekleşmesine yol açar. Hz. İbrahim'in (a.s) bu amaçla Rabbinden böyle bir istekte bulunması son derece normaldir. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.a) böyle davranmış ve zahirî olarak kelime-i şahadet söylenmesi ile yetinmiştir. Bunu söyleyen kimsenin kanını dokunulmaz, evlenmesini caiz ve onu mirasa yetkili saymıştır.
Bu bakımdan diyebiliriz ki, "Bizi sana teslim olanlar yap." ifadesi ile Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e yaraşır bir İslâm, "neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar." ifadesi ile de, içinde münafığı, zayıf imanlısı, güçlü imanlısı bulunan tüm Müslümanlar kastedilmiştir. Buna karşılık cevabımız şöyledir: Teşri (yasama) ile, Allah'tan isteme konumları farklıdır. Her iki konum için ayrı hükümler geçerlidir. Dolayısıyla birinin diğeri ile mukayese edilmesi doğru değildir. Peygamber efendimizin (s.a.a) ümmeti için "şehadet" cümlelerinin zahirî olarak söylenmesi ile yetinmesi, devlet otoritesinin caydırıcılığının geniş kapsamlı kılınması ve insanlığın fıtratına uygun ilâhî sisteminin zahirî etkinliğinin korunması amacına yöneliktir. Bu zahirî görünüm, özün, yani gerçek İslâm'ın korunmasını sağlayan bir kabuk işlevini görür, onu zaman zaman baş gösteren felâketlere karşı bir kalkan gibi korur. Ama, dua ve Allah'tan is-
444 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
teme makamında gerçeklerin gerçek konumlarının sözü geçer. Bu durumlarda hedef, konumun gerçekliği ile ilintilidir. Gerçekten yakın olma ve sahiden yaklaştırılmış olma olgusu etkin rol oynar. Peygamberler işin zahirine ilişkin isteklerde bulunmazlar. Hz. İbrahim de soyu ile ilgili olarak zahire ilişkin bir duada bulunmuş değildir. Eğer böyle bir isteği olsaydı, soyundan önce, babası ile ilgili bir istekte bulunurdu; Allah'ın düşmanı olduğunu bilince, onunla tüm ilişkilerini kesmezdi ve yüce Allah'ın bize aktardığı şu duayı dile getirmezdi: "Kulların diriltilecekleri gün, beni utandırma. O gün ki, ne mal, ne de oğullar fayda vermez. Ancak Allah'a temiz bir kalple gelen başka." (Şuarâ, 87-89) Ve, "Sonra gelenler içinde bana, bir doğruluk dili nasip eyle." (Şuarâ, 84) demezdi de, "Sonra gelenler içinde bir anılma nasip eyle" derdi.
Şu hâlde Hz. İbrahim'in (a.s), "neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar." ifadesi ile "nesli" için istediği İslâm, gerçek İslâm'dır. Şayet maksat, sırf İslâm isminin nesline verilmesi olsaydı, o zaman "teslim olmuş bir ümmet" derdi ve "sana" kelimesi hazfedilirdi.
"Rabbimiz, onlara içlerinden... bir elçi gönder." Peygamber efendimize (s.a.a) işaret eden bir duadır bu. Nitekim Resulullah efendimiz, "Ben İbrahim'in duasıyım." buyurmuştur.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de yer alan bir rivayete göre, Kettânî diyor ki: İmam Cafer Sadık'a (a.s) "Hac ve Umre ziyaretinde İbrahim'in makamında iki rekât namaz kılmayı unutan adam nasıl davranmalıdır?" diye sordum, dedi ki: "Eğer adam hâlâ Mekke'deyse, İbrahim'in makamında iki rekât namaz kılmalıdır; yüce Allah buyuruyor ki: 'İbrahim'in makamından namaz yeri edinin.' Eğer kenti terk etmişse, geri dönmesini emredemem." [c.4, s.425, h: 1] Ben derim ki: Şeyh Tusî "et-Tehzîb" adlı eserinde,1 Ayyâşî de kendi tefsirinde2 değişik rivayet zincirleriyle buna yakın rivayetler aktarmışlardır. Ayrıca hükmün özelliklerine, yani namazın söz ko- -------- 1- [et-Tehzib, c.5, h: 458] 2- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.58, h: 91]
Bakara Sûresi / 125-129 ......................................... 445
nusu makamın yanında mı yoksa arkasında mı kılınacağına ilişkin açıklamalara yer vermişlerdir. Bazı rivayetlerde şöyle denir: "Bir kişi tavaf namazının iki rekâtını ancak makamın arkasında kılabilir." Bu sonuç, "İbrahim'in makamından namaz yeri edinin." ifadesinin orijinalindeki "min" edatı ile "musalla" deyiminden çıkarılmıştır. Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Evimi temizleyin." ifadesi ile ilgili olarak, "Yani, müşrikleri oradan uzaklaştırın." dediği rivayet edilir.
el-Kâfi'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah buyuruyor ki: 'Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evimi temizleyin.' Dolayısıyla bir kul, üzerindeki ter kokularından, kirden arınıp yıkanmadıkça Mekke'ye girmemelidir. [c. 4, s.400, h: 3]
Ben derim ki: Buna yakın anlamlar başka kanallardan da rivayet edilmiştir. Girilecek yerin temiz tutulmasına ilişkin emirden, gidenlerin de temiz olmaları gerektiğini, "temiz kadınlar, temiz erkeklere; te-miz erkekler de temiz kadınlara..." (Nûr, 26) gibi ayetlerden anlamak mümkündür.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. İbrahim'in İsmail ve Hacer'i getirip Mekke vadisine bırakmasının üzerinden bir süre geçince, Cürhümoğulları kabilesi gelip oraya yerleşti. Hz. İsmail onlara mensup bir kızla evlendi. Daha sonra Hacer öldü. Hz. İbrahim Sara'dan, oğlunu ziyaret etmek için izin istedi. Sara izin verdi; ama orada konaklamamasını şart koştu. İbrahim yola çıktı. Hacer de vefat etmişti. Mekke'ye varınca doğruca İsmail'in evine gitti. Karısına, 'Kocan nerede?' dedi. Kadın, 'O, burada değildir, avlanmaya çıktı.' dedi. Hz. İsmail Harem bölgesinin dışına çıkıp orada avlanır, sonra da geri dönerdi." "Hz. İbrahim kadına, 'Yanında yiyecek var mıdır?' dedi. Kadın, 'Yanımda hiçbir şey ve hiç kimse yoktur.' dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim ona, 'Kocan gelince, ona selâmımı ilet ve evinin eşiğini değiştirmesini, söyle.' dedi ve kalkıp gitti. Daha sonra İsmail geldi ve çevreden babasının kokusunu hissetti. Karısına, 'Kimse sana uğradı mı?' diye sordu. Kadın, 'Bugün şöyle şöyle bir ihtiyar geldi (onu küçümsüyor gibiydi).' dedi. 'Peki sana ne dedi?' diye sordu.
446 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Kadın, 'Bana dedi ki: 'Kocana selâmımı ilet ve evinin eşiğini değiştirmesini söyle.' dedi.' diye cevap verdi."
"Bunun üzerine Hz. İsmail karısını boşadı ve başka bir kadınla evlendi. Hz. İbrahim yüce Allah'ın dilediği bir süre kadar bekledikten sonra, eşi Sara'dan oğlunu ziyaret etmek üzere izin istedi. Sara, konaklamaması koşuluyla ona izin verdi. İbrahim yola çıktı ve nihayet İsmail'in kapısına kadar geldi. Karısına, 'Kocan nerede?' diye sordu. Kadın, 'Ava gitti, inşaallah az sonra gelir, buyur otur. Allah'ın rahmeti üzerine olsun.' dedi. Hz. İbrahim kadına, 'Yanında yiyecek bir şey var mı?' diye sordu. Kadın, 'Evet.' dedi ve gidip biraz sütle biraz et getirdi. Hz. İbrahim, 'Bereketli olsun.' diye dua etti." [İmam devamla şöyle buyurdu:] "Eğer İsmail'in karısı o gün İbrahim'e ekmek ya da buğday yahut arpa veya hurma getirseydi, Mekke yeryüzünün buğdayı arpası ve hurması en bol olan bölgesi olurdu." "Kadın Hz. İbrahim'e, 'Bindiğinden in de başını yıkayayım.' dedi; ama o inmedi. Bunun üzerine kadın gidip makamı getirdi ve İbrahim'in onun üstüne çıkmasını istedi. Hz. İbrahim onun üstüne çıktı ve ayak izi onun üzerinde kaldı. Önce başının sağ yanını yıkadı. Sonra makamı onun sol tarafına getirdi ve başının sol yanını yıkadı. Bu kez de İbrahim'in ayak izi onun üzerinde kaldı. Hz. İbrahim kadına, 'Kocan geldiği zaman ona selâmımı ilet ve evinin eşiği sağlamdır, dediğimi söyle.' dedi. Akşam olup İsmail eve dönünce çevreden babasının kokusunu hissetti. Karısına, 'Bugün yanına kimse geldi mi?' diye sordu. 'Evet, insanların en güzel yüzlüsü, en güzel kokulusu bir ihtiyar geldi. Bana şöyle şöyle dedi, ben de ona şöyle şöyle dedim ve başını yıkadım. İşte bu da onun ayaklarının izidir.' dedi. İsmail karısına, 'O gelen babam İbrahim'di.' dedi."
Kummî de tefsirinde, buna yakın bir rivayete yer vermektedir. Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. İbrahim (a.s) Suriye çöllerine konaklamıştı. Oğlu İsmail Hacer'den dünyaya gelince, diğer eşi Sara bu olay karşısında şiddetli bir kıskançlık duygusuna kapıldı. Çünkü kendisinin bir evladı yoktu. Hacer'den dolayı İbrahim'i üzüyor ve kıskançlık duygularına kapılıyordu. Hz. İbrahim (a.s) içinde bulunduğu bu durumu yüce Al-
Bakara Sûresi / 125-129 ............................................. 447
lah'a şikayet etti. Bunun üzerine yüce Allah ona şöyle vahyetti: 'Kadın kısmı eğik kaburga kemiği gibidir. Olduğu gibi bırakırsan ondan yararlanırsın, ama onu doğrultmaya kalkışırsan kırarsın.' Sonra ona, İsmail ve anasını evden çıkarmasını emretti. İbrahim, 'Ya Rabbi, onları nereye götüreyim?' dedi." Yüce Allah, 'Benim Haremime, dokunulmaz kıldığım güvenlik yurduma ve yeryüzünde ilk önce yarattığım bölgeye, yani Mekke'- ye götür.' dedi. Yüce Allah ona Cebrail'le birlikte Burak'ı da indirdi. Burak Hacer'i, İsmail'i ve İbrahim'i sırtladı. Ağaçlı, yeşil ve hurmalıklı bir bölgeden geçtiklerinde İbrahim, 'Ya Cebrail, buraya mı yerleştireceğim, buraya mı?' derdi. Cebrail ise, 'Hayır, yürümeye devam et.' diye cevap verirdi. Mekke vadisine geldiklerinde, Cebrail onları Kâbe'nin kurulacağı yere bıraktı. Hz. İbrahim, kendisine dönene kadar hiçbir yerde durmamak üzere Sara'ya söz vermişti. Söz konusu yere indiklerinde, orada bir ağaç vardı. Hacer, yanında getirdiği bir örtüyü ağacın dallarının üzerine serdi, sonra hep birlikte onun gölgesine sığındılar. İbrahim onları oraya bırakıp Sara'ya dönmek isteyince, Hacer ona şöyle seslendi: 'Ey İbrahim, bizi ıssız, susuz ve ekinsiz bir yere mi bırakıyorsun?' İbrahim, 'Sizi buraya bırakmamı emreden Allah'tır. O size yeterli bir güvencedir.' dedi ve dönüp gitti."
"Kedâ' Dağına ulaşınca (Zî-Tuvâ bölgesinde bulunan bir dağ adı) durup Rabbine şöyle yakardı: 'Ya Rabbi, neslimin bir kısmını, dokunulmaz evinin yanında ekinsiz, bitkisiz, çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namaz kılsınlar diye bunu böyle yaptım. Öyleyse bir gurup insanın gönlünü onlara doğru kaydır. Onları çeşitli ürünlerle rızk-landır; belki şükredenlerden olurlar.'1 Sonra yoluna devam etti. Ha-cer olduğu yerde kaldı. Güneş iyice yükselince İsmail susadı. Hacer, bugün hacıların sa'y yaptıkları yerden Safa tepesine doğru yürüdü, vadide bir serap gördü, bunu su sandı. Tepeden vadiye doğru koştu. Merve denilen yere gelince, İsmail'i göremez oldu."
"Bunun üzerine tekrar Safa tepesine çıktı. Öyle ki bu koşuşturmayı yedi kez tekrarladı. Yedinci kez koşuyorken, Merve tepe- ----- 1- [İbrâhîm, 37]
448 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
sinde bulunuyordu, o zaman İsmail'e baktı ki, ayaklarının dibinden sular akıyordu. Hacer döndü ve suyun önünü kumla kapattı. Çünkü su akıp gidiyordu, o da böyle yapmakla suyun akışını durdurdu. Bu yüzden suya 'Zemzem' adı verildi. [Zemzem, su toplama ve akışını durdurma anlamına gelir.] Cürhümoğulları kabilesi Zülmecâz ve Arafât bölgelerine yerleşmişti. Mekke'de su çıkınca kuşlar ve yabani hayvanlar suyun başına abandılar. Cürhümlüler, hayvanların ve kuşların o bölgeye doğru gittiklerini fark edip onları izlediler. Nihayet, bir kadınla, küçük bir çocuğun oraya konaklamış olduklarını gördüler. Kadınla çocuk bir ağacın dibinde gölgeleniyorlardı ve su onlar için çıkmıştı. Hacer'e, 'Kimsin sen? Senle bu çocuk ne arıyorsunuz burada?' dediler. Hacer, 'Ben Halil'ür- Rahman İbrahim'in oğlunun anasıyım. Bu da onun oğludur. Allah ona bizi buraya yerleştirmesini emretti.' dedi."
"Bunun üzerine, 'Size yakın bir yerde konaklamamıza izin verir misin? "diye sordular. Hacer, 'İbrahim gelince size bir cevap veririm.' dedi. Bölgeye yerleştirilişlerinin üçüncü gününde İbrahim onları ziyarete gelince Hacer İbrahim'e, 'Ey Halilullah, şurada Cürhümoğullarına mensup bir kabile var. Yanımıza konaklamak için senden izin istiyorlar. Onlara yerleşme izni verecek misin?' diye sordu. İbrahim, 'Evet.' dedi. Bunun üzerine Hacer Cürhümoğullarına müsaade etti, onlar da gelip yakınlarında bir yere konakladılar, çadırlarını kurdular. Hacer'le İsmail yalnızlıktan kurtulup onlarla yakın ilişkiler içine girdiler. İbrahim (a.s) ikinci kez onları ziyarete gelince, çevrelerinde birçok insanın bulunduğunu gördü. Bunun üzerine çok sevindi. İsmail yürümeye başlayınca, Cürhümlülerin her biri ona bir veya iki koyun hediye etti. İsmail ve Hacer bunlarla geçimlerini sağlıyorlardı."
"İsmail erginlik çağına ulaşınca yüce Allah İbrahim'e, Kâbe'yi yapmasını emretti. Allah ona evi kurmasını emredince, o, evi nereye kuracağını bilemedi. Bunun üzerine yüce Allah Cebrail'i gönderip İbrahim'e evi kuracağı yeri gösterdi. Nihayet İbrahim evi yapmaya başladı. İsmail de Zî-Tuvâ'dan taş getiriyordu. Böylece Kâbe'nin duvarını dokuz zira [yaklaşık 4.5 metre] yükselttiler. Sonra yüce Allah ona Hacer'ül-Esved'in yerini gösterdi. Hz. İbrahim taşı bulunduğu yerden çıkardı ve şu anda Kâbe'nin duvarında bulunduğu yere koydu. İbrahim Kâbe'nin yapımını tamamlayınca,
Bakara Sûresi / 125-129 ........................................... 449
ona iki kapı yaptı. Biri doğuya, biri de batıya bakıyordu. Batıya doğru bakan kapıya 'Müstecâr' denildi. Sonra Kâbe'nin tavanını ağaç ve benzeri şeylerle örttü. Hacer, yanında bulunan bir örtüyü kapısının üzerine astı ve bu örtünün altında barınıyorlardı. Binanın yapımını tamamladıktan sonra İbrahim ve İsmail hac ettiler. Zilhiccenin sekizinci gününe denk gelen Terviye gününde Cebrail indi ve dedi ki: 'Ey İbrahim, kalk ve kana kana su iç. Çünkü Arafat ve Mina'da su bulunmaz.' O güne Terviye denilmesi bu yüzdendir. Sonra Cebrail onu Mina'ya çıkardı, orada gecelediler. Cebrail Âdem Peygambere nasıl yol gösterdiyse, ona da ne yapacağını gösterdi. İbrahim Kâbe'nin yapımını tamamladığı zaman Allah'a şöyle dua etti: "Ya Rabbi, burayı emniyetli bir şehir yap. Halkını çeşitli meyvelerle rızklandır, (elbette) onlardan Allah'a ve ahiret gününe inananları...' Yani, onları kalplerin ürünleriyle besle. Yani onları insanlara sevdir ki, onlarla sıcak ilişkiler içine girsinler ve her zaman onlara dönsünler."
Ben derim ki: Hz. İbrahim'in hayatının bu bölümüne ilişkin kıssayı anlatan rivayetler arasından seçtiğimiz bu rivayetler, konuya ilişkin diğer rivayetlerin içeriklerini özet biçiminde kapsamaktadırlar. Bununla ilgili olarak başka rivayetler de nakledilmiştir. Bunlara göre, Kâbe'nin yapılış tarihi, bir olağanüstülükler tarihidir. Bazı rivayetlerde ilk önce kurulduğunda Kâbe nurdan bir kubbe olarak Âdem'e inmişti. Bu kubbe Hz. İbrahim'in daha sonraları evin temellerini yükselttiği bölgeye yerleşmişti. Nuh tufanı kopana kadar orada kalmıştı. Bütün dünya sular altında kalınca, Kâbe'nin bulunduğu yeri yüce Allah yükseltti. Böylece orası sular altında kalmadı. Kâbe'nin "Beyt'ül-Atîk" yani, "Eski Ev" olarak isimlendirilmesi bu yüzdendir.
Bazı rivayetlerde, yüce Allah'ın Kâbe'nin temellerini cennetten indirdiği belirtilir. Diğer bazı rivayetlerde ise, şöyle deniyor: "Hacer'ül-Esved cennetten indirilmiştir. Bu taş önceleri kar gibi beyazdı. Daha sonra kâfirlerin dokunmaları yüzünden karardı."
el-Kâfi'de İmamlardan birinin şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah Hz. İbrahim'e, Kâbe'yi yapmasını, temellerini yükseltmesini ve insanlara ne şekilde ibadet edeceklerini göstermesini emretti. İbrahim ve İsmail Kâbe'nin duvarını her gün bir diz boyu yükselttiler.
450 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Sıra Ha-cer'ül-Esved'in konulacağı yere gelince, (İmam Bâkır (a.s) diyor ki:) Ebu Kubeys dağı İbrahim'e, 'Bende sana ait bir emanet vardır.' diye seslendi. Ona Hacer'ül-Esved'i verdi. O da onu getirip Kâbe duvarındaki yerine koydu." [c.4, s.205, h: 4]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, belirtildiğine göre, Sevrî şöyle demiştir: "Bir gün İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) Hacer'ül-Esved'in mahiyetini sordum. Dedi ki: Cennetten üç taş indi. Biri İbrahim'in Kâbe'nin duvarına koyduğu Hacer'ül-Esved, biri İbrahim'in makamı, biri de İsrailoğullarının taşıdır." [c.1, s.59, h: 93]
Bazı rivayetlerde, Hacer'ül-Esved'in bir melek olduğu belirtilir.
Ben derim ki: Buna benzer bilgiler çok sayıdadır ve gerek Sünnî, gerekse Şiî kanallardan rivayet edilmiştir. Gerçi bunlar ne anlam, ne de lafız olarak tevatür düzeyine ulaşmayan ahad haberler konumundadırlar; ama bunlar, dinî bilgiler açısından benzersiz değildirler. Dolayısıyla bir kalemde reddedilmeleri gerekmez. Kâbe'nin ilk önce bir nurdan kubbe olarak Hz. Âdem'in üzerine inmesi ve Hz. İbrahim'in Burak sırtında Mekke'ye gelmesi gibi olaylar doğa üstü mucizevî kerametlerdir. Bu tür gelişmelerin imkânsızlığı kanıtlanamaz. Kaldı ki, yüce Allah peygamberlerini buna benzer birçok mucizevî ayetlerle özel bir şekilde ödüllendirmiştir. Onlara olağanüstü kerametler bahşetmiştir. Kur'ân-ı Kerim bunun birçok örneğini sunmaktadır bize.
Kâbe'nin temellerinin, Hacer'ül-Esved'in ve İbrahim'in makamındaki taşın cennetten indirilişine gelince; -ki denildiğine göre bu taş günümüzde İbrahim'in makamı olarak bilinen yapının altında gömülüdür ve cennetten indirilmedir- dediğimiz gibi, bunların örnekleri çoktur. Nitekim birçok bitki ve meyve için, "Bunlar cennetten gelmişlerdir ya da cehennemden gelmişlerdir, yahut ateşten fışkırmışlardır." denilmiştir. İnsanların tıynetleri ile ilgili olarak da benzeri haberler aktarılmıştır. "Mutluların tıyneti cennettendir, mutsuz bedbahtların tıyneti ateştendir." ya da "Bunlar İlliyyîn ve Siccîn karakterlidirler." gibi. Bu kategoriye sokabileceğimiz bazı haberlerde ise, "Kıyamet ile dünya hayatı arasındaki ara dönemde (berzah) girilen cennet, yeryüzünün bazı bölgelerindendir. Berzah cehennemi de diğer bazı bölgelerindendir. Kabir ya cennet bahçe-
Bakara Sûresi / 125-129 ................................................ 451
lerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur" denilmiştir.
Gözlemci bir yaklaşımla etüt eden bir okuyucu buna benzer bilgileri; konuya ilişkin rivayetlerden edinebilir. Daha önce de söylediğimiz gibi, bu tür haberler sayısal olarak o kadar çokturlar ki, bunların tümünü atmak ya da doğruluğunu tartışma konusu yapmak, kaynaklarını kuşku ile karşılamak doğru olmaz. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'in de belli ölçülerde yer verdiği ilâhî doğaüstü bilgilerdir ki, rivayetlerde de Kur'ân'ın bu yaklaşımı esas alınmıştır. Kur'ân'ın verdiği bilgilerden yola çıkarak yüce Allah'ın bize şöyle bir mesaj verdiğini söyleyebiliriz: Doğal oluşum süreci içinde meydana geldikleri görülen tüm olgular, bu dünyaya Allah katından indirilmişlerdir. Bunlar arasında hayırlı ve güzel olanlar, hayra aracılık ya da kaynaklık oluşturan olgular, cennetten gelmişler, oraya döneceklerdir. Bunlar arasında kötü nitelikli olanlar, kötülüğe aracılık ya da kaynaklık oluşturanlar, ateşten gelmişler, tekrar oraya döneceklerdir.
Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın; ama biz onu bilinen bir miktar ile indiriyoruz." (Hicr, 21) Bu ayetten çıkan sonuca göre, her şey O'nun katında vardır ve varlığı bir sınırla sınırlı, bir miktar ile belirli değildir. Ama bunlar yeryüzüne indirilince -ki tedricî bir indiriliş söz kousudur- öngörülen miktara göre ölçülüyorlar. Belirlenen sınırlar içinde kalıyorlar. Meselenin genel boyutu böyle. Özel boyutuna ilişkin olarak da bazı açıklamalara yer verilmiştir: "Sizin için duvardan sekiz çift indirdi." (Zümer, 6) "Demiri indirdik..." (Hadîd, 25) "Gökte rızkınız ve size söz verilen var." (Zâriyât, 22) İnşaallah bununla neyin kastedildiğini ge-niş boyutlarıyla açıklığa kavuşturacağız. Buna göre her şey Allah katından indirilmiştir. Yine yüce Allah- 'ın kelâmından her şeyin sonuçta O'na döneceği de dile getirilir. Bu hususla ilgili olanak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." (Necm, 42) "Dönüş Rabbinedir." (Alak, 8) "Dönüş O'nadır." (Mü'min, 3) "Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner." (Şûrâ, 53) Aynı mesajı vurgulamaya dönük daha birçok ayet vardır.
452 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Buna göre: Olgular -başlangıcı ve dönüşü arasındaki süreçte- baş-langıcında öngörülen amaca; kendileri için verilen mutluluk ya da bedbahtlık, hayır ya da şer hükmü doğrultusunda, paylarına düşen ölçüler içinde hareket ederler. Nitekim ulu Allah şöyle buruyor: "Herkes kendine uygun yolda hareket eder." (İsrâ, 84) "Herkesin yöneldiği bir yönü vardır." (Bakara, 148) İnşaallah bu hususu daha ayrıntılı biçimde açıklayacağız. Burada ise amacımız konunun boyutları içinde sadece genel nitelikli bir işarette bulunmaktır. Şöyle ki; bu tür rivayetler, doğal olguların ya cennetten ya da cehennemden geldiklerini hikaye etmektedirler. Bu rivayetler mutluluk ya da bedbahtlık yönüne zorunlu olarak yönelmişse, bunda bir doğruluk payı kesinlikle vardır. Çünkü bu yaklaşım konuya ilişkin tüm rivayetleri teker teker doğru kabul etmemizi zorunlu kılmaz. Artık ne kastedildiğini anlamış olmalısın.
Birisi şöyle demiştir: "İbrahim İsmail'le birlikte Evin temellerini yükseltiyor." ayeti, Hz. İbrahim'le İsmail'in Evi, putperest bir memlekette sırf Allah'a kulluk sunulması amacı ile kurduklarını dile getiriyor. Ne var ki, hikayeciler, onların ardından tefsirciler, yüce Allah'ın bildirdiklerinin dışında kalan bu haberleri rivayet ettiler. Rivayetlerinde Evin eskiliğini, Âdem'in haccedişini, Kâbe'nin Tufan zamanı göğe yükseltilişini, Hacer'ül-Esved'in cennet taşlarından biri oluşunu allandıra, ballandıra anlattılar. Kıssacıların amacı dini süslemek, bu tür rivayetleriyle onu çekici hâle getirmekti. Bu tür süslemeler ve ilgi uyandırıcı ifadeler, sıradan halk kitlelerinin kalplerinde belli ölçüde etkili olsalar bile, öz akıl sahipleri ve keskin bakışlı âlimler bilirler ki manevî onur, yüce Allah'ın bazı olguları diğer bazı olgulardan üstün kılarak bahşettiği niteliktir. Dolayısıyla Kâbe'nin onuru da, Allah'ın evi oluşudur, O'na izafe ediliyor olmasıdır.
Hacer'ül-Esved'in şerefi de, Allah'ın eli yerine ona el sürülüyor olmasıdır. Söz konusu taşın mahiyet olarak yakut, inci veya başka bir şey olması ona bir ayrıcalık, gerçek bir onur sağlamaz. Gerçekler pazarında Allah katında kara taş ile beyaz taş arasında ne gibi bir fark var ki? Şu hâlde Kâbe'nin onuru, yüce Allah'ın onu kendi evi olarak nitelendirmesidir, onu kendisine kulluk sunulan bir yer kılmasıdır. Bu onur, başka bir şeyden kaynaklanmaz, -az önce de değindiğimiz gibi- taşlarının diğer taşlardan üstün olmasından, bu-
Bakara Sûresi / 125-129 .............................................. 453
lunduğu yerin başka yerlerden üstün olmasından, gökten ya da aydınlık âleminden geliyor olmasından ileri gelmez. Aynı şekilde peygamberlerin diğer insanlardan üstün olmaları, bedensel ayrıcalıklardan ya da giysilerinin kıymetli oluşundan kaynaklanmaz. Onların ayrıcalıkları, yüce Allah'ın onları seçmesinden ve manevî bir görev olan peygamberlik misyonu için onları ayırmış olmasından ileri gelir. Nitekim dünya ehli onlardan daha çekici süslere, daha bol nimetlere sahip olabilirler. Yine demiştir ki: Bu rivayetler en başta birbirleriyle ve kendi içlerinde çelişik olmalarından dolayı, ikincisi rivayet zincirlerinin sahih olmayışından dolayı, üçüncüsü kitabın zahiri ile çelişmelerinden dolayı geçersizdirler.
Yine eklemiştir: Bu rivayetler İsrailiyat'tan kaynaklanan hurafelere dayanırlar. Dinlerini karıştırmak ve kitap ehli olanları bu dinden uzaklaştırmak amacı ile Yahudi kökenli zındıklar bunları Müslümanlar arasında yaymışlardır.
Ben derim ki: Bu yaklaşımı bir kalemde silip reddetmek doğru olmaz. Ancak görüş sahibi kimse, tartışma yönteminde aşırıya kaçmıştır. İtiraz ederken en ağır ve en yakışıksız ifadeyi kullanmıştır. "Bu rivayetler en başta birbirleriyle ve kendi içlerinde çelişik olmalarından dolayı, ikincisi, Kitabın zahirine ters düştükleri için geçersizdirler" şeklindeki yaklaşımını ele alacak olursak, çelişki ve tutarsızlık eğer teker teker tüm rivayetlerde tespit edilirse zararlı olur. Ama bunları bir bütün olarak ele aldığımızda, bütünü aklen ve naklen imkânsız olanı içermeyecekleri için topluca reddedilmez. Bazı rivayetler arasındaki uyuşmazlık da geneli açısından bir olumsuzluk olarak değerlendirilmez.
Bununla kastettiğimiz husus şudur: Bu rivayetler, Resulullah efendimiz (s.a.a) ve tertemiz Ehlibeyt İmamları gibi masum kaynaklara dayanırlar. Bunların dışındaki sahabe ve tabiin kuşağı tefsircilerinin durumu diğer insanların durumu gibidir. Çelişkiden uzak sözlerinin durumu, çelişki içeren sözlerinin durumu gibidir. Dolayısıyla Kitaba ve doğruluğu kanıtlanmış sünnete ters düşmediği sürece herhangi bir rivayeti ya da rivayetleri reddetmemek gerekir.
454 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Ayrıca bu tür bir rivayetten yalanlık ve uydurulmuşluk kokusu alınır alınmaz, onu terk etmek gerekir. Çünkü ilâhî dinin bilgileri açısından tartışılmaz kanıt, Kitap ve doğruluğu kesinleşmiş sünnettir. Şu hâlde, bazı şeyleri kabul etmek bir zorunluluktur. Bundan kastımız, Kitap ve doğruluğu tartışma götürmez sünnettir. Bazı şeyleri de kesin olarak reddetmek gerekir. Bununla Kitap ve sünnete ters düşen rivayetleri kastediyoruz. Bazı bilgiler de var ki, bunların reddine ya da kabulüne ilişkin bir kanıt bulunmaz. Bununla, imkânsızlığına ilişkin olarak ne aklî, ne de naklî (Kitap ve sünnet) bir kanıt bulunmayan rivayetleri kastediyoruz. Böylece, bu tür rivayetlerin sırf senetlerinin güvenilmezliğinden dolayı kuşkulu olduklarına ilişkin yaklaşımın tutarsızlığı ortaya çıkıyor. Çünkü bir rivayet akıl ya da doğru nakil ile çelişmediği sürece sırf bu yüzden reddedilemez.
Bu tür rivayetlerin, "İbrahim, İsmail'le birlikte Evin temellerini yükseltiyor..." ayetine ters düştüklerine ilişkin iddiaya gelince, Allah aşkına söyler misiniz, bu ayet-i kerime hangi açıdan Hacer'ül- Esved'in cennetten inmediğini ifade ediyor? Ya da nurdan bir kubbenin Hz. Âdem zamanında yeryüzünde bir yere inmediğini ve bu kubbenin Nuh zamanında göğe yükseltilmediğini nasıl ortaya koyuyor? Acaba bu ayet, Kâbe'nin Hz. İbrahim tarafından taştan ve çamurdan bina edildiğinden başka bir şey mi anlatıyor? Olumlu ya da olumsuz, değindiğimiz bu rivayetlerle ne gibi bir ilgisi vardır ayetin? Doğru, iddia sahibinin karakteri bu rivayetleri benimseyemiyor; görüşü bunları benimsemeye elverişli değildir. Çünkü onun mezhebî tutuculuğu, peygamberlerden aktarılan manevî gerçekleri reddetmeyi ve dinin zahirî kısmının köklü ve derine nüfuz etmiş temellere dayandığını inkâr etmeyi öngörüyor. Ya da çağdaş bilimin verilerine irade dışı bir teslimiyet söz konusudur. Bu anlayışta olanlar diyorlar ki: Doğada meydana gelen tüm gelişmeler ve bunlarla ilintili tüm manevî hususlar, maddî bir sebeple illetlendirilmelidirler. Ya da sonunda madde ile bağlantısı tespit edilmelidir. Çünkü tüm olaylara egemen olan maddedir. Sosyoloji prensiplerinde olduğu gibi.
Bakara Sûresi / 125-129 ............................................ 455
Hiç kuşkusuz şu husus üzerinde iyice düşünmek bir zorunluluktur: Pozitif bilimlerin sahası, maddenin özelliklerini, bileşimlerini ve doğadaki gelişmelerin ilgi alanlarına giren hususlar üzerindeki etkilerini araştırıp ortaya koymaktır. Bunun adı olgular arası doğal bağlılıktır. Ay-nı şekilde sosyoloji bilimi de sadece toplumsal bağlarla toplumsal gelişmeler arasındaki bağlantıyı inceleyip ortaya koyma durumundadır.
Madde dünyasının, onun doğayı, özelliklerini ve manevî bağlarını kuşatan etkinlik sahasının dışında kalan gerçekler, maddî nitelikli değildirler. Evrensel gelişmelerle ve bizim algılanabilen somut dünyamızla bir ilgileri yoktur. Dolayısıyla bu tür gerçekler pozitif bilimlerin ve sosyolojinin araştırma alanlarının kapsamına girmezler. Sözünü ettiğimiz bilimler bu tür gerçekler hakkında konuşma, onları kanıtlamaya çalışma ya da çürütme güç ve yetkisine sahip değildirler. Pozitif bilimler, bir evin taş ve çamura ihtiyacının olduğundan, binayı yapacak bir ustanın çalışma ve hareketleriyle eve biçim vermesinin gerekliliğinden söz edebilirler. Ya da kara bir taşın nasıl oluştuğunu araştırabilirler. Sosyoloji bilimi de, İbrahim'in Kâbe'yi yapmasına kadarki toplumsal gelişmeleri analiz edebilir. Yani onun yaşam sürecini, Hacer ve İsmail'in hayatını, Tehâme çölünde geçen günleri ve Cürhümoğulları-nın Mekke'ye yerleşmelerini inceleyebilir. Ama söz gelimi, bu taşın cennete veya ateşe mensubiyeti hakkında söz söylemek, bunu inceleme konusu yapmak, hakkında olumlu ya da olumsuz görüş belirtmek, söylenenleri kabul ya da reddetmek bu bilimlerin yetkisinde değildir.
Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in doğal ve maddî nitelikli bazı olguların, bulundukları yerlere Allah katından indirildiklerinden ve bunların tekrar O'nun katına döneceklerinden söz ettiğini gördün. Her şey geldiği yere, yani "Ya cennete ya da cehenneme" dönecektir. Kur'ân-ı Kerim Allah'ın katına çıkan, O'na doğru yükselen, O'na kavuşan amellerden söz ediyor ki, bunlar doğal tutumlardır; varoluşsal gerçeklikten ayrı olarak, toplumsal nitelikli itibarî oluşumlardır. Yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Fakat sizin takvanız O'na ulaşır." (Hacc, 37) Takva ise bir fiildir ya da bir fiilin
456 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
sonucu meydana gelen bir sıfattır. Yüce Allah bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyuruyor: "Güzel söz ona çıkar, iyi amel onu yükseltir." (Fâtır, 10)
Dolayısıyla dinî konular üzerinde çalışma yapan bir araştırmacı, bu ayetler üzerinde düşünmeli ve dini öğretilerin, doğal ve toplumsal bakış açısı bakımından doğal bilimlerle ve sosyolojik verilerle bir ilgilerinin söz konusu olmadığını, dini bilgilerin bundan öte gerçeklere ve anlamlara dayandıklarını anlamalıdır. "Peygamberlerin şerefi, onlara ilişkin ahitler, onlara izafe edilen Kâbe, Hacer'ül-Esved gibi nesnelerin şerefi zahirî bir durum değildir. Yüce Allah'ın üstün kılması, lütfetmesi ile kazanılan manevî bir payedir." şeklindeki değerlendirme, hiç kuşkusuz gerçeğin ifadesidir. Ancak bu sözün gerçekte neyi ifade ettiği iyice anlaşılmalıdır. Söz konusu peygamberlere ve yapılara onur kazandıran bu manevî durum nedir? Eğer bununla, ülke ve ulusların insana yakıştırdıkları başkanlık ve komutanlık, ayrıca gümüş ve altın gibi madenlere izafe ettikleri kıymet, fiyat gibi değerlendirmeler ve anne-baba ve kanun saygısı gibi toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklanan tutumlar kastediliyorsa, bilinmelidir ki, bunlar dünyevî ihtiyaçların zorunlu kılması ile toplum tarafından öngörülen itibarî nitelendirmelerdir. Toplumsal değerlendirme ve vehim dışında bir etkinlikleri söz konusu değildir. Bilindiği gibi herhangi bir toplum, yaşam sürdürmenin zorunlu kıldığı toplumsal hayatın sınırlarını zorlayamaz.
Yüce Allah ise, insanoğlu için baş gösteren bu tür yaşamsal ihtiyaçlardan münezzehtir. Bununla beraber eğer bir peygamberin gerçekliği bulunmayan bu tür bir onurla onurlanması caiz ise, bir evin ya da bir taşın da bu tür bir onura lâyık görülmesi de normal karşılanmalıdır; ama peygamberlerin, Kâbe'nin ve Hacer'ül- Esved'in sahip olduğu şeref, gerçekliği bulunan bir niteliktir. Aydınlık ve karanlık, bilgi ve cehalet, akıl ve ahmaklık arasındaki oranlama kadar reeldir. Çünkü peygamberin varlığının gerçekliği, başkasının varlığının gerçekliği gibi değildir. Bizim yüzeysel duyu organlarımız bunu algılayamazsa da, peygamber fiil ve hüküm olarak yüce Allah'ın kutsal onurlandırmasına lâyıktır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Bakara Sûresi / 125-129 .................................. 457
"Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan canlı-cansız varlıkları, eğlenmek için yaratmadık. Onları sadece hakka dayalı olarak yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (Duhân, 38-39) İleride bunun doğaötesi, madde dışı manevî bir gerçekliğe dönük bir işaret olduğunu açıklayacağız. Bu gerçeklik bir şekilde peygamberler açısından normal bir nitelendirme ise, peygamberlerin dışında Kâbe ve Hacer'ül-Esved gibi nesneler için de normal bir nitelendirme olarak değerlendirilmelidir. Bununla beraber söz konusu manevî gerçeklikler, toplumsal çerçevede belirlenen genel kavramlarla anlatılırlar.
Acaba bu anlayışa sahip kimseler, cennetin altın ve gümüşle süslendirileceğinden, cennet ehlinin bunlarla ödüllendirilip onurlandırılacaklarından söz eden ayetleri ne yapacaklardır? Bilindiği gibi bunların az bulunur olmalarından kaynaklanan kıymetlilikten başka bir onurları yoktur. Şu hâlde cennet halkının bunlarla ödüllendirilip onurlandırılması ile ne kastediliyor? Servet sayılabilecek bir şey cennette ne işe yarar? Malî bir değer toplumsallık sınırları dışında bir anlam ifade etmez ki? Acaba bu tür ilâhî açıklamaların, dinsel bildirimlerin bir amacı, bir hedefi mi vardır? Ve bu hedef gerisinde bulunan sırlar sözel perdelerle mi saklanıyor? Eğer bu tür yakıştırmalar ahiret kaynaklı olgular için olabiliyorsa, dünya kaynaklı olgular için de olmalıdır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'nin bir yerinde Zübeyrî İmam Sadık'tan (a.s) şu açıklamayı rivayet eder: "İmama dedim ki: 'Ümmet-i Muhammed kim-dir?' Dedi ki: 'Muhammed'in (s.a.a) ümmeti özellikle Haşimoğulları-dır.' 'Muhammed'in (s.a.a) ümmetinin sadece senin sözünü ettiğin Ehlibeyti'nin olduğuna ilişkin kanıt nedir?' diye sordum, şöyle cevap verdi: Yüce Allah diyor ki: 'İbrahim İsmail'le birlikte Evin temellerini yükseltiyor. Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin. Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadet yerlerimizi göster, rahmetinle bize dönüp tövbemizi kabul et. Zira tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.' Yüce Allah İbrahim ve İsmail'in bu duasını kabul edince, onların soyundan gelen Müslüman bir ümmet meydana getirdi. Aralarından, yani söz konusu ümmetin içinden bir resul gönderdi. Bu resul onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, onlara
458 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
kitap ve hikmeti öğretiyor. Böylece onun ilk duası ile son duası aynı noktada buluştu."
"Sonra Hz. İbrahim adı geçen ümmet için şirkten arınmışlık ve putlara kulluk sunmaktan uzaklık diledi ki, onlara ilişkin değerlendirmesi doğru olsun ve onlar başkalarına uymak durumunda kalmasın. Bu amaçla şöyle dua etti: "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim, çünkü onlar insanlardan birçoğunu şaşırttılar. Artık bundan böyle kim bana uyarsa o, bendendir; kim bana karşı gelirse şüphesiz sen bağışlayan, esirgeyensin."1 "Bu ayet gösteriyor ki, imamlar ve ümmet-i Muhammed (s.a.a) ancak İbrahim'in soyundan gelenlerden olurlar. 'Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.' ifadesi bunu gösteriyor." [c.1, s.60, h: 101]
Ben derim ki: İmamın ayet-i kerimeden çıkardığı bu sonucun hangi amaca yönelik olduğu gayet açıktır. Çünkü Hz. İbrahim (a.s) özellikle kendi soyundan gelen bir Müslüman ümmet istemiştir. Yine bilindiği gibi duasının devamında şöyle bir ifade vardır: "Rabbimiz! Onlara içlerinden... bir elçi gönder." Şu hâlde Hz. İbrahim'in sözünü ettiği "Müslüman ümmet", Muhammed ümmetidir. Fakat, Hz. Muhammed'in kendilerine gönderildiği ya da Hz. Muhammed'in peygamberliğine inananlar anlamındaki genel ümmet kavramı kastedilmemiştir. Çünkü bu ümmet, İbrahim ve İsmail'in soyundan daha geniş kapsamlıdır. Öyleyse burada İbrahim'in (a.s) soyundan gelen "Müslüman ümmet" kastedilmiştir. Sonra Hz. İbrahim kendisini, soyunu ve oğullarını şirkten ve sapıklıktan uzaklaştırmasını diliyor. İşte bu, "masumiyet"e işarettir.
Yine bilindiği gibi Hz. İbrahim'in ve İsmail'in (a.s) soyunun içinde -ki bunlar Mudaroğullarına ya da özellikle Kureyş kabilesine mensup Araplardı- sapık ve müşrik olanlar vardı. Şu hâlde "oğullarım" ifadesi ile özellikle onun soyundan gelen masumlar kastedilmiştir. Bunlarsa, Hz. Peygamber (s.a.a) ve onun tertemiz Ehlibeyti'dir. Demek ki, Hz. İbrahim'in duasında kastedilen ümmet-i Muhammed (s.a.a) bunlardır. Belki de duanın akışı içinde "soyu" kelimesinin "oğullar" ile yer değiştirmesi bu inceliği vurgulamaya dönüktür. -------
1- [İbrâhîm, 36]
Bakara Sûresi / 125-129 ....................................... 459
Hz. İbrahim'in (a.s) şu sözü de bunu pekiştirir niteliktedir: "Kim bana uyarsa o, bendendir; kim bana karşı gelirse, şüphesiz sen bağışlayan, esirgeyensin." Bu ifadede "ayrıntı" anlamına işaret eden "fa" bağlacı kullanılmıştır ki, bununla tâbi olanların ondan bir parça oldukları dile getirilmiştir. Ötekiler hakkında ise, herhangi bir açıklamaya yer verilmemiştir. Sanki Hz. İbrahim onları tanımadığını, bilmediğini ifade etmek istemiştir. Rivayetteki "Onlar için şirkten arınmışlık ve putlara kulluk sunmaktan uzaklık diledi." ifadesine gelince, burada Hz. İbrahim putlara kulluk sunma saplantısından arınma diliyor; ama bunu sapıklığa götürücü olarak illetlendiriyor. Böylece "arınma" isteğinin her türlü sapıklık için; putlara kulluk sunmak, her türlü şirk ve her türlü günah için dile getirildiği anlaşılıyor. Nitekim Fatiha suresinin, "nimet verdiklerinin yoluna." (Fâtiha, 6) ayetinin tefsirinde de vurguladığımız gibi her günah bir bakıma şirktir. Rivayetteki "Bu da gösteriyor ki, İmamlar ve Müslüman ümmet ancak İbrahim'in soyundan gelenlerden olurlar." ifadesine gelince, burada ayette kastedilen "Müslüman ümmet" ile "İmamlar" ın aynı kimseler oldukları anlatılıyor. Nitekim az önce de bu hususa işaret ettik.
Şayet desen ki: Eğer bu ve benzeri ayetlerde geçen "ümmet" kelimesi ile sayılı birkaç kişi kastedilmişse; söz gelimi: "siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" ifadesinde sadece birkaç insana işaret edilmişse, bu durumda, gerektirici bir unsur söz konusu olmadığı hâlde ifadede mecaz sanatına başvurulduğu anlamı çıkar ki, yüce Allah'ın kitabı için böyle bir şey düşünülemez. Kaldı ki, Kur'ân-ı Kerim'deki hitapların Peygambere (s.a.a) inanan tüm ümmete yönelik ol-masının bir zorunluluk olduğu gerçeğinin kanıta ihtiyacı yoktur.
Buna karşılık olarak derim ki: Hz. Muhammed'in (s.a.a) çağrısına olumlu karşılık verip inanan herkesi kuşatıcı bir kavram olarak "Muhammed ümmeti" deyiminin kullanılması, Kur'ân-ı Kerim- 'in nüzulünden ve İslâm davasının yayılmasından sonraki dönemlere rastlar. Yoksa "ümmet" kavim anlamına gelen bir kelimedir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Seninle beraber olanlardan gelen ümmetlere bizden esenlik ve bereketlerle in. Öyle ümmet-
460 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ler de var ki, onları bir süre yaşatacağız..." (Hûd, 48) Bu kelime bazı ayetlerde de tek bir kişi için kullanılmıştır: "İbrahim bir ümmet idi." (Nahl, 120) Şu hâlde bu kavramın anlamı, kullanıldığı yere ve kimselere göre dar kapsamlı ya da geniş kapsamlı olabiliyor. Dolayısıyla, "Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar..." ifadesiyle, -bir kulun dua makamında dile getirdiği bir istektir, daha önce buna değindik- ancak Peygambere inanan sayılı birkaç kişi kastedilmiştir. Aynı şekilde, "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." ifadesi de söz konusu insanlara verilen büyük nimeti hatırlatma, değerlerini ve konumlarını yüceltme amacına yöneliktir ki, bu durum tüm ümmeti kapsamaz.
Böyle bir ifade, ancak dinin tüm izlerini silip yok etmeye çalışan, dinin büyüklerini öldürmeye yeltenen ümmetin Firavun ve Deccalları-nı da kapsar mı hiç? Bu ayetle ilgili ayrıntılı açıklamaya ilerde inşaallah yer vereceğiz. Aslında bu ayet, yüce Allah'ın İsrailoğullarına yönelik şu sözüne benzer: "Sizi âlemlere üstün kıldım." (Bakara, 47) Karun da onlar arasında yer alıyordu. Ama ayet-i kerime kesinlikle onu kapsamıyor. Yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: "Peygamber de, 'Ya Rabbi! Kavmim, bu Kur'ân'ı terkedilmiş bıraktılar.' dedi." (Furkan, 30) Bu ifade Peygamberin tüm kavmini kapsamaz kuşkusuz. Çünkü onlar arasında Kur'ân ehli kimseler vardır ki, hiçbir ticaret, hiçbir alış veriş onları Allah'ın zikrinden alıkoyamaz.
"Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız." (Bakara, 134) ifadesine gelince, burada hitap Peygambere inanan ya da Peygamberin gönderildiği tüm kavimlere yöneliktir.
Hz. İbrahim'in (a.s) kıssasına, oğlunu ve karısını alıp Mekke'ye getirmesine, ikisinin başından geçen olaylara ve İsmail'in kurban edilmesi hadisesine kadarki sürece bir göz attığımızda, İsmail'in Allah tarafından bağışlanmasını, baba-oğlun birlikte Kâbe'yi yapmaya başlamalarını incelediğimizde, bu kıssanın kelimenin tam
Bakara Sûresi / 125-129 ................................. 461
anlamıyla bir kulluk gösterisi olduğunu görürüz. Burada kul öz yurdundan ayrılıp Rabbinin yakınlarına göç ediyor; uzak diyarlardan koparak yakın yurda sığınıyor; dünyanın çekici süslerinden, lezzet verici nimetlerinden, makam, mal ve evlada yönelik arzu uyandırıcı telkinlerinden yüz çeviriyor; şeytanların vesvese ve desiselerinden sıyrılıp kurtuluyor; tam bir içtenlikle Rabbinin makamına ve ilâhî büyüklük yurduna yöneliyor. Bölüm bölüm bir zincirin halkaları gibi dizilen bu tarihsel kıssa, bir kulun Rabbine yönelik kulluk amaçlı yolculuğunu sunuyor. Bu kıssada kulluk yolculuğunun adabını, kulluğa yaraşır talepleri, huzura varışı ve sevgi törenlerini gözlemliyoruz. Bu kıssada bir samimiyet, bir ihlâs numunesini seyrediyoruz. Üzerinde durup düşündükçe zihnini daha bir aydınlatıyor, yoluna gittikçe artan oranda ışık saçıyor.
Ayrıca, yüce Allah dostu İbrahim'e, insanlar için Kâbe'ye hac ziyaretinde bulunmanın farz kılındığını duyurmasını emrediyor. Şu ayet-i kerime buna işaret ediyor: "İnsanlar içinde haccı ilan et; gerek yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler." (Hacc, 27) Hz. İbrahim'in belirlediği hac kurallarının ayrıntılı olarak bizce bilinmesi imkânsız olmakla beraber, bunlar cahiliye Arapları tarafından uygulanan dinî şiarlardı. Bu durum Resulullah efendimizin (s.a.a) gönderilişine kadar sürdü. O da hac ile ilgili birtakım uygulamalar belirledi. Hz. İbrahim'in koyduğu kuralları kaldırmadı, sadece eksik yönlerini tamamladı. Nitekim şu ayet-i kerime de buna işaret etmektedir: "De ki: Rab-bim, beni doğru yola iletti. Dosdoğru dine, Allah'ın birliği esasına dayanan İbrahim'in dinine." (En'âm, 161) Ulu Allah bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "O size dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyet-tiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı." (Şûrâ, 13)
Her ne ise, Resulullah'ın (s.a.a) belirlediği ihrama girmek, Arafat- ta durmak, Meş'ar'de gecelemek, kurban kesmek, şeytan taşlamak, Safâ ile Merve tepeleri arasında koşmak, Kâbe'yi tavaf etmek, Makam-ı İbrahim'de namaz kılmak gibi hac dönemi sembolik ibadetler, İbrahim Peygamberin kıssasını anlatıyor. Onun ve ailesinin tutum ve davranışlarını bir sahnede somutlaştırıyor. Ne
462 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
güzel, ne temizdir bu tutum ve davranışlar ki, Rablık makamının cezbesine kapılma sonucu ve kulluk makamının zilletinin şuuruyla sergilenmektedir.
Hac dönemine özgü sembolik ibadetler -bunları fiilen uygulayarak bize öğreten peygamberlere salât ve selâm olsun- büyük peygamberlerin Rableri karşısındaki konumlarını yansıtan tablolardır; Allah'a yakınlık ve yaklaşmışlık yurduna doğru gerçekleştirdikleri yolculuğun başlangıç ve sonunu somutlaştıran somut manzaralardır. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 21) Hac dönemine özgü ibadetlerin temel niteliği budur.
Hac dönemine özgü sembolik ibadetlerin hükümlerini, konuluş ve yasallaştırılışlarının sırlarını açıklayıcı rivayetlerde, meselenin bu yönüne ilişkin anlamın birçok kanıtı vardır. İyi bir gözlemci bunları rahatlıkla tespit edebilir.
Bakara Sûresi / 130-134 ................................. 463
130- Nefsini ahmaklaştırandan başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik. Ahirette de o, iyilerdendir.
131- (İbrahim'i seçtik) o zaman ki Rabbi ona, "İslâm ol." demişti. O da, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." demişti.
132- İbrahim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti, Yakub da: "Oğullarım, (dedi) Allah şüphesiz sizin için o dini seçti, sizler de Müslüman olmayanlar olarak ölmeyin."
133- Yoksa Yakub'a ölüm gelip çattığı zaman orda mı idiniz? O zaman Yakub oğullarına, "Benden sonra neye tapacaksınız?" dedi. Dediler ki: "Senin Allah'ın, babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek ilâha tapacağız. Biz, O'na teslim olanlarız."
134- Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız kendinizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.
464 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"Nefsini ahmaklaştırandan başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir?" "Rağbet" mastarından türeyen fiil "an" edatı ile geçişli hâle getirildiği zaman, "yüz çevirme, nefret etme, kaçınma" anlamını ifade eder. Bu fiil "fî" edatı ile geçişli hâle getirilince de, "is-teme ve meyletme" anlamını ifade eder. İfadenin orijinalinde geçen "sefihe" fiili ise hem geçişli, hem de geçişsiz olarak kullanılabilir. Bu yüzden bazı tefsir bilginleri, "nefsehu" kelimesini "sefihe" fiilinin mefulü, bazıları da onun "meful" olmadığını, "temyiz" olduğunu söylemişlerdir.
Her iki durumda da ifadenin anlamı şudur: "İbrahim'in dininden yüz çevirmek nefsin ahmaklığının, kendisine yararlı ve zararlı olan şeyleri birbirinden ayırt edemeyişinin göstergesidir." Bu ayete bakarak şu hadisin verdiği mesajı daha net anlıyoruz: "Akıl, insanı Rahman'a kulluk sunmaya yöneltir."
"Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik." İfadenin orjinalinde geçen "istafâ" fiili bir şeyin özünü almak, onu karıştığı başka unsurların arasından seçip çıkarmak demektir. Bu anlam, velâyet makamları göz önünde bulundurularak samimi kullukla uyuşmaktadır. Yani kul, tüm davranışlarında, kulluğunun gereklerini yerine ge-tirmelidir. Bütünüyle Rabbine teslim olup, sırf sahibinin buyrukları doğrultusunda hareket etmelidir. Bu da her işte dini kuralları uygulamakla gerçekleşir. Çünkü din, dünya ve ahiretle ilgili meselelerde uyulacak kulluk prensiplerini içerir. Dinin öngördüğü hayat biçiminde, kulun Rabbinin kendisine emrettiği ve hoşnut olduğu her hususu eksiksiz yerine getirmesi bir zorunluluktur. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah katında din, İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19)
Açıkça görülüyor ki, seçme (istıfâ) makamı İslâm makamının aynısıdır. Yüce Allah'ın şu sözü bu tespitimizin tanığıdır: "o zaman ki Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." Görüldüğü gibi zarf [iz=o zaman ki], yüce Allah'ın "is-tefeynâhu=onu seçtik" sözüne taalluk ediyor. Bu durumda şöyle bir sonuç elde ediliyor: Onun seçilmesi, yüce Allah'ın ona, "İslâm ol." demesi, onun da, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." demesi sırasında gerçekleşmiştir. Buna göre, "Rabbi ona, 'İslâm
Bakara Sûresi / 130-134 ................................ .. 465
ol' demişti. O da 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." ifadesi, "biz onu seçmiştik." ifadesinin açıklaması niteliğindedir. Ayette birinci şahıs konuşurken birden üçüncü şahıs devreye giriyor ve o anlatmaya başlıyor: "Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti." deniyor da, "Biz ona, 'İslâm ol.' demiştik." şeklinde bir ifade kullanılmıyor. Bu sanatın (iltifat sanatının) bir örneği de Hz. İbrahim'den aktarılan sözündeki hitaptan üçüncü şahsa yöneliştir. Hz. İbrahim, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." diyor da, "Sana teslim oldum." demiyor.
Birinci ifade tarzı değişikliğindeki incelik şudur: Bu konu bir sırdı ve Rabbi ona bu hususu gizlice başbaşa bulundukları bir sırada açıyordu. Hiç kuşkusuz kendisine hitap edilen dinleyici ile konuşmacı arasında bir iletişim vardır. Konuşmacının hazır bulunma niteliği ortadan kalkınca muhatap da onun karşısındaki konumunu kaybeder. Onunla konuşmacının bulunduğu durum arasına bir perde gerilmiş olur. Bu da, kıssanın, sıcak bir ortamda ve halvet anında geliştiğini gösterir.
İkinci ifade tarzı değişikliğindeki incelik ise şudur: "Rabbi ona demişti ki..." ifadesi, ona özgü kılınan lütfu dile getiriyor ve gizlice sır açma durumunun devam ettiğini gösteriyor. Fakat yüce Rabbin huzurunda bulunma edebi, Hz. İbrahim gibi üzerinde alçak gönüllülüğün izlerini, mütevazılık damgasını taşıyan bir kulun kendisini böyle bir konumda görmemesini gerektiriyor. Hz. İbrahim bu göz kamaştırıcı makamda kendisini yakınlık şerefine nail olmuş, karşılıklı konuşma onuruna özgü kılınmış özel biri gibi görmüyor; tersine kendini başkasının malı, düşkün kullardan biri olarak görüyor ve tüm âlemlerin sığındığı yüce Rabbe teslim oluyor; "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." diyor.
İslâm, istislâm ve teslim kelimeleri, aynı anlamı ifade ederler ve "silm" kökünden türemişlerdir. İki şeyden biri ötekisine isyan etmez, onu reddetmez konumda ise ona islâm olmuş/istislâm etmiş/teslim olmuş demektir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Hayır, kim özünü AIlah'a teslim ederse..." (Bakara, 112) "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve ben müşriklerden değilim." (En'âm, 79) Bir şeyin yüzü, sana yönelen tarafıdır. Yüce Allah açısından ise, bir şeyin yüzü, onun tüm varlığı-
466 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
dır. Dolayısıyla insanın Allah'a İslâm (teslim) oluşu, Allah karşısında boyun eğmesinin ve O'nun öngördüğü evrensel hükümlerin, kazâ ve kaderin, emir ve yasak nitelikli yasamaları ve buna benzer hususları kabul etmesinin niteliğidir. Bu yüzden, İslâm'ın dereceleri, mertebeleri vardır:
Birincisi: İlâhî emir ve yasakları, kelime-i şahadet getirerek zâhiren kabul etmek anlamında İslâm. Kalbin bu kabulü onaylaması ya da reddetmesi dış görünüş açısından bir değişiklik arzetmez. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Bedeviler, 'İnandık.' dediler. De ki: Siz inanmadınız, fakat 'İslâm olduk.' deyin. Fakat henüz iman kalplerinize girmedi." (Hücürât, 14) Bu anlamıyla İslâm'dan sonra imanın ilk mer-tebesi geliyor. Bu mertebe; şahadet cümlelerinin gereklerini toplu olarak kalben benimsemeyi ve ayrıntı niteliğindeki amellerin büyük çoğunluğunu yerine getirmeyi öngörür.
İkincisi: İmanın ilk mertebesinden sonra gelen İslâm. Bu hak nitelikli inanç prensiplerini tüm ayrıntıları ve buna bağlı salih amelleri kalben benimseyip uygulamak üzere teslim olmaktır. Bazı ayetlerde yer alan bu mertebeye ilişkin işaretleri şöylece sıralayabiliriz: Ulu Allah muttakileri tanımlarken şöyle buyuruyor: "Onlar ayetlerimize inanmış ve Müslüman olmuş idiler." (Zuhruf, 69) Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, hepiniz birlikte İslâm'a girin." (Bakara, 208)
Şu hâlde, İslâm'ın imandan sonra gerçekleşen bir mertebesi vardır ve bu, birinci mertebeden farklı bir konumdur. Bu konumdaki "İslâm"ın ardından "iman"ın ikinci mertebesi gelir. Bu, dinî gerçeklere ayrıntılı olarak inanma mertebesidir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Müminler onlardır ki, Allah'a ve Resulüne inandılar, sonra şüphe etmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte doğru olanlar onlardır." (Hücürât, 15) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, size, sizi acı azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve Resulüne inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız." (Saff, 10- 11) Bu ayette müminler inanmaya davet ediliyorlar. Şu hâlde imandan ayrı bir iman mertebesi vardır.
Bakara Sûresi / 130-134 .................................. 467
Üçüncüsü: İkinci iman mertebesinin ardından gelen İslâm. İnsan nefsi, sözünü ettiğimiz imana alışıp bu mertebenin öngördüğü ahlâkî özellikleri karakteristik özellikler olarak edinince ve iman kendisinin ayrılmaz bir özelliği hâline gelince, sahip bulunduğu tüm hayvansal özellikler ve yırtıcı nitelikler, kısacası dünyanın çekici süslerine, fani ve geçici zevklerine eğilimli tüm güçler imanın kontrolüne girer ve bu aşamada insan Allah'ı görür gibi O'na ibadet eder. Çünkü o, her ne kadar Allah'ı göremezse de kuşkusuz Allah onu görüyordur.
Bu aşamada insanın içinde ve zihninde Allah'ın emir ve yasaklarına uymayan ya da onun kaza ve kaderine rıza göstermeyen hiçbir duygu, hiçbir eğilim bulunmaz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da senin verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisâ, 65) İslâm'ın bu mertebesini üçüncü bir iman mertebesi izler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Müminler kurtuldular... Onlar ki, boş şeylerden yüz çevirirler." (Mü'minûn, 1-3) "Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." ayeti de bu aşamaya ilişkin bir mesaj içermektedir. Bunun gibi daha birçok örnek verilebilir. İkinci ve üçüncü mertebeler, bir mertebe olarak da değerlendirilebilirler. Rıza, teslimiyet, karşılık beklemeksizin iyilikte bulunma, Allah uğrunda eziyet çekerken sabretme, tam anlamıyla dünya çekiciliğinden soyutlanmışlık, arınmışlık, Allah için sevme ve Allah için buğz-etme gibi üstün nitelikli ahlâkî özellikler, bu mertebenin gerekleridir. Dördüncüsü: İmanın üçüncü mertebesinden sonra gelen İslâm mertebesi. Bir önceki aşamada insanın Rabbi karşısındaki durumu, kölenin sahibi karşısındaki durumu gibidir ve kulluğunun gereklerini, eksiksiz yerine getirir. Bu, sahibin arzusuna, sevdiğine ya da buğzet-tiğine katışıksız, itirazsız teslimiyettir. Yüce Allah'ın mülkü açısından, yaratıklar için durum daha dehşet vericidir. Çünkü gerçek mülk budur. Hiçbir şey ne zat, ne sıfat, ne de fiil olarak bu mülkten bağımsız değildir. Zaten yüce Allah'ın ululuğuna yaraşan da budur.
468 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bir önceki teslimiyet aşamasında bulunan insan, Rabbanî inayete kavuşabilir ve çıplak gözle, mülkün ve egemenliğin sırf Allah- 'a ait olduğunu, O'nun dışında hiç kimsenin kendisi hakkında en ufak bir yetkiye, en ufak bir malikliğe sahip olmadığını, O'nun dışında bir rabbi olmadığını görür. Bu, ilâhî bağışa, Rabbanî lütfa bağlı bir mertebedir. Bu hususta insan iradesinin bir etkinliği söz konusu değildir. Yüce Allah'ın, "Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadetlerimizi göster." sözünde İslâm'ın bu mertebesine işaret edilmiş olsa gerektir. Çünkü yüce Allah'ın, "Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." sözünde varoluşsal değil, yasamaya ilişkin bir emrin söz konusu olduğu açık seçik ortadadır. Şu hâlde İbrahim kendi isteğiyle, Rabbinin çağrısına uyarak, O'nun buyruğunun gereğini yerine getirerek Müslüman olmuş birisiydi.
Yukarıdaki emir, onun ömrünün ilk dönemlerinde kendisine yöneltilmemişti. Dolayısıyla onun ömrünün son dönemlerinde oğluyla birlikte İslâm'ı ve ibadetlerinin gösterilmesini istemesi, elinde olmayan bir şeyi istemesidir ya da sahip olmadığı bir hususa kalıcılık, süreklilik dilemesidir. Öyleyse, bu ayette Hz. İbrahim'in istediği İslâm, bu mertebeye tekabül eden İslâm'dır. Bu anlamdaki bir İslâm'ı dördüncü bir iman mertebesi izler. Bu mertebe, söz konusu duygunun tüm durumları ve fiilleri kapsamasından ibarettir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "İyi bil ki, Allah'ın velilerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar ki, inandılar ve sakındılar." (Yûnus, 62-63)
Sözünü ettiğimiz bu mertebeye ulaşan müminler hiçbir şeyin Allah'tan bağımsız olmadığına, Allah'ın izni olmadan hiçbir sebebin etkili olamayacağına kesin bilgiye dayalı olarak inanmak zorundadırlar ki, baş gösteren kötülüklerden dolayı üzüntüye kapılmasınlar, muhtemel bir tehlikeden korkmasınlar. Yoksa, böyle olmaları bir anlam ifade etmez. Hiçbir şey onları korkutmamalıdır, hiçbir meseleden dolayı üzülmemelidirler. Bu tür bir iman son olarak değindiğimiz İslâm mertebesinden sonra gerçekleşir. Artık konuyu anlamış olmalısın.
Bakara Sûresi / 130-134 .................................. 469
"Ahirette de o, iyilerdendir." Ayetin orijinal metninde geçen "salihîn" kelimesinin mastarı olan "salâh" kelimesi, bir çeşit liyakat anlamını ifade eder. Bu deyim Kur'ân-ı Kerim'de kimi zaman insanın ameli, kimi zaman da nefsi ve kişiliği için kullanılır. Bu hususla ilgili olarak şu ayet-i kerimeleri örnek verebiliriz: "...salih amel işlesin." (Kehf, 110) "İçinizden bekârları ve köle ve cariyelerinizden salihleri evlendirin." (Nûr, 32)
Kur'ân-ı Kerim'de "salih amel"e ilişkin açıklayıcı bir bilgi verilmiş olmamakla birlikte, bu kavramın anlamını açıklığa kavuşturan sonuçlar ona izafe edilerek açıklama yönüne gidilmiştir. Buna göre, bir amel, Allah rızasına yönelik olduğu için salihtir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rablerinin rızasını arzu ederek sabrederler." (Ra'd, 22) "Yalnız Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla infak edersiniz." (Bakara, 272) Bazı ameller sevaba yol açtıkları için salih amel kategorisine girerler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnanan ve sa-lih amel işleyen kimse için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır." (Kasas, 80)
Kimi ameller, Allah'ın katına çıkmakta olan güzel sözü yükselttikleri için salih amel niteliğini kazanırlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Güzel söz O'na çıkar, salih amel onu yükseltir." (Fâtır, 10) Söz konusu amele intisap edilen bu sonuçlara göre, amelin salihliği, onu hazırlayan ve üstünlük kisvesine bürünmesini sağlayan bir anlamdan, manevî bir unsurdan kaynaklanır. Bu anlam, güzel sözün yüce Allah'a ulaşması için arkadan bir destek ve yardım işlevini görür. Yüce Allah şöyle buyuruyor "Fakat sizin takvanız O'na ulaşır." (Hacc, 37) "Hepsine, onlara da, bunlara da Rabbinin vergisinden imdat ederiz. Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir." (İsrâ, 20) Buna göre yüce Allah'ın bağışı ve ihsanı biçim ve salih amel de madde konumundadır.
Kişilik ve nefis salihliği ile ilgili olarak da şöyle buyuruyor yüce Allah: "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır!" (Nisâ, 69) "Onları rahmetimize soktuk, çünkü onlar salihlerdendi." (Enbiyâ, 86) Yüce Allah bir ayet-i kerimede de Hz. Süleyman'ın şu sözlerini aktarır: "Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat." (Neml, 19) "Lut'a da hüküm ve i-
470 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
lim verdik... ve onu rahmetimizin içine soktuk. Çünkü o, salihlerden idi." (Enbiyâ, 74-75)
Hiç kuşkusuz, "salâh" kavramından maksat, yüce Allah'ın her şeyi kuşatan genel rahmeti ile özellikle müminlere özgü olan rahmeti değildir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Rahmetim ise her şeyi kaplamıştır. Onu, sakınanlara yazacağım." (A'râf, 156) Şu hâlde sözünü ettiklerimiz, yani salihler, muttaki müminlerden oluşan özel bir gurupturlar. Rahmetin de bir kısmı vardır ki, genelin içinde sadece özel bir grubu kapsar. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder." (Bakara, 105) Burada "velâyet" onuruyla onurlandırma da kast edilmemiştir. Ki bu, yüce Allah'ın kulunun işlerini doğrudan üstlenmesi demektir. Eğer salihler bu onura erişirlerse, "Bizi doğru yola ilet." (Fâtiha, 6) ayetinin tefsirinde de vurguladığımız gibi ikram olunmuş evliyalar kategorisine girerler. İlgili ayetlerin tefsirinde bu hususla ilgili detaylı bilgi vereceğiz. Fakat, velilik sıfatı salihlerle, peygamberler, doğrular ve şehitlerin ortak özelliğidir. Şu hâlde salihlerin diğer guruplardan bağımsız bir topluluk olarak değerlendirilmesi isabetli olmaz. Evet, rahmetin kapsamına girmek yani genel anlamda azaba karşı güvencede olmak "salih"liğin bir sonucudur. Nitekim her iki durum birlikte cennet için söz konusu edilmiştir: "Rableri onları rahmetine (yani cennetine) sokar." (Câsiye, 30) Bir ayette de şöyle buyuruluyor: "Orada (yani cennette) güven içinde her meyveyi isterler." (Duhân, 55) "Onu rahmetimizin içine soktuk." (Enbiyâ, 75) ayeti ile "Hepsini de salihlerden yaptık." (Enbiyâ, 72) ayeti üzerinde düşündüğün zaman, fiilin yüce Allah'a izafe edildiğini göreceksin, kula değil. Aynı şekilde, yüce Allah'ın sevap ve şükrü amel ve çabanın karşılığı olarak gündeme getirdiğini, kişisel salihliğinse bir ilâhî lütuf olduğunu ve bunun amelle ve istemekle bir ilgisinin bulunmadığını da anlayacaksın. Böylece "Orada istediklerini bulurlar." (Kaf, 35) ayeti ile kastedilen anlam açığa kavuşmuş oluyor. Bu ayette vurgulanan ödül salih amelin karşılığıdır. "Katımızda daha fazla da var." (Kaf, 35) ifadesinde işaret edilen nimetinse salih amelle bir ilgisi
Bakara Sûresi / 130-134 .................................. 471
yoktur. İnşaallah bu ayeti ele aldığımız zaman konuya ilişkin ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Aynı şekilde Hz. İbrahim'in üstün konumunu düşündüğün zaman ve onun bir nebi, bir resul, insanlık tarihinde çığır açan (ulu'lazm) peygamberlerden biri, bir imam, kendisinden sonra gelen birçok nebi ve resulün öncüsü ve "Hepsini salihlerden yaptık." ayet- i kerimesinin tanıklığıyla bir salih olduğunu göz önünde bulundurduğun zaman -ki, o kendisine bahşedilen bu salihlik niteliğinde birçok peygamberlerden daha ileri, daha üstün bir konumdadır- göreceksin ki, o, bütün bunlara rağmen salihlere katılma dileğinde bulunuyor. Görüldüğü gibi, burada ondan daha ileri, daha üstün bir konuma sahip salih bir topluluk vardır ve Hz. İbrahim kendisinden ileri olan bu topluluğa katılma isteğini dile getiriyor. Yüce Allah kitabının üç yerinde vurguladığı gibi onun bu dileğini ahirette kabul etmiştir. "Biz onu dünyada beğenip seçmiştik; ahirette de o, salihlerdendir." (Bakara, 130) "Ona dünyada karşılığını verdik. Şüphesiz o, ahirette de salihlerdendir." (Ankebût, 27) "Ona dünyada güzellik vermiştik. O, ahirette de salihlerdendir." (Nahl, 122) Hz. İbrahim'in bu konumu üzerinde gereği gibi düşünecek olursan, "salihlik" statüsünün de çeşitli mertebelerinin bulunduğunu ve bazı mertebelerin diğer bazısından daha üstün olduğunu anlarsın. Bu yüzden Hz. İbrahim'in (a.s) yüce Allah'tan kendisini Hz. Muhammed (s.a.a) ve tertemiz Ehlibeyti'ne katmasını istediğini, bu isteğinin dünyada değil de, ahirette kabul edildiğini duyduğun zaman bunu tuhaf karşılamayacaksın.
Dikkat edilirse, Hz. İbrahim salihlere katılma isteğinde bulunuyor; Hz. Muhammed ise, kendisinin bu niteliğe sahip bulunduğunu duyuruyor. Ulu Allah buyuruyor ki: "Benim velim, kitabı indiren Allah'tır. O salihlerin koruyuculuğunu yapar." (A'râf, 196) Bu ayetten açıkça anlaşıldığı gibi Resulullah Allah'ın velisi olduğunu dile getiriyor. Dolayısıyla Resulullah'ın (s.a.a) "salihlik" niteliğine sahipliği ayettin ifadesi ile kesinlik kazanıyor. Hz. İbrahim (a.s) ise "salihlik" statüsü bakımından kendisini geriye bırakmış bazı salih kimselere katılma isteğinde bulunuyor. İşte Hz. İbrahim'in istediği "salihlik" Resulullah efendimizin (s.a.a) sahip bulunduğu bir niteliktir.
472 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"İbrahim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti." Yani dini vasiyet etti.
"ölmeyin." İnsanın isteğine bağlı bulunmayan ölüm olgusuna ilişkin bir nehiy ifadesi. Şu hâlde buradaki teklif, isteğe bağlı bir hususa ilişkindir. İsteğe bağlı bir meseleye dönüktür. Bu durumda ayeti şöyle anlamlandırabiliriz: "Ölümün sizi İslâm üzere olmadığınız bir durumda yakalamasından sakınınız. Yani, her zaman Müslüman olunuz ve İslâm'ın gereklerini yerine getiriniz ki, ölümünüz bu hâl üzere olduğunuz bir sırada gerçekleşsin." Bu ayette de tüm zamanlar için geçerli olan dinin İslâm olduğuna yönelik bir işaret vardır. Nitekim ulu Allah başka bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19)
"Babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı..." Bu ifadenin orijinalinde geçen "eb=baba" kelimesi dede, amca ve baba için kullanılmıştır ve bunun babaların çoğunlukta oluşundan ???(306) kaynaklandığına ilişkin bir işaret de söz konusu değildir. İleride değineceğimiz gibi, bu ayet, Hz. İbrahim'in Azer'e baba deyişinin nedenini açıklayıcı niteliktedir.
"tek ilâha" Bu kısa ve öz ifadede bazı gerçekler vurgulanmaktadır. "Senin ilâhın ve babalarının ilâhı" deniyor. Bu ifade onun ilâhının, babalarının ilâhından ayrı olduğuna ilişkin bir kuruntunun zihinlerde uyanmasını önleme amacına yöneliktir. Putçuların birçok tanrı edinmeleri gibi bir durumla benzerlik oluşturmamak içindir. "Biz ona teslim olanlarız." Bu ifade ibadet sistemini açıklayıcı niteliktedir. Yani, nasıl uygun düşerse, öyle ibadet edilmez. Tersine, İslâm sisteminin öngördüğü ölçüler içinde ibadet etmek bir zorunluluktur. Bu ayetten çıkan sonuca göre, İbrahim'in dini İslâm'dır ve bu din ondan İshak, Yakup ve İsmail'e, İsrailoğullarına ve İsmailoğullarına, kısacası tüm İbrahim soyuna miras kalmıştır. Bu din İslâm'dır, başka değil. Bu, İbrahim'in Rabbinden getirdiği dindir. Dolayısıyla hiç kimsenin bu dini terk etmesini, bundan başka bir dine insanları çağırmasını haklı kılacak bir gerekçesi yoktur.
Bakara Sûresi / 130-134 .................................. 473
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'nin bir yerinde Semaa, İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Harem bölgesi için Kâbe hangi konumda ise, İslâm açısından iman da o konumdadır. Bir insan Harem'de olabilir, ama Kâbe'de olmayabilir. Harem'de olması onun Kâbe'de olduğu anlamına gelmez." [c.2, s.28, h: 2]
Yine aynı eserde belirtildiğine göre, Semaa İmam Sadık'tan (a.s) şu açıklamayı aktarmıştır: "İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmek, Allah'ın Resulünü doğrulamaktır. Bunun gerçekleşmesi ile birlikte, söz konusu kişinin kanı dokunulmazlık statüsünü kazanır. Nikah ve miras işlemleri bu esasa dayalı olarak gerçekleştirilir. İnsan topluluğu bu ifade doğrultusunda tanımlanır. İman ise, doğru yol üzere olmadır. İslâm'ın kalplere yerleşmiş yansımasıdır." [c.2, s.25, h: 1]
Ben derim ki: Aynı mesajı içeren başka rivayetler de vardır.1 Bunlar, bundan önce İslâm ve imanın birinci mertebesine ilişkin açıklamalara yönelik birer işaret niteliğindedirler.
el-Kâfi'de, el-Barkî'nin Hz. Ali'den (a.s) şu sözleri rivayet ettiği belirtilir: "İslâm, teslim olmak demektir. Teslim olmak ise, kesin bilgiye dayalı bir boyun eğme eylemidir." [c.2, s.45, h: 1] Yine aynı eserin bir yerinde Kahil'in, İmam Sadık'tan (a.s) şu sözleri rivayet ettiği belirtilir: "Bir topluluk, ortak koşmaksızın sırf Allah'a kulluk ederse, namaz kılar, zekât verir, hacca gider ve Ramazan ayında oruç tutarsa, sonra kalkıp yüce Allah'ın ya da Resulünün yaptığı bir şey için, 'Bunun tersine olan bir şeyi yapsaydı ya!' derse ya da böyle bir düşünceyi kalbinden geçirirse, bunlar müşrik olurlar." [c.2, s.398, h: 6]
Ben derim ki: Sunduğumuz bu iki rivayet, İslâm ve imanın üçüncü mertebesine yönelik işaretler içermektedirler.
Bihar'ul-Envar adlı eserde İrşad-ı Deylemî'den naklen, iki değişik rivayet zinciriyle miraçla ilgili olarak şöyle rivayet edilir. "Yüce Allah şöyle dedi: 'Ey Ahmed, bilir misin hangi yaşayış esenli ve hangi hayat kalıcıdır?' Peygamberimiz (s:â.a) dedi ki: 'Hayır, Allah- 'ım.' Allah dedi ki: Esenli ve rahat yaşayış odur ki, kişi beni an- ------- 1- [Usûl-i Kâfi, c.2, s.25, bab:15]
474 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
maktan geri kalmaz ve hiçbir zaman nimetlerimi unutmaz. Hakkımı bilmemezlik etmez. Gece gündüz benim hoşnutluğumu ister." "Kalıcı hayat ise şudur: Kişi kendisi için amel eder. Sonunda dünya onun yanında önemsizleşir, gözünde değer kaybına uğrar. Ahiret ise, önem kazanmaya başlar. Benim isteğimi kendi arzusuna tercih eder. Benim hoşnutluğumu arar. Nimetlerimin hakkını önemser. Kendisine yaptıklarımı anar. Gece-gündüz, işlediği her kötülük ve günah esnasında beni gözetler. Kalbini benim hoşlanmadığım her şeyden arındırır. Şeytandan ve onun vesveselerinden nefret eder. Kalbi üzerinde İblis'e bir otorite imkânı, bir etkinlik fırsatı tanımaz. Kişi bu düzeye gelince, kalbine bir sevgi yerleştiririm. Artık onun kalbi, boş ve dolu zamanı, bütün derdi ve konuşması, yarattığım canlılar arasında, sevgimin kapsamına aldığım kimselere yönelik nimetimle ilgili olur." "Kalbinin gözünü ve kulağını açarım. Artık kalbi aracılığı ile dinler, ululuğuma ve yüceliğime bakar. Ona dünyayı daraltırım, dünya zevklerinden nefret etmesini sağlarım. Bir çobanın, sürüsünü öldürücü otlaklardan sakındırdığı, gibi, onu dünya ve dünyalık ilgilerden sakındırırım. Böyle olunca da insanlardan kaçar, geçicilik yurdundan kalıcılık yurduna, şeytanın yurdundan Rahman'ın yurduna taşınır. Ey Ahmed, hiç kuşkusuz onu etkileyici bir heybet, göz kamaştırıcı bir azametle süslerim. İşte esenli, rahat yaşayış ve kalıcı hayat budur. Budur hoşnutların makamı." "Benim rızam doğrultusunda hareket edene üç karakteristik özellik bahşederim. Ona cehalet karışmamış bir şükür, unutkanlık buluşmamış bir zikir ve yaratıklara yönelik sevgiyi bana yönelik sevginin üstüne çıkarmayan bir sevgi duygusunu veririm. Gecenin karanlıklarında ve gündüzün aydınlığında onun sırdaşı ben olurum. O kadar ki, yaratıklarla konuşmaya son verir. Onlarla birlikte oturmaz." "Ona kendi sözümü ve meleklerimin sözlerini işittiririm. Bütün yaratıklarımdan gizlediğim sırrı ona bildiririm. Ona bir hayâ elbisesi giydiririm ki, bütün yaratıklar ondan utanır. Yeryüzünde günahları bağışlanmış biri olarak yürür. Kalbini uyanık ve basiretli yaparım."
Bakara Sûresi / 130-134 .................................. 475
"Ne cennet, ne de ateş ona gizli kalır. Kıyamet günü insanların yaşayacakları dehşeti ve korkuyu ona bildiririm. Zenginlerin, yoksulların, cahillerin ve âlimlerin ne şekilde sorguya çekileceklerini ona söylerim. Onu kabrinde uyuturum. Onu sorguya çekmek üzere Münker ve Nekir adlı melekleri kabrine indiririm. Ölüm hüznünü, kabir ve lahit karanlığını görmez, başını kaldırıp da cehennemi görenlerin dehşetini yaşamaz. Sonra terazisini kurar, onu teker teker okumasını sağlarım. Onunla kendim arasında bir tercüman koymam. İşte sevilenlerin nitelikleri bundan ibarettir. Ey Ahmed, bütün dertlerin bir tek dert olsun. Dilin tek bir dil olsun ve bedenin hiçbir zaman gaflet etmeyen diri, yaşayan bir beden olsun. Benden gafil olanın, hangi vadide helâk olduğuna bakmam." [Bihar'ul- Envar, c.77, s.21, h: 6]
Bihar'ul-Envar adlı eserde belirtildiğine göre, el-Kâfi, el-Meani, Nevadir'ür-Ravendî adlı eserlerde değişik rivayet zincirleri ile İmam Sadık ile İmam Kazım'ın (onlara selâm olsun) şöyle dedikleri rivayet edilir (Buraya aldığımız metin, el-Kâfi'de yer alan metindir): "Bir gün Resulullah efendimiz (s.a.a) Harise b. Malik b. Numan el-Ensari'ye rastladı ve ona şöyle dedi: 'Nasılsın, ey Harise b. Malik b. Ensarî?' 'Ya Resulallah, gerçek bir müminim.' dedi. Resulullah, 'Her şeyin bir gerçekliği vardır. Senin sözünün gerçekliği nereden geliyor?' dedi. Harise, 'Ya Resulallah! Nefsimi dünyadan kopardım, geceleri uyanık kaldım. Gündüzün kavurucu sıcaklığında susuz kaldım. İnsanların hesabını görmek üzere konulmuş gibi Rabbimin arşını seyrediyor gibiyim. Cennette birbirlerini ziyaret eden cennet ehlini görür gibiyim. Cehennem ehlinin ateşteki çığlıklarını duyuyor gibiyim.' dedi. Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: İşte, yüce Allah'ın kalbini aydınlattığı bir kul. [Ey Harise,] basiret gözün açılmış, devamlı bu durum üzere kalmaya gayret et." [Bihar'ul-Envar, c.67, s.287, h: 9]
Ben derim ki: Bu iki rivayet, daha önce sözünü ettiğimiz İslâm ve imanın dördüncü mertebelerine işaret etmektedir. Bu iki rivayetin içerdiği anlamın özelliklerini içeren ve değişik kanallardan aktarılan birçok hadis vardır. İnşaallah bu kitapta zaman zaman bu hadislerin bir kısmını ele alma imkânını buluruz. Daha sonra açıklayacağımız gibi, bu tür hadislerin içeriklerini destekleyen ayetler de vardır.
476 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bil ki, İslâm ve iman mertebelerinden her birinin karşıtı olarak bir küfür ve şirk mertebesi vardır. Bilindiği gibi İslâm ve imanın anlamı zayıfladığı ve bu iki anlamın öngördüğü çizgide hareket etme çabası azaldığı oranda bu mertebelerin karşıtı olan küfür ve şirkten kurtulmak o derece güçleşir. Yine bilindiği gibi İslâm ve imanın tüm aşağı düzeyli mertebeleri, üst mertebelere tekabül eden küfür ve şirk olgularının ve sonuçlarının görülmesini önleyemezler. Bu iki temel ilkenin ayrıntısı olmak üzere şunu diyebiliriz: Kur'ân ayetlerinin batınî anlamları vardır ve bu anlamların ilgili oldukları hususlarla, bu ayetlerin zahirî anlamları ilgili olmazlar. Şimdilik bunu bu şekliyle bilmen yeterlidir. İleride ayrıntılı bilgi vereceğiz. Tefsir'ul-Kummî'de, "katımızda bundan fazlası var." ifadesi ile ilgili olarak İmam'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Yani Allah'ın rahmetine bakmak vardır."
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, Resulullah efendimizin (s.a.a) şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah buyuruyor ki: Salih kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbinin hatırına gelmeyeceği nimetler hazırladım." Ben derim ki: "Salihlik" kavramının anlamını açıklarken, bu iki rivayetin işaret ettikleri gerçeği de açıklığa kavuşturmuş olduk. Doğruya ileten Allah'tır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de yer alan bir rivayete göre, İmam Bâkır (a.s) "Yoksa siz, Yakub'a ölüm gelip çattığı zaman orada mı idiniz?" ifadesiyle ilgili olarak: "Bu ayet, zamanın imamı için de geçerlidir." demiştir. [c.1, s.61, h: 102]
Ben derim ki: es-Safi adlı eserde bu rivayetle ilgili olarak şöyle deniyor: "Belki de İmam'ın maksadı, Muhammed'in soyundan olan imamlardır. Çünkü onların her biri, ölüm anında Yakub'un oğullarına yönelik tavsiyesini kendi oğullarına ederler, onlar da Yakub'un oğullarının cevaplarını verirler.
Bakara Sûresi / 135-141 ............................................... 477
135- "Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız." dediler. De ki: "Hayır, İbrahim'in hanif dini(ne uyarız). O, müşriklerden değildi."
136- Deyin ki: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İshak'a, Yakub'a ve Yakub'un oğullarına indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilene ve peygamberlere Rablerinden verilene inanırız. Onlardan hiçbiri arasında ayrılık gözetmeyiz ve biz sadece O'na teslim olmuşlarız."
478 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
137- Eğer sizin inandığınız gibisine inanırlarsa, doğru yo-lu bulmuş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar anlaşmazlık içindedirler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilendir.
138- Allah'ın boyası(dır bu verilen); Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz.
139- De ki: "Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz? O, hem bizim, hem de sizin Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz yalnız O'na gönülden bağlanırız."
140- Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi yahut Hıristiyan olduklarını mı sanıyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından bildiği bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
141- Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız kendinizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.
"Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler." Yüce Allah, İsmail, İshak ve Yakub gibi İbrahimoğullarının bağlı bulundukları hak dinin, İbrahim'in de uyduğu Allah'ın birliği esasına dayalı İslâm olduğunu açıklayınca, bunun kaçınılmaz sonucu olarak, değişik Yahudi ve Hıristiyan gruplarının öncülük ettikleri gruplaşma ve ayrılıkların onların ihtiraslarından ve kendi elleriyle hazırladıkları komplolardan kaynaklandığı ortaya çıktı. Bunun nedeni, onların bir esas üzerinde birlik oluşturmamalarıdır. Bu yüzden dini grup ve hiziplere bölündüler. Tevhit ve vahdet dini olan Allah'ın dinini kişisel ihtiras ve arzular boyası ile boyadılar. Oysa din birdir, tıpkı din aracılığı ile kulluk sunulan ilâhın bir olması gibi. Ve bu din İbrahim'in dinidir. Şu hâlde Müslümanlar bu dine sarılmalıdırlar ve Ehlikitab'ı yiyip bitiren ayrılıkları bir kenara bırakmalıdırlar.
Sürekli bir hareket hâlindeyken değişmek ve başkalaşmak, yeryüzü menşeli hayatın bir özelliğidir. Tıpkı doğanın kendisi gibi. Bu durum, onun özünü oluşturur. Doğanın ve dünya hayatının bu
Bakara Sûresi / 135-141 .....................................479
özelliği, davranış biçimlerinin; ulusal görgü kurallarının ve protokollerin ulustan ulusa, toplumdan topluma değişiklik arzetmesini gerektirmiştir. Bu kural kimi zaman dinsel törenlerde değişikliğe ve sapmaya yol açtığı gibi, kimi durumlarda da dinle bağdaşmayan şeylerin dine sokuşturulmaları sonucunu doğurmuştur. Bazen da bu sapma, dinin özünden kaynaklanan kimi kuralların atılması şeklinde kendini göstermiştir.
Dünyevî gaye ve hedefler, kimi durumlarda dini ve ilâhî gaye ve hedeflerin yerini alabilirler. (Bu durum dinin felâketi demektir.) Böyle durumlarda din, ulusal bir mahiyete bürünür. Asıl hedefinin dışında bambaşka bir hedefe çağırır insanları. Gerçek adap kurallarının dışındaki kurallarla insanların hayatını biçimlendirmeye çalışır. Çok geçmeden kötülük (yani dinle ilgisi bulunmayan şeyler) iyilik kimliğine bürünür. İnsanlar bu kötülüğe dört elle sarılırlar. Çünkü kişisel arzularıyla ve ihtiraslarıyla paralellik arzeder. İyilik ise kötülük gibi algılanır. Ne bir savunucusu, ne bir koruyucusu kalır. Bugün gördüğümüz türden bir çirkef hayat biçimi egemen olur. "Yahudi veya Hıristiyan olun." Yani, "Yahudiler dediler ki: "Yahudi olun ki, doğru yolu bulasınız." Hıristiyanlar da dediler ki: Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız." Çünkü onlar kendi aralarında bir araya gelmez gruplar hâlindedirler.
"De ki: Hayır, İbrahim'in hanif dini. O, müşriklerden değildi." Bu ifade onların yukarıdaki sözlerine bir cevap niteliğindedir. Yani de ki: Biz İbrahim'in Allah'ın birliği esasına dayanan hanif dinine uyarız. Çünkü bu din, size gönderilen bütün peygamberlerin uydukları biricik dindir. İbrahim ve ondan sonraki peygamberlerin... Bu dinin kurucusu İbrahim müşriklerden değildi. Eğer bid'atçıların sonradan onun dinine sokuşturduklan bu sapmalar onun orijinal dininde olsaydı, bununla o, müşriklerden olurdu. Çünkü Allah'ın dininden olmayan bir şey, Allah'a davet etmez; aksine ondan başkasına yöneltir, şirke götürür. Öyleyse tevhit esasına dayanan bu din, Allah katından gelmeyen bir şeyi kapsamaz.
"Deyin ki: Allah'a ve bize indirilene... inanırız." Yahudi ve Hıristiyanların dinsel anlayışlarına ilişkin önerilerine yer verilince, ardından yüce Allah katındaki gerçekten söz etti (ki, O gerçeği söyler). Buna göre gerçek; Allah'a ve aralarında hiçbir fark gözetmeksizin pey-
480 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
gamberlerin sundukları mesaja inanmak olarak ifadesini bulan prensibe tanıklık etmektir ve bunun adı da İslâm'dır. İfadenin orijinalinde özel olarak Allah'a inanmaktan söz edilmiş ve bu husus öne alınarak, peygamberlere indirilen mesajlara inanma hususundan ayrı olarak değerlendirilmiştir. Çünkü Allah'a inanmak fıtrî bir eğilimdir. Bunun için peygamberlik misyonunun sunduğu açıklamaya ve risaletin ortaya koyduğu kanıta gerek yoktur. Ardından yüce Allah bize indirilen Kur'ân'dan ya da Kur'ân menşeli bilgilerden, İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub'a indirilen ilâhî mesajlardan söz ediyor. Sonra Musa'ya ve İsa'ya verilen kitaba değiniyor. Hz. Musa ve Hz. İsa'dan ayrıca söz edilmesinin nedeni hitabın Yahudi ve Hıristiyanlara yönelik olmasıdır ve onlar sadece bu iki peygamberi benimseme durumundadırlar. Bunun ardından peygamberlerin geneline verilen mesajlara yer veriliyor ki, tanıklık tüm peygamberleri kapsasın ve yüce Allah'ın, "Onlardan hiçbiri arasında ayrılık gözetmeyiz." ifadesinin anlamı gerçekleşsin. Ayette bir ifade değişikliği söz konusudur. Bizim yanımızda, İbrahim, İshak ve Yakub'un yanında bulunanlar "inzâl=indirilme" fiili ile ifade ediliyorken, Musa, İsa ve diğer peygamberlerin yanındaki mesajlara ilişkin olarak da i'tâ=verme" fiili kullanılıyor. Belki de bu ifade tarzının asıl unsuru "verme"dir. Nitekim yüce Allah En'âm suresinde Hz. İbrahim ve ondan önce ve sonra gönderilen peygamberlere ilişkin olarak bu fiili kullanmıştır: "İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir." (En'âm, 89) Ne var ki, "verme" fiili kullanımı vahiy ve indirmenin gerçekleştiğini tam olarak vurgulamıyor. Şu ayet-i kerimelerde olduğu gibi: "Andolsun biz Lokman'a hikmet verdik." (Lokmân, 12) "And olsun biz, İsrailoğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik." (Câsiye, 16)
Yahudi ve Hıristiyanların her biri Hz. İbrahim'i, İsmail'i, İshak'ı, Yakub'u ve torunlarını kendi dinlerine bağlı, yani Yahudiler onları Yahudi, Hıristiyanlar da onları Hıristiyan kabul ediyor ve gerek Hıristiyanlık ve gerekse Yahudilik olarak hak dinin Musa ve İsa'ya verilen din olduğunu iddia ediyorlardı. Bu yüzden eğer, "İbrahim'e ve İsmail'e verilen" şeklinde bir ifade kullanılsaydı, bu cümle onla-
Bakara Sûresi / 135-141 .....................................481
rın vahiy ve indirme suretiyle bir din sahibi olduklarını tam olarak ifade edemezdi. O zaman onlara verilenin, Musa ve İsa'ya verilenin aynısı olduğu ihtimali akla gelebilirdi. Yani, birbirini izleme kuralı uyarınca bu din onlara nispet edilebilirdi. Tıpkı kitap ve nübüvvetin İsrailoğullarına izafe edilmesi gibi. Bu yüzden Hz. İbrahim ve ona atıf edatı ile bağlanan diğerleri için özellikle "indirme" fiili kullanılmıştır. Hz. İbrahim'den önceki peygamberlere gelince, Yahudi ve Hıristiyanların onlarla ilgili bir iddiaları olmadığı için, "peygamberlere verilen" ifadesi, bertaraf edilmesi gereken bir kuruntuya yol açmazdı.
Ayetin orijinalinde geçen "esbât" kelimesine gelince; İsmailoğulları arasında "kabileler" ne anlam ifade ediyorsa, İsrailoğulları arasında da "esbât" o anlamı ifade ediyor. "es-Sebt", aynı babada birleşen topluluk demektir. İsrailoğulları on iki ana boya (esbât) bölünmüşlerdi. Bunların her biri Hz. Yakub'un on iki oğlundan birine dayanıyordu. Yakup Peygamberin her bir oğlu, arkasında bir ümmet bırakmıştı.
Eğer ifadenin orijinalinde geçen "Esbât"tan maksat milletler ve uluslar ise, bu durumda ilâhî mesajın indirilişinin onlara izafe edilmesi, her birinin arasından peygamberlerin görevlendirilmiş olmasından dolayıdır. Yok eğer bundan maksat kişilerse, bu durumda onlar, kendilerine vahiy indirilen peygamberlerdir. Bu durumda bunlar Hz. Yusuf'un kardeşleri değildirler. Çünkü onlar peygamberlikle görevlendirilmemişlerdi. Şu ayet-i kerimede aynı noktayı vurgulama amacına yöneliktir: "İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlara ve İsa'ya vahyettik." (Nisâ, 163)
"Eğer sizin inandığınız gibisine inanırlarsa, doğru yolu bulmuş olurlar." Maksat, "sizin inandığınıza" olmakla birlikte, "sizin inandığınız gibisine inanırlarsa" denilmesi, karşıtlık ve zıtlık durumunu ortadan kaldırma amacına yöneliktir. Şayet onlara, "Bizim inandığımıza inanın." denilse, "biz ancak bize indirilene inanırız ve bundan ötesini de inkâr ederiz" diyebilirlerdi. Ki, demişlerdi de. Fakat onlara: "Biz sadece gerçeği içeren bir dine inanıyoruz, siz de onun gibi gerçeği içeren dine inanın" denilse, inatçılık etmelerine, büyüklük kompleksine kapılmalarına fırsat verilmemiş olur. Çünkü onların benimsedikleri din, gerçeği saf olarak içermemektedir.
482 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"anlaşmazlık içindedirler." İfadenin orijinali olan "şikak"; nifak, çekişme, didişme, anlaşmazlık ve ayrılık demektir.
"Onlara karşı Allah sana yeter." Bu, yüce Allah'tan Resulullah efendimize (s.a.a) yönelik, Ehlikitab'a karşı bir yardım sözüdür. Ulu Allah peygamberimize (s.a.a) verdiği bu sözü tuttu. Ve hiç kuşkusuz dilediği bir zamanda İslâm ümmetine yönelik bu nimeti tamamlayacaktır. Bil ki, bu ayet, kendisinden önceki ve sonraki ayet arasında yer alan bir ara cümle konumundadır.
"Allah'ın boyası; Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?" "Sıbğa" boyanma suretiyle edinilen renk demektir. Yani, sözü edilen iman, yüce Allah'ın bize kazandırdığı bir renktir. Bu, en güzel boyadır. Dinde ayrılık ve dini hayata egemen kılmama esasına dayalı Yahudilik ve Hıristiyanlık boyasına benzemez.
"Biz ancak O'na kulluk ederiz." İfade bir hâl cümlesidir. Sanki bununla "Allah'ın boyası; Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?" ifadesinin illeti açıklanmak istenmiştir.
"De ki: Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz?" Bu ifade, Ehlikitap'la Müslümanların Allah hakkında tartışmalarının ne kadar yersiz olduğunu vurgulama amacına yöneliktir. Tartışmanın yersizliği, Ehlikitabın ısrarla tartışma açmalarının boş ve saçma bir girişim olduğu şu ifade ile dile getiriliyor: "O hem bizim, hem de sizin Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz yalnız O'na gönülden bağlananlarız."
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Tâbi olma durumunda olan iki grubun, tâbi oldukları kimse hakkında tartışmaları, birbirleriyle çelişmeleri üç gerekçeden biri için olabilir:
Ya tâbilerden her biri, bir kişiye tâbi olmaktadır; dolayısıyla her biri, bu tartışma ile tâbi olduğu kimsenin ve Rabbinin ötekisinden üstün olduğunu kanıtlama amacını gütmektedir. Tıpkı bir putperest ile bir Müslümanın tartışmaları gibi.
Ya da taraflardan her biri veya sadece biri kendisinin daha fazla tâbi olduğunu, bağlılığının daha güçlü olduğunu, karşı tarafınsa bağlılık, yakınlık ve buna benzer iddialarının geçersiz olduğunu kanıtlama çabasındadır. Yani, bu durumda, tâbi olunan kişi birdir, ama taraflar birbirlerinin bağlılıklarına inanmamaktadırlar.
Bakara Sûresi / 135-141 .....................................483
Ya da taraflardan biri öylesine iğrenç sıfatlara sahiptir ki, böyle biri söz konusu zata tâbi olmaya lâyık değildir. Bu davranışlara ve niteliklere sahip olduğu sürece bu iddiası anlamsızdır. Aksi takdirde, tâbi olunan kişiyi lekeler, değerini düşürür. Tartışan ve birbirleriyle sürtüşen iki taraf arasında bu tür gerekçeler etkin olabilir. Müslümanlar ve Ehlikitap aynı ilâha kulluk etmektedirler. Taraflardan birinin ameli ötekisininkini engelleyici konumda değildir. Müslümanlar dinlerini ve kulluk kastı taşıyan davranışlarını sırf Allah'a özgü kılıyorlar. Dolayısıyla Ehlikitab'ın onlarla tartışmaya girmelerini haklı kılacak hiçbir gerekçe yoktur. Bu yüzden, ayet-i kerimede öncelikle onların tartışma istekleri yersiz karşılanıyor, ardından ikinci ve üçüncü gerekçeleri birer birer çürütülüyor.
"Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi, yahut Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?" Her iki topluluk da böyle bir iddiada bulunuyordu. Onlara göre, Hz. İbrahim ve onunla birlikte adı geçen diğer peygamberler kendi dinlerine mensuptular. Bu da onların Yahudi ya da Hıristiyan olmaları anlamına geliyordu. Yani onlar Yahudi veya Hıristiyan idiler. Nitekim bu ayet-i kerime onların bu iddialarını açıkça dile getirmektedir: "Ey kitap ehli, İbrahim hakkında ne diye çekişip tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Anlamıyor musunuz?" (Âl-i İmrân, 65)
"De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Çünkü Allah kitabında hem bize, hem de size, Hz. Musa ve İsa'ya İbrahim peygamber ve onunla birlikte adı geçen diğer peygamberlerden sonra kitap verildiğini haber veriyor.
"Allah tarafından bildiği bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir?" Yani, yüce Allah'ın Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin Hz. İbrahim ve onunla birlikte adı geçen diğer peygamberlerden sonra kurumlaştıklarını bildirdiğine ilişkin dolaylı şahitliği gizlemek. Çünkü ayette sözü edilen şahitlik dolaylı bir şahitliktir. Ya da şahitliği gizlemenin anlamı; adı geçen peygamberlerin Tevrat ve İncil'in indirilişinden önce yaşadıklarına ilişken Allah'ın tanıklığını gizlemektir. Bu durumda söz konusu şahitlik doğrudan bir şahitlik niteliğini kazanır. Ne var ki, ayette belirgin olan birinci anlamdır.
484 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"Onlar bir ümmetti, gelip geçti..." Yani kişilere takılıp kalmak ve onların kimliklerini tartışmak, şimdiki durumumuz üzerinde olumlu bir rol oynamaz. Onlar hakkında konuşmamak, etnik kökenlerini tartışma konusu yapmamak da sizin açınızdan bir kayba yol açmaz. Sizin yapmanız gereken, yarın hakkında sorguya çekileceğiniz hususlarla ilgilenmektir.
Bu ayetin aynı konu içinde iki kez tekrarlanmasının nedeni, Yahudi ve Hıristiyanların kendilerine hiçbir yarar sağlamayan bu konuyla aşırı derecede ilgilenmeleridir. Üstelik Hz. İbrahim'in Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin kurumlaşmalarından önce yaşadığını bilmelerine rağmen bu tür savlar ortaya atmaktan kaçınmıyorlardı. Yoksa, nebi ve resullerin durumlarını araştırmak, sundukları mesajın ayırıcı özelliklerini ve kişisel üstünlüklerini ortaya çıkarmak gibi işin yararlı yönüyle uğraşmak elbette olumlu bir girişimdir. Kur'ân-ı Kerim peygamber kıssalarına yer vermek, onlar üzerinde düşünmeyi teşvik etmek suretiyle, bir anlamda bu tür araştırmaların olumluluğunu göstermiştir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'nin bir yerinde, "Hayır, İbrahim'in hanif dinine..." ifadesiyle ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s), "Haniflik (yani Allah'ı tek ve ortaksız bilmek) İslâm'ın özüdür." dediği rivayet edilir. İmam Bâkır (a.s) diyor ki: "Haniflikte açıklığa kavuşturulmamış hiçbir şey kalmadı. Tırnakları kesmek ve sünnet olmak da hanifilikte vardır." [c.1, s.61, h: 103-104]
Tefsir'ul-Kummî'de deniyor ki: "Yüce Allah Hz. İbrahim'e hanif dinini indirdi. Bu dinin özü temizlikti ve on esas içeriyordu. Beşi başla, beşi de bedenle ilgiliydi. Başla ilgili beş esas şunlardır: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, saçı toparlamak, dişleri misvaklamak ve dişlerin arasındaki kırıntıları ayıklamak. Bedenle ilgili beş esas ise şunlardır: Bedendeki kılları yolmak, sünnet olmak, tırnakları kesmek ve cenabetten dolayı yıkanmak ve su ile temizlenmek. Hz. İbrahim'in (a.s) getirdiği hanif dini bundan ibaretti. Bu dinin öngördüğü prensipler yürürlükten kaldırılmamıştır ve kıyamete kadar da yürürlükten kaldırılmayacaktır."
Bakara Sûresi / 135-141 .....................................485
Ben derim ki: Rivayette belirtilen saçın toparlanmasından maksat, tıraş olup düzeltilmesidir. Buna yakın anlamlar içeren birçok hadis vardır. Bu hadislere Ehlisünnet'e mensup bilginler de, Şia bilginleri de kitaplarında yer vermişlerdir.
el-Kâfi'de1 ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de2, İmam Bâkır'dan (a.s), "Deyin ki: Allah'a... inanırız." ifadesinde, hitabın Ali'ye, Fatıma'ya, Hasan- 'a, Hüseyin'e ve onlardan sonraki Ehlibeyt İmamlarına yönelik olduğu rivayet edilir.
Ben derim ki: Bu sonuç, Hz. İbrahim'in duasının sonundaki "neslimizden de sana teslim olmuş bir ümmet çıkar." şeklindeki ifade ile Ehlibeyt'in kastedilmiş olması yaklaşımından elde edilir. Ama bu, hitabın tüm Müslüman ümmete yönelik olmasına ve her Müslümanın böyle bir yükümlülüğünün olmasına engel değildir. Çünkü bu tür hitapların içerdikleri anlamlar oranında genel ve özel mercileri vardır. İslâm ve imanın mertebelerine ilişkin açıklamalarımızda vurguladığımız gibi.
Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık ve İmam Bâkır'dan birinin, el- Meanî adlı eserde ise, İmam Sadık'ın (a.s), "Allah'ın boyası" ifadesi ile ilgili olarak "Boya, İslâm'dır." dediği rivayet edilir.
Ayetlerin akışında bu anlam son derece belirgindir.
el-Kâfi3 ve el-Meanî4 adlı eserlerde İmam Sadık'ın (a.s), "Mümin- lerin mîsak sırasında velâyet boyası ile boyanmaları kastedilmiştir." dediği belirtilir.
Ben derim ki: Bu yorum ayetin batınî anlamına dayanmaktadır. İnşaallah ileride ayetlerin "batınî anlamı" deyimini, aynı şekilde, "velâyet" kavramını ve "mîsak"ı açıklama fırsatını bulacağız.
--------- 1- [Usûl-i Kâfi, c.1, s.415, h: 19] 2- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.62, h: 102] 3- [Usûl-i Kâfi, c.1, s.422, h: 53] 4- [Mean'il-Ahbâr, s.188]
486 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bakara Sûresi / 142-151 ................................................. 487
142- İnsanlardan bazı beyinsizler, "Onları üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir? diyecekler. De ki: "Doğu da, batı da Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola iletir."
143- Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun. Biz, Peygambere uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, senin önceden üzerinde bulunduğun yönü kıble yapmıştık. Bu, Allah'ın hidayet ettiği kimseden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara şefkatli, merhametlidir.
144- Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız, yüzünüzü o yöne çevirin. Kitap verilenler, bunun Rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.
145- Andolsun ki, sen kitap verilenlere her türlü ayeti getirsen, yine onlar senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar. Sana gelen ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyarsan, o takdirde sen, mutlaka zalimlerden olursun.
146- Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Ama onlardan bir grup bile bile hakkı gizler.
488 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
147- Gerçek, Rabbinden gelendir; artık kuşkulananlardan olma.
148- Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O hâlde hayır işlerde yarışın. Nerede olursanız olun, Allah hepinizi bir araya getirir. Allah hiç şüphesiz her şeye kadirdir.
149- Nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Bu, elbette Rabbinden gelen gerçektir; Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
150- Nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir; nerede olursanız, yüzünüzü o yana çevirin ki, insanların aleyhinizde bir delili olmasın. -Yalnız haksızlık edenler başka. O hâlde onlardan korkmayın, benden korkun.- Ve size olan nimetimi tamamlayayım ve (bu sayede) belki hidayete eresiniz.
151- Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size kitap ve hikmeti öğretecek ve size bilemeyeceğiniz şeyleri öğretecek bir elçi gönderdik.
Ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, belli bir sıralama içinde, birbirleriyle uyumlu olarak bir bütünlük oluşturdukları ve bir düzene tâbi oldukları görülecektir. Bu ayetler de Kâbe'nin Müslümanlar için kıble olarak öngörüldüğü haber veriliyor. Dolayısıyla bu ayetlerde ileri ve geri olma şeklinde yer değişikliği olduğu yahut nasih ve mensuh olduklarını söyleyenlere aldırış edilmemesi gerekiyor. Nitekim bu tür şeyler söylediklerine ilişkin rivayetler de yok değildir. Ancak Kur'ân ayetlerinin zahirî anlamlarıyla açıkça çelişen rivayetlere değer verilmez.
"İnsanlardan bazı beyinsizler, 'Onları, üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?' diyecekler." Bu ifade, yüce Allah'ın Kâbe'nin kıble edinilmesine ilişkin olarak az sonra vereceği emre yönelik ikinci bir hazırlık niteliğindedir. Bununla ayrıca insanlar arasındaki beyinsizlerin (ki bunlar, kıbleleri olan Beyt'ül-Mukaddes konusunda son derece tutucu bir tavır içinde olan Yahudilerle, tartışılabilecek niteliğe sahip her yeni şeye karşı çıkmayı ilke edinmiş Arap müşrikleridir) ortaya atabilecekleri itirazlara da cevap veriliyor. Bu
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 489
amaçla, önce Hz. İbrahim'in hayatından bir kesit sunuluyor: Onun ve oğlunun Allah katındaki saygın konumlarına, Kâbe'ye, Mekke kentine, bu kentten gönderilecek peygambere ve Müslüman ümmete ilişkin duâlarına, ardından Kâbe'yi yapmaya başlamalarına ve onu ibadete ha-zır hâle getirmek amacı ile Allah tarafından kendilerine Kâbe'yi temizleme emrinin yöneltilmesine değiniliyor. Bilindiği gibi, namaz esnasında kıble olarak Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes yerine Mekke'deki Kâbe'ye dönmek, Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye hicret edip İslâm'ın prensiplerini yerleştirmeye, mesajını yaymaya, gerçeklerini kökleştirmeye başlamasından sonra insanların karşılaştıkları en büyük dinî olaydır, en önemli şer'î uygulamadır.
Bu yasama karşısında ne Yahudiler ve ne de diğer kâfirler susmayacaklardı, rahat durmayacaklardı. Çünkü, bu uygulamanın onların biricik dinsel övünçlerini bir çırpıda yerle bir ettiğini görüyorlardı. Bu kıble meselesiydi, başkaları onları izliyordu, bu dinsel şiar noktasında tüm insanlardan daha ileri bir konumdaydılar. Oysa Müslümanlar onlardan ileriye geçmişlerdi. Çünkü artık kulluk kastı taşıyan davranışlarında, dinsel törenlerinde hep birlikte yüzlerini aynı noktaya çeviriyorlardı. Bu durum, onları görünüşte yöneliş ayrılıklarından, geri plânda ise farklı amaçlara, farklı mesajlara bağlanmaktan kurtarıyordu.
Kâbe'ye yönelmek Müslümanların kalpleri üzerinde abdest ve dua gibi uygulamalardan daha şiddetli ve daha kapsamlı bir etki bırakıyordu. Yahudiler ve müşrikler bu etkinliğin farkındaydılar. Özellikle Yahudiler, Kur'ân-ı Kerim'de onlara ilişkin olarak yer alan kıssalardan da anlaşıldığı gibi, sadece doğanın görünen ve algılanan kısmına bakarlardı, bunun ötesindeki olguların bir gerçekliklerinin olduğuna inanmazlardı. Bu yüzden yüce Allah'ın manevî bir hükmü ile karşılaştıkları zaman bunu hiç itirazsız kabul ederlerdi. Ama Rablerinin somut bir emri ile karşılaştıkları zaman, savaş, hicret, secde ve söze uyma gibi bir yükümlülük verildiği zaman bunu reddederlerdi; şiddetle karşı çıkarlardı.
Kısacası, yüce Allah bu ayetlerde, sözü edilen toplulukların yöneltecekleri itirazları Peygamberlerine bildiriyor ve onlara ne şekilde cevap vereceğini, onları nasıl susturacağını öğretiyor.
490 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Kıble değişikliğine karşı çıkanların gerekçelerine gelince; yüce Allah'ın geçmiş peygamberler için kıble olarak öngördüğü Beyt'ül- Mukaddes yerine aslında böyle bir onura sahip olmayan Kâbe'ye yönelmenin sebebi nedir? Eğer bu değişiklik Allah'ın emrinden dolayı ise, Beyt'ül-Mukaddes'i kıble yapan Allah'tır. Allah kendi koyduğu hükümle çelişir mi? Önceden koyduğu bir hükmü sonradan yürürlükten kaldırır mı? Yahudiler dinde nesh olayını kabul etmezler. (Nesh ile ilgili ayeti ele alırken, neshe karşı çıkanların görüşlerine değindik.) Eğer bu değişiklik Allah'ın emri doğrultusunda gerçekleşmiyorsa, bu, doğru yoldan sapmadır; hidayetten ayrılıp sapıklığa dalmadır. Yüce Allah ayet-i kerimelerde onların itirazlarını bu şekilde sunmamakla birlikte, onlara verdiği cevaptan bu itirazları çıkarmak mümkündür.
Cevap şudur: Kâbe gibi bir evin ya da Beyt'ül-Mukaddes gibi herhangi bir binanın ya da onların duvarlarında yer alan bir taşın kıble olarak öngörülmüş olması, o yapının ya da cismin özünden kaynaklanan bir gereklilik değildir ki, buna uymamak ya da gerekliliğini çiğnememek mümkün olmasın. Dolayısıyla Beyt'ül- Mukaddes'in kıble oluşu değişmez ve değiştirilmez bir hüküm olarak algılansın. Aksine hiçbir cisim, hiçbir bina ve insanın yönelebileceği hiçbir yön kendiliğinden bir hükmün konulmasına yol açmaz, bir kuralın yasalaşmasını gerektirmez. Her şey ve her yön Allah'a aittir. Allah onlarla ilgili olarak dilediği şekilde ve dilediği zaman, dilediği hükmü verir. Yüce Allah'ın koyduğu bir hüküm de, onların bireysel ve toplumsal olarak ulaşmalarını dilediği bir hususu gösterme amacına yöneliktir. Allah doğruyu göstermek için hükmeder, gösterdiği de kesinlikle insanlığı, yararına olan şeye götüren dosdoğru yoldur.
"İnsanlardan bazı beyinsizler." Bununla yüce Allah Yahudileri ve Arap müşriklerini kastediyor. Bu yüzden onları "insanlar" şeklinde genel bir kavramla nitelendiriyor. Beyinsizler olarak adlandırılmaları ise, fıtratlarının dejenere olmasından, hüküm koyma meselesin- de çarpık bir bakış açısına sahip olmalarından kaynaklanıyor. İfadenin orijinalinde geçen "sufehâ" kelimesinin kökü olan "sefahet", akıl tutarsızlığı ve görüş dengesizliği demektir.
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 491
"Onları... çeviren nedir?" ifadesinin orijinalinde geçen "vellâ" fiilinin mastarı olan "tevliye", bir şeyi veya yeri tam önüne almak demektir. Yöneliş gibi. Yüce Allah buyuruyor ki: "Elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz." [Bu kelime "an" edatı ile kullanıldığında, bir şeyden döndürmek anlamına gelir.] Bir şeyden döndürmek ise, ondan yüz çevirmek demektir. Sırt çevirmek gibi. İfadenin anlamı şöyle olur bu durumda: Onları ya da yüzlerini daha önce üzerinde bulundukları kıbleden döndüren nedir?" Bundan maksat, Peygamber efendimizin ve Müslümanların Mekke döneminde ve Medine döneminin başlarında yönelip namaz kıldıkları Kudüs kentindeki Beyt'ül-Mukaddes'tir. Yahudiler Kudüs'e yönelip namaz kılma hususunda Müslümanlara oranla bir önceliğe sahip olmalarına rağmen kıb-lenin Müslümanlara izafe edilmesi, şaşkınlığın daha etkili olmasını ve itirazın haklılığının belirginleşmesini sağlamaya yönelik bir ifade tarzıdır. "Peygamberi ve Müslümanları" yerine, "onları... kıbleden çeviren nedir?" ifadesinin kullanılmış olması da aynı amaca yöneliktir. Eğer "Peygamberi ve Müslümanları Yahudilerin kıblesinden döndüren nedir?" şeklinde bir ifade kullanılsaydı, durumu şaşkınlıkla karşılamanın bir gerekçesi olmayacaktı. Bu itirazın cevabı ise, en az dikkate sahip dinleyici açısından bile açık ve belirgin olurdu.
"De ki: Doğu da, batı da Allah'ındır." Bütün yönler arasında bu ikisi ile yetiniliyor. Çünkü, öteki asıl ve ayrıntı niteliğindeki yönleri, yani kuzey ve güney yönlerini de belirleyen bu iki yöndür. Dört asıl yönlerden her iki yön arasında yer alan diğer yönler de bunlara bağlıdır. Doğu ve batı nitelendirmesi görecelidir. Bunlar güneşin ya da yıldızların doğuşu ve batışı ile belirlenirler. Bu iki yön, gerçek kuzey ve güney yönlerini gösteren iki hayalî nokta dışındaki yeryüzünün her tarafını kapsarlar. Tüm yönler yerine doğu ve batı yönlerinin söz konusu edilmesinin geri plânındaki gerekçe bu olsa gerektir. "O, dilediğini doğru yola iletir." İfadenin orijinalinde geçen "sırat" kelimesinin başına "el" takısı getirilmeden belirsiz olarak kullanılmasının nedeni, "sırat" kavramının işaret ettiği gerçeğin, toplumların hidayete, kemale ve saadete yönelik yatkınlıklarının değişiklik göstermesi oranında değişebilmesidir.
492 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun." Şu demek isteniyor: Sizi doğru yola iletmek için kıblenizi değiştireceğimiz gibi, sizi orta bir ümmet yaptık. Bazılarına göre anlatılmak istenen şudur: Şu ilginç ve hayret uyandırıcı kıble değişikliğinde olduğu gibi, sizi hayret uyandırıcı bir şekilde orta bir ümmet yaptık. (Ama bu görüşün zaafı açıktır). Müslümanların insanlar üzerinde şahitlik görevini yerine getiren orta bir ümmet oluşları ile vurgulanmak istenen anlama gelince; bilindiği gibi "orta" demek olan "vasat" iki tarafın ortası anlamında kullanılmıştır. Yani ne o tarafta, ne bu tarafta. Bu ümmet de tüm insanlık açısından (Ehlikitap ve müşrikler) böyle bir konumdadır. Çünkü insanların bir kısmı -ki bunlar müşrikler ve putperestlerdir- sırf bedeni güçlendirmek amacına yönelik olarak, sadece dünya hayatını isterler, dünyadan tam zevk almak, dünyanın çekici süslerinden yeterince yararlanmak düşüncesindedirler. Ölümden sonra tekrar dirilip sorguya çekileceklerine ihtimal vermezler. Manevî, soyut hiçbir fazilete değer vermezler. Bazı insanlarsa -Hıristiyanlar örneğin- sırf insanın ruhî yönünü güçlendirme amacına yönelik olarak, ruhbanlığa ve insanın yaratılmış olduğu gayeye ulaşmada bir aracı olması için Allah'ın şu maddî dünyanın yaratıklarında ortaya çıkardığı cismî mükemmellikleri bir kenara bırakmaya çağırırlar.
Dolayısıyla bu ruhçular (ya da ruhbanlar), sebebi ortadan kaldırmak suretiyle sonucun bertaraf edilmesine neden oluyorlar. Cisimciler ise sırf sebebe takılıp kalarak sonucu zayi ediyorlar. Fakat yüce Allah bu ümmeti orta bir ümmet yapmıştır. Dinleri, onları normal bir yola, iki aşırı uç arasındaki orta bir çizgiye; ne o tarafa ne de bu tarafa eğilim göstermemeye yöneltir. Bu din, insanın iki yönünü -hem ruhu ve hem de bedeni- ona yakışan bir şekilde besler ve de güçlendirir; insanı her iki faziletten de yararlanmaya teşvik eder. Çünkü insan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır, ne sadece ruhtan ibarettir, ne de sadece bedendir. Mutlu bir hayat sürdürebilmek için hem maddî, hem de manevî açıdan tatmin olması bir zorunluluktur. Bu bakımdan İslâm ümmeti, adalet ölçeği ve bir orta ümmettir. Her iki aşırı ucun konumu bu ölçeğe göre değerlendirilir. O, her iki uçta yer alan insanlar üzerinde şahit pozisyonundadır. Bu ümmet içinde en ideal örnek konumunda olan Hz.
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 493
Peygamber de bu ümmet üzerinde şahittir. Ümmette yer alan tüm bireylerin söz ve davranışlarının teker teker değerlendirildiği adalet ölçeği odur. Ümmet de insanlığın durumunu ölçüp değerlendiren bir kriterdir. Her iki aşırı ucun başvuru merciidir.
Bazı tefsir bilginlerinin ayete ilişkin yorumları budur. Hiç kuşkusuz bu, özünde doğru ve titiz bir incelemenin, duyarlı bir yaklaşımın ürünü bir yorumdur. Ne var ki, bu yorum ayetin lafzı ile uyuşmuyor. Çünkü ümmetin orta oluşu, ancak her iki tarafın başvuru mercii oluşunu, her iki tarafın söz ve davranışlarının ölçüldüğü ölçek oluşunu gerçekleştirir; her iki tarafa şahitlik edişini ya da her iki tarafı müşahede ettiğini ispatlamaz. Bu anlamda bir "orta" oluş ile şahitlik birbirleriyle uyuşmazlar. Ayrıca bu durumda Resulullah (s.a.a) efendimizin ümmet üzerinde şahitlik pozisyonunda oluşuna değinmenin bir değeri kalmaz. Çünkü, Resulullah efendimizin (s.a.a) ümmet üzerinde şahit oluşu, gayenin gaye sahibinden sonra gelişi ya da müsebbebin sebebi izlemesi gibi, ümmetin orta bir ümmet oluşunun sonucu değildir. Ne var ki, ayet-i kerimede sözü edilen bu şahitlik, Kur'ân'da sıkça tekrarlanan bir gerçeğe işarettir. Bu ifadenin kullanıldığı yerlerde, yönelik olduğu gerçek son derece belirgindir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Her bir ümmetten şahit getirdiğimiz, seni de bunlara şahit olarak getirdiğimiz zaman hâlleri nice olacak?" (Nisâ, 41) "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz gün, artık ne inkâr edenlere izin verilir, ne de özür dilemeleri istenir." (Nahl, 84) "Kitap kondu, peygamberler ve şahitler getirildi." (Zümer, 69) Bu ayetlerdeki şahitlik mutlaktır. Tüm ayetlerin zahirî ifadeleri bu kavramın, ümmetlerin amelleri üzerinde şahitlik etme anlamında kullanıldığını göstermektedir.
Yine bununla peygamberlerin dini tebliğ edişleri de kastedilmiştir. Nitekim şu ayet-i kerimede bu anlama yönelik bir işaret vardır: "Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız ve elbette gönderilen elçilere de soracağız." (A'râf, 6) Bu şahitlik her ne kadar ahirette gerçekleşecekse, yüce Allah'ın Hz. İsa'nın sözleri olarak aktardığı şu ayet-i kerimede de vurgulandığı gibi, bu nitelik dünya hayatında kazanılır: "Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici oldum; fakat beni tam olarak onların içinden alınca, on-
494 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun ve sen her şeyin şahidisin." (Mâide, 117) "Kıyamet günü de o (İsa), onlara şahit olacaktır." (Nisâ, 159)
Bilindiği gibi sahip bulunduğumuz normal duyular ve bunlardan kaynaklanan gücümüz, sadece fiillerin ve amellerin şekillerini algılayacak durumdadır. Bu algılama da ancak duyu açısından varolan, hissedilen bir şey için söz konusu olabilir, yok olan ya da görünmeyen şeyler için değil. Küfür, iman, kurtuluş, hüsran, kısacası duyularca algılanamayan ama insanın özünde gizli bulunan amellerin gerçekliklerine ve ruhsal anlamlara gelince; bunlar, kalplerin kazanımlarıdırlar. Tüm sırların ortaya döküldüğü gün, yüce Allah insanları bunları esas olarak sorguya çeker. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Kalplerinizin kazandıklarından dolayı sorumlu tutar." (Bakara, 225)
Bunları teker teker belirlemek, bilgice kuşatmak, göz önünde bulunmayanları bir yana, hazırda bulunanlar arasından belirlemek insanın gücü dahilinde değildir. Yüce Allah'ın yetki tanıdığı ve bunları gözlerinin önüne serdiği kişi başka. Bu sonucu şu ayet-i kerimeden çıkarmak mümkündür: "Ondan başka yalvardıkları şeyler, şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Bu ayete göre Hz. İsa (a.s) kesinlikle bu istisnanın kapsamındadır. Yüce Allah onun şahitlerden olduğuna şahitlik etmiştir. Yukarıda yer verdiğimiz iki ayette bunu gördük. Öyleyse Hz. İsa (a.s) hakkın şahididir ve hakikati bilir. Kısacası bu ayet-i kerimede kastedilen şahitlik, ümmetin hem cismanî, hem de ruhanî mükemmelliği kapsayan bir din üzere olması değildir. Çünkü bu durum, şahitlik kavramını anlatmamakla birlikte ayetlerin açık anlamlarına da ters düşmektedir. Tam tersine, şahitlik kavramı ile kastedilen; dünya hayatında insanların mutluluk, bedbahtlık, ret, kabul, bağlanmak, karşı çıkmak gibi amellerini algılayıp bunu yüce Allah'ın insanın organları dahil her şahitten şahitlik yapmasını isteyeceği gün beyan etmek ve eksiksiz anlatmaktır. "O gün Peygamber der ki: Ya Rabbi, kavmim, bu Kur'ân'ı terkedilmiş bıraktılar." (Furkan, 30) Bilindiği gibi bu üstün nitelik tüm ümmete bahşedilmiş değildir. Şu hâlde bu, sadece ümmet içinde yer alan tertemiz velilere
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 495
özgü bir keramettir. Onların dışındaki saadet açısından vasat bir konumda olanlar ve iman noktasında orta bir çizgide bulunanlar, bu tür bir fazilete sahip değildirler. Kaldı ki ümmet içinde yer alan taş yürekli, imandan yoksun zorbalar ve Firavun kimlikli zalimler hiç sahip değildirler. Yüce Allah'ın, "Kim Allah'a ve Resule itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar (gerçekler, dosdoğru kullar), şahitler ve salihlerle birlikte olur ve onlar ne de güzel arkadaştır." (Nisâ, 69) ayetini incelediğimizde görülüyor ki, şahitlerin (yani amellere şahitlik edenlerin) en azından Allah'ın velâyeti altında, onun bahşettiği nimetler arasında, dosdoğru yol ehli olmaları gerekir. "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna." (Fâtiha, 7) ayetini incelerken buna genel nitelikli bir değinmede bulunmuştuk.
Şu hâlde ümmetin şahit olmasından maksat, şahitlik misyonunu üstlenenlerin onların arasında yer aldıklarıdır. Nitekim İsrailoğullarının da âlemlerden üstün olarak nitelendirilmeleri, bu niteliğe sahip kimselerin onların arasında yer alıyor olmalarından dolayıydı. Yani İsrailoğullarının her bireyi bu özellikte, bu misyona sahip değildi. Tersine bu belli bir grubun niteliğiydi; ama genele mal edilmiştir. Çünkü onlar da bu genelin bir parçasıydılar. Şu hâlde ümmetin şahitliği, aralarında insanlığa şahitlik edecek kimselerin yer aldığı anlamındadır, Peygamber de onlara şahitlik edecektir. Şayet dense ki: "Allah'a ve Resulüne inananlar, işte Rableri yanında onlar, sıddîkler ve şahitlerdir." (Hadîd, 19) ayeti bütün müminlerin şahitler (şüheda) olduklarını gösteriyor. Buna karşılık olarak vereceğimiz cevap şudur: "Rableri yanında" ifadesi, yüce Allah'ın onları kıyamet günü "şüheda" grubuna katacağını; onların bu dünyada böyle bir statüye kavuşamayacaklarını gösteriyor. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir: "Onlar ki inandılar. Zürriyetleri de imanda kendilerine uydu; zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır." (Tûr, 21) Kaldı ki ele almakta olduğumuz ayet-i kerimedeki "şüheda" kavramı genel niteliklidir ve her milletten müminleri kapsamaktadır. Yani sırf bu ümmete özgü bir
496 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
durum değildir. Dolayısıyla onu tüm ümmete ilişkin bir nitelik olarak değerlendiren kimse açısından bir kanıt oluşturmaz.1
Şayet dense ki: Bu anlamda İslâm ümmetinin "orta" bir ümmet kılınması, beraberinde tüm ümmetin ya da ümmet içinde bazı kimselerin ameller üzerinde "şüheda/şahitler" kılınmasını, Peygamberin de bu "şahitler" üzerinde şahit olmasını gerektirmez. Dolayısıyla yukarıdaki öncüllerle sonuçlar arasında birbirini tutmazlık söz konusu olduğu gibi burada da aynı uyuşmazlık geçerlidir. Buna vereceğimiz cevap şudur: Ayet-i kerimede "şehadet" kavramının İslâm ümmetinin "vasat" bir ümmet kılınışının bir sonucu olarak ön plâna çıkarıldığı, son derece belirgindir. Şu hâlde ümmet için öngörülen "vasatlık" niteliğinden şahitlerin şahitliğini gerektiren bir anlam kastedildiği bir zorunluluktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, rüku edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz. Allah uğrunda, ona yaraşır şekilde cihat edin. O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim'in dini, O bundan önce de, bunda da, size "Müslümanlar" adını verdi ki, peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Şu hâlde namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın; mev-lânız O'dur. Ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır O." (Hacc, 77-78)
Yüce Allah Resulullah'ın, onlar üzerinde şahit olmasını, onların da tüm insanlara şahitler olmalarını, seçilmiş olmanın ve sizin için dinden her türlü güçlüğün giderilmiş olmasının bir sonucu olduğunu belirtmiştir. Sonra yüce Allah dini şu şekilde tanımlıyor: "Babanız İbrahim'in dini o, bundan önce size 'Müslümanlar' adını verdi. Bir zamanki O (İbrahim) sizin için Rabbine, bizim neslimizden de sana teslim olmuş bir ümmet çıkar." şeklinde dua etmişti. Allah da onun duasını kabul etmiş ve sizi "Müslüman" yapmıştı. Siz isyan etmeksizin, savsaklamaksızın hüküm ve emir yetkisini O'na verirsiniz. Bu yüzden O, dinde sizin için olabilecek her türlü zorluğu ---------
1- [Yani, bu ayet-i kerimeyi yukarıdaki şekilde tefsir edenler, onu yalnızca İslâm ümmetine tahsis ediyorlar; oysa ayette ifade edilen geneldir ve bütün ümmetlerin müminlerini içermektedir. Bundan da İslâm ümmetine özgü bir sıfat istifade edilemez.]
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 497
kaldırdı. Dinin hiçbir kuralı size ağır gelmez, sizin açınızdan güçlüğe yol açmaz. Sizler dosdoğru yola ileten seçilmişlersiniz. Hüküm ve emir yetkisi bakımından Rablerine tam teslim olmuş kimselersiniz. Sizi bu şekilde seçip bir misyon yüklememizin bir nedeni de, Resulün sizin üzerinizde, sizin de tüm insanlar üzerinde şahitlik görevini yerine getirmenizdir.
Yani Resul ile insanlar arasında aracılık yaparsınız. Bir bakıma aralarında iletişim sağlarsınız. Bu şekilde babanız İbrahim'in sizin ve Resul hakkındaki duası amacına ulaşmış olur. İbrahim şöyle demişti: "Rabbimiz, onlara içlerinden, senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak bir elçi gönder." (Bakara, 129)
Böylece siz Müslüman bir ümmet oldunuz, peygamber sizin kalplerinize kitap ve hikmeti yerleştirdi. Onun arındırması ile arındınız. Arınma, kalplere bulaşan kirlerden temizlenmedir. Kalpleri sırf kulluğa özgü kılmadır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi İslâm'ın anlamı budur. Böylece kulluğunuzda samimi Müslümanlar oldunuz. Bu hususta ilk adım, yol göstericilik ve eğiticilik misyonu Resulullah'a aittir. Şu hâlde o, herkesin ve her olumlu işin başıdır. Siz ise, ona uymakta aracılık işlevini görürsünüz, diğer insanlar da bir yanda yer alırlar.
Gerek ayetin başında ve gerekse sonunda verdiğimiz bu anlamı güçlendirecek son derece belirgin ipuçları vardır. Dikkatli bir gözlemci bunları rahatlıkla fark edebilir. İnşaallah biz de ayeti tefsir imkânını bulduğumuzda konuya ilişkin daha ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan şu sonuçlar çıkıyor:
a) Ümmetin "vasat" oluşu iki sonucu birlikte doğurmaktadır ve "insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun." ifadesindeki her iki husus da ümmetin "vasat" oluşunun gereğidir.
b) Ümmetin "vasatlığı" Peygamber ile insanlar arasında aracılık pozisyonunda olması anlamındadır, iki aşırı veyahut ruha önem veren tarafla, bedene önem veren taraf arasında "ortalama" bir konumda olması anlamında değildir.
498 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
c) Bu ayet anlam olarak Hz. İbrahim'in dualarını içeren ayetlerin bir sonucu, bir devamı niteliğindedir. Şahitlik ise Müslüman ümmetin üstlendiği misyonlardan biridir.
Bil ki; yüce Allah'ın sözünden çıkan sonuca göre, ameller üzerinde şahitlikte bulunma görevi, sırf insanlardan şahitlere özgü bir yükümlülük değildir. Tersine yapılan işle bir şekilde ilintisi bulunan herkes ve her şeyin, şahitlikte bulunma misyonu vardır. Melekler, zaman, mekân, din, kitap, organlar, duyular ve kalpler amel hakkında şahitlikte bulunurlar.
Buna göre, kıyamet günü şahitlikte bulunmak üzere çağırılan kimse, şu dünya hayatında bu işi yapabilecek bir duyarlılığa sahiptir. Bu duyarlılık sayesinde amellerin tüm özelliklerini algılar ve onları asıl nitelikleriyle belleğine kaydeder. Her şeyin içindeki hayatın aynı türden olması bir zorunluluk değildir. Söz gelimi hayvan türünün hayatının kendine özgü özellik ve sonuçları vardır. Ama her hayat türünün böyle olması gerektiğini bir delil gerektirmemektedir. Dolayısıyla bütün hayat çeşitlerini bir türde sınırlandırmak mümkün değildir. Bu, konuya ilişkin genel bir değerlendirmedir. Ayrıntılı bilgi ise, yeri geldikçe sunulacaktır.
"Biz, Peygambere uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, senin önceden üzerinde bulunduğun yönü kıble yapmıştık." İfadenin orijinalinde geçen "line'lame" kelimesi ile ya elçi ve nebilerin bilmesi kastedilmiştir. -Çünkü büyükler hem kendi adlarına, hem de izleyicileri adına konuşurlar. Tıpkı, hükümdarın "Falancayı öldürdük, falancayı tutukladık." demesi gibi; oysa kendisi fiilen bu eylemde bulunmamıştır. Bütün eylemi izleyicileri gerçekleştirmiştir- ya da yüce Allah'ın aynî ve fiilî olarak bilmesi kastedilmiştir. Bu bilme, yaratılış ve varedişle birlikte gerçekleşir ve varedişten önceki ezelî "bilme"den ayrıdır.
"Ökçeleri üzerinde geriye dönmek", yükümlülükten kaçınmak, görevi reddetmekten kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü ökçeleri üzerinde duran insan, bir yönden diğerine dönünce, ökçeleri üzerinde döner. Ve bu olay "yüz çevirme"den kinaye olarak dile getirilmiştir. Şu ayet-i kerimedeki ifade de bunun gibidir: "Kim o gün arkasını dönerse." (Enfâl, 16) Ayet-i kerimeden anlaşıldığı kadarıyla, ifade, kıble değişikliğinden dolayı müminlerin içlerinde meyda-
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 499
na gelen çalkantıları dindirme amacına yöneliktir. Bu arada daha önce eski kıbleye dönerek kıldıkları namazların ne olacağı sorusuna da cevap vermiş oluyor.
Bununla anlaşılıyor ki, Resulullah'ın üzerinde bulunduğu kıbleden maksat Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes'tir, Kâbe değil. Beyt'ül- Mukaddes'in iki kez, Kâbe'nin de iki kez kıble yapıldığına ilişkin bir kanıt yok ortada. Şayet, ayette sözü edilen "kıble" ile "Kâbe" nin kastedildiğini kabul edersek, böyle bir değerlendirme kaçınılmaz olacaktır. Kısacası, müminlerin aralarında birtakım çalkantıların yaşanması bekleniyordu:
a) Öncelikle; madem ki sonunda kıble olarak Kâbe üzerinde karar kılınacaktıysa, başlangıçta Beyt'ül-Mukaddes'i kıble yapmanın sebebi neydi? Böylece yüce Allah bu tür hüküm ve yasamalarını insanın eğitimine, olgunlaştırılmasına, müminlerin öteki insanlardan ayıklanmalarına, itaatkârların isyankârlardan ayırt edilmelerine, uysalların serkeşlerden uzaklaştırılmalarına yönelik maslahatlardan dolayı olduklarını açıklıyor. Zaten size kıble kılınan önceki kıblenin belirlenişi de aynı sebebe yönelikti. Dolayısıyla, "Peygambere uyanı bilelim" sözü "sana uyanı ayırt edelim" demektir. İkinci şahsa yönelik hitap yerine üçüncü şahsa yönelik bir hitabın seçilmesi, bu ayırma işinde "peygamberlik misyonunun" etkin bir rol oynamasından dolayıdır. Önceki kıblenin tayini ile de Müslümanlar için kıble edilmesi kastedilmiştir. Eğer, bununla Beyt'ül-Mukaddes'in öteden beri kıble olarak tayin edilmiş olması kastedilseydi, hiç kuşkusuz "peygamber" ifadesi de genel olacaktı ve tüm peygamberleri ilgilendiren bir durum söz konusu olacaktı; oysa ifadeden böyle bir sonuç çıkarmak uzak bir ihtimaldir.
b) Müslümanların Beyt'ül-Mukaddes'e yönelerek kıldıkları namazlar ne olacak? Bu durumda kıbleye yönelmeden namaz kılmış olmuyorlar mı? Buna ise şöylece cevap verilmiştir: Bir kıble, kendisi ile ilgili hüküm yürürlükten kaldırılmadığı sürece kıbledir. Yüce Allah bir hükmü neshettiği zaman, o andan itibaren yürürlükten kaldırır. Yani hükmü geçmişiyle birlikte temelden geçersiz kılmaz. Müminlere yönelik şefkati ve rahmetinden dolayı böyle yapar. Şu cümlede de buna işaret ediliyor: "Allah sizin imanınızı
500 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah insanlara şefkatli, merhametlidir." Şefkat ve merhamet kelimeleri ifade ettikleri anlamın özü açısından bir olmakla beraber "şefkat" bir musibetle sınanan kimse ile ilgilidir. Rahmet ise daha genel kapsamlıdır.
"Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz." Bu ayet gösteriyor ki, Resulullah efendimiz yüce Allah'ın kendisine özel bir kıble belirlemesini sevdiğinden (s.a.a) kıble ile ilgili ayetin inişinden önce -ki şu anda bu ayetin üzerinde duruyoruz.- yüzünü göklere çeviriyordu, bir beklenti içindeydi. Kıble ile ilgili açıklayıcı bir bilginin vahyedilmesini bekliyordu. Ama bu Beyt'ül-Mukaddes'e yönelmekten hoşlanmadığından değildi. Haşa, Resulullah için böyle bir şey söylemek doğru olmaz. Nitekim yüce Allah, "Seni hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz." buyuruyor. Bir şeyden hoşlanmak, onun karşıtı olan diğer şeyden nefret etmeyi gerektirmez. Tersine, ayetin inişi ile ilgili rivayetlerden de anlaşıldığı kadarıyla Yahudiler, kendi kıblelerine yönelerek namaz kılan Müslümanları ayıplıyorlardı, bunu kendileri için bir övünç vesilesi olarak değerlendiriyorlardı. Bu durum ise Resulullah efendimizin (s.a.a) üzülmesine yol açtı. Bu yüzden geceleyin çıkıp göklere bakarak yüce Allah'tan vahiy gelmesini ve kalbinin üzerine çöken hüznün dağılmasını bekledi. Bunun üzerine söz konusu ayet indi.
Eğer, Allah'ın hükmü, kıblenin eskiden olduğu gibi Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes olması şeklinde inseydi, hiç kuşkusuz bu, Yahudilerin aleyhine bir kanıt olacaktı. Yoksa, gerek Resulullah için ve gerekse Müslümanlar için Yahudilerin kıblesine dönmekten dolayı utanılacak bir durum yoktur. Çünkü kul, sadece itaat etmekle yükümlüdür. Ne var ki yüce Allah yeni bir kıble gösterdi onlara. Böylece Yahudilerin Müslümanları utandırma girişimleri ve övünme gerekçeleri ortadan kalktı., Bunun yanı sıra yükümlülük de belirginlik kazandı. Bu, kesin bir kanıttı ve bundan hoşnutluk duyulacaktı.
"Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız, yüzünüzü o yöne çevirin." İfadenin orjinalinde geçen "şatr" kelimesi, bir şeyin "bir kısmı" demektir. Mescid-i Hâram'ın "bir kısmı" ise, "Kâbe"dir. Ayette "yüzünü Kâbe'ye çevir" yerine "Mescid-i Haram tarafına (ya da bir kısmına) çevir." deniyor. Aynı şekilde, "Yüzünü
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 501
Beyt'ül-Haram'a çevir." şeklinde bir ifade de kullanılmıyor ki, eski kıble ile tam bir karşıtlık, bir dengelilik oluşsun. Eskiden kıble, Mescid-i Aksa'nın bir tarafıydı, orada herkesçe bilinen bir kayaydı. Onun yerine, Mescid-i Haram'ın bir tarafı, yani Kâbe kıble olarak öngörüldü. Bunun yanı sıra "şatr" kelimesinin mescide izafe edilmesi ve Mescidin de "haram" olarak nitelendirilmesi, hükme birtakım ayırdedici özellikler katıyor ki, şayet "Kâbe" ya da "Beyt'ül- Haram" denilseydi, bu ayrıntı niteliğindeki sonuçlar elde edilemeyecekti.
Yüce Allah'ın başlangıçta "Yüzünü çevir" diyerek hükmü Resulul-lah efendimize (s.a.a) özgü kılması, ardından "nerede olursanız" buyurarak hükmü hem onu, hem de tüm müminleri kapsayacak şekilde genelleştirmesi gösteriyor ki, kıble değişikliğine ilişkin hüküm indiği sırada Resulullah efendimiz (s.a.a) Müslümanlarla birlikte mescitte namaz kılıyordu. Bu yüzden emir önce özellikle ona yöneltildi. En başta onun namazı içinde hüküm yürürlüğe kondu. Sonra hem onu, hem de tüm Müslümanları kapsayan, tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olan hüküm bildirildi. "Kitap verilenler, bunun Rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler." Çünkü ellerindeki kitaplarda Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamberliğinin gerçekliğine ilişkin bilgiler yer alır. Yahut, bu kitaplarda, bu doğru sözlü Peygamberin kıblesinin Mescid-i Hara-m'ın bir yönü olduğu yazılıdır. Hangisi olursa olsun "Kitap verilenler" ifadesi, onların ellerindeki kitabın bu uygulamanın gerçekliğini içerdiğini gösteriyor. Ya uyuşma ya da zimnen onaylama söz konusudur. Ama yüce Allah, onların gerçeği gizlediklerinden, ellerindeki bilgiyi sakladıklarından habersiz değildir.
"Andolsun ki, sen kitap verilenlere her türlü ayeti getirsen, yine onlar senin kıblene uymazlar." Bu ifade, onların inatçılıklarını, dik başlılıklarını yüzlerine vuran bir uyarı niteliğindedir. Onların kabule yanaşmamaları, gerçeğin belirsizliğinden ve gereği gibi açığa kavuşmamışlığından kaynaklanmıyor. Çünkü onlar, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bunun gerçek olduğunu biliyorlar. Sürekli itiraz etmelerinin, kargaşa çıkarma çabası içinde olmalarının sebebi, din hususunda inatçı bir yaklaşıma sahip olmaları, bilerek gerçeği reddetmeleridir. Bu yüzden kanıt sunmak onlarda bir tavır değişikliğine yol açmaz. Ayet getirmiş olmak inkârcılıklarını sona
502 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
erdirmez ve eğer sen her türlü ayeti, mucizeyi ve kanıtı getirip ortaya sersen, yine de senin kıblene uymazlar. Çünkü onlar dik başlı ve inatçı kimselerdirler. Sen de onların kıblelerine yönelmezsin; çünkü sen Rabbin tarafından sunulmuş bir kanıta dayanarak hareket ediyorsun. "Sen de onların kıblesine uyacak değilsin." ifadesi, haber verme biçiminde bir yasaklama da olabilir. Onlar da birbirlerinin kıblelerine yönelmezler. Yahudiler, nerede olurlarsa Beyt'ül-Mukaddes'teki kayaya yönelirler. Hıristiyanlar da nerede bulunurlarsa bulunsunlar, doğuya yönelirler. Bu iki grup da birbirlerinin kıblelerini kabul etmezler. Çünkü kabul ve red şeklindeki tavırlarının dayanağı kişisel ihtiraslarıdır, heva ve hevesleridir.
"Sana gelen ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyarsan, o takdirde sen, mutlaka zalimlerden olursun." Bu ifade Peygamber efendimize yönelik bir tehdit niteliğindedir. Ama içerdiği anlam ve mesaj tüm ümmete yöneliktir. Bununla Ehlikitab'ın hevâ ve heveslerine uydukları için inatçılık ettikleri ve böylece zalimler kategorisine girdikleri vurgulanıyor.
"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." "Onu... tanırlar" ifadesindeki zamir, kitaba değil, Resulullah efendimize (s.a.a) dönüktür. Bunun kanıtı da söz konusu "tanıma" nın, oğulları tanımaya benzetilmiş olmasıdır. Çünkü böyle bir benzetme ancak insan için kullanıldığı zaman yerinde olur. Yani bir kitap için, "falanca adam oğlunu tanıdığı gibi ya da bildiği gibi bu kitabı da tanıyor" denmez.
Kaldı ki, ayetin akışı -ki, Resulullah ve ona inen kıble değişikliğine ilişkin emirle ilgilidir- Ehlikitab'a verilen kitaba büsbütün yabancıdır. Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: Kitap verilenler ellerinde bulunan kitapların içerdiği müjdeleyici işaretlerden dolayı Allah'ın elçisini kendi oğullarını tanır gibi tanıyorlar. Ama onlardan bir grup gerçeği bile bile saklıyor. Buna göre, "Onu... tanırlar." ifadesinde hitap hazırda bulunan birinden alınıp üçüncü şahsa yöneltilmiş ve Resulullah efendimiz (s.a.a) orada hazır bulunmayan biri olarak değerlendirilerek bundan önce kendisi hazır kabul edilerek konuşma ona yöneltilmişken, birden hitap müminlere yöneltilmiştir. Bu şekilde "iltifat" sa-
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 503
natına başvurulmasının nedeni ise şu hususun açığa kavuşturulmasıdır: "O'nun durumu kitap ehli toplumlar tarafından çok iyi bilinmektedir." Bu tür bir konuşma tarzı, bir topluluğa hitap eden, ama içlerinde birini üstün niteliklerinden dolayı muhatap olarak kabul eden ve onunla konuşarak sözlerini başkalarına duyuran, muhatap aldığı kişinin şahsına ait üstün niteliklerini vurgulamaya gelince de, onun yerine topluluğa hitap etmeye başlayan, ardından onun üstünlüğünü anlatmaya son verince de baştaki gibi tekrar ona hitap etmeye başlayan birinin konuşma tarzını andırıyor. Bununla iltifat sanatına ne amaçla başvurulduğu anlaşılıyor.
"Gerçek, Rabbinden gelendir; artık kuşkulananlardan olma." Bu ifade, önceki açıklamayı pekiştirme amacına yöneliktir. Ayrıca kuşkuya düşmekten de sakındırıyor. Görünürde bu uyarı Peygamberimize (s.a.a) yöneltiliyor ama, mesaj müminlere yöneliktir.
"Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O hâlde hayır işlerde yarışın." Orijinal ifadede geçen "viche=yön" tıpkı "kıble" gibi yönelinen şey demektir. Bu cümle bir bakıma önceki açıklamanın özeti niteliğindedir. Ayrıca bununla konu değişikliğine de gidiliyor ve insanlar "kıble" meselesinin üzerine fazla düşmemeleri, sözü gereksiz yere uzatmamaları uyarısında bulunuluyor. Demek isteniyor ki: Her toplumun çıkarları göz önünde bulundurularak hükme bağlanmış bir kıblesi vardır. Bu, bizzat kıblenin kendisinden kaynaklanan evrensel bir zorunluluk ve kıble meselesi değişim ve başkalaşım kabul etmez değildir. Öyleyse bu konuda tartışmayı bırakın da hayırlara koşun, hayırlı işler yapmada birbirinizle yarışın. Çünkü, geleceğinden kuşku duyulmayan bir günde yüce Allah sizi bir araya getirecektir. Nerede olursanız olun, Allah tümünüzü toplar. Çünkü Allah- 'ın her şeye gücü yeter.
Bil ki: Bu ayet-i kerime, kıble değişikliği meselesi ile ilgili ayetler arasında yer aldığı için, o meseleye uyarlanabildiği gibi, bunun dışında evrensel bir meseleye de uyarlanabilir. Bu ayette kazâ ve kader olgularına işaret ediliyor; hüküm ve kuralların kazâ ve kaderin fonksiyonunu yerine getirmesi için konuldukları dile getiriliyor. İnşaallah meseleyle ilgili ayeti ele aldığımızda doyurucu bilgiyi vereceğiz.
504 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"Nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir." Bazı tefsir bilginleri ayete, "Hangi yerden çıkıp hangi bölgeye varırsan, yüzünü Mescid-i Haram'a çevir" anlamını vermişlerdir. Bazıları, "Ülkenin neresinden çıkarsan" demişlerdir. "Nereden çıkarsan" sözü ile "Mekke" kenti kastedilmiş de olabilir. Çünkü Resulullah efendimizin (s.a.a) çıktığı yer burasıdır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Seni çıkaran şehirden..." (Muhammed, 13) Yani ister Mekke'de ol, ister başka bölgelerde bulun Kâbe'ye yönelmek senin için değişmez bir hükümdür. "Bu, elbette Rabbinden gelen gerçektir, Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir." ifadesi bu hükmü pekiştirmeye dönük bir vurgulamadır.
"Nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir; nerede olursanız, yüzünüzü o yana çevirin." Burada birinci cümle aynı ifadelerle tekrarlanmıştır. Bunun nedeni, hükmün her hâlükârda geçerli ve değişmez olduğunu vurgulama olsa gerektir. Bu, tıpkı birinin şöyle demesi gibidir: Ayağa kalktığın zaman Allah'tan kork, oturduğun zaman Allah'tan kork, konuştuğun zaman Allah'tan kork, sustuğun zaman Allah'tan kork." Bu adam her defasında takvadan söz etmekle, demek istiyor ki: Bu hâllerin her birinde takvaya sarıl, bu duygu her durumda seninle olsun." Eğer "Kalktığın zaman, oturduğun zaman, konuştuğun zaman ve sustuğun zaman Allah'tan kork" denilse, yukarıdaki incelik kaybolur. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Çıktığın Mescid-i Haram tarafına yönel, yeryüzünün neresinde olursanız, yüzünüzü onun tarafına çevirin.
"Ki insanların aleyhinizde bir delili olmasın. Yalnız haksızlık edenler başka. Onlardan korkmayın, benden korkun." Bu ifadede, üzerinde bunca durulan, bunca vurgularla pekiştirilen, uygulanması gerektiği bunca dile getirilen ve çiğnenmesinden sakındırılan bu hükmün üç hususu içerdiğine işaret ediliyor:
a) Yahudiler, vadedilen nebinin yöneleceği kıblenin Beyt'ül-Mukaddes yerine Kâbe olacağını kitaplarından öğrenmişlerdi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kitap verilenler, bunun Rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler." Eğer bu hüküm terkedilecek olursa, Yahudiler bunu, "Peygamberiniz gerçek peygamber değildir." diyerek Müslümanların aleyhine kanıt olarak kullanacaklardı. Ama bu hüküm yerine getirildiği zaman, ellerinde hiçbir gerekçe kalmaz. Ancak zalimler başka. Bu ifade istisna-i
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 505
münkatıdır [kopuk istisnadır]. Yani, onların içinde hevalarına uyan zalimler, itirazlarına son vermezler. Siz onlardan korkmayın. Çünkü onlar kişisel hevalarına uymaktan dolayı zalimler kategorisine girmişlerdir. Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Siz benden korkun.
b) Bu hükme sıkı sıkıya sarılmak, Müslümanlara yönelik nimetin, dinlerinin kemale erdirilmesi suretiyle, tamamlanmasına yol açar. Nimetin tamamlanmasının ne demek olduğunu, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Mâide, 3) ayetini incelerken açıklayacağız.
c) Dosdoğru yolu bulma ümidi. "Bizi doğru yola hidayet et." (Fâtiha, 6) ayetini incelerken "hidayet" kavramı ile ilgili ayrıntılı bilgi vermiştik.
Bazı tefsir bilginleri, kıble değişikliği konusunu içeren bu ayetin, "ve size olan nimetimi tamamlayayım ve bu sayede belki hidayete eresiniz." şeklinde bir ifadeyi kapsamasını, aynı ifadenin Mekke'nin fethini konu alan Fetih suresinde yer almasından hareketle, Mekke'nin fethine yönelik bir müjde olarak değerlendirmişlerdir. Fetih suresinde şöyle buyuruluyor: "Biz sana apaçık bir fetih verdik. Ta ki Allah, senin günahından geçmişte ve yakın zamanda olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin." (Fetih, 1-3)
Bunun açıklaması şöyledir: Kâbe İslâm'ın ilk dönemlerinde müşriklerin düzmece ilâhları adına diktikleri heykellerle, putlarla doluydu. Otorite onların elindeydi. İslâm henüz gücünü ve caydırıcılığını gösterecek durumda değildi. Bu yüzden yüce Allah Peygamberine Beyt'ül-Mukaddes'e yönelmesini emretti, ona bu yolu gösterdi. Çünkü orası Yahudilerin kıblesiydi ve Yahudiler müşriklere göre din olarak Müslümanlara daha yakındılar. Nihayet Resulullah'ın (s.a.a) Medine'ye hicret etmesiyle birlikte İslâm yaygınlık kazanınca ve fetih zamanı da yaklaşıp Kâbe'nin putlardan arınma ümidi doğunca, kıble değişikliğine ilişkin emir geldi. Hiç kuşkusuz bu, Müslümanlara özgü kılınan büyük bir nimetti. Kıble değişikliğine ilişkin ayette, nimetin tamamlanmasından ve hidayetten söz ediliyor.
506 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bundan maksat Kâbe'nin putların oluşturduğu iğrençlikten kurtulup, kendisine yönelinerek Allah'a kulluk sunulan bir kıble olması ve bunun sırf Müslümanlara özgü bir uygulama olmasıdır. Müslümanlar sadece ona yönelme durumundadırlar. Şu hâlde yukarıdaki ifade Mekke'nin fethine ilişkin bir müjdedir. Daha sonra yüce Allah, fetih zamanı Mekke'nin fethinden söz edince, daha önce onlara vadettiği nimetin tamamlanmasına ilişkin müjdeye işaret etti. "Ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin." buyurarak önceki ifadeye göndermede bulundu. Bu yorum, görünürde ilginç ve tutarlı gibi görünse de titiz bir incelemeden yoksun olduğu bellidir. Çünkü ayetlerin akışı böyle bir yorumu destekler nitelikte değildir. Bu ayette nimetin tamamlanmasına ilişkin vaadi içeren, "Ve size olan nimetimi tamamlayayım ve bu sayede belki hidayete eresiniz." ifadesinin başındaki "lam" harfi gaye bildirir mahiyettedir. Bu vaadin gerçekleşmesi olarak değerlendirilen Fetih suresindeki, " Ta ki Allah, senin günahından geçmişte ve yakın zamanda olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru yola iletsin..." ayetinin başında da aynı harf vardır. Şu hâlde her iki ayet de, nimetin tamamlanmasına ilişkin güzel bir vaat içermektedirler. Ayrıca kıble değişikliğine ilişkin ayetin içerdiği vaat tüm Müslümanlara yöneliktir, Fetih suresindeki ayet ise, bu hususta özel olarak Resulullah efendimize hitap ediyor. Dolayısıyla her iki ayetin akış yönü farklıdır. Eğer bu iki ayetin içerdiği vaadin gerçekleştiğine ilişkin bir ifade varsa, o da "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Mâide, 3) ayet-i kerimesidir. Biz bu ayeti incelerken "nimet" kavramı üzerinde duracağız ve yüce Allah'ın bu ayet-i kerimede bir lütuf olarak sunduğu nimeti somut biçimde tanımlamaya çalışacağız. Yüce Allah'ın şu sözü de nimetin tamamlanmasına ilişkin bir vade ifadesini içermek bakımından bu iki ayete benziyor: "...fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki, şükredersiniz." (Mâide, 6) Yine "Allah nimetini böyle size tamamlıyor ki, siz Müslüman olasınız." (Nahl, 81) ayeti aynı pozisyondadır. İnşaal-lah bu ayetlere ilişkin açıklamaların ardından, konuyla ilgili uygun bir yorumda bulunacağız.
Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 507
"Nitekim kendi içinizden size... öğretecek bir elçi gönderdik." Ayetin ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla cümlenin orijinalinin başındaki [kema erselnâ] "kâf" teşbih bildirir ve "ma" edatı da masdariyedir. Bu durumda ayetin açık anlamı şöyle olur: Hz. İbrahim'in yaptığı ve birtakım hayırlara ve bereketlere kavuşması için dua ettiği Kâbe'yi sizin için kıble yapmakla size nimet verdik. Nitekim kendi içinizden size bir peygamber gönderdik ki, bu peygamber size ayetlerimizi okuyor, size kitap ve hikmeti öğretiyor ve sizi arındırıyor. Bun-lar İbrahim'in duasının karşılıklarıdırlar. Zira oğlu ile birlikte şöyle dua etmişti İbrahim: "Rabbimiz, onlara içlerinden, senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir elçi gönder."
Dolayısıyla ayet-i kerimede Kâbe'nin kıble kılınmasının nimet yönü vurgulandığı gibi Peygamberin gönderilişi de bir lütuf olarak ön plâna çıkarılıyor. Şu hâlde "kendi içinizden" ifadesiyle kastedilenler teslim olmuş ümmettir. Teslim olmuş ümmetten gerçekte sadece bu ümmetin içinde yer alan dinin velileri kastediliyor. Zahire göre İsmail soyundan gelen tüm Müslümanlar (ki bunlar Mudar kabilesine mensup Araplardır), hükmen de tüm Araplar, daha doğrusu tüm Müslümanlar kastediliyor.
"Size ayetlerimizi okuyacak..." İfadeden anlaşıldığı kadarıyla "ayetler" den kastedilen, Kur'ân ayetleridir. Çünkü "yetlû" kelimesinin türediği "tilâvet" mastarında anlamdan çok lafız ön plândadır. Ayetin orijinalinde geçen "yuzekkî" fiilinin mastarı olan "tezkiye" ise, temizleme, yani kirlerden ve pisliklerden arındırma demektir. Dolayısıyla şirk ve küfür gibi bozuk inançlardan, kibir ve kendini beğenmişlik gibi düşük karakterlerden, adam öldürme, zina etme ve içki içme gibi kötü amellerden arındırma bu kavramın kapsamına girer. Kitap ve hikmeti öğretmek ve bilmedikleri şeyleri öğretmek, tüm temel ve ayrıntı niteliğindeki bilgileri öğretmek demektir.
Bil ki: Ayet-i kerimelerde birkaç yerde iltifat sanatına başvurulmuştur. Yüce Allah'la ilgili olunca, hem gayb (üçüncü tekil şahıs), hem mutekellim-i vahde (birinci tekil şahıs) ve hem de mütekellim mea'l-gayr (ikinci şahıs) üslûbu kullanılmıştır. Onun dışında
508 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
da gayb, hitap ve tekellüm üslubuna başvurulmuştur. İyi bir gözlemci bu üslûpta yatan inceliğin farkına varır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma'ul-Beyan tefsirinde Tefsir'ul-Kummî'ye dayanılarak "bazı beyinsizler... O dilediğini doğru yola iletir." ayeti ile ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah efendimiz (s.a.a) Mekke'de on üç sene, Medine'ye hicret ettikten sonra da toplam yedi ay Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes'e yönelerek namaz kıldıktan sonra yeni kıble Kâbe olarak belirlendi. Allah onu Mekke'ye yöneltti. Çünkü Yahudiler Resulullah efendimizi (s.a.a) alaya alıyor ve 'Sen bize tâbisin, bizim kıblemize yönelerek namaz kılıyorsun." diyerek dil uzatıyorlardı. Onların bu küçük düşürücü tavırları karşısında Resulullah büyük bir üzüntüye kapıldı. Gecenin karanlığında dışarı çıkıp göklere bakıyor, bu hususta yüce Allah'tan bir açıklama gelmesini bekliyordu. Gün ışıyıp öğlen namazının vakti girince, Resulullah Salimoğulları Mescidinde öğlen namazını kılıyordu. Henüz iki rekât kılmıştı ki, Cebrail indi, iki kolundan tutup onu Kâbe'ye yöneltti ve ona şu ayet-i vahyetti: 'Biz senin yüzünün göğe doğru çevirilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescidi Haram tarafına çevir." Böylece efendimiz dört rekâtlı bir namazın iki rekâtını, Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes'e, iki rekâtını da Mekke'deki Kâbe'ye yönelerek kılmış oldu. Bunun üzerine Yahudiler ve kimi beyinsizler 'Bunları daha önce yöneldikleri kıbleden döndüren nedir?' dediler."
Ben derim ki: Bu hususla ilgili olarak gerek Şiî ve gerekse Sünnî kanallardan birçok hadis rivayet edilmiştir, ki bunlar birbirlerine yakın içerikli hadisler olarak kaynak eserlerde yer alırlar. Ama olayın gerçekleştiği tarih noktasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çoğunluk -ki doğrusu budur- kıble değişikliğinin, hicretin ikinci yılının recep ayında, yani hicretin on yedinci ayında gerçekleştiği görüşündedir. İnşaallah yeri geldiğinde, sınırlı da olsa birtakım açıklamalarda bulunacağız.
Ehlisünnet ve'l-Cemaat kanallarınca, bu ümmetin insanlar üzerinde şahitlik yapması, Peygamberimizin de bu ümmet üzerinde
Bakara Sûresi / 142-151 ................................. 509
şahitlik yapması ile ilgili olarak şöyle bir rivayete yer verilir: "Kıyamet günü toplumlar, peygamberlerin tebliğ yaptıklarını inkâr ederler. Yüce Allah gerçeği bildiği hâlde peygamberlerden tebliğ görevini yerine getirdiklerine ilişkin kanıt ister. Bunun üzerine ümmet-i Muhammed getirtilir ve bunlar peygamberler lehine şahitlik ederler. Diğer toplumlar, 'Bunu nereden bildiniz?' diye karşı çıkarlar. Onlar da, 'Yüce Allah'ın doğru sözlü peygamberinin diliyle bize aktardığı kitabındaki bilgilerden öğrendik.' derler. Bundan sonra Hz. Muhammed getirtilir ve ümmetinin durumu ondan sorulur. O da onları temize çıkarır, adil oldukları yönünde şahitlikte bulunur. İşte yüce Allah, 'Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman hâlleri nice olur?' [Nisâ, 41] buyururken buna işaret ediyor."
Ben derim ki: Bu rivayetin içerdiği açıklamalar başka rivayetlerce de desteklenmektedir. Bunları Suyûtî, ed-Dürr'ül- Mensûr adlı eserinde aktarmaktadır. Başka eserlerde de bunlara rastlamak mümkündür. Resulullah efendimizin (s.a.a) ümmetini temize çıkarması, adilliğine şahitlik etmesi ile ümmetin içinde yer alan bazı kimseler kastedilmiş olsa gerektir, tüm ümmet değil. Yoksa öyle bir sonuç, zorunlu olarak kitap ve sünnetle çelişki arzetmektedir. Resulullah efendimizin, yaşanan bunca faciayı ve geçmiş ümmetlerin hiçbirinde benzerine rastlanmayan bunca zulmü onaylaması, doğrulaması mümkün müdür? Allah'ın elçisi bu ümmetin bünyesinde yer alan Firavun kimlikli zorbaları, tağutları temize çıkarır mı? Böyle düşünmek hanif dinine ağır bir darbe indirmek ve apaydınlık dinin içerdiği hakikatleri sulandırmak anlamına gelmez mi? Kaldı ki, hadis, nazarî bir şahadetten söz ediyor, bizzat görülüp tanık olunan bir şahitlikten değil.
el-Menâkıb adlı eserde, bu konuyla ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Ancak imamlar ve peygamberler insanlar hakkında şahitlikte bulunabilirler. Yüce Allah'ın tüm ümmetin şahitliğini istemesi düşünülemez. Çünkü ümmet için de öyleleri var ki, bir demet ot hakkında bile onun şahitliğine güvenilmez." [c.4, s.179]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de nakledilen bir rivayete göre, İmam Sadık (a.s): "ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit ol-
510 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
sun." ifadesi ile ilgili olarak, "Eğer yüce Allah'ın bu ayeti kerimede İslâm kıblesine yönelen tüm ehl-i tevhidi kastettiği zannına kapılırsan, dünya hayatında bir ölçek hurma hakkında bile şahitliği geçersiz olan birinin yüce Allah'ın kıyamet günü şahitliğine baş vuracağı ve tüm geçmiş ümmetlerin hazır bulunduğu bir sırada yaptığı şahitliği kabul edeceği iftirasını atmış olursun. Kesinlikle hayır! Allah böylelerini kastetmiyor. Onun kastettiği Hz. İbrahim'in duasına mazhar olan, kendileri için "siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" denilen kimselerdir. Onlar "vasat" ümmet, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet niteliğine yakışan kimselerdir. [c.1, s.63, h: 114]
Ben derim ki: Kitabın verdiği mesajdan yola çıkarak ilgili ayeti tefsir ettiğimizde bu hususu açıkladık.
Kurb'ul-İsnâd adlı eserde, İmam Sadık (a.s) babasından, o da Resulullah efendimizden (s.a.a) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah ümmetime üç özellik bahşetmiştir ki, bunları ancak peygamberlere lütfetmiştir... Yüce Allah bir peygamberi görevlendirince onu kavminin üzerine şahit eder. Yüce Allah benim ümmetimi de tüm insanların üzerinde şahit kılmıştır. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: 'Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için.'1..." [s.41]
Ben derim ki: Bu hadis, yukarıdaki açıklamamızı çürütmüyor, çünkü "ümmet"ten maksat, Hz. İbrahim'in duasına mazhar olan Müslüman ümmettir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Hz. Ali'nin (a.s) kıyamet gününü tasvir ettiği bir konuşmasında şu sözlere yer verilir: "Bir alanda toplanılır. Bütün insanlar orada sorguya çekilir. Rahmanın izin verdiklerinin dışında kimse konuşamaz, konuştuğunda da doğruyu söyler. Bu sırada Peygamberimiz (s.a.a) kaldırılır ve ondan sorulur. 'Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman hâlleri nice olur?' ayetinde Hz. Muhammed'e yönelik hitapla, işte bu olay kastedilmiştir. Resulullah efendimiz (s.a.a) şahitlerin şahididir. Şahitler ise, peygamberlerdir." [c.1, s.242, h: 132] -------- 1- [Hac, 78]
Bakara Sûresi / 142-151 ................................. 511
et-Tehzîb adlı eserde, Ebu Basir'in şöyle dediği belirtilir: İki imamdan birine (yani İmam Muhammed Bâkır -a.s- veya İmam Sadık'a -a.s-) dedim ki: "Allah mı Beyt'ül-Mukaddes'e yönelinerek namaz kılmayı emretmişti? "Evet, dedi. Yüce Allah'ın, 'Biz, peygambere uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, senin önceden üzerinde bulunduğun yönü kıble yapmıştık.' dediğini duymadın mı?" [c.2, s.138]
Ben derim ki: Hadisten çıkan sonuca göre, "elletî kunte aleyha= önceden üzerinde bulunduğun" cümlesi, orijinal metinde geçen "el-kıble"nin sıfatıdır ve onunla da Beyt'ül-Mukaddes kastedilmiştir. Yine buna göre Beyt'ül-Mukaddes, Resulullah'ın eskiden yöneldiği kıbledir. Daha önce de vurguladığımız gibi, ayetlerin akışından çıkan sonuç da budur.
Bu sonuç, bazı eserlerde İmam Hasan Askerî'den (a.s) nakledilen rivayetleri pekiştirir niteliktedir: "Mekke halkının meyli Kâbe'ye yönelikti. Bunun üzerine yüce Allah, onları hoşlanmadıkları, ama Hz. Muhammed'in emrettiği bir kıbleye yönelterek Hz. Muhammed'in tâbileri ile muhaliflerini birbirlerinden ayırmak istedi. Medine'liler de Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya yönelme arzusuna sahip olduklarından bu sefer onun tersini bir kıble öngördü, Kâbe'ye yönelmelerini emretti ki, hoşlanmamasına rağmen Hz. Muhammed'in, doğrulayıp uygun gördüğü bir hususta ona uyan kimseyi ortaya çıkarsın..." [el-Vafi, c.5, s.83, bab: 67]
Bu açıklama ile "önceden üzerinde bulunduğun" ifadesini "ceal-na" fiilinin ikinci mef'ulu olarak değerlendirenlerin yaklaşımlarının yanlışlığı da ortaya çıkıyor. Onlara göre ifadenin açıklaması şöyledir: "Beyt'ül-Mukaddes'ten önce yöneldiğin Kâbe'yi kıble yapmadık..." Yüce Allah'ın "meğer kimin elçiye uyduğunu bilelim" sözünü de delil olarak getirmişlerdir. Bu anlam yanlıştır ve yanlış olduğu önceki ifadelerden de anlaşılmaktadır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Zübeyrî'den şöyle nakledilir: İmam Sadık'a (a.s) dedim ki: "Söyler misiniz, iman; söz ve amel midir, yoksa amelden ayrı sırf söz müdür?" Dedi ki: "İman, bütünüyle ameldir. Söz ise, bu amelin ancak bazısıdır. İman Allah tarafından farz kılınmış, kitabında açıklığa kavuşturulmuş, nuru son derece belir-
512 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
gindir ve kanıtı da değişmeden yerinde durmaktadır. Allah'ın kitabı imana tanıklık ediyor ve insanları ona çağırıyor." "Nitekim yüce Allah, Peygamberinin yüzünü, namaz esnasında, Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes'ten döndürüp Mekke'deki Kâbe'- ye yöneltince, Müslümanlar Peygamber efendimize (s.a.a), 'Beyt'ül-Mukaddes'e yönelerek kıldığımız namazlar hakkında ne buyurursun? Bu hususta bizim ve Kudüs'teki Beytül-Mukaddese yönelinerek namaz kıldığı sıralarda ölen kardeşlerimizin durumu ne olacaktır?' dediler. Bunun üzerine yüce Allah, 'Allah sizi imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah insanlara şefkatli, merhametlidir.' ayetini indirdi. Böylece namazı iman olarak nitelendirdi. Kim tüm organlarını koruyarak Allah'tan sakınırsa, organlarından her biri aracılığı ile Allah'ın koyduğu farzları yerine getirirse, imanı bütün bir cennet ehli olarak Allah'la karşılaşır. Kim de bu hususta bir hainlik yaparsa ya da Allah'ın bir emrini çiğnerse, eksik imanlı olarak Allah'ın huzuruna çıkar." [c.1 s.63, h: 115] Ben derim ki: Bu hadisi Kuleynî de rivayet etmiştir.1 Rivayette "Allah imanınızı zayi edecek değildir." ayetinin kıble değişikliğinden sonra indiğinin belirtilmesi, bundan önceki açıklamalara ters düşmemektedir.
Men La Yahzuruh'ul-Fakîh adlı eserde belirtildiğine göre, Resulullah efendimiz (s.a.a) Mekke döneminde on üç yıl, Medine döneminde de on dokuz yıl Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes'e yönelerek namaz kılmıştır. Sonra Yahudiler, "Sen bizim kıblemize yöneliyorsun." diyerek yüzüne vurmaya başladılar. Bu tavırları Resulullah efendimizin (s.a.a) büyük bir üzüntüye kapılmasına neden oldu. Gecenin bir kısmında evinden çıkıp yüzünü göklere çevirdi. Tan yeri ağarınca sabah namazını kıldı. Öğlen namazını kıldığı sırada, iki rekâtı tamamlayınca, Cebrail indi ve ona, "Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir." dedi, sonra efendimizin elinden tutup yüzünü Kâbe'ye yöneltti. Arkasında saf tutan müminler de yüzlerini o tarafa çevirdiler. Bu yüzden erkekler kadınların yerine kadınlar da erkeklerin yerine geçmiş oldular. Böylece Resu-lullah efendimiz namazının --------- 1- [Usûl-i Kâfi, c.2, s.33, h: 1]
Bakara Sûresi / 142-151 ................................. 513
ilk kısmını Mescid-i Aksa'ya, ikinci kısmını da Kâbe'ye yönelerek kılmış oldu. Bu haber Medine'de bulunan bir diğer mescide de iletildi. O sırada Mescitte bulunanlar ikindi namazının ilk iki rekâtını kılmış bulunuyorlardı. Bunun üzerine yüzlerini Kâbe'ye doğru çevirdiler. Böylece namazın ilk kısmı Mescid-i Aksa'ya son kısmı ise, Mescid-i Haram'a doğru kılınmış oldu. Bu yüzden adı geçen mescide "Mescid'ül-Kıbleteyn" yani "iki kıble mescidi" denildi. [c.1, s.274]
Ben derim ki: Kummî de benzeri bir hadis rivayet ederek, Resu-lullah efendimizin o sırada Salimoğulları Mescidinde namaz kıldığını belirtmiştir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Bâkır'ın (a.s) "Artık yüzünü Mescid-i Hâram tarafına çevir." ifadesi ile ilgili olarak şöyle dediği belirtilir: "Yani kıbleye yönel ve yüzünü kıbleden başka tarafa çevirme, yoksâ namazın bozulur. Çünkü yüce Allah Peygamberine farz namazla ilgili olarak, 'Yüzünü Mescid-i Hâram tarafına çevir. Nerede olursanız, yüzünüzü o yöne çevirin.' buyuruyor." [c.1, s.64, h: 116]
Ben derim ki: Bu ayetin farz namazla ilgili olarak indiğini belirten ve bunun içeriğini farz namaza has kılan rivayetlerin sayısı oldukça kabarıktır.
Tefsir'ul-Kummî'de yer alan bir rivayete göre, İmam Sadık (a.s) "Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu, oğullarını tanıdıklan gibi tanırlar." ayeti ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Bu ayet Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında inmiştir. Yüce Allah; 'kendilerine kitap verdiklerimiz onu yani Resulullah'ı, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.' buyuruyor. Çünkü yüce Allah Tevrat'ta, İncil'de ve Zebur'da Hz. Muhammed'in ve arkadaşlarının niteliklerini, hicret edişini haber vermiştir. Yüce Allah buna şu sözleriyle işaret ediyor: 'Muhammed Allah'ın Resulüdür. O'nun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rüku ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Onların Tevrat'taki ve İncil'deki vasıfları budur.' [Fetih, 29]
Resulullah ve arkadaşları Tevrat'ta böyle tanımlanırlar. Peygamberimiz ilâhî mesajı tebliğ etmekle görevlendirildiği zaman,
514 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Ehlikitap onu tanıdı. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: O bildikleri kendilerine gelince, onu inkâr ettiler." [Bakara, 89] Ben derim ki: Bunun bir benzeri de el-Kâfi adlı eserde Hz. Ali'- den rivayet edilmiştir. [c.2, s.283, h: 16]
Şiî kaynaklarının birçoğunda belirtildiğine göre, "Nerede olursanız olun, Allah hepinizi bir araya getirir." ayeti İmam-ı Kâim Hz. Mehdi'nin arkadaşları ile ilgilidir. Bazı kaynaklarda da bu yorumun bir tür uyarlama olduğu belirtilir.
Ehlisünnet kanallarından gelen bir rivayete göre, "Size olan nimetimi tamamlayayım." ifadesi ile ilgili olarak Hz. Ali, "Nimetin tamamlanması İslâm üzere ölmektir." demiştir.
Yine Ehlisünnet kaynaklarında belirtildiğine göre, "Nimetin tamamlanmasından maksat, cennete girmektir."
KIBLE HAKKINDA İLMÎ BİR İNCELEME
İslâm dininde kıbleye yönelmek, tüm Müslümanları kapsayan genel bir ibadet olan namaz, hayvan kesme ve umum halkı ilgilendiren diğer bazı konular açısından son derece önemlidir. Bu yüzden kıbleyi belirlemek için ciddî bir araştırma yapma gereğini duyarlar. Önceki dönemlerde genellikle zan, varsayım ve biraz da tahmin esasına dayalı olarak kıbleyi belirlemeye çalışırlardı. Daha sonraları ümmetin matematik bilginleri bilimsel bir araştırma ve gerçeğe en yakın noktayı belirleme gereğini duydular. Bu amaçla, ülkelerin enlem ve boylamlarını belirleme amacı ile kullanılan cetvellerden, aletlerden yararlanma yönüne gittiler.
Önce, girinti ve üçgen hesabı ile, Mekke'nin bulunulan yerin güney noktası karşısındaki sapma konumunu ortaya çıkardılar. Yani bulunulan yer ile Mekke arasındaki kavuşma çizgisinin, bulunulan yer ile o yerin güney noktası arasındaki kavuşma çizgisinden (gündüzün yarı çizgisi) sapma oranını belirlediler. Daha sonra, gündüzün yan çizgisini belirleyen ve Hint dairesi olarak bilinen ölçü yardımcılığı ile tüm İslâm ülkeleri açısından bu noktayı belirlediler. Ardından sapma derecelerini ve kıble hattını tayin ettiler. Daha sonra kolaylık olsun diye pusula olarak bilinen mıknatıslı aleti kullandılar. Çünkü pusulanın iki ibresinden biri kuzeyi biri de güneyi gösterir. Bu alet, Hind dairesi yerine güney noktasının
Bakara Sûresi / 142-151 .................................. 515
belirlenmesi için kullanılır. Ayrıca ülkenin sapma çizgisi bilindiğinden kıble tarafını belirleme kolaylaşır.
Ancak bu çalışma -Allah kendi rızasına yönelik bu çalışmaları kabul etsin- iki bakımdan da yanılmadan kurtulamamıştır. Birincisi: Son dönem matematikçiler, ilk kuşak matematikçilerin boylamı belirlemede yanıldıklarını ortaya koydular. Bu yüzden yön sapması ve Kâbe'nin bulunduğu noktanın belirlenmesi ile ilgili hesaplar altüst oldu. Şöyle ki: Bir ülkenin enlemini belirlemeye - kuzey kutbunun yüksekliğini göz önünde bulundurarak- ilişkin yöntemleri gerçeğe yakın bir isabetliliğe sahipti. Ancak boylamı belirlemeye ilişkin yöntemleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bu ise, göksel bir olayla ilgili iki ortak nokta arasındaki mesafeyi göz önünde bulundurmaktır. Güneş tutulması gibi ki bu olay onlarca ancak, güneşin yörüngesindeki seyri oranında algılanabilirdi. Buna saatle ölçme denir. Ancak bu yöntem, eskiden kullanılan aletlerle oldukça güçtü ve titiz bir uygulamadan uzaktı.
Ne var ki, günümüzün gelişmiş araçları ve iletişimin sağladığı yakınlık, meseleyi son derece kolaylaştırmıştır. Kıbleyi tayin etme gereği de hala geçerlidir. Nitekim Serdar Kabilî adıyla tanınan faziletli Şeyh, bu hususta bir çalışma yapmıştır. Yeni yöntemlerle kıbleye ilişkin yön sapmasını belirlemiştir. Yaptığı çalışmalara ve incelemelere yer verdiği "Tuhfet'ul-Ecille Fî Marifet'il-Kıble" adlı risaleyi yayımlamıştır. Son derece yararlı ve ayrıntılı bilgiler içeren bir risaledir. Bu risalede Şeyh, kıblenin nasıl belirleneceğini matematiksel olarak açıklıyor. Ayrıca ülkelerin kıble şemasını da çiziyor. Şeyhin ulaştığı bulguların en ilginci de (Allah çalışmalarından dolayı onu mükâfatlandırsın), Peygamber efendimizin (s.a.a) Medine'deki Mescidinin mihrabı ile ilgili üstün kerametini ortaya koyan tespitidir.
Şöyle ki: Eskilerin hesaplamasına göre, Medine'nin coğrafi konumu, enlem: 25°, boylam: 75° 20 dk. Fakat Resulullah efendimizin mescidindeki mihrap bu hesaplara uymuyordu. Bu yüzden âlimler mihrabın kıbleye uyumluluğunu çeşitli açılardan araştırmaya gidiyor ve yön sapmasına değişik açıklamalar getirme gereğini duyuyorlardı. Fakat bunların gerçekle uzaktan yakından bir ilgileri yoktu. Ancak Şeyh (r.a), Medine'nin coğrafi konumunun, en-
516 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
lem: 24° 25 dk. boylam; 39° 59 dk. yön sapması yaklaşık olarak 0° 45 dk. şeklinde olduğunu tespit etti. Bu hesaba göre Resulullah'ın mihrabı kıbleyle tam uyuşuyordu. Böylece, namaz kıldığı bir sırada dönüp yüzünü çevirdiği kıble ile ilgili olarak Resulullah efendimizin akıllara durgunluk veren bir mucizesi daha gün yüzüne çıkıyordu. Resulullah Cebrail gelip kolumdan tuttu ve yüzümü Kâbe'ye döndürdü demişti. Hiç kuşkusuz Allah ve O'nun elçisi doğru söylüyor.
Daha sonra değerli mühendis ez-Zaim Abdurrezzak el-Beğairî - Allah rahmet etsin- yeryüzünün birçok bölgesinin kıblesini tespit etti ve buna "Marifet'ul-Kıble" adlı eserinde yer verdi. Bu eserde yaklaşık olarak dünyanın bin beş yüz bölgesinin kıble şeması çizilmiştir. Böylece kıble tayinine ilişkin ilâhî nimet tamamlanmış oldu.
İkincisi: Bu da meselenin manyetik yönüdür. Bilim adamlarına göre, dünyanın iki manyetik kutbu, dünyanın iki coğrafik kutbu ile uyuşmazlar. Söz gelimi manyetik kuzey kutbu ile coğrafi kuzey kutbu arasındaki farklılık zamanla bin mile kadar çıkar. Dolayısıyla pusula coğrafik güney kutbunu tam olarak göstermez. Öyle ki bazen hiç de normal karşılanmayacak bir yön farklılığı ortaya çıkar. Günümüzde, (ki 1332 h.ş. yılını kastediyorum.) değerli mühendis Hüseyin Ali Rezm-ara bu meseleyi çözümlemiştir. Değişik bölgelere göre coğrafik kutupla manyetik kutup farklılığını tespit etmiştir ki, onun tespit ettiği bölge sayısı bin kadardır. Onun icat ettiği pusula, kıble tayininde gerçeğe yakın bir isabetlilik göstermektedir. Günümüzde kullanılan pusula onun icadıdır. Allah onu çalışmasından dolayı mükâfatlandırsın.
KIBLE HAKKINDA TOPLUMSAL BİR İNCELEME
İnsan topluluklarının yapısını inceleyen, toplum adı verilen birimin özellik ve etkinliklerini gözlemleyen bir insan, toplumu bir olgu olarak meydana getiren, ardından daha alt düzeyli birimlere ayıranın, daha geniş alanlara doğru yaygınlaştıran etkenin insan doğası olduğunu görecektir. İnsan yüce Allah'ın, fıtratı kanalıyla kendisine ilham etmesi sonucu varlığını sürdürme ve eksiğini giderme amacı ile toplumsal hareketlere girişir. Topluma sığınır,
Bakara Sûresi / 142-151 .................................. 517
toplumsal eğitim ve denetim aracılığı ile kendi hareketlerini toplumun hareketlerine uydurma, toplumla birlikte oturup kalkma gereğini duyar. Ardından insan bazı bilgilerin farkına varır, kendisine bazı bilgiler (zihinsel kavramlar) ve ilham edilir ve bazı kavrayışlar edinir ki, bunlar aracılığı ile maddeyi ve mâddî varlık içinde ihtiyaç duyduğu olguları, kendi hareket biçimini ve amaçlarını belirler. Bunlar onunla kendi hareketleri ve kendi ihtiyaçları arasındaki bağlantıyı sağlarlar. Güzel ya da çirkin, gerekli ya da zorunlu olduğuna inanmak gibi birtakım toplumsal temel prensiplerin belirlenmesi gibi. Ulusların, bölge ve çağların değişmesiyle değişim ve başkalaşma arzeden başkanlık, başkan tarafından yönetilme durumu, mülkiyet, özel mülkiyet, ortak ve özel ilişkiler, öteki genel nitelikli kural ve yasalar, ulusal gelenekler de bunlar arasında yer alır.
Şu hâlde üzerinde birleşilen ve görüş birliğine varılan toplumsal değerler ve kurallar yüce Allah'ın ilhamına dayalı insan doğasının ürünleridirler. İnsan doğası, inandığı ve istediği değeri dış âlemde somutlaştırıp ardından amel, fiil, terk ya da bütünleme şeklinde pratize etme saydamlığına sahip kılınmıştır.
Maddî olgulardan münezzeh ve maddî olarak algılanmaktan uzak olan yüce Allah'a kulluk sunma amacı ile yönelme, kalp ve vicdan sınırlarının dışına taşırılmak ve fiiller çerçevesine indirgenmek istenince -ki fiiller ancak maddî olgularca gerçekleştirilirler.- bu duyguların temsilî olarak somutlaştırılmalarından başka seçenek yoktur ki, kalbi yönelişler farklı nitelikleriyle nazara alınarak kendi anlamlarına uygun biçim ve şekillerle fiil şeklinde somutlaştırılırlar. Alçalmayı sembolize eden secde, saygı göstermeyi sembolize eden rüku, feda olmayı sembolize eden tavaf, ululamayı sembolize eden kıyam ve huzura pak ve temiz olarak çıkmayı sembolize eden gusül ve abdest gibi.
Hiç kuşkusuz kulun mabuduna yönelmesi, ibadet ederken yüzünü ona döndürmesi, sunduğu ibadetin ruhunu oluşturur. Bu ruh olmazsa, ibadetin hayatı ve varlığı söz konusu olmaz. İbadetin tam, kalıcı, sürekli ve gerçek olması bakımından bu ruhun sembolize edilmesi bir zorunluluktur.
518 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Putperestler, yıldızlara ve diğer cisimlere kulluk sunan insanlar, ibadet ederlerken mabutlarını karşılarına alıyorlardı. Yüz yüze gelmeyi sağlayan özel mekânlarda bedenleriyle onlara yöneliyorlardı. Fakat, peygamberlerin sundukları din özellikle de bu dinlerin tümünü tasdik eden İslâm dini, kıble olarak Kâbe'yi öngörmüş ve namazda ona yönelmeyi emretmiştir. Bir Müslüman dünyanın neresinde olursa olsun, Kâbe'ye yönelerek namaz kılmak durumundadır ve bu hususta hiçbir mazeret ileri süremez. Bazı durumlarda kıbleye karşı durmayı, bazı durumlarda da ona sırt çevirmeyi yasaklamıştır İslâm. Diğer bazı durumlarda ise, Kâbe'ye yönelmeyi mendup saymıştır. İslâm bununla insan kalbindeki Allah'a yöneliş duygusunu, evine yönelterek korumayı amaçlamıştır ki, yalnızlığında, kalabalık arasında, ayakta, oturuşunda, uykusunda, uyaklığında, ibadet anında ve kulluk kastı taşıyan herhangi bir davranışında Rabbini unutmasın. Hatta en basit hareketlerde bile bu duygunun göz önünde bulundurulmasını, korunmasını istemiştir. Bu, meselenin ferde yönelik kısmıdır.
Meselenin topluma bakan yönü ise, daha hayret verici, daha etkileyici, daha belirgin ve daha derin etkilidir. İnsanlar, aralarındaki zaman ve mekân farklılığına rağmen aynı noktaya yönelmek suretiyle birleşmiş oluyorlar. Bu olay onlar arasındaki düşünce birliğinin, toplumsal bağlılığın, gönüllerin kaynaşmışlığının somut ifadesidir. Ferdin maddî ve manevî hayatı ile ilintili her olguya nüfuz etmesi mümkün olan bu ruh, toplumsal boyutta daha engin, oluşturduğu toplumsal birlik daha güçlü ve daha yetkindir. Yüce Allah bu ayrıcalığı Müslüman kullarına özgü kılmıştır. Bununla onların birlik ve beraberliklerini, toplumsal heybetlerini korumuştur. İnsanların iki kişinin bir görüş etrafında birleşmesi hayal olasıcasına çeşitli hiziplere, değişik mezhep ve meşreplere bölünmüş olmalarına rağmen, bize bahşettiği bu nimetlerinden dolayı ulu Allah'a şükrediyoruz.
Bakara Sûresi / 152 ............................................. 519
152- "Öyleyse beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin."
Yüce Allah, içlerinden bir peygamber göndermiş olmasını, hem Hz. Peygambere, hem de Müslümanlara yönelik bir lütuf olarak nitelendiriyor. Hiç kuşkusuz bu, değeri ölçülemeyen bir nimettir. Bağış üstüne bağıştır. Allah'ın onları hatırlamasıdır. Çünkü dosdoğru yola iletme hususunda onları unutmamış, varılabilecek en üst kemal noktasına kadar yükseltmiştir onları. Buna ek olarak bir de kendileri için bir kıble belirlemiştir. Bu olay, dinlerinin kemale ermesi, ibadet kastı taşıyan davranışlarının birlik ve ahenk içinde olması, dinsel ve toplumsal üstünlüklerinin pekişmesi demektir. Bunun bir gereği olarak Müslümanları kendisini anmaya ve bu nimetine şükürle karşılık vermeye davet ediyor ki, kendisine yönelik kulluk ve itaatleri ile kendisini anmalarına bol nimetle karşılık vererek onları ansın. Şükrettikleri ve nankörlük etmedikleri için verdiğinin kat kat fazlasını versin.
Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Unuttuğun zaman Rabbini an ve umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın bir bilgiyle ulaştırır." (Kehf, 24) "Andolsun şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım." (İbrâhîm, 7) Her iki ayet de Bakara suresinde yer alan kıble değişikliğine ilişkin ayetlerden önce inmiştir.
Ayrıca "anma" kimi zaman gafletin karşıtı olarak kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz kimseye itaat etme." (Kehf, 28) Gaflet, "bilgi"nin temelde var olmasına rağmen, bilinmemesi, fark edilmemesidir. Bunun karşıtı "anma"dır, ki bildiğinin farkında olmayı, bildiğini bilmeyi ifade eder. Kimi durumlarda "anma", "unutma"nın karşıtı olarak da kullanılır. Bu ise, bilginin görünüm olarak zihinden kay-
520 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
bolmasıdır. Şu ayet-i kerimede buna işaret ediliyor: "Unuttuğun zaman Rabbini an." Bu bakımdan bazen "anma" da tıpkı "unutma" gibi ayrıntı niteliğindeki sonuçları ve özellikleri bulunup da kendisi bizzat gerçekleşmediği yerlerde bile kullanılabilmektedir. Söz gelimi, sen, yardımına ihtiyacı olduğu hâlde arkadaşına yardım etmezsen -onu andığın hâlde- onu unutmuşsundur. "Anma" için de aynı durum geçerlidir.
Görüldüğü kadarıyla lafzî "anma"ya da "anma" denilmiş olması bu yüzdendir. Çünkü bir şeyden söz etmek, onu kalben anmanın belirtisidir. Nitekim yüce Allah buyuruyor: "De ki: Size ondan hatırlatma niteliğinde bazı bilgiler okuyacağım." (Kehf, 83) Buna benzer birçok ayet vardır. Eğer lafzî "anma" da gerçek anlamda anma sayılsa, o zaman, "anma"nın bir mertebesi de lafzi anmadır, denilmelidir. Çünkü böyle bir anma sözle sınırlıdır, onunla kayıtlıdır.
Şu hâlde "anma"nın da mertebeleri vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Ra'd, 28) "Rabbini içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam an ve gafillerden olma." (A'râf, 205) "Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın." (Bakara, 200) Kuvvetli deyimi, ancak anmamın niteliği olabilir, lafzın değil.
"Unuttuğun zaman Rabbini an ve umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın bir bilgiyle ulaştırır." (Kehf, 24) Bu ayetin son kısmı, Peygamber efendimizin (s.a.a) bulunduğu konumdan daha üstün olan bir konuma yönelik bir temennisini içeriyor. Sonuç olarak ayetin anlamı şöyle oluyor: "Sen, O'nu anma mertebelerinin yüksek bir mertebesinden daha aşağı bir mertebeye indiğin zaman, -ki bu "unutma"dır- Rabbini an ve bu anma ile en yakın yolu ve en üstün mertebeyi temenni et." Buna göre kalben anmanın da kendi içinde mertebeleri vardır. Öyleyse, "Anma, anlamın nefiste hazır olmasıdır." diyenin sözü doğrudur. Çünkü hazır olmanın dereceleri vardır.
Eğer "beni anın" ilâhî kelâmında (ki bu ifadenin orijinali birinci şahıs -mütekellim- "ya"sına müteallık bir fiildir) kastedilen "anma" hiçbir müsamahaya yer bırakmayacak şekilde gerçek nitelikli
Bakara Sûresi / 152 .................................. 521
anma olsaydı, bu, insanın diğer tür bir temel bilgiye sahip olduğu ve bu bilginin bizim alışageldiğimiz, bilinen şeyin biçim ve mefhumunun bilenin zihninde oluşmasından ibaret olan bilgiden farklı olduğunu ifade ederdi. Çünkü bu tür bir bilgi varsayılırsa, bu, bilenin bilineni belirlemesi ve tavsif etmesi demektir. Oysa yüce Allah, niteleyenlerin nitelemelerinden münezzehtir. Nitekim şöyle buyuruyor yüce Allah: "Allah onların yakıştırmalarından münezzehtir. Fakat Allah'ın muhlis kulları hariç." (Saffât, 159-160) "Onlar bilgice O'nu kavrayamazlar." (Tâhâ, 110) İnşaallah bu, iki ayet üzerinde durduğumuz zaman, daha etraflı bilgi vermeye çalışacağız
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Zikrin, yani Allah'ı anmanın fazileti ile ilgili birçok rivayet Sünnî ve Şiî kanallardan aktarılmıştır. Değişik kaynakların belirttiğine göre, her durumda Allah'ı anmak güzeldir, iyi bir davranıştır. Uddet'üd-Daî'de şöyle deniyor: Rivayet ediliyor ki: Resulullah efendimiz (s.a.a) ashabının yanına gelerek şöyle dedi: "Cennet bahçelerinde otlayın." Dediler ki: "Ya Resulallah, cennet bahçeleri nedir?" Buyurdu ki: "Allah'ın anıldığı meclislerdir. Sabah akşam Allah'ı anın. Kim Allah katındaki derecesini bilmek isterse, Allah'ın kendi katındaki derecesine baksın. Çünkü kul Allah'ı kendi içinde hangi dereceye koyarsa, Allah da onu o dereceye koyar. Biliniz ki: Yüce hükümdarınız katındaki en hayırlı, en temiz, en üstün dereceli ve üzerine güneş doğan en değerli ameliniz, Allah'ı anmanızdır. Çünkü yüce Allah, "Ben, beni ananın arkadaşıyım" diyor ve buyuruyor ki: "Beni anın, ben de sizi nimetlerimle anayım. Beni, itaat ederek, ibadet ederek anın; ben de sizi nimetlerle, lütufla, huzurla ve hoşnutlukla anayım." [s.238, h: 17]
el-Mehasin'de ve Ravendi'nin ed-Deavat adlı eserinde İmam Sa-dık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Yüce Allah diyor ki: "Kim vaktini sürekli beni anmakla geçirirse ve benden dilemeye zaman bulamazsa, ben ona benden isteyeceğinden daha hayırlısını veririm." [c.1, 39, h: 43]
el-Meanî adlı eserde Hüseyin el-Bezzâz, İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) kendisine şöyle dediğini rivayet eder: "Yüce Allah'ın kullarına farz kıldığı en ağır yükümlülüğü sana haber vereyim mi?" "Evet" dedim. Dedi ki: "İnsanlara adil davranman, kardeşinle
522 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
kendini eşit görmen ve her şart altında Allah'ı anmandır. Allah'ı anmanın kapsamına girmesine rağmen, 'Subhanallahi ve'lhamdulillahi ve la ilâhe illellahu vellahu ekber'i kasdetmiyorum. Her şart altında Allah'ı anmak; On'a itaat ve isyan ettiğin durumlarda onu anman, demektir." [s. 192, h: 3]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren birçok hadis Peygamber efendimizden (s.a.a) ve onun Ehlibeyti'nden (a.s) rivayet edilmiştir. Bunların bazısında yüce Allah'ın şu sözüne işaret edilir: "Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman, hemen Allah'ı anarlar, böylece hatalarını görürler." (A'râf, 201)
Uddet'üd-Daî adlı eserde, Resulullah efendimizin (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce Allah diyor ki: Kulumun genellikle benimle ilgili olduğunu bildiğim zaman, onun şehvet duygusunu ve ihtirasını benden dilemeye, bana yakarmaya dönüştürürüm. Kulum böyle olunca da, bir yanılgıya düşmek üzereyken, onunla yanılgının arasını ayırırım. İşte bunlar benim gerçek dostlarımdır. İşte bunlar gerçek kahramanlardır. Onlar, öyle kimselerdirler ki, işledikleri bir suçtan dolayı bir memleketin halkını yok etmek istediğim zaman, bu kahramanların hatırı için, söz konusu cezayı kaldırırım." [s.235]
el-Mehasin adlı eserde İmam Sadık'ın (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir: Allah diyor ki: "Ey Âdemoğlu, beni kendi nefsinde an, ben de seni kendi nefsimde anayım. Ey Âdemoğlu, beni yalnızken an, ben de seni yalnızken anayım. Beni meclisin içinde an, ben de seni senin meclisinden daha hayırlı olan bir meclis içinde anayım." İmam dedi ki: "Bir kul Allah'ı insanlardan oluşan bir topluluk içinde anınca, Allah da onu meleklerden kurulu bir topluluk içinde anar." [c.2, s.39]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren birçok hadis hem Şia, hem de Ehlisünnet kaynaklarınca rivayet edilmiştir.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, imanın şubeleri ile ilgili olarak Taberanî, İbn-i Mürdeveyh ve Beyhaki, İbn-i Mes'ûd'a dayanarak şu hadisi tahric ederler: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Kime dört şey verilirse, ona dört şey verilir. Bu sözün açıklaması
Bakara Sûresi / 152 ....................................... 523
Allah'ın kitabındadır: Kime 'anma' başarısı verilirse, Allah da onu anar. Çünkü yüce Allah, 'Beni anın ki, ben de sizi anayım.' buyuruyor. Kime dua etme tevfiki verilirse, karşılığı da verilir. Çünkü yüce Allah, 'Bana dua edin, size karşılık vereyim.' buyuruyor. Kim şükretmeye muvaffak kılınırsa, kendisine fazlası da verilir. Ulu Allah buyuruyor ki: 'Eğer şükrederseniz, elbette size verdiğim nimetimi artırırım.' Kime istiğfar verilirse, bağışlanma da verilir. Yüce Allah buyuruyor ki: Rabbinizden bağışlanma dileyin. Çünkü O, çok bağışlayandır."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Said b. Mansûr, İbn-i Münzir ve Beyhaki imanın şubeleri ile ilgili olarak Halid b. Ebu İmran'a dayanarak şu hadisi tahric etmişlerdir: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Kim Allah'a itaat ederse, kuşkusuz Allah'ı anmış olur, namazı, orucu ve Kur'ân okuması az miktarda olsa bile. Kim Allah'a isyan ederse, O'nu unutmuştur; çok namaz kılsa da, sürekli oruç tutsa da ve zamanını Kur'ân okumakla geçirse de."
Ben derim ki: Bu hadis gösteriyor ki, bir kul ancak gaflet ve unutma sonucu günah işleyebilir. Çünkü bir insan günahın gerçek mahiyetini ve olumsuz sonuçlarını hatırlayacak olursa, hiçbir şekilde günah işlemeye yeltenmez. Bir insanın yanında Allah'ın adı anıldığı hâlde aldırış etmeden günah işliyorsa ve Rabbinin ulu makamına bir değer vermiyorsa, bu insan Rabbinin yüceliğinin ve ululuğunun bilincinde olmayan azgın bir cahildir. Ulu Allah'ın insanı her yönden kuşattığını bilmeyen bir ahmaktır.
Bu hususa başka rivayetler de işaret ediyor. ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Ebu Hind ed-Darî Resulullah efendimizden şöyle rivayet ediyor: Allah buyuruyor ki: "İtaat ederek beni anın, ben de bağışlamak suretiyle sizi anayım. Kim -itaat eden biri olarak- beni ânarsa, onu bağışlamak suretiyle anmak benim için bir zorunluluk olur. Kim -isyan eden biri olarak- beni anarsa, onu da cezalandırmak suretiyle anmak benim için bir zorunluluk olur."
Bu hadiste günah anında anma olarak nitelendirilen durumla kastedilen, gerek bu ayette ve gerekse diğer rivayetlerde "Allah'ı unutma" olarak nitelendirilen durumdur. Çünkü bu durumun devamında "Allah'ı anma"nın kaçınılmaz sonuçları gerçekleşmiyor.
524 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Konu hakkında söylenecek daha çok söz var, yeri geldikçe konuya ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Bakara Sûresi / 153-157 ......................................... 525
153- Ey inananlar, sabır ve namazla yardım dileyin. Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.
154- Allah yolunda öldürülenlere de "ölüler" demeyin; hayır, onlar diridirler, ama siz farkında değilsiniz.
155- Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden (evlatlardan) eksiltme gibi şeylerle deneriz. Sabredenleri müjdele.
156- Onlar ki, kendilerine bir bela eriştiği zaman, "Biz Allah içiniz ve O'na döneceğiz." derler.
157- İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.
Ele aldığımız bu beş ayetin akışı bir bütünlük oluşturuyor. Cümleler arasında sözel vurgu ve bir ahenk var. Cümlelerin ifade ettikleri anlamlar ise, iç içe girmiş durumdadır. İlk ayetin akışı son ayete yöneliktir, son ayetin anlamında ilk ayete göndermede bulunuluyor. Bu da gösteriyor ki, bu ayetler ayrı ayrı zamanlarda değil de bir kerede inmişlerdir. Ayetlerin akışı, bunların savaş emrinin verilmesinden, cihat hükmünün bir yükümlülük olarak bildi-
526 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
rilmesinden kısa bir süre önce indiklerini gösteriyor. Çünkü bu ayetlerde müminlerin ileride karşılaşacakları bir sınama amaçlı beladan, başlarına gelecek bir musibetten söz ediliyor. Bu, tüm insanlar için geçerli olan bir bela ya da musibet değildir.
Burada kastedilen genel bir sınavdan geçirmedir ki, bu, normal ve sürekli vuku bulan bir gelişme değildir. Çünkü doğada yer alan diğer canlılar gibi insanoğlu da bireysel olarak bazı cüz'î gelişmelerle karşılaşır ki, bunlar sayesinde bireysel yaşanıma egemen olan sistemde bir bozulma, bir düzensizlik meydana gelir. Ölüm, hastalık, korku, açlık, üzüntü ve yoksunluk gibi. Bu, yüce Allah'ın kullarının ve yarattığı tüm canlıların hayatına egemen kıldığı bir yasadır. Dünya sürekli bir mücadele yurdudur. Varoluş yasasının özelliği değişim ve başkalaşım-dır. Allah'ın yasasında bir değişme, Allah'ın yasasında bir başkalaşma bulamazsın.
Bireysel sınama amaçlı bela, sınavdan geçirilen insan açısından ağır ve istenmeyen bir olgu olmakla beraber, toplumsal nitelikli bela ve sınama amaçlı musibetler kadar korkunç ve ürkütücü değildir. Çünkü musibetle karşı karşıya kalan birey, başka bireylerin gücünden destek alır. Bunlar aracılığı ile dayanıklılığını, direncini ve kararlılığını pekiştirir. Ancak toplumsal nitelikli, kapsamlı musibetler kamu bilincini, kamuoyunu olumsuz yönde etkiler. Toplumsal yapılanmanın, sosyal örgütlenmenin işleyişini felç eder. Hayat düzeni altüst olur, korku büyüyerek yayılır. Yalnızlık ürkütücü boyutlara ulaşır. Böyle bir durum karşısında akıl ve bilinç karışır. İnsanın kararlılığı ve direnci kırılır. Kısacası, toplumsal nitelikli bela ve kapsamlı sınama daha meşakkatli ve sonuçları bakımından daha acıdır. Ayetlerden anladığımız budur.
Burada sözü edilen genel musibet, toplumsal nitelikli veba salgını ve kıtlık gibi her belayı kapsamamaktadır. Söz konusu olan, kendi tercihleri sonucu başlarına gelecek bir beladır. Çünkü onlar tevhit esasına dayalı dini benimsemiş ve hak içerikli davete olumlu karşılık vermişlerdir. Bu tercihlerinden dolayı dünya ile aralarında, özellikle de kendi ulusları ile aralarında görüş ayrılığı baş göstermiştir. Kendilerine karşı çıkanların tek amacı, Allah'ın nurunu söndürmek, adaleti öngören ilâhî mesajı dünya yüzünden silmek ve hak içerikli çağrıyı etkisiz hâle getirmektir. Aradaki sür-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 527
tüşmeyi, görüş ayrılıklarını sona erdirmek için savaştan başka da bir çözüm yolu görünmüyordu. Çünkü karşı taraf açısından mesaja karşı kanıt sunma, dinden döndürme amaçlı baskıyı yoğunlaştırma, saf gönüllere vesvese verme, kafaları karıştırmak için etrafa kuşku yayma ve benzeri girişimler sonuçsuz kalmıştı. Peygamberin mesajına kanıtla karşılık verme, vesvese, fitne ve desise sokma din düşmanlarını tatmin edecek bir etki bırakmamıştı. Hak içerikli mesajın yolunu tıkamak, dinin göz kamaştırıcı parlak nurunu söndürmek için savaşmaktan başka bir çözüm kalmamıştı. Bu, sorunun kâfirlere yönelik kısmıydı. Din açısından ise, problem gayet açıktı. Tevhit esasına dayalı ilâhî mesajı dünyanın dört bir yanına duyurmak, hak dini yaymak ve bu dinin öngördüğü adil hükmü egemen kılmak, batılın kökünü kurutmak için savaşmaktan başka seçenek yoktu. Çünkü insanoğlunun bu dünyaya inişinden bu yana yaşanan deneyimler göstermiştir ki, hakkın etkinliği batılın bertaraf edilmesi ile mümkündür. Batıl ise, ancak güce dayalı darbelerle bertaraf edilebilir. Kısacası, bu ayetlerde söz konusu sınava "Allah yolunda savaş" deyimi ile işaret ediliyor. Bu savaş öyle bir üslupla tanımlanıyor ki, hoşlanılmayacak bir tarafı, olumsuz bir yönü kalmıyor. Buna göre cihat ölüm değil, hayattır. Hem de ne hayat! Bu ayetler müminleri savaşa teşvik ediyor. Bir sınavdan geçirileceklerini ve sabretmedikleri, meşakkatlere katlanmadıkları sürece yük-sek derecelere ulaşamayacaklarını, Rablerinin rahmetine ve esenliğine kavuşamayacaklarını, O'nun hidayetine eremeyeceklerini haber veriyor. Bu zorluklar karşısında ne ile yardım dileyeceklerini öğretiyor. Sabır ve namaz. Sabır; paniğe kapılmanın, bozguna uğramanın, şaşkınlığa düşmenin tek panzehiridir. Namaz ise, Rabbe yöneliştir, tüm işleri yönlendiren ilâhî güce sarılmadır. Namaz, tüm gücün yüce Allah'a ait olduğunun somut ifadesidir. "Ey inananlar, sabır ve namazla yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." Bundan önce, "Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin. Ve kuşkusuz o Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir." (Bakara, 45) ayetini incelerken, sabır ve namaz kavramları ile ilgili bazı açıklamalarda bulunmuştuk. Sabır; Kur'ân-ı Kerim'in övgüyle söz ettiği ve sık sık gündeme getirdiği
528 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
karakterlerin, durumların başında gelir. Bu kavram, yaklaşık olarak yetmiş yerde geçer. Bir ayette, "Bunlar yapılması gereken işlerdir." (Lokmân, 17) diye söz ediliyor bu kavramdan. "Buna ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur." (Fussilet, 35) denilerek, sabrın ne kadar önemsendiği vurgulanıyor. Bir ayette de, "Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 10) buyuruluyor. Namaz ise, Kur'ân-ı Kerim'de teşvik edilen en büyük ibadetlerden biridir. Namazla ilgili olarak şöyle bir ifade kullanılıyor Kur'ânda: "Namaz çirkin utanmazlıklardan ve kötülüklerden vazgeçirir." (Ankebût, 45) Yüce Allah'ın kitabında dile getirdiği hiçbir tavsiye yoktur ki, en başında namaz bulunmasın.
Ardından yüce Allah, sabır niteliğine sahip bulunan kimseler için: "Allah sabredenlerle beraberdir." buyuruyor. Ama namazla ilgili olarak böyle bir ifade kullanmıyor. Bundan önce yer alan, "Sabırla ve namazla yardım dileyin. Çünkü namaz, Allah'a saygı duyanlardan başkasına ağır gelir." denilmişti. Ama bu ayetlerin atmosferi korkuların buluştuğu, yiğitlerin vuruştuğu bir atmosferdir. Dolayısıyla daha önce yer alan ayetin aksine, burada "sabır" olgusunu ön plâna çıkarmak daha uygundur. Bu yüzden, "Allah sabredenlerle beraberdir." denilmiştir. Hiç kuşkusuz burada kastedilen beraberlik, şu ayet-i kerimede kastedilen beraberlikten farklıdır: "Nerede olursanız, O, sizinledir." (Hadîd, 4) Bu ayette kastedilen beraberlik, kuşatıcılık ve yöneticiliktir. Fakat sabredenlerle olma şeklindeki beraberlik, yardımcı olma, destekleme anlamını ifade eder. Buna göre sabır, kurtuluşun anahtarıdır.
"Allah yolunda öldürülenlere, "ölüler" demeyin; hayır, onlar diridirler, ama siz farkında değilsiniz." Denilebilir ki: Burada hitap, Allah'a, Peygamberine ve ahiret gününe inanan, ahirette hayatın olacağını kesin olarak bilen müminlere yöneliktir. Hak davete olumlu karşılık verdikten ve ahiretteki hayatı tasvir eden birçok ayeti dinledikten sonra bunların, ölümle birlikte insanın yok olduğuna inandıklarını düşünmek doğru değildir. Bununla beraber bu ayet-i kerime, belli bir grup için ölümden sonra yaşamaktan söz ediyor ki, bunlar, müminlerden olup da Allah yolunda savaşırken öldürülen şehitlerdir. Kâfirler için böyle bir durum söz konusu de-ğildir. Oysa ölümden sonra hayat,
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 529
herkesi kapsayan genel bir durumdur. O hâlde bu ayet-i kerimede sözü edilen "ölümden sonra hayat"tan maksat ismin kalıcı olmasıdır, geçen zamana rağmen hatıranın canlı kalması ve iyi bir şekilde anılmadır. Bazı tefsir bilginleri ayeti bu şekilde yorumlamışlardır.
Yukarıdaki yorum birkaç açıdan tutarsızdır: Birincisi: Sözü edilen bu tür bir hayat, gerçekliği bulunmayan bir kuruntudur. Hayalî bir hayattır bu. Ve adından başka hiçbir şeyi yoktur. Böylesine kuruntuya dayalı bir meselenin Allah'ın kelâmında yer alması O'nun yüceliğine yaraşmaz. Ulu Allah, insanları gerçeğe çağırır ve "haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır." (Yûnus, 32) buyurur. Hz. İbrahim'in, "Sonra gelenler arasında bana, bir doğruluk dili nasib eyle." (Şuarâ, 84) şeklindeki isteğine gelince, Hz. İbrahim burada, hak içerikli daveti için ve dosdoğru anlatımı için kendisinden sonra kalıcılık istiyor. Sırf güzel bir övgü ve hoş bir anılma istemesi söz konusu değildir.
Evet, bu bozuk düşünce ve bu yalancı kuruntu, ancak materyalistlere ve natüralistlere yakışır. Çünkü onlar, ruhların madde kökenli olduklarına inanırlar. Ölümle birlikte insanın yok olduğunu ve ahiret hayatının olmayacağını düşünürler. Bununla beraber, insan fıtratının zorlaması ile ruhların kalıcılığını, ölümünden sonra mutluluk ve bedbahtlıktan etkilendiğini dile getirirler. Bu bakımdan özveri ve fedakârlık ile bu manevî makama ulaşmanın gerekliliğini söylerler. Özellikle de büyük ve önemli meseleler için birtakım insanların, başkalarının yaşaması için kendilerini ölüme atmaları gerektiğini ileri sürürler. Ancak eğer bir kişi, ölmesi ile birlikte yok olacaksa, (özellikle ölümün yok olmak olduğuna inananlar açısından) bu durumda bir insanın başkalarının yaşaması için kendisini yokluğa atmasının hiçbir mantıklı dayanağı, hiçbir haklı gerekçesi olmaz. Sırf başkaları adalete göre yararlansın diye, kendini zorla elde edebileceği lezzetlerden yoksun bırakması için hiçbir neden kalmaz. Çünkü akıllı insan bedelini almadıkça hiçbir şey vermez. Fakat başkalarının yaşaması uğruna ölmek, başkaları faydalansın diye kendini yoksun bırakmak gibi almadan vermek ve tutmadan bırakmak insan fıtratının kabul etmediği bir durumdur.
530 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Maddeciler bunu fark edince, bu noksanlık onları söz konusu yalana dayalı kuruntuları uydurmaya zorladı. Ne var ki, bu kuruntuların hayal âleminden ve evham vadisinden başka bir yerde gerçekliği yok-tur. Diyorlar ki: Kuruntuların tutsaklığından kurtulmuş özgür insan kendisini vatanına ya da onurlanacağı her olguya feda etmelidir ki, övgüyle anılmak, hatırlanmak suretiyle sonsuz hayata kavuşabilsin. Toplum ve uygarlığın ayakta kalabilmesi ve toplumsal adaletin sağlanabilmesi için, kişi bazı çıkarlarından ve zevklerinden fedakarlık edip başkalarının yararlanması uğruna bunlardan yoksun kalmasını bilmelidir ki, onurlu ve yüksek bir hayata kavuşabilsin.
Doğrusu ben, maddî bir bileşim olarak düşünülen, tüm özellikleri maddeye ayarlı olan, hayatı ve bilinci de maddî hayata bağlı olan bir insan, yok olup gittikten sonra, bu hayata ve bu onura nasıl kavuşabilecek, bunu nasıl algılayabilecek ve bundan nasıl zevk duyabilecek, anlayabilmiş değilim! Aslında bu, asılsız bir kuruntudan başka bir şey değildir.
İkincisi: Ayetin son cümlesi olan "Ama siz farkında değilsiniz." ifadesi, yukarıdaki yorumla uyuşmuyor. Böyle bir sonuç çıkarmak için ifadenin şöyle olması gerekirdi: "Onlar iyi nitelikleriyle anıldıkları ve kendilerinden sonra insanların övgülerine mazhar oldukları için diridirler." Hiç kuşkusuz teselli verme ve gönlü hoş tutma amacı ile böyle bir ifadenin kullanılmış olması daha uygun olurdu. Üçüncüsü: Aynı zamanda bu ayetin de açıklaması niteliğinde olan ve öldürüldükten sonraki hayatlarını tasvir eden başka ayetler, bu yorumun aksini ifade etmektedirler: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma; hayır, onlar diridirler ve Rableri yanında rızklanırlar." (Âl-i İmrân, 169) ayeti ile başlayan birkaç ayet, bize bu hayatın gerçek olduğunu ve bir değerlendirmeden ibaret olmadığını bildiriyor.
Dördüncüsü: Resulullah efendimiz (s.a.a) döneminde, bazı Müslümanların ölümün hemen ardından başlayan bu hayattan haberdar olmamaları pek uzak bir ihtimal değildir. Kur'ân-ı Kerim'de açıkça ifadesini bulan ve başka türlü te'vili mümkün olmayan husus, sadece kıyamet günü gerçekleşecek olan diriliş olgusudur. Ölüm ve haşir arası berzah hayatına gelince, Kur'ân'ın açık-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 531
ladığı gerçek bilgilerden olmakla birlikte, Kur'ân'dan zorunlu olarak edinilen ve bilinmesi aynı kesinlikle zorunlu olan bir husus değildir. Nitekim Müslümanlar arasında bu hususta bir görüş birliği yoktur. Hatta günümüzde bile bazıları bunu inkâr etmektedirler. Bu düşüncede olanlar ruhun bütünüyle maddeden soyutlanmadığına ve insanın ölümle birlikte, bedeninin çürümesi sonucu hayatı kesin biçimde son bulduğuna, sonra yüce Allah onu kıyamet günü hesaplaşma amacı ile dirilttiğine inanırlar. Bu yüzden diyoruz ki, bu ayette şehitlerin berzah âleminde diri olduklarının açıklanmasının sebebi, belki de, bir kısmının bu gerçeği bilmesine rağmen, diğer bir kısım Müslümanın bundan habersiz olmasıdır. Kısacası; bu ayette işaret edilen hayat, gerçek bir hayattır, takdirî bir hayat değildir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde kâfirin ölümünden sonraki hayatını yokoluş ve yıkım olarak nitelendirmiştir. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Kavimlerini de helâk yurduna kondururlar." (İbrâhîm, 28) Aynı konuya işaret eden daha birçok ayet vardır. Şu hâlde ölümden sonraki hayat, mutluluk sürdürülen bir hayattır. Bu hayatı yaşayanlar da özellikle müminlerdir.
Bu hususa yönelik olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi." (Ankebût, 64) İnsanlar bunu bilemezlerdi. Çünkü duyu organları ve algılama cihazları, ancak dünyevi maddî hayatı algılayabilecek kapasitedeydi. Maddî hayatın ötesini algılayamadıkları için, onlarca yokoluş ile hayat ötesi arasında bir fark yoktu. Bu yüzden öteyi yokoluş olarak tanımladılar. Onların bu kuruntusu, dünyada mümin ve kâfir arasında ortak bir durumdur. Bu yüzden yüce Allah ayette, "onlar diridirler; ama siz farkında değilsiniz." buyuruyor. Yani siz kapasiteleri maddî dünya ile sınırlı olan duyu organlarınızla bu hayatı algılayamazsınız, hissedemezsiniz.
Nitekim bir başka ayette, "İşte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi." buyuruluyor. Yani kesin bir kavrayışla algılayıp bilselerdi. Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor yüce Allah: "Hayır, kesin bilgi ile bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz." (Tekâsür, 5-6)
532 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bu açıklamaların ışığında diyebiliriz ki -doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir- ayeti şöylece anlamlandırmak gerekir: Allah yolunda öldürülenlere, ölüler, demeyiniz. Ölüm kavramının sizde uyandırdığı düşünceye dayanarak onların yok olduklarına, karanlığa gömüldüklerine inanmayın. Onların ölümlerini sahip olduğunuz hayatla karşılaştırıp da o yönde bir karar vermeyin. Duyu organlarınızın algısına dayanarak onlara "ölüler" demeyin. Çünkü onlar hayatın sona ermesi, canlılığın iptali anlamında ölü değildirler. Tam tersine onlar diridirler, fakat sizin duyu organlarınızın kapasitesi bunu algılayacak ve fark edecek durumda değildir. Bütünü, en azından büyük bir çoğunluğu, insanın ölümünden sonra hayat sürdürdüğüne ve zatın yok olmadığına inandıkları hâlde, bu ifadenin müminlere yöneltilmesi, bildikleri bir hususa dikkatlerini yeniden çekilmesi amacına yöneliktir. Bu uyarı ile eğer bir öldürülme durumu ile karşılaşacaklarsa içlerindeki sıkıntı, huzursuzluk ve kalplerindeki endişe gideriliyor. Çünkü, bu ilâhî açıklamadan sonra, öldürülen kişinin akrabaları açısından tek üzüntü verici durum olarak, şu dünya hayatındaki kaç günlük ayrılık kalıyor. Bu ise, öldürülen kişinin kavuştuğu ilâhî hoşnutluk, mut-lu bir hayat, kalıcı nimet ve yüceler yücesi Allah'ın rızası yanında bir hiç mesabesindedir.
Bu ayet-i kerime üslup olarak yüce Allah'ın Peygamber efendimize (s.a.a) yönelttiği şu hitaba benziyor: "Gerçek Rabbinden gelendir, artık kuşkulananlardan olma." (Bakara, 147) Oysa Resulullah efendimiz (s.a.a) Rabbinin ayetlerine kesin bir bilgiye dayanarak inanan ilk kimsedir. Ne var ki, bu tür bir ifade tarzıyla verilmek istenen mesajın belirgin biçimde ön plâna çıkarılması ve hiçbir gönülde en ufak bir kuşku kırıntısına yer bırakmayacak şekilde açığa kavuşturulması amaçlanmaktadır.
Tefsirini yaptığımız bu ayet-i kerime, açık biçimde insanın berzah âleminde bir tür hayat sürdürdüğünü ortaya koymaktadır. Aynı anlam şu ayet-i kerime tarafından da pekiştirilmektedir: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma; hayır, onlar diridirler, Rableri yanında rızklanırlar." (Âl-i İmrân, 169) Bu hususla ilgili ola-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 533
rak birçok ayet örnek olarak sunulabilir. En ilginç olanı da bazı kimselerin ayetle ilgili olarak şu açıklamada bulunmuş olmalarıdır: "Bu ayet Bedir savaşı şehitleri hakkında inmiştir: Bu hayat sırf onlara özgü bir ayrıcalıktır. Onların dışında kimse bu nimete kavuşamaz."
Bazı tefsir bilginleri, son derece yerinde bir kararla, "Sabırla ve namazla yardım dileyin." ayetini tefsir ederlerken, bu tür söylentilere katlanma hususunda kendilerine sabır vermesi için yüce Allah'a yalvarmışlardır.
Keşke, bu insanların bu tür sözlerle ne kastettiklerini bilseydim? Keşke, insanın öldükten veya öldürüldükten sonra yok olduğuna ve maddî vücudunun, ruhsal ve bedensel terkibinin çözüldüğüne inanmalarına karşın, Bedir şehitleri hakkında ne tür bir hayat tasavvur ettiklerini bilseydim?
Yoksa, onlar için tasavvur ettikleri hayat bir mucize midir? Ve yüce Allah, Resul-i Ekrem'den, diğer peygamberlerden ve Allah'a yakın olmuş velilerden ayrı olarak sırf onlar için mi öngörmüştür bu hayatı? Ölüm yokoluşundan sonra sadece Bedir şehitlerine mi kalıcılık bahşetmiştir? Bu bir mucize değildir, tersine imkânsızlığı zorunlu olan bir icattır. İmkânsız bir hususta mucize söz konusu olamaz. Akıl açısından zorunlu olan bu hükmün (yokoluştan sonra varlıklarının sürdürülmesi) olanca açıklığına rağmen geçersiz olduğu farz edilirse, o zaman aklın zorunlu, zorunsuz hiçbir hükmüne güvence kalmaz.
Yoksa, bunlara göre şehitler için; duyu organlarının hükmü açısın- dan bir istisna mı söz konusudur? Yani duyu organları bu şehitler hak-kında yanılıyorlar mı?
Çünkü onlar yaşıyorlar, yiyorlar, içiyorlar ve diğer nimetlerden yararlanıyorlar; ama duyu organlarının algılama kapasitelerinin dışındadırlar. Duyu organlarının onların durumundan algıladığı husus, onların öldürülmeleri, organlarının kesilmesi, duyularının devre dışı kalması ve bedensel ve ruhsal terkiplerinin çözülmesidir. Böyle olunca da duyu organları meseleyi kavrama noktasında, daha başından itibaren yanılmışlardır demektir. Şayet duyu organlarının bu tür hatalar yapmaları normal kabul edilse, bu durumda duyuların bazen doğruyu, bazen de eğriyi tutturmaları söz konusu
534 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
olur ve bunun hangi olgularla ilgili olacağı kesin olarak bilinemez. Bu durumda da duyuların güvenilmezliği söz konusu olur. Eğer bu hususta ilâhî irade belirleyici ise, onun taalluk etmesi için de bir başka belirleyici gereği doğar. Yine de problem -yani kavrayışa ve algılayışa güvenmeme durumu- devam eder. O zaman olmamışı olmuş ve olmuşu da olmamış gibi görmemiz normal olur. Aklı başında bir insan böyle bir saçmalığı kabul eder mi? Acaba bu bir safsata değil midir?
Bu düşünce bir grup modernist tarafından bir ekol hâlinde temsil edilmektedir. Diyorlar ki: Duyu organlarımızca algılanamayan, ama kitap ve sünnette zahirî olarak işaret edilen melek, müminlerin ruhları gibi olgular, doğal ve maddî olgulardırlar. Latif cisimler oldukları için, yoğunlaşmış cisimlere hulul edebilirler, onların içine girebilirler. Yani insan veya başka bir varlığın şekline girebilirler. Söz gelimi, insana özgü tüm faaliyetlerde bulunabilirler. Bizim için söz konusu olan güçler onlar için de geçerlidir. Ne var ki, bunlar doğa kanunlarına tâbi değildirler. Yani, değişim, başkalaşım, bileşim, ayrışım, iki doğal fenomen olan hayat ve ölüm bunlar için söz konusu değildir. Yüce Allah dilediği zaman bunları bizim duyularımızın algılama alanına sokar. Dilemediği zaman ya da görünmelerini istemediği zaman da bunları bize göstermez. Bu, duyular ya da söz konusu olgular açısından belirlenemez, tamamen bağımsız bir irade işidir.
Bu tür bir anlayışa sahip olmaları, olgular arasındaki sebepsonuç ilişkisini kabul etmemelerinden kaynaklanıyor. Eğer bu yalancı kuruntu doğru kabul edilse, dinî öğretiler bir yana, tüm aklî gerçekler ve tüm ilmî hükümler geçersiz olur; onların doğal maddî etkileme ve etkilenmeden uzak olan sözüm ona saygın ve latif cisimlerine sıra gelmez bile.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan çıkan sonuca göre, ayet-i kerime berzah hayatının varlığına işaret ediyor. Bu hayatın bir diğer adı da "kabir âlemi"dir. Ölümle kıyamet arası orta âlem. Bu âlemde ölü kıyamet kopana kadar ya azap görür ya da nimetlendirilir.
Aynı hususa işaret eden ayetlere gelince; bir ayette ulu Allah şöyle buyuruyor: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma;
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 535
hayır, onlar diridirler, Rableri yanında rızklanırlar. Öyle ki onlar Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiklerinden dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine hiçbir ve üzüntü bulunmadığı müjdesinin sevinci içindedirler. Onlar Allah'tan gelen nimet ve keremin; Allah'ın müminlerin mükâfatını zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler." (Âl-i İmrân, 169-171)
Bu ayetlerin de aynı konuya işaret ettiklerini daha önce açıklamış- tık. Bu ayetlerin Bedir Savaşına katılıp da şehit düşenlere özgü bir duruma işaret ettiklerine inanan kişi, bunlar üzerinde iyice düşündüğü zaman, ayetlerin akışının diğer müminlerin de onların kavuştukları ölümden sonraki hayata ve nimetlenmeye ortak olduklarını görecektir.
Berzah hayatına işaret eden ayetlerden biri de şudur: "Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman, 'Rabbim, der, beni geri döndürünüz ki, terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım.' 'Hayır, bu, onun söylediği bir laftır. Önlerinde, ta dirilecekleri güne kadar bir perde vardır." (Mü'minûn, 99-100) Bu ifade, açıkça ortaya koyuyor ki, insanların dünyadaki hayatları ile kıyamet dirilişinden sonraki hayat arasında, yaşadıkları bir ara dönem hayatı vardır. Bu konuya ilişkin geniş açıklamayı ileride yapacağız, inşaallah.
Konuya ilişkin kanıtlar içeren ayetlerin bir örneği de şudur: "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: 'Bize melekler indirilmeliydi, yahut Rabbimizi görmeliydik değil mi?' dediler. Andolsun ki onlar kendi içlerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar. Melekleri gördükleri gün, (Bilindiği gibi, burada kastedilen melekleri ilk kez gördükleri gündür. Yani öldükleri gündür. Başka ayetler de buna delildir.) işte o gün suçlulara müjde yoktur ve 'size, sevinmek yasaktır, yasak!' derler. Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu etrafa saçılmış toz zerreleri hâline getirdik. O gün cennet halkının kalacakları yer daha iyi, dinlenip safa sürecekleri yer daha güzeldir. O gün ki, gök beyaz bulutlarla parçalanır (Burada da kıyamet gününe işaret ediliyor) ve melekler indirilir; işte o gün, gerçek mülk Rahmanındır. Kâfirler için çetin bir gündür." (Furkan, 21-26) Yeri gelince bu hususla ilgili olarak daha ayrıntılı bilgi vereceğiz, inşaallah.
536 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Örnek verebileceğimiz bir ayet de şudur: "Dediler ki: Rabbimiz, bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkmak için bize bir yol var mı?" (Mü'min, 11) Bu ayette, kıyamet günü gerçekleşen dirilişe kadar (yani bu sözü söyledikleri güne kadar) iki öldürmeden ve iki diriltmeden söz ediliyor. Berzah hayatını kabul etmediğimiz sürece, bu anlam yerine oturmuyor. Kabul ettiğimiz zaman, bir öldürme ve diriltme berzahta, bir diriltme de kıyamette gerçekleştiği anlaşılır. Eğer iki diriltmeden biri dünyada, biri de ahi-rette meydana geliyorsa, o zaman sadece bir öldürme gerçekleşmiş olur, ikinci öldürme ise, gerçekleşme imkânı bulamamış olur. Bundan önce, "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz, O sizi diriltti." (Bakara, 28) ayetini ele alırken konuya ilişkin ayrıntılı açıklamada bulunmuştuk. Dileyen oraya başvurabilir.
Bir örnek de yüce Allah'ın şu sözüdür: "Firavun ailesini, azabın en kötüsü kuşattı. Ateş! Sabah akşam ona sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de, 'Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!' deriz." (Mü'-min, 45-46) Bilindiği gibi kıyamet gününün sabahı akşamı olmaz. O, herhangi bir güne benzemeyen bir gündür. Bu Kur'ân'î gerçeği dile getiren ya da ona işaret eden ayet sayısı oldukça kabarıktır. Bunlardan biri de yüce Allah'ın şu sözüdür: "Allah'a andolsun ki senden önceki milletlere de peygamberler gönderdik; şeytan, onlara yaptıkları işleri süsledi. O, bugün de onların dos-tudur. Onlar için acı bir azap vardır." (Nahl, 63) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek verebiliriz.
Tefsirini yaptığımız bu ayet-i kerime ve konuya ilişkin diğer ayetler üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, bundan daha geniş boyutlu bir gerçek açıklığa kavuşacaktır. Sözünü ettiğimiz "ruhun soyutluğu"-dur. Yani bedenden ayrı, beden ve diğer maddî terkiplerin hükmüne tâbi olmayan bir olgu oluşudur. Ruh bedenle bir tür birleşim gerçekleştirmiş, onu bilinç, irade ve kavramaya ilişkin öteki nitelikleriyle yönlendirir. Yukarıda söz konusu ettiğimiz ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman bu anlam iyice belirginleşir.
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 537
Bu ayetlerden çıkan sonuca göre insan, kişilik olarak beden değildir. Bedenin ölmesi ile ölmez, onun yok olması ile yok olmaz. Bedensel terkibin ayrışması, elementlerinin dağılması ile ortadan kalkmaz. İnsan bedenin yok olmasından sonra da varlığını sürdürür, kalıcı nimetler içinde sürekli ve rahat bir hayat yaşar. Ya da bitmez tükenmez bir mutsuzluk girdabında elem verici bir azap çeker. İnsanın ölümden sonraki mutluluğu ya da mutsuzluğu onun karakteristik özelliğine ve amellerine bağlıdır; bedensel olgulara ya da toplumsal yargılara değil. Bu anlamları yukarıya aldığımız ayet-i kerimelerden ediniyoruz. Açıkça görülüyor ki, bunlar cismanî hükümlerden ayrı hükümlerdir, bütün yönleriyle dünyevi maddî özelliklerden farklıdırlar. Dolayısıyla insan ruhu bedenden ayrı bir olgudur.
Bu gerçeği pekiştiren ifadelerden biri yüce Allah'ın şu sözüdür: "Allah, öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de uykularında; sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de gönderir." (Zümer, 42) "Teveffî" ve "istîfâ" deyimleri, bir hakkın eksiksiz olarak tamamıyla alınmasını ifade ederler. Ayet-i kerimede geçen "tutmak" "almak" ve "göndermek" gibi fiiller, bedenle ruhun farklılıklarını ifade etmektedirler.
Bunlardan biri de şu ayet-i kerimedir: "Dediler ki: 'Biz yerde kaybolduktan sonra, biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?' Doğrusu onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir. De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, sizi (canınızı) alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz." (Secde, 10-11)
Burada yüce Allah, ahireti inkâr eden kâfirlerin kuşkularından birini gündeme getiriyor. Diyorlardı ki: Öldükten ve bedensel terkibimiz ayrıştıktan sonra organlarımız birbirlerinden ayrılır, vücudumuzun her bir parçası bir tarafa dağılır. Görünümümüz başkalaşır ve biz toprağın içinde kayboluruz. Dış âlemi algılamamızı sağlayan duyularımız iş görmez hâle gelir. Bütün bunlardan sonra ikinci bir yaratılış mümkün olur mu? Onlara göre bu, imkânsız bir şeydir. Burada yüce Allah elçisine şu cevabı vermesini telkin ediyor: "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, sizi (canınızı) alır." Bu ayetten anlıyoruz ki, sizin üzerinize vekil edilen bir melek var; o, sizin canınızı alır ve sizi tutar. Kaybolup gitmenize izin vermez.
538 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Onun koruması ve kontrolü altında olursunuz. Toprağa karışıp kaybolan, yalnızca sizin bedenlerinizdir, ruhlarınız değil. "Kum=siz" zamiri bunu gösteriyor. Çünkü yüce Allah, "sizi (canınızı) alır." buyuruyor. Aşağıdaki ayetleri de bu meseleye örnek olarak gösterebiliriz: "Ona kendi ruhundan üfledi." (Secde, 9) Yüce Allah bu hususu insanın yaratılışı ile ilgili olarak gündeme getiriyor. Başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 85) Burada yüce Allah "ruh"un köken olarak kendi "emr"inden olduğunu bildiriyor. Bir başka ayette ise "emrini" şöyle tanımlıyor: "O'nun emri, bir şeyi istedi mi ona, sadece 'ol' demektir, hemen oluverir. Yücedir O ki, her şeyin melekutu O'nun elindedir." (Yâsîn, 82-83) Bu, "ruh"un "melekut"tan olduğu ve onun "ol" kelimesi olduğu sonucunu ortaya çıkarıyor. Sonra "emr"i bir başka yerde, başka bir nitelikle tanıtıyor: "Bizim emrimiz bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 50) "Göz açıp yumma" ifadesi, gösteriyor ki, "ol" kelimesinden ibaret olan "emir" bir kerede varolan bir olgudur, tedricî bir varoluşu yoktur. O, varlığı zaman ve mekâna bağlı olmaksızın var olur.
Bundan da anlaşılıyor ki, emir -ve ondan olan ruh- cismanî, maddî bir varlık değildir. Çünkü cismanî, maddî varlıkların temel özellikleri, tedricî bir varoluşa sahip olmaları, zaman ve mekâna bağımlı olmalarıdır. Dolayısıyla insan ruhu cismanîlikle, maddî bedenle ilintili olsa bile, maddî ve cismanî bir olgu değildir. Ruh ile maddî ve cismanî beden ilişkisinin mahiyetini ortaya koyan birçok ayet vardır. Bir ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sizi ondan (yani yerden) yarattık." (Tâhâ, 55) Konuya ilişkin diğer örnekleri şöylece sıralayabiliriz: "İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı." (Rahman, 14) "İnsanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan yaptı." (Secde, 7-8) "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir sperma olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra spermayı embriyoya çevirdik. Embriyoyu bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir." (Mü'mi-nûn, 12-14)
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 539
Buna göre insan, önceleri sürekli değişen, farklı biçimler alan doğal bir cisimdi; sonra yüce Allah bu donuk ve hareketsiz cismi yeni bir yaratılış sürecine sokarak irade ve bilinç sahibi bir varlık hâline getirdi. Bu yeni hâliyle bilinç, irade, düşünce ve olgular üzerinde tasarrufta bulunma, yer değiştirerek ya da değişime uğratarak doğal olgulara ilişkin düzenlemelerde bulunma gibi hareketlerde, faaliyetlerde bulunabiliyor ki cisimler, maddî olgular böyle hareketlerde bulunamazlar. Şu hâlde ruh cismanî değildir ve ruhun içine konulduğu yer onun üzerinde etkin değildir.
Ruhun oluşumuna yol açan cisim -ki bu cisim kendisinden ruh var edilen bedendir- açısından ruh, ağacın meyvesi ya da daha uzak bir bağlantıyla kandilin ışığı gibidir. Bu şekilde ruhun bedenle olan ilişkisinin nasıl meydana geldiği ortaya çıkıyor. Ölümle birlikte bu ilişki kopuyor, bağlantı kesiliyor. Şu hâlde ruh varoluşunun ilk aşamasında bedenle aynıdır, sonra ondan yaratılarak ayrı bir olgu olarak ortaya çıkıyor, ardından bütünüyle ondan bağımsız bir yapıya kavuşuyor. Yukarıya aldığımız ayetlerin ifadelerinden çıkan sonuç budur. Bu gerçeği ima ya da dolaylı anlatımla ifade eden başka ayetler de vardır. Titiz bir gözlemci bunları rahatlıkla fark edebilir ve doğru yol kılavuzu ulu Allah'tır.
* * *
"Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz." Bundan önce yüce Allah müminlere sabırla ve namazla yardım istemelerini emretmiş, Allah yolunda öldürülen ve aslında diri olan kimselere de "ölü" demelerini yasaklamıştı. Şimdi de, böyle bir buyruğu yöneltmesinin sebebini açıklıyor.
Buna göre; müminler bir süre sonra sınama amaçlı bir musibete, bir belaya uğratılacaklar ki, bu sınav olmadan yüksek mertebelere ulaşmaları, onurlu ve tek ilâhın egemenliğine dayalı hanif dinin biçimlendirdiği şirkten uzak bir hayat sürdürmeleri mümkün olmayacaktır. Savaştan, vuruşmadan söz ediyoruz. Söz konusu iki kaleye sığınmadıkça, o iki güçten güç almadıkça, savaşta başarı elde etmeye ve zafere ulaşmaya ilişkin muratlarına eremezler. Bunlar sabır ve namazdır.
540 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bunlara bir de üçüncü bir güç ekleniyor: Bir topluluk bu hususu benimsediği zaman, bilincine vardığı zaman amacına ulaşır, kemal açısından doruklara varır. Bu güç, kendilerinden olup da savaşta öldürülenlerin, ölmediklerine, yitip gitmediklerine inanmaktır. Mal ve can alanındaki fedakârlıklarının boşa gitmediğini, gereksiz bir çaba olmadığını bilmektir.
Şayet düşmanlarını öldürürlerse, düşmanlarını ve onların amaçladığı zor ve zulme dayalı yönetimi ortadan kaldırmış olmanın mutluluğunu yaşayarak hayatlarını sürdürürler. Şayet düşmanları tarafından öldürülürlerse, yine de yaşamaktadırlar ve de zorbalık ve batılın egemenliği altına girmemişlerdir. Dolayısıyla her iki durumda da onlar için iki güzellikten biri vardır.
Yüce Allah'ın ayet-i kerimede vurguladığı genel zorluklar, korku, açlık, mal ve can zayiatıdır. Ayetin orijinalinde geçen "semerat"tan (ürünler) maksat ise, görüldüğü kadarıyla evlâtlardır. Çünkü savaş sırasında erkeklerin ve gençlerin ölmesinden dolayı neslin azalması, ağaçların meyvelerinin azalmasından daha belirgin bir husustur. "Ürünlerden maksat, hurma meyvesidir. Mallar kelimesi ile de bunun dışındaki develer, sığırlar ve koyunlar kastedilmiştir" diyenler de olmuştur.
"Sabredenleri müjdele. Onlar ki, kendilerine bir belâ eriştiği zaman, 'Biz Allah içiniz ve O'na döneceğiz.' derler." Önce, onlara müjdeyi vermek için sabredenlerden yeniden söz ediliyor. İkinci olarak; güzel sabrın ne olduğu öğretilerek nasıl sabredileceği gösteriliyor. Üçüncü kez; sabrı gerekli kılan yüce Allah'ın, insanın mutlak maliki oluşu gerçekliğine işaret ediliyor. Son olarak da; sabrın karşılığı olarak elde edilecek genel ödüle değiniliyor. Bu da bağışlanma, rahmet ve doğru yola iletilmedir.
Yüce Allah, Peygamberine önce, sabredenleri müjdelemesini emrediyor. İşin önemini vurgulamak için de müjdenin gerekçesinden söz etmiyor. Çünkü müjdenin kaynağı yüce Allah'tır, dolayısıyla hayır ve güzellikten başka bir şeyle ilintili olamaz. Yüce Rab bunu garantilemiştir. Sonra, sabredenlerin; başlarına bir musibet geldiği zaman, "şöyle şöyle" diyenler olduklarını açıklıyor.
Bakara Sûresi / 153-157 ................................... 541
İfade de geçen "musibet" insanın başına gelen herhangi bir olay demektir. Ancak bu deyim, insanın başına gelen istenmeyen durumlar için kullanılır.
Bilindiği gibi "demek"ten maksat, sadece bir cümleyi anlamını zihinde canlandırmadan telaffuz etmek, anlamını gerçekleştirmeksizin hatırlamak değildir. Şöyle ki: İnsan kelimenin tam anlamıyla Allah'ın mülküdür ve sonunda O'na dönecektir. Ancak onunla gerçek ve güzel sabır gerçekleşir ki, bu da korku ve üzüntüyü kökünden yok eder, gaf-let tortularını silip süpürür. Bu gerçeği şöyle açabiliriz: İnsanın varlığı ve varlığı ile birlikte ortaya çıkan diğer olgular, söz gelimi gücü ve fiilleri, Allah sayesinde vardırlar. Onları yoktan var eden, varlık sahnesine çıkaran O'dur. Şu hâlde insan ancak Allah sayesinde ayakta durabilir. Her hâlükârda; varoluşta, varlığını sürdürmede O'na muhtaçtır. O'na dayanmak zorunda-dır. O'ndan bağımsız değildir. Rabbi onun üzerinde dilediği tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Bu hususta insanın hiçbir etkinliği ve hiçbir yetkisi yoktur. Çünkü, bağımsızlığı, kendi başına hareket etme yeteneği söz konusu değildir. Kısacası insanın varoluşunun, gücünün ve fiillerinin gerçek mülkiyeti ulu Allah'a aittir.
Fakat yüce Allah, insanın varlığını kendi zatına izafe etmesine izin vermiştir. Örneğin; "insan vardır" denir. Yine güç ve fiillerini kendine izafe edilerek ifade edilmesine izin vermiştir. Söz gelimi; işitme ve görme duyuları gibi güçleri vardır insanın. Yürümek, konuşmak, yemek ve içmek gibi faaliyetleri vardır." deniyor. Şayet yüce Allah izin vermeseydi, ne insan ne de başka bir yaratık bu olguları kendine izafe edemezdi. Çünkü hiçbir varlık Allah'tan bağımsız bir varoluşa sahip değildir.
Nitekim yüce Allah, olguların, söz konusu izinden önceki durumlarına döneceklerini ve Allah'tan başka hiç kimsenin mülkiyetinin olmayacağını haber vermiştir: "Bugün mülk kimindir? O tek ve kahhar olan Allah'ın." Buna göre insanoğlu kendisine ait olan ve kendisiyle beraber olan her şeyle birlikte Allah'a dönecektir. Gerçek anlamda mülk bir tektir, o da yüce Allah'a aittir ve bu hususta O'nun ortağı yoktur. Ne bir insan, ne de bir başka yaratık O'nun mülkünün ortağı değildir. Görünürdeki biçimsel mülkiyetler,
542 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
söz geli-mi insanın kendine, evladına ve malına sahip olması biçiminde beliren mülkiyet, gerçekte Allah'a özgüdür. İnsanın bunlar üzerindeki sahipliği ulu Allah'ın bahşetmesine dayalı mecazî bir sahipliktir. İnsanoğlu yüce Allah'ın sahipliğinin gerçekliğini ve kendisinin de bu sahipliğin kapsamına girdiğini düşündüğü zaman, sırf Rabbinin malı olduğunu görür. O zaman görünürdeki mülkiyetin, yani insanın kendine, malına ve evlâdına sahip olması şeklinde beliren ilişki türünün ileride geçersiz olacağını ve Rabbine döneceğini anlayacaktır. Görecek ki, kendisi ahirette hiçbir şeye ne gerçek, ne de mecazî anlamda sahip olmayacaktır. Durum bundan ibaret olduğuna göre, başa geldiği vakit insanın etkilenmesini gerektiren bir musibetin başa gelmesi durumunda etkilenmenin aslında bir anlamı yoktur. Çünkü etkilenme, insanın sahip olduğu bir şeyini yitirmesi durumunda bir anlam ifade edebilir ki, onu bulduğunda sevinmesi, kaybettiğinde üzülmesi gerçekçi olabilsin. Fakat insan iyice düşünüp hiçbir şeyin sahibi olmadığına inandığı zaman hiçbir şekilde etkilenmez, üzülmez. Her şeyin mülkiyetinin tek ve ortaksız Allah'a ait olduğuna, O'nun, mülkünde dilediği tasarrufta bulunduğuna inanan bir mümin etkilenir mi? Üzülür mü?
İSLAM'DA ÜSTÜN AHLÂKI EDİNMENİN TEMEL YÖNTEMİ
Biliniz ki, ruhun ahlâkını ve karakteristik özelliklerini bilgi ve amel açısından (teorik ve pratik açıdan) ıslah etmek, üstün ahlâkı kazanmak ve kötü ahlâkı yok etmek, sürekli olarak salih ameller işlemeye, uygun davranışlâr içinde olmaya, bunlardan ödün vermemeye bağlıdır. Böylece cüz'î konulara ilişkin cüz'î bilgiler ruhta kalıcılık kazanır; üst üste biner, ruhun özüne kazınır ve silinmesi zor ve hatta imkânsız bir hâle gelir.
Söz gelimi, bir insan korkaklık özelliğini yok edip cesaret niteliğine sahip olmak isterse, bu adam yürekleri hoplatan, insanın dizlerinin bağının çözülmesine yol açan korkulu yerlere, dehşet verici zorluklara girip çıkmalıdır, bunu bir alışkanlık hâline getirmelidir. Bu tür bir yere girdiğinde, pratik olarak böyle bir yere girilebileceğini görür. O zaman direnmenin lezzetini ve kaçmanın ve çekinmenin iğrençliğini pratik olarak algılar. Bu husus tekrarlandık-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 543
ça kişiliğine işler, nihayet cesaret niteliği onda kalıcı bir karakter hâlini alır. Bu teorik karakterin insanın içinde meydana gelmesi, isteğe bağlı bir şey değilse de, gördüğün gibi bu sonuca ulaştırıcı öncüller ihtiyarî ve kişisel kazanıma bağlı şeylerdir.
Bunu öğrenmiş bulunduğuna göre, ahlâkı güzelleştirmenin ve üstün ahlâkı elde etmenin iki yolunun bulunduğunu da bilmiş olursun. Birinci yöntem: Ahlâk dünyaya yönelik salih amaçlarla, insanlar arasında övgüye lâyık görülen bilgi ve görüşlerle güzelleştirilir. Nitekim deniliyor ki: İffetlilik, elde olanla yetinme ve başkalarının sahip bulunduğu şeylerden ilgi kesme, insanın başkalarının gözünde onurlu ve büyük görünmesini sağlar, insana toplum nezdinde saygın bir yer kazandırır. Bunun aksi bir görünüm hasisliğe ve fakirliğe yol açar. Tamahkârlık kişilik zilletine, alçaklığa sebep olur. Bilgi, halkın teveccühüne, onura, saygınlığa ve özel ilgiye sebep olur. Bilgi, gözdür. İnsan onun aracılığı ile her türlü pisliği, iğrençliği görür. Sevimli ve sempatik şeyleri algılar. Cehalet ise, körlüktür. Bilgi seni korur, malı ise sen korursun. Cesaret kararlılıktır, dirençtir, kalıcılıktır. İnsanın bukalemun gibi renkten renge girmesine engel olur. Yense de, yenilse de insanların övgüsüyle karşılaşır. Ama korkaklık ve döneklik için aynı şeyi söyleyemeyiz. Adalet, ruhun elem verici hüzünlerden kurtulması demektir. O, ölümden sora hayattır. Yani ismin, güzel hatıranın kalıcı olması, insanların yüreklerinde sevgiyle yer edinmesidir. Ahlâk bilgisinin dayandığı yöntem budur ve bu yöntem eski Yunan'da ve benzeri toplumlarda yaygın biçimde kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerim insanların çoğu tarafından övülen hususları seçmek ve yine onlarca yerilen hususları bırakmak, toplumun beğendiğini almak ve çirkin gördüğünü atmak esasına dayanan bu yöntemi kullanmamıştır. Ama bununla birlikte, gerçekte ahiret sevabına ya da ahiret azabına yönelik olmakla birlikte, bazı ayet-i kerimelerde ilâhî uyarılar toplumsal tepki ile ilintili olarak sunulmuşlardır. Söz gelimi yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Nerede olursanız, yüzünüzü o yana (Mescid-i Haram'a) çevirin ki, insanların, aleyhinizde bir delili olmasın." (Bakara, 150) Yüce
544 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Allah bu ayet-i kerimede müminleri kararlılığa ve dirençliliğe çağırıyor; ama bunu "ki, insanların... olmasın" şeklinde illetlendiriyor. Buna örnek olarak sunabileceğimiz bir diğer ayet de şudur: "Çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin." (Enfâl, 46) Bu ayette ulu Allah müminleri sabretmeye çağırıyor ve gerekçe olarak da, bunun terk edilmesinin çelişmeye yol açacağını, bununsa yılgınlığa, gücün yok olmasına, düşmanın cesaret bulup saldırıya geçmesine sebep olacağını gösteriyor. Bir diğer ayet-i kerime de şudur: "Fakat kim sabreder, affederse, şüphesiz bu, yapılması gereken işlerdendir." (Şûrâ, 43) Yüce Allah ayette müminleri sabretmeye ve bağışlamaya çağırıyor, buna gerekçe olarak da bu davranışın "yapılması gereken övgüye lâyık" bir iş olduğunu gösteriyor.
İkinci yöntem: Ahlâkın ahirete dönük hedeflerle güzelleştirilmesidir. Kur'ân-ı Kerim'de bu amaca yönelik ifadelere çokça rastlıyoruz: "Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır." (Tevbe, 111) "Ancak sabredenlere ödülleri hesapsız ödenecektir." (Zümer, 10) "Doğrusu zalimler için acı bir azap vardır." (İbrâhîm, 22) "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tağuttur. O da onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır." (Bakara, 257) Konu ve ifadelerin farklılığına rağmen, aynı amaca yönelik birçok ayet örnek olarak gösterilebilir.
Bu kısma aldığımız ayetlerin kategorisine bir diğer grup ayeti de sokabiliriz: "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce hir kitapta olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır." (Hadîd, 22) Bu ayet-i kerime üzüntü ve sevinci bir kenara bırakmaya çağırıyor. Çünkü size isabet edecek olan şey, hedefinden sapacak değildir. Sizden sapan şeyler de size isabet edecek değildir. Çünkü olaylar önceden karara bağlanmış bir sistem doğrultusunda ve önceden belirlenmiş bir kader uyarınca gelişme gösterirler. Dolayısıyla olaylar karşısında üzülmek ya da sevinmek, her türlü işin dizginini elinde tutan Allah'a inanan bir mümine yakışmayan anlamsız bir davranıştır.
Bakara Sûresi / 153-157................................ 545
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir musibet başa gelmez ki, Allah'ın izniyle olmasın. Kim Allah'a inanırsa Allah onun kalbine hidayet verir." (Teğâbun, 11) Bu kısım ayetler de içerik olarak bundan önceki ayetlere benziyorlar. Ki o ayetlerde ahlâkın ıslahı ahirete ilişkin onurlu amaçlarla sebeplendirilmişti. Hiç kuşkusuz bunlar zanna dayanmayan gerçek kemal dereceleridir. Ahlâkın ıslahı bu ayetlerde, kazâ, kader, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanma, Allah'ın güzel isimlerini anma, yüce sıfatlarını hatırlama gibi gerçek ilkelerle illetlendiriliyor.
Şayet desen ki: Kazâ ve kader gibi olguları sebep olarak göstermek, şu seçmeye bağlı dünya hayatındaki hükümlerin geçersizliğini gerektirir. Bu da üstün ahlâkın geçersizliğine ve dünyanın doğal sisteminin bozulmasına yol açar. Çünkü eğer, geçen ayetten hareketle sabır ve kararlılık sıfatlarının ıslahı, sevinç ve üzüntünün terki gibi hususlarda, olayların levh-i mahfuzda yazılı olduklarına, uyulması kaçınılmaz bir kadere bağlı olduklarına dayanarak hareket etmek söz konusu olursa, bu durumda rızk arama faaliyetini, arzulanan kemal niteliklerini kazanma çabasını, küçük düşürücü huylardan kaçınma içgüdüsünü askıya almada da aynı gerekçeye sığınma, doğru bir davranış olarak kabul edilmelidir. O zaman rızkımızı aramaksızın yerimizde oturmamız, gerçeği savunmaktan geri durmamız caiz olur. Nasılsa olacak şey önceden karar verilmiştir, levh-i mahfuzda yazılmıştır. Aynı şekilde kaderin değişmezliği ve kesinliğine, levh-i mahfuzdaki yazının belirleyiciliğine dayanılarak, kemal sıfatlarını elde etmeye ve noksan niteliklerden kaçınmaya yönelik çabalar askıya alınır. Bu ise her türlü tekâmülün ortadan kalkması demektir. Buna karşılık olarak deriz ki: Kazâ ve kader konusunu incelerken, aynı zamanda bu probleme de cevap sayılabilecek açıklamalarda bulunmuştuk. Demiştik ki, insanların fiilleri olayların illetlerinin birer cüz'üdürler. Bilindiği gibi malul ve müsebbeplerin varlığı, illet ve sebeplerinin varlığı ve cüzleri ile uyuşur. Dolayısıyla, "Tokluğun, ya varlığı ya da yokluğu mukadderdir. Her iki durumda da "yeme"nin bir etkinliği söz konusu değildir." demek korkunç bir hatadır. Çünkü, tokluğun dışarıda gerçekleşmesi varsayımı ancak isteğe bağlı yeme fiilinin gerçekleşmesi varsayımı ile söz konusu
546 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
olabilir. Çünkü "yeme" onun illetlerinin bir cüz'üdür. Bir insanın, herhangi bir malûl tasavvur etmesi, sonra da onun illetini ya da cüzlerini geçersiz sayması büyük bir yanılgıdır. Buna göre, insanın kendi dünyevi hayatının ekseni olan ve mutluluğu veya mutsuzluğu açısından nedensellik rolü oynayan isteğe bağlılık hükmünü, geçersiz sayması doğru değildir. Çünkü bu olgu, insanların fiilleri ya da fiillerinden kaynaklanan durum ve özellikleri ile ilgili olayların illetlerininbir cüz'ü niteliğindedir. Ne var ki, bir insanın irâde ve istemini sebepler kategorisinden çıkartması ve bunun etkinliğini inkâr etmesi caiz olmadığı gibi, istemini tek sebep ve olayların dayandığı tek ve yeterli illet gibi görmesi de doğru değildir. Kendi irade ve istemini âlemdeki bir sürü illet ve cüzlerden sadece biri olarak görmelidir ki, bunların başında da ilâhî irade gelir.
Aksi bir yaklaşım kendini beğenmişlik, kibirlilik, cimrilik, coşku, üzüntü ve gamlanma gibi birçok yerilmiş özelliğe kaynaklık eder. Cahil insan der ki: "Şunu yapan, şunu da yapmayan benim." Böylece kendini beğenmişlik kompleksine kapılır ya da başkalarına karşı kendini daha üstün görür. Veya cimrilik eder, malından kimseye bir şey vermez. Böyle davranırken, kendi noksan ve yetersiz iradesinin dışında binlerce sebep olduğunun farkında değildir. Bilmiyor ki, eğer bu sebepler hazırlanmış olmasaydı, iradesi hiçbir şeye engel olamazdı, hiçbir hususta işe yaramazdı. Cahil insan der ki: "Şayet şunu yapsaydım, şu zarara uğramazdım ya da şu şeyi elimden kaçırmazdım." Bunu derken o, söz konusu elden kaçırmanın ya da ölümün ortadan kalkmasının -yani kârın ya da sağlığın veya hayatın gerçekleşmesinin- binlerce sebebe dayandığının ve bunların yokluğu -yani elden kaçırmanın ya da ölümün gerçekleşmesi- için bu sebeplerden sadece birinin yokluğunun, kendi iradesinin varlığına rağmen yeterli olacağının farkında değildir. Kaldı ki, bizzat insanın kendi iradesi ve istemi de, insan iradesinin dışındaki birçok sebebe dayanmaktadır. Yani istemek de isteyerek gerçekleşmez.
Sunduğumuz bu Kur'ânî gerçeği ve içerdiği ilâhî öğretiyi kavradığın ve konuya ilişkin ayetler üzerinde düşündüğün zaman göreceksin ki, Kur'ân-ı Kerim bazı huyların ıslahında kesin olan ka-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 547
dere ve levh-i mahfuzdaki yazıya dayanıyor. Bazı huyların ıslahı içinse böyle gerekçelere değinmiyor.
Kazâ ve kadere dayandırılması, isteme bağlılığı geçersiz kılma anlamına gelebilecek fiilleri, durumları ve huyları Kur'ân-ı Kerim kazâ ve kadere dayalı olarak gündeme getirmez. Tersine bu tür iddiaları temelden reddeder. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar bir kötülük yaptıkları zaman, 'Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize böyle emretti.' derler. 'Allah kötülüğü emretmez.' de. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" (A'râf, 28)
Öte yandan söz konusu fiil ve davranışlardan bir kısmının kazâ ve kadere dayandırılmaması insan iradesinin etkinlik noktasında bağımsız bir olgu, etkilemede başkasına ihtiyacı bulunmayan eksiksiz bir sebep ve tamamen yeterli bir illet olduğu anlamına geliyorsa, Kur'ân-ı Kerim bunların kazâ ve kader ile bağlantılarını ortaya koyar, bu hususlarla ilgili olarak insanı doğru yola iletir. Bu yolu izleyen kişi düşünce ve davranışlarında yanılgıya düşmez, gitgide sahip bulunduğu küçük düşürücü sıfatları yok olur. Amaç olayları kazâ ve kadere dayandırarak insanın cehalete kapılıp elde ettiği bir şeyden dolayı sevin-mesini ve yine cehaletten dolayı yitirdiği bir şeyin kaybına üzülmesini önlemektir. Nitekim bir ayet-i kerimede ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ve Allah'ın size verdiği malından onlara da verin." (Nûr, 33) Burada yüce Allah malı kendisine izafe ederek insanları cömertliğe, eli açıklığa çağırıyor. Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Kendilerine verdiğimiz rızk-tan harcarlar." (Bakara, 3) Burada ise, malın Allah'ın verdiği rızk olduğunu vurgulayarak insanları hayır amaçlı harcamada bulunmaya teşvik ediyor.
Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Demek onlar bu söze inanmazlarsa, onların peşinde üzüntüyle kendini helâk edeceksin! Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim." (Kehf, 6-7) Burada yüce Allah, Resulullah efendimizi (s.a.a) üzülmekten nehyediyor. Gerekçe olarak da, onların küfürde direnmelerinin Allah'a karşı üstünlük sağladıkları anlamına gelmeyeceğini gösteri-
548 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
yor. Tersine yeryüzünde bulunan her şeyin sınama amaçlı süsler olması için yaratılmış olduklarını vurguluyor. Bu yöntem, yani ahlâkı ıslah amacı ile izlenen ikinci yol, peygamberlerin yöntemidir. Bu yöntemin birçok örneğini Kur'ân-ı Kerim'de bulabiliriz. Bir kısım örneklerini de Kur'ân-ı Kerim, öteki gök menşeli kitaplardan nakletmektedir bize. Bir üçüncü yöntem daha vardır ki, sadece Kur'ân'a özgüdür. Bize aktarılan gök menşeli kitaplarda, geçmiş peygamberlerin öğretilerinde ve ilâhî hikmetle uğraşan filozofların eserlerinde böyle bir şeye rastlanmaz. Bu yöntem, bilgi ve marifetin kullanılması ile insanın vasıf ve ilim açısından eğitilmesidir. Bu yönteme başvurulduğu zaman aşağılık ve iğrenç sıfatların konusu ortadan kalkar. Diğer bir ifadeyle bu yöntem, iğrenç ve aşağılık sıfatları giderme esasına değil, defetme esasına dayanır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Allah'tan gayrisinin hoşnutluğunun gö-zetildiği her bir davranışın arkasında ya bir şeref arayışı ya da korkulan ve sakınılan bir gücü memnun etmek çabası yatmaktadır. Ne var ki yüce Allah buyuruyor ki: "Şeref ve üstünlük tamamen Allah'ındır." (Yûnus, 65) "Bütün kuvvet Allah'a aittir." (Bakara, 165) Bu bilgi bu hâliyle insanın vicdanına yerleşince riya, gösteriş, Allah'tan başkasından korkma, O'ndan başkasına umut bağlama ve O'ndan başkasına güvenip dayanma gibi küçük düşürücü, onur kırıcı niteliklere yer kalmaz. Bu iki gerçek insan tarafından bilinince, tüm yerilmiş nitelik ve sıfatlar insandan uzaklaşır. İnsan bunların yerine, Allah'tan korkmak, şeref ve üstünlüğü Allah katında arama, Allah'tan başkasından bir şey istememe, azamet, ihtiyaçsızlık, ilâhî ve rabbanî heybet gibi övülmüş ilâhî niteliklerle kendini bezer.
Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim'de, defalarca: "Mülk Allah'ındır. Gökler ve yer üzerindeki hükümranlık Allah'a aittir. Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nundur." şeklinde ifadeler kullanılır. Ki, biz de defalarca bu ifadelerin içerdikleri gerçekleri gözler önüne serdik. Allah'ın hükümranlığının ve sahipliğinin gerçek mahiyeti, O'nun dışında hiçbir varlığın bağımsız olmaması, O'na muhtaç olmamak gibi bir durumda bulunmaması esasına dayanır. Hiçbir
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 549
şey yoktur ki, yüce Allah hem onun ve hem de ona ait olan şeylerin sahibi olmasın.
İnsanın bu mülkiyete inanması ve bu inancının bir gerçeklik olarak kalbine yerleşmesi, bütün olguların onun nezdinde zat, nitelik ve fiil olarak bağımsızlık derecesinden inmeleri anlamına gelir. Böyle bir insanın Allah'ın rızasından başka bir şeyi istemesi, O'nun dışında bir şeye boyun eğmesi, ondan korkması, ondan bir beklenti içinde olması, ondan lezzet alması ya da coşkuya kapılması, ona sığınması, güvenip dayanması, teslim olması, ona tutkuyla eğilim göstermesi mümkün değildir.
Kısacası, her şeyin fani ve geçici olduğunu bildikten sonra yüce Allah'ın kalıcı ve sonsuz rızasından başka bir şey istemez, herhangi bir ihtiyacını başkasına arzetmez. O sadece batıldan kaçar. Batıl da O değildir ve gerçek bir varlığı yoktur. Böyle bir insan yüce yaratıcısının varlığı olan hakka karşı batıla tutunmaz. Aşağıya alacağımız şu ayet-i kerimeler de aynı gerçeğe işaret etmektedirler: "Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler O'nundur." (Tâhâ, 8) "Rabbiniz Allah, işte budur. O'ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır." (En'âm, 102) "O'dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı." (Secde, 7) "Bütün yüzler, O diri yöneticiye boyun eğmiştir." (Tâhâ, 111) "Hepsi O'na boyun eğmiştir. (Bakara, 116) "Rabbin, yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretti." (İsrâ, 23) "Rab-binin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet, 53) "İyi bil ki, O, her şeyi kuşatmıştır." (Fussilet, 54) "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." (Necm, 42)
Şu anda üzerinde durduğumuz: "Sabredenleri müjdele. Onlar ki, kendilerine bir bela eriştiği zaman, 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz.' derler..." ifadesini de bu kategoride değerlendirebiliriz. Çün-kü bu ve benzeri ayetler, özel ilâhî bilgiler içermektedirler. Bunların sonuçları da özel ve gerçektirler. Bu yöntemin öngördüğü terbiye metodu da ne ahlâk ilminin uyguladığı metoda, ne de önceki peygamberlerin şeriatlarında uyguladıkları terbiye metoduna benzer. Daha önce de vurguladığımız gibi, birinci metot, güzel ve çirkin kavramlarına ilişkin toplumun genel inancını esas alır. İkinci metot ise, genel dinî inançlara, kulluk yükümlülüklerine ve bunların ödülle ya da azapla cezalandırılması esasına dayanır. Bu üçün-
550 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
cü metodun dayanağı da, saf ve eksiksiz tevhit inancıdır ki, sırf İslâm dinine özgü bir yöntemdir bu. Bu, dini tebliğ edip hayata egemen kılan Resulullah efendimize ve onun saf ve temiz soyuna, Ehlibeyti'ne salât ve selâm olsun. Bu nükteyi ganimet bilmelisin. Bir oryantalistin İslâm medeniyetinden söz ettiği eserinde dile getirdiği düşüncelere şaşmamak mümkün değildir. Diyor ki bu adam: "Bir araştırmacı, İslâm davetinin, izleyicileri arasında yaygınlaştırdığı medeniyet unsurlarına, ileri uygarlığa ve yüksek medeniyete ilişkin olarak geride bıraktığı, taraftarlarına miras olarak armağan ettiği özelliklere ve meziyetlere ilgi duymalıdır. Esas bunların üzerinde durmalıdır. İslâm'ın içerdiği dini öğretiler ise, bütün nebevî davetlerin içerdiği ahlâkî ilkelerdir. Bütün peygamberler bunlara davet etmişlerdir."
Daha önceki açıklamalarımızdan yola çıkarak bu bakış açısının yanlışlığını, bu görüşün çarpıklığını anlayabilirsin. Çünkü sonuç, öncüllerinin bir ayrıntısıdır. Bir terbiyeden sonra ortaya çıkan davranışlar, öğrencinin ve terbiye gören insanın öğrendiği bilgi ve marifetin ürünleri ve sonuçlarıdır. Daha düşük düzeyli bir gerçeğe, orta seviyeli bir tekâmüle yönelik çağrı ile, sırf gerçeğe ve doruktaki bir tekâmüle yönelik çağrı bir olamazlar. İşte işaret ettiğimiz üçüncü terbiye metodunun niteliği bundan ibarettir. Birinci metot, toplumsal gerçeğe çağırıyor. İkinci metot, pratik gerçeğe ve insanın ahirette mutlu bir hayat sürdürmesine yarayan gerçek tekâmüle çağırır. Üçüncü metot ise, sırf hakka, yani Allah'a davet eder. Eğitimini, Allah'ın bir ve ortaksız olduğu gerçeğine dayandırır. Bu ise, tam bir kulluğa yol açar. Metotların birbirlerinden ne kadar da farkı var!
Bu metot, insanlık âlemine birçok salih insan, kendini Allah'a adamış bilgin, kadın ve erkek evliya armağan etmiştir. Bir din için, bu onur bile yeterlidir.
Bu metot, diğer iki terbiye metodundan sonuçları bakımından da farklıdır. Çünkü bu yöntemin temel dayanağı kulluk sevgisini aşılamak ve Rabbi kula tercih etmektir. Bilindiği gibi, aşk, tutku ve sevgi kimi zaman seven insanı öyle davranışlara yöneltir ki, toplumsal ahlâkın özü olan toplumsal aklın ya da genel dinsel yükümlülüklerin esası olan sıradan genel anlayışın bunları tasvip
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 551
etmesi mümkün değildir. Çünkü aklın kendine özgü kuralları, sevginin de kendine özgü kuralları vardır. İleriki bazı bölümlerde bu hususa ilişkin olarak daha geniş ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız, inşaallah.
* * *
"İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." Ayet üzerinde düşünüldüğü zaman, orijinal metinde geçen "salât" kelimesinin rahmet anlamında kullanılmadığı görülecektir. "Salât" kelimesinin çoğul, "rahmet" kelimesinin ise tekil olarak yer alması bunu gösterir. Yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "O'dur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize salât etmekte, melekleri de; ve müminlere karşı çok merhamet edendir." (Ahzâb, 43) Bu ayetten çıkan sonuca göre, "müminlere karşı çok merhamet edendir." ifadesi, "O'dur ki üzerinize salât etmektedir" sözünün illetidir. Böyle olması da beklenen bir gerekliliktir zaten. Çünkü ilâhî irade müminlere rahmet etmeyi öngörür. Siz de müminsiniz. Bu yüzden size merhamet edene kadar salât etmesi gerekir. Dolayısıyla "salât" ile "rahmet" arasındaki bağlantı mukaddime ile hedef, araç ile amaç arasındaki bağıntı gibidir. Veya bir şeye yönelmekle ona bakmak arasındaki münasebet gibidir. Ya da ateşe atmakla, yakmak gibidir. Bu durum "salât" kelimesini "şefkat gösterme, acıyıp meyletme" şeklinde anlamlandırmaya uygun düşüyor. Buna göre, yüce Allah'ın salât etmesi, kula merhametle yönelmesi demektir. Melekler de Allah'ın rahmetini ulaştırmada aracılık yapmaları bakımından insanoğluna şefkat göstererek salât ederler. Müminlerin salâtı ise, kul olarak Allah'a dönmeleri ve dua etmeleridir. Ama bu durum "salât"ın kendisinin de "rahmet" olmasına ya da rahmetin bir belirtisi olmasına engel değildir. Çünkü, rahmet kelimesinin geçtiği ayetler üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, bu kelimenin mutlak ilâhî bağışı, genel nitelikli rabbanî vergiyi ifade ettiği görülecektir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rahmetim her şeyi kaplamıştır." (A'râf, 156) "Rabbin, zengin rahmet sahibidir. Dilerse sizi götürür, sizi nasıl başka bir topluluğun soyundan yarattı ise, siz-
552 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
den sonra da dilediğini sizin yerinize, getirir." (En'âm, 133) Buna göre, bir topluluğu ortadan kaldırıp götürmek O'nun zenginliğinin, ihtiyaçsızlığının ifadesidir. Ortadan kaldırdığı bir topluluğun yerine başka bir topluluğu getirmesi de rahmetinin göstergesidir. Her iki durum da hem O'nun rahmetine, hem de O'nun müstağniliğine dayanırlar. Şu hâlde her "yaratma" ve her "emir" rahmettir. Aynı şekilde her "yaratma" ve her "emir" bir bağıştır ve müstağniliği gerektirir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rabbinin bağışı kesilmiş değildir." (İsrâ, 20) Bu bağışlardan biri de "salât"tır. Şu hâlde "salât" aynı zamanda "rahmet"tir. Ama özel bir rahmet. Bu şekilde ayet-i kerimede "salât"ın çoğul, buna karşın "rahmet"in de tekil olarak kullanılmış olması anlaşılabilir.
"Ve doğru yolu bulanlar da onlardır." Sanki bu durumları, "Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır." ifadesinin bir sonucudur. Bu yüzden onların doğru yolu bulmuş olmaları, birincisinden ayrı yeni bir cümle içinde ifade ediliyor. Yani, "Rablerinden bağışlamalar, rahmet ve hidayet onlaradır" denilmiyor. Ve yine, "Onlar hidayete ermişlerdir." denilmiyor da, "Onlar doğru yolu bulanlardır." denilerek hidayeti kabullenişleri "ihtidâ" fiili ile dile getiriliyor ki, "ihtida" "hidayet"ten sonra gelen ayrıntı niteliğinde bir konumdur. Bununla anlaşılıyor ki, rahmet, onların Allah'a iletilmeleridir. Bağışlama-lar ise, bu iletilmenin öncülleri konumundadır. Onların doğru yolu bulmaları da bu hidayetin, iletilmenin bir sonucudur. Şu hâlde, ayette geçen salât, rahmet ve ihtida, sonuç itibariyle rahmet olarak değerlendirilseler de ayrı ayrı olguları ifade etmektedirler.
Yüce Allah'ın kendilerine yönelik ikramını dile getirişine bakarak diyebiliriz ki, bu ayetlerde sözü edilen müminlerin durumu, senin evini ararken seninle karşılaşan arkadaşının durumuna benzer. Söz konusu arkadaşın senin evini soruyor, oraya konaklama niyetindedir. Bu sırada seninle karşılaşıyor. Sen de onu güler yüzle ve saygı göstererek karşılıyorsun. Sonra onu evine giden yola koyarak onunla birlikte yürümeye başlıyorsun. Evine ulaştırıp konaklayana kadar yolunu kaybetmesine müsaade etmiyorsun. Yolculuk esnasında yemesini, içmesini, bineğini ve yürüyüşünü
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 553
denetleyip yardımcı oluyorsun. Bütün bunlar, bir bakıma bir ikram sayılır. Çünkü senin amacın bu. Aynı zamanda bunların her biri de başlı başına bir ikramdır. Ama bununla birlikte yol gösterme, ikramdan ve muhabbet etmekten başka bir şeydir. Onlar da yol göstermekten farklı bir şeydir. Aynı zaman da hepsi de ikramdır. Şu hâlde genel anlamdaki ikram, rahmet konumundadır. Çeşitli ağırlamalar da "salât" olarak nitelendirilebilirler. Evde konaklama ise, ihtida, yani doğru yolu bulma mesabesindedir. "Ve doğru yolu bulanlar da onlardır." cümlesinin isim cümlesi şeklinde kurulmuş olması, ayrıca cümleye uzağı gösteren işaret ismiy-le [ulâike] başlanması, fasıl zamiri [hum]; "el-muhtedûn" diye başlayan ifadedeki haberin başına lam-ı mevsulun getirilmiş olması, onlara verilen önemi ve kavuşacakları nimetlerin yüceliğini gösterir. -Doğrusunu ise Allah bilir.-
HADİSLER IŞIĞINDA BERZAH VE RUHUN ÖLÜMDEN SONRAKİ HAYATI
Tefsir'ul-Kummî'de belirtildiğine göre, Süveyd b. Gafele Emir'ül-Müminin'in (a.s) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Âdemoğlu dünyanın son ve ahiretin de ilk gününe başlayınca malı, evladı ve ameli gözlerinin önünde canlanır. Malına dönerek, 'Allah'a andolsun ki, sana çok düşkündüm ve üzerine titrerdim. Senin yanında bana ait ne var?' der. Malı ona, 'Benden kefenini alabilirsin.' der. Sonra evladına döner ve 'Allah'a andolsun ki, ben sizi çok severdim, sizin koruyucunuzdum. Sizin yanınızda bana ait ne var?' der. Evladı ona, 'Seni mezarına kadar uğurlayacak ve üzerini toprakla örteceğiz.' derler. Sonra ameline bakar ve 'Allah'a andolsun ki, ben senin hakkında zahitçe davranırdım ve sen bana ağır gelirdin. Acaba bana ait neyin var?' diye sorar. Ameli der ki: Ben kabrinde ve mahşere gitmek üzere diriltildiğinde sana eşlik edeceğim. Nihayet ben ve sen birlikte Rabbinin huzuruna çıkarılacağız." "Eğer bu adam Allah'ın dostu ise, yanına insanların en hoş kokulusu, en güzel görünümlüsü ve en süslü giysilisi gönderilir ve der ki: 'Allah'tan bir ruh ve bir hoş koku ve naim cenneti ile sevin. Amellerin en hayırlısını önceden gönderdin.' Adam, 'Sen de kim-
554 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
sin?' diye sorar. O, 'Ben senin salih amelinim. Dünyadan cennete göç et.' der."
"Adam kendisini yıkayanı tanır ve kabre taşıyanlara 'Acele edin.' der. Kabrine girince yanına iki melek gelir. Bunlar kabir sorgucularıdırlar. Saçlarını süslerler ve yeri dişleri ile eşelerler. Sesleri şiddetli bir gök gürlemesini andırır. Gözleri insanı kör edici bir şimşek gibidir. Bu iki melek adama, 'Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Ve dinin nedir?' diye sorarlar. Adam, 'Rabbim Allah, peygamberim Muhammed ve dinim İslâm'dır.' der. İki melek, 'Allah seni sevdiğin ve hoşlandığın şeyler içinde kalıcı kılsın.' derler. Burada yüce Allah'ın şu sözüne göndermede bulunurlar: 'Allah, inananları, dünya hayatında da, ahi-rette de sağlam sözle sebat içinde kılar.' [İbrahim, 27] Sonra kabrini gözünün alabildiği kadar genişletirler ve kabirden cennete bakan bir kapı açarlar ve şöyle derler: 'Uyu, gözün aydın! Nimetlere kavuşmuş taze delikanlı uykusuna uyu.' Yüce Allah'ın bir ayetinde buna işaret ediliyor: O gün cennet halkının kalacakları yer daha iyi, dinlenip safa sürecekleri yer daha güzeldir." [Furkan, 24] "Eğer adam Rabbine düşman biri ise, ameli ona yüce Allah'ın yarattığı en çirkin görünümlü, en iğrenç kokulu biri olarak gelir. Ve 'Kaynar su dolu bir konak ve cehenneme savurulma ile sevin.' der. Adam kendisini yıkayanı tanır ve kendisini kabre taşıyanlara ağır davranmalarını söyler. Kabre konulduğu zaman, kabrin iki sınavcısı gelir ve üzerindeki kefenini alarak, 'Rabbin kim? Peygamberin kim? Ve dinin nedir?' diye sorarlar. Adam, 'Bilmiyorum.' der. Melekler ona, 'Bil-medin ve doğru yolu bulmadın.' derler." "Sonra ona öyle bir asâ darbesi indirirler ki, insanlar ve cinler dışındaki diğer tüm canlılar dehşete düşerler. Ardından kabrinden cehenneme bakan bir kapı açarlar ve ona, 'En kötü hâlde uyumana bak!' derler. Böylece o daracık yerde pestile dönüşür. O kadar ki, beyni tırnakları ile etinin arasından dışarı fışkırır. Yüce Allah toprağın altındaki yılanları, akrepleri ve böcekleri ona musallat eder. Bunlar onu kıyamet günü dirileceği saate kadar ısırıp dururlar, vücudunu tırmalarlar. İçinde bulunduğu bu korkunç durumdan dolayı kıyametin bir an önce kopmasını arzu eder."
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 555
Muntahab'ul-Besâir adlı eserde Ebu Bekir el-Hadremî'nin İmam Bâkır'dan (a.s) şu sözleri aktardığı bildirilir: "Kabirde sadece kesin olarak inanıp gereklerini eksiksiz yerine getirenlerle, kesin olarak küfrü seçenler sorgulanırlar. 'Peki, diğer insanlar ne olacak?' dedim. 'Onlar bekletilirler.' dedi."
el-Emalî adlı eserde belirtildiğine göre İbn-i Zebyân şöyle demiştir: "Bir ara İmam Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum. 'İnsanlar müminlerin ölümünden sonra onların ruhlarının durumları hakkında neler söylüyorlar?' diye sordu. Dedim ki: 'Müminlerin ruhları yeşil kuşların kursaklarında olur.' diyorlar. Bunun üzerine şöyle dedi: Subhanallah! Bir mümin böyle bir duruma sokulmayacak kadar Allah katında saygın bir konuma sahiptir. Ölüm gerçekleştikten sonra müminin yanına Resulullah efendimiz (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (hepsine selâm olsun) gelirler. Yanlarında da Allah'ın gözde melekleri olur. Eğer yüce Allah müminin kendi lisanıyla onun birliğine, Peygamberinin peygamberliğine ve Ehlibeyt'in velayetine tanıklık etmesine imkân verirse, Resulullah efendimiz (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) onlarla birlikte olan gözde melekler de tanıklık ederler. Eğer adamın dili tutulursa, yüce Allah özel olarak Peygamberine adamın kalbindeki inancı gösterir. Bunun üzerine Peygamberimiz adamın müminliğine şahitlik eder. Resulullah'ın bu şahitliği üzerine, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve hazır bulunan gözde melekler de adamın müminliğine şahitlik ederler. Allah onu yanına alınca, ruhu eski görünümü ile cennete gider. Cennetteki ruhlar yerler, içerler. Biri yanlarına gelirse, onları dünyadaki şekilleri içinde görür ve tanırlar." [c.2, s.33]
el-Mehasin adlı eserde Hammad b. Osman, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şunları rivayet eder: "İmam ruhlardan, müminlerin ruhlarından söz etti ve 'Bu ruhlar cennette karşılaşırlar.' dedi. Ben, 'Karşılaşırlar mı?' dedim. 'Evet, dedi, birbirlerini sorarlar, birbirlerini tanırlar. Öyle ki birini gördüğün zaman, 'Bu, falancadır.' dersin." [s.178, h: 164]
el-Kâfi'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle demiştir: "Mümin öldükten sonra ailesini ziyaret eder, sevdiklerini görür, ama hoşlanmadığı şeyler kendisine gösterilmez. Kâfir de ailesini ziyarete gelir. Ama hoşlanmadığı şeyleri görür. Sevdiği şey-
556 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ler kendisine gösterilmez. Bazıları her cuma ailesini ziyarete gelir. Bazıları da herkes ameli oranında ziyarete gelir." [c.3, s.230, h: 1]
el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Ruhlar ceset görünümünde cennetteki bir bahçede bulunurlar. Birbirlerini tanır ve birbirlerini sorarlar. Bir ruh, öteki ruhların yanına gelince, derler ki: 'Onu çağırın; çünkü büyük bir korku ve dehşet yaşamıştır.' Sonra ona, 'Falanca ne yapıyor, falanca ne yapıyor?' diye sorarlar. Eğer, 'Yaşıyor' dese, onun için ümitvar olurlar. Eğer, 'Öldü' dese, o zaman, 'Demek ki mahvolmuş, azabı hakketmiş, cehenneme gitmiştir.' derler." [c.3, s244, h: 3]
Ben derim ki: Berzah hayatı ile ilgili hadisler oldukça kabarıktır. Biz bunlar arasında berzahtaki gelişmeleri ana hatlarıyla kapsayanlarını naklettik. Aktarılan bu anlamlara ilişkin rivayetler oldukça yaygındır. Bunlarda maddeden soyutlanmış bir varoluşa işaret ediliyor.
RUHUN SOYUTLUĞU ÜZERİNE BİR FELSEFÎ ARAŞTIRMA
Acaba nefis maddeden ayrı soyut bir olgu mudur? (Nefis derken, her birimizin "ben" derken vurguladığı şeyi kastediyoruz. Soyut derken de, zaman ve mekâna bağımlı, bölünebilen maddî bir şey olmadığını kastediyoruz.)
Biz kendimizde "ben" dediğimiz bir anlamı gözlemlediğimizden kuşku duymayız. Aynı şekilde tüm insanların bu gözlem açısından bize benzediklerinden de kuşku duymayız. Bizim ve herkesin "ben" dediği bu olguyu hayatımızın ve bilincimizin hiçbir anında unutmayız, ondan gafil olmayız. Ama bu olgu, organlarımız arasında yer alan bir şey, bedenlerimizin bir parçası değildir. Ki biz bunları duyu organlarımızla ya da bir tür kanıtlama yöntemiyle algılarız. Görme ve dokun-ma gibi görünen duyularla algıladığımız organlarımız gibi. Ya da hissetme ve deneyim sonucu farkına vardığımız iç organlarımız gibi. Za-man olur ki, biz bunların birinden ya da bir grubundan, hatta beden dediğimiz tüm organlarımızdan gafil olabiliriz. Fakat, "ben" diye ifade ettiğimiz olguyu asla unutmayız. Şu hâlde o, bedenden ve bedenin parçalarından ayrı bir olgudur.
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 557
Aynı şekilde şayet "nefis/ben", beden olsaydı ya da bedenin bir organı, bir parçası olsaydı, yahut beden içinde yer alan özelliklerden biri olsaydı, -ki bu saydıklarımızın tümü madde özlüdürler. Maddenin özelliği ise, tedricî bir değişkenlik, bölünebilirlik ve parçalanmaya elverişliliktir- değişken ve bölünebilen bir madde olurdu. Oysa böyle değildir. Her bir insan, kendisinden ayrılmaz bu nefsanî olguyu gözlem altına alıp, kendisini bildiği andan itibaren bu ana kadar ki konumunu gözden geçirdiği zaman, görecektir ki, bu olgu hep aynı anlamda ve hep aynı konumda kalmıştır. En ufak bir artış ve en ufak bir değişiklik yaşamamıştır. Ama beden, bedenin parçaları, bedenin içinde yer alan özellikler her bakımdan değişkendirler, başkalaşım sürecini yaşarlar. Bu süreç söz konusu olguların maddesinin ve biçiminin yanı sıra diğer şekil ve görünümlerini de kapsar.
Aynı şekilde insan kendisini bilinçli bir gözleme tâbi tuttuğunda "nefis/ben" dediğimiz olgunun basit, yani bölünme ve parçalanma kabul etmez olduğunu görür. Oysa beden, bedenin parçaları ve bedende yer alan özellikler bölünme ve parçalanma sürecini yaşarlar. Her madde ve madde kaynaklı her olgu böyledir. Şu hâlde "nefis/ben" beden değildir. Bedenin bir parçası ya da bedene özgü ve gerek duyularımızla ve gerekse kanıt aracılığı ile algıladığımız ya da algılayamadığımız bir özellik değildir. Çünkü bu saydıklarımız her ne şekilde varsayılsalar, yine de maddî niteliklidirler. Madde ise değişkendir, bölünebilir. Ortada bir gerçek vardır, o da, "nefis/ben" dediğimiz olgunun bu niteliklerden hiçbirine sahip olmadığıdır. Şu hâlde "nefis/ben" hiçbir şekilde madde olarak değerlendirilemez, maddî olgular kategorisine sokulamaz. Aynı şekilde tek ve yalın olarak gözlemlediğimiz bu olguda, parçalar ve cüzler çokluğu söz konusu değildir. Dışarıdan bir karışım da kabul etmez. Tersine bu olgu tektir ve yalındır. Her insan bunu kendi şahsında gözlemler ve kendisinin kendisi olduğunu, başkası olmadığını görür. Demek ki, bu olgu bağımsızdır ve maddî ölçülere uymaz. Maddenin vazgeçilmez niteliklerinden hiçbirini taşımaz. Öyleyse "nefis/ben" maddeden ayrı soyut bir özdür. Bedenle birleşmesini gerektiren bir bağlantısı vardır. Bu bağlantı evrensel düzenlemenin öngördüğü, gerektirdiği bir husustur.
558 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Ancak nefsin maddeden ayrı soyut bir olgu oluşunu tüm materyalistler, bazı kelâmcılar ve muhaddislerden olan zahiriciler inkâr etmişlerdir. Bunu kanıtlamak için de birçok girişimde bulunmuşlardır. Bu hususla ilgili olarak sunulan kanıtları da tamamen faydasız bir zorlamanın sonucu olarak reddetme yönüne gitmişlerdir. Materyalistler diyorlar ki: Günümüzde bilimsel araştırmalar teknik olarak çok ilerlemiştir. İleri teknoloji sayesinde bilim son derece duyarlı, titiz ve kılı kırk yarar bir düzeye ulaşmıştır. Bu yüzden maddî illeti belirlenmeyen hiçbir bedensel özellik ve madde yasalarına uyarlanamayan hiçbir ruhî etkinlik kalmamıştır. Yani sırf bu etkinlik ve sonuçlardan hareketle ruhun maddeden soyut ve ayrı olduğuna hükmedilemez.
Diyorlar ki: Sinir sistemi, merkezî organda birleşir. Beyin dediğimiz bu organa yönelik sinirsel akım kesintisiz ve hızlıdır. Bunlar arasında aynı sisteme göre hareket eden kütlesel bir olgu vardır. Bu olgunun parçalarını birbirinden ayırt etmek ve bunların devre dışı kalışlarını algılamak mümkün değildir. Parçaların birbirlerinin yerine geçmeleri de söz konusu değildir. Çeşitli olguların sonucunda oluşan bu birim bizim gözlemlediğimiz ve "ben" diye tanımladığımız nefsimizdir. Bunu tüm organlarımızdan ayrı bir olguymuş gibi gördüğümüz doğrudur; fakat bu onun bedenin ve bedensel özelliklerin dışındaki bir olgu olduğunu göstermez. Aksine nefis birleşik bir kütledir, faaliyetlerinin kesintisizliği ve sürekliliği yüzünden onu fark etmememiz mümkün olmuyor. Benlikten gafil olmak için, anlaşıldığı kadarıyla sinirlerin devre dışı kalması ve faaliyetin son bulması gerekir. Bu ise, ölümdür. Nefsin kalıcı ve değişmez olduğu doğrudur. Ama bu onun kendi ve içinde değişmediği, orijinal durumunu koruduğu anlamına gelmez.
Aksine faaliyetlerinin kesintisizliği, algısal verilerin hızlı gelişimi gözlerimizde bir yanılgıya yol açıyor. Tıpkı içine sürekli su akan ve akan su oranında da dışarı su akıtılan bir havuz gibi. Dolan ve boşalan suyun miktarı bir olduğu için, havuzun içindeki suyun hiç değişmediği sanılır. İnsan havuzdaki suyu bir ve değişmez gibi görür. Oysa gerçeklik noktasında bakıldığında su ne birdir, ne de
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 559
değişmezdir. Aynı şekilde suya yansıyan insan, ağaç veya herhangi bir cismin görüntüsü de, tek ve değişmez olarak kabul edilir. Hâlbuki, havuzdaki suyun yaşadığı tedricî değişkenlikten dolayı bu yansımalar da tedricî bir değişiklik yaşarlar. Nefis olgusunda gördüğümüz değişmezlik, teklik ve belirginlik için de aynı husus geçerlidir. Diyorlar ki: Batınî gözlem yöntemiyle bedenden ayrı ve soyut bir olgu olduğuna ilişkin kanıtlar sunulan nefis, gerçekte doğal özelliklerin bir toplamıdır. Buna sinirsel olgular da diyebiliriz. Ki bunlar, dış maddenin cüz'ü ile sinirsel birleşiğin cüz'ü arasındaki karşılıklı etkileşimin sonuçlarıdırlar. Birliktelikleri de toplanma niteliklidir, reel bir birlik değildir.
Şimdi bu yorumların değerlendirmesine geçiyoruz: Diyorlar ki: "Somut verilere ve deneysel yönteme dayalı bilimsel araştırmalar, ileri teknolojinin de yardımıyla gerçekleştirdiği son derece titiz çalışmalarında ruhla ilgili bir sonuç elde edememiştir. Aynı şekilde, ancak ruhun varlığı ile izah edilebilecek bir olguya da rastlayamamıştır." Bu söz, gerçeğin ifadesidir. Fakat bu, varlığına ilişkin olarak deliller sunulan soyut nefsin var olmadığı sonucunu doğurmaz. Çünkü doğanın yasalarını ve maddenin özelliklerini araştıran doğa bilimleri, ancak maddenin özelliklerini ve maddenin özünü tespit edip değerlendirebilir.
Aynı şekilde madde alanındaki deneyin tamamlanması için kullandığımız maddî araçlar da ancak maddî olgular üzerinde etkin olabilirler. Madde ve doğaötesi olgulara gelince, bu araçların olumlu ya da olumsuz bir değerlendirmede bulunması doğru değildir. Bu alanda maddî araştırmanın varabileceği en son nokta, bir şey bulamamaktır. Bir şey bulamamak, bir şey yok demek değildir. Bilimsel araştırmanın, az önce de gördüğün gibi, ilgili bulunduğu madde tespit ettiği maddesel hüküm ve özellikler arasında, mâddenin özünden ve doğanın çerçevesinden hariç soyut bir olguyu belirlemesi beklenemez.
Onları, söz konusu inkâra yönelten etken şu asılsız sanılarıdır: "Soyut nefisten söz edenler, bedensel organların bazı organik hükümlerine rastlıyor; ama bunların bilimsel açıklamasını yapamamış, bu yüzden, söz konusu fiillerin kaynağı olarak maddeden ba-
560 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ğımsız soyut nefsin varlığına inanma gereğini duymuşlardır. Ne var ki, modern bilim, söz konusu bilinmezliklerin illetini tespit etmiş bulunduğu için, artık böyle bir olgunun varlığına inanmak anlamsızdır." Böyle bir kuruntuyu Yaratıcının varlığına ilişkin olarak da gündeme getirmişlerdir.
Hiç kuşkusuz bu, bütünüyle dayanaksız bir yanılgıdır. Çünkü, bedenden soyut nefsin varlığına inananlar, yukarıdaki gerekçeden dolayı buna inanmıyorlar. Yani, illeti gözle görülen fiili bedene, gözle görülemeyen fiili de nefse dayandırmaya yeltenmiyorlar. İddiaların aksine onlar, bütün fiilleri aracısız olarak bedensel illetlere ve yine bütün fiilleri dolaylı olarak nefse dayandırıyorlar. Ayrıca hiçbir şekilde bedene izafe edilemeyecek fiilleri de nefse dayandırarak açıklıyorlar. Bu ise, insanın kendi nefsini bilmesi, kendi zatını gözlemlemesidir. Daha önce bu gözlemin niteliğine değinmiştik. "Tek bir şey olarak gözlemlenen insan benliği, aslında büyük bir hızla ve kesintisiz olarak merkez konumundaki organa doğru akan sinirsel algıların oluşturduğu bir toplamdır. Yani bir orada olma niteliğinde bir birliğe sahiptir." şeklindeki sözlerine gelince; kuşkusuz bu, sonuçsuz ve nefsanî gözleme uymayan bir sözdür. Bana öyle geliyor ki, bu iddiayı ortaya atanlar nefsanî gözlemden gaflet ederek, beyine akan somut verilere bakıyorlar. Yani ikinci derecede olgularla ilgileniyorlar. Diyelim ki, ortada reel olarak birçok olgu var ve bunların birliktelikleri söz konusu değildir. Maddî olguların algılanmasından ibaret olan bu çok sayıdaki olgunun gerisinde hiçbir şey yoktur. Ve yine diyelim ki, tek nefis olarak gözlemlenen bu olgu da, söz konusu çok sayıdaki algıdan başka bir şey değildir. Peki, kendisinden başkasını göremediğimiz bu tek olgu nereden kaynaklandı? İçinde bizzat gözlemlenen söz konusu birlik nereden geldi? Bunun toplanma niteliğinde bir birlik olduğuna ilişkin iddia bir saçmalıktır. Çünkü toplanma niteliğindeki birlik, gerçekte çokluktur ve birliği ise hayalîdir. Tıpkı bir ev ya da bir çizgi gibi. Yani özünde birlik söz konusu değildir.
Bizim bu sözümüz yerine şöyle bir varsayımla çıkıyorlar ortaya: Algılar ve şuurlar hadd-i zatında çokturlar; ama aynı zamanda bir bütün olarak tektirler. Oysa bu algılar ve şuurların hadd-i zatında çok olmaları, hiçbir şekilde birliğe dönüşmemelerini gerektirmek-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 561
tedir. Hâlbuki gözlemlediğimiz o ki, bu, tek bir şuurdur, nefsanî ve reeldir. Bu kadar çok sayıdaki algılara sahip bulunan bir başka olgu da söz konusu değildir ki, onu tek bir niteliğe sahipmiş gibi algılasın. Tıpkı, duyu organları ve hayal gücünün toplanma niteliğindeki birliğe sahip olan somut ve hayalî olguları, toplanma niteliğinde bir birlik hâlinde algılaması gibi. Çünkü üzerinde durulan varsayım şudur: Hadd-i zatında çok olan algılar, yine hadd-i zatında bir olan nefsanî algının aynısıdır.
Şayet, "Burada algılayan pozisyonundaki organ beyindir. Birçok algıyı tek bir algıymış gibi değerlendirir." denilirse, yine de sorun çözülmüş olmaz. Çünkü varsayılan o ki, beynin algılayışı, birbirini izleyen bu çok sayıdaki algıların bizzat kendisidir. Yani, duyu güçlerinin dış âlemdeki bilgiye konu olan şeylere taalluk edip onlardan duyusal biçimler çıkardığı gibi, beyin bu algılara taalluk eden bir algılama gücü değildir.
Kendi içinde değişken ve bölünebilen bu gözlemlenen olgunun tekliğe ulaşması ile ilgili olarak ne söylenecekse, aynı şey değişmezliği ve yalınlığı için de söylenebilir. Ne var ki, bu varsayım da -kesintisiz olarak birbirini izleyen ve beyinsel algı sonucu tek bir niteliğe sahipmiş gibi değerlendirilen bu çok sayıdaki algıları kastediyorum- doğru değildir. Beynin, beyin içindeki gücün, sahip bulunduğu bilincin ve yanındaki bilginin bu hususla ne ilgisi var? Bunların tümü maddî olgulardır. Maddenin ve maddî nitelikli olguların özelliği çokluk, değişkenlik ve bölünebilirliktir. Oysa bu bilgi biçiminde bu tür bir nitelik ve özellik söz konusu değildir. Ortalıkta da madde dışı ya da maddî niteliklere sahip bulunmayan bir olgu da söz konusu değildir. "His ya da algılayıcı güç yanılabilir. Dolayısıyla değişken ve bölünebilen bir olguyu tek, yalın ve değişmez gibi algılayabilir." şeklindeki sözlerine gelince, bu da son derece sakat bir anlayıştır. Çünkü yanılma ve yanlışa düşme, karşılaştırma ve nispet etme sonucu ortaya çıkan nisbî olgulardır. Kendiliğinde gerçekliği olan şeyler değildirler. Söz gelimi biz, kocaman gökcisimlerini küçücük beyaz bir nokta gibi görürüz. Ne var ki, bilimsel kanıtlar bu gözlemimizin yanlışlığını ortaya koyarlar. Duyu organlarımızın birçok gözlemi için aynı şeyi söyleyebiliriz. Ne var ki, bu tür yanılmalar,
562 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ancak algılanan hususla gözlemin dışındaki realitenin karşılaştırılması ile belirlenebilirler. Ama duygu organlarınca algılanan husus, kendi başına bir realitedir -bir beyaz nokta gibi- ve bunda bir yanılgı olması söz konusu olamaz.
Bu gibi durumlarda yapılacak değerlendirme şudur: Duyu organlarımız ve algılayıcı güçlerimiz, çok, değişken ve bölünebilen olguları, bir değişmez ve yalın gibi algıladığı zaman, bu demektir ki, algılayıcı güçler, algılamaları ile yanılmışlardır, reel olgu ile karşılaştırıldığında, elde ettikleri sonuç ile yanılgıya düşmüşlerdir. Ancak algılayıcı gücün algıladığı bu bilgisel biçim kendi içinde değişmez ve yalındır. Konumu ve niteliği bundan ibaret olan bir şey için, "Bu, maddîdir" demek mümkün değildir. Çünkü maddeye özgü genel niteliklere sahip değildir.
Şimdiye kadar ki açıklamalarımıza dayanarak diyebiliriz ki: Mâteryalistlerin somut verilere ve deneysel yönteme dayanarak ileri sürdükleri kanıt, olsa olsa "bulamama" sonucuna götürür bizi. Olmayan (bu onların iddiasıdır) ile bulunmayanı karıştırmış olmaları büyük bir yanılgıdır. Tek, değişmez ve yalın bir olguyu ortaya koyan gözleme, getirdikleri tasvir de yanlıştır. Tasvirleri somut veriler ve deneysel yöntemlerle varlığı kanıtlanan maddî temel ilkelerle ve olgunun özünde taşıdığı realiteyle bağdaşmaz. Modern psikoloji sahasında araştırma yapan bilim adamlarının nefisle ilgili varsayımlarına gelince; diyorlar ki: "Nefis idrak, irade, hoşnutluk, sevgi ve bunun birleşik ve iç içe girmiş bir durumla sonuçlanabilen psikolojik durumların etkileşimlerinden doğan birleşik bir durumdur." Bununla ilgili söylenecek bir şey yoktur. Çünkü her araştırmacı, kendine bir konu seçme ve bu varsayıma dayalı konuyu araştırma hakkına sahiptir. Ama bizim diyeceğimiz, varsayım ortaya atandan çok, söz konusu olgunun dış âlemdeki varlığı ya da yokluğuna ilişkindir. İşin erbabınca da bilindiği gibi bu, felsefî bir araştırmadır.
Nefsin maddeden ayrı ve soyut bir olgu oluşunu kabul etmeyen bir ekolün iddiası da şöyledir: "İnsan hayatını konu alan anatomi ve fizyoloji bilimlerine göre, hayatla ilgili psikolojik özellikler, hayat genlerine ve hücrelerine dayanırlar. Ki insan ve öteki canlıların hayatlarının temeli bundadır, bunlarla bağlantılıdır. Dolayısıy-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 563
la ruh bu genlerin her birine özgü bir özellik ve etkinliktir. Her birinin ayrı bir ruhu vardır. İnsanın kendi içinde ruh adını verdiği "ben" diye ifade ettiği olgu, birliktelik ve toplanmışlık niteliğindeki sınırsız ruhlardan meydana gelen psikolojik bir toplamdır. Bilindiği gibi bu tür dokusal olgular ve psikolojik özellikler, genlerin ve kromozomların ölmesi ile birlikte yok olurlar. Onlar bozulunca, bunlar da bozulurlar. Yani, bedensel terkibin yok olmasından sonra, soyut ruhun kalıcılığı bir anlam ifade etmez.
Kısacası, bilimsel araştırma sonucu ortaya çıkarılan maddeye özgü temel prensipler, hayatın sırlarını çözemeyince şunu diyebiliriz: Doğal sebepler, ruhu ortaya çıkarmak için yeterli değildirler. Çünkü ruh, doğa ötesi başka sebebin malulüdür. Ancak, sırf akıl yoluyla nefsin de soyutluğunu kanıtlamaya kalkışmak, bugünkü bilimin kabul et-mediği, dikkate almadığı bir husustur. Çünkü çağdaş bilim somut verilerden ve deneyden başkasını dikkate almaz.
Ben derim ki: Artık şu gerçeğin farkındasın: Materyalistlerin iddialarına karşı ortaya koyduğumuz kanıtlar, yukarıdaki iddia için de geçerlidirler. Yukarıdaki kanıtlara ek olarak bu iddianın dayanaksızlığına ilişkin şunu da diyebiliriz:
a) Günümüzün ileri biliminin ruh ve hayat gerçeğini açıklamak için yetersiz kalması, bunun sonsuza dek böyle yetersiz kalacağı ve bu olguların, bizim bilgimiz dışındaki maddî illetlere kadar uzanamayacakları anlamına gelmez. Acaba bu anlayış, yokluğu bilmeyi, bilmenin yokluğu yerine koymak şeklinde beliren bir çarpıklık, bir tutarsızlık değil midir?
b) Evrende meydana gelen maddî gelişmeleri maddeye, hayatla ilgili öteki gelişmeleri de madde ötesi bir olguya -Yaratıcıya- dayandırmak varoluş için iki temelin bulunduğuna inanmak demektir. Bunu ne materyalistler kabul eder, ne de Allah'a inananlar. Yaratıcının birliğine ilişkin tüm kanıtlar da bu çarpık anlayışı reddeder. Sözünü ettiğimiz nefsin soyutluğuna ilişkin başka problemler de var ki, bunlara felsefe ve kelâm kitaplarında yer verilmiştir. Ne var ki, bu problemlerin tümü, yukarıda sunduğumuz kanıtlardan anlaşılacağı gibi, konunun üzerinde etraflıca düşünememekten,
564 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
neyin amaçlandığını akledememekten kaynaklanmaktadır. Bu yüzden söz konusu problemleri teker teker ele alıp üzerinde düşünce üretmeye gerek duymadık. Yine de bunların üzerinde durmak isteyen biri varsa, söz konusu eserlere başvurabilirler. Doğruya ileten yol gösterici yüce Allah'tır.
Ahlâk bilimi (insanın bitkisel, hayvanî ve insanî güçlerine bağlı insanî melekelerini, karakteristik özelliklerini inceleyen, arınmak, manevî mutluluğa kavuşmak için insanın tekâmülüne yönelik olarak bu karakteristik özelliklerin üstün olanlarını aşağılık olanlarından ayıran, böylece, kitlelerce övülen ve toplumun övgüsüne mazhar olan davranışları sergilemesini sağlayan bilim dalı), insan ahlâkının insanın içindeki üç genel güce dayandığını ve bunların nefsin pratik bilgiler edinmesine yardımcı olduklarını ve insan türünün davranışlarının, hazırlık ve yükümlülüklerinin bunlara bağlı olduğunu kanıtlaması bakımından büyük bir başarı sağlamıştır. İnsanın özündeki üç temel güç şunlardır: İhtiras, öfke ve düşünsel anlayış.
İnsanın sergilediği hareketler, davranışlar, ya yemek, içmek, giyinmek gibi bir çıkar sağlamaya dönüktür. Ya da insanın canını, namusunu ve malını korumaya yönelik olarak bir zararı defetmeye dönüktür. İkinci kısımdaki fiiller "öfke" kategorisine girerler. Birinci kısım fiiller de "ihtiras" kategorisine girer. Ya da düşünsel tasavvur ve tasdike dayalı düşünsel amellerdir. Karşılaştırma yapma, kanıt ileri sürme gibi. Bu tür davranışlar düşünsel anlayış gücünden kaynaklanır. İnsanın kişiliği bu üç gücün bir bileşkesidir. Bunların birleşmesi ve terkibi sonucu gerçekleşen birlik insanın türüne özgü fiilleri sergiler ve insan bu terkibin amacı olan mutluluğu elde eder.
Dolayısıyla insan türü bu güçlerden herhangi birinin ifrat ya da tefrite kaçmasına izin vermemelidir. Bu güçlerden birinin orta düzeyi aşıp fazlalık ya da eksiklik konumuna geçmesine imkân tanımamalıdır. Çünkü böyle bir durumda, terkibin gerçekleşmesi için ölçü alınan üç temel güç arasındaki denge bozulur. Artık insanın varoluş bileşkesi, öngörülen bileşke olmaktan çıkar. Bunun
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 565
sonucu olarak da, insan türünün mutluluğu olarak belirlenen bileşkenin hedefi ortadan kalkar.
İhtiras gücünün denge noktası -yani bu gücün nicelik ve nitelik olarak istenen ve gereken ölçülerde kullanılması- "iffet" olarak nitelendirilir. Bunun iki aşırı ucu; yani ifrat ve tefriti oburluk, azgınlık ve uyuşukluktur. Öfke kaynaklı gücün denge noktası ise "cesaret"tir. Bunun iki aşırı ucu, saldırganlık ve korkaklıktır. Düşünsel gücün denge noktası, "hikmet"tir. Bunun iki aşırı ucu, demagoji, lafazanlık ve ahmaklıktır. Bu üç karakterin birleşmesi sonucu nefiste bir dördüncü karakter meydana gelir ki bu, değişik karakterlerin kaynaşımı gibidir. Buna "adalet" denir. Yani insan türünün karakterini belirleyen her gücü yerli yerinde kullanmak, hakkını vermek. Bu denge noktasının iki aşırı ucu zulmetmek ve zulme uğramaktır.
Üstün âhlakın bu temel prensiplerinin -yani iffet, cesaret, hikmet ve adaletin- her birinin bizzat kendisinden kaynaklanan ve yine analitik olarak kendisine dönük olan ayrıntı niteliğindeki bölümleri vardır. Bu ayrıntıların temel karakteristik güçle olan bağlantıları türün cinsle olan bağlantısı gibidir. Cömertlik, eli açıklık, kanaatkârlık, şükredicilik, sabır, izzet-i nefis, gözüpeklik, hayâ, gayret, nasihat, saygınlık ve alçak gönüllülük gibi. Bunlar ahlâk kitaplarında yer alan üstün ahlâkın ayrıntılarıdır. (Burada üstün ahlâkın temelleri ve onlardan ayrılan dallar arka sayfada yer alan şemada belirlenmiştir.)
Ahlâk bilimi söz konusu karakterlerin her birinin sınırlarını belirler ve izlenecek orta yolu aşırı uçlarından ayırır ve ardından bunun iyi ve güzel bir karakter olduğunu açıklar. Daha sonra bu karakterin ne şekilde huy edinileceğini teorik ve pratik olarak gösterir. Önce söz konusu karakterin iyi ve güzel olduğuna inandırır, sonra alıştırmalar sonucu bunun nefsin karakteristik bir özelliği olmasını sağlar.
566 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bakara Sûresi / 153-157 ............................................. 567
Bunu şöylece örneklendirebiliriz: Korkaklık, korkunun insanın içine yerleşmesinden kaynaklanır. Korku ise, gerçekleşmesi ve gerçekleşmemesi olası olan bir şeyden kaynaklanır. Akıllı insan ise, tercihi gerektirecek bir durum olmadığı sürece eşit derecede olası olan taraflardan birini tercih etmez. Şu hâlde insan korkmamalıdır. İnsan, bu gerçeği kendi kendine telkin edip ardından korkulu ve ürpertici ortamlara girip çıkmaya başladıktan sonra korku belasından kurtulur. Öteki aşağılık ve üstün huylar için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Önceki açıklamalarımızda yer verdiğimiz birinci terbiye yönteminin bir gereğidir bu. Bu yöntemin özü; övülmüş niteliklere sahip olmak ve güzel övgüyle karşılaşmak amacı ile nefsi ıslah etmek, karakteristik özellikler arasında denge sağlamaktı. Bunun bir benzeri de peygamberlerin, şeriat koyan resullerin uyguladıkları eğitim metodudur. Aradaki tek fark amaçtır. Birinci terbiye metoduna göre, üstün ahlâkın amacı insanların övgüsüne, tasvibine mazhar olmaktır. İkinci terbiye metodunun hedefi ise insanı gerçek mutluluğa ulaştırmaktır. Allah'a ve ayetlerine yönelik inancı pekiştirip kemale erdirmek ve ahiret mutluluğunu kazandırmaktır. Bu ise, sırf insanların övgüsünden ibaret olmayıp gerçek mutluluk ve tekâmüldür. Bununla beraber her iki terbiye metodunun ortak noktası, insanın pratik olarak insanlık erdemine ulaşmasıdır. Daha önce mahiyetini açıkladığımız üçüncü eğitim metodu, ilk iki metottan niteliksel olarak ayrılır. Bu metodun amacı, insanlık erdemine ulaşmak değil, Allah'ın rızasını kazanmaktır. Bu yüzden, hedefi ilk iki yöntemden ayrılır ve yine bu yöntemdeki ahlâkî denge, ilk iki yöntemin öngördüğü ahlâki dengeden ayrıdır. Meselenin özüne bu şekilde dikkat çektikten sonra, yöntemi şöylece açıklayabiliriz: Kulun imanı pekişip artmaya başlayınca, nefsi Rabbini düşünme hususunda karşı konulmaz bir istek hisseder. O'nun güzel isimlerini, eksikliklerden ve şaibelerden münezzeh sıfatlarını düşünme isteği ile dolup taşar. Bu karşı konulmaz istek, bu duyarlılık öyle bir noktaya varır ki, kişi Rabbini görür gibi ibadet eder, Rabbinin de kendisini gördüğünü sürekli düşünür. Rabbine yönelik tutkunluğu ve duyarlılığı büyük bir sevgi hâlini a-
568 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
lır. Bu sevgi de gitgide artar. Çünkü insanoğlu güzeli sevmeye yatkın bir fıtrata sahip olarak yaratılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnananların Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür." (Bakara, 165) Bu noktada kul, her türlü hareketinde Allah'ın elçisinin söz ve davranışlarına uyar. Çünkü bir şeyi sevmek, onun sonuçlarını da sevmeyi gerektirir. Tüm evren Allah'ın eseri ve ayeti olduğu gibi, Peygamber de O'nun bir eseri ve işaretidir. Bu sevgi artarak devam eder, o kadar ki, bir süre sonra her şey-den ilgisini kesecek noktaya gelir. Artık Rabbinden başka bir şey sevemez, kalbi O'nun rızasından başka bir yere yönelmez olur. Çünkü bu kul hiçbir güzel ve iyi şeyle karşılaşmaz ki, onda tükenmez kemalin, sonu gelmez güzelliğin ve sınırsız iyiliğin bir numunesini görmesin. Çünkü güzellik, iyilik, mükemmellik ve göz alıcılık yüce Allah'- tan kaynaklanan olgulardır. Başkasının yanında bulunan bu tür nitelik- ler O'na aittirler. Çünkü O'nun dışındaki her şey, O'nun birer ayetidir, başka değil. Ayet ise, bağımsız bir kimliğe sahip olamaz. O sahibini gösteren bir nişane konumundadır. Bu kulun kalbi artık sevginin egemenliği altına girmiştir ve bu egemenlik sürüp gidecektir. O, her şeye bakarsa, Rabbinin bir ayetidir, diye bakar. Kısacası, her şeyle olan sevgi bağlarını koparıp Rabbine yönelmiştir. Bir şeyi ancak Allah adına ve ancak Allah için sever. Bu aşamadan sonra algılayış ve davranış türü de değişir. Hiçbir şey yoktur ki, o öncesinde ve beraberinde ulu Allah'ı görmesin. Onun zihninde eşya ve olaylar bağımsız statülerini kaybederler. Onun bilme ve kavrama biçimi öteki insanlardan farklıdır. Çünkü insanlar onun aksine gördükleri her şeye bağımsızlık perdesinin gerisinden bakarlar. Bu, onun konumunun teorik izahıdır. Pratik açısından da durum bundan ibarettir. Teorik konumu bundan ibaret olan kişi Allah'tan başkasını sevmediği için, bir şeyi ancak O'- nun rızasını elde etmek için ister. Ancak Allah için ister, Allah için bir şeyi kasteder. Allah için bir şeyi umar, Allah için bir şeyden korkar, Allah için bir şeyi seçer, Allah için bir şeyi terk eder, Allah için karamsar olur, Allah için yalnızlık hisseder, Allah için hoşnut olur ve Allah için öfkelenir.
Dolayısıyla sırf Allah'ın rızasını elde etme adına hareket eden bu insanın amacı öteki insanlarınkinden farklı olur. Fiillerinin yö-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 569
nelik oldukları hedef, öteki insanların fiillerinin yönelik oldukları hedeflerden ayrı olur. Çünkü o, bu aşamaya kadar bir fiili ya da bir kemal niteliğini insana yaraşır bir erdem olduğu için tercih ederdi, bir fiilden ya da ahlâktan insanlık açısından aşağılık bir nitelik olduğu için sakınırdı. Ama şimdi sadece Rabbinin rızasını istiyor, onun derdi başkaları tarafından üstün veya alçak niteliklerle bilinmek değildir. Güzel övgüye, övgüye değer biçimde anılmaya itibar etmez. Dünya, ahiret, cennet ya da cehennem onun umurunda değildir. Onun çabası bütünüyle Rab-bine yöneliktir. Kulluk sunma amacıyla eğildikçe arzusu artar, bu serüveninde onun yol göstericisi sevgisidir.
"Bana hararetli aşk sözlerini rivayet etti, Kişisel bilginin derinliğine dayanarak, Hoş bir meltem esintisi Saba yelinden O da ulu ağaçtan, karanlık vadiden, yüksek tepelerden, Yaralı gözlerimden boşalan yaşlardan ve aşktan, Aşk tutkunu kalbimin hüznünden ve vecde gelmiş gönülden: İçimde biriken aşk ve arzu beni yok etmeye ve hatta Mezara koyup üzerimi örtmeye yemin etmişler."
Sunduğumuz açıklamalarda özet bir anlatım tarzını seçmiş olmamıza karşın, bunların üzerinde iyice düşündüğün zaman amaca ulaştırması bakımından yeterli olduğunu göreceksin. Bu açıklamalardan çıkan sonuca göre, üçüncü eğitim metodunun gündeminde üstün ya da alçak ahlâkî davranışlar yoktur. Bu metotta hedef, bu yöntemde amaç farklıdır. Yani diyorum ki, insanlığın gereği üstün ve faziletli davranışlar, yerini Allah'ın rızasına bırakıyor. Çoğu zaman bu metodun öngördüğü bakış açısı da ötekilerden farklı olabiliyor. Onun dışındaki metotlarda üstün ahlâk kabul edilen bir şey onda, kötü ahlâk sayılabilir. Bunun aksi de söz konusu olabilir.
Bir husustan daha söz etmek gerekiyor: Önceki metotlardan mahiyet ve nitelik olarak ayrılan ahlâka ilişkin bir teori söz konusudur. Bu teoriyi başlı başına bir eğitim metodu kabul edenler de olmuştur. Bu teoriye göre, medenî toplulukların değişmesi ile birlikte ahlâkî anlayışın temel ve ayrıntı niteliğindeki ilkeleri de deği-
570 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
şir. Çünkü her medeniyetin güzel ve çirkin anlayışı farklıdır; bu kavramlar, değişmez ve her yerde geçerli olan temellere dayanmaz. Bazılarına göre ahlâka ilişkin bu teori, maddeye ilişkin ünlü dönüşüm ve tekâmül teorisinin bir ürünüdür.
Diyorlar ki: Toplum, insanın başkalarıyla birlikte gidermek istediği varoluşsal ihtiyaçlarının toplamının ürünüdür. İnsan bu birlikteliği toplumsal kalıcılığı için bir aracı olarak görür ki, kişisel varoluşunun devamı bu kalıcılığa bağlıdır. Şöyle ki: Doğaya, dönüşüm ve tekâmül/evrim yasası egemendir. Toplum da kendi içinde değişkenlik karakterine sahiptir. Her an, daha mükemmele ve daha ileriye dönük bir eğilim içindedir. Güzel ve çirkin, hareket ve davranışın toplumun amacına (yani kemale) uyması ya da uymaması demektir.
Dolayısıyla bu kavramların hep aynı durumda kalmaları ve hep aynı tarz ve yönteme bağlı olarak değerlendirilmeleri anlamsızdır. Çünkü ne güzel ve ne de çirkin kavramı mutlaktır. Tersine bunlar izafîdirler. Toplumların zaman ve mekân olarak değişime uğramaları bu kavramların da değişime uğramalarına yol açar. Güzel ve çirkin izafî ve değişken kavramlar olunca, zorunlu olarak ahlâkta da değişikliğe neden olurlar. Üstün ve kötü ahlâkın ifade ettikleri anlam başkalaşıma uğrar. Buna göre; ahlâk medeni tekâmüle ve toplumsal hedefe ulaşmanın aracı olan ulusal ideale bağlıdır. Çünkü güzel ve çirkin bu ideale göre belirginlik kazanır. Şu hâlde amaca biraz daha yaklaştıran ve hedefe varmaya aracı olan şey erdemdir. Bu itibarla güzeldir. Amaca ulaştırmayan, geriye dönüşe neden olan şey de anti erdemdir ve bu itibarla kötüdür. Bu yüzden toplumsal idealle bağdaşmaları durumunda yalan, iftira, fuhuş, eşkıyalık, katı yüreklilik, hırsızlık ve utanmazlık güzel ve olumlu olarak değerlendirilebilirler. Yine ulusal idealden alıkoyucu bir işlev görmeleri durumunda doğruluk, iffet ve merhamet, çirkin ve aşağılık olarak nitelendirilebilirler. Materyalist sosyalistlerin benimsediği bu ilginç teorinin özeti budur.
İddialarının aksine yeni bir teori de değildir. Eski Yunan'daki Kelbîler -bize ulaşan bilgilere göre- bu anlayışa sahiptiler. Aynı, şekilde Mazdek taraftarları da bu düşünceyi benimsemişlerdi. (Mazdek Eski İran'da Kisra döneminde çıkmış ve insanları bir tür
Bakara Sûresi / 153-157 ............................. 571
sosyalizme davet etmişti.) Afrika'da ve dünyanın başka bölgelerinde yaşayan ilkel kabileler arasında bu tanıma uyan davranışlara rastlamak mümkündür.
Durum her ne ise, bu yanlış ve çarpık bir metottur. Bu metodu benimsetme amacına yönelik olarak ortaya atılan kanıt da kurgu ve mantık olarak yanlıştır.
Şöyle ki: Gördüğümüz tüm dışsal olguların vazgeçilmez olarak bir kişilik taşıdıklarını gözlemliyoruz. Bunun bir gereği de, her varlığın bir başka varlığın aynı olmaması, varoluşsal olarak ondan ayrı olmasıdır. Söz gelimi Zeyd'in varlığı kişiliğini de beraberinde taşır. Bu kişilik bir tür birliktir ki, Zeyd'in aynı zamanda Amr'ın aynısı olması mümkün değildir. Çünkü Zeyd bir kişidir, Amr da başka bir kişi, ikisi iki kişiliktir, bir kişilik değil. Bu, kuşku götürmez bir gerçektir. (Bu durum, "maddî âlem, tek bir kişilik gerçekliğine sahiptir." şeklindeki değerlendirmemizden farklıdır. Bu ikisi birbirine karıştırılmamalıdır.)
Buna göre, dışsal varlık kişiliğin aynısıdır. Ancak bu yargıda zihinsel kavramlar dışsal varlıklardan farklılık gösterir. Çünkü anlam her ne olursa olsun, akıl onun birden çok örneklerde doğrulanmasına cevaz verir. İnsan, uzun insan ve önümüzde duran insan kavramları gibi. Mantıkçıların kavramı "küllî" ve "cüz'î" diye ikiye ayırmaları, aynı şekilde cüz'îyi de "izafî" ve "hakikî" diye ayırmaları, nisbî ve izafî bir ayırımdır. Ya kavramlardan birinin öbürüne ya da dışarıdaki bir olguya izafe edilmesine dayalı bir ayrımdır. Kavramlarla ilgili bu nitelendirmeyi -birden fazla olguya uyarlanabilirlik- "mutlaklık" olarak isimlendiririz. Bunun karşıtı olan olguya da "kişilik" ya da "teklik" diye ad koyarız.
Ayrıca dış varlık (özellikle maddî varlığı kastediyoruz) değişim ve genel hareketlilik yasasına bağlıdır. Bu yüzden kaçınılmaz olarak sınırlara ve bölmelere bölünebilirlik gibi bir boyutu vardır. Bu bölmelerin her biri, ya öncesinde ya da sonrasında yer aldıkları için öteki bölmeden ayrılır. Bununla beraber varoluşsal olarak onunla bağlantı hâlindedir. Çünkü böyle olmazsa değişim ve başkalaşım olgusu kanıtlanmış olamaz. Çünkü iki şeyden biri temelden yok olursa ve öteki temelden var olursa, bu, diğerinin dönüşmüş hâli olarak değerlendirilemez. Tersine, her hareketin kaçınılmaz
572 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
kıldığı değişim, ancak her iki durumda da varlığını koruyan ortak bir olgunun varlığıyla gerçekleşebilir.
Bununla da anlaşılıyor ki, hareket kişilik olarak bir tek olgudur; ama sınırlara izafe edilince, çokluk niteliğini kazanır. Her bir izafe ile hareketin ayrı bir bölümü belirginleşir ve bu bölüm ötekilerinden farklı olur. Fakat hareketin kendisi kişisel tek bir akımdır, tek bir cereyandır. Biz, kimi zaman her noktada bir sınır bulunan nispetler karşısında, hareketteki bu vasfı "mutlak" olarak nitelendiririz ve "mutlak hareket" tabirini kullanırız. Bunu derken hareketin sınırlara izafe edilişini göz ardı ediyoruz. Buradan anlıyoruz ki, "mutlak" birinci anlamının aksine, bu ikinci anlamıyla dışarıda varolan reel bir olgudur. Birinci anlamdaki "mutlak" ise, zihinsel bir varlığa ilişkin zihinsel bir niteliktir.
Ayrıca biz, insanın kendine özgü nitelikleri, hükümleri ve özellikleri bulunan doğal bir varlık olduğundan kuşku duymayız. Ayrıca, yaratılışın var ettiği, insan bireylerinden bir bireydir, bireylerin tümü, yani insan topluluğu değildir. Ancak yaratılış, bu bireyin varoluşsal bir eksikliği bulunduğunu, tek başına üstesinden gelemeyeceği hususların varolduğunu fark edince, onu birtakım araçlarla ve güçlerle donattı ki toplum çerçevesi içinde ve diğer bireylerle birlikte tekâmülünü gerçekleştirme amacına yönelik çabalarını sürdürebilsin. Buna göre, insan birey olarak yaratılışın başta gelen gayesidir. Toplum ise, ikinci derecedeki gayedir. İnsan, doğasının gerektirdiği ve insanı yönelttiği toplumsallığa rağ-men -şayet toplumla ilintili olarak gerektiricilik, nedensellik ve hareketlilik kavramlarını gerçek anlamda kullanmak doğru olursa- insanın gerçek konumu bireyselliktir. Çünkü birey olarak insan, kişisel ve tek bir varlıktır. Kişisellikten ve teklikten ne kastettiğimizi daha önce açıklamıştık. Bunun yanı sıra birey olarak insan bir hareketlilik içindedir. Kemal noktasına doğru akıp giden bir değişim ve başkalaşım sürecini yaşamaktadır. Bundan dolayı varlığının her bir parçası ayrı bir değişim içindedir ve diğer parçalardan farklıdır.
Bununla beraber insan değişimin her aşamasında tekliğini ve kişiliğini koruyan mutlak ve akışkan bir mizaca sahiptir. Bireyin sahip bulunduğu bu karakter, üreme ve bireyden bireyin türemesi
Bakara Sûresi / 153-157 .............................. 573
şeklinde korunur. İşte türsel karakter dediğimiz budur. Çünkü bu karakter bozulmayla karşı karşıya kalsa bile, değişikliğe uğrasa bile, bireyler arasında korunarak sürdürülür. Tıpkı bireysel mizaca ilişkin açıklamamızda değindiğimiz gibi. Şu hâlde bireysel ve kişisel karakter vardır ve bireysel tekâmüle yöneliktir. Aynı şekilde türsel karakter de vardır ve türsel tekâmüle yöneliktir. Türsel tekâmül hiç kuşkusuz varoluşu ve gerçekleşmesi açısından doğal sistemin içinde gelişme gösterir. İşte biz söz gelimi: "İnsan türü kemale doğru ilerlemektedir. Bugünkü insan varoluş bakımından ilk insandan daha mükemmeldir" derken buna dayanıyoruz. Aynı şekilde türlerin dönüşümüne ilişkin varsayımla ilgili olarak da aynı şeyi söyleyebiliriz. Eğer bireyler ya da türler arasında korunarak sürdürülen türsel bir karakterin varlığı söz konusu olmasaydı, bu tür sözler şiirsellikten öteye bir anlam ifade etmezdi.
Bir ulusun bireyleri arasında ya da bir çağda yahut bir ortamda oluşan somut toplum için ve aynı şekilde insan türüyle birlikte var olan, onunla birlikte varlığını sürdüren ve onunla birlikte değişime uğrayan toplum türü (şayet toplumu da tıpkı bir araya toplanmış insanlar topluluğu gibi dışsal bir karakterin dışsal bir durumu olarak değerlendirmek doğru olursa) için söylenecek söz, kayıtlılık ve mutlaklık açısından türsel ve kişisel insan için söylenecek sözün aynısıdır.
Dolayısıyla toplum da insanın hareketi ve değişimi ile birlikte hareket eder, değişime uğrar ve toplum, hareketinin başlangıç noktasından mutlak varlığıyla her nereye yönelirse, birlik hâlindedir. Bu değişken birlik, sınırlardan her birine izafe edilmesi sonucu parçalara dönüşür. Her bir parça toplumu oluşturan şahıslardan bir şahıstır. Toplumun şahısları, varlıkları bakımından insan bireylerine dayanırlar. Tıpkı yukarıda işaret ettiğimiz anlamda mutlak toplumun insani karakteristiğin mutlaklığına dayanması gibi. Çünkü kişinin hükmü, hükmün kişisi ve bireyidir. Yine mutlakın hükmü, hükmün mutlağıdır. (Ama küllî hüküm değil. Çünkü biz burada kavramsal mutlaklıktan söz etmiyoruz. Bunu göz ardı etme.) Biz, insanlar arasında yer alan bir bireyin tek olduğundan ve
574 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
varlığını sürdürdüğü sürece tek bir hükümle niteleneceğinden kuşku duymuyoruz.
Ancak söz konusu birey, insan tanımına giren konumuna ilişkin olarak baş gösteren değişimleri izleyerek cüz'î değişikliklerle değişime uğrar. Söz gelimi, doğal insana ilişkin yargılar şöyledir: İnsan beslenir, iradesine göre hareket eder, hisseder, düşünür. -Bu yargı insan varoldukça vardır.- Aynı şey insanın efradı ile birlikte varlığını sürdüren insan mutlakına ilişkin hükümler için de geçerlidir. Bir araya gelip toplum oluşturmak insan doğasının ve özelliklerinin bir gereği olduğuna göre; (sürekli beraberliği kastediyoruz ki, birey olarak insanın varolduğu günden bu yana sürekliliğini koruyan insan doğası bunu meydana getirmiştir) toplumsallığın mutlaklığı da insan türünün mutlaklığının bir özelliğidir. Onunla birlikte vardır ve o varolduğu sürece de o da varlığını sürdürecektir. İnsan türünün ortaya çıkardığı ve gerektirdiği toplumsal yargılar da, toplumla birlikte varolacak, onunla birlikte varlığını sürdürecektir. Ama, tıpkı türünde olduğu gibi asıl cevherini korumak koşuluyla kimi cüz'î değişimlere de uğrayacaktır.
Bundan sonra şunu söylememiz doğru olur: Kalıcı ve değişmez toplumsal yargılar vardır. Güzel ve çirkin kavramlarının mutlak varlıkları gibi. Nitekim toplumun kendisi de bu anlamda mutlaktır. Şöyle ki, toplum, toplum dışı bir olguya, söz gelimi bireyliğe dönüşmez, bu yönde bir değişim gerçekleştirmez. Özel bir toplumun, başka bir özel topluma yönelik bir değişim geçirmesi ise mümkündür. Mutlak ve özel güzellik de tıpkı mutlak ve özel toplum gibidir.
Ayrıca biz biliyoruz ki, bir birey varoluşu ve kalıcılığı bakımından bazı kemal sıfatlara ve yararlara muhtaçtır. Bunları edinmesi, bunları elde etmesi bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun kanıtı da, insanın varoluşunun değişik yönleri açısından bunlara ihtiyaç duymasıdır, yaratılışın kendini güçlendirip pekiştirmesi için bu donanıma başvurmasının gerekli olmasıdır. Beslenme ve üreme donanımı örneğin. İnsan bu donanımı gerçekleştirmek zorundadır. Ama kesinlikle aşırıya kaçmamalıdır. Çünkü böyle bir durum, sözünü ettiğimiz zorunluluk kanıtı ile çelişki arzetmektedir.
Bakara Sûresi / 153-157 .............................. 575
Bir insan ihtiyaç duyduğu bir hususta, gereğinden fazla bir edinme yoluna gitmemelidir. Söz gelimi, ölene ya da hasta düşene yahut diğer yeteneklerini ve özelliklerini devre dışı bırakana kadar tıka basa yememelidir. Tüm kemal ve menfaatle ilgili hususlarda orta yolu tutmak gerekir. Sözünü ettiğimiz orta yol "iffet"tir. Bunun iki aşırı ucu oburluk ve uyuşukluktur.
Aynı şekilde bireyin varoluş ve kalıcılık açısından eksiklikler ve çelişik olgular ortasında bulunduğunu, varlığı açısından zararlı olan bu olguları bertaraf etmesi gerektiğini görüyoruz. Bunun kanıtı da insanın kendi içindeki ihtiyaç ve donanım eğilimidir. Bu yüzden gerekli olan orta çizgiyi yakalaması için söz konusu olguları bertaraf etmesi, istenen düzeyi yakalayana kadar savaşım vermesi gerekir; öteki donanımlarına zarar verecek bir ifrattan ya da birbirleriyle sağlam bağlantıları bulunan ihtiyaç ve donanıma zarar verecek bir tefritten kaçınmalıdır. İşte sözünü ettiğimiz bu orta çizgi, "cesaret"tir. İki aşırı ucu da saldırganlık ve korkaklıktır. Aynı şey "bilgi" ve karşıtları olan demagoji ve ahmaklık, ayrıca adâlet ve kârşıtları olan zulmetme ve zulmedilme hususları için de geçerlidir. Bu dört karakteri ve erdemi yani iffet, cesaret, hikmet ve adalet niteliklerini, donanmış bireysel tabiat kaçınılmaz kılıyor. Bunların tümü de güzel niteliklerdir. Çünkü güzelin anlamı bir şeyin amacını, kemalini ve mutluluğunu içermek demektir. Bu sözünü ettiklerimiz de bireyin mutluluğuna elverişlidirler. Buna ilişkin kanıtı az önce sunmuştuk. Karşıt durum ise, iğrenç ve rezillik niteliklidir. Bir insan karakter olarak ve kendi içinde bu niteliğe sahipse, o, toplumsal ortamda da aynı nitelikleri sergiler. İnsanın sahip bulunduğu bu karakterin bir gereği olan toplum, insanın öteki varoluşsal gereklerini geçersiz kılar mı? Böyle bir şey, tek bir karakterin kendi içinde çelişmesinden başka bir anlam ifade eder mi? Oysa toplum, bireylerin tabiatlarını kemale ulaştırmak, arzuladıkları hedefe varmak amacına yönelik yolun gidişatını kolaylaştırmak için kendi aralarında yardımlaşmalarından, dayanışmalarından ibarettir.
Bir insan kişisel olarak ve toplumsal ortamda bu niteliğe sahip olunca, insan türü de, türsel birlikteliklerinde bu niteliğe sahip
576 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
demektir. Çünkü insan türü toplumsal ortamda toplumu bozmayacak oranda bir savunma mekanizması oluşturarak kendini bütünler. Savunmasını toplumsal dengeye zarar vermeyecek ölçülerde bilgiye başvurarak ve yine toplumsal adâletle -her hak sahibine hakkını vermek, zulmetmeden ve zulme uğramadan kendisine yaraşan payı elde etmesini sağlamak- gerçekleştirir. Bu dört nitelik, mutlak toplumsallık açısından üstün ahlâk kategorisine girer ve insan topluluğu bunların mutlak güzelliğine, karşıtlarının ise rezillik nitelikler olduğuna ve mutlak çirkinliğine hükmeder. Bu açıklamalarla şu hususun belirginleştiğini umuyoruz: İnsanoğlunun sürüp giden toplumsal ortamında, güzellik ve çirkinlik kesintisiz olarak varlıklarını sürdürürler. Ahlâkın bu dört temeli üstün niteliklerdirler ve her zaman güzeldirler. Bunların karşıtları da aşağılık niteliklerdirler ve her zaman çirkindirler. Çünkü insan doğası bunu gerektirir. Temel prensipler açısından durum bundan ibaret olduğuna göre, analitik olarak ayrıntı niteliğindeki prensipler de, bunun kabulü noktasında aynı hükme tâbidirler. Bununla beraber, uyarlanma noktasında örnek sayılabilecek olgular açısından görüş ayrılıkları gözlemlenebilir. İleride bu hususa işaret edeceğiz.
Bu hususu kavramışsan, karşıt görüşe sahip kimselerin ahlâk ile ilgili olarak buraya aldığımız görüşlerinin ne kadar yanlış olduğunu somut biçimde görmüş olmalısın. Bu görüşün değerlendirmesini aşağıya alıyoruz.
"Gerçekte mutlak güzellik ve çirkinlik diye bir şey yoktur. Bunlardan varolan şey, nisbî ve izafî güzellik ve çirkinliktir. Bu ise, değişen bölgelere, zamanlara ve toplumlara göre değişme gösterir." şeklindeki sözlerine gelince; aslında bu, küllîlik anlamında kavramsal mutlaklıkla, varlığı sürdürme anlamında varoluşsal mutlaklığı birbirine karıştırmaktan kaynaklanan bir yanılgıdır. Dolayısıyla küllî ve mutlak güzellik ve çirkinlik, küllîlik ve mutlaklık niteliklerinden dolayı dışsal bir olgu olarak var olmayan iki kavramdır. Ancak bunlar, sonuç olarak bizim hedeflediğimiz hususu gerektirici rol oynamazlar. Fakat doğanın sürekliliği ile sürekliliğini koruduğu sürece, toplumun hükmettiği anlamında mutlak güzellik ve çirkinlik, dışsal bir olgu olarak vardırlar. Çünkü toplumun amacı,
Bakara Sûresi / 153-157 .............................. 577
türün mutluluğudur. Ama toplum için mümkün ve varsayılan tüm fiillerin varsayıldıkları gibi gerçekleşmeleri mümkün değildir. Çünkü her zaman uyuşan ve uyuşmayan fiiller olacaktır ve her zaman güzel ve çirkin nitelikleri varlıklarını sürdüreceklerdir. Bu yüzden, bireyleri her hak sahibine hakkını vermenin veya gerektiği kadar birtakım menfaatler sağlamanın gerekliliğine, yahut gerektiği ölçüde toplumun çıkarlarını savunmanın zorunluluğuna ya da insanın yararına olan hususları, başkalarından ayıran bilginin iyi ve güzel bir nitelik olduğuna inanmayan bir toplum düşünülebilir mi? İşte, bunlar, iffet, adalet, cesaret ve hikmettir. Daha önce de söylediğimiz gibi bir insan topluluğu her ne şekilde tasavvur edilirse edilsin bu niteliklerin güzel olduklarına, insana yaraşır üstün ahlâkî prensipler olduklarına hükmetmek zorundadır. Aynı şekilde çirkin ve alçak bir görünüm sergilemekten kaçınmayan, buna tepki göstermeyen -ki bu iffetin bir şubesi olan hayâdır- ya da kutsal değerlere dil uzatma ve hukuku hiçe sayma noktasında öfke duymayı gerekli görmeyen -ki bu, cesaretin bir şubesi olan gayrettir- veya insan için öngörülen toplumsal haklarla yetinmeyi gerekli görmeyen -ki bu kanaattir- yahut nefsin toplumsal statüsünü, büyüklük ya da küçüklük kompleksine kapılmaksızın, yani haksız yere haddi aşmasına izin vermeksizin, korumanın - ki buna alçak gönüllülük denir- gerekliliğine inanmayan bir toplum düşünülebilir mi? Aynı durum teker teker tüm iyi niteliklerin ayrıntıları için de geçerlidir.
İyi nitelikler hakkında toplumların farklı bakış açılarına sahip oldukları, bir topluma göre iyi olan bir şeyin başka bir topluma göre kötü ve aşağılık olabileceğine ilişkin olarak ve birtakım cüz'î örneklere dayanarak ortaya attıkları iddialara gelince; toplumsal değer yargıları açısından baş gösteren bakış farklılıkları, bir toplumun iyi ve güzel olan şeyleri izlemenin gerekliliğine inanmasından, bir başka toplumun da böyle bir gerekliliğe inanmamasından kaynaklanmaz. Aksine bakış açısı farklılığı söz konusu olgunun hangi yargıya uyarlanması ile ilgilidir.
Söz gelimi, baskıcı rejimlerin yönetimi altında yaşayan toplumlar, krallığın dilediğini yapma, dilediği hükmü verme hususunda tam bir serbestliğe sahip olduğuna inanırlar. Bunun nedeni söz
578 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
konusu toplumların adâlet ilkesine ilişkin kötü anlayışları değildir. Tersine, bunun nedeni, adı geçen halkların bunun saltanatın hakkı olduğuna inanmaları, öyle olunca da bunu bir zulüm olarak değil de iddialarına göre saltanatın yetkisini kullanması olarak değerlendirmeleridir. Örneğin bazı toplumlarda krallar ilimle uğraşmayı ayıp sayarlardı. Anlatılanlara göre Ortaçağ Fransa'sında böyle bir anlayış egemendi. Kuşkusuz bunun nedeni, bilginin faziletini küçümsemeleri değildir. Aksine, siyaseti ve idare sanatını öğrenmenin saltanat işleriyle çeliştiğini düşündükleri için böyle davranıyorlardı. Söz gelimi bazı toplumlarda evlilik dışı ilişkilerden sakınmak, kadınların utanmaları, kocalarının onları kıskanmaları, bunların yanı sıra kanaatkârlık, tevazu ve ahlâk gibi bazı iyi nitelikler, erdem ya da iyilik olarak değerlendirilmezler. Ne var ki, bu toplumlar söz konusu olgularla iffet, hayâ, kıskanma, kanaatkârlık ve tevazu nitelikleri arasında bir bağlantı kurmazlar. Yoksa bu erdemleri erdem olarak görmediklerinden dolayı değildir bu anlayışları. Bunun kanıtı da söz konusu kavramları özünde kabullenmiş ve günlük yaşantılarında başka olgularla ilgili olarak kullanmış olmalarıdır. Mesela, hakimin hüküm verirken, yargıç yargıda bulunurken iffet-li davranmasını övgüye değer bulurlar. Yasaları çiğnemekten utanmayı iyi bir ahlâk olarak nitelendirirler. Bağımsızlığı, uygarlığı ve tüm kutsallarını savunma amacına yönelik gayretleri övgüye değer bulurlar. Kanunun kendilerine ayırdığı sınırlarla yetinmeyi güzel bir kanaatkârlık örneği sayarlar. Toplumsal liderler ve yol göstericileri için mütevazılığı överler.
"Güzelliği açısından ahlâk toplumsal ideale uygun düşüp düşmemesine bağlıdır." şeklindeki sözleri ve buradan hareketle güzelliği toplumun uygun gördüğü şey olarak değerlendirmeleri açık bir yanılgıdır. Çünkü toplumdan maksat doğanın, bir araya gelen bireyler arasında egemen kıldığı yasalar manzumesinin hareketi ile oluşan bir iskelettir. Şayet düzeni ve gelişim süreci rayından çıkmazsa, bireylerin mutluluğuna yol açması amacına yönelik olması kesin bir değerlendirmedir. Aynı şekilde toplumsal yapının birtakım değer yargılarının da olması kaçınılmazdır. Güzel, çirkin, üstün ve alçak gibi yargıları olmalıdır. Toplumsal idealden
Bakara Sûresi / 153-157 .............................. 579
maksat ise, yeni biçimiyle bir toplum meydana getirmek amacı ile konulan ve bir araya gelen bireylerin omuzlarına birer yükümlülük olarak bindirilen öngörülerdir.
Demek istiyorum ki, toplum ve toplumsal ideal gerek pratik ve teori, gerek gerçeklik ve varsayılma noktasında, birbirlerinden tamamen farklı olgulardır. Dolayısıyla birine ilişkin yargı ötekisi için geçerli olamaz. İnsanın doğasının zorlaması sonucu toplumun belirlediği güzellik, çirkinlik, üstünlük ve alçaklık gibi olgular, bir varsayımdan öteye geçmeyen toplumsal idealin vardığı yargılara yerini verebilir mi?
Şayet denilse ki: Genel ve doğal toplumsal çerçevenin kendisinden kaynaklanan bir yargı söz konusu değildir. Tersine, değerlendirme ve yargı işlevi ideale aittir. Özellikle de varsayım bireylerin mutluluklarına dönük olunca. Bu durumda, yeniden yukarıda güzel, çirkin, üstün ve alçak niteliklere ilişkin değerlendirmemize dönmüş oluruz. Bu değerlendirmeye göre, söz konusu nitelikler sonuçta, süregelen bir doğal zorunluluğa dayanırlar. Ne var ki, ortada bir diğer sakınca var. Şöyle ki: Eğer güzellik, çirkinlik ve diğer toplumsal yargılar -ki, toplumsal kanıtlar bunlara dayanır ve buna bağlı olarak başka kanıtlar ortaya konur- toplumsal ideale bağlı iseler, bu durumda; söz konusu idealden farklı, onunla çelişen ve taban tabana zıt olan başka ideallerin de ortaya çıkması mümkün olur. (Hatta pratikte durum böyledir diyebiliriz.) Bu olay toplumsal çerçevede kabul gören ortak kanıtın geçersizliği anlamına gelir. Bu durumda ilerleme ve başarı ancak güç ve tahakküm amacına yönelik olur. O zaman, "İnsan doğası, bireyleri toplumsallığa zorlamıştır ki, parçaları arasında bir uzlaşma, bir anlaşma zemini yoktur. Bunlara ancak toplum sallık yargısını geçersiz kılan bir hüküm egemendir." demek gerekir ki, bu da doğa hükmü ve onun varoluşsal etkinliğine ilişkin kabul edilemez bir çelişki olur.
HADİSLER IŞIĞINDA ÖNCEKİ KONULARLA İLGİLİ BİR BAŞKA AÇIKLAMA
İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Adamın biri Resulullah efendimizin (s.a.a) yanına gelerek, 'Ben, cihâd et-
580 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
me hususunda karşı konulmaz bir istek duyuyorum.' dedi. Resulullah, 'Allah yolunda cihâd et, çünkü eğer öldürülecek olursan Allah katında yaşarsın ve orada rızklanırsın. Eğer ölecek olursan Allah katında sevabın kesinleşir.' buyurdu." [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.206, h: 152]
Ben derim ki: "Eğer ölecek olursan..." diye başlayan ifade "Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a düşer." (Nisâ, 100) ayetine yönelik bir işarettir. Ayrıca bu ifade cihat için evden çıkmanın, Allah ve Resulü için göç etmek anlamına geldiğini kanıtlıyor.
el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de doğru sözlü olarak nitelendirdiği İsmail Peygamber'le (a.s) ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. İsmâil'in (a.s) doğru sözlü olarak isimlendirilmesinin sebebi şudur: Hz. İsmâil bir adama, kendisini falanca yerde bekleyeceğine söz vermişti. Onu söz konusu yerde bir yıl boyunca bekledi. Bu yüzden Allah ona 'doğru sözlü' dedi. Bu bir yıllık sürenin sonunda adam çıkageldi. Hz. İsmail ona dedi ki: Burada hep seni bekledim." [c.2, s.105, h: 7] Ben derim ki: Normal akıl bu davranışı çizgi dışı, ılımlılık çizgisinden sapma olarak değerlendirebilir. Fakat yüce Allah bu olayı onun için bir övünç vesilesi olarak nitelendirmiştir. Hz. İsmâil'in bu davranışını o kadar önemsemiştir ki, onu Kur'ân-ı Kerim'de dahi gündeme getirmiştir: "Kitapta İsmâil'i de an. Çünkü o sözünde duran, gönderilmiş bir peygamberdi. Ailesine namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi. Rabbi yanında beğenilmişti." (Meryem, 54- 55) Bunun nedeni yüce Allah'ın eşya ve olayları değerlendirdiği ölçünün, normal aklın elindeki ölçüden farklı olmasıdır. Sıradan aklın kendi ürünü bir terbiye yöntemi vardır. Yüce Allah'ın da belirleyip dostlarını ona göre eğittiği bir terbiye yöntemi vardır. Hiç kuşkusuz Allah'ın sözü daha yücedir. Buna benzer birçok olay gerek Resulullah efendimizden (s.a.a), gerek Ehlibeyt İmamlarından ve gerekse evliyadan rivayet edilmiştir.
Şayet desen ki: Aklın etkinlik alanına giren bir hususta şeriat akla muhalefet eder mi?
Bakara Sûresi / 153-157 .............................. 581
Buna karşılık olarak deriz ki: Aklın, etkinlik alanına giren hususlarda hüküm vermesi elbette ki geçerli olur. Fakat aklın, hükmedeceği konuyu bulması gerekir. Daha önceki açıklamalarımızda da gördüğün gibi, değindiğimiz üçüncü eğitim metodunun kapsamına giren bu tür ilimler, akla lehinde ya da aleyhinde bir yargıya varacakları konu bırakmazlar. Dolayısıyla bu alan ilâhî bilgilerin alanıdır. Öyle anlaşılıyor ki, İsmâil Peygamber (s.a.) adama söz verirken genel bir ifade kullanmış ve "Sen dönene kadar seni burada bekleyeceğim" demiştir. Daha sonra sözünde durmamaktan, yalan söylemekten korunmak ve Allah'ın diline attığı sözü muhafaza etmek için verdiği sözün genelliğini göz önünde bulundurarak bekleme gereğini duymuştur.
Nitekim benzeri bir olay da Peygamber efendimizle ilgili olarak rivayet edilir. Rivayete göre, Resulullah efendimiz (s.a.a) bir gün Mescid-i Haram'ın yanında bulunuyordu. Ashabından biri oradan ayrılırken tekrar yanına döneceğini söyledi, efendimiz de onu bekleyeceğine söz verdi. Adam işine gitti ve o gün dönmedi. Resulullah efendimiz (s.a.a) söz verdiği yerde üç gün bekledi. Nihayet üçüncü günün sonunda adam oradan geçerken, efendimizin orada oturup kendisini beklediğini gördü. Adam sözünü unutmuştu." [Sünen-i Ebu Davud, c.4, s. 299, h: 4996]
Seyyid Razi'nin el-Hasaîs adlı eserinde Emir'ül-Müminin'in (a.s) bir adamın, "Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." ayetini okuduğunu duyunca şöyle dediği rivayet edilir: "Ey Adam, 'Biz Allah içiniz.' derken Allah'ın üzerimizdeki egemenliğini itiraf ediyoruz. 'Ve biz O'na döneceğiz.' derken de yok olacağımızı dile getirmiş oluyoruz."
Ben derim ki: Bu rivayette dikkat çekilen husus bizim yorumlarımızda açıklığa kavuşmuştur. Ayrıca bu hadis el-Kâfi'de1 daha ayrıntılı olarak rivayet edilmiştir.
el-Kâfi'de İshak b. Ammâr ve Abdullah b. Sinan İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini rivayet ettikleri belirtilir: "Resulullah buyurdu ki: Allah diyor ki: Ben dünyayı kullarım arasında bir borç kıldım. Kim bana ondan bir borç verirse, verdiği her bir şeyi on mislinden --------
1- [el-Kâfi, c.3, s.261, h: 40]
582 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
yedi yüz misline kadar arttırarak ona geri veririm. Kim bana ondan bir şey borç vermezse ve ben de ondan bir şeyi zorla alırsam, karşılığında ona üç haslet veririm. Eğer bunlardan birini meleklere verseydim hiç kuşkusuz memnun olurlardı." "Sonra İmam Sadık (a.s) dedi ki: 'Ki onlara bir bela eriştiği zaman, biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz, derler. İşte Rablerinden bağışlamalar -üç hasletten biri budur- ve rahmet -ikinci haslet de budur- onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.' -Bu da üçüncü haslettir.- İmam dedi ki: Bunlar yüce Allah'ın kendisinden zorla bir şey aldığı kimseler içindir." [c.2, s.92, h: 21]
Bu hadis başka kanallardan da yakın ifadelerle rivayet edilmiştir.
el-Meanî'de şöyle deniyor: İmam Sadık (a.s) buyurdu ki: "Salât, yüce Allah açısından rahmetin, melekler açısından arındırmanın ve insanlar açısından duanın ifadesidir." [s.367, h: 1]
Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren pek çok rivayet vardır. Bu rivayetler içinde, yukarıya aldığımız bu rivayet bir bakıma farklılık arzediyor. Çünkü önceki rivayet "salât"ı rahmetten ayrı değerlendiriyor. "Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." ifadesi de zahiren bu rivayeti pekiştiriyor. Âma bu son rivayet "salât"ı rahmet olarak değerlendiriyor. Fakat bizim önceki açıklamalarımıza bakıldığında bu çelişki ortadan kalkar.
|
||
|