Mizan Tefsiri, Cilt:1

 

Bakara Sûresi / 125-129 .................................................. 435

 

125- Hani biz Beyt'i (Kabe'yi) insanlar için merci (dönüş) ve

güven yeri yaptık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri

edinin. İbrahim ve İsmail'e, "Tavaf edenler, ibadete kapılanlanlar,

rükû ve secde edenler için Evimi temizleyin." diye emretmiştik.

 

126- Hani İbrahim demişti ki: "Yâ Rabbi, burayı emniyetli bir

şehir yap. Halkını çeşitli meyvelerle rızklandır; (elbette) onlardan

Allah'a ve ahiret gününe inananları." Allah dedi ki: "İnkâr edeni

dahi az bir süre yararlandırırım. Sonra onu ateşin azabına zorlarım.

Ne kötü varılacak yerdir orası!"

 

127- İbrahim, İsmail'le birlikte Evin temellerini yükseltiyor.

"Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin."

 

128- "Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de

sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadetlerimizi göster, rah-

 

436 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

metinle bize dönüp tövbemizi kabul et. Zira tövbeleri çokça kabul

eden, çok merhametli olan ancak sensin."

 

129- "Rabbimiz! Onlara içlerinden senin ayetlerini kendilerine

okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak

bir elçi gönder. Şüphesiz üstün güçlü ve hikmet sahibi ancak sensin.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Hani biz Beyt'i (Kabe'yi) insanlar için merci (dönüş) ve güven yeri

yaptık..." Burada hac ibadetinin yasanmasına ve Kâbe'nin bir güvenli

bölge kılınışına işaret ediliyor. İfadenin orijinalinde ge-çen

"mesâbet", merci (=dönülen yer) demektir. Dönüp gelen biri için,

"sâbe-yesûbu" denir.

 

"Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin." Bana öyle

geliyor ki, burada "Beyt'i... yeri yaptık." sözüne dönük anlamsal

bir atıf söz konusudur. Çünkü, "Beyt'i... merci ve... yeri yaptık." sözünde

yasaya koymaya, hükme bağlamaya yönelik bir işaret vardır.

Bu durumda ifadenin açık anlamı şöyle olur: "İnsanlara dedik

ki: Kâbe'ye dönüp toplanın, oradâ haccedin ve İbrahim'in makamından

bir namaz yeri edinin." Burada bir "kulnâ=dedik" fiili de

takdirde tutulabilir. O zaman ifadenin açık anlamı şöyle olur: "Dedik

ki: İbrahim'in makamından bir namaz yeri (musalla) edinin."

İfadenin orijinalinde geçen "musallâ" "salât"ın ism-i mekânıdır,

ki "salât" da dua demektir. Yani, "İbrahim'in (a.s) makamından

bir dua yeri edinin." Ne var ki, "Beyt'i... merci ve... yeri yaptık."

sözünde, namazın yasanmasının sebebine işaret ediliyor. Bu

yüzden "sallû fî makam-i İbrahim=İbrahim'in makamında namaz

kılın." denilmiyor; "ittehızû min makam-i İbrahim'e musallâ=

İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin." deniliyor. Söz

konusu emir, makamda namaz kılmaya bağlantılı olarak

sunulmuyor, aksine, emir makamdan namaz yeri edinme ile bağlantılı

olarak sunuluyor.

 

"İbrahim ve İsmail'e... temizleyin, diye emretmiştik." İfadenin orijinalinde

geçen "ahidnâ" fiilinin mastarı olan "ahit" kelimesi, emir

anlamında kullanılmıştır. Temizlemekten maksat; evin, ziyaretçi-

 

Bakara Sûresi / 125-129 ......................................... 437

 

lerin, tavaf edenlerin, itikâfa girenlerin ve namaz kılanların ibadet

ve menâsiklerine tahsis edilmesi olabilir. Dolayısıyla kinaye ile istiare

sanatına başvurulmuş olur. O zaman cümleyi şöyle anlamlandırmak

gerekir: "İkiniz, evimi ibadet eden kulların ibadetine

tahsis edin." Bu da bir tür temizlemektir. Ya da evin, insanların ilgisizliğinden

dolayı bulaşmış kirlerden ve pisliklerden arındırılması

kastedilmiştir. Ayettin orijinalinde geçen "rukkei's-sucûd", "râki'"

ve "sâcid"in çoğuludurlar ve bu ifadelerle namaz kılanlar kastedilmişlerdir.

 

"Hani İbrahim demişti ki: Ya Rabbi..." diye başlayan ifade bir duadır.

Bu duada Hz. İbrahim (a.s), Mekke halkı için can güvenliği ve

rızık istiyor. Hiç kuşkusuz bu duası kabul görmüştür. Çünkü yüce

Allah kabul veya reddetmediği bir duaya sözleri arasında yer vermekten,

gerçeğin ifadesi olan kitabında buna değinmekten münezzehtir.

Ulu Allah kitabında, bir cahilin diline doladığı boş ve anlamsız

sözlere yer vermez. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ben

gerçeği söylerim." (Sâd, 84) "O, elbette ayırt edici bir sözdür. O,

şaka değildir." (Târık, 13-14)

 

Kur'ân-ı Kerim Hz. İbrahim'in kimi zamanlarda yaptığı birçok

duayı bize aktarmaktadır. İşin başında kendisi için dua etmesi,

Suriye seferi sırasında dua etmesi, geride hayırlı bir anı bırakmaya

ilişkin duası, kendisi, zürriyeti, ana-babası, mümin erkekler ve

mümin kadınlara dua etmesi, Kâbe'nin duvarlarını tamamladıktan

sonra Mekke halkına dua etmesi, son peygamberin kendi soyundan

gönderilmesi için dua etmesi gibi... Bu dua ve isteklerde

onun arzuları, mücadelesi ve Allah'ın rızasına yönelik çabaları ve

kutsal kişiliğinin üstün nitelikleri somutlaşmaktadır. Kısacası, bu

dua ve isteklerden Hz. İbrahim'in Allah katındaki konumu ve yakınlığı

yansımaktadır. Bu ve Rabbinin övgüsüne mazhar olan öteki

kıssalardan, onun onurlu yaşamını ayrıntılı biçimde görmek

mümkündür. En'âm suresini ele alırken, elimizden geldiğince onun

yaşam öyküsünü ve onun onurlu savaşımını yansıtmaya çalışacağız.

 

"Allah'a ve ahiret gününe inananları..." Hz. İbrahim Mekke kenti

için güvenlik ve halkının da çeşitli ürünlerle rızklandırılmalarını isteyince,

inanca ilişkin bir hususun farkına varır. Bu kentin halkının

 

438 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

müminleri ve kâfirleri olacaktır. Halkın tümüne ilişkin bu istek, kâfiri

de, mümini de kapsar. Oysa kendisi hem kâfirlerden, hem de

onların Allah'ı bir yana bırakarak kulluk sundukları düzmece ilâhlarından

uzaklığını belirterek onlarla arasındaki ilişkileri koparmıştır.

Nitekim ulu Allah onun bu tavrına şu şekilde değiniyor:

"Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu, kendisine belli olunca ondan

uzak durdu." (Tevbe, 114) Burada yüce Allah, onun babası dahil

Allah'ın düşmanı olan herkesten uzak olduğuna, onlarla ilişkisini

kestiğine tanıklık ediyor.

 

Bu yüzden Hz. İbrahim duasının genel nitelikli olduğunu fark

edince, "(elbette) onlardan... inananları." diyerek bu genelliği belli

bir gruba indirgiyor. Aslında o, halkın çeşitli ürünlerle

rızklandırılması-nın, kâfirleri de kapsamaksızın gerçekleşmeyeceğini

biliyordu. Çünkü toplumsal hayata egemen olan evrensel yasalar

sistemi rızklandırma-nın genelliğini öngörür. Allah doğrusunu

herkesten daha iyi bilir; ama Hz. İbrahim, yüce Allah'ın bütün kullarını

kapsayan hükmü ve iradesi doğrultusunda olan bu duasını

müminlere tahsis ederek dile getiriyor. Fakat yüce Allah, onun

duasını, hem kâfiri, hem de mümini kuşatacak bir karşılıkla kabul

ediyor. Böylece anlaşılıyor ki onun duası, normal düzenin kurallarına

ve doğa yasalarına göre kabul görüyor. Bu duanın karşılığı,

olağanüstü bir yöntemle ve doğa yasaları devre dışı bırakılarak

verilmiyor.

 

Hz. İbrahim, "Halkından iman edenleri çeşitli ürünlerle rızklandır."

şeklinde bir ifade kullanmıyor. Çünkü istenen şey,

dokunulmaz Beytin saygınlığına dayanılarak Beytin içinde yer aldığı

kente de saygınlığın bahşedilmesidir. Beytin kurulduğu bu ekinsiz,

verimsiz ve çorak vadide herhangi bir ürün elde

edilmiyordu çünkü. Oysa bu olmadan kent imar edilemezdi. Kimse

gelip buraya yerleşmezdi.

 

"İnkâr edeni dahi az bir süre yararlandırırım." Bu ifadenin orijinalinde

geçen tef'il kalıbındaki "umettiuhu" fiili, if'al kalıbına sokularak

"umtiuhu" şeklinde de okunmuştur. Ne var ki, her iki kalıp da

aynı anlamı ifade eder.

 

"Sonra onu ateşin azabına zorlarım." Bu ifadede bir yandan Kâbe'nin

sahip bulunduğu saygınlığın büyüklüğüne işaret ediliyor, bir

 

Bakara Sûresi / 125-129 ................................................. 439

 

yandan da Hz. İbrahim'in (a.s) gönlü hoş tutuluyor. Sanki ona şöyle

deniyor: Bu kentin halkından olan müminlerin çeşitli ürünlerle

rızklandırılıp Kâbe'ye bir saygınlık kazandırılmasına ilişkin duanı

fazlasıyla kabul ettim. Kente yönelik bu onurlandırmadan maddî

olarak yararlanan kâfir, Allah katında bir saygınlığa sahip olduğunu

sanmasın. Bu, sadece onun da içinde yaşadığı şu kente yönelik

bir ikrâmdır, senin duanın kat kat fazlasıyla karşılık görmesidir.

Yoksa, kâfir bir süre sonra cehennem azabına zorlanarak sürüklenecektir.

Orası ne iğrenç bir barınaktır.

 

"İbrahim, İsmail'le beraber Evin temellerini yükseltiyor..." İfadenin

orijinalinde geçen "kavâid" kelimesi, "kâide"nin çoğuludur. Binanın

yere oturan kısmı demektir. Geriye kalan duvarlar ona dayanırlar.

Temellerin yükseltilmesi deyimi, temellere dayanacak kısımların

mecazî olarak temel addedilmesine dayanmaktadır. Yükseltme

fiili de, binanın bütününe müteallik olduğu hâlde mecaz

sanatı uyarınca sırf temellerle ilintili olarak kullanılıyor. "Min'elbeyti"

ifadesinde bu mecaza yönelik işaret vardır.

 

"Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin." Bu

duayı Hz. İbrahim ve Hz. İsmail birlikte dile getiriyorlar. Bu ifadede

"dediler" fiili veya aynı anlama gelecek bir fiilin takdir edilmesi ve

ayetin, "Ve diyorlar ki: Rabbimiz bizden kabul buyur." şeklinde bir

anlam taşıması söz konusu değildir. Aslında bu ayet, denilen sözü

ve edilen duayı olduğu gibi yansıtmaktadır. Çünkü yüce Allah'ın,

"İbrahim İsmail'le beraber evin temellerini yükseltiyor." ifadesi,

aslında geçmişte yaşanmış bir durumu canlı bir şekilde anlatıyor.

Bu şekilde onlar bir bakıma somutlaştırılıyorlar ve sanki şu anda,

Evin temellerini yükseltme ile uğraşmaları gözlemleniyor ve dinleyici

onları bu hâlleriyle görüyor. Ardından dile getirdikleri duayı,

konumlarına ve işlerine işaret eden bir aracı olmaksızın işitiyor.

Bu tür bir anlatımın örnekleri çoktur Kur'ân-ı Kerim'de. Bunlar

Kur'ân'ın tümü de güzel olan olağanüstü ifade tarzının en güzel,

en çarpıcı örnekleridir. Bu tür örneklerde kıssa somutlaştırılır, insanın

duyu organlarının onu somut biçimde algılaması için yaklaştırılır.

Sözlü olarak böylesine olağanüstü bir anlatımdaki güzellik,

olayın geçmişte gerçekleştiğini vurgulayan örneğin "şöyle dua ettiler..."

gibi ifadelerde görülmüş değildir.

 

440 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Kabul buyrulması istenen amelden -Evin yapılmasından- söz

edilmemesi, kulluk makamına yaraşır bir alçak gönüllülüğün, yaptığını

küçümsemenin örneğidir. Yani demek istiyorlar ki;

Rabbimiz, şu basit amelimizi kabul buyur, hiç kuşkusuz sen bizim

duamızı işitirsin, kalbimizde beslediğimiz niyetlerimizi bilirsin.

 

"Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de sana teslim

olan bir ümmet çıkar." Açıkça görülüyor ki, güncel konuşmamızda

kullandığımız ve zihnimizde belli bir tutumun adı olarak yer verdiğimiz

"Müslümanlık" kavramı kulluğun ilk aşamasıdır. Bu aşamaya

adım atmakla, dine bağlanan kişi başkalarından ayrılır. Bu, inançlara

ve dinin öngördüğü amellere dış görünüşte bağlanmayı

ifade eder ki, imandan ve nifaktan daha genel kapsamlı bir kavramdır.

Hiç kuşkusuz, beş çığır açıcı peygamberden biri olan ve Allah-

'ın birliği esasına dayalı dinin sahibi olan İbrahim'in (a.s) bu ana

kadar söz konusu aşamaya girmediği, yani Müslümanlık niteliğini

almadığı düşünülemez. Aynı şey onun oğlu, Allah'ın elçisi, Kurbanlık

İsmail için de geçerlidir. Böyle bir aşamaya girdikleri hâlde bunun

farkında olmamaları da mümkün değildir. Bu aşamaya girdiklerini

biliyor da kalıcılık kazanmak istiyor da değildirler. Onlar, yakınlık,

yaklaştırılmışlık konumundaydılar; Allah'ın dokunulmaz Evini

yaparlarken, duada bulunma makamındaydılar. Dolayısıyla

onlar kimden istekte bulunduklarını, onun kim olduğunu ve yüce

makamını biliyorlardı.

 

Ne var ki, bu ayette sözü edilen "teslim olma", emir ve yasak

kapsamına giren, isteğe bağlı, ihtiyari meselelerle ilintilidir. Tıpkı

şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O

da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." (Bakara, 131) Böyle

bir şeyi Allah'a isnat etmenin bir anlamı olmayacağı gibi doğru dürüst

bir yorum getirmeksizin insanın ihtiyarî fiillerinin kapsamına

giren bir şeyi istemek de yersizdir.

 

Dolayısıyla Hz. İbrahim ve İsmail tarafından istenen İslâm (teslimiyet)

bizim günlük yaşantımızda kullandığımız, alışageldiğimiz

"İslâm" kavramı değildir. Çünkü İslâm'ın da kendi içinde mertebeleri

vardır. İslâm'ın mertebeliliğinin kanıtı yüce Allah'ın şu sözüdür:

"Rab-bi ona, 'İslâm ol.' demişti. o da, 'Âlemlerin Rabbine teslim

 

Bakara Sûresi / 125-129 ............................................... 441

 

oldum.' demişti." Burada yüce Allah, Müslüman olan İbrahim'e İslâm

olmayı emrediyor. Şu hâlde, istenen bu İslâm, onun sahip olduğu

İslâm niteliğinden farklıdır. Kur'ân-ı Kerim'de bunun örneklerine

rastlamak müm-kündür.

 

Burada sözü edilen İslâm'dan maksat, eksiksiz kulluktur. Kulun

kendisine ait olan her şeyi Allah'a teslim etmesidir. Bu, her ne

kadar öncülleri kanalıyla insan için ihtiyarî bir durum ise de, kalbî

durumu bilinen normal bir insana izafe edildiği zaman ihtiyarî bir

anlam ifade etmez. Şöyle ki, insanın hâli bundan ibaret olduğu sürece,

diğer velâyet aşamaları ve yüksek makamlar gibi bu İslâm

da onun için erişilmez ve diğer kemal dereceleri gibi ulaşılmazdır.

Normal bir insan, bilinen hâliyle bu makamlardan uzaktır. Çünkü

bunların öncülleri ağır ve dayanılmazdırlar. Bu yüzden sözünü ettiğimiz

bu İslâm, insanın iradesini aşan ilâhî bir makam konumundadır.

Allah'tan böyle bir makam bahşetmesi istenebilir. Bir insan

böyle bir nitelikle nitelenmek için Allah'a dua edebilir.

Bunun yanı sıra konuyu daha incelikli ve daha titiz bir şekilde

ele almak da mümkündür. Şöyle ki: İnsana isnat edilen ve ihtiyarî

olarak nitelendirilen şey, fiillerdir. Sıfatlar ve sıkça tekrarlanma

sonucu karakteristik özellik mahiyetini kazanan tavırlar gerçekte

isteme bağlı (ihtiyarî) değildirler. Dolayısıyla bu tür tavır ve niteliklerin

Allah'a izafe edilmeleri caiz ya da gereklidir. Özellikle bunlar

güzel ve hayırlı nitelikler iseler, bunları insandansa Allah'a izafe

etmek daha uygundur. Zâten Kur'ân'ın ifade tarzı da bu esas üzerinde

gelişme gösterir. Örneğin: "Rabbim, beni ve zürriyetimden

bir kısmını namaz kılan yap." (İbrâhîm, 40) "Beni salihlere kat."

(Şuârâ, 83) "Rabbim, bana ve anama, babama lütfettiğin nimete

şükretmemi, senin beğeneceğin sa-lih bir iş yapmamı gönlüme

ilham eyle." (Neml, 19) "Rabbimiz bizi sana teslim olanlar yap."

Görüldüğü gibi, bu ifadede geçen "İslâm"ın anlamı, şu ayet-i kerimede

işaret edilen "İslâm" kavramının ifade ettiği anlamdan farklıdır:

"Bedevîler, 'İnandık.' dediler. De ki: Siz inanmadınız, fakat

'İslâm olduk.' deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi." (Hucurât,

14) Hz. İbrahim ve İsmail'in istediği İslâm bundan üstün düzeyli,

daha yüce bir kulluk mertebesidir. İleride buna ilişkin açıklamalarda

bulunacağız.

 

442 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Bize ibadetlerimizi göster, rahmetinle bize dönüp tövbelerimizi kabul

et. Zira tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin."

Bu ifade de, az önce "İslâm" kavramının anlamına ilişkin olarak

ortaya attığımız görüşleri pekiştirir niteliktedir. Çünkü ifadenin

orijinalinde geçen "menâsik" kelimesi, "mensek"in çoğuludur ve

bu ya ibadet anlamına gelir. Nitekim şu ayet-i kerimede de bu anlamda

kullanılmıştır: "Her ümmet için bir ibadet şekli belirlemişiz."

(Hacc, 34) Veya "mensek" ibadet olarak gerçekleştirilen fiil anlamına

gelir. Masdarın izafe terkibinde kullanılması eylemin gerçekleştiğini

ifade eder.

 

Şu hâlde, ele almakta olduğumuz ayetteki "menasikena" ifadesiyle

her ikisinin sergilediği kulluk kastı taşıyan davranışlar ve

sergilemeleri istenen ameller değil, bizzat sergilemekte oldukları

kulluk amaçlı ameller kastediliyor. Yani, "Bize göster" ifadesi, "Bize

öğret" ya da "Bize başarı ver" anlamına gelmez. Tersine, kelimenin

ifade ettiği anlam, onların sergiledikleri kulluk kastı taşıyan

fiil ve davranışların ger-çek mahiyetlerinin, özlerinin net biçimde

gösterilmesidir.

 

Nitekim, "...onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât

vermeyi vahyettik." (Enbiyâ, 73) ayeti hakkında konuşurken de

meselenin bu yönüne işaret etmiştik. İnşaallah ilgili sureyi tefsir

ederken konuya geniş ayrıntılı bir açıklık getireceğiz. Buna göre,

ifadede işaret edilen vahiy, yapıla gelen fiilin doğru biçimde ve

doğru amaca yönelik olarak işlenmesini sağlamak demektir, yerine

getirilmesi istenen yükümlülüğü öğretmek değil.

 

Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir:

"Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da

an. Gerçekten biz onları katıksızca, ahiret yurdunu düşünüp anan

ihlas sahipleri kıldık." (Sâd, 45-46)

 

Bu ifadedeki "İslâm" kavramı ve "ibadette basiret sahibi olma"

durumu ile yaygın olan anlamların kastedilmediği kesindir.

"Tövbemizi kabul et." ifadesi için de aynı durum geçerlidir. Çünkü

gerek İbrahim ve gerekse İsmail Allah'ın koruyuculuğu altında hareket

eden birer masum peygamberdiler. Herhangi bir günah işlemeleri

söz konusu değildi ki, tövbe etmek durumunda da kalmış

olsunlar. İşlediğimiz kimi günahlardan pişmanlık duyup tövbe et-

 

Bakara Sûresi / 125-129 ........................................ 443

 

tiğimiz gibi onlar da, Allah'tan bu tür bir günahtan bağışlanma dilemiş,

olsunlar.

 

Şayet desen ki: İslâm, ibadet biçimlerinin gösterilmesi ve tövbe

olguları ile ilgili olarak, Hz. İbrahim ve İsmail'in üstün konumlarına

uygun biçimde yapılan bu anlamlandırmanın, zürriyeti için de

kastedilmiş olması bir zorunluluk değildir. Çünkü o, kendisi ve oğlu

İsmail için ettiği tüm dualara zürriyetini katmamıştı; zürriyeti için

sadece Müslüman olmalarını istemişti, o da bir başka cümlede

ve bir başka lafızla. Hz. İbrahim, "neslimizden de sana teslim

olan bir ümmet çıkar." diyor, "Bizi ve soyumuzdan Müslümanlar

kıl." demiyor ya da bu anlama gelecek bir ifade kullanmıyor.

Öyleyse, Hz. İbrahim'in "İslâm"dan zahirî yönü de içinde olmak

üzere tüm mertebelerini kapsayan genel bir anlam kastetmiş olmasının

ne gibi bir sakıncası vardır? Çünkü İslâm'ın zahirî yönü bile

güzel sonuçlara ve insanlık toplumunda son derece yararlı hedeflerin

gerçekleşmesine yol açar. Hz. İbrahim'in (a.s) bu amaçla

Rabbinden böyle bir istekte bulunması son derece normaldir. Nitekim

Peygamber efendimiz (s.a.a) böyle davranmış ve zahirî olarak

kelime-i şahadet söylenmesi ile yetinmiştir. Bunu söyleyen

kimsenin kanını dokunulmaz, evlenmesini caiz ve onu mirasa yetkili

saymıştır.

 

Bu bakımdan diyebiliriz ki, "Bizi sana teslim olanlar yap." ifadesi

ile Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e yaraşır bir İslâm, "neslimizden

de sana teslim olan bir ümmet çıkar." ifadesi ile de, içinde münafığı,

zayıf imanlısı, güçlü imanlısı bulunan tüm Müslümanlar kastedilmiştir.

Buna karşılık cevabımız şöyledir: Teşri (yasama) ile, Allah'tan

isteme konumları farklıdır. Her iki konum için ayrı hükümler geçerlidir.

Dolayısıyla birinin diğeri ile mukayese edilmesi doğru değildir.

Peygamber efendimizin (s.a.a) ümmeti için "şehadet" cümlelerinin

zahirî olarak söylenmesi ile yetinmesi, devlet otoritesinin

caydırıcılığının geniş kapsamlı kılınması ve insanlığın fıtratına uygun

ilâhî sisteminin zahirî etkinliğinin korunması amacına yöneliktir.

Bu zahirî görünüm, özün, yani gerçek İslâm'ın korunmasını

sağlayan bir kabuk işlevini görür, onu zaman zaman baş gösteren

felâketlere karşı bir kalkan gibi korur. Ama, dua ve Allah'tan is-

 

444 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

teme makamında gerçeklerin gerçek konumlarının sözü geçer. Bu

durumlarda hedef, konumun gerçekliği ile ilintilidir. Gerçekten yakın

olma ve sahiden yaklaştırılmış olma olgusu etkin rol oynar.

Peygamberler işin zahirine ilişkin isteklerde bulunmazlar. Hz. İbrahim

de soyu ile ilgili olarak zahire ilişkin bir duada bulunmuş

değildir. Eğer böyle bir isteği olsaydı, soyundan önce, babası ile ilgili

bir istekte bulunurdu; Allah'ın düşmanı olduğunu bilince, onunla

tüm ilişkilerini kesmezdi ve yüce Allah'ın bize aktardığı şu duayı

dile getirmezdi: "Kulların diriltilecekleri gün, beni utandırma. O

gün ki, ne mal, ne de oğullar fayda vermez. Ancak Allah'a temiz

bir kalple gelen başka." (Şuarâ, 87-89) Ve, "Sonra gelenler içinde

bana, bir doğruluk dili nasip eyle." (Şuarâ, 84) demezdi de, "Sonra

gelenler içinde bir anılma nasip eyle" derdi.

 

Şu hâlde Hz. İbrahim'in (a.s), "neslimizden de sana teslim olan

bir ümmet çıkar." ifadesi ile "nesli" için istediği İslâm, gerçek

İslâm'dır. Şayet maksat, sırf İslâm isminin nesline verilmesi olsaydı,

o zaman "teslim olmuş bir ümmet" derdi ve "sana" kelimesi

hazfedilirdi.

 

"Rabbimiz, onlara içlerinden... bir elçi gönder." Peygamber efendimize

(s.a.a) işaret eden bir duadır bu. Nitekim Resulullah efendimiz,

"Ben İbrahim'in duasıyım." buyurmuştur.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi'de yer alan bir rivayete göre, Kettânî diyor ki: İmam Cafer

Sadık'a (a.s) "Hac ve Umre ziyaretinde İbrahim'in makamında

iki rekât namaz kılmayı unutan adam nasıl davranmalıdır?" diye

sordum, dedi ki: "Eğer adam hâlâ Mekke'deyse, İbrahim'in makamında

iki rekât namaz kılmalıdır; yüce Allah buyuruyor ki: 'İbrahim'in

makamından namaz yeri edinin.' Eğer kenti terk etmişse,

geri dönmesini emredemem." [c.4, s.425, h: 1]

Ben derim ki: Şeyh Tusî "et-Tehzîb" adlı eserinde,1 Ayyâşî de

kendi tefsirinde2 değişik rivayet zincirleriyle buna yakın rivayetler

aktarmışlardır. Ayrıca hükmün özelliklerine, yani namazın söz ko-

--------

1- [et-Tehzib, c.5, h: 458]

2- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.58, h: 91]

 

Bakara Sûresi / 125-129 ......................................... 445

 

nusu makamın yanında mı yoksa arkasında mı kılınacağına ilişkin

açıklamalara yer vermişlerdir. Bazı rivayetlerde şöyle denir: "Bir

kişi tavaf namazının iki rekâtını ancak makamın arkasında kılabilir."

Bu sonuç, "İbrahim'in makamından namaz yeri edinin." ifadesinin

orijinalindeki "min" edatı ile "musalla" deyiminden çıkarılmıştır.

Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Evimi temizleyin." ifadesi

ile ilgili olarak, "Yani, müşrikleri oradan uzaklaştırın." dediği

rivayet edilir.

 

el-Kâfi'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Yüce

Allah buyuruyor ki: 'Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve

secde edenler için Evimi temizleyin.' Dolayısıyla bir kul, üzerindeki

ter kokularından, kirden arınıp yıkanmadıkça Mekke'ye girmemelidir.

[c. 4, s.400, h: 3]

 

Ben derim ki: Buna yakın anlamlar başka kanallardan da rivayet

edilmiştir. Girilecek yerin temiz tutulmasına ilişkin emirden,

gidenlerin de temiz olmaları gerektiğini, "temiz kadınlar, temiz

erkeklere; te-miz erkekler de temiz kadınlara..." (Nûr, 26) gibi ayetlerden

anlamak mümkündür.

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet

edilir: "Hz. İbrahim'in İsmail ve Hacer'i getirip Mekke vadisine

bırakmasının üzerinden bir süre geçince, Cürhümoğulları kabilesi

gelip oraya yerleşti. Hz. İsmail onlara mensup bir kızla evlendi.

Daha sonra Hacer öldü. Hz. İbrahim Sara'dan, oğlunu ziyaret etmek

için izin istedi. Sara izin verdi; ama orada konaklamamasını

şart koştu. İbrahim yola çıktı. Hacer de vefat etmişti. Mekke'ye varınca

doğruca İsmail'in evine gitti. Karısına, 'Kocan nerede?' dedi.

Kadın, 'O, burada değildir, avlanmaya çıktı.' dedi. Hz. İsmail Harem

bölgesinin dışına çıkıp orada avlanır, sonra da geri dönerdi."

"Hz. İbrahim kadına, 'Yanında yiyecek var mıdır?' dedi. Kadın,

'Yanımda hiçbir şey ve hiç kimse yoktur.' dedi. Bunun üzerine Hz.

İbrahim ona, 'Kocan gelince, ona selâmımı ilet ve evinin eşiğini

değiştirmesini, söyle.' dedi ve kalkıp gitti. Daha sonra İsmail geldi

ve çevreden babasının kokusunu hissetti. Karısına, 'Kimse sana

uğradı mı?' diye sordu. Kadın, 'Bugün şöyle şöyle bir ihtiyar geldi

(onu küçümsüyor gibiydi).' dedi. 'Peki sana ne dedi?' diye sordu.

 

446 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Kadın, 'Bana dedi ki: 'Kocana selâmımı ilet ve evinin eşiğini değiştirmesini

söyle.' dedi.' diye cevap verdi."

 

"Bunun üzerine Hz. İsmail karısını boşadı ve başka bir kadınla

evlendi. Hz. İbrahim yüce Allah'ın dilediği bir süre kadar bekledikten

sonra, eşi Sara'dan oğlunu ziyaret etmek üzere izin istedi. Sara,

konaklamaması koşuluyla ona izin verdi. İbrahim yola çıktı ve

nihayet İsmail'in kapısına kadar geldi. Karısına, 'Kocan nerede?'

diye sordu. Kadın, 'Ava gitti, inşaallah az sonra gelir, buyur otur. Allah'ın

rahmeti üzerine olsun.' dedi. Hz. İbrahim kadına, 'Yanında

yiyecek bir şey var mı?' diye sordu. Kadın, 'Evet.' dedi ve gidip biraz

sütle biraz et getirdi. Hz. İbrahim, 'Bereketli olsun.' diye dua etti."

[İmam devamla şöyle buyurdu:] "Eğer İsmail'in karısı o gün İbrahim'e

ekmek ya da buğday yahut arpa veya hurma getirseydi,

Mekke yeryüzünün buğdayı arpası ve hurması en bol olan bölgesi

olurdu."

"Kadın Hz. İbrahim'e, 'Bindiğinden in de başını yıkayayım.' dedi;

ama o inmedi. Bunun üzerine kadın gidip makamı getirdi ve İbrahim'in

onun üstüne çıkmasını istedi. Hz. İbrahim onun üstüne

çıktı ve ayak izi onun üzerinde kaldı. Önce başının sağ yanını yıkadı.

Sonra makamı onun sol tarafına getirdi ve başının sol yanını

yıkadı. Bu kez de İbrahim'in ayak izi onun üzerinde kaldı. Hz. İbrahim

kadına, 'Kocan geldiği zaman ona selâmımı ilet ve evinin eşiği

sağlamdır, dediğimi söyle.' dedi. Akşam olup İsmail eve dönünce

çevreden babasının kokusunu hissetti. Karısına, 'Bugün yanına

kimse geldi mi?' diye sordu. 'Evet, insanların en güzel yüzlüsü, en

güzel kokulusu bir ihtiyar geldi. Bana şöyle şöyle dedi, ben de ona

şöyle şöyle dedim ve başını yıkadım. İşte bu da onun ayaklarının

izidir.' dedi. İsmail karısına, 'O gelen babam İbrahim'di.' dedi."

 

Kummî de tefsirinde, buna yakın bir rivayete yer vermektedir.

Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:

"Hz. İbrahim (a.s) Suriye çöllerine konaklamıştı. Oğlu İsmail

Hacer'den dünyaya gelince, diğer eşi Sara bu olay karşısında şiddetli

bir kıskançlık duygusuna kapıldı. Çünkü kendisinin bir evladı

yoktu. Hacer'den dolayı İbrahim'i üzüyor ve kıskançlık duygularına

kapılıyordu. Hz. İbrahim (a.s) içinde bulunduğu bu durumu yüce Al-

 

Bakara Sûresi / 125-129 ............................................. 447

 

lah'a şikayet etti. Bunun üzerine yüce Allah ona şöyle vahyetti:

'Kadın kısmı eğik kaburga kemiği gibidir. Olduğu gibi bırakırsan

ondan yararlanırsın, ama onu doğrultmaya kalkışırsan kırarsın.'

Sonra ona, İsmail ve anasını evden çıkarmasını emretti. İbrahim,

'Ya Rabbi, onları nereye götüreyim?' dedi."

Yüce Allah, 'Benim Haremime, dokunulmaz kıldığım güvenlik

yurduma ve yeryüzünde ilk önce yarattığım bölgeye, yani Mekke'-

ye götür.' dedi. Yüce Allah ona Cebrail'le birlikte Burak'ı da indirdi.

Burak Hacer'i, İsmail'i ve İbrahim'i sırtladı. Ağaçlı, yeşil ve hurmalıklı

bir bölgeden geçtiklerinde İbrahim, 'Ya Cebrail, buraya mı yerleştireceğim,

buraya mı?' derdi. Cebrail ise, 'Hayır, yürümeye devam

et.' diye cevap verirdi. Mekke vadisine geldiklerinde, Cebrail

onları Kâbe'nin kurulacağı yere bıraktı. Hz. İbrahim, kendisine dönene

kadar hiçbir yerde durmamak üzere Sara'ya söz vermişti.

Söz konusu yere indiklerinde, orada bir ağaç vardı. Hacer, yanında

getirdiği bir örtüyü ağacın dallarının üzerine serdi, sonra hep birlikte

onun gölgesine sığındılar. İbrahim onları oraya bırakıp Sara'ya

dönmek isteyince, Hacer ona şöyle seslendi: 'Ey İbrahim, bizi ıssız,

susuz ve ekinsiz bir yere mi bırakıyorsun?' İbrahim, 'Sizi buraya bırakmamı

emreden Allah'tır. O size yeterli bir güvencedir.' dedi ve

dönüp gitti."

 

"Kedâ' Dağına ulaşınca (Zî-Tuvâ bölgesinde bulunan bir dağ

adı) durup Rabbine şöyle yakardı: 'Ya Rabbi, neslimin bir kısmını,

dokunulmaz evinin yanında ekinsiz, bitkisiz, çorak bir vadiye yerleştirdim.

Rabbimiz, namaz kılsınlar diye bunu böyle yaptım.

Öyleyse bir gurup insanın gönlünü onlara doğru kaydır. Onları çeşitli

ürünlerle rızk-landır; belki şükredenlerden olurlar.'1 Sonra yoluna

devam etti. Ha-cer olduğu yerde kaldı. Güneş iyice yükselince

İsmail susadı. Hacer, bugün hacıların sa'y yaptıkları yerden Safa

tepesine doğru yürüdü, vadide bir serap gördü, bunu su sandı. Tepeden

vadiye doğru koştu. Merve denilen yere gelince, İsmail'i

göremez oldu."

 

"Bunun üzerine tekrar Safa tepesine çıktı. Öyle ki bu koşuşturmayı

yedi kez tekrarladı. Yedinci kez koşuyorken, Merve tepe-

-----

1- [İbrâhîm, 37]

 

448 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

sinde bulunuyordu, o zaman İsmail'e baktı ki, ayaklarının dibinden

sular akıyordu. Hacer döndü ve suyun önünü kumla kapattı. Çünkü

su akıp gidiyordu, o da böyle yapmakla suyun akışını durdurdu.

Bu yüzden suya 'Zemzem' adı verildi. [Zemzem, su toplama ve akışını

durdurma anlamına gelir.] Cürhümoğulları kabilesi

Zülmecâz ve Arafât bölgelerine yerleşmişti. Mekke'de su çıkınca

kuşlar ve yabani hayvanlar suyun başına abandılar. Cürhümlüler,

hayvanların ve kuşların o bölgeye doğru gittiklerini fark edip onları

izlediler. Nihayet, bir kadınla, küçük bir çocuğun oraya konaklamış

olduklarını gördüler. Kadınla çocuk bir ağacın dibinde gölgeleniyorlardı

ve su onlar için çıkmıştı. Hacer'e, 'Kimsin sen? Senle bu

çocuk ne arıyorsunuz burada?' dediler. Hacer, 'Ben Halil'ür-

Rahman İbrahim'in oğlunun anasıyım. Bu da onun oğludur. Allah

ona bizi buraya yerleştirmesini emretti.' dedi."

 

"Bunun üzerine, 'Size yakın bir yerde konaklamamıza izin verir

misin? "diye sordular. Hacer, 'İbrahim gelince size bir cevap veririm.'

dedi. Bölgeye yerleştirilişlerinin üçüncü gününde İbrahim onları

ziyarete gelince Hacer İbrahim'e, 'Ey Halilullah, şurada

Cürhümoğullarına mensup bir kabile var. Yanımıza konaklamak

için senden izin istiyorlar. Onlara yerleşme izni verecek misin?' diye

sordu. İbrahim, 'Evet.' dedi. Bunun üzerine Hacer

Cürhümoğullarına müsaade etti, onlar da gelip yakınlarında bir

yere konakladılar, çadırlarını kurdular. Hacer'le İsmail yalnızlıktan

kurtulup onlarla yakın ilişkiler içine girdiler. İbrahim (a.s) ikinci kez

onları ziyarete gelince, çevrelerinde birçok insanın bulunduğunu

gördü. Bunun üzerine çok sevindi. İsmail yürümeye başlayınca,

Cürhümlülerin her biri ona bir veya iki koyun hediye etti. İsmail ve

Hacer bunlarla geçimlerini sağlıyorlardı."

 

"İsmail erginlik çağına ulaşınca yüce Allah İbrahim'e, Kâbe'yi

yapmasını emretti. Allah ona evi kurmasını emredince, o, evi nereye

kuracağını bilemedi. Bunun üzerine yüce Allah Cebrail'i gönderip

İbrahim'e evi kuracağı yeri gösterdi. Nihayet İbrahim evi

yapmaya başladı. İsmail de Zî-Tuvâ'dan taş getiriyordu. Böylece

Kâbe'nin duvarını dokuz zira [yaklaşık 4.5 metre] yükselttiler. Sonra

yüce Allah ona Hacer'ül-Esved'in yerini gösterdi. Hz. İbrahim taşı

bulunduğu yerden çıkardı ve şu anda Kâbe'nin duvarında bulunduğu

yere koydu. İbrahim Kâbe'nin yapımını tamamlayınca,

 

Bakara Sûresi / 125-129 ........................................... 449

 

ona iki kapı yaptı. Biri doğuya, biri de batıya bakıyordu. Batıya

doğru bakan kapıya 'Müstecâr' denildi. Sonra Kâbe'nin tavanını

ağaç ve benzeri şeylerle örttü. Hacer, yanında bulunan bir örtüyü

kapısının üzerine astı ve bu örtünün altında barınıyorlardı. Binanın

yapımını tamamladıktan sonra İbrahim ve İsmail hac ettiler. Zilhiccenin

sekizinci gününe denk gelen Terviye gününde Cebrail indi

ve dedi ki: 'Ey İbrahim, kalk ve kana kana su iç. Çünkü Arafat ve

Mina'da su bulunmaz.' O güne Terviye denilmesi bu yüzdendir.

Sonra Cebrail onu Mina'ya çıkardı, orada gecelediler. Cebrail Âdem

Peygambere nasıl yol gösterdiyse, ona da ne yapacağını gösterdi.

İbrahim Kâbe'nin yapımını tamamladığı zaman Allah'a şöyle

dua etti: "Ya Rabbi, burayı emniyetli bir şehir yap. Halkını çeşitli

meyvelerle rızklandır, (elbette) onlardan Allah'a ve ahiret gününe

inananları...' Yani, onları kalplerin ürünleriyle besle. Yani onları insanlara

sevdir ki, onlarla sıcak ilişkiler içine girsinler ve her zaman

onlara dönsünler."

 

Ben derim ki: Hz. İbrahim'in hayatının bu bölümüne ilişkin kıssayı

anlatan rivayetler arasından seçtiğimiz bu rivayetler, konuya

ilişkin diğer rivayetlerin içeriklerini özet biçiminde kapsamaktadırlar.

Bununla ilgili olarak başka rivayetler de nakledilmiştir. Bunlara

göre, Kâbe'nin yapılış tarihi, bir olağanüstülükler tarihidir. Bazı

rivayetlerde ilk önce kurulduğunda Kâbe nurdan bir kubbe olarak

Âdem'e inmişti. Bu kubbe Hz. İbrahim'in daha sonraları evin temellerini

yükselttiği bölgeye yerleşmişti. Nuh tufanı kopana kadar

orada kalmıştı. Bütün dünya sular altında kalınca, Kâbe'nin bulunduğu

yeri yüce Allah yükseltti. Böylece orası sular altında kalmadı.

Kâbe'nin "Beyt'ül-Atîk" yani, "Eski Ev" olarak isimlendirilmesi

bu yüzdendir.

 

Bazı rivayetlerde, yüce Allah'ın Kâbe'nin temellerini cennetten

indirdiği belirtilir. Diğer bazı rivayetlerde ise, şöyle deniyor:

"Hacer'ül-Esved cennetten indirilmiştir. Bu taş önceleri kar gibi

beyazdı. Daha sonra kâfirlerin dokunmaları yüzünden karardı."

 

el-Kâfi'de İmamlardan birinin şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah

Hz. İbrahim'e, Kâbe'yi yapmasını, temellerini yükseltmesini ve insanlara

ne şekilde ibadet edeceklerini göstermesini emretti. İbrahim

ve İsmail Kâbe'nin duvarını her gün bir diz boyu yükselttiler.

 

450 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Sıra Ha-cer'ül-Esved'in konulacağı yere gelince, (İmam Bâkır (a.s)

diyor ki:) Ebu Kubeys dağı İbrahim'e, 'Bende sana ait bir emanet

vardır.' diye seslendi. Ona Hacer'ül-Esved'i verdi. O da onu getirip

Kâbe duvarındaki yerine koydu." [c.4, s.205, h: 4]

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, belirtildiğine göre, Sevrî şöyle demiştir: "Bir

gün İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) Hacer'ül-Esved'in mahiyetini

sordum. Dedi ki: Cennetten üç taş indi. Biri İbrahim'in Kâbe'nin

duvarına koyduğu Hacer'ül-Esved, biri İbrahim'in makamı, biri de

İsrailoğullarının taşıdır." [c.1, s.59, h: 93]

 

Bazı rivayetlerde, Hacer'ül-Esved'in bir melek olduğu belirtilir.

 

Ben derim ki: Buna benzer bilgiler çok sayıdadır ve gerek

Sünnî, gerekse Şiî kanallardan rivayet edilmiştir. Gerçi bunlar ne

anlam, ne de lafız olarak tevatür düzeyine ulaşmayan ahad haberler

konumundadırlar; ama bunlar, dinî bilgiler açısından benzersiz

değildirler. Dolayısıyla bir kalemde reddedilmeleri gerekmez.

Kâbe'nin ilk önce bir nurdan kubbe olarak Hz. Âdem'in üzerine

inmesi ve Hz. İbrahim'in Burak sırtında Mekke'ye gelmesi gibi olaylar

doğa üstü mucizevî kerametlerdir. Bu tür gelişmelerin imkânsızlığı

kanıtlanamaz. Kaldı ki, yüce Allah peygamberlerini buna

benzer birçok mucizevî ayetlerle özel bir şekilde ödüllendirmiştir.

Onlara olağanüstü kerametler bahşetmiştir. Kur'ân-ı Kerim bunun

birçok örneğini sunmaktadır bize.

 

Kâbe'nin temellerinin, Hacer'ül-Esved'in ve İbrahim'in makamındaki

taşın cennetten indirilişine gelince; -ki denildiğine göre bu

taş günümüzde İbrahim'in makamı olarak bilinen yapının altında

gömülüdür ve cennetten indirilmedir- dediğimiz gibi, bunların örnekleri

çoktur. Nitekim birçok bitki ve meyve için, "Bunlar cennetten

gelmişlerdir ya da cehennemden gelmişlerdir, yahut ateşten

fışkırmışlardır." denilmiştir. İnsanların tıynetleri ile ilgili olarak da

benzeri haberler aktarılmıştır. "Mutluların tıyneti cennettendir,

mutsuz bedbahtların tıyneti ateştendir." ya da "Bunlar İlliyyîn ve

Siccîn karakterlidirler." gibi. Bu kategoriye sokabileceğimiz bazı

haberlerde ise, "Kıyamet ile dünya hayatı arasındaki ara dönemde

(berzah) girilen cennet, yeryüzünün bazı bölgelerindendir. Berzah

cehennemi de diğer bazı bölgelerindendir. Kabir ya cennet bahçe-

 

Bakara Sûresi / 125-129 ................................................ 451

 

lerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur"

denilmiştir.

 

Gözlemci bir yaklaşımla etüt eden bir okuyucu buna benzer

bilgileri; konuya ilişkin rivayetlerden edinebilir. Daha önce de söylediğimiz

gibi, bu tür haberler sayısal olarak o kadar çokturlar ki,

bunların tümünü atmak ya da doğruluğunu tartışma konusu yapmak,

kaynaklarını kuşku ile karşılamak doğru olmaz. Bunlar

Kur'ân-ı Kerim'in de belli ölçülerde yer verdiği ilâhî doğaüstü bilgilerdir

ki, rivayetlerde de Kur'ân'ın bu yaklaşımı esas alınmıştır.

Kur'ân'ın verdiği bilgilerden yola çıkarak yüce Allah'ın bize şöyle

bir mesaj verdiğini söyleyebiliriz: Doğal oluşum süreci içinde

meydana geldikleri görülen tüm olgular, bu dünyaya Allah katından

indirilmişlerdir. Bunlar arasında hayırlı ve güzel olanlar, hayra

aracılık ya da kaynaklık oluşturan olgular, cennetten gelmişler,

oraya döneceklerdir. Bunlar arasında kötü nitelikli olanlar, kötülüğe

aracılık ya da kaynaklık oluşturanlar, ateşten gelmişler, tekrar

oraya döneceklerdir.

 

Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir şey yoktur ki, onun

hazineleri bizim yanımızda olmasın; ama biz onu bilinen bir miktar

ile indiriyoruz." (Hicr, 21) Bu ayetten çıkan sonuca göre, her şey

O'nun katında vardır ve varlığı bir sınırla sınırlı, bir miktar ile belirli

değildir. Ama bunlar yeryüzüne indirilince -ki tedricî bir indiriliş söz

kousudur- öngörülen miktara göre ölçülüyorlar. Belirlenen sınırlar

içinde kalıyorlar. Meselenin genel boyutu böyle. Özel boyutuna ilişkin

olarak da bazı açıklamalara yer verilmiştir: "Sizin için duvardan

sekiz çift indirdi." (Zümer, 6) "Demiri indirdik..." (Hadîd, 25)

"Gökte rızkınız ve size söz verilen var." (Zâriyât, 22) İnşaallah bununla

neyin kastedildiğini ge-niş boyutlarıyla açıklığa kavuşturacağız.

Buna göre her şey Allah katından indirilmiştir. Yine yüce Allah-

'ın kelâmından her şeyin sonuçta O'na döneceği de dile getirilir.

Bu hususla ilgili olanak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve sonunda

senin Rabbine varılacaktır." (Necm, 42) "Dönüş Rabbinedir." (Alak,

8) "Dönüş O'nadır." (Mü'min, 3) "Dikkat edin, bütün işler sonunda

Allah'a döner." (Şûrâ, 53) Aynı mesajı vurgulamaya dönük daha birçok

ayet vardır.

 

452 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Buna göre: Olgular -başlangıcı ve dönüşü arasındaki süreçte-

baş-langıcında öngörülen amaca; kendileri için verilen mutluluk ya

da bedbahtlık, hayır ya da şer hükmü doğrultusunda, paylarına

düşen ölçüler içinde hareket ederler. Nitekim ulu Allah şöyle buruyor:

"Herkes kendine uygun yolda hareket eder." (İsrâ, 84) "Herkesin

yöneldiği bir yönü vardır." (Bakara, 148) İnşaallah bu hususu

daha ayrıntılı biçimde açıklayacağız. Burada ise amacımız konunun

boyutları içinde sadece genel nitelikli bir işarette bulunmaktır.

Şöyle ki; bu tür rivayetler, doğal olguların ya cennetten ya da cehennemden

geldiklerini hikaye etmektedirler. Bu rivayetler mutluluk

ya da bedbahtlık yönüne zorunlu olarak yönelmişse, bunda bir

doğruluk payı kesinlikle vardır. Çünkü bu yaklaşım konuya ilişkin

tüm rivayetleri teker teker doğru kabul etmemizi zorunlu kılmaz.

Artık ne kastedildiğini anlamış olmalısın.

 

Birisi şöyle demiştir: "İbrahim İsmail'le birlikte Evin temellerini

yükseltiyor." ayeti, Hz. İbrahim'le İsmail'in Evi, putperest bir

memlekette sırf Allah'a kulluk sunulması amacı ile kurduklarını

dile getiriyor. Ne var ki, hikayeciler, onların ardından tefsirciler,

yüce Allah'ın bildirdiklerinin dışında kalan bu haberleri rivayet ettiler.

Rivayetlerinde Evin eskiliğini, Âdem'in haccedişini, Kâbe'nin

Tufan zamanı göğe yükseltilişini, Hacer'ül-Esved'in cennet taşlarından

biri oluşunu allandıra, ballandıra anlattılar. Kıssacıların

amacı dini süslemek, bu tür rivayetleriyle onu çekici hâle getirmekti.

Bu tür süslemeler ve ilgi uyandırıcı ifadeler, sıradan halk

kitlelerinin kalplerinde belli ölçüde etkili olsalar bile, öz akıl sahipleri

ve keskin bakışlı âlimler bilirler ki manevî onur, yüce Allah'ın

bazı olguları diğer bazı olgulardan üstün kılarak bahşettiği niteliktir.

Dolayısıyla Kâbe'nin onuru da, Allah'ın evi oluşudur, O'na izafe

ediliyor olmasıdır.

 

Hacer'ül-Esved'in şerefi de, Allah'ın eli yerine ona el sürülüyor

olmasıdır. Söz konusu taşın mahiyet olarak yakut, inci veya başka

bir şey olması ona bir ayrıcalık, gerçek bir onur sağlamaz. Gerçekler

pazarında Allah katında kara taş ile beyaz taş arasında ne gibi

bir fark var ki? Şu hâlde Kâbe'nin onuru, yüce Allah'ın onu kendi

evi olarak nitelendirmesidir, onu kendisine kulluk sunulan bir yer

kılmasıdır. Bu onur, başka bir şeyden kaynaklanmaz, -az önce de

değindiğimiz gibi- taşlarının diğer taşlardan üstün olmasından, bu-

 

Bakara Sûresi / 125-129 .............................................. 453

 

lunduğu yerin başka yerlerden üstün olmasından, gökten ya da

aydınlık âleminden geliyor olmasından ileri gelmez.

Aynı şekilde peygamberlerin diğer insanlardan üstün olmaları,

bedensel ayrıcalıklardan ya da giysilerinin kıymetli oluşundan

kaynaklanmaz. Onların ayrıcalıkları, yüce Allah'ın onları seçmesinden

ve manevî bir görev olan peygamberlik misyonu için onları

ayırmış olmasından ileri gelir. Nitekim dünya ehli onlardan daha

çekici süslere, daha bol nimetlere sahip olabilirler.

Yine demiştir ki: Bu rivayetler en başta birbirleriyle ve kendi içlerinde

çelişik olmalarından dolayı, ikincisi rivayet zincirlerinin sahih

olmayışından dolayı, üçüncüsü kitabın zahiri ile çelişmelerinden

dolayı geçersizdirler.

 

Yine eklemiştir: Bu rivayetler İsrailiyat'tan kaynaklanan hurafelere

dayanırlar. Dinlerini karıştırmak ve kitap ehli olanları bu

dinden uzaklaştırmak amacı ile Yahudi kökenli zındıklar bunları

Müslümanlar arasında yaymışlardır.

 

Ben derim ki: Bu yaklaşımı bir kalemde silip reddetmek doğru

olmaz. Ancak görüş sahibi kimse, tartışma yönteminde aşırıya

kaçmıştır. İtiraz ederken en ağır ve en yakışıksız ifadeyi kullanmıştır.

"Bu rivayetler en başta birbirleriyle ve kendi içlerinde çelişik

olmalarından dolayı, ikincisi, Kitabın zahirine ters düştükleri için

geçersizdirler" şeklindeki yaklaşımını ele alacak olursak, çelişki

ve tutarsızlık eğer teker teker tüm rivayetlerde tespit edilirse zararlı

olur. Ama bunları bir bütün olarak ele aldığımızda, bütünü

aklen ve naklen imkânsız olanı içermeyecekleri için topluca

reddedilmez. Bazı rivayetler arasındaki uyuşmazlık da geneli açısından

bir olumsuzluk olarak değerlendirilmez.

 

Bununla kastettiğimiz husus şudur: Bu rivayetler, Resulullah

efendimiz (s.a.a) ve tertemiz Ehlibeyt İmamları gibi masum kaynaklara

dayanırlar. Bunların dışındaki sahabe ve tabiin kuşağı tefsircilerinin

durumu diğer insanların durumu gibidir. Çelişkiden uzak

sözlerinin durumu, çelişki içeren sözlerinin durumu gibidir. Dolayısıyla

Kitaba ve doğruluğu kanıtlanmış sünnete ters düşmediği

sürece herhangi bir rivayeti ya da rivayetleri reddetmemek gerekir.

 

454 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ayrıca bu tür bir rivayetten yalanlık ve uydurulmuşluk kokusu

alınır alınmaz, onu terk etmek gerekir. Çünkü ilâhî dinin bilgileri

açısından tartışılmaz kanıt, Kitap ve doğruluğu kesinleşmiş sünnettir.

Şu hâlde, bazı şeyleri kabul etmek bir zorunluluktur. Bundan

kastımız, Kitap ve doğruluğu tartışma götürmez sünnettir. Bazı

şeyleri de kesin olarak reddetmek gerekir. Bununla Kitap ve sünnete

ters düşen rivayetleri kastediyoruz. Bazı bilgiler de var ki,

bunların reddine ya da kabulüne ilişkin bir kanıt bulunmaz. Bununla,

imkânsızlığına ilişkin olarak ne aklî, ne de naklî (Kitap ve

sünnet) bir kanıt bulunmayan rivayetleri kastediyoruz. Böylece, bu

tür rivayetlerin sırf senetlerinin güvenilmezliğinden dolayı kuşkulu

olduklarına ilişkin yaklaşımın tutarsızlığı ortaya çıkıyor. Çünkü bir

rivayet akıl ya da doğru nakil ile çelişmediği sürece sırf bu yüzden

reddedilemez.

 

Bu tür rivayetlerin, "İbrahim, İsmail'le birlikte Evin temellerini

yükseltiyor..." ayetine ters düştüklerine ilişkin iddiaya gelince, Allah

aşkına söyler misiniz, bu ayet-i kerime hangi açıdan Hacer'ül-

Esved'in cennetten inmediğini ifade ediyor? Ya da nurdan bir kubbenin

Hz. Âdem zamanında yeryüzünde bir yere inmediğini ve bu

kubbenin Nuh zamanında göğe yükseltilmediğini nasıl ortaya koyuyor?

Acaba bu ayet, Kâbe'nin Hz. İbrahim tarafından taştan ve

çamurdan bina edildiğinden başka bir şey mi anlatıyor? Olumlu ya

da olumsuz, değindiğimiz bu rivayetlerle ne gibi bir ilgisi vardır ayetin?

Doğru, iddia sahibinin karakteri bu rivayetleri

benimseyemiyor; görüşü bunları benimsemeye elverişli değildir.

Çünkü onun mezhebî tutuculuğu, peygamberlerden aktarılan manevî

gerçekleri reddetmeyi ve dinin zahirî kısmının köklü ve derine

nüfuz etmiş temellere dayandığını inkâr etmeyi öngörüyor. Ya da

çağdaş bilimin verilerine irade dışı bir teslimiyet söz konusudur.

Bu anlayışta olanlar diyorlar ki: Doğada meydana gelen tüm gelişmeler

ve bunlarla ilintili tüm manevî hususlar, maddî bir sebeple

illetlendirilmelidirler. Ya da sonunda madde ile bağlantısı tespit

edilmelidir. Çünkü tüm olaylara egemen olan maddedir. Sosyoloji

prensiplerinde olduğu gibi.

 

Bakara Sûresi / 125-129 ............................................ 455

 

Hiç kuşkusuz şu husus üzerinde iyice düşünmek bir zorunluluktur:

Pozitif bilimlerin sahası, maddenin özelliklerini, bileşimlerini

ve doğadaki gelişmelerin ilgi alanlarına giren hususlar üzerindeki

etkilerini araştırıp ortaya koymaktır. Bunun adı olgular arası

doğal bağlılıktır. Ay-nı şekilde sosyoloji bilimi de sadece toplumsal

bağlarla toplumsal gelişmeler arasındaki bağlantıyı inceleyip ortaya

koyma durumundadır.

 

Madde dünyasının, onun doğayı, özelliklerini ve manevî bağlarını

kuşatan etkinlik sahasının dışında kalan gerçekler, maddî nitelikli

değildirler. Evrensel gelişmelerle ve bizim algılanabilen somut

dünyamızla bir ilgileri yoktur. Dolayısıyla bu tür gerçekler pozitif

bilimlerin ve sosyolojinin araştırma alanlarının kapsamına

girmezler. Sözünü ettiğimiz bilimler bu tür gerçekler hakkında konuşma,

onları kanıtlamaya çalışma ya da çürütme güç ve yetkisine

sahip değildirler. Pozitif bilimler, bir evin taş ve çamura ihtiyacının

olduğundan, binayı yapacak bir ustanın çalışma ve hareketleriyle

eve biçim vermesinin gerekliliğinden söz edebilirler. Ya da

kara bir taşın nasıl oluştuğunu araştırabilirler.

Sosyoloji bilimi de, İbrahim'in Kâbe'yi yapmasına kadarki toplumsal

gelişmeleri analiz edebilir. Yani onun yaşam sürecini,

Hacer ve İsmail'in hayatını, Tehâme çölünde geçen günleri ve

Cürhümoğulları-nın Mekke'ye yerleşmelerini inceleyebilir. Ama söz

gelimi, bu taşın cennete veya ateşe mensubiyeti hakkında söz

söylemek, bunu inceleme konusu yapmak, hakkında olumlu ya da

olumsuz görüş belirtmek, söylenenleri kabul ya da reddetmek bu

bilimlerin yetkisinde değildir.

 

Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in doğal ve maddî nitelikli bazı olguların,

bulundukları yerlere Allah katından indirildiklerinden ve bunların

tekrar O'nun katına döneceklerinden söz ettiğini gördün. Her şey

geldiği yere, yani "Ya cennete ya da cehenneme" dönecektir.

Kur'ân-ı Kerim Allah'ın katına çıkan, O'na doğru yükselen, O'na

kavuşan amellerden söz ediyor ki, bunlar doğal tutumlardır; varoluşsal

gerçeklikten ayrı olarak, toplumsal nitelikli itibarî oluşumlardır.

Yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Fakat sizin

takvanız O'na ulaşır." (Hacc, 37) Takva ise bir fiildir ya da bir fiilin

 

456 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

sonucu meydana gelen bir sıfattır. Yüce Allah bir diğer ayet-i kerimede

de şöyle buyuruyor: "Güzel söz ona çıkar, iyi amel onu

yükseltir." (Fâtır, 10)

 

Dolayısıyla dinî konular üzerinde çalışma yapan bir araştırmacı,

bu ayetler üzerinde düşünmeli ve dini öğretilerin, doğal ve toplumsal

bakış açısı bakımından doğal bilimlerle ve sosyolojik verilerle

bir ilgilerinin söz konusu olmadığını, dini bilgilerin bundan öte

gerçeklere ve anlamlara dayandıklarını anlamalıdır.

"Peygamberlerin şerefi, onlara ilişkin ahitler, onlara izafe edilen

Kâbe, Hacer'ül-Esved gibi nesnelerin şerefi zahirî bir durum

değildir. Yüce Allah'ın üstün kılması, lütfetmesi ile kazanılan manevî

bir payedir." şeklindeki değerlendirme, hiç kuşkusuz gerçeğin

ifadesidir. Ancak bu sözün gerçekte neyi ifade ettiği iyice anlaşılmalıdır.

Söz konusu peygamberlere ve yapılara onur kazandıran

bu manevî durum nedir? Eğer bununla, ülke ve ulusların insana

yakıştırdıkları başkanlık ve komutanlık, ayrıca gümüş ve altın gibi

madenlere izafe ettikleri kıymet, fiyat gibi değerlendirmeler ve

anne-baba ve kanun saygısı gibi toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklanan

tutumlar kastediliyorsa, bilinmelidir ki, bunlar dünyevî ihtiyaçların

zorunlu kılması ile toplum tarafından öngörülen itibarî nitelendirmelerdir.

Toplumsal değerlendirme ve vehim dışında bir

etkinlikleri söz konusu değildir. Bilindiği gibi herhangi bir toplum,

yaşam sürdürmenin zorunlu kıldığı toplumsal hayatın sınırlarını

zorlayamaz.

 

Yüce Allah ise, insanoğlu için baş gösteren bu tür yaşamsal ihtiyaçlardan

münezzehtir. Bununla beraber eğer bir peygamberin

gerçekliği bulunmayan bu tür bir onurla onurlanması caiz ise, bir

evin ya da bir taşın da bu tür bir onura lâyık görülmesi de normal

karşılanmalıdır; ama peygamberlerin, Kâbe'nin ve Hacer'ül-

Esved'in sahip olduğu şeref, gerçekliği bulunan bir niteliktir. Aydınlık

ve karanlık, bilgi ve cehalet, akıl ve ahmaklık arasındaki oranlama

kadar reeldir. Çünkü peygamberin varlığının gerçekliği, başkasının

varlığının gerçekliği gibi değildir. Bizim yüzeysel duyu organlarımız

bunu algılayamazsa da, peygamber fiil ve hüküm olarak

yüce Allah'ın kutsal onurlandırmasına lâyıktır. Ulu Allah şöyle

buyuruyor:

 

Bakara Sûresi / 125-129 .................................. 457

 

"Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan canlı-cansız varlıkları,

eğlenmek için yaratmadık. Onları sadece hakka dayalı olarak

yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (Duhân, 38-39) İleride

bunun doğaötesi, madde dışı manevî bir gerçekliğe dönük bir

işaret olduğunu açıklayacağız. Bu gerçeklik bir şekilde peygamberler

açısından normal bir nitelendirme ise, peygamberlerin dışında

Kâbe ve Hacer'ül-Esved gibi nesneler için de normal bir nitelendirme

olarak değerlendirilmelidir. Bununla beraber söz konusu

manevî gerçeklikler, toplumsal çerçevede belirlenen genel kavramlarla

anlatılırlar.

 

Acaba bu anlayışa sahip kimseler, cennetin altın ve gümüşle

süslendirileceğinden, cennet ehlinin bunlarla ödüllendirilip onurlandırılacaklarından

söz eden ayetleri ne yapacaklardır? Bilindiği

gibi bunların az bulunur olmalarından kaynaklanan kıymetlilikten

başka bir onurları yoktur. Şu hâlde cennet halkının bunlarla ödüllendirilip

onurlandırılması ile ne kastediliyor? Servet sayılabilecek

bir şey cennette ne işe yarar? Malî bir değer toplumsallık sınırları

dışında bir anlam ifade etmez ki? Acaba bu tür ilâhî açıklamaların,

dinsel bildirimlerin bir amacı, bir hedefi mi vardır? Ve bu hedef

gerisinde bulunan sırlar sözel perdelerle mi saklanıyor? Eğer bu

tür yakıştırmalar ahiret kaynaklı olgular için olabiliyorsa, dünya

kaynaklı olgular için de olmalıdır.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'nin bir yerinde Zübeyrî İmam Sadık'tan (a.s) şu

açıklamayı rivayet eder: "İmama dedim ki: 'Ümmet-i Muhammed

kim-dir?' Dedi ki: 'Muhammed'in (s.a.a) ümmeti özellikle

Haşimoğulları-dır.' 'Muhammed'in (s.a.a) ümmetinin sadece senin

sözünü ettiğin Ehlibeyti'nin olduğuna ilişkin kanıt nedir?' diye sordum,

şöyle cevap verdi: Yüce Allah diyor ki: 'İbrahim İsmail'le birlikte

Evin temellerini yükseltiyor. Rabbimiz, bizden kabul buyur.

Şüphesiz sen işitensin, bilensin. Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar

yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize

ibadet yerlerimizi göster, rahmetinle bize dönüp tövbemizi kabul

et. Zira tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak

sensin.' Yüce Allah İbrahim ve İsmail'in bu duasını kabul edince,

onların soyundan gelen Müslüman bir ümmet meydana getirdi.

Aralarından, yani söz konusu ümmetin içinden bir resul gönderdi.

Bu resul onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, onlara

 

458 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kitap ve hikmeti öğretiyor. Böylece onun ilk duası ile son duası

aynı noktada buluştu."

 

"Sonra Hz. İbrahim adı geçen ümmet için şirkten arınmışlık ve

putlara kulluk sunmaktan uzaklık diledi ki, onlara ilişkin değerlendirmesi

doğru olsun ve onlar başkalarına uymak durumunda

kalmasın. Bu amaçla şöyle dua etti: "Beni ve oğullarımı putlara

tapmaktan uzak tut! Rabbim, çünkü onlar insanlardan birçoğunu

şaşırttılar. Artık bundan böyle kim bana uyarsa o, bendendir; kim

bana karşı gelirse şüphesiz sen bağışlayan, esirgeyensin."1

"Bu ayet gösteriyor ki, imamlar ve ümmet-i Muhammed (s.a.a)

ancak İbrahim'in soyundan gelenlerden olurlar. 'Beni ve oğullarımı

putlara tapmaktan uzak tut.' ifadesi bunu gösteriyor." [c.1, s.60,

h: 101]

 

Ben derim ki: İmamın ayet-i kerimeden çıkardığı bu sonucun

hangi amaca yönelik olduğu gayet açıktır. Çünkü Hz. İbrahim (a.s)

özellikle kendi soyundan gelen bir Müslüman ümmet istemiştir.

Yine bilindiği gibi duasının devamında şöyle bir ifade vardır:

"Rabbimiz! Onlara içlerinden... bir elçi gönder." Şu hâlde Hz. İbrahim'in

sözünü ettiği "Müslüman ümmet", Muhammed ümmetidir.

Fakat, Hz. Muhammed'in kendilerine gönderildiği ya da Hz. Muhammed'in

peygamberliğine inananlar anlamındaki genel ümmet

kavramı kastedilmemiştir. Çünkü bu ümmet, İbrahim ve İsmail'in

soyundan daha geniş kapsamlıdır. Öyleyse burada İbrahim'in (a.s)

soyundan gelen "Müslüman ümmet" kastedilmiştir. Sonra Hz. İbrahim

kendisini, soyunu ve oğullarını şirkten ve sapıklıktan uzaklaştırmasını

diliyor. İşte bu, "masumiyet"e işarettir.

 

Yine bilindiği gibi Hz. İbrahim'in ve İsmail'in (a.s) soyunun içinde

-ki bunlar Mudaroğullarına ya da özellikle Kureyş kabilesine

mensup Araplardı- sapık ve müşrik olanlar vardı. Şu hâlde "oğullarım"

ifadesi ile özellikle onun soyundan gelen masumlar kastedilmiştir.

Bunlarsa, Hz. Peygamber (s.a.a) ve onun tertemiz Ehlibeyti'dir.

Demek ki, Hz. İbrahim'in duasında kastedilen ümmet-i

Muhammed (s.a.a) bunlardır. Belki de duanın akışı içinde "soyu"

kelimesinin "oğullar" ile yer değiştirmesi bu inceliği vurgulamaya

dönüktür.

-------

 

1- [İbrâhîm, 36]

 

 

Bakara Sûresi / 125-129 ....................................... 459

 

Hz. İbrahim'in (a.s) şu sözü de bunu pekiştirir niteliktedir: "Kim

bana uyarsa o, bendendir; kim bana karşı gelirse, şüphesiz sen

bağışlayan, esirgeyensin." Bu ifadede "ayrıntı" anlamına işaret

eden "fa" bağlacı kullanılmıştır ki, bununla tâbi olanların ondan

bir parça oldukları dile getirilmiştir. Ötekiler hakkında ise, herhangi

bir açıklamaya yer verilmemiştir. Sanki Hz. İbrahim onları

tanımadığını, bilmediğini ifade etmek istemiştir.

Rivayetteki "Onlar için şirkten arınmışlık ve putlara kulluk sunmaktan

uzaklık diledi." ifadesine gelince, burada Hz. İbrahim

putlara kulluk sunma saplantısından arınma diliyor; ama bunu

sapıklığa götürücü olarak illetlendiriyor. Böylece "arınma" isteğinin

her türlü sapıklık için; putlara kulluk sunmak, her türlü şirk ve

her türlü günah için dile getirildiği anlaşılıyor. Nitekim Fatiha suresinin,

"nimet verdiklerinin yoluna." (Fâtiha, 6) ayetinin tefsirinde de

vurguladığımız gibi her günah bir bakıma şirktir.

Rivayetteki "Bu da gösteriyor ki, İmamlar ve Müslüman ümmet

ancak İbrahim'in soyundan gelenlerden olurlar." ifadesine gelince,

burada ayette kastedilen "Müslüman ümmet" ile "İmamlar"

ın aynı kimseler oldukları anlatılıyor. Nitekim az önce de bu

hususa işaret ettik.

 

Şayet desen ki: Eğer bu ve benzeri ayetlerde geçen "ümmet"

kelimesi ile sayılı birkaç kişi kastedilmişse; söz gelimi: "siz insanlar

için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" ifadesinde sadece birkaç

insana işaret edilmişse, bu durumda, gerektirici bir unsur söz

konusu olmadığı hâlde ifadede mecaz sanatına başvurulduğu anlamı

çıkar ki, yüce Allah'ın kitabı için böyle bir şey düşünülemez.

Kaldı ki, Kur'ân-ı Kerim'deki hitapların Peygambere (s.a.a) inanan

tüm ümmete yönelik ol-masının bir zorunluluk olduğu gerçeğinin

kanıta ihtiyacı yoktur.

 

Buna karşılık olarak derim ki: Hz. Muhammed'in (s.a.a) çağrısına

olumlu karşılık verip inanan herkesi kuşatıcı bir kavram olarak

"Muhammed ümmeti" deyiminin kullanılması, Kur'ân-ı Kerim-

'in nüzulünden ve İslâm davasının yayılmasından sonraki dönemlere

rastlar. Yoksa "ümmet" kavim anlamına gelen bir kelimedir.

Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Seninle beraber olanlardan

gelen ümmetlere bizden esenlik ve bereketlerle in. Öyle ümmet-

 

460 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ler de var ki, onları bir süre yaşatacağız..." (Hûd, 48) Bu kelime bazı

ayetlerde de tek bir kişi için kullanılmıştır: "İbrahim bir ümmet

idi." (Nahl, 120) Şu hâlde bu kavramın anlamı, kullanıldığı yere ve

kimselere göre dar kapsamlı ya da geniş kapsamlı olabiliyor.

Dolayısıyla, "Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden

de sana teslim olan bir ümmet çıkar..." ifadesiyle, -bir kulun

dua makamında dile getirdiği bir istektir, daha önce buna değindik-

ancak Peygambere inanan sayılı birkaç kişi kastedilmiştir.

Aynı şekilde, "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz."

ifadesi de söz konusu insanlara verilen büyük nimeti hatırlatma,

değerlerini ve konumlarını yüceltme amacına yöneliktir ki, bu durum

tüm ümmeti kapsamaz.

 

Böyle bir ifade, ancak dinin tüm izlerini silip yok etmeye çalışan,

dinin büyüklerini öldürmeye yeltenen ümmetin Firavun ve

Deccalları-nı da kapsar mı hiç? Bu ayetle ilgili ayrıntılı açıklamaya

ilerde inşaallah yer vereceğiz. Aslında bu ayet, yüce Allah'ın

İsrailoğullarına yönelik şu sözüne benzer: "Sizi âlemlere üstün kıldım."

(Bakara, 47) Karun da onlar arasında yer alıyordu. Ama ayet-i

kerime kesinlikle onu kapsamıyor. Yüce Allah bir ayette de şöyle

buyuruyor: "Peygamber de, 'Ya Rabbi! Kavmim, bu Kur'ân'ı terkedilmiş

bıraktılar.' dedi." (Furkan, 30) Bu ifade Peygamberin tüm

kavmini kapsamaz kuşkusuz. Çünkü onlar arasında Kur'ân ehli

kimseler vardır ki, hiçbir ticaret, hiçbir alış veriş onları Allah'ın zikrinden

alıkoyamaz.

 

"Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin,

sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız."

(Bakara, 134) ifadesine gelince, burada hitap Peygambere

inanan ya da Peygamberin gönderildiği tüm kavimlere

yöneliktir.

 

BİLİMSEL BİR ARAŞTIRMA

 

Hz. İbrahim'in (a.s) kıssasına, oğlunu ve karısını alıp Mekke'ye

getirmesine, ikisinin başından geçen olaylara ve İsmail'in kurban

edilmesi hadisesine kadarki sürece bir göz attığımızda, İsmail'in

Allah tarafından bağışlanmasını, baba-oğlun birlikte Kâbe'yi yapmaya

başlamalarını incelediğimizde, bu kıssanın kelimenin tam

 

Bakara Sûresi / 125-129 ................................. 461

 

anlamıyla bir kulluk gösterisi olduğunu görürüz. Burada kul öz

yurdundan ayrılıp Rabbinin yakınlarına göç ediyor; uzak diyarlardan

koparak yakın yurda sığınıyor; dünyanın çekici süslerinden,

lezzet verici nimetlerinden, makam, mal ve evlada yönelik arzu

uyandırıcı telkinlerinden yüz çeviriyor; şeytanların vesvese ve desiselerinden

sıyrılıp kurtuluyor; tam bir içtenlikle Rabbinin makamına

ve ilâhî büyüklük yurduna yöneliyor.

Bölüm bölüm bir zincirin halkaları gibi dizilen bu tarihsel kıssa,

bir kulun Rabbine yönelik kulluk amaçlı yolculuğunu sunuyor.

Bu kıssada kulluk yolculuğunun adabını, kulluğa yaraşır talepleri,

huzura varışı ve sevgi törenlerini gözlemliyoruz. Bu kıssada bir

samimiyet, bir ihlâs numunesini seyrediyoruz. Üzerinde durup düşündükçe

zihnini daha bir aydınlatıyor, yoluna gittikçe artan oranda

ışık saçıyor.

 

Ayrıca, yüce Allah dostu İbrahim'e, insanlar için Kâbe'ye hac

ziyaretinde bulunmanın farz kılındığını duyurmasını emrediyor. Şu

ayet-i kerime buna işaret ediyor: "İnsanlar içinde haccı ilan et; gerek

yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde

sana gelsinler." (Hacc, 27) Hz. İbrahim'in belirlediği hac kurallarının

ayrıntılı olarak bizce bilinmesi imkânsız olmakla beraber, bunlar

cahiliye Arapları tarafından uygulanan dinî şiarlardı. Bu durum

Resulullah efendimizin (s.a.a) gönderilişine kadar sürdü. O da hac

ile ilgili birtakım uygulamalar belirledi. Hz. İbrahim'in koyduğu kuralları

kaldırmadı, sadece eksik yönlerini tamamladı.

Nitekim şu ayet-i kerime de buna işaret etmektedir: "De ki:

Rab-bim, beni doğru yola iletti. Dosdoğru dine, Allah'ın birliği esasına

dayanan İbrahim'in dinine." (En'âm, 161) Ulu Allah bir diğer

ayette de şöyle buyuruyor: "O size dinden Nuh'a tavsiye ettiğini,

sana vahyet-tiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi

şeriat yaptı." (Şûrâ, 13)

 

Her ne ise, Resulullah'ın (s.a.a) belirlediği ihrama girmek, Arafat-

ta durmak, Meş'ar'de gecelemek, kurban kesmek, şeytan taşlamak,

Safâ ile Merve tepeleri arasında koşmak, Kâbe'yi tavaf

etmek, Makam-ı İbrahim'de namaz kılmak gibi hac dönemi sembolik

ibadetler, İbrahim Peygamberin kıssasını anlatıyor. Onun ve

ailesinin tutum ve davranışlarını bir sahnede somutlaştırıyor. Ne

 

462 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

güzel, ne temizdir bu tutum ve davranışlar ki, Rablık makamının

cezbesine kapılma sonucu ve kulluk makamının zilletinin şuuruyla

sergilenmektedir.

 

Hac dönemine özgü sembolik ibadetler -bunları fiilen uygulayarak

bize öğreten peygamberlere salât ve selâm olsun- büyük

peygamberlerin Rableri karşısındaki konumlarını yansıtan tablolardır;

Allah'a yakınlık ve yaklaşmışlık yurduna doğru gerçekleştirdikleri

yolculuğun başlangıç ve sonunu somutlaştıran somut manzaralardır.

Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun Allah'ın

elçisinde sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 21) Hac dönemine

özgü ibadetlerin temel niteliği budur.

 

Hac dönemine özgü sembolik ibadetlerin hükümlerini, konuluş

ve yasallaştırılışlarının sırlarını açıklayıcı rivayetlerde, meselenin

bu yönüne ilişkin anlamın birçok kanıtı vardır. İyi bir gözlemci

bunları rahatlıkla tespit edebilir.

 

Bakara Sûresi / 130-134 ................................. 463

 

130- Nefsini ahmaklaştırandan başka, kim İbrahim'in dininden

yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik.

Ahirette de o, iyilerdendir.

 

131- (İbrahim'i seçtik) o zaman ki Rabbi ona, "İslâm ol." demişti.

O da, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." demişti.

 

132- İbrahim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti, Yakub da:

"Oğullarım, (dedi) Allah şüphesiz sizin için o dini seçti, sizler de

Müslüman olmayanlar olarak ölmeyin."

 

133- Yoksa Yakub'a ölüm gelip çattığı zaman orda mı idiniz?

O zaman Yakub oğullarına, "Benden sonra neye tapacaksınız?"

dedi. Dediler ki: "Senin Allah'ın, babaların İbrahim, İsmail ve

İshak'ın ilâhı olan tek ilâha tapacağız. Biz, O'na teslim olanlarız."

 

134- Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin,

sizin kazandıklarınız kendinizindir. Siz onların yaptıklarından

sorulmazsınız.

 

464 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Nefsini ahmaklaştırandan başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir?"

"Rağbet" mastarından türeyen fiil "an" edatı ile geçişli hâle

getirildiği zaman, "yüz çevirme, nefret etme, kaçınma" anlamını

ifade eder. Bu fiil "fî" edatı ile geçişli hâle getirilince de, "is-teme

ve meyletme" anlamını ifade eder. İfadenin orijinalinde geçen "sefihe"

fiili ise hem geçişli, hem de geçişsiz olarak kullanılabilir. Bu

yüzden bazı tefsir bilginleri, "nefsehu" kelimesini "sefihe" fiilinin

mefulü, bazıları da onun "meful" olmadığını, "temyiz" olduğunu

söylemişlerdir.

 

Her iki durumda da ifadenin anlamı şudur: "İbrahim'in dininden

yüz çevirmek nefsin ahmaklığının, kendisine yararlı ve zararlı

olan şeyleri birbirinden ayırt edemeyişinin göstergesidir." Bu ayete

bakarak şu hadisin verdiği mesajı daha net anlıyoruz: "Akıl, insanı

Rahman'a kulluk sunmaya yöneltir."

 

"Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik." İfadenin

orjinalinde geçen "istafâ" fiili bir şeyin özünü almak, onu karıştığı

başka unsurların arasından seçip çıkarmak demektir. Bu anlam,

velâyet makamları göz önünde bulundurularak samimi kullukla

uyuşmaktadır. Yani kul, tüm davranışlarında, kulluğunun gereklerini

yerine ge-tirmelidir. Bütünüyle Rabbine teslim olup, sırf sahibinin

buyrukları doğrultusunda hareket etmelidir. Bu da her işte

dini kuralları uygulamakla gerçekleşir. Çünkü din, dünya ve

ahiretle ilgili meselelerde uyulacak kulluk prensiplerini içerir. Dinin

öngördüğü hayat biçiminde, kulun Rabbinin kendisine emrettiği

ve hoşnut olduğu her hususu eksiksiz yerine getirmesi bir zorunluluktur.

Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah

katında din, İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19)

 

Açıkça görülüyor ki, seçme (istıfâ) makamı İslâm makamının

aynısıdır. Yüce Allah'ın şu sözü bu tespitimizin tanığıdır: "o zaman

ki Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim

oldum.' demişti." Görüldüğü gibi zarf [iz=o zaman ki], yüce Allah'ın

"is-tefeynâhu=onu seçtik" sözüne taalluk ediyor. Bu durumda şöyle

bir sonuç elde ediliyor: Onun seçilmesi, yüce Allah'ın ona, "İslâm

ol." demesi, onun da, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum."

demesi sırasında gerçekleşmiştir. Buna göre, "Rabbi ona, 'İslâm

 

Bakara Sûresi / 130-134 ................................ .. 465

 

ol' demişti. O da 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." ifadesi,

"biz onu seçmiştik." ifadesinin açıklaması niteliğindedir.

Ayette birinci şahıs konuşurken birden üçüncü şahıs devreye

giriyor ve o anlatmaya başlıyor: "Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti."

deniyor da, "Biz ona, 'İslâm ol.' demiştik." şeklinde bir ifade

kullanılmıyor. Bu sanatın (iltifat sanatının) bir örneği de Hz. İbrahim'den

aktarılan sözündeki hitaptan üçüncü şahsa yöneliştir. Hz.

İbrahim, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." diyor da, "Sana teslim

oldum." demiyor.

 

Birinci ifade tarzı değişikliğindeki incelik şudur: Bu konu bir

sırdı ve Rabbi ona bu hususu gizlice başbaşa bulundukları bir sırada

açıyordu. Hiç kuşkusuz kendisine hitap edilen dinleyici ile

konuşmacı arasında bir iletişim vardır. Konuşmacının hazır bulunma

niteliği ortadan kalkınca muhatap da onun karşısındaki

konumunu kaybeder. Onunla konuşmacının bulunduğu durum arasına

bir perde gerilmiş olur. Bu da, kıssanın, sıcak bir ortamda

ve halvet anında geliştiğini gösterir.

 

İkinci ifade tarzı değişikliğindeki incelik ise şudur: "Rabbi ona

demişti ki..." ifadesi, ona özgü kılınan lütfu dile getiriyor ve gizlice

sır açma durumunun devam ettiğini gösteriyor. Fakat yüce Rabbin

huzurunda bulunma edebi, Hz. İbrahim gibi üzerinde alçak gönüllülüğün

izlerini, mütevazılık damgasını taşıyan bir kulun kendisini

böyle bir konumda görmemesini gerektiriyor. Hz. İbrahim bu göz

kamaştırıcı makamda kendisini yakınlık şerefine nail olmuş, karşılıklı

konuşma onuruna özgü kılınmış özel biri gibi görmüyor; tersine

kendini başkasının malı, düşkün kullardan biri olarak görüyor

ve tüm âlemlerin sığındığı yüce Rabbe teslim oluyor; "Âlemlerin

Rabbine teslim oldum." diyor.

 

İslâm, istislâm ve teslim kelimeleri, aynı anlamı ifade ederler

ve "silm" kökünden türemişlerdir. İki şeyden biri ötekisine isyan

etmez, onu reddetmez konumda ise ona islâm olmuş/istislâm

etmiş/teslim olmuş demektir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor:

"Hayır, kim özünü AIlah'a teslim ederse..." (Bakara, 112) "Ben yüzümü

tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve ben

müşriklerden değilim." (En'âm, 79) Bir şeyin yüzü, sana yönelen tarafıdır.

Yüce Allah açısından ise, bir şeyin yüzü, onun tüm varlığı-

 

466 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

dır. Dolayısıyla insanın Allah'a İslâm (teslim) oluşu, Allah karşısında

boyun eğmesinin ve O'nun öngördüğü evrensel hükümlerin,

kazâ ve kaderin, emir ve yasak nitelikli yasamaları ve buna benzer

hususları kabul etmesinin niteliğidir. Bu yüzden, İslâm'ın dereceleri,

mertebeleri vardır:

 

Birincisi: İlâhî emir ve yasakları, kelime-i şahadet getirerek

zâhiren kabul etmek anlamında İslâm. Kalbin bu kabulü onaylaması

ya da reddetmesi dış görünüş açısından bir değişiklik

arzetmez. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Bedeviler, 'İnandık.'

dediler. De ki: Siz inanmadınız, fakat 'İslâm olduk.' deyin. Fakat

henüz iman kalplerinize girmedi." (Hücürât, 14) Bu anlamıyla İslâm'dan

sonra imanın ilk mer-tebesi geliyor. Bu mertebe; şahadet

cümlelerinin gereklerini toplu olarak kalben benimsemeyi ve ayrıntı

niteliğindeki amellerin büyük çoğunluğunu yerine getirmeyi

öngörür.

 

İkincisi: İmanın ilk mertebesinden sonra gelen İslâm. Bu hak

nitelikli inanç prensiplerini tüm ayrıntıları ve buna bağlı salih amelleri

kalben benimseyip uygulamak üzere teslim olmaktır. Bazı

ayetlerde yer alan bu mertebeye ilişkin işaretleri şöylece sıralayabiliriz:

Ulu Allah muttakileri tanımlarken şöyle buyuruyor: "Onlar

ayetlerimize inanmış ve Müslüman olmuş idiler." (Zuhruf, 69) Bir

ayette de şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, hepiniz birlikte İslâm'a

girin." (Bakara, 208)

 

Şu hâlde, İslâm'ın imandan sonra gerçekleşen bir mertebesi

vardır ve bu, birinci mertebeden farklı bir konumdur. Bu konumdaki

"İslâm"ın ardından "iman"ın ikinci mertebesi gelir. Bu, dinî

gerçeklere ayrıntılı olarak inanma mertebesidir. Ulu Allah şöyle

buyuruyor: "Müminler onlardır ki, Allah'a ve Resulüne inandılar,

sonra şüphe etmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar.

İşte doğru olanlar onlardır." (Hücürât, 15) Bir diğer ayette

de şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, size, sizi acı azaptan kurtaracak

bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve Resulüne inanırsınız,

mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız." (Saff, 10-

11) Bu ayette müminler inanmaya davet ediliyorlar. Şu hâlde imandan

ayrı bir iman mertebesi vardır.

 

Bakara Sûresi / 130-134 .................................. 467

 

Üçüncüsü: İkinci iman mertebesinin ardından gelen İslâm. İnsan

nefsi, sözünü ettiğimiz imana alışıp bu mertebenin öngördüğü

ahlâkî özellikleri karakteristik özellikler olarak edinince ve iman

kendisinin ayrılmaz bir özelliği hâline gelince, sahip bulunduğu

tüm hayvansal özellikler ve yırtıcı nitelikler, kısacası dünyanın çekici

süslerine, fani ve geçici zevklerine eğilimli tüm güçler imanın

kontrolüne girer ve bu aşamada insan Allah'ı görür gibi O'na ibadet

eder. Çünkü o, her ne kadar Allah'ı göremezse de kuşkusuz Allah

onu görüyordur.

 

Bu aşamada insanın içinde ve zihninde Allah'ın emir ve yasaklarına

uymayan ya da onun kaza ve kaderine rıza göstermeyen

hiçbir duygu, hiçbir eğilim bulunmaz. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda

seni hakem kılıp, sonra da senin verdiğin hükmü içlerinde

hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe

inanmış olmazlar." (Nisâ, 65) İslâm'ın bu mertebesini üçüncü bir

iman mertebesi izler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Müminler kurtuldular...

Onlar ki, boş şeylerden yüz çevirirler." (Mü'minûn, 1-3)

"Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim

oldum.' demişti." ayeti de bu aşamaya ilişkin bir mesaj içermektedir.

Bunun gibi daha birçok örnek verilebilir. İkinci ve üçüncü

mertebeler, bir mertebe olarak da değerlendirilebilirler.

Rıza, teslimiyet, karşılık beklemeksizin iyilikte bulunma, Allah

uğrunda eziyet çekerken sabretme, tam anlamıyla dünya çekiciliğinden

soyutlanmışlık, arınmışlık, Allah için sevme ve Allah için

buğz-etme gibi üstün nitelikli ahlâkî özellikler, bu mertebenin gerekleridir.

Dördüncüsü: İmanın üçüncü mertebesinden sonra gelen İslâm

mertebesi. Bir önceki aşamada insanın Rabbi karşısındaki durumu,

kölenin sahibi karşısındaki durumu gibidir ve kulluğunun gereklerini,

eksiksiz yerine getirir. Bu, sahibin arzusuna, sevdiğine ya

da buğzet-tiğine katışıksız, itirazsız teslimiyettir. Yüce Allah'ın

mülkü açısından, yaratıklar için durum daha dehşet vericidir. Çünkü

gerçek mülk budur. Hiçbir şey ne zat, ne sıfat, ne de fiil olarak

bu mülkten bağımsız değildir. Zaten yüce Allah'ın ululuğuna yaraşan

da budur.

 

468 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bir önceki teslimiyet aşamasında bulunan insan, Rabbanî inayete

kavuşabilir ve çıplak gözle, mülkün ve egemenliğin sırf Allah-

'a ait olduğunu, O'nun dışında hiç kimsenin kendisi hakkında en

ufak bir yetkiye, en ufak bir malikliğe sahip olmadığını, O'nun dışında

bir rabbi olmadığını görür. Bu, ilâhî bağışa, Rabbanî lütfa

bağlı bir mertebedir. Bu hususta insan iradesinin bir etkinliği söz

konusu değildir. Yüce Allah'ın, "Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar

yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadetlerimizi

göster." sözünde İslâm'ın bu mertebesine işaret edilmiş

olsa gerektir. Çünkü yüce Allah'ın, "Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti.

O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." sözünde

varoluşsal değil, yasamaya ilişkin bir emrin söz konusu olduğu açık

seçik ortadadır. Şu hâlde İbrahim kendi isteğiyle, Rabbinin

çağrısına uyarak, O'nun buyruğunun gereğini yerine getirerek Müslüman

olmuş birisiydi.

 

Yukarıdaki emir, onun ömrünün ilk dönemlerinde kendisine

yöneltilmemişti. Dolayısıyla onun ömrünün son dönemlerinde oğluyla

birlikte İslâm'ı ve ibadetlerinin gösterilmesini istemesi, elinde

olmayan bir şeyi istemesidir ya da sahip olmadığı bir hususa

kalıcılık, süreklilik dilemesidir. Öyleyse, bu ayette Hz. İbrahim'in

istediği İslâm, bu mertebeye tekabül eden İslâm'dır. Bu anlamdaki

bir İslâm'ı dördüncü bir iman mertebesi izler. Bu mertebe, söz

konusu duygunun tüm durumları ve fiilleri kapsamasından ibarettir.

Ulu Allah şöyle buyuruyor: "İyi bil ki, Allah'ın velilerine korku

yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar ki, inandılar ve sakındılar."

(Yûnus, 62-63)

 

Sözünü ettiğimiz bu mertebeye ulaşan müminler hiçbir şeyin

Allah'tan bağımsız olmadığına, Allah'ın izni olmadan hiçbir sebebin

etkili olamayacağına kesin bilgiye dayalı olarak inanmak zorundadırlar

ki, baş gösteren kötülüklerden dolayı üzüntüye kapılmasınlar,

muhtemel bir tehlikeden korkmasınlar. Yoksa, böyle

olmaları bir anlam ifade etmez. Hiçbir şey onları korkutmamalıdır,

hiçbir meseleden dolayı üzülmemelidirler. Bu tür bir iman son olarak

değindiğimiz İslâm mertebesinden sonra gerçekleşir. Artık

konuyu anlamış olmalısın.

 

Bakara Sûresi / 130-134 .................................. 469

 

"Ahirette de o, iyilerdendir." Ayetin orijinal metninde geçen

"salihîn" kelimesinin mastarı olan "salâh" kelimesi, bir çeşit liyakat

anlamını ifade eder. Bu deyim Kur'ân-ı Kerim'de kimi zaman

insanın ameli, kimi zaman da nefsi ve kişiliği için kullanılır. Bu hususla

ilgili olarak şu ayet-i kerimeleri örnek verebiliriz: "...salih

amel işlesin." (Kehf, 110) "İçinizden bekârları ve köle ve cariyelerinizden

salihleri evlendirin." (Nûr, 32)

 

Kur'ân-ı Kerim'de "salih amel"e ilişkin açıklayıcı bir bilgi verilmiş

olmamakla birlikte, bu kavramın anlamını açıklığa kavuşturan

sonuçlar ona izafe edilerek açıklama yönüne gidilmiştir.

Buna göre, bir amel, Allah rızasına yönelik olduğu için salihtir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rablerinin rızasını arzu ederek sabrederler."

(Ra'd, 22) "Yalnız Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla

infak edersiniz." (Bakara, 272) Bazı ameller sevaba yol açtıkları için

salih amel kategorisine girerler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnanan

ve sa-lih amel işleyen kimse için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır."

(Kasas, 80)

 

Kimi ameller, Allah'ın katına çıkmakta olan güzel sözü yükselttikleri

için salih amel niteliğini kazanırlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Güzel söz O'na çıkar, salih amel onu yükseltir." (Fâtır, 10)

Söz konusu amele intisap edilen bu sonuçlara göre, amelin

salihliği, onu hazırlayan ve üstünlük kisvesine bürünmesini sağlayan

bir anlamdan, manevî bir unsurdan kaynaklanır. Bu anlam,

güzel sözün yüce Allah'a ulaşması için arkadan bir destek ve yardım

işlevini görür. Yüce Allah şöyle buyuruyor "Fakat sizin takvanız

O'na ulaşır." (Hacc, 37) "Hepsine, onlara da, bunlara da

Rabbinin vergisinden imdat ederiz. Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir."

(İsrâ, 20) Buna göre yüce Allah'ın bağışı ve ihsanı biçim ve

salih amel de madde konumundadır.

 

Kişilik ve nefis salihliği ile ilgili olarak da şöyle buyuruyor yüce

Allah: "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın

nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir.

Onlar ne güzel arkadaştır!" (Nisâ, 69) "Onları rahmetimize

soktuk, çünkü onlar salihlerdendi." (Enbiyâ, 86) Yüce Allah bir ayet-i

kerimede de Hz. Süleyman'ın şu sözlerini aktarır: "Rahmetinle

beni salih kullarının arasına kat." (Neml, 19) "Lut'a da hüküm ve i-

 

470 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

lim verdik... ve onu rahmetimizin içine soktuk. Çünkü o,

salihlerden idi." (Enbiyâ, 74-75)

 

Hiç kuşkusuz, "salâh" kavramından maksat, yüce Allah'ın her

şeyi kuşatan genel rahmeti ile özellikle müminlere özgü olan

rahmeti değildir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Rahmetim

ise her şeyi kaplamıştır. Onu, sakınanlara yazacağım." (A'râf, 156)

Şu hâlde sözünü ettiklerimiz, yani salihler, muttaki müminlerden

oluşan özel bir gurupturlar. Rahmetin de bir kısmı vardır ki, genelin

içinde sadece özel bir grubu kapsar. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

"Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder." (Bakara, 105)

Burada "velâyet" onuruyla onurlandırma da kast edilmemiştir.

Ki bu, yüce Allah'ın kulunun işlerini doğrudan üstlenmesi demektir.

Eğer salihler bu onura erişirlerse, "Bizi doğru yola ilet." (Fâtiha,

6) ayetinin tefsirinde de vurguladığımız gibi ikram olunmuş evliyalar

kategorisine girerler. İlgili ayetlerin tefsirinde bu hususla ilgili

detaylı bilgi vereceğiz. Fakat, velilik sıfatı salihlerle, peygamberler,

doğrular ve şehitlerin ortak özelliğidir. Şu hâlde salihlerin diğer guruplardan

bağımsız bir topluluk olarak değerlendirilmesi isabetli

olmaz.

Evet, rahmetin kapsamına girmek yani genel anlamda azaba

karşı güvencede olmak "salih"liğin bir sonucudur. Nitekim her iki

durum birlikte cennet için söz konusu edilmiştir: "Rableri onları

rahmetine (yani cennetine) sokar." (Câsiye, 30) Bir ayette de şöyle

buyuruluyor: "Orada (yani cennette) güven içinde her meyveyi isterler."

(Duhân, 55)

"Onu rahmetimizin içine soktuk." (Enbiyâ, 75) ayeti ile "Hepsini

de salihlerden yaptık." (Enbiyâ, 72) ayeti üzerinde düşündüğün zaman,

fiilin yüce Allah'a izafe edildiğini göreceksin, kula değil. Aynı

şekilde, yüce Allah'ın sevap ve şükrü amel ve çabanın karşılığı olarak

gündeme getirdiğini, kişisel salihliğinse bir ilâhî lütuf olduğunu

ve bunun amelle ve istemekle bir ilgisinin bulunmadığını da

anlayacaksın. Böylece "Orada istediklerini bulurlar." (Kaf, 35) ayeti

ile kastedilen anlam açığa kavuşmuş oluyor. Bu ayette vurgulanan

ödül salih amelin karşılığıdır. "Katımızda daha fazla da var."

(Kaf, 35) ifadesinde işaret edilen nimetinse salih amelle bir ilgisi

 

Bakara Sûresi / 130-134 .................................. 471

 

yoktur. İnşaallah bu ayeti ele aldığımız zaman konuya ilişkin ayrıntılı

bilgi vereceğiz.

 

Aynı şekilde Hz. İbrahim'in üstün konumunu düşündüğün zaman

ve onun bir nebi, bir resul, insanlık tarihinde çığır açan (ulu'lazm)

peygamberlerden biri, bir imam, kendisinden sonra gelen

birçok nebi ve resulün öncüsü ve "Hepsini salihlerden yaptık." ayet-

i kerimesinin tanıklığıyla bir salih olduğunu göz önünde bulundurduğun

zaman -ki, o kendisine bahşedilen bu salihlik niteliğinde

birçok peygamberlerden daha ileri, daha üstün bir konumdadır-

göreceksin ki, o, bütün bunlara rağmen salihlere katılma dileğinde

bulunuyor. Görüldüğü gibi, burada ondan daha ileri, daha üstün

bir konuma sahip salih bir topluluk vardır ve Hz. İbrahim kendisinden

ileri olan bu topluluğa katılma isteğini dile getiriyor. Yüce Allah

kitabının üç yerinde vurguladığı gibi onun bu dileğini ahirette

kabul etmiştir. "Biz onu dünyada beğenip seçmiştik; ahirette de

o, salihlerdendir." (Bakara, 130) "Ona dünyada karşılığını verdik.

Şüphesiz o, ahirette de salihlerdendir." (Ankebût, 27) "Ona dünyada

güzellik vermiştik. O, ahirette de salihlerdendir." (Nahl, 122)

Hz. İbrahim'in bu konumu üzerinde gereği gibi düşünecek olursan,

"salihlik" statüsünün de çeşitli mertebelerinin bulunduğunu

ve bazı mertebelerin diğer bazısından daha üstün olduğunu anlarsın.

Bu yüzden Hz. İbrahim'in (a.s) yüce Allah'tan kendisini Hz.

Muhammed (s.a.a) ve tertemiz Ehlibeyti'ne katmasını istediğini,

bu isteğinin dünyada değil de, ahirette kabul edildiğini duyduğun

zaman bunu tuhaf karşılamayacaksın.

 

Dikkat edilirse, Hz. İbrahim salihlere katılma isteğinde bulunuyor;

Hz. Muhammed ise, kendisinin bu niteliğe sahip bulunduğunu

duyuruyor. Ulu Allah buyuruyor ki: "Benim velim, kitabı indiren

Allah'tır. O salihlerin koruyuculuğunu yapar." (A'râf, 196) Bu

ayetten açıkça anlaşıldığı gibi Resulullah Allah'ın velisi olduğunu

dile getiriyor. Dolayısıyla Resulullah'ın (s.a.a) "salihlik" niteliğine

sahipliği ayettin ifadesi ile kesinlik kazanıyor. Hz. İbrahim (a.s) ise

"salihlik" statüsü bakımından kendisini geriye bırakmış bazı salih

kimselere katılma isteğinde bulunuyor. İşte Hz. İbrahim'in istediği

"salihlik" Resulullah efendimizin (s.a.a) sahip bulunduğu bir niteliktir.

 

472 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"İbrahim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti." Yani dini vasiyet

etti.

 

"ölmeyin." İnsanın isteğine bağlı bulunmayan ölüm olgusuna

ilişkin bir nehiy ifadesi. Şu hâlde buradaki teklif, isteğe bağlı bir

hususa ilişkindir. İsteğe bağlı bir meseleye dönüktür. Bu durumda

ayeti şöyle anlamlandırabiliriz: "Ölümün sizi İslâm üzere olmadığınız

bir durumda yakalamasından sakınınız. Yani, her zaman

Müslüman olunuz ve İslâm'ın gereklerini yerine getiriniz ki, ölümünüz

bu hâl üzere olduğunuz bir sırada gerçekleşsin." Bu ayette

de tüm zamanlar için geçerli olan dinin İslâm olduğuna yönelik bir

işaret vardır. Nitekim ulu Allah başka bir ayette de şöyle buyuruyor:

"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19)

 

"Babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı..." Bu ifadenin orijinalinde

geçen "eb=baba" kelimesi dede, amca ve baba için kullanılmıştır

ve bunun babaların çoğunlukta oluşundan ???(306) kaynaklandığına

ilişkin bir işaret de söz konusu değildir. İleride değineceğimiz

gibi, bu ayet, Hz. İbrahim'in Azer'e baba deyişinin nedenini

açıklayıcı niteliktedir.

 

"tek ilâha" Bu kısa ve öz ifadede bazı gerçekler vurgulanmaktadır.

"Senin ilâhın ve babalarının ilâhı" deniyor. Bu ifade onun ilâhının,

babalarının ilâhından ayrı olduğuna ilişkin bir kuruntunun

zihinlerde uyanmasını önleme amacına yöneliktir. Putçuların birçok

tanrı edinmeleri gibi bir durumla benzerlik oluşturmamak içindir.

"Biz ona teslim olanlarız." Bu ifade ibadet sistemini açıklayıcı niteliktedir.

Yani, nasıl uygun düşerse, öyle ibadet edilmez. Tersine,

İslâm sisteminin öngördüğü ölçüler içinde ibadet etmek bir

zorunluluktur. Bu ayetten çıkan sonuca göre, İbrahim'in dini

İslâm'dır ve bu din ondan İshak, Yakup ve İsmail'e, İsrailoğullarına

ve İsmailoğullarına, kısacası tüm İbrahim soyuna miras kalmıştır.

Bu din İslâm'dır, başka değil. Bu, İbrahim'in Rabbinden getirdiği

dindir. Dolayısıyla hiç kimsenin bu dini terk etmesini, bundan

başka bir dine insanları çağırmasını haklı kılacak bir gerekçesi

yoktur.

 

Bakara Sûresi / 130-134 .................................. 473

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi'nin bir yerinde Semaa, İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu

rivayet eder: "Harem bölgesi için Kâbe hangi konumda

ise, İslâm açısından iman da o konumdadır. Bir insan Harem'de

olabilir, ama Kâbe'de olmayabilir. Harem'de olması onun Kâbe'de

olduğu anlamına gelmez." [c.2, s.28, h: 2]

 

Yine aynı eserde belirtildiğine göre, Semaa İmam Sadık'tan

(a.s) şu açıklamayı aktarmıştır: "İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına

şahitlik etmek, Allah'ın Resulünü doğrulamaktır. Bunun

gerçekleşmesi ile birlikte, söz konusu kişinin kanı dokunulmazlık

statüsünü kazanır. Nikah ve miras işlemleri bu esasa dayalı olarak

gerçekleştirilir. İnsan topluluğu bu ifade doğrultusunda tanımlanır.

İman ise, doğru yol üzere olmadır. İslâm'ın kalplere yerleşmiş

yansımasıdır." [c.2, s.25, h: 1]

 

Ben derim ki: Aynı mesajı içeren başka rivayetler de vardır.1

Bunlar, bundan önce İslâm ve imanın birinci mertebesine ilişkin

açıklamalara yönelik birer işaret niteliğindedirler.

 

el-Kâfi'de, el-Barkî'nin Hz. Ali'den (a.s) şu sözleri rivayet ettiği

belirtilir: "İslâm, teslim olmak demektir. Teslim olmak ise, kesin

bilgiye dayalı bir boyun eğme eylemidir." [c.2, s.45, h: 1]

Yine aynı eserin bir yerinde Kahil'in, İmam Sadık'tan (a.s) şu

sözleri rivayet ettiği belirtilir: "Bir topluluk, ortak koşmaksızın sırf

Allah'a kulluk ederse, namaz kılar, zekât verir, hacca gider ve

Ramazan ayında oruç tutarsa, sonra kalkıp yüce Allah'ın ya da

Resulünün yaptığı bir şey için, 'Bunun tersine olan bir şeyi yapsaydı

ya!' derse ya da böyle bir düşünceyi kalbinden geçirirse, bunlar

müşrik olurlar." [c.2, s.398, h: 6]

 

Ben derim ki: Sunduğumuz bu iki rivayet, İslâm ve imanın

üçüncü mertebesine yönelik işaretler içermektedirler.

 

Bihar'ul-Envar adlı eserde İrşad-ı Deylemî'den naklen, iki değişik

rivayet zinciriyle miraçla ilgili olarak şöyle rivayet edilir. "Yüce

Allah şöyle dedi: 'Ey Ahmed, bilir misin hangi yaşayış esenli ve

hangi hayat kalıcıdır?' Peygamberimiz (s:â.a) dedi ki: 'Hayır, Allah-

'ım.' Allah dedi ki: Esenli ve rahat yaşayış odur ki, kişi beni an-

-------

1- [Usûl-i Kâfi, c.2, s.25, bab:15]

 

474 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

maktan geri kalmaz ve hiçbir zaman nimetlerimi unutmaz. Hakkımı

bilmemezlik etmez. Gece gündüz benim hoşnutluğumu ister."

"Kalıcı hayat ise şudur: Kişi kendisi için amel eder. Sonunda

dünya onun yanında önemsizleşir, gözünde değer kaybına uğrar.

Ahiret ise, önem kazanmaya başlar. Benim isteğimi kendi arzusuna

tercih eder. Benim hoşnutluğumu arar. Nimetlerimin hakkını

önemser. Kendisine yaptıklarımı anar. Gece-gündüz, işlediği her

kötülük ve günah esnasında beni gözetler. Kalbini benim hoşlanmadığım

her şeyden arındırır. Şeytandan ve onun vesveselerinden

nefret eder. Kalbi üzerinde İblis'e bir otorite imkânı, bir etkinlik fırsatı

tanımaz. Kişi bu düzeye gelince, kalbine bir sevgi yerleştiririm.

Artık onun kalbi, boş ve dolu zamanı, bütün derdi ve konuşması,

yarattığım canlılar arasında, sevgimin kapsamına aldığım kimselere

yönelik nimetimle ilgili olur."

"Kalbinin gözünü ve kulağını açarım. Artık kalbi aracılığı ile

dinler, ululuğuma ve yüceliğime bakar. Ona dünyayı daraltırım,

dünya zevklerinden nefret etmesini sağlarım. Bir çobanın, sürüsünü

öldürücü otlaklardan sakındırdığı, gibi, onu dünya ve dünyalık

ilgilerden sakındırırım. Böyle olunca da insanlardan kaçar, geçicilik

yurdundan kalıcılık yurduna, şeytanın yurdundan Rahman'ın

yurduna taşınır. Ey Ahmed, hiç kuşkusuz onu etkileyici bir heybet,

göz kamaştırıcı bir azametle süslerim. İşte esenli, rahat yaşayış ve

kalıcı hayat budur. Budur hoşnutların makamı."

"Benim rızam doğrultusunda hareket edene üç karakteristik

özellik bahşederim. Ona cehalet karışmamış bir şükür, unutkanlık

buluşmamış bir zikir ve yaratıklara yönelik sevgiyi bana yönelik

sevginin üstüne çıkarmayan bir sevgi duygusunu veririm. Gecenin

karanlıklarında ve gündüzün aydınlığında onun sırdaşı ben olurum.

O kadar ki, yaratıklarla konuşmaya son verir. Onlarla birlikte

oturmaz."

"Ona kendi sözümü ve meleklerimin sözlerini işittiririm. Bütün

yaratıklarımdan gizlediğim sırrı ona bildiririm. Ona bir hayâ elbisesi

giydiririm ki, bütün yaratıklar ondan utanır. Yeryüzünde günahları

bağışlanmış biri olarak yürür. Kalbini uyanık ve basiretli

yaparım."

 

Bakara Sûresi / 130-134 .................................. 475

 

"Ne cennet, ne de ateş ona gizli kalır. Kıyamet günü insanların

yaşayacakları dehşeti ve korkuyu ona bildiririm. Zenginlerin, yoksulların,

cahillerin ve âlimlerin ne şekilde sorguya çekileceklerini

ona söylerim. Onu kabrinde uyuturum. Onu sorguya çekmek üzere

Münker ve Nekir adlı melekleri kabrine indiririm. Ölüm hüznünü,

kabir ve lahit karanlığını görmez, başını kaldırıp da cehennemi görenlerin

dehşetini yaşamaz. Sonra terazisini kurar, onu teker teker

okumasını sağlarım. Onunla kendim arasında bir tercüman koymam.

İşte sevilenlerin nitelikleri bundan ibarettir. Ey Ahmed, bütün

dertlerin bir tek dert olsun. Dilin tek bir dil olsun ve bedenin

hiçbir zaman gaflet etmeyen diri, yaşayan bir beden olsun. Benden

gafil olanın, hangi vadide helâk olduğuna bakmam." [Bihar'ul-

Envar, c.77, s.21, h: 6]

 

Bihar'ul-Envar adlı eserde belirtildiğine göre, el-Kâfi, el-Meani,

Nevadir'ür-Ravendî adlı eserlerde değişik rivayet zincirleri ile İmam

Sadık ile İmam Kazım'ın (onlara selâm olsun) şöyle dedikleri

rivayet edilir (Buraya aldığımız metin, el-Kâfi'de yer alan metindir):

"Bir gün Resulullah efendimiz (s.a.a) Harise b. Malik b.

Numan el-Ensari'ye rastladı ve ona şöyle dedi: 'Nasılsın, ey Harise

b. Malik b. Ensarî?' 'Ya Resulallah, gerçek bir müminim.' dedi.

Resulullah, 'Her şeyin bir gerçekliği vardır. Senin sözünün gerçekliği

nereden geliyor?' dedi. Harise, 'Ya Resulallah! Nefsimi dünyadan

kopardım, geceleri uyanık kaldım. Gündüzün kavurucu sıcaklığında

susuz kaldım. İnsanların hesabını görmek üzere konulmuş

gibi Rabbimin arşını seyrediyor gibiyim. Cennette birbirlerini ziyaret

eden cennet ehlini görür gibiyim. Cehennem ehlinin ateşteki

çığlıklarını duyuyor gibiyim.' dedi. Bunun üzerine Resulullah buyurdu

ki: İşte, yüce Allah'ın kalbini aydınlattığı bir kul. [Ey Harise,]

basiret gözün açılmış, devamlı bu durum üzere kalmaya gayret

et." [Bihar'ul-Envar, c.67, s.287, h: 9]

 

Ben derim ki: Bu iki rivayet, daha önce sözünü ettiğimiz İslâm

ve imanın dördüncü mertebelerine işaret etmektedir. Bu iki rivayetin

içerdiği anlamın özelliklerini içeren ve değişik kanallardan

aktarılan birçok hadis vardır. İnşaallah bu kitapta zaman zaman

bu hadislerin bir kısmını ele alma imkânını buluruz. Daha sonra

açıklayacağımız gibi, bu tür hadislerin içeriklerini destekleyen ayetler

de vardır.

 

476 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bil ki, İslâm ve iman mertebelerinden her birinin karşıtı olarak

bir küfür ve şirk mertebesi vardır. Bilindiği gibi İslâm ve imanın anlamı

zayıfladığı ve bu iki anlamın öngördüğü çizgide hareket etme

çabası azaldığı oranda bu mertebelerin karşıtı olan küfür ve şirkten

kurtulmak o derece güçleşir. Yine bilindiği gibi İslâm ve imanın

tüm aşağı düzeyli mertebeleri, üst mertebelere tekabül eden

küfür ve şirk olgularının ve sonuçlarının görülmesini önleyemezler.

Bu iki temel ilkenin ayrıntısı olmak üzere şunu diyebiliriz: Kur'ân

ayetlerinin batınî anlamları vardır ve bu anlamların ilgili oldukları

hususlarla, bu ayetlerin zahirî anlamları ilgili olmazlar. Şimdilik

bunu bu şekliyle bilmen yeterlidir. İleride ayrıntılı bilgi vereceğiz.

Tefsir'ul-Kummî'de, "katımızda bundan fazlası var." ifadesi ile

ilgili olarak İmam'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Yani Allah'ın

rahmetine bakmak vardır."

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, Resulullah efendimizin (s.a.a) şöyle

dediği belirtilir: "Yüce Allah buyuruyor ki: Salih kullarım için,

hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer

kalbinin hatırına gelmeyeceği nimetler hazırladım."

Ben derim ki: "Salihlik" kavramının anlamını açıklarken, bu iki

rivayetin işaret ettikleri gerçeği de açıklığa kavuşturmuş olduk.

Doğruya ileten Allah'tır.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de yer alan bir rivayete göre, İmam Bâkır (a.s)

"Yoksa siz, Yakub'a ölüm gelip çattığı zaman orada mı idiniz?" ifadesiyle

ilgili olarak: "Bu ayet, zamanın imamı için de geçerlidir."

demiştir. [c.1, s.61, h: 102]

 

Ben derim ki: es-Safi adlı eserde bu rivayetle ilgili olarak şöyle

deniyor: "Belki de İmam'ın maksadı, Muhammed'in soyundan olan

imamlardır. Çünkü onların her biri, ölüm anında Yakub'un oğullarına

yönelik tavsiyesini kendi oğullarına ederler, onlar da

Yakub'un oğullarının cevaplarını verirler.

 

 

Bakara Sûresi / 135-141 ............................................... 477

 

135- "Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız." dediler.

De ki: "Hayır, İbrahim'in hanif dini(ne uyarız). O, müşriklerden

değildi."

 

136- Deyin ki: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İshak'a,

Yakub'a ve Yakub'un oğullarına indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilene

ve peygamberlere Rablerinden verilene inanırız. Onlardan

hiçbiri arasında ayrılık gözetmeyiz ve biz sadece O'na teslim olmuşlarız."

 

478 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

137- Eğer sizin inandığınız gibisine inanırlarsa, doğru yo-lu

bulmuş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar anlaşmazlık içindedirler.

Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilendir.

 

138- Allah'ın boyası(dır bu verilen); Allah'ın boyasından daha

güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz.

 

139- De ki: "Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz? O,

hem bizim, hem de sizin Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin

yaptıklarınız da size aittir. Biz yalnız O'na gönülden bağlanırız."

 

140- Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının

Yahudi yahut Hıristiyan olduklarını mı sanıyorsunuz? De ki: "Siz mi

daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından bildiği bir şahitliği

gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan

gafil değildir.

 

141- Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin,

sizin kazandıklarınız kendinizindir. Siz onların yaptıklarından

sorulmazsınız.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler." Yüce

Allah, İsmail, İshak ve Yakub gibi İbrahimoğullarının bağlı bulundukları

hak dinin, İbrahim'in de uyduğu Allah'ın birliği esasına dayalı

İslâm olduğunu açıklayınca, bunun kaçınılmaz sonucu olarak,

değişik Yahudi ve Hıristiyan gruplarının öncülük ettikleri gruplaşma

ve ayrılıkların onların ihtiraslarından ve kendi elleriyle

hazırladıkları komplolardan kaynaklandığı ortaya çıktı.

Bunun nedeni, onların bir esas üzerinde birlik oluşturmamalarıdır.

Bu yüzden dini grup ve hiziplere bölündüler. Tevhit ve vahdet

dini olan Allah'ın dinini kişisel ihtiras ve arzular boyası ile boyadılar.

Oysa din birdir, tıpkı din aracılığı ile kulluk sunulan ilâhın bir

olması gibi. Ve bu din İbrahim'in dinidir. Şu hâlde Müslümanlar bu

dine sarılmalıdırlar ve Ehlikitab'ı yiyip bitiren ayrılıkları bir kenara

bırakmalıdırlar.

 

Sürekli bir hareket hâlindeyken değişmek ve başkalaşmak,

yeryüzü menşeli hayatın bir özelliğidir. Tıpkı doğanın kendisi gibi.

Bu durum, onun özünü oluşturur. Doğanın ve dünya hayatının bu

 

Bakara Sûresi / 135-141 .....................................479

 

özelliği, davranış biçimlerinin; ulusal görgü kurallarının ve protokollerin

ulustan ulusa, toplumdan topluma değişiklik arzetmesini

gerektirmiştir. Bu kural kimi zaman dinsel törenlerde değişikliğe

ve sapmaya yol açtığı gibi, kimi durumlarda da dinle bağdaşmayan

şeylerin dine sokuşturulmaları sonucunu doğurmuştur. Bazen

da bu sapma, dinin özünden kaynaklanan kimi kuralların atılması

şeklinde kendini göstermiştir.

 

Dünyevî gaye ve hedefler, kimi durumlarda dini ve ilâhî gaye

ve hedeflerin yerini alabilirler. (Bu durum dinin felâketi demektir.)

Böyle durumlarda din, ulusal bir mahiyete bürünür. Asıl hedefinin

dışında bambaşka bir hedefe çağırır insanları. Gerçek adap kurallarının

dışındaki kurallarla insanların hayatını biçimlendirmeye çalışır.

Çok geçmeden kötülük (yani dinle ilgisi bulunmayan şeyler)

iyilik kimliğine bürünür. İnsanlar bu kötülüğe dört elle sarılırlar.

Çünkü kişisel arzularıyla ve ihtiraslarıyla paralellik arzeder. İyilik

ise kötülük gibi algılanır. Ne bir savunucusu, ne bir koruyucusu kalır.

Bugün gördüğümüz türden bir çirkef hayat biçimi egemen olur.

"Yahudi veya Hıristiyan olun." Yani, "Yahudiler dediler ki: "Yahudi

olun ki, doğru yolu bulasınız." Hıristiyanlar da dediler ki: Hıristiyan

olun ki, doğru yolu bulasınız." Çünkü onlar kendi aralarında

bir araya gelmez gruplar hâlindedirler.

 

"De ki: Hayır, İbrahim'in hanif dini. O, müşriklerden değildi." Bu ifade

onların yukarıdaki sözlerine bir cevap niteliğindedir. Yani de ki:

Biz İbrahim'in Allah'ın birliği esasına dayanan hanif dinine uyarız.

Çünkü bu din, size gönderilen bütün peygamberlerin uydukları biricik

dindir. İbrahim ve ondan sonraki peygamberlerin... Bu dinin

kurucusu İbrahim müşriklerden değildi. Eğer bid'atçıların sonradan

onun dinine sokuşturduklan bu sapmalar onun orijinal dininde

olsaydı, bununla o, müşriklerden olurdu. Çünkü Allah'ın dininden

olmayan bir şey, Allah'a davet etmez; aksine ondan başkasına

yöneltir, şirke götürür. Öyleyse tevhit esasına dayanan bu din,

Allah katından gelmeyen bir şeyi kapsamaz.

 

"Deyin ki: Allah'a ve bize indirilene... inanırız." Yahudi ve Hıristiyanların

dinsel anlayışlarına ilişkin önerilerine yer verilince, ardından

yüce Allah katındaki gerçekten söz etti (ki, O gerçeği söyler). Buna

göre gerçek; Allah'a ve aralarında hiçbir fark gözetmeksizin pey-

 

480 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

gamberlerin sundukları mesaja inanmak olarak ifadesini bulan

prensibe tanıklık etmektir ve bunun adı da İslâm'dır. İfadenin orijinalinde

özel olarak Allah'a inanmaktan söz edilmiş ve bu husus

öne alınarak, peygamberlere indirilen mesajlara inanma hususundan

ayrı olarak değerlendirilmiştir. Çünkü Allah'a inanmak fıtrî

bir eğilimdir. Bunun için peygamberlik misyonunun sunduğu açıklamaya

ve risaletin ortaya koyduğu kanıta gerek yoktur.

Ardından yüce Allah bize indirilen Kur'ân'dan ya da Kur'ân

menşeli bilgilerden, İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub'a indirilen ilâhî

mesajlardan söz ediyor. Sonra Musa'ya ve İsa'ya verilen kitaba

değiniyor. Hz. Musa ve Hz. İsa'dan ayrıca söz edilmesinin nedeni

hitabın Yahudi ve Hıristiyanlara yönelik olmasıdır ve onlar sadece

bu iki peygamberi benimseme durumundadırlar. Bunun ardından

peygamberlerin geneline verilen mesajlara yer veriliyor ki, tanıklık

tüm peygamberleri kapsasın ve yüce Allah'ın, "Onlardan

hiçbiri arasında ayrılık gözetmeyiz." ifadesinin anlamı gerçekleşsin.

Ayette bir ifade değişikliği söz konusudur. Bizim yanımızda, İbrahim,

İshak ve Yakub'un yanında bulunanlar "inzâl=indirilme" fiili

ile ifade ediliyorken, Musa, İsa ve diğer peygamberlerin yanındaki

mesajlara ilişkin olarak da i'tâ=verme" fiili kullanılıyor. Belki de bu

ifade tarzının asıl unsuru "verme"dir. Nitekim yüce Allah En'âm

suresinde Hz. İbrahim ve ondan önce ve sonra gönderilen peygamberlere

ilişkin olarak bu fiili kullanmıştır: "İşte onlar, kendilerine

kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir."

(En'âm, 89) Ne var ki, "verme" fiili kullanımı vahiy ve indirmenin

gerçekleştiğini tam olarak vurgulamıyor. Şu ayet-i kerimelerde olduğu

gibi: "Andolsun biz Lokman'a hikmet verdik." (Lokmân, 12)

"And olsun biz, İsrailoğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik

verdik." (Câsiye, 16)

 

Yahudi ve Hıristiyanların her biri Hz. İbrahim'i, İsmail'i, İshak'ı,

Yakub'u ve torunlarını kendi dinlerine bağlı, yani Yahudiler onları

Yahudi, Hıristiyanlar da onları Hıristiyan kabul ediyor ve gerek Hıristiyanlık

ve gerekse Yahudilik olarak hak dinin Musa ve İsa'ya

verilen din olduğunu iddia ediyorlardı. Bu yüzden eğer, "İbrahim'e

ve İsmail'e verilen" şeklinde bir ifade kullanılsaydı, bu cümle onla-

 

Bakara Sûresi / 135-141 .....................................481

 

rın vahiy ve indirme suretiyle bir din sahibi olduklarını tam olarak

ifade edemezdi. O zaman onlara verilenin, Musa ve İsa'ya verilenin

aynısı olduğu ihtimali akla gelebilirdi. Yani, birbirini izleme kuralı

uyarınca bu din onlara nispet edilebilirdi. Tıpkı kitap ve nübüvvetin

İsrailoğullarına izafe edilmesi gibi. Bu yüzden Hz. İbrahim ve

ona atıf edatı ile bağlanan diğerleri için özellikle "indirme" fiili kullanılmıştır.

Hz. İbrahim'den önceki peygamberlere gelince, Yahudi

ve Hıristiyanların onlarla ilgili bir iddiaları olmadığı için, "peygamberlere

verilen" ifadesi, bertaraf edilmesi gereken bir kuruntuya

yol açmazdı.

 

Ayetin orijinalinde geçen "esbât" kelimesine gelince;

İsmailoğulları arasında "kabileler" ne anlam ifade ediyorsa,

İsrailoğulları arasında da "esbât" o anlamı ifade ediyor. "es-Sebt",

aynı babada birleşen topluluk demektir. İsrailoğulları on iki ana

boya (esbât) bölünmüşlerdi. Bunların her biri Hz. Yakub'un on iki

oğlundan birine dayanıyordu. Yakup Peygamberin her bir oğlu, arkasında

bir ümmet bırakmıştı.

 

Eğer ifadenin orijinalinde geçen "Esbât"tan maksat milletler

ve uluslar ise, bu durumda ilâhî mesajın indirilişinin onlara izafe

edilmesi, her birinin arasından peygamberlerin görevlendirilmiş

olmasından dolayıdır. Yok eğer bundan maksat kişilerse, bu durumda

onlar, kendilerine vahiy indirilen peygamberlerdir. Bu durumda

bunlar Hz. Yusuf'un kardeşleri değildirler. Çünkü onlar peygamberlikle

görevlendirilmemişlerdi. Şu ayet-i kerimede aynı noktayı

vurgulama amacına yöneliktir: "İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a,

Yakub'a, torunlara ve İsa'ya vahyettik." (Nisâ, 163)

 

"Eğer sizin inandığınız gibisine inanırlarsa, doğru yolu bulmuş olurlar."

Maksat, "sizin inandığınıza" olmakla birlikte, "sizin inandığınız

gibisine inanırlarsa" denilmesi, karşıtlık ve zıtlık durumunu ortadan

kaldırma amacına yöneliktir. Şayet onlara, "Bizim inandığımıza

inanın." denilse, "biz ancak bize indirilene inanırız ve bundan

ötesini de inkâr ederiz" diyebilirlerdi. Ki, demişlerdi de. Fakat onlara:

"Biz sadece gerçeği içeren bir dine inanıyoruz, siz de onun gibi

gerçeği içeren dine inanın" denilse, inatçılık etmelerine, büyüklük

kompleksine kapılmalarına fırsat verilmemiş olur. Çünkü onların

benimsedikleri din, gerçeği saf olarak içermemektedir.

 

482 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"anlaşmazlık içindedirler." İfadenin orijinali olan "şikak"; nifak,

çekişme, didişme, anlaşmazlık ve ayrılık demektir.

 

"Onlara karşı Allah sana yeter." Bu, yüce Allah'tan Resulullah

efendimize (s.a.a) yönelik, Ehlikitab'a karşı bir yardım sözüdür. Ulu

Allah peygamberimize (s.a.a) verdiği bu sözü tuttu. Ve hiç kuşkusuz

dilediği bir zamanda İslâm ümmetine yönelik bu nimeti tamamlayacaktır.

Bil ki, bu ayet, kendisinden önceki ve sonraki ayet

arasında yer alan bir ara cümle konumundadır.

 

"Allah'ın boyası; Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?"

"Sıbğa" boyanma suretiyle edinilen renk demektir. Yani, sözü

edilen iman, yüce Allah'ın bize kazandırdığı bir renktir. Bu, en güzel

boyadır. Dinde ayrılık ve dini hayata egemen kılmama esasına

dayalı Yahudilik ve Hıristiyanlık boyasına benzemez.

 

"Biz ancak O'na kulluk ederiz." İfade bir hâl cümlesidir. Sanki

bununla "Allah'ın boyası; Allah'ın boyasından daha güzel boyası

olan kimdir?" ifadesinin illeti açıklanmak istenmiştir.

 

"De ki: Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz?" Bu ifade,

Ehlikitap'la Müslümanların Allah hakkında tartışmalarının ne kadar

yersiz olduğunu vurgulama amacına yöneliktir. Tartışmanın

yersizliği, Ehlikitabın ısrarla tartışma açmalarının boş ve saçma bir

girişim olduğu şu ifade ile dile getiriliyor: "O hem bizim, hem de

sizin Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da

size aittir. Biz yalnız O'na gönülden bağlananlarız."

 

Bunu şöylece açıklayabiliriz: Tâbi olma durumunda olan iki

grubun, tâbi oldukları kimse hakkında tartışmaları, birbirleriyle çelişmeleri

üç gerekçeden biri için olabilir:

 

Ya tâbilerden her biri, bir kişiye tâbi olmaktadır; dolayısıyla her

biri, bu tartışma ile tâbi olduğu kimsenin ve Rabbinin ötekisinden

üstün olduğunu kanıtlama amacını gütmektedir. Tıpkı bir putperest

ile bir Müslümanın tartışmaları gibi.

 

Ya da taraflardan her biri veya sadece biri kendisinin daha fazla

tâbi olduğunu, bağlılığının daha güçlü olduğunu, karşı tarafınsa

bağlılık, yakınlık ve buna benzer iddialarının geçersiz olduğunu

kanıtlama çabasındadır. Yani, bu durumda, tâbi olunan kişi birdir,

ama taraflar birbirlerinin bağlılıklarına inanmamaktadırlar.

 

Bakara Sûresi / 135-141 .....................................483

 

Ya da taraflardan biri öylesine iğrenç sıfatlara sahiptir ki, böyle

biri söz konusu zata tâbi olmaya lâyık değildir. Bu davranışlara

ve niteliklere sahip olduğu sürece bu iddiası anlamsızdır. Aksi

takdirde, tâbi olunan kişiyi lekeler, değerini düşürür.

Tartışan ve birbirleriyle sürtüşen iki taraf arasında bu tür gerekçeler

etkin olabilir. Müslümanlar ve Ehlikitap aynı ilâha kulluk

etmektedirler. Taraflardan birinin ameli ötekisininkini engelleyici

konumda değildir. Müslümanlar dinlerini ve kulluk kastı taşıyan

davranışlarını sırf Allah'a özgü kılıyorlar. Dolayısıyla Ehlikitab'ın

onlarla tartışmaya girmelerini haklı kılacak hiçbir gerekçe yoktur.

Bu yüzden, ayet-i kerimede öncelikle onların tartışma istekleri

yersiz karşılanıyor, ardından ikinci ve üçüncü gerekçeleri birer birer

çürütülüyor.

 

"Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi, yahut

Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?" Her iki topluluk da böyle

bir iddiada bulunuyordu. Onlara göre, Hz. İbrahim ve onunla birlikte

adı geçen diğer peygamberler kendi dinlerine mensuptular. Bu

da onların Yahudi ya da Hıristiyan olmaları anlamına geliyordu.

Yani onlar Yahudi veya Hıristiyan idiler. Nitekim bu ayet-i kerime

onların bu iddialarını açıkça dile getirmektedir: "Ey kitap ehli, İbrahim

hakkında ne diye çekişip tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da,

İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Anlamıyor musunuz?"

(Âl-i İmrân, 65)

 

"De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Çünkü Allah kitabında

hem bize, hem de size, Hz. Musa ve İsa'ya İbrahim peygamber

ve onunla birlikte adı geçen diğer peygamberlerden sonra

kitap verildiğini haber veriyor.

 

"Allah tarafından bildiği bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir?"

Yani, yüce Allah'ın Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin Hz.

İbrahim ve onunla birlikte adı geçen diğer peygamberlerden sonra

kurumlaştıklarını bildirdiğine ilişkin dolaylı şahitliği gizlemek.

Çünkü ayette sözü edilen şahitlik dolaylı bir şahitliktir. Ya da şahitliği

gizlemenin anlamı; adı geçen peygamberlerin Tevrat ve İncil'in

indirilişinden önce yaşadıklarına ilişken Allah'ın tanıklığını gizlemektir.

Bu durumda söz konusu şahitlik doğrudan bir şahitlik niteliğini

kazanır. Ne var ki, ayette belirgin olan birinci anlamdır.

 

484 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Onlar bir ümmetti, gelip geçti..." Yani kişilere takılıp kalmak ve

onların kimliklerini tartışmak, şimdiki durumumuz üzerinde olumlu

bir rol oynamaz. Onlar hakkında konuşmamak, etnik kökenlerini

tartışma konusu yapmamak da sizin açınızdan bir kayba yol

açmaz. Sizin yapmanız gereken, yarın hakkında sorguya çekileceğiniz

hususlarla ilgilenmektir.

 

Bu ayetin aynı konu içinde iki kez tekrarlanmasının nedeni,

Yahudi ve Hıristiyanların kendilerine hiçbir yarar sağlamayan bu

konuyla aşırı derecede ilgilenmeleridir. Üstelik Hz. İbrahim'in Yahudilik

ve Hıristiyanlık dinlerinin kurumlaşmalarından önce yaşadığını

bilmelerine rağmen bu tür savlar ortaya atmaktan

kaçınmıyorlardı. Yoksa, nebi ve resullerin durumlarını araştırmak,

sundukları mesajın ayırıcı özelliklerini ve kişisel üstünlüklerini ortaya

çıkarmak gibi işin yararlı yönüyle uğraşmak elbette olumlu

bir girişimdir. Kur'ân-ı Kerim peygamber kıssalarına yer vermek,

onlar üzerinde düşünmeyi teşvik etmek suretiyle, bir anlamda bu

tür araştırmaların olumluluğunu göstermiştir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'nin bir yerinde, "Hayır, İbrahim'in hanif dinine..."

ifadesiyle ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s), "Haniflik (yani Allah'ı

tek ve ortaksız bilmek) İslâm'ın özüdür." dediği rivayet edilir.

İmam Bâkır (a.s) diyor ki: "Haniflikte açıklığa kavuşturulmamış

hiçbir şey kalmadı. Tırnakları kesmek ve sünnet olmak da

hanifilikte vardır." [c.1, s.61, h: 103-104]

 

Tefsir'ul-Kummî'de deniyor ki: "Yüce Allah Hz. İbrahim'e hanif

dinini indirdi. Bu dinin özü temizlikti ve on esas içeriyordu. Beşi

başla, beşi de bedenle ilgiliydi. Başla ilgili beş esas şunlardır: Bıyığı

kısaltmak, sakalı uzatmak, saçı toparlamak, dişleri

misvaklamak ve dişlerin arasındaki kırıntıları ayıklamak. Bedenle

ilgili beş esas ise şunlardır: Bedendeki kılları yolmak, sünnet olmak,

tırnakları kesmek ve cenabetten dolayı yıkanmak ve su ile

temizlenmek. Hz. İbrahim'in (a.s) getirdiği hanif dini bundan ibaretti.

Bu dinin öngördüğü prensipler yürürlükten kaldırılmamıştır

ve kıyamete kadar da yürürlükten kaldırılmayacaktır."

 

Bakara Sûresi / 135-141 .....................................485

 

Ben derim ki: Rivayette belirtilen saçın toparlanmasından

maksat, tıraş olup düzeltilmesidir. Buna yakın anlamlar içeren

birçok hadis vardır. Bu hadislere Ehlisünnet'e mensup bilginler de,

Şia bilginleri de kitaplarında yer vermişlerdir.

 

el-Kâfi'de1 ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de2, İmam Bâkır'dan (a.s), "Deyin

ki: Allah'a... inanırız." ifadesinde, hitabın Ali'ye, Fatıma'ya, Hasan-

'a, Hüseyin'e ve onlardan sonraki Ehlibeyt İmamlarına yönelik olduğu

rivayet edilir.

 

Ben derim ki: Bu sonuç, Hz. İbrahim'in duasının sonundaki

"neslimizden de sana teslim olmuş bir ümmet çıkar." şeklindeki

ifade ile Ehlibeyt'in kastedilmiş olması yaklaşımından elde edilir.

Ama bu, hitabın tüm Müslüman ümmete yönelik olmasına ve her

Müslümanın böyle bir yükümlülüğünün olmasına engel değildir.

Çünkü bu tür hitapların içerdikleri anlamlar oranında genel ve özel

mercileri vardır. İslâm ve imanın mertebelerine ilişkin açıklamalarımızda

vurguladığımız gibi.

 

Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık ve İmam Bâkır'dan birinin, el-

Meanî adlı eserde ise, İmam Sadık'ın (a.s), "Allah'ın boyası" ifadesi

ile ilgili olarak "Boya, İslâm'dır." dediği rivayet edilir.

 

Ayetlerin akışında bu anlam son derece belirgindir.

 

el-Kâfi3 ve el-Meanî4 adlı eserlerde İmam Sadık'ın (a.s), "Mümin-

lerin mîsak sırasında velâyet boyası ile boyanmaları kastedilmiştir."

dediği belirtilir.

 

Ben derim ki: Bu yorum ayetin batınî anlamına dayanmaktadır.

İnşaallah ileride ayetlerin "batınî anlamı" deyimini, aynı şekilde,

"velâyet" kavramını ve "mîsak"ı açıklama fırsatını bulacağız.

 

---------

1- [Usûl-i Kâfi, c.1, s.415, h: 19]

2- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.62, h: 102]

3- [Usûl-i Kâfi, c.1, s.422, h: 53]

4- [Mean'il-Ahbâr, s.188]

 

 

486 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................................. 487

 

142- İnsanlardan bazı beyinsizler, "Onları üzerinde bulundukları

kıbleden çeviren nedir? diyecekler. De ki: "Doğu da, batı da Allah'ındır.

O, dilediğini doğru yola iletir."

 

143- Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız,

Peygamber de size şahit olsun. Biz, Peygambere uyanı, ökçesi

üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, senin önceden üzerinde

bulunduğun yönü kıble yapmıştık. Bu, Allah'ın hidayet ettiği

kimseden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi

edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara şefkatli, merhametlidir.

 

144- Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz.

Elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü

Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız, yüzünüzü o

yöne çevirin. Kitap verilenler, bunun Rableri tarafından bir gerçek

olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.

 

145- Andolsun ki, sen kitap verilenlere her türlü ayeti getirsen,

yine onlar senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak

değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar. Sana gelen

ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyarsan, o takdirde sen,

mutlaka zalimlerden olursun.

 

146- Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları

gibi tanırlar. Ama onlardan bir grup bile bile hakkı gizler.

 

488 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

147- Gerçek, Rabbinden gelendir; artık kuşkulananlardan olma.

 

148- Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O hâlde hayır işlerde

yarışın. Nerede olursanız olun, Allah hepinizi bir araya getirir. Allah

hiç şüphesiz her şeye kadirdir.

 

149- Nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir.

Bu, elbette Rabbinden gelen gerçektir; Allah yaptıklarınızdan habersiz

değildir.

 

150- Nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir;

nerede olursanız, yüzünüzü o yana çevirin ki, insanların aleyhinizde

bir delili olmasın. -Yalnız haksızlık edenler başka. O hâlde onlardan

korkmayın, benden korkun.- Ve size olan nimetimi tamamlayayım

ve (bu sayede) belki hidayete eresiniz.

 

151- Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyacak, sizi

arındıracak, size kitap ve hikmeti öğretecek ve size bilemeyeceğiniz

şeyleri öğretecek bir elçi gönderdik.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, belli bir sıralama içinde,

birbirleriyle uyumlu olarak bir bütünlük oluşturdukları ve bir düzene

tâbi oldukları görülecektir. Bu ayetler de Kâbe'nin Müslümanlar

için kıble olarak öngörüldüğü haber veriliyor. Dolayısıyla bu ayetlerde

ileri ve geri olma şeklinde yer değişikliği olduğu yahut

nasih ve mensuh olduklarını söyleyenlere aldırış edilmemesi gerekiyor.

Nitekim bu tür şeyler söylediklerine ilişkin rivayetler de

yok değildir. Ancak Kur'ân ayetlerinin zahirî anlamlarıyla açıkça

çelişen rivayetlere değer verilmez.

 

"İnsanlardan bazı beyinsizler, 'Onları, üzerinde bulundukları kıbleden

çeviren nedir?' diyecekler." Bu ifade, yüce Allah'ın Kâbe'nin kıble

edinilmesine ilişkin olarak az sonra vereceği emre yönelik ikinci

bir hazırlık niteliğindedir. Bununla ayrıca insanlar arasındaki beyinsizlerin

(ki bunlar, kıbleleri olan Beyt'ül-Mukaddes konusunda

son derece tutucu bir tavır içinde olan Yahudilerle, tartışılabilecek

niteliğe sahip her yeni şeye karşı çıkmayı ilke edinmiş Arap müşrikleridir)

ortaya atabilecekleri itirazlara da cevap veriliyor. Bu

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 489

 

amaçla, önce Hz. İbrahim'in hayatından bir kesit sunuluyor: Onun

ve oğlunun Allah katındaki saygın konumlarına, Kâbe'ye, Mekke

kentine, bu kentten gönderilecek peygambere ve Müslüman ümmete

ilişkin duâlarına, ardından Kâbe'yi yapmaya başlamalarına

ve onu ibadete ha-zır hâle getirmek amacı ile Allah tarafından

kendilerine Kâbe'yi temizleme emrinin yöneltilmesine değiniliyor.

Bilindiği gibi, namaz esnasında kıble olarak Kudüs'teki

Beyt'ül-Mukaddes yerine Mekke'deki Kâbe'ye dönmek, Peygamberimizin

(s.a.a) Medine'ye hicret edip İslâm'ın prensiplerini yerleştirmeye,

mesajını yaymaya, gerçeklerini kökleştirmeye başlamasından

sonra insanların karşılaştıkları en büyük dinî olaydır, en

önemli şer'î uygulamadır.

 

Bu yasama karşısında ne Yahudiler ve ne de diğer kâfirler

susmayacaklardı, rahat durmayacaklardı. Çünkü, bu uygulamanın

onların biricik dinsel övünçlerini bir çırpıda yerle bir ettiğini görüyorlardı.

Bu kıble meselesiydi, başkaları onları izliyordu, bu dinsel

şiar noktasında tüm insanlardan daha ileri bir konumdaydılar. Oysa

Müslümanlar onlardan ileriye geçmişlerdi. Çünkü artık kulluk

kastı taşıyan davranışlarında, dinsel törenlerinde hep birlikte yüzlerini

aynı noktaya çeviriyorlardı. Bu durum, onları görünüşte yöneliş

ayrılıklarından, geri plânda ise farklı amaçlara, farklı mesajlara

bağlanmaktan kurtarıyordu.

 

Kâbe'ye yönelmek Müslümanların kalpleri üzerinde abdest ve

dua gibi uygulamalardan daha şiddetli ve daha kapsamlı bir etki

bırakıyordu. Yahudiler ve müşrikler bu etkinliğin farkındaydılar.

Özellikle Yahudiler, Kur'ân-ı Kerim'de onlara ilişkin olarak yer alan

kıssalardan da anlaşıldığı gibi, sadece doğanın görünen ve algılanan

kısmına bakarlardı, bunun ötesindeki olguların bir gerçekliklerinin

olduğuna inanmazlardı. Bu yüzden yüce Allah'ın manevî bir

hükmü ile karşılaştıkları zaman bunu hiç itirazsız kabul ederlerdi.

Ama Rablerinin somut bir emri ile karşılaştıkları zaman, savaş,

hicret, secde ve söze uyma gibi bir yükümlülük verildiği zaman

bunu reddederlerdi; şiddetle karşı çıkarlardı.

 

Kısacası, yüce Allah bu ayetlerde, sözü edilen toplulukların

yöneltecekleri itirazları Peygamberlerine bildiriyor ve onlara ne

şekilde cevap vereceğini, onları nasıl susturacağını öğretiyor.

 

490 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Kıble değişikliğine karşı çıkanların gerekçelerine gelince; yüce

Allah'ın geçmiş peygamberler için kıble olarak öngördüğü Beyt'ül-

Mukaddes yerine aslında böyle bir onura sahip olmayan Kâbe'ye

yönelmenin sebebi nedir? Eğer bu değişiklik Allah'ın emrinden dolayı

ise, Beyt'ül-Mukaddes'i kıble yapan Allah'tır. Allah kendi koyduğu

hükümle çelişir mi? Önceden koyduğu bir hükmü sonradan

yürürlükten kaldırır mı? Yahudiler dinde nesh olayını kabul etmezler.

(Nesh ile ilgili ayeti ele alırken, neshe karşı çıkanların görüşlerine

değindik.) Eğer bu değişiklik Allah'ın emri doğrultusunda

gerçekleşmiyorsa, bu, doğru yoldan sapmadır; hidayetten ayrılıp

sapıklığa dalmadır. Yüce Allah ayet-i kerimelerde onların itirazlarını

bu şekilde sunmamakla birlikte, onlara verdiği cevaptan bu itirazları

çıkarmak mümkündür.

 

Cevap şudur: Kâbe gibi bir evin ya da Beyt'ül-Mukaddes gibi

herhangi bir binanın ya da onların duvarlarında yer alan bir taşın

kıble olarak öngörülmüş olması, o yapının ya da cismin özünden

kaynaklanan bir gereklilik değildir ki, buna uymamak ya da gerekliliğini

çiğnememek mümkün olmasın. Dolayısıyla Beyt'ül-

Mukaddes'in kıble oluşu değişmez ve değiştirilmez bir hüküm olarak

algılansın. Aksine hiçbir cisim, hiçbir bina ve insanın yönelebileceği

hiçbir yön kendiliğinden bir hükmün konulmasına yol açmaz,

bir kuralın yasalaşmasını gerektirmez. Her şey ve her yön Allah'a

aittir. Allah onlarla ilgili olarak dilediği şekilde ve dilediği

zaman, dilediği hükmü verir. Yüce Allah'ın koyduğu bir hüküm de,

onların bireysel ve toplumsal olarak ulaşmalarını dilediği bir hususu

gösterme amacına yöneliktir. Allah doğruyu göstermek için

hükmeder, gösterdiği de kesinlikle insanlığı, yararına olan şeye

götüren dosdoğru yoldur.

 

"İnsanlardan bazı beyinsizler." Bununla yüce Allah Yahudileri ve

Arap müşriklerini kastediyor. Bu yüzden onları "insanlar" şeklinde

genel bir kavramla nitelendiriyor. Beyinsizler olarak adlandırılmaları

ise, fıtratlarının dejenere olmasından, hüküm koyma meselesin-

de çarpık bir bakış açısına sahip olmalarından kaynaklanıyor.

İfadenin orijinalinde geçen "sufehâ" kelimesinin kökü olan

"sefahet", akıl tutarsızlığı ve görüş dengesizliği demektir.

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 491

 

"Onları... çeviren nedir?" ifadesinin orijinalinde geçen "vellâ" fiilinin

mastarı olan "tevliye", bir şeyi veya yeri tam önüne almak

demektir. Yöneliş gibi. Yüce Allah buyuruyor ki: "Elbette seni,

hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz." [Bu kelime "an" edatı ile

kullanıldığında, bir şeyden döndürmek anlamına gelir.] Bir şeyden

döndürmek ise, ondan yüz çevirmek demektir. Sırt çevirmek

gibi. İfadenin anlamı şöyle olur bu durumda: Onları ya da yüzlerini

daha önce üzerinde bulundukları kıbleden döndüren nedir?" Bundan

maksat, Peygamber efendimizin ve Müslümanların Mekke

döneminde ve Medine döneminin başlarında yönelip namaz kıldıkları

Kudüs kentindeki Beyt'ül-Mukaddes'tir. Yahudiler Kudüs'e

yönelip namaz kılma hususunda Müslümanlara oranla bir önceliğe

sahip olmalarına rağmen kıb-lenin Müslümanlara izafe edilmesi,

şaşkınlığın daha etkili olmasını ve itirazın haklılığının belirginleşmesini

sağlamaya yönelik bir ifade tarzıdır. "Peygamberi ve

Müslümanları" yerine, "onları... kıbleden çeviren nedir?" ifadesinin

kullanılmış olması da aynı amaca yöneliktir. Eğer "Peygamberi ve

Müslümanları Yahudilerin kıblesinden döndüren nedir?" şeklinde

bir ifade kullanılsaydı, durumu şaşkınlıkla karşılamanın bir gerekçesi

olmayacaktı. Bu itirazın cevabı ise, en az dikkate sahip dinleyici

açısından bile açık ve belirgin olurdu.

 

"De ki: Doğu da, batı da Allah'ındır." Bütün yönler arasında bu ikisi

ile yetiniliyor. Çünkü, öteki asıl ve ayrıntı niteliğindeki yönleri,

yani kuzey ve güney yönlerini de belirleyen bu iki yöndür. Dört asıl

yönlerden her iki yön arasında yer alan diğer yönler de bunlara

bağlıdır. Doğu ve batı nitelendirmesi görecelidir. Bunlar güneşin ya

da yıldızların doğuşu ve batışı ile belirlenirler. Bu iki yön, gerçek

kuzey ve güney yönlerini gösteren iki hayalî nokta dışındaki yeryüzünün

her tarafını kapsarlar. Tüm yönler yerine doğu ve batı yönlerinin

söz konusu edilmesinin geri plânındaki gerekçe bu olsa gerektir.

"O, dilediğini doğru yola iletir." İfadenin orijinalinde geçen "sırat"

kelimesinin başına "el" takısı getirilmeden belirsiz olarak kullanılmasının

nedeni, "sırat" kavramının işaret ettiği gerçeğin, toplumların

hidayete, kemale ve saadete yönelik yatkınlıklarının değişiklik

göstermesi oranında değişebilmesidir.

 

492 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber

de size şahit olsun." Şu demek isteniyor: Sizi doğru yola iletmek

için kıblenizi değiştireceğimiz gibi, sizi orta bir ümmet yaptık.

Bazılarına göre anlatılmak istenen şudur: Şu ilginç ve hayret

uyandırıcı kıble değişikliğinde olduğu gibi, sizi hayret uyandırıcı bir

şekilde orta bir ümmet yaptık. (Ama bu görüşün zaafı açıktır).

Müslümanların insanlar üzerinde şahitlik görevini yerine getiren

orta bir ümmet oluşları ile vurgulanmak istenen anlama gelince;

bilindiği gibi "orta" demek olan "vasat" iki tarafın ortası anlamında

kullanılmıştır. Yani ne o tarafta, ne bu tarafta. Bu ümmet

de tüm insanlık açısından (Ehlikitap ve müşrikler) böyle bir konumdadır.

Çünkü insanların bir kısmı -ki bunlar müşrikler ve putperestlerdir-

sırf bedeni güçlendirmek amacına yönelik olarak, sadece

dünya hayatını isterler, dünyadan tam zevk almak, dünyanın

çekici süslerinden yeterince yararlanmak düşüncesindedirler. Ölümden

sonra tekrar dirilip sorguya çekileceklerine ihtimal vermezler.

Manevî, soyut hiçbir fazilete değer vermezler. Bazı insanlarsa

-Hıristiyanlar örneğin- sırf insanın ruhî yönünü güçlendirme

amacına yönelik olarak, ruhbanlığa ve insanın yaratılmış olduğu

gayeye ulaşmada bir aracı olması için Allah'ın şu maddî dünyanın

yaratıklarında ortaya çıkardığı cismî mükemmellikleri bir kenara

bırakmaya çağırırlar.

 

Dolayısıyla bu ruhçular (ya da ruhbanlar), sebebi ortadan kaldırmak

suretiyle sonucun bertaraf edilmesine neden oluyorlar. Cisimciler

ise sırf sebebe takılıp kalarak sonucu zayi ediyorlar. Fakat

yüce Allah bu ümmeti orta bir ümmet yapmıştır. Dinleri, onları

normal bir yola, iki aşırı uç arasındaki orta bir çizgiye; ne o tarafa

ne de bu tarafa eğilim göstermemeye yöneltir. Bu din, insanın iki

yönünü -hem ruhu ve hem de bedeni- ona yakışan bir şekilde besler

ve de güçlendirir; insanı her iki faziletten de yararlanmaya teşvik

eder. Çünkü insan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır, ne sadece

ruhtan ibarettir, ne de sadece bedendir. Mutlu bir hayat sürdürebilmek

için hem maddî, hem de manevî açıdan tatmin olması

bir zorunluluktur. Bu bakımdan İslâm ümmeti, adalet ölçeği ve bir

orta ümmettir. Her iki aşırı ucun konumu bu ölçeğe göre değerlendirilir.

O, her iki uçta yer alan insanlar üzerinde şahit pozisyonundadır.

Bu ümmet içinde en ideal örnek konumunda olan Hz.

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 493

 

Peygamber de bu ümmet üzerinde şahittir. Ümmette yer alan tüm

bireylerin söz ve davranışlarının teker teker değerlendirildiği adalet

ölçeği odur. Ümmet de insanlığın durumunu ölçüp değerlendiren

bir kriterdir. Her iki aşırı ucun başvuru merciidir.

 

Bazı tefsir bilginlerinin ayete ilişkin yorumları budur. Hiç kuşkusuz

bu, özünde doğru ve titiz bir incelemenin, duyarlı bir yaklaşımın

ürünü bir yorumdur. Ne var ki, bu yorum ayetin lafzı ile

uyuşmuyor. Çünkü ümmetin orta oluşu, ancak her iki tarafın başvuru

mercii oluşunu, her iki tarafın söz ve davranışlarının ölçüldüğü

ölçek oluşunu gerçekleştirir; her iki tarafa şahitlik edişini ya da

her iki tarafı müşahede ettiğini ispatlamaz. Bu anlamda bir "orta"

oluş ile şahitlik birbirleriyle uyuşmazlar. Ayrıca bu durumda

Resulullah (s.a.a) efendimizin ümmet üzerinde şahitlik pozisyonunda

oluşuna değinmenin bir değeri kalmaz. Çünkü, Resulullah

efendimizin (s.a.a) ümmet üzerinde şahit oluşu, gayenin gaye sahibinden

sonra gelişi ya da müsebbebin sebebi izlemesi gibi,

ümmetin orta bir ümmet oluşunun sonucu değildir.

Ne var ki, ayet-i kerimede sözü edilen bu şahitlik, Kur'ân'da

sıkça tekrarlanan bir gerçeğe işarettir. Bu ifadenin kullanıldığı yerlerde,

yönelik olduğu gerçek son derece belirgindir. Nitekim ulu Allah

şöyle buyuruyor: "Her bir ümmetten şahit getirdiğimiz, seni de

bunlara şahit olarak getirdiğimiz zaman hâlleri nice olacak?" (Nisâ,

41) "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz gün, artık ne inkâr

edenlere izin verilir, ne de özür dilemeleri istenir." (Nahl, 84) "Kitap

kondu, peygamberler ve şahitler getirildi." (Zümer, 69)

Bu ayetlerdeki şahitlik mutlaktır. Tüm ayetlerin zahirî ifadeleri

bu kavramın, ümmetlerin amelleri üzerinde şahitlik etme anlamında

kullanıldığını göstermektedir.

 

Yine bununla peygamberlerin dini tebliğ edişleri de kastedilmiştir.

Nitekim şu ayet-i kerimede bu anlama yönelik bir işaret

vardır: "Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız ve elbette

gönderilen elçilere de soracağız." (A'râf, 6) Bu şahitlik her ne kadar

ahirette gerçekleşecekse, yüce Allah'ın Hz. İsa'nın sözleri olarak

aktardığı şu ayet-i kerimede de vurgulandığı gibi, bu nitelik dünya

hayatında kazanılır: "Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici

oldum; fakat beni tam olarak onların içinden alınca, on-

 

494 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun ve sen her şeyin şahidisin."

(Mâide, 117) "Kıyamet günü de o (İsa), onlara şahit olacaktır."

(Nisâ, 159)

 

Bilindiği gibi sahip bulunduğumuz normal duyular ve bunlardan

kaynaklanan gücümüz, sadece fiillerin ve amellerin şekillerini

algılayacak durumdadır. Bu algılama da ancak duyu açısından varolan,

hissedilen bir şey için söz konusu olabilir, yok olan ya da görünmeyen

şeyler için değil. Küfür, iman, kurtuluş, hüsran, kısacası

duyularca algılanamayan ama insanın özünde gizli bulunan amellerin

gerçekliklerine ve ruhsal anlamlara gelince; bunlar, kalplerin

kazanımlarıdırlar. Tüm sırların ortaya döküldüğü gün, yüce Allah

insanları bunları esas olarak sorguya çeker. Nitekim ulu Allah şöyle

buyuruyor: "Kalplerinizin kazandıklarından dolayı sorumlu tutar."

(Bakara, 225)

 

Bunları teker teker belirlemek, bilgice kuşatmak, göz önünde

bulunmayanları bir yana, hazırda bulunanlar arasından belirlemek

insanın gücü dahilinde değildir. Yüce Allah'ın yetki tanıdığı ve bunları

gözlerinin önüne serdiği kişi başka. Bu sonucu şu ayet-i kerimeden

çıkarmak mümkündür: "Ondan başka yalvardıkları şeyler,

şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik

edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Bu ayete göre Hz. İsa (a.s)

kesinlikle bu istisnanın kapsamındadır. Yüce Allah onun şahitlerden

olduğuna şahitlik etmiştir. Yukarıda yer verdiğimiz iki ayette

bunu gördük. Öyleyse Hz. İsa (a.s) hakkın şahididir ve hakikati bilir.

Kısacası bu ayet-i kerimede kastedilen şahitlik, ümmetin hem

cismanî, hem de ruhanî mükemmelliği kapsayan bir din üzere

olması değildir. Çünkü bu durum, şahitlik kavramını anlatmamakla

birlikte ayetlerin açık anlamlarına da ters düşmektedir. Tam

tersine, şahitlik kavramı ile kastedilen; dünya hayatında insanların

mutluluk, bedbahtlık, ret, kabul, bağlanmak, karşı çıkmak gibi

amellerini algılayıp bunu yüce Allah'ın insanın organları dahil her

şahitten şahitlik yapmasını isteyeceği gün beyan etmek ve eksiksiz

anlatmaktır. "O gün Peygamber der ki: Ya Rabbi, kavmim, bu

Kur'ân'ı terkedilmiş bıraktılar." (Furkan, 30)

Bilindiği gibi bu üstün nitelik tüm ümmete bahşedilmiş değildir.

Şu hâlde bu, sadece ümmet içinde yer alan tertemiz velilere

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 495

 

özgü bir keramettir. Onların dışındaki saadet açısından vasat bir

konumda olanlar ve iman noktasında orta bir çizgide bulunanlar,

bu tür bir fazilete sahip değildirler. Kaldı ki ümmet içinde yer alan

taş yürekli, imandan yoksun zorbalar ve Firavun kimlikli zalimler

hiç sahip değildirler. Yüce Allah'ın, "Kim Allah'a ve Resule itaat

ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler,

sıddıklar (gerçekler, dosdoğru kullar), şahitler ve salihlerle

birlikte olur ve onlar ne de güzel arkadaştır." (Nisâ, 69) ayetini incelediğimizde

görülüyor ki, şahitlerin (yani amellere şahitlik edenlerin)

en azından Allah'ın velâyeti altında, onun bahşettiği nimetler

arasında, dosdoğru yol ehli olmaları gerekir. "Kendilerine nimet

verdiklerinin yoluna." (Fâtiha, 7) ayetini incelerken buna genel nitelikli

bir değinmede bulunmuştuk.

 

Şu hâlde ümmetin şahit olmasından maksat, şahitlik misyonunu

üstlenenlerin onların arasında yer aldıklarıdır. Nitekim

İsrailoğullarının da âlemlerden üstün olarak nitelendirilmeleri, bu

niteliğe sahip kimselerin onların arasında yer alıyor olmalarından

dolayıydı. Yani İsrailoğullarının her bireyi bu özellikte, bu misyona

sahip değildi. Tersine bu belli bir grubun niteliğiydi; ama genele

mal edilmiştir. Çünkü onlar da bu genelin bir parçasıydılar. Şu

hâlde ümmetin şahitliği, aralarında insanlığa şahitlik edecek kimselerin

yer aldığı anlamındadır, Peygamber de onlara şahitlik edecektir.

Şayet dense ki: "Allah'a ve Resulüne inananlar, işte Rableri

yanında onlar, sıddîkler ve şahitlerdir." (Hadîd, 19) ayeti bütün

müminlerin şahitler (şüheda) olduklarını gösteriyor.

Buna karşılık olarak vereceğimiz cevap şudur: "Rableri yanında"

ifadesi, yüce Allah'ın onları kıyamet günü "şüheda" grubuna

katacağını; onların bu dünyada böyle bir statüye kavuşamayacaklarını

gösteriyor. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir: "Onlar ki

inandılar. Zürriyetleri de imanda kendilerine uydu; zürriyetlerini

de kendilerine katmışızdır." (Tûr, 21) Kaldı ki ele almakta olduğumuz

ayet-i kerimedeki "şüheda" kavramı genel niteliklidir ve her

milletten müminleri kapsamaktadır. Yani sırf bu ümmete özgü bir

 

496 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

durum değildir. Dolayısıyla onu tüm ümmete ilişkin bir nitelik olarak

değerlendiren kimse açısından bir kanıt oluşturmaz.1

 

Şayet dense ki: Bu anlamda İslâm ümmetinin "orta" bir ümmet

kılınması, beraberinde tüm ümmetin ya da ümmet içinde bazı

kimselerin ameller üzerinde "şüheda/şahitler" kılınmasını, Peygamberin

de bu "şahitler" üzerinde şahit olmasını gerektirmez.

Dolayısıyla yukarıdaki öncüllerle sonuçlar arasında birbirini

tutmazlık söz konusu olduğu gibi burada da aynı uyuşmazlık geçerlidir.

Buna vereceğimiz cevap şudur: Ayet-i kerimede "şehadet"

kavramının İslâm ümmetinin "vasat" bir ümmet kılınışının bir sonucu

olarak ön plâna çıkarıldığı, son derece belirgindir. Şu hâlde

ümmet için öngörülen "vasatlık" niteliğinden şahitlerin şahitliğini

gerektiren bir anlam kastedildiği bir zorunluluktur. Nitekim yüce

Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, rüku edin, secde edin,

Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz. Allah

uğrunda, ona yaraşır şekilde cihat edin. O, sizi seçti ve dinde size

bir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim'in dini, O bundan önce de,

bunda da, size "Müslümanlar" adını verdi ki, peygamber size şahit

olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Şu hâlde namazı kılın,

zekâtı verin ve Allah'a sarılın; mev-lânız O'dur. Ne güzel mevlâ ve

ne güzel yardımcıdır O." (Hacc, 77-78)

 

Yüce Allah Resulullah'ın, onlar üzerinde şahit olmasını, onların

da tüm insanlara şahitler olmalarını, seçilmiş olmanın ve sizin için

dinden her türlü güçlüğün giderilmiş olmasının bir sonucu olduğunu

belirtmiştir. Sonra yüce Allah dini şu şekilde tanımlıyor: "Babanız

İbrahim'in dini o, bundan önce size 'Müslümanlar' adını verdi.

Bir zamanki O (İbrahim) sizin için Rabbine, bizim neslimizden de

sana teslim olmuş bir ümmet çıkar." şeklinde dua etmişti. Allah

da onun duasını kabul etmiş ve sizi "Müslüman" yapmıştı. Siz isyan

etmeksizin, savsaklamaksızın hüküm ve emir yetkisini O'na

verirsiniz. Bu yüzden O, dinde sizin için olabilecek her türlü zorluğu

---------

 

1- [Yani, bu ayet-i kerimeyi yukarıdaki şekilde tefsir edenler, onu yalnızca İslâm

ümmetine tahsis ediyorlar; oysa ayette ifade edilen geneldir ve bütün ümmetlerin

müminlerini içermektedir. Bundan da İslâm ümmetine özgü bir sıfat istifade edilemez.]

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 497

 

kaldırdı. Dinin hiçbir kuralı size ağır gelmez, sizin açınızdan güçlüğe

yol açmaz. Sizler dosdoğru yola ileten seçilmişlersiniz. Hüküm

ve emir yetkisi bakımından Rablerine tam teslim olmuş kimselersiniz.

Sizi bu şekilde seçip bir misyon yüklememizin bir nedeni de,

Resulün sizin üzerinizde, sizin de tüm insanlar üzerinde şahitlik

görevini yerine getirmenizdir.

 

Yani Resul ile insanlar arasında aracılık yaparsınız. Bir bakıma

aralarında iletişim sağlarsınız. Bu şekilde babanız İbrahim'in sizin

ve Resul hakkındaki duası amacına ulaşmış olur. İbrahim şöyle

demişti: "Rabbimiz, onlara içlerinden, senin ayetlerini kendilerine

okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak

bir elçi gönder." (Bakara, 129)

 

Böylece siz Müslüman bir ümmet oldunuz, peygamber sizin

kalplerinize kitap ve hikmeti yerleştirdi. Onun arındırması ile

arındınız. Arınma, kalplere bulaşan kirlerden temizlenmedir.

Kalpleri sırf kulluğa özgü kılmadır. Daha önce de işaret ettiğimiz

gibi İslâm'ın anlamı budur. Böylece kulluğunuzda samimi Müslümanlar

oldunuz. Bu hususta ilk adım, yol göstericilik ve eğiticilik

misyonu Resulullah'a aittir. Şu hâlde o, herkesin ve her olumlu

işin başıdır. Siz ise, ona uymakta aracılık işlevini görürsünüz, diğer

insanlar da bir yanda yer alırlar.

 

Gerek ayetin başında ve gerekse sonunda verdiğimiz bu anlamı

güçlendirecek son derece belirgin ipuçları vardır. Dikkatli bir

gözlemci bunları rahatlıkla fark edebilir. İnşaallah biz de ayeti tefsir

imkânını bulduğumuzda konuya ilişkin daha ayrıntılı bilgi

vereceğiz.

 

Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan şu sonuçlar çıkıyor:

 

a) Ümmetin "vasat" oluşu iki sonucu birlikte doğurmaktadır ve

"insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun." ifadesindeki

her iki husus da ümmetin "vasat" oluşunun gereğidir.

 

b) Ümmetin "vasatlığı" Peygamber ile insanlar arasında aracılık

pozisyonunda olması anlamındadır, iki aşırı veyahut ruha önem

veren tarafla, bedene önem veren taraf arasında "ortalama" bir

konumda olması anlamında değildir.

 

498 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

c) Bu ayet anlam olarak Hz. İbrahim'in dualarını içeren ayetlerin

bir sonucu, bir devamı niteliğindedir. Şahitlik ise Müslüman

ümmetin üstlendiği misyonlardan biridir.

 

Bil ki; yüce Allah'ın sözünden çıkan sonuca göre, ameller

üzerinde şahitlikte bulunma görevi, sırf insanlardan şahitlere özgü

bir yükümlülük değildir. Tersine yapılan işle bir şekilde ilintisi

bulunan herkes ve her şeyin, şahitlikte bulunma misyonu vardır.

Melekler, zaman, mekân, din, kitap, organlar, duyular ve kalpler

amel hakkında şahitlikte bulunurlar.

 

Buna göre, kıyamet günü şahitlikte bulunmak üzere çağırılan

kimse, şu dünya hayatında bu işi yapabilecek bir duyarlılığa sahiptir.

Bu duyarlılık sayesinde amellerin tüm özelliklerini algılar ve onları

asıl nitelikleriyle belleğine kaydeder. Her şeyin içindeki hayatın

aynı türden olması bir zorunluluk değildir. Söz gelimi hayvan

türünün hayatının kendine özgü özellik ve sonuçları vardır. Ama

her hayat türünün böyle olması gerektiğini bir delil gerektirmemektedir.

Dolayısıyla bütün hayat çeşitlerini bir türde sınırlandırmak

mümkün değildir. Bu, konuya ilişkin genel bir değerlendirmedir.

Ayrıntılı bilgi ise, yeri geldikçe sunulacaktır.

 

"Biz, Peygambere uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım

diye, senin önceden üzerinde bulunduğun yönü kıble yapmıştık." İfadenin

orijinalinde geçen "line'lame" kelimesi ile ya elçi ve nebilerin

bilmesi kastedilmiştir. -Çünkü büyükler hem kendi adlarına, hem

de izleyicileri adına konuşurlar. Tıpkı, hükümdarın "Falancayı öldürdük,

falancayı tutukladık." demesi gibi; oysa kendisi fiilen bu

eylemde bulunmamıştır. Bütün eylemi izleyicileri gerçekleştirmiştir-

ya da yüce Allah'ın aynî ve fiilî olarak bilmesi kastedilmiştir. Bu

bilme, yaratılış ve varedişle birlikte gerçekleşir ve varedişten önceki

ezelî "bilme"den ayrıdır.

 

"Ökçeleri üzerinde geriye dönmek", yükümlülükten kaçınmak,

görevi reddetmekten kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü ökçeleri

üzerinde duran insan, bir yönden diğerine dönünce, ökçeleri üzerinde

döner. Ve bu olay "yüz çevirme"den kinaye olarak dile getirilmiştir.

Şu ayet-i kerimedeki ifade de bunun gibidir: "Kim o gün

arkasını dönerse." (Enfâl, 16) Ayet-i kerimeden anlaşıldığı kadarıyla,

ifade, kıble değişikliğinden dolayı müminlerin içlerinde meyda-

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 499

 

na gelen çalkantıları dindirme amacına yöneliktir. Bu arada daha

önce eski kıbleye dönerek kıldıkları namazların ne olacağı sorusuna

da cevap vermiş oluyor.

 

Bununla anlaşılıyor ki, Resulullah'ın üzerinde bulunduğu kıbleden

maksat Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes'tir, Kâbe değil. Beyt'ül-

Mukaddes'in iki kez, Kâbe'nin de iki kez kıble yapıldığına ilişkin

bir kanıt yok ortada. Şayet, ayette sözü edilen "kıble" ile "Kâbe"

nin kastedildiğini kabul edersek, böyle bir değerlendirme kaçınılmaz

olacaktır. Kısacası, müminlerin aralarında birtakım çalkantıların

yaşanması bekleniyordu:

 

a) Öncelikle; madem ki sonunda kıble olarak Kâbe üzerinde

karar kılınacaktıysa, başlangıçta Beyt'ül-Mukaddes'i kıble yapmanın

sebebi neydi? Böylece yüce Allah bu tür hüküm ve yasamalarını

insanın eğitimine, olgunlaştırılmasına, müminlerin öteki insanlardan

ayıklanmalarına, itaatkârların isyankârlardan ayırt edilmelerine,

uysalların serkeşlerden uzaklaştırılmalarına yönelik

maslahatlardan dolayı olduklarını açıklıyor. Zaten size kıble kılınan

önceki kıblenin belirlenişi de aynı sebebe yönelikti.

Dolayısıyla, "Peygambere uyanı bilelim" sözü "sana uyanı ayırt

edelim" demektir. İkinci şahsa yönelik hitap yerine üçüncü şahsa

yönelik bir hitabın seçilmesi, bu ayırma işinde "peygamberlik misyonunun"

etkin bir rol oynamasından dolayıdır. Önceki kıblenin tayini

ile de Müslümanlar için kıble edilmesi kastedilmiştir. Eğer,

bununla Beyt'ül-Mukaddes'in öteden beri kıble olarak tayin edilmiş

olması kastedilseydi, hiç kuşkusuz "peygamber" ifadesi de

genel olacaktı ve tüm peygamberleri ilgilendiren bir durum söz

konusu olacaktı; oysa ifadeden böyle bir sonuç çıkarmak uzak bir

ihtimaldir.

 

b) Müslümanların Beyt'ül-Mukaddes'e yönelerek kıldıkları

namazlar ne olacak? Bu durumda kıbleye yönelmeden namaz

kılmış olmuyorlar mı? Buna ise şöylece cevap verilmiştir: Bir kıble,

kendisi ile ilgili hüküm yürürlükten kaldırılmadığı sürece kıbledir.

Yüce Allah bir hükmü neshettiği zaman, o andan itibaren yürürlükten

kaldırır. Yani hükmü geçmişiyle birlikte temelden geçersiz

kılmaz. Müminlere yönelik şefkati ve rahmetinden dolayı böyle

yapar. Şu cümlede de buna işaret ediliyor: "Allah sizin imanınızı

 

500 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah insanlara şefkatli, merhametlidir."

Şefkat ve merhamet kelimeleri ifade ettikleri anlamın

özü açısından bir olmakla beraber "şefkat" bir musibetle sınanan

kimse ile ilgilidir. Rahmet ise daha genel kapsamlıdır.

 

"Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette

seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz." Bu ayet gösteriyor ki,

Resulullah efendimiz yüce Allah'ın kendisine özel bir kıble belirlemesini

sevdiğinden (s.a.a) kıble ile ilgili ayetin inişinden önce -ki

şu anda bu ayetin üzerinde duruyoruz.- yüzünü göklere çeviriyordu,

bir beklenti içindeydi. Kıble ile ilgili açıklayıcı bir bilginin

vahyedilmesini bekliyordu. Ama bu Beyt'ül-Mukaddes'e yönelmekten

hoşlanmadığından değildi. Haşa, Resulullah için böyle bir şey

söylemek doğru olmaz. Nitekim yüce Allah, "Seni hoşlanacağın

bir kıbleye döndüreceğiz." buyuruyor. Bir şeyden hoşlanmak, onun

karşıtı olan diğer şeyden nefret etmeyi gerektirmez. Tersine,

ayetin inişi ile ilgili rivayetlerden de anlaşıldığı kadarıyla Yahudiler,

kendi kıblelerine yönelerek namaz kılan Müslümanları

ayıplıyorlardı, bunu kendileri için bir övünç vesilesi olarak değerlendiriyorlardı.

Bu durum ise Resulullah efendimizin (s.a.a) üzülmesine

yol açtı. Bu yüzden geceleyin çıkıp göklere bakarak yüce

Allah'tan vahiy gelmesini ve kalbinin üzerine çöken hüznün dağılmasını

bekledi. Bunun üzerine söz konusu ayet indi.

 

Eğer, Allah'ın hükmü, kıblenin eskiden olduğu gibi Kudüs'teki

Beyt'ül-Mukaddes olması şeklinde inseydi, hiç kuşkusuz bu, Yahudilerin

aleyhine bir kanıt olacaktı. Yoksa, gerek Resulullah için

ve gerekse Müslümanlar için Yahudilerin kıblesine dönmekten dolayı

utanılacak bir durum yoktur. Çünkü kul, sadece itaat etmekle

yükümlüdür. Ne var ki yüce Allah yeni bir kıble gösterdi onlara.

Böylece Yahudilerin Müslümanları utandırma girişimleri ve övünme

gerekçeleri ortadan kalktı., Bunun yanı sıra yükümlülük de belirginlik

kazandı. Bu, kesin bir kanıttı ve bundan hoşnutluk duyulacaktı.

 

"Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız, yüzünüzü

o yöne çevirin." İfadenin orjinalinde geçen "şatr" kelimesi,

bir şeyin "bir kısmı" demektir. Mescid-i Hâram'ın "bir kısmı" ise,

"Kâbe"dir. Ayette "yüzünü Kâbe'ye çevir" yerine "Mescid-i Haram

tarafına (ya da bir kısmına) çevir." deniyor. Aynı şekilde, "Yüzünü

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 501

 

Beyt'ül-Haram'a çevir." şeklinde bir ifade de kullanılmıyor ki, eski

kıble ile tam bir karşıtlık, bir dengelilik oluşsun. Eskiden kıble,

Mescid-i Aksa'nın bir tarafıydı, orada herkesçe bilinen bir kayaydı.

Onun yerine, Mescid-i Haram'ın bir tarafı, yani Kâbe kıble olarak

öngörüldü. Bunun yanı sıra "şatr" kelimesinin mescide izafe edilmesi

ve Mescidin de "haram" olarak nitelendirilmesi, hükme birtakım

ayırdedici özellikler katıyor ki, şayet "Kâbe" ya da "Beyt'ül-

Haram" denilseydi, bu ayrıntı niteliğindeki sonuçlar elde

edilemeyecekti.

 

Yüce Allah'ın başlangıçta "Yüzünü çevir" diyerek hükmü

Resulul-lah efendimize (s.a.a) özgü kılması, ardından "nerede olursanız"

buyurarak hükmü hem onu, hem de tüm müminleri

kapsayacak şekilde genelleştirmesi gösteriyor ki, kıble değişikliğine

ilişkin hüküm indiği sırada Resulullah efendimiz (s.a.a) Müslümanlarla

birlikte mescitte namaz kılıyordu. Bu yüzden emir önce

özellikle ona yöneltildi. En başta onun namazı içinde hüküm yürürlüğe

kondu. Sonra hem onu, hem de tüm Müslümanları kapsayan,

tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olan hüküm bildirildi.

"Kitap verilenler, bunun Rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler."

Çünkü ellerindeki kitaplarda Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamberliğinin

gerçekliğine ilişkin bilgiler yer alır. Yahut, bu kitaplarda,

bu doğru sözlü Peygamberin kıblesinin Mescid-i Hara-m'ın

bir yönü olduğu yazılıdır. Hangisi olursa olsun "Kitap verilenler" ifadesi,

onların ellerindeki kitabın bu uygulamanın gerçekliğini içerdiğini

gösteriyor. Ya uyuşma ya da zimnen onaylama söz konusudur.

Ama yüce Allah, onların gerçeği gizlediklerinden, ellerindeki

bilgiyi sakladıklarından habersiz değildir.

 

"Andolsun ki, sen kitap verilenlere her türlü ayeti getirsen, yine onlar

senin kıblene uymazlar." Bu ifade, onların inatçılıklarını, dik başlılıklarını

yüzlerine vuran bir uyarı niteliğindedir. Onların kabule yanaşmamaları,

gerçeğin belirsizliğinden ve gereği gibi açığa kavuşmamışlığından

kaynaklanmıyor. Çünkü onlar, hiçbir kuşkuya

yer bırakmayacak şekilde bunun gerçek olduğunu biliyorlar. Sürekli

itiraz etmelerinin, kargaşa çıkarma çabası içinde olmalarının

sebebi, din hususunda inatçı bir yaklaşıma sahip olmaları, bilerek

gerçeği reddetmeleridir. Bu yüzden kanıt sunmak onlarda bir tavır

değişikliğine yol açmaz. Ayet getirmiş olmak inkârcılıklarını sona

 

502 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

erdirmez ve eğer sen her türlü ayeti, mucizeyi ve kanıtı getirip ortaya

sersen, yine de senin kıblene uymazlar. Çünkü onlar dik başlı

ve inatçı kimselerdirler. Sen de onların kıblelerine yönelmezsin;

çünkü sen Rabbin tarafından sunulmuş bir kanıta dayanarak hareket

ediyorsun. "Sen de onların kıblesine uyacak değilsin." ifadesi,

haber verme biçiminde bir yasaklama da olabilir.

Onlar da birbirlerinin kıblelerine yönelmezler. Yahudiler, nerede

olurlarsa Beyt'ül-Mukaddes'teki kayaya yönelirler. Hıristiyanlar

da nerede bulunurlarsa bulunsunlar, doğuya yönelirler. Bu iki grup

da birbirlerinin kıblelerini kabul etmezler. Çünkü kabul ve red şeklindeki

tavırlarının dayanağı kişisel ihtiraslarıdır, heva ve hevesleridir.

 

"Sana gelen ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyarsan, o

takdirde sen, mutlaka zalimlerden olursun." Bu ifade Peygamber efendimize

yönelik bir tehdit niteliğindedir. Ama içerdiği anlam ve

mesaj tüm ümmete yöneliktir. Bununla Ehlikitab'ın hevâ ve heveslerine

uydukları için inatçılık ettikleri ve böylece zalimler kategorisine

girdikleri vurgulanıyor.

 

"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar."

"Onu... tanırlar" ifadesindeki zamir, kitaba değil, Resulullah

efendimize (s.a.a) dönüktür. Bunun kanıtı da söz konusu "tanıma"

nın, oğulları tanımaya benzetilmiş olmasıdır. Çünkü böyle bir

benzetme ancak insan için kullanıldığı zaman yerinde olur. Yani

bir kitap için, "falanca adam oğlunu tanıdığı gibi ya da bildiği gibi

bu kitabı da tanıyor" denmez.

 

Kaldı ki, ayetin akışı -ki, Resulullah ve ona inen kıble

değişikliğine ilişkin emirle ilgilidir- Ehlikitab'a verilen kitaba

büsbütün yabancıdır. Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: Kitap

verilenler ellerinde bulunan kitapların içerdiği müjdeleyici

işaretlerden dolayı Allah'ın elçisini kendi oğullarını tanır gibi

tanıyorlar. Ama onlardan bir grup gerçeği bile bile saklıyor.

Buna göre, "Onu... tanırlar." ifadesinde hitap hazırda bulunan

birinden alınıp üçüncü şahsa yöneltilmiş ve Resulullah efendimiz

(s.a.a) orada hazır bulunmayan biri olarak değerlendirilerek bundan

önce kendisi hazır kabul edilerek konuşma ona yöneltilmişken,

birden hitap müminlere yöneltilmiştir. Bu şekilde "iltifat" sa-

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 503

 

natına başvurulmasının nedeni ise şu hususun açığa kavuşturulmasıdır:

"O'nun durumu kitap ehli toplumlar tarafından çok iyi bilinmektedir."

Bu tür bir konuşma tarzı, bir topluluğa hitap eden, ama içlerinde

birini üstün niteliklerinden dolayı muhatap olarak kabul eden

ve onunla konuşarak sözlerini başkalarına duyuran, muhatap

aldığı kişinin şahsına ait üstün niteliklerini vurgulamaya gelince

de, onun yerine topluluğa hitap etmeye başlayan, ardından onun

üstünlüğünü anlatmaya son verince de baştaki gibi tekrar ona hitap

etmeye başlayan birinin konuşma tarzını andırıyor. Bununla iltifat

sanatına ne amaçla başvurulduğu anlaşılıyor.

 

"Gerçek, Rabbinden gelendir; artık kuşkulananlardan olma." Bu ifade,

önceki açıklamayı pekiştirme amacına yöneliktir. Ayrıca

kuşkuya düşmekten de sakındırıyor. Görünürde bu uyarı Peygamberimize

(s.a.a) yöneltiliyor ama, mesaj müminlere yöneliktir.

 

"Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O hâlde hayır işlerde yarışın."

Orijinal ifadede geçen "viche=yön" tıpkı "kıble" gibi yönelinen şey

demektir. Bu cümle bir bakıma önceki açıklamanın özeti niteliğindedir.

Ayrıca bununla konu değişikliğine de gidiliyor ve insanlar

"kıble" meselesinin üzerine fazla düşmemeleri, sözü gereksiz yere

uzatmamaları uyarısında bulunuluyor. Demek isteniyor ki: Her toplumun

çıkarları göz önünde bulundurularak hükme bağlanmış bir

kıblesi vardır. Bu, bizzat kıblenin kendisinden kaynaklanan evrensel

bir zorunluluk ve kıble meselesi değişim ve başkalaşım kabul

etmez değildir. Öyleyse bu konuda tartışmayı bırakın da hayırlara

koşun, hayırlı işler yapmada birbirinizle yarışın. Çünkü, geleceğinden

kuşku duyulmayan bir günde yüce Allah sizi bir araya getirecektir.

Nerede olursanız olun, Allah tümünüzü toplar. Çünkü Allah-

'ın her şeye gücü yeter.

 

Bil ki: Bu ayet-i kerime, kıble değişikliği meselesi ile ilgili ayetler

arasında yer aldığı için, o meseleye uyarlanabildiği gibi, bunun

dışında evrensel bir meseleye de uyarlanabilir. Bu ayette kazâ ve

kader olgularına işaret ediliyor; hüküm ve kuralların kazâ ve kaderin

fonksiyonunu yerine getirmesi için konuldukları dile getiriliyor.

İnşaallah meseleyle ilgili ayeti ele aldığımızda doyurucu bilgiyi vereceğiz.

 

504 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir." Bazı tefsir

bilginleri ayete, "Hangi yerden çıkıp hangi bölgeye varırsan, yüzünü

Mescid-i Haram'a çevir" anlamını vermişlerdir. Bazıları, "Ülkenin

neresinden çıkarsan" demişlerdir. "Nereden çıkarsan" sözü

ile "Mekke" kenti kastedilmiş de olabilir. Çünkü Resulullah efendimizin

(s.a.a) çıktığı yer burasıdır. Nitekim yüce Allah bir ayette

şöyle buyuruyor: "Seni çıkaran şehirden..." (Muhammed, 13) Yani ister

Mekke'de ol, ister başka bölgelerde bulun Kâbe'ye yönelmek

senin için değişmez bir hükümdür. "Bu, elbette Rabbinden gelen

gerçektir, Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir." ifadesi bu

hükmü pekiştirmeye dönük bir vurgulamadır.

 

"Nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir; nerede

olursanız, yüzünüzü o yana çevirin." Burada birinci cümle aynı ifadelerle

tekrarlanmıştır. Bunun nedeni, hükmün her hâlükârda geçerli

ve değişmez olduğunu vurgulama olsa gerektir. Bu, tıpkı birinin

şöyle demesi gibidir: Ayağa kalktığın zaman Allah'tan kork, oturduğun

zaman Allah'tan kork, konuştuğun zaman Allah'tan kork,

sustuğun zaman Allah'tan kork." Bu adam her defasında takvadan

söz etmekle, demek istiyor ki: Bu hâllerin her birinde takvaya

sarıl, bu duygu her durumda seninle olsun." Eğer "Kalktığın zaman,

oturduğun zaman, konuştuğun zaman ve sustuğun zaman

Allah'tan kork" denilse, yukarıdaki incelik kaybolur. Buna göre ayetin

anlamı şöyledir: Çıktığın Mescid-i Haram tarafına yönel, yeryüzünün

neresinde olursanız, yüzünüzü onun tarafına çevirin.

 

"Ki insanların aleyhinizde bir delili olmasın. Yalnız haksızlık edenler

başka. Onlardan korkmayın, benden korkun." Bu ifadede, üzerinde

bunca durulan, bunca vurgularla pekiştirilen, uygulanması gerektiği

bunca dile getirilen ve çiğnenmesinden sakındırılan bu hükmün

üç hususu içerdiğine işaret ediliyor:

 

a) Yahudiler, vadedilen nebinin yöneleceği kıblenin Beyt'ül-Mukaddes

yerine Kâbe olacağını kitaplarından öğrenmişlerdi. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kitap verilenler, bunun Rableri

tarafından bir gerçek olduğunu bilirler." Eğer bu hüküm

terkedilecek olursa, Yahudiler bunu, "Peygamberiniz gerçek peygamber

değildir." diyerek Müslümanların aleyhine kanıt olarak

kullanacaklardı. Ama bu hüküm yerine getirildiği zaman, ellerinde

hiçbir gerekçe kalmaz. Ancak zalimler başka. Bu ifade istisna-i

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 505

 

münkatıdır [kopuk istisnadır]. Yani, onların içinde hevalarına uyan

zalimler, itirazlarına son vermezler. Siz onlardan korkmayın. Çünkü

onlar kişisel hevalarına uymaktan dolayı zalimler kategorisine

girmişlerdir. Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Siz

benden korkun.

 

b) Bu hükme sıkı sıkıya sarılmak, Müslümanlara yönelik nimetin,

dinlerinin kemale erdirilmesi suretiyle, tamamlanmasına yol

açar. Nimetin tamamlanmasının ne demek olduğunu, "Bugün sizin

dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Mâide, 3)

ayetini incelerken açıklayacağız.

 

c) Dosdoğru yolu bulma ümidi. "Bizi doğru yola hidayet et."

(Fâtiha, 6) ayetini incelerken "hidayet" kavramı ile ilgili ayrıntılı bilgi

vermiştik.

 

Bazı tefsir bilginleri, kıble değişikliği konusunu içeren bu ayetin,

"ve size olan nimetimi tamamlayayım ve bu sayede belki hidayete

eresiniz." şeklinde bir ifadeyi kapsamasını, aynı ifadenin

Mekke'nin fethini konu alan Fetih suresinde yer almasından hareketle,

Mekke'nin fethine yönelik bir müjde olarak değerlendirmişlerdir.

Fetih suresinde şöyle buyuruluyor: "Biz sana apaçık bir fetih

verdik. Ta ki Allah, senin günahından geçmişte ve yakın zamanda

olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni

doğru bir yola iletsin." (Fetih, 1-3)

 

Bunun açıklaması şöyledir: Kâbe İslâm'ın ilk dönemlerinde

müşriklerin düzmece ilâhları adına diktikleri heykellerle, putlarla

doluydu. Otorite onların elindeydi. İslâm henüz gücünü ve caydırıcılığını

gösterecek durumda değildi. Bu yüzden yüce Allah Peygamberine

Beyt'ül-Mukaddes'e yönelmesini emretti, ona bu yolu

gösterdi. Çünkü orası Yahudilerin kıblesiydi ve Yahudiler müşriklere

göre din olarak Müslümanlara daha yakındılar. Nihayet

Resulullah'ın (s.a.a) Medine'ye hicret etmesiyle birlikte İslâm yaygınlık

kazanınca ve fetih zamanı da yaklaşıp Kâbe'nin putlardan

arınma ümidi doğunca, kıble değişikliğine ilişkin emir geldi. Hiç

kuşkusuz bu, Müslümanlara özgü kılınan büyük bir nimetti. Kıble

değişikliğine ilişkin ayette, nimetin tamamlanmasından ve hidayetten

söz ediliyor.

 

506 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bundan maksat Kâbe'nin putların oluşturduğu iğrençlikten

kurtulup, kendisine yönelinerek Allah'a kulluk sunulan bir kıble

olması ve bunun sırf Müslümanlara özgü bir uygulama olmasıdır.

Müslümanlar sadece ona yönelme durumundadırlar. Şu hâlde yukarıdaki

ifade Mekke'nin fethine ilişkin bir müjdedir. Daha sonra

yüce Allah, fetih zamanı Mekke'nin fethinden söz edince, daha

önce onlara vadettiği nimetin tamamlanmasına ilişkin müjdeye

işaret etti. "Ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir

yola iletsin." buyurarak önceki ifadeye göndermede bulundu.

Bu yorum, görünürde ilginç ve tutarlı gibi görünse de titiz bir

incelemeden yoksun olduğu bellidir. Çünkü ayetlerin akışı böyle

bir yorumu destekler nitelikte değildir. Bu ayette nimetin tamamlanmasına

ilişkin vaadi içeren, "Ve size olan nimetimi tamamlayayım

ve bu sayede belki hidayete eresiniz." ifadesinin başındaki

"lam" harfi gaye bildirir mahiyettedir. Bu vaadin gerçekleşmesi olarak

değerlendirilen Fetih suresindeki, " Ta ki Allah, senin günahından

geçmişte ve yakın zamanda olanı bağışlasın ve sana olan

nimetini tamamlasın ve seni doğru yola iletsin..." ayetinin başında

da aynı harf vardır. Şu hâlde her iki ayet de, nimetin tamamlanmasına

ilişkin güzel bir vaat içermektedirler. Ayrıca kıble değişikliğine

ilişkin ayetin içerdiği vaat tüm Müslümanlara yöneliktir,

Fetih suresindeki ayet ise, bu hususta özel olarak Resulullah efendimize

hitap ediyor. Dolayısıyla her iki ayetin akış yönü farklıdır.

Eğer bu iki ayetin içerdiği vaadin gerçekleştiğine ilişkin bir ifade

varsa, o da "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi

tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Mâide, 3) ayet-i

kerimesidir. Biz bu ayeti incelerken "nimet" kavramı üzerinde duracağız

ve yüce Allah'ın bu ayet-i kerimede bir lütuf olarak sunduğu

nimeti somut biçimde tanımlamaya çalışacağız.

Yüce Allah'ın şu sözü de nimetin tamamlanmasına ilişkin bir

vade ifadesini içermek bakımından bu iki ayete benziyor: "...fakat

sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor.

Umulur ki, şükredersiniz." (Mâide, 6) Yine "Allah nimetini böyle size

tamamlıyor ki, siz Müslüman olasınız." (Nahl, 81) ayeti aynı pozisyondadır.

İnşaal-lah bu ayetlere ilişkin açıklamaların ardından,

konuyla ilgili uygun bir yorumda bulunacağız.

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 507

 

"Nitekim kendi içinizden size... öğretecek bir elçi gönderdik." Ayetin

ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla cümlenin orijinalinin başındaki

[kema erselnâ] "kâf" teşbih bildirir ve "ma" edatı da masdariyedir.

Bu durumda ayetin açık anlamı şöyle olur: Hz. İbrahim'in yaptığı

ve birtakım hayırlara ve bereketlere kavuşması için dua ettiği Kâbe'yi

sizin için kıble yapmakla size nimet verdik. Nitekim kendi içinizden

size bir peygamber gönderdik ki, bu peygamber size ayetlerimizi

okuyor, size kitap ve hikmeti öğretiyor ve sizi arındırıyor.

Bun-lar İbrahim'in duasının karşılıklarıdırlar. Zira oğlu ile birlikte

şöyle dua etmişti İbrahim: "Rabbimiz, onlara içlerinden, senin ayetlerini

kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek,

onları arındıracak bir elçi gönder."

 

Dolayısıyla ayet-i kerimede Kâbe'nin kıble kılınmasının nimet

yönü vurgulandığı gibi Peygamberin gönderilişi de bir lütuf olarak

ön plâna çıkarılıyor. Şu hâlde "kendi içinizden" ifadesiyle kastedilenler

teslim olmuş ümmettir. Teslim olmuş ümmetten gerçekte

sadece bu ümmetin içinde yer alan dinin velileri kastediliyor. Zahire

göre İsmail soyundan gelen tüm Müslümanlar (ki bunlar Mudar

kabilesine mensup Araplardır), hükmen de tüm Araplar, daha

doğrusu tüm Müslümanlar kastediliyor.

 

"Size ayetlerimizi okuyacak..." İfadeden anlaşıldığı kadarıyla "ayetler"

den kastedilen, Kur'ân ayetleridir. Çünkü "yetlû" kelimesinin

türediği "tilâvet" mastarında anlamdan çok lafız ön plândadır.

Ayetin orijinalinde geçen "yuzekkî" fiilinin mastarı olan "tezkiye"

ise, temizleme, yani kirlerden ve pisliklerden arındırma demektir.

Dolayısıyla şirk ve küfür gibi bozuk inançlardan, kibir ve kendini

beğenmişlik gibi düşük karakterlerden, adam öldürme, zina etme

ve içki içme gibi kötü amellerden arındırma bu kavramın kapsamına

girer. Kitap ve hikmeti öğretmek ve bilmedikleri şeyleri öğretmek,

tüm temel ve ayrıntı niteliğindeki bilgileri öğretmek

demektir.

 

Bil ki: Ayet-i kerimelerde birkaç yerde iltifat sanatına başvurulmuştur.

Yüce Allah'la ilgili olunca, hem gayb (üçüncü tekil şahıs),

hem mutekellim-i vahde (birinci tekil şahıs) ve hem de mütekellim

mea'l-gayr (ikinci şahıs) üslûbu kullanılmıştır. Onun dışında

 

508 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

da gayb, hitap ve tekellüm üslubuna başvurulmuştur. İyi bir gözlemci

bu üslûpta yatan inceliğin farkına varır.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde Tefsir'ul-Kummî'ye dayanılarak

"bazı beyinsizler... O dilediğini doğru yola iletir." ayeti ile ilgili olarak

İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah efendimiz

(s.a.a) Mekke'de on üç sene, Medine'ye hicret ettikten

sonra da toplam yedi ay Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes'e yönelerek

namaz kıldıktan sonra yeni kıble Kâbe olarak belirlendi. Allah onu

Mekke'ye yöneltti. Çünkü Yahudiler Resulullah efendimizi (s.a.a)

alaya alıyor ve 'Sen bize tâbisin, bizim kıblemize yönelerek namaz

kılıyorsun." diyerek dil uzatıyorlardı. Onların bu küçük düşürücü

tavırları karşısında Resulullah büyük bir üzüntüye kapıldı. Gecenin

karanlığında dışarı çıkıp göklere bakıyor, bu hususta yüce Allah'tan

bir açıklama gelmesini bekliyordu. Gün ışıyıp öğlen namazının

vakti girince, Resulullah Salimoğulları Mescidinde öğlen

namazını kılıyordu. Henüz iki rekât kılmıştı ki, Cebrail indi, iki kolundan

tutup onu Kâbe'ye yöneltti ve ona şu ayet-i vahyetti: 'Biz

senin yüzünün göğe doğru çevirilip durduğunu görüyoruz. Elbette

seni hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescidi

Haram tarafına çevir." Böylece efendimiz dört rekâtlı bir namazın

iki rekâtını, Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes'e, iki rekâtını da

Mekke'deki Kâbe'ye yönelerek kılmış oldu. Bunun üzerine Yahudiler

ve kimi beyinsizler 'Bunları daha önce yöneldikleri kıbleden

döndüren nedir?' dediler."

 

Ben derim ki: Bu hususla ilgili olarak gerek Şiî ve gerekse

Sünnî kanallardan birçok hadis rivayet edilmiştir, ki bunlar birbirlerine

yakın içerikli hadisler olarak kaynak eserlerde yer alırlar.

Ama olayın gerçekleştiği tarih noktasında farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Çoğunluk -ki doğrusu budur- kıble değişikliğinin, hicretin

ikinci yılının recep ayında, yani hicretin on yedinci ayında gerçekleştiği

görüşündedir. İnşaallah yeri geldiğinde, sınırlı da olsa

birtakım açıklamalarda bulunacağız.

 

Ehlisünnet ve'l-Cemaat kanallarınca, bu ümmetin insanlar üzerinde

şahitlik yapması, Peygamberimizin de bu ümmet üzerinde

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................. 509

 

şahitlik yapması ile ilgili olarak şöyle bir rivayete yer verilir: "Kıyamet

günü toplumlar, peygamberlerin tebliğ yaptıklarını inkâr

ederler. Yüce Allah gerçeği bildiği hâlde peygamberlerden tebliğ

görevini yerine getirdiklerine ilişkin kanıt ister. Bunun üzerine

ümmet-i Muhammed getirtilir ve bunlar peygamberler lehine şahitlik

ederler. Diğer toplumlar, 'Bunu nereden bildiniz?' diye karşı

çıkarlar. Onlar da, 'Yüce Allah'ın doğru sözlü peygamberinin diliyle

bize aktardığı kitabındaki bilgilerden öğrendik.' derler. Bundan

sonra Hz. Muhammed getirtilir ve ümmetinin durumu ondan sorulur.

O da onları temize çıkarır, adil oldukları yönünde şahitlikte bulunur.

İşte yüce Allah, 'Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara

şahit getirdiğimiz zaman hâlleri nice olur?' [Nisâ, 41] buyururken

buna işaret ediyor."

 

Ben derim ki: Bu rivayetin içerdiği açıklamalar başka

rivayetlerce de desteklenmektedir. Bunları Suyûtî, ed-Dürr'ül-

Mensûr adlı eserinde aktarmaktadır. Başka eserlerde de bunlara

rastlamak mümkündür. Resulullah efendimizin (s.a.a) ümmetini

temize çıkarması, adilliğine şahitlik etmesi ile ümmetin içinde yer

alan bazı kimseler kastedilmiş olsa gerektir, tüm ümmet değil.

Yoksa öyle bir sonuç, zorunlu olarak kitap ve sünnetle çelişki

arzetmektedir. Resulullah efendimizin, yaşanan bunca faciayı ve

geçmiş ümmetlerin hiçbirinde benzerine rastlanmayan bunca

zulmü onaylaması, doğrulaması mümkün müdür? Allah'ın elçisi

bu ümmetin bünyesinde yer alan Firavun kimlikli zorbaları,

tağutları temize çıkarır mı? Böyle düşünmek hanif dinine ağır bir

darbe indirmek ve apaydınlık dinin içerdiği hakikatleri sulandırmak

anlamına gelmez mi? Kaldı ki, hadis, nazarî bir şahadetten

söz ediyor, bizzat görülüp tanık olunan bir şahitlikten değil.

 

el-Menâkıb adlı eserde, bu konuyla ilgili olarak İmam Bâkır'ın

(a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Ancak imamlar ve peygamberler

insanlar hakkında şahitlikte bulunabilirler. Yüce Allah'ın tüm ümmetin

şahitliğini istemesi düşünülemez. Çünkü ümmet için de öyleleri

var ki, bir demet ot hakkında bile onun şahitliğine

güvenilmez." [c.4, s.179]

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de nakledilen bir rivayete göre, İmam Sadık

(a.s): "ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit ol-

 

510 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

sun." ifadesi ile ilgili olarak, "Eğer yüce Allah'ın bu ayeti kerimede

İslâm kıblesine yönelen tüm ehl-i tevhidi kastettiği zannına kapılırsan,

dünya hayatında bir ölçek hurma hakkında bile şahitliği

geçersiz olan birinin yüce Allah'ın kıyamet günü şahitliğine baş vuracağı

ve tüm geçmiş ümmetlerin hazır bulunduğu bir sırada yaptığı

şahitliği kabul edeceği iftirasını atmış olursun. Kesinlikle hayır!

Allah böylelerini kastetmiyor. Onun kastettiği Hz. İbrahim'in duasına

mazhar olan, kendileri için "siz insanlar için ortaya çıkarılmış

en hayırlı ümmetsiniz" denilen kimselerdir. Onlar "vasat" ümmet,

insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet niteliğine yakışan

kimselerdir. [c.1, s.63, h: 114]

 

Ben derim ki: Kitabın verdiği mesajdan yola çıkarak ilgili ayeti

tefsir ettiğimizde bu hususu açıkladık.

 

Kurb'ul-İsnâd adlı eserde, İmam Sadık (a.s) babasından, o da

Resulullah efendimizden (s.a.a) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah

ümmetime üç özellik bahşetmiştir ki, bunları ancak peygamberlere

lütfetmiştir... Yüce Allah bir peygamberi görevlendirince onu

kavminin üzerine şahit eder. Yüce Allah benim ümmetimi de tüm

insanların üzerinde şahit kılmıştır. Nitekim Allah şöyle buyuruyor:

'Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız

için.'1..." [s.41]

 

Ben derim ki: Bu hadis, yukarıdaki açıklamamızı çürütmüyor,

çünkü "ümmet"ten maksat, Hz. İbrahim'in duasına mazhar olan

Müslüman ümmettir.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Hz. Ali'nin (a.s) kıyamet gününü tasvir ettiği

bir konuşmasında şu sözlere yer verilir: "Bir alanda toplanılır. Bütün

insanlar orada sorguya çekilir. Rahmanın izin verdiklerinin dışında

kimse konuşamaz, konuştuğunda da doğruyu söyler. Bu sırada

Peygamberimiz (s.a.a) kaldırılır ve ondan sorulur. 'Her ümmetten

bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman hâlleri

nice olur?' ayetinde Hz. Muhammed'e yönelik hitapla, işte bu olay

kastedilmiştir. Resulullah efendimiz (s.a.a) şahitlerin şahididir.

Şahitler ise, peygamberlerdir." [c.1, s.242, h: 132]

--------

1- [Hac, 78]

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................. 511

 

et-Tehzîb adlı eserde, Ebu Basir'in şöyle dediği belirtilir: İki imamdan

birine (yani İmam Muhammed Bâkır -a.s- veya İmam

Sadık'a -a.s-) dedim ki: "Allah mı Beyt'ül-Mukaddes'e yönelinerek

namaz kılmayı emretmişti? "Evet, dedi. Yüce Allah'ın, 'Biz, peygambere

uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye,

senin önceden üzerinde bulunduğun yönü kıble yapmıştık.' dediğini

duymadın mı?" [c.2, s.138]

 

Ben derim ki: Hadisten çıkan sonuca göre, "elletî kunte

aleyha= önceden üzerinde bulunduğun" cümlesi, orijinal metinde

geçen "el-kıble"nin sıfatıdır ve onunla da Beyt'ül-Mukaddes kastedilmiştir.

Yine buna göre Beyt'ül-Mukaddes, Resulullah'ın eskiden

yöneldiği kıbledir. Daha önce de vurguladığımız gibi, ayetlerin akışından

çıkan sonuç da budur.

 

Bu sonuç, bazı eserlerde İmam Hasan Askerî'den (a.s) nakledilen

rivayetleri pekiştirir niteliktedir: "Mekke halkının meyli Kâbe'ye

yönelikti. Bunun üzerine yüce Allah, onları hoşlanmadıkları, ama

Hz. Muhammed'in emrettiği bir kıbleye yönelterek Hz. Muhammed'in

tâbileri ile muhaliflerini birbirlerinden ayırmak istedi.

Medine'liler de Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya yönelme arzusuna sahip

olduklarından bu sefer onun tersini bir kıble öngördü, Kâbe'ye

yönelmelerini emretti ki, hoşlanmamasına rağmen Hz. Muhammed'in,

doğrulayıp uygun gördüğü bir hususta ona uyan kimseyi ortaya

çıkarsın..." [el-Vafi, c.5, s.83, bab: 67]

 

Bu açıklama ile "önceden üzerinde bulunduğun" ifadesini

"ceal-na" fiilinin ikinci mef'ulu olarak değerlendirenlerin yaklaşımlarının

yanlışlığı da ortaya çıkıyor. Onlara göre ifadenin açıklaması

şöyledir: "Beyt'ül-Mukaddes'ten önce yöneldiğin Kâbe'yi kıble

yapmadık..." Yüce Allah'ın "meğer kimin elçiye uyduğunu bilelim"

sözünü de delil olarak getirmişlerdir. Bu anlam yanlıştır ve yanlış

olduğu önceki ifadelerden de anlaşılmaktadır.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Zübeyrî'den şöyle nakledilir: İmam Sadık'a

(a.s) dedim ki: "Söyler misiniz, iman; söz ve amel midir, yoksa

amelden ayrı sırf söz müdür?" Dedi ki: "İman, bütünüyle ameldir.

Söz ise, bu amelin ancak bazısıdır. İman Allah tarafından farz kılınmış,

kitabında açıklığa kavuşturulmuş, nuru son derece belir-

 

512 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

gindir ve kanıtı da değişmeden yerinde durmaktadır. Allah'ın kitabı

imana tanıklık ediyor ve insanları ona çağırıyor."

"Nitekim yüce Allah, Peygamberinin yüzünü, namaz esnasında,

Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes'ten döndürüp Mekke'deki Kâbe'-

ye yöneltince, Müslümanlar Peygamber efendimize (s.a.a),

'Beyt'ül-Mukaddes'e yönelerek kıldığımız namazlar hakkında ne

buyurursun? Bu hususta bizim ve Kudüs'teki Beytül-Mukaddese

yönelinerek namaz kıldığı sıralarda ölen kardeşlerimizin durumu

ne olacaktır?' dediler. Bunun üzerine yüce Allah, 'Allah sizi imanınızı

zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah insanlara şefkatli, merhametlidir.'

ayetini indirdi. Böylece namazı iman olarak nitelendirdi.

Kim tüm organlarını koruyarak Allah'tan sakınırsa, organlarından

her biri aracılığı ile Allah'ın koyduğu farzları yerine getirirse,

imanı bütün bir cennet ehli olarak Allah'la karşılaşır. Kim de bu

hususta bir hainlik yaparsa ya da Allah'ın bir emrini çiğnerse, eksik

imanlı olarak Allah'ın huzuruna çıkar." [c.1 s.63, h: 115]

Ben derim ki: Bu hadisi Kuleynî de rivayet etmiştir.1 Rivayette

"Allah imanınızı zayi edecek değildir." ayetinin kıble değişikliğinden

sonra indiğinin belirtilmesi, bundan önceki açıklamalara ters

düşmemektedir.

 

Men La Yahzuruh'ul-Fakîh adlı eserde belirtildiğine göre, Resulullah

efendimiz (s.a.a) Mekke döneminde on üç yıl, Medine döneminde

de on dokuz yıl Kudüs'teki Beyt'ül-Mukaddes'e yönelerek

namaz kılmıştır. Sonra Yahudiler, "Sen bizim kıblemize yöneliyorsun."

diyerek yüzüne vurmaya başladılar. Bu tavırları Resulullah

efendimizin (s.a.a) büyük bir üzüntüye kapılmasına neden oldu.

Gecenin bir kısmında evinden çıkıp yüzünü göklere çevirdi. Tan yeri

ağarınca sabah namazını kıldı. Öğlen namazını kıldığı sırada, iki

rekâtı tamamlayınca, Cebrail indi ve ona, "Biz senin yüzünün göğe

doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni hoşlanacağın

bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına

çevir." dedi, sonra efendimizin elinden tutup yüzünü Kâbe'ye yöneltti.

Arkasında saf tutan müminler de yüzlerini o tarafa çevirdiler.

Bu yüzden erkekler kadınların yerine kadınlar da erkeklerin

yerine geçmiş oldular. Böylece Resu-lullah efendimiz namazının

---------

1- [Usûl-i Kâfi, c.2, s.33, h: 1]

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................. 513

 

ilk kısmını Mescid-i Aksa'ya, ikinci kısmını da Kâbe'ye yönelerek

kılmış oldu. Bu haber Medine'de bulunan bir diğer mescide de iletildi.

O sırada Mescitte bulunanlar ikindi namazının ilk iki rekâtını

kılmış bulunuyorlardı. Bunun üzerine yüzlerini Kâbe'ye doğru çevirdiler.

Böylece namazın ilk kısmı Mescid-i Aksa'ya son kısmı ise,

Mescid-i Haram'a doğru kılınmış oldu. Bu yüzden adı geçen mescide

"Mescid'ül-Kıbleteyn" yani "iki kıble mescidi" denildi. [c.1, s.274]

 

Ben derim ki: Kummî de benzeri bir hadis rivayet ederek,

Resu-lullah efendimizin o sırada Salimoğulları Mescidinde namaz

kıldığını belirtmiştir.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Bâkır'ın (a.s) "Artık yüzünü Mescid-i

Hâram tarafına çevir." ifadesi ile ilgili olarak şöyle dediği belirtilir:

"Yani kıbleye yönel ve yüzünü kıbleden başka tarafa çevirme, yoksâ

namazın bozulur. Çünkü yüce Allah Peygamberine farz namazla

ilgili olarak, 'Yüzünü Mescid-i Hâram tarafına çevir. Nerede olursanız,

yüzünüzü o yöne çevirin.' buyuruyor." [c.1, s.64, h: 116]

 

Ben derim ki: Bu ayetin farz namazla ilgili olarak indiğini belirten

ve bunun içeriğini farz namaza has kılan rivayetlerin sayısı oldukça

kabarıktır.

 

Tefsir'ul-Kummî'de yer alan bir rivayete göre, İmam Sadık (a.s)

"Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu, oğullarını tanıdıklan gibi tanırlar."

ayeti ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Bu ayet Yahudi ve

Hıristiyanlar hakkında inmiştir. Yüce Allah; 'kendilerine kitap verdiklerimiz

onu yani Resulullah'ı, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.'

buyuruyor. Çünkü yüce Allah Tevrat'ta, İncil'de ve Zebur'da Hz.

Muhammed'in ve arkadaşlarının niteliklerini, hicret edişini haber

vermiştir. Yüce Allah buna şu sözleriyle işaret ediyor: 'Muhammed

Allah'ın Resulüdür. O'nun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli,

kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rüku ve secde

ederek Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde

secdelerin izinden nişanları vardır. Onların Tevrat'taki ve İncil'deki

vasıfları budur.' [Fetih, 29]

 

Resulullah ve arkadaşları Tevrat'ta böyle tanımlanırlar. Peygamberimiz

ilâhî mesajı tebliğ etmekle görevlendirildiği zaman,

 

514 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ehlikitap onu tanıdı. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: O bildikleri

kendilerine gelince, onu inkâr ettiler." [Bakara, 89]

Ben derim ki: Bunun bir benzeri de el-Kâfi adlı eserde Hz. Ali'-

den rivayet edilmiştir. [c.2, s.283, h: 16]

 

Şiî kaynaklarının birçoğunda belirtildiğine göre, "Nerede olursanız

olun, Allah hepinizi bir araya getirir." ayeti İmam-ı Kâim Hz.

Mehdi'nin arkadaşları ile ilgilidir. Bazı kaynaklarda da bu yorumun

bir tür uyarlama olduğu belirtilir.

 

Ehlisünnet kanallarından gelen bir rivayete göre, "Size olan

nimetimi tamamlayayım." ifadesi ile ilgili olarak Hz. Ali, "Nimetin

tamamlanması İslâm üzere ölmektir." demiştir.

 

Yine Ehlisünnet kaynaklarında belirtildiğine göre, "Nimetin

tamamlanmasından maksat, cennete girmektir."

 

KIBLE HAKKINDA İLMÎ BİR İNCELEME

 

İslâm dininde kıbleye yönelmek, tüm Müslümanları kapsayan

genel bir ibadet olan namaz, hayvan kesme ve umum halkı ilgilendiren

diğer bazı konular açısından son derece önemlidir. Bu

yüzden kıbleyi belirlemek için ciddî bir araştırma yapma gereğini

duyarlar. Önceki dönemlerde genellikle zan, varsayım ve biraz da

tahmin esasına dayalı olarak kıbleyi belirlemeye çalışırlardı. Daha

sonraları ümmetin matematik bilginleri bilimsel bir araştırma ve

gerçeğe en yakın noktayı belirleme gereğini duydular. Bu amaçla,

ülkelerin enlem ve boylamlarını belirleme amacı ile kullanılan

cetvellerden, aletlerden yararlanma yönüne gittiler.

 

Önce, girinti ve üçgen hesabı ile, Mekke'nin bulunulan yerin

güney noktası karşısındaki sapma konumunu ortaya çıkardılar.

Yani bulunulan yer ile Mekke arasındaki kavuşma çizgisinin, bulunulan

yer ile o yerin güney noktası arasındaki kavuşma çizgisinden

(gündüzün yarı çizgisi) sapma oranını belirlediler. Daha sonra,

gündüzün yan çizgisini belirleyen ve Hint dairesi olarak bilinen ölçü

yardımcılığı ile tüm İslâm ülkeleri açısından bu noktayı belirlediler.

Ardından sapma derecelerini ve kıble hattını tayin ettiler.

Daha sonra kolaylık olsun diye pusula olarak bilinen mıknatıslı

aleti kullandılar. Çünkü pusulanın iki ibresinden biri kuzeyi biri

de güneyi gösterir. Bu alet, Hind dairesi yerine güney noktasının

 

Bakara Sûresi / 142-151 .................................. 515

 

belirlenmesi için kullanılır. Ayrıca ülkenin sapma çizgisi bilindiğinden

kıble tarafını belirleme kolaylaşır.

 

Ancak bu çalışma -Allah kendi rızasına yönelik bu çalışmaları

kabul etsin- iki bakımdan da yanılmadan kurtulamamıştır. Birincisi:

Son dönem matematikçiler, ilk kuşak matematikçilerin boylamı

belirlemede yanıldıklarını ortaya koydular. Bu yüzden yön

sapması ve Kâbe'nin bulunduğu noktanın belirlenmesi ile ilgili hesaplar

altüst oldu. Şöyle ki: Bir ülkenin enlemini belirlemeye -

kuzey kutbunun yüksekliğini göz önünde bulundurarak- ilişkin

yöntemleri gerçeğe yakın bir isabetliliğe sahipti. Ancak boylamı

belirlemeye ilişkin yöntemleri için aynı şeyi söylemek mümkün

değildir. Bu ise, göksel bir olayla ilgili iki ortak nokta arasındaki

mesafeyi göz önünde bulundurmaktır. Güneş tutulması gibi ki bu

olay onlarca ancak, güneşin yörüngesindeki seyri oranında algılanabilirdi.

Buna saatle ölçme denir. Ancak bu yöntem, eskiden kullanılan

aletlerle oldukça güçtü ve titiz bir uygulamadan uzaktı.

 

Ne var ki, günümüzün gelişmiş araçları ve iletişimin sağladığı

yakınlık, meseleyi son derece kolaylaştırmıştır. Kıbleyi tayin etme

gereği de hala geçerlidir. Nitekim Serdar Kabilî adıyla tanınan faziletli

Şeyh, bu hususta bir çalışma yapmıştır. Yeni yöntemlerle kıbleye

ilişkin yön sapmasını belirlemiştir. Yaptığı çalışmalara ve incelemelere

yer verdiği "Tuhfet'ul-Ecille Fî Marifet'il-Kıble" adlı risaleyi

yayımlamıştır. Son derece yararlı ve ayrıntılı bilgiler içeren bir

risaledir. Bu risalede Şeyh, kıblenin nasıl belirleneceğini matematiksel

olarak açıklıyor. Ayrıca ülkelerin kıble şemasını da çiziyor.

Şeyhin ulaştığı bulguların en ilginci de (Allah çalışmalarından dolayı

onu mükâfatlandırsın), Peygamber efendimizin (s.a.a) Medine'deki

Mescidinin mihrabı ile ilgili üstün kerametini ortaya koyan

tespitidir.

 

Şöyle ki: Eskilerin hesaplamasına göre, Medine'nin coğrafi

konumu, enlem: 25°, boylam: 75° 20 dk. Fakat Resulullah efendimizin

mescidindeki mihrap bu hesaplara uymuyordu. Bu yüzden

âlimler mihrabın kıbleye uyumluluğunu çeşitli açılardan araştırmaya

gidiyor ve yön sapmasına değişik açıklamalar getirme gereğini

duyuyorlardı. Fakat bunların gerçekle uzaktan yakından bir

ilgileri yoktu. Ancak Şeyh (r.a), Medine'nin coğrafi konumunun, en-

 

516 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

lem: 24° 25 dk. boylam; 39° 59 dk. yön sapması yaklaşık olarak

0° 45 dk. şeklinde olduğunu tespit etti. Bu hesaba göre

Resulullah'ın mihrabı kıbleyle tam uyuşuyordu. Böylece, namaz

kıldığı bir sırada dönüp yüzünü çevirdiği kıble ile ilgili olarak

Resulullah efendimizin akıllara durgunluk veren bir mucizesi daha

gün yüzüne çıkıyordu. Resulullah Cebrail gelip kolumdan tuttu ve

yüzümü Kâbe'ye döndürdü demişti. Hiç kuşkusuz Allah ve O'nun

elçisi doğru söylüyor.

 

Daha sonra değerli mühendis ez-Zaim Abdurrezzak el-Beğairî -

Allah rahmet etsin- yeryüzünün birçok bölgesinin kıblesini tespit

etti ve buna "Marifet'ul-Kıble" adlı eserinde yer verdi. Bu eserde

yaklaşık olarak dünyanın bin beş yüz bölgesinin kıble şeması çizilmiştir.

Böylece kıble tayinine ilişkin ilâhî nimet tamamlanmış

oldu.

 

İkincisi: Bu da meselenin manyetik yönüdür. Bilim adamlarına

göre, dünyanın iki manyetik kutbu, dünyanın iki coğrafik kutbu ile

uyuşmazlar. Söz gelimi manyetik kuzey kutbu ile coğrafi kuzey

kutbu arasındaki farklılık zamanla bin mile kadar çıkar. Dolayısıyla

pusula coğrafik güney kutbunu tam olarak göstermez. Öyle ki

bazen hiç de normal karşılanmayacak bir yön farklılığı ortaya çıkar.

Günümüzde, (ki 1332 h.ş. yılını kastediyorum.) değerli mühendis

Hüseyin Ali Rezm-ara bu meseleyi çözümlemiştir. Değişik

bölgelere göre coğrafik kutupla manyetik kutup farklılığını tespit

etmiştir ki, onun tespit ettiği bölge sayısı bin kadardır. Onun icat

ettiği pusula, kıble tayininde gerçeğe yakın bir isabetlilik göstermektedir.

Günümüzde kullanılan pusula onun icadıdır. Allah onu

çalışmasından dolayı mükâfatlandırsın.

 

KIBLE HAKKINDA TOPLUMSAL BİR İNCELEME

 

İnsan topluluklarının yapısını inceleyen, toplum adı verilen birimin

özellik ve etkinliklerini gözlemleyen bir insan, toplumu bir

olgu olarak meydana getiren, ardından daha alt düzeyli birimlere

ayıranın, daha geniş alanlara doğru yaygınlaştıran etkenin insan

doğası olduğunu görecektir. İnsan yüce Allah'ın, fıtratı kanalıyla

kendisine ilham etmesi sonucu varlığını sürdürme ve eksiğini giderme

amacı ile toplumsal hareketlere girişir. Topluma sığınır,

 

Bakara Sûresi / 142-151 .................................. 517

 

toplumsal eğitim ve denetim aracılığı ile kendi hareketlerini toplumun

hareketlerine uydurma, toplumla birlikte oturup kalkma

gereğini duyar. Ardından insan bazı bilgilerin farkına varır, kendisine

bazı bilgiler (zihinsel kavramlar) ve ilham edilir ve bazı kavrayışlar

edinir ki, bunlar aracılığı ile maddeyi ve mâddî varlık içinde

ihtiyaç duyduğu olguları, kendi hareket biçimini ve amaçlarını belirler.

Bunlar onunla kendi hareketleri ve kendi ihtiyaçları arasındaki

bağlantıyı sağlarlar. Güzel ya da çirkin, gerekli ya da zorunlu

olduğuna inanmak gibi birtakım toplumsal temel prensiplerin belirlenmesi

gibi. Ulusların, bölge ve çağların değişmesiyle değişim

ve başkalaşma arzeden başkanlık, başkan tarafından yönetilme

durumu, mülkiyet, özel mülkiyet, ortak ve özel ilişkiler, öteki genel

nitelikli kural ve yasalar, ulusal gelenekler de bunlar arasında yer

alır.

 

Şu hâlde üzerinde birleşilen ve görüş birliğine varılan toplumsal

değerler ve kurallar yüce Allah'ın ilhamına dayalı insan doğasının

ürünleridirler. İnsan doğası, inandığı ve istediği değeri dış âlemde

somutlaştırıp ardından amel, fiil, terk ya da bütünleme şeklinde

pratize etme saydamlığına sahip kılınmıştır.

 

Maddî olgulardan münezzeh ve maddî olarak algılanmaktan

uzak olan yüce Allah'a kulluk sunma amacı ile yönelme, kalp ve

vicdan sınırlarının dışına taşırılmak ve fiiller çerçevesine indirgenmek

istenince -ki fiiller ancak maddî olgularca gerçekleştirilirler.-

bu duyguların temsilî olarak somutlaştırılmalarından başka

seçenek yoktur ki, kalbi yönelişler farklı nitelikleriyle nazara alınarak

kendi anlamlarına uygun biçim ve şekillerle fiil şeklinde somutlaştırılırlar.

Alçalmayı sembolize eden secde, saygı göstermeyi

sembolize eden rüku, feda olmayı sembolize eden tavaf, ululamayı

sembolize eden kıyam ve huzura pak ve temiz olarak çıkmayı

sembolize eden gusül ve abdest gibi.

 

Hiç kuşkusuz kulun mabuduna yönelmesi, ibadet ederken yüzünü

ona döndürmesi, sunduğu ibadetin ruhunu oluşturur. Bu ruh

olmazsa, ibadetin hayatı ve varlığı söz konusu olmaz. İbadetin

tam, kalıcı, sürekli ve gerçek olması bakımından bu ruhun sembolize

edilmesi bir zorunluluktur.

 

518 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Putperestler, yıldızlara ve diğer cisimlere kulluk sunan insanlar,

ibadet ederlerken mabutlarını karşılarına alıyorlardı. Yüz yüze

gelmeyi sağlayan özel mekânlarda bedenleriyle onlara yöneliyorlardı.

Fakat, peygamberlerin sundukları din özellikle de bu dinlerin

tümünü tasdik eden İslâm dini, kıble olarak Kâbe'yi öngörmüş ve

namazda ona yönelmeyi emretmiştir. Bir Müslüman dünyanın neresinde

olursa olsun, Kâbe'ye yönelerek namaz kılmak durumundadır

ve bu hususta hiçbir mazeret ileri süremez. Bazı durumlarda

kıbleye karşı durmayı, bazı durumlarda da ona sırt çevirmeyi yasaklamıştır

İslâm. Diğer bazı durumlarda ise, Kâbe'ye yönelmeyi

mendup saymıştır. İslâm bununla insan kalbindeki Allah'a yöneliş

duygusunu, evine yönelterek korumayı amaçlamıştır ki, yalnızlığında,

kalabalık arasında, ayakta, oturuşunda, uykusunda, uyaklığında,

ibadet anında ve kulluk kastı taşıyan herhangi bir davranışında

Rabbini unutmasın. Hatta en basit hareketlerde bile bu

duygunun göz önünde bulundurulmasını, korunmasını istemiştir.

Bu, meselenin ferde yönelik kısmıdır.

 

Meselenin topluma bakan yönü ise, daha hayret verici, daha

etkileyici, daha belirgin ve daha derin etkilidir. İnsanlar, aralarındaki

zaman ve mekân farklılığına rağmen aynı noktaya yönelmek

suretiyle birleşmiş oluyorlar. Bu olay onlar arasındaki düşünce birliğinin,

toplumsal bağlılığın, gönüllerin kaynaşmışlığının somut ifadesidir.

Ferdin maddî ve manevî hayatı ile ilintili her olguya nüfuz

etmesi mümkün olan bu ruh, toplumsal boyutta daha engin,

oluşturduğu toplumsal birlik daha güçlü ve daha yetkindir.

Yüce Allah bu ayrıcalığı Müslüman kullarına özgü kılmıştır.

Bununla onların birlik ve beraberliklerini, toplumsal heybetlerini

korumuştur. İnsanların iki kişinin bir görüş etrafında birleşmesi

hayal olasıcasına çeşitli hiziplere, değişik mezhep ve meşreplere

bölünmüş olmalarına rağmen, bize bahşettiği bu nimetlerinden

dolayı ulu Allah'a şükrediyoruz.

 

Bakara Sûresi / 152 ............................................. 519

 

152- "Öyleyse beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükredin,

nankörlük etmeyin."

 

AYETİN AÇIKLAMASI

 

Yüce Allah, içlerinden bir peygamber göndermiş olmasını,

hem Hz. Peygambere, hem de Müslümanlara yönelik bir lütuf olarak

nitelendiriyor. Hiç kuşkusuz bu, değeri ölçülemeyen bir nimettir.

Bağış üstüne bağıştır. Allah'ın onları hatırlamasıdır. Çünkü

dosdoğru yola iletme hususunda onları unutmamış, varılabilecek

en üst kemal noktasına kadar yükseltmiştir onları. Buna ek olarak

bir de kendileri için bir kıble belirlemiştir. Bu olay, dinlerinin kemale

ermesi, ibadet kastı taşıyan davranışlarının birlik ve ahenk içinde

olması, dinsel ve toplumsal üstünlüklerinin pekişmesi demektir.

Bunun bir gereği olarak Müslümanları kendisini anmaya ve bu

nimetine şükürle karşılık vermeye davet ediyor ki, kendisine yönelik

kulluk ve itaatleri ile kendisini anmalarına bol nimetle karşılık

vererek onları ansın. Şükrettikleri ve nankörlük etmedikleri için

verdiğinin kat kat fazlasını versin.

 

Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Unuttuğun zaman Rabbini

an ve umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın bir bilgiyle

ulaştırır." (Kehf, 24) "Andolsun şükrederseniz elbette size nimetimi

artırırım." (İbrâhîm, 7) Her iki ayet de Bakara suresinde yer

alan kıble değişikliğine ilişkin ayetlerden önce inmiştir.

 

Ayrıca "anma" kimi zaman gafletin karşıtı olarak kullanılmıştır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kalbini bizi zikretmekten gaflete

düşürdüğümüz kimseye itaat etme." (Kehf, 28) Gaflet, "bilgi"nin

temelde var olmasına rağmen, bilinmemesi, fark edilmemesidir.

Bunun karşıtı "anma"dır, ki bildiğinin farkında olmayı, bildiğini

bilmeyi ifade eder. Kimi durumlarda "anma", "unutma"nın karşıtı

olarak da kullanılır. Bu ise, bilginin görünüm olarak zihinden kay-

 

520 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

bolmasıdır. Şu ayet-i kerimede buna işaret ediliyor: "Unuttuğun

zaman Rabbini an." Bu bakımdan bazen "anma" da tıpkı "unutma"

gibi ayrıntı niteliğindeki sonuçları ve özellikleri bulunup da

kendisi bizzat gerçekleşmediği yerlerde bile kullanılabilmektedir.

Söz gelimi, sen, yardımına ihtiyacı olduğu hâlde arkadaşına yardım

etmezsen -onu andığın hâlde- onu unutmuşsundur. "Anma"

için de aynı durum geçerlidir.

 

Görüldüğü kadarıyla lafzî "anma"ya da "anma" denilmiş olması

bu yüzdendir. Çünkü bir şeyden söz etmek, onu kalben anmanın

belirtisidir. Nitekim yüce Allah buyuruyor: "De ki: Size ondan

hatırlatma niteliğinde bazı bilgiler okuyacağım." (Kehf, 83)

Buna benzer birçok ayet vardır. Eğer lafzî "anma" da gerçek anlamda

anma sayılsa, o zaman, "anma"nın bir mertebesi de lafzi

anmadır, denilmelidir. Çünkü böyle bir anma sözle sınırlıdır, onunla

kayıtlıdır.

 

Şu hâlde "anma"nın da mertebeleri vardır. Nitekim yüce Allah

şöyle buyuruyor: "Kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur."

(Ra'd, 28) "Rabbini içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan

bir sesle sabah-akşam an ve gafillerden olma." (A'râf, 205) "Atalarınızı

andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın."

(Bakara, 200) Kuvvetli deyimi, ancak anmamın niteliği olabilir,

lafzın değil.

 

"Unuttuğun zaman Rabbini an ve umarım Rabbim beni, doğruya

bundan daha yakın bir bilgiyle ulaştırır." (Kehf, 24) Bu ayetin

son kısmı, Peygamber efendimizin (s.a.a) bulunduğu konumdan

daha üstün olan bir konuma yönelik bir temennisini içeriyor. Sonuç

olarak ayetin anlamı şöyle oluyor: "Sen, O'nu anma mertebelerinin

yüksek bir mertebesinden daha aşağı bir mertebeye indiğin

zaman, -ki bu "unutma"dır- Rabbini an ve bu anma ile en yakın yolu

ve en üstün mertebeyi temenni et." Buna göre kalben anmanın

da kendi içinde mertebeleri vardır. Öyleyse, "Anma, anlamın nefiste

hazır olmasıdır." diyenin sözü doğrudur. Çünkü hazır olmanın

dereceleri vardır.

 

Eğer "beni anın" ilâhî kelâmında (ki bu ifadenin orijinali birinci

şahıs -mütekellim- "ya"sına müteallık bir fiildir) kastedilen "anma"

hiçbir müsamahaya yer bırakmayacak şekilde gerçek nitelikli

 

Bakara Sûresi / 152 .................................. 521

 

anma olsaydı, bu, insanın diğer tür bir temel bilgiye sahip olduğu

ve bu bilginin bizim alışageldiğimiz, bilinen şeyin biçim ve mefhumunun

bilenin zihninde oluşmasından ibaret olan bilgiden farklı

olduğunu ifade ederdi. Çünkü bu tür bir bilgi varsayılırsa, bu, bilenin

bilineni belirlemesi ve tavsif etmesi demektir. Oysa yüce Allah,

niteleyenlerin nitelemelerinden münezzehtir. Nitekim şöyle buyuruyor

yüce Allah: "Allah onların yakıştırmalarından münezzehtir.

Fakat Allah'ın muhlis kulları hariç." (Saffât, 159-160) "Onlar bilgice

O'nu kavrayamazlar." (Tâhâ, 110) İnşaallah bu, iki ayet üzerinde

durduğumuz zaman, daha etraflı bilgi vermeye çalışacağız

 

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Zikrin, yani Allah'ı anmanın fazileti ile ilgili birçok rivayet Sünnî

ve Şiî kanallardan aktarılmıştır. Değişik kaynakların belirttiğine

göre, her durumda Allah'ı anmak güzeldir, iyi bir davranıştır.

Uddet'üd-Daî'de şöyle deniyor: Rivayet ediliyor ki: Resulullah

efendimiz (s.a.a) ashabının yanına gelerek şöyle dedi: "Cennet

bahçelerinde otlayın." Dediler ki: "Ya Resulallah, cennet bahçeleri

nedir?" Buyurdu ki: "Allah'ın anıldığı meclislerdir. Sabah akşam Allah'ı

anın. Kim Allah katındaki derecesini bilmek isterse, Allah'ın

kendi katındaki derecesine baksın. Çünkü kul Allah'ı kendi içinde

hangi dereceye koyarsa, Allah da onu o dereceye koyar. Biliniz ki:

Yüce hükümdarınız katındaki en hayırlı, en temiz, en üstün dereceli

ve üzerine güneş doğan en değerli ameliniz, Allah'ı anmanızdır.

Çünkü yüce Allah, "Ben, beni ananın arkadaşıyım" diyor ve buyuruyor

ki: "Beni anın, ben de sizi nimetlerimle anayım. Beni, itaat ederek,

ibadet ederek anın; ben de sizi nimetlerle, lütufla, huzurla ve

hoşnutlukla anayım." [s.238, h: 17]

 

el-Mehasin'de ve Ravendi'nin ed-Deavat adlı eserinde İmam

Sa-dık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Yüce Allah diyor ki: "Kim

vaktini sürekli beni anmakla geçirirse ve benden dilemeye zaman

bulamazsa, ben ona benden isteyeceğinden daha hayırlısını veririm."

[c.1, 39, h: 43]

 

el-Meanî adlı eserde Hüseyin el-Bezzâz, İmam Muhammed Bâkır'ın

(a.s) kendisine şöyle dediğini rivayet eder: "Yüce Allah'ın

kullarına farz kıldığı en ağır yükümlülüğü sana haber vereyim

mi?" "Evet" dedim. Dedi ki: "İnsanlara adil davranman, kardeşinle

 

522 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kendini eşit görmen ve her şart altında Allah'ı anmandır. Allah'ı anmanın

kapsamına girmesine rağmen, 'Subhanallahi ve'lhamdulillahi

ve la ilâhe illellahu vellahu ekber'i kasdetmiyorum.

Her şart altında Allah'ı anmak; On'a itaat ve isyan ettiğin durumlarda

onu anman, demektir." [s. 192, h: 3]

 

Ben derim ki: Bu anlamı içeren birçok hadis Peygamber efendimizden

(s.a.a) ve onun Ehlibeyti'nden (a.s) rivayet edilmiştir.

Bunların bazısında yüce Allah'ın şu sözüne işaret edilir: "Allah'tan

korkanlar, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu

zaman, hemen Allah'ı anarlar, böylece hatalarını görürler." (A'râf,

201)

 

Uddet'üd-Daî adlı eserde, Resulullah efendimizin (s.a.a) şöyle

dediği rivayet edilir: "Yüce Allah diyor ki: Kulumun genellikle benimle

ilgili olduğunu bildiğim zaman, onun şehvet duygusunu ve

ihtirasını benden dilemeye, bana yakarmaya dönüştürürüm. Kulum

böyle olunca da, bir yanılgıya düşmek üzereyken, onunla yanılgının

arasını ayırırım. İşte bunlar benim gerçek dostlarımdır. İşte

bunlar gerçek kahramanlardır. Onlar, öyle kimselerdirler ki, işledikleri

bir suçtan dolayı bir memleketin halkını yok etmek istediğim

zaman, bu kahramanların hatırı için, söz konusu cezayı kaldırırım."

[s.235]

 

el-Mehasin adlı eserde İmam Sadık'ın (s.a.a) şöyle dediği rivayet

edilir: Allah diyor ki: "Ey Âdemoğlu, beni kendi nefsinde an,

ben de seni kendi nefsimde anayım. Ey Âdemoğlu, beni yalnızken

an, ben de seni yalnızken anayım. Beni meclisin içinde an, ben de

seni senin meclisinden daha hayırlı olan bir meclis içinde anayım."

İmam dedi ki: "Bir kul Allah'ı insanlardan oluşan bir topluluk

içinde anınca, Allah da onu meleklerden kurulu bir topluluk içinde

anar." [c.2, s.39]

 

Ben derim ki: Bu anlamı içeren birçok hadis hem Şia, hem de

Ehlisünnet kaynaklarınca rivayet edilmiştir.

 

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, imanın şubeleri ile ilgili olarak

Taberanî, İbn-i Mürdeveyh ve Beyhaki, İbn-i Mes'ûd'a dayanarak

şu hadisi tahric ederler: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki:

"Kime dört şey verilirse, ona dört şey verilir. Bu sözün açıklaması

 

Bakara Sûresi / 152 ....................................... 523

 

Allah'ın kitabındadır: Kime 'anma' başarısı verilirse, Allah da onu

anar. Çünkü yüce Allah, 'Beni anın ki, ben de sizi anayım.' buyuruyor.

Kime dua etme tevfiki verilirse, karşılığı da verilir. Çünkü

yüce Allah, 'Bana dua edin, size karşılık vereyim.' buyuruyor. Kim

şükretmeye muvaffak kılınırsa, kendisine fazlası da verilir. Ulu Allah

buyuruyor ki: 'Eğer şükrederseniz, elbette size verdiğim nimetimi

artırırım.' Kime istiğfar verilirse, bağışlanma da verilir. Yüce

Allah buyuruyor ki: Rabbinizden bağışlanma dileyin. Çünkü O,

çok bağışlayandır."

 

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Said b.

Mansûr, İbn-i Münzir ve Beyhaki imanın şubeleri ile ilgili olarak

Halid b. Ebu İmran'a dayanarak şu hadisi tahric etmişlerdir:

Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Kim Allah'a itaat ederse,

kuşkusuz Allah'ı anmış olur, namazı, orucu ve Kur'ân okuması az

miktarda olsa bile. Kim Allah'a isyan ederse, O'nu unutmuştur;

çok namaz kılsa da, sürekli oruç tutsa da ve zamanını Kur'ân okumakla

geçirse de."

 

Ben derim ki: Bu hadis gösteriyor ki, bir kul ancak gaflet ve

unutma sonucu günah işleyebilir. Çünkü bir insan günahın gerçek

mahiyetini ve olumsuz sonuçlarını hatırlayacak olursa, hiçbir şekilde

günah işlemeye yeltenmez. Bir insanın yanında Allah'ın adı

anıldığı hâlde aldırış etmeden günah işliyorsa ve Rabbinin ulu

makamına bir değer vermiyorsa, bu insan Rabbinin yüceliğinin ve

ululuğunun bilincinde olmayan azgın bir cahildir. Ulu Allah'ın insanı

her yönden kuşattığını bilmeyen bir ahmaktır.

 

Bu hususa başka rivayetler de işaret ediyor. ed-Dürr'ül-Mensûr

tefsirinde Ebu Hind ed-Darî Resulullah efendimizden şöyle rivayet

ediyor: Allah buyuruyor ki: "İtaat ederek beni anın, ben de bağışlamak

suretiyle sizi anayım. Kim -itaat eden biri olarak- beni ânarsa,

onu bağışlamak suretiyle anmak benim için bir zorunluluk olur.

Kim -isyan eden biri olarak- beni anarsa, onu da cezalandırmak

suretiyle anmak benim için bir zorunluluk olur."

 

Bu hadiste günah anında anma olarak nitelendirilen durumla

kastedilen, gerek bu ayette ve gerekse diğer rivayetlerde "Allah'ı

unutma" olarak nitelendirilen durumdur. Çünkü bu durumun devamında

"Allah'ı anma"nın kaçınılmaz sonuçları gerçekleşmiyor.

 

524 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Konu hakkında söylenecek daha çok söz var, yeri geldikçe konuya

ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

 

 

Bakara Sûresi / 153-157 ......................................... 525

 

153- Ey inananlar, sabır ve namazla yardım dileyin. Muhakkak

ki Allah, sabredenlerle beraberdir.

 

154- Allah yolunda öldürülenlere de "ölüler" demeyin; hayır,

onlar diridirler, ama siz farkında değilsiniz.

 

155- Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden

(evlatlardan) eksiltme gibi şeylerle deneriz. Sabredenleri

müjdele.

 

156- Onlar ki, kendilerine bir bela eriştiği zaman, "Biz Allah içiniz

ve O'na döneceğiz." derler.

 

157- İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır

ve doğru yolu bulanlar da onlardır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Ele aldığımız bu beş ayetin akışı bir bütünlük oluşturuyor.

Cümleler arasında sözel vurgu ve bir ahenk var. Cümlelerin ifade

ettikleri anlamlar ise, iç içe girmiş durumdadır. İlk ayetin akışı son

ayete yöneliktir, son ayetin anlamında ilk ayete göndermede bulunuluyor.

Bu da gösteriyor ki, bu ayetler ayrı ayrı zamanlarda değil

de bir kerede inmişlerdir. Ayetlerin akışı, bunların savaş emrinin

verilmesinden, cihat hükmünün bir yükümlülük olarak bildi-

 

526 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

rilmesinden kısa bir süre önce indiklerini gösteriyor. Çünkü bu ayetlerde

müminlerin ileride karşılaşacakları bir sınama amaçlı beladan,

başlarına gelecek bir musibetten söz ediliyor. Bu, tüm insanlar

için geçerli olan bir bela ya da musibet değildir.

 

Burada kastedilen genel bir sınavdan geçirmedir ki, bu, normal

ve sürekli vuku bulan bir gelişme değildir. Çünkü doğada yer

alan diğer canlılar gibi insanoğlu da bireysel olarak bazı cüz'î gelişmelerle

karşılaşır ki, bunlar sayesinde bireysel yaşanıma egemen

olan sistemde bir bozulma, bir düzensizlik meydana gelir.

Ölüm, hastalık, korku, açlık, üzüntü ve yoksunluk gibi. Bu, yüce Allah'ın

kullarının ve yarattığı tüm canlıların hayatına egemen kıldığı

bir yasadır. Dünya sürekli bir mücadele yurdudur. Varoluş yasasının

özelliği değişim ve başkalaşım-dır. Allah'ın yasasında bir değişme,

Allah'ın yasasında bir başkalaşma bulamazsın.

 

Bireysel sınama amaçlı bela, sınavdan geçirilen insan açısından

ağır ve istenmeyen bir olgu olmakla beraber, toplumsal nitelikli

bela ve sınama amaçlı musibetler kadar korkunç ve ürkütücü

değildir. Çünkü musibetle karşı karşıya kalan birey, başka bireylerin

gücünden destek alır. Bunlar aracılığı ile dayanıklılığını, direncini

ve kararlılığını pekiştirir. Ancak toplumsal nitelikli, kapsamlı

musibetler kamu bilincini, kamuoyunu olumsuz yönde etkiler.

Toplumsal yapılanmanın, sosyal örgütlenmenin işleyişini felç eder.

Hayat düzeni altüst olur, korku büyüyerek yayılır. Yalnızlık ürkütücü

boyutlara ulaşır. Böyle bir durum karşısında akıl ve bilinç karışır.

İnsanın kararlılığı ve direnci kırılır. Kısacası, toplumsal nitelikli

bela ve kapsamlı sınama daha meşakkatli ve sonuçları bakımından

daha acıdır. Ayetlerden anladığımız budur.

 

Burada sözü edilen genel musibet, toplumsal nitelikli veba

salgını ve kıtlık gibi her belayı kapsamamaktadır. Söz konusu olan,

kendi tercihleri sonucu başlarına gelecek bir beladır. Çünkü

onlar tevhit esasına dayalı dini benimsemiş ve hak içerikli davete

olumlu karşılık vermişlerdir. Bu tercihlerinden dolayı dünya ile aralarında,

özellikle de kendi ulusları ile aralarında görüş ayrılığı baş

göstermiştir. Kendilerine karşı çıkanların tek amacı, Allah'ın nurunu

söndürmek, adaleti öngören ilâhî mesajı dünya yüzünden silmek

ve hak içerikli çağrıyı etkisiz hâle getirmektir. Aradaki sür-

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 527

 

tüşmeyi, görüş ayrılıklarını sona erdirmek için savaştan başka da

bir çözüm yolu görünmüyordu. Çünkü karşı taraf açısından mesaja

karşı kanıt sunma, dinden döndürme amaçlı baskıyı yoğunlaştırma,

saf gönüllere vesvese verme, kafaları karıştırmak için etrafa

kuşku yayma ve benzeri girişimler sonuçsuz kalmıştı. Peygamberin

mesajına kanıtla karşılık verme, vesvese, fitne ve desise

sokma din düşmanlarını tatmin edecek bir etki bırakmamıştı. Hak

içerikli mesajın yolunu tıkamak, dinin göz kamaştırıcı parlak nurunu

söndürmek için savaşmaktan başka bir çözüm kalmamıştı.

Bu, sorunun kâfirlere yönelik kısmıydı.

Din açısından ise, problem gayet açıktı. Tevhit esasına dayalı

ilâhî mesajı dünyanın dört bir yanına duyurmak, hak dini yaymak

ve bu dinin öngördüğü adil hükmü egemen kılmak, batılın kökünü

kurutmak için savaşmaktan başka seçenek yoktu. Çünkü insanoğlunun

bu dünyaya inişinden bu yana yaşanan deneyimler göstermiştir

ki, hakkın etkinliği batılın bertaraf edilmesi ile mümkündür.

Batıl ise, ancak güce dayalı darbelerle bertaraf edilebilir.

Kısacası, bu ayetlerde söz konusu sınava "Allah yolunda savaş"

deyimi ile işaret ediliyor. Bu savaş öyle bir üslupla tanımlanıyor

ki, hoşlanılmayacak bir tarafı, olumsuz bir yönü kalmıyor. Buna

göre cihat ölüm değil, hayattır. Hem de ne hayat!

Bu ayetler müminleri savaşa teşvik ediyor. Bir sınavdan

geçirileceklerini ve sabretmedikleri, meşakkatlere katlanmadıkları

sürece yük-sek derecelere ulaşamayacaklarını, Rablerinin rahmetine

ve esenliğine kavuşamayacaklarını, O'nun hidayetine

eremeyeceklerini haber veriyor. Bu zorluklar karşısında ne ile

yardım dileyeceklerini öğretiyor. Sabır ve namaz. Sabır; paniğe

kapılmanın, bozguna uğramanın, şaşkınlığa düşmenin tek panzehiridir.

Namaz ise, Rabbe yöneliştir, tüm işleri yönlendiren ilâhî

güce sarılmadır. Namaz, tüm gücün yüce Allah'a ait olduğunun

somut ifadesidir. "Ey inananlar, sabır ve namazla yardım isteyin.

Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." Bundan önce,

"Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin. Ve kuşkusuz o Allah'a

saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir." (Bakara, 45) ayetini incelerken, sabır ve namaz

kavramları ile ilgili bazı açıklamalarda bulunmuştuk. Sabır;

Kur'ân-ı Kerim'in övgüyle söz ettiği ve sık sık gündeme getirdiği

 

528 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

karakterlerin, durumların başında gelir. Bu kavram, yaklaşık olarak

yetmiş yerde geçer. Bir ayette, "Bunlar yapılması gereken

işlerdir." (Lokmân, 17) diye söz ediliyor bu kavramdan. "Buna ancak

sabredenler kavuşturulur. Buna ancak büyük pay sahibi olan

kimse kavuşturulur." (Fussilet, 35) denilerek, sabrın ne kadar önemsendiği

vurgulanıyor. Bir ayette de, "Sabredenlere, mükâfatları

hesapsız ödenecektir." (Zümer, 10) buyuruluyor.

Namaz ise, Kur'ân-ı Kerim'de teşvik edilen en büyük ibadetlerden

biridir. Namazla ilgili olarak şöyle bir ifade kullanılıyor

Kur'ânda: "Namaz çirkin utanmazlıklardan ve kötülüklerden

vazgeçirir." (Ankebût, 45) Yüce Allah'ın kitabında dile getirdiği hiçbir

tavsiye yoktur ki, en başında namaz bulunmasın.

 

Ardından yüce Allah, sabır niteliğine sahip bulunan kimseler

için: "Allah sabredenlerle beraberdir." buyuruyor. Ama namazla

ilgili olarak böyle bir ifade kullanmıyor. Bundan önce yer alan,

"Sabırla ve namazla yardım dileyin. Çünkü namaz, Allah'a saygı

duyanlardan başkasına ağır gelir." denilmişti. Ama bu ayetlerin

atmosferi korkuların buluştuğu, yiğitlerin vuruştuğu bir atmosferdir.

Dolayısıyla daha önce yer alan ayetin aksine, burada "sabır"

olgusunu ön plâna çıkarmak daha uygundur. Bu yüzden, "Allah

sabredenlerle beraberdir." denilmiştir. Hiç kuşkusuz burada kastedilen

beraberlik, şu ayet-i kerimede kastedilen beraberlikten

farklıdır: "Nerede olursanız, O, sizinledir." (Hadîd, 4) Bu ayette kastedilen

beraberlik, kuşatıcılık ve yöneticiliktir. Fakat sabredenlerle

olma şeklindeki beraberlik, yardımcı olma, destekleme anlamını

ifade eder. Buna göre sabır, kurtuluşun anahtarıdır.

 

"Allah yolunda öldürülenlere, "ölüler" demeyin; hayır, onlar diridirler,

ama siz farkında değilsiniz." Denilebilir ki: Burada hitap, Allah'a, Peygamberine ve ahiret gününe inanan, ahirette hayatın olacağını kesin olarak bilen müminlere

yöneliktir. Hak davete olumlu karşılık verdikten ve

ahiretteki hayatı tasvir eden birçok ayeti dinledikten sonra bunların,

ölümle birlikte insanın yok olduğuna inandıklarını düşünmek

doğru değildir. Bununla beraber bu ayet-i kerime, belli bir grup için

ölümden sonra yaşamaktan söz ediyor ki, bunlar, müminlerden

olup da Allah yolunda savaşırken öldürülen şehitlerdir. Kâfirler için

böyle bir durum söz konusu de-ğildir. Oysa ölümden sonra hayat,

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 529

 

herkesi kapsayan genel bir durumdur. O hâlde bu ayet-i kerimede

sözü edilen "ölümden sonra hayat"tan maksat ismin kalıcı olmasıdır,

geçen zamana rağmen hatıranın canlı kalması ve iyi bir şekilde

anılmadır. Bazı tefsir bilginleri ayeti bu şekilde yorumlamışlardır.

 

Yukarıdaki yorum birkaç açıdan tutarsızdır: Birincisi: Sözü edilen

bu tür bir hayat, gerçekliği bulunmayan bir kuruntudur. Hayalî

bir hayattır bu. Ve adından başka hiçbir şeyi yoktur. Böylesine kuruntuya

dayalı bir meselenin Allah'ın kelâmında yer alması O'nun

yüceliğine yaraşmaz. Ulu Allah, insanları gerçeğe çağırır ve "haktan

sonra sapıklıktan başka ne vardır." (Yûnus, 32) buyurur. Hz. İbrahim'in,

"Sonra gelenler arasında bana, bir doğruluk dili nasib

eyle." (Şuarâ, 84) şeklindeki isteğine gelince, Hz. İbrahim burada,

hak içerikli daveti için ve dosdoğru anlatımı için kendisinden sonra

kalıcılık istiyor. Sırf güzel bir övgü ve hoş bir anılma istemesi

söz konusu değildir.

 

Evet, bu bozuk düşünce ve bu yalancı kuruntu, ancak materyalistlere

ve natüralistlere yakışır. Çünkü onlar, ruhların madde kökenli

olduklarına inanırlar. Ölümle birlikte insanın yok olduğunu ve

ahiret hayatının olmayacağını düşünürler. Bununla beraber, insan

fıtratının zorlaması ile ruhların kalıcılığını, ölümünden sonra mutluluk

ve bedbahtlıktan etkilendiğini dile getirirler. Bu bakımdan

özveri ve fedakârlık ile bu manevî makama ulaşmanın gerekliliğini

söylerler. Özellikle de büyük ve önemli meseleler için birtakım

insanların, başkalarının yaşaması için kendilerini ölüme atmaları

gerektiğini ileri sürürler. Ancak eğer bir kişi, ölmesi ile birlikte yok

olacaksa, (özellikle ölümün yok olmak olduğuna inananlar açısından)

bu durumda bir insanın başkalarının yaşaması için kendisini

yokluğa atmasının hiçbir mantıklı dayanağı, hiçbir haklı gerekçesi

olmaz. Sırf başkaları adalete göre yararlansın diye, kendini zorla

elde edebileceği lezzetlerden yoksun bırakması için hiçbir neden

kalmaz. Çünkü akıllı insan bedelini almadıkça hiçbir şey vermez.

Fakat başkalarının yaşaması uğruna ölmek, başkaları faydalansın

diye kendini yoksun bırakmak gibi almadan vermek ve tutmadan

bırakmak insan fıtratının kabul etmediği bir durumdur.

 

530 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Maddeciler bunu fark edince, bu noksanlık onları söz konusu

yalana dayalı kuruntuları uydurmaya zorladı. Ne var ki, bu kuruntuların

hayal âleminden ve evham vadisinden başka bir yerde gerçekliği

yok-tur. Diyorlar ki: Kuruntuların tutsaklığından kurtulmuş

özgür insan kendisini vatanına ya da onurlanacağı her olguya feda

etmelidir ki, övgüyle anılmak, hatırlanmak suretiyle sonsuz hayata

kavuşabilsin. Toplum ve uygarlığın ayakta kalabilmesi ve toplumsal

adaletin sağlanabilmesi için, kişi bazı çıkarlarından ve

zevklerinden fedakarlık edip başkalarının yararlanması uğruna

bunlardan yoksun kalmasını bilmelidir ki, onurlu ve yüksek bir hayata

kavuşabilsin.

 

Doğrusu ben, maddî bir bileşim olarak düşünülen, tüm özellikleri

maddeye ayarlı olan, hayatı ve bilinci de maddî hayata bağlı

olan bir insan, yok olup gittikten sonra, bu hayata ve bu onura nasıl

kavuşabilecek, bunu nasıl algılayabilecek ve bundan nasıl zevk

duyabilecek, anlayabilmiş değilim! Aslında bu, asılsız bir kuruntudan

başka bir şey değildir.

 

İkincisi: Ayetin son cümlesi olan "Ama siz farkında değilsiniz."

ifadesi, yukarıdaki yorumla uyuşmuyor. Böyle bir sonuç çıkarmak

için ifadenin şöyle olması gerekirdi: "Onlar iyi nitelikleriyle anıldıkları

ve kendilerinden sonra insanların övgülerine mazhar oldukları

için diridirler." Hiç kuşkusuz teselli verme ve gönlü hoş tutma amacı

ile böyle bir ifadenin kullanılmış olması daha uygun olurdu.

Üçüncüsü: Aynı zamanda bu ayetin de açıklaması niteliğinde

olan ve öldürüldükten sonraki hayatlarını tasvir eden başka ayetler,

bu yorumun aksini ifade etmektedirler: "Allah yolunda öldürülenleri

sakın ölüler sanma; hayır, onlar diridirler ve Rableri yanında

rızklanırlar." (Âl-i İmrân, 169) ayeti ile başlayan birkaç ayet,

bize bu hayatın gerçek olduğunu ve bir değerlendirmeden ibaret

olmadığını bildiriyor.

 

Dördüncüsü: Resulullah efendimiz (s.a.a) döneminde, bazı

Müslümanların ölümün hemen ardından başlayan bu hayattan

haberdar olmamaları pek uzak bir ihtimal değildir. Kur'ân-ı Kerim'de

açıkça ifadesini bulan ve başka türlü te'vili mümkün olmayan

husus, sadece kıyamet günü gerçekleşecek olan diriliş olgusudur.

Ölüm ve haşir arası berzah hayatına gelince, Kur'ân'ın açık-

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 531

 

ladığı gerçek bilgilerden olmakla birlikte, Kur'ân'dan zorunlu olarak

edinilen ve bilinmesi aynı kesinlikle zorunlu olan bir husus değildir.

Nitekim Müslümanlar arasında bu hususta bir görüş birliği

yoktur. Hatta günümüzde bile bazıları bunu inkâr etmektedirler.

Bu düşüncede olanlar ruhun bütünüyle maddeden soyutlanmadığına

ve insanın ölümle birlikte, bedeninin çürümesi sonucu hayatı

kesin biçimde son bulduğuna, sonra yüce Allah onu kıyamet günü

hesaplaşma amacı ile dirilttiğine inanırlar. Bu yüzden diyoruz ki,

bu ayette şehitlerin berzah âleminde diri olduklarının açıklanmasının

sebebi, belki de, bir kısmının bu gerçeği bilmesine rağmen,

diğer bir kısım Müslümanın bundan habersiz olmasıdır.

Kısacası; bu ayette işaret edilen hayat, gerçek bir hayattır,

takdirî bir hayat değildir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde

kâfirin ölümünden sonraki hayatını yokoluş ve yıkım olarak nitelendirmiştir.

Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Kavimlerini

de helâk yurduna kondururlar." (İbrâhîm, 28) Aynı konuya

işaret eden daha birçok ayet vardır. Şu hâlde ölümden sonraki hayat,

mutluluk sürdürülen bir hayattır. Bu hayatı yaşayanlar da özellikle

müminlerdir.

 

Bu hususa yönelik olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ahiret

yurdu, işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi." (Ankebût, 64) İnsanlar

bunu bilemezlerdi. Çünkü duyu organları ve algılama cihazları, ancak

dünyevi maddî hayatı algılayabilecek kapasitedeydi. Maddî

hayatın ötesini algılayamadıkları için, onlarca yokoluş ile hayat

ötesi arasında bir fark yoktu. Bu yüzden öteyi yokoluş olarak tanımladılar.

Onların bu kuruntusu, dünyada mümin ve kâfir arasında

ortak bir durumdur. Bu yüzden yüce Allah ayette, "onlar diridirler;

ama siz farkında değilsiniz." buyuruyor. Yani siz kapasiteleri

maddî dünya ile sınırlı olan duyu organlarınızla bu hayatı algılayamazsınız,

hissedemezsiniz.

 

Nitekim bir başka ayette, "İşte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi."

buyuruluyor. Yani kesin bir kavrayışla algılayıp bilselerdi. Bir

diğer ayette de şöyle buyuruyor yüce Allah: "Hayır, kesin bilgi ile

bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz." (Tekâsür, 5-6)

 

532 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bu açıklamaların ışığında diyebiliriz ki -doğrusunu Allah

herkesten daha iyi bilir- ayeti şöylece anlamlandırmak gerekir:

Allah yolunda öldürülenlere, ölüler, demeyiniz. Ölüm kavramının

sizde uyandırdığı düşünceye dayanarak onların yok olduklarına,

karanlığa gömüldüklerine inanmayın. Onların ölümlerini sahip

olduğunuz hayatla karşılaştırıp da o yönde bir karar vermeyin.

Duyu organlarınızın algısına dayanarak onlara "ölüler" demeyin.

Çünkü onlar hayatın sona ermesi, canlılığın iptali anlamında ölü

değildirler. Tam tersine onlar diridirler, fakat sizin duyu

organlarınızın kapasitesi bunu algılayacak ve fark edecek

durumda değildir. Bütünü, en azından büyük bir çoğunluğu,

insanın ölümünden sonra hayat sürdürdüğüne ve zatın yok

olmadığına inandıkları hâlde, bu ifadenin müminlere yöneltilmesi,

bildikleri bir hususa dikkatlerini yeniden çekilmesi amacına

yöneliktir. Bu uyarı ile eğer bir öldürülme durumu ile karşılaşacaklarsa

içlerindeki sıkıntı, huzursuzluk ve kalplerindeki endişe gideriliyor.

Çünkü, bu ilâhî açıklamadan sonra, öldürülen kişinin akrabaları

açısından tek üzüntü verici durum olarak, şu dünya hayatındaki

kaç günlük ayrılık kalıyor. Bu ise, öldürülen kişinin kavuştuğu ilâhî

hoşnutluk, mut-lu bir hayat, kalıcı nimet ve yüceler yücesi Allah'ın

rızası yanında bir hiç mesabesindedir.

 

Bu ayet-i kerime üslup olarak yüce Allah'ın Peygamber efendimize

(s.a.a) yönelttiği şu hitaba benziyor: "Gerçek Rabbinden

gelendir, artık kuşkulananlardan olma." (Bakara, 147) Oysa

Resulullah efendimiz (s.a.a) Rabbinin ayetlerine kesin bir bilgiye

dayanarak inanan ilk kimsedir. Ne var ki, bu tür bir ifade tarzıyla

verilmek istenen mesajın belirgin biçimde ön plâna çıkarılması ve

hiçbir gönülde en ufak bir kuşku kırıntısına yer bırakmayacak şekilde

açığa kavuşturulması amaçlanmaktadır.

 

BERZAH HAYATI

 

Tefsirini yaptığımız bu ayet-i kerime, açık biçimde insanın berzah

âleminde bir tür hayat sürdürdüğünü ortaya koymaktadır. Aynı

anlam şu ayet-i kerime tarafından da pekiştirilmektedir: "Allah

yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma; hayır, onlar diridirler,

Rableri yanında rızklanırlar." (Âl-i İmrân, 169) Bu hususla ilgili ola-

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 533

 

rak birçok ayet örnek olarak sunulabilir. En ilginç olanı da bazı

kimselerin ayetle ilgili olarak şu açıklamada bulunmuş olmalarıdır:

"Bu ayet Bedir savaşı şehitleri hakkında inmiştir: Bu hayat sırf

onlara özgü bir ayrıcalıktır. Onların dışında kimse bu nimete

kavuşamaz."

 

Bazı tefsir bilginleri, son derece yerinde bir kararla, "Sabırla ve

namazla yardım dileyin." ayetini tefsir ederlerken, bu tür söylentilere

katlanma hususunda kendilerine sabır vermesi için yüce Allah'a

yalvarmışlardır.

 

Keşke, bu insanların bu tür sözlerle ne kastettiklerini bilseydim?

Keşke, insanın öldükten veya öldürüldükten sonra yok olduğuna

ve maddî vücudunun, ruhsal ve bedensel terkibinin çözüldüğüne

inanmalarına karşın, Bedir şehitleri hakkında ne tür bir hayat

tasavvur ettiklerini bilseydim?

 

Yoksa, onlar için tasavvur ettikleri hayat bir mucize midir? Ve

yüce Allah, Resul-i Ekrem'den, diğer peygamberlerden ve Allah'a

yakın olmuş velilerden ayrı olarak sırf onlar için mi öngörmüştür

bu hayatı? Ölüm yokoluşundan sonra sadece Bedir şehitlerine mi

kalıcılık bahşetmiştir? Bu bir mucize değildir, tersine imkânsızlığı

zorunlu olan bir icattır. İmkânsız bir hususta mucize söz konusu

olamaz. Akıl açısından zorunlu olan bu hükmün (yokoluştan sonra

varlıklarının sürdürülmesi) olanca açıklığına rağmen geçersiz olduğu

farz edilirse, o zaman aklın zorunlu, zorunsuz hiçbir hükmüne

güvence kalmaz.

 

Yoksa, bunlara göre şehitler için; duyu organlarının hükmü açısın-

dan bir istisna mı söz konusudur? Yani duyu organları bu şehitler

hak-kında yanılıyorlar mı?

 

Çünkü onlar yaşıyorlar, yiyorlar, içiyorlar ve diğer nimetlerden

yararlanıyorlar; ama duyu organlarının algılama kapasitelerinin

dışındadırlar. Duyu organlarının onların durumundan algıladığı husus,

onların öldürülmeleri, organlarının kesilmesi, duyularının devre

dışı kalması ve bedensel ve ruhsal terkiplerinin çözülmesidir.

Böyle olunca da duyu organları meseleyi kavrama noktasında,

daha başından itibaren yanılmışlardır demektir. Şayet duyu organlarının

bu tür hatalar yapmaları normal kabul edilse, bu durumda

duyuların bazen doğruyu, bazen de eğriyi tutturmaları söz konusu

 

534 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

olur ve bunun hangi olgularla ilgili olacağı kesin olarak bilinemez.

Bu durumda da duyuların güvenilmezliği söz konusu olur.

Eğer bu hususta ilâhî irade belirleyici ise, onun taalluk etmesi

için de bir başka belirleyici gereği doğar. Yine de problem -yani

kavrayışa ve algılayışa güvenmeme durumu- devam eder. O zaman

olmamışı olmuş ve olmuşu da olmamış gibi görmemiz normal

olur. Aklı başında bir insan böyle bir saçmalığı kabul eder mi?

Acaba bu bir safsata değil midir?

 

Bu düşünce bir grup modernist tarafından bir ekol hâlinde

temsil edilmektedir. Diyorlar ki: Duyu organlarımızca algılanamayan,

ama kitap ve sünnette zahirî olarak işaret edilen melek,

müminlerin ruhları gibi olgular, doğal ve maddî olgulardırlar. Latif

cisimler oldukları için, yoğunlaşmış cisimlere hulul edebilirler, onların

içine girebilirler. Yani insan veya başka bir varlığın şekline girebilirler.

Söz gelimi, insana özgü tüm faaliyetlerde bulunabilirler.

Bizim için söz konusu olan güçler onlar için de geçerlidir. Ne var

ki, bunlar doğa kanunlarına tâbi değildirler. Yani, değişim, başkalaşım,

bileşim, ayrışım, iki doğal fenomen olan hayat ve ölüm bunlar

için söz konusu değildir. Yüce Allah dilediği zaman bunları bizim

duyularımızın algılama alanına sokar. Dilemediği zaman ya

da görünmelerini istemediği zaman da bunları bize göstermez.

Bu, duyular ya da söz konusu olgular açısından belirlenemez, tamamen

bağımsız bir irade işidir.

 

Bu tür bir anlayışa sahip olmaları, olgular arasındaki sebepsonuç

ilişkisini kabul etmemelerinden kaynaklanıyor. Eğer bu yalancı

kuruntu doğru kabul edilse, dinî öğretiler bir yana, tüm aklî

gerçekler ve tüm ilmî hükümler geçersiz olur; onların doğal maddî

etkileme ve etkilenmeden uzak olan sözüm ona saygın ve latif cisimlerine

sıra gelmez bile.

 

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan çıkan sonuca göre,

ayet-i kerime berzah hayatının varlığına işaret ediyor. Bu hayatın

bir diğer adı da "kabir âlemi"dir. Ölümle kıyamet arası orta âlem.

Bu âlemde ölü kıyamet kopana kadar ya azap görür ya da

nimetlendirilir.

 

Aynı hususa işaret eden ayetlere gelince; bir ayette ulu Allah

şöyle buyuruyor: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma;

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 535

 

hayır, onlar diridirler, Rableri yanında rızklanırlar. Öyle ki onlar

Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiklerinden dolayı

sevinç içindedirler. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine

katılmamış olan şehit kardeşlerine hiçbir ve üzüntü bulunmadığı

müjdesinin sevinci içindedirler. Onlar Allah'tan gelen nimet ve

keremin; Allah'ın müminlerin mükâfatını zayi etmeyeceği müjdesinin

sevinci içindedirler." (Âl-i İmrân, 169-171)

 

Bu ayetlerin de aynı konuya işaret ettiklerini daha önce açıklamış-

tık. Bu ayetlerin Bedir Savaşına katılıp da şehit düşenlere

özgü bir duruma işaret ettiklerine inanan kişi, bunlar üzerinde iyice

düşündüğü zaman, ayetlerin akışının diğer müminlerin de onların

kavuştukları ölümden sonraki hayata ve nimetlenmeye ortak

olduklarını görecektir.

 

Berzah hayatına işaret eden ayetlerden biri de şudur: "Nihayet

onlardan birine ölüm geldiği zaman, 'Rabbim, der, beni geri döndürünüz

ki, terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım.' 'Hayır,

bu, onun söylediği bir laftır. Önlerinde, ta dirilecekleri güne kadar

bir perde vardır." (Mü'minûn, 99-100) Bu ifade, açıkça ortaya koyuyor

ki, insanların dünyadaki hayatları ile kıyamet dirilişinden sonraki

hayat arasında, yaşadıkları bir ara dönem hayatı vardır. Bu konuya

ilişkin geniş açıklamayı ileride yapacağız, inşaallah.

 

Konuya ilişkin kanıtlar içeren ayetlerin bir örneği de şudur:

"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: 'Bize melekler indirilmeliydi,

yahut Rabbimizi görmeliydik değil mi?' dediler. Andolsun ki onlar

kendi içlerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi

aştılar. Melekleri gördükleri gün, (Bilindiği gibi, burada kastedilen

melekleri ilk kez gördükleri gündür. Yani öldükleri gündür. Başka

ayetler de buna delildir.) işte o gün suçlulara müjde yoktur ve 'size,

sevinmek yasaktır, yasak!' derler. Yaptıkları her işin önüne

geçtik de, onu etrafa saçılmış toz zerreleri hâline getirdik. O gün

cennet halkının kalacakları yer daha iyi, dinlenip safa sürecekleri

yer daha güzeldir. O gün ki, gök beyaz bulutlarla parçalanır

(Burada da kıyamet gününe işaret ediliyor) ve melekler indirilir;

işte o gün, gerçek mülk Rahmanındır. Kâfirler için çetin bir gündür."

(Furkan, 21-26) Yeri gelince bu hususla ilgili olarak daha ayrıntılı

bilgi vereceğiz, inşaallah.

 

536 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Örnek verebileceğimiz bir ayet de şudur: "Dediler ki:

Rabbimiz, bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı

itiraf ettik. Şimdi çıkmak için bize bir yol var mı?" (Mü'min, 11) Bu

ayette, kıyamet günü gerçekleşen dirilişe kadar (yani bu sözü söyledikleri

güne kadar) iki öldürmeden ve iki diriltmeden söz ediliyor.

Berzah hayatını kabul etmediğimiz sürece, bu anlam yerine

oturmuyor. Kabul ettiğimiz zaman, bir öldürme ve diriltme berzahta,

bir diriltme de kıyamette gerçekleştiği anlaşılır. Eğer iki diriltmeden

biri dünyada, biri de ahi-rette meydana geliyorsa, o zaman

sadece bir öldürme gerçekleşmiş olur, ikinci öldürme ise, gerçekleşme

imkânı bulamamış olur. Bundan önce, "Allah'ı nasıl inkâr

edersiniz ki, siz ölüler idiniz, O sizi diriltti." (Bakara, 28) ayetini ele

alırken konuya ilişkin ayrıntılı açıklamada bulunmuştuk. Dileyen

oraya başvurabilir.

 

Bir örnek de yüce Allah'ın şu sözüdür: "Firavun ailesini, azabın

en kötüsü kuşattı. Ateş! Sabah akşam ona sunulurlar. Kıyamet

koptuğu gün de, 'Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!' deriz."

(Mü'-min, 45-46) Bilindiği gibi kıyamet gününün sabahı akşamı

olmaz. O, herhangi bir güne benzemeyen bir gündür.

Bu Kur'ân'î gerçeği dile getiren ya da ona işaret eden ayet sayısı

oldukça kabarıktır. Bunlardan biri de yüce Allah'ın şu sözüdür:

"Allah'a andolsun ki senden önceki milletlere de peygamberler

gönderdik; şeytan, onlara yaptıkları işleri süsledi. O, bugün de

onların dos-tudur. Onlar için acı bir azap vardır." (Nahl, 63) Bunun

gibi daha birçok ayeti örnek verebiliriz.

 

RUHUN SOYUTLUĞU

 

Tefsirini yaptığımız bu ayet-i kerime ve konuya ilişkin diğer

ayetler üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, bundan daha geniş

boyutlu bir gerçek açıklığa kavuşacaktır. Sözünü ettiğimiz "ruhun

soyutluğu"-dur. Yani bedenden ayrı, beden ve diğer maddî terkiplerin

hükmüne tâbi olmayan bir olgu oluşudur. Ruh bedenle bir tür

birleşim gerçekleştirmiş, onu bilinç, irade ve kavramaya ilişkin öteki

nitelikleriyle yönlendirir. Yukarıda söz konusu ettiğimiz ayetler

üzerinde düşünüldüğü zaman bu anlam iyice belirginleşir.

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 537

 

Bu ayetlerden çıkan sonuca göre insan, kişilik olarak beden

değildir. Bedenin ölmesi ile ölmez, onun yok olması ile yok olmaz.

Bedensel terkibin ayrışması, elementlerinin dağılması ile ortadan

kalkmaz. İnsan bedenin yok olmasından sonra da varlığını sürdürür,

kalıcı nimetler içinde sürekli ve rahat bir hayat yaşar. Ya da

bitmez tükenmez bir mutsuzluk girdabında elem verici bir azap

çeker. İnsanın ölümden sonraki mutluluğu ya da mutsuzluğu onun

karakteristik özelliğine ve amellerine bağlıdır; bedensel olgulara

ya da toplumsal yargılara değil. Bu anlamları yukarıya aldığımız

ayet-i kerimelerden ediniyoruz. Açıkça görülüyor ki, bunlar cismanî

hükümlerden ayrı hükümlerdir, bütün yönleriyle dünyevi maddî

özelliklerden farklıdırlar. Dolayısıyla insan ruhu bedenden ayrı bir

olgudur.

 

Bu gerçeği pekiştiren ifadelerden biri yüce Allah'ın şu sözüdür:

"Allah, öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de uykularında;

sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de gönderir."

(Zümer, 42) "Teveffî" ve "istîfâ" deyimleri, bir hakkın eksiksiz

olarak tamamıyla alınmasını ifade ederler. Ayet-i kerimede geçen

"tutmak" "almak" ve "göndermek" gibi fiiller, bedenle ruhun farklılıklarını

ifade etmektedirler.

 

Bunlardan biri de şu ayet-i kerimedir: "Dediler ki: 'Biz yerde

kaybolduktan sonra, biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?' Doğrusu

onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir. De ki: Üzerinize vekil

edilen ölüm meleği, sizi (canınızı) alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz."

(Secde, 10-11)

 

Burada yüce Allah, ahireti inkâr eden kâfirlerin kuşkularından

birini gündeme getiriyor. Diyorlardı ki: Öldükten ve bedensel terkibimiz

ayrıştıktan sonra organlarımız birbirlerinden ayrılır, vücudumuzun

her bir parçası bir tarafa dağılır. Görünümümüz başkalaşır

ve biz toprağın içinde kayboluruz. Dış âlemi algılamamızı sağlayan

duyularımız iş görmez hâle gelir. Bütün bunlardan sonra ikinci

bir yaratılış mümkün olur mu? Onlara göre bu, imkânsız bir

şeydir. Burada yüce Allah elçisine şu cevabı vermesini telkin ediyor:

"De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, sizi (canınızı) alır."

Bu ayetten anlıyoruz ki, sizin üzerinize vekil edilen bir melek var;

o, sizin canınızı alır ve sizi tutar. Kaybolup gitmenize izin vermez.

 

538 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Onun koruması ve kontrolü altında olursunuz. Toprağa karışıp

kaybolan, yalnızca sizin bedenlerinizdir, ruhlarınız değil. "Kum=siz"

zamiri bunu gösteriyor. Çünkü yüce Allah, "sizi (canınızı) alır." buyuruyor.

Aşağıdaki ayetleri de bu meseleye örnek olarak gösterebiliriz:

"Ona kendi ruhundan üfledi." (Secde, 9) Yüce Allah bu hususu insanın

yaratılışı ile ilgili olarak gündeme getiriyor. Başka bir ayette

şöyle buyuruyor: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir."

(İsrâ, 85) Burada yüce Allah "ruh"un köken olarak kendi

"emr"inden olduğunu bildiriyor. Bir başka ayette ise "emrini" şöyle

tanımlıyor: "O'nun emri, bir şeyi istedi mi ona, sadece 'ol' demektir,

hemen oluverir. Yücedir O ki, her şeyin melekutu O'nun elindedir."

(Yâsîn, 82-83) Bu, "ruh"un "melekut"tan olduğu ve onun "ol"

kelimesi olduğu sonucunu ortaya çıkarıyor. Sonra "emr"i bir başka

yerde, başka bir nitelikle tanıtıyor: "Bizim emrimiz bir tektir, göz

açıp yumma gibidir." (Kamer, 50) "Göz açıp yumma" ifadesi, gösteriyor

ki, "ol" kelimesinden ibaret olan "emir" bir kerede varolan bir

olgudur, tedricî bir varoluşu yoktur. O, varlığı zaman ve mekâna

bağlı olmaksızın var olur.

 

Bundan da anlaşılıyor ki, emir -ve ondan olan ruh- cismanî,

maddî bir varlık değildir. Çünkü cismanî, maddî varlıkların temel

özellikleri, tedricî bir varoluşa sahip olmaları, zaman ve mekâna

bağımlı olmalarıdır. Dolayısıyla insan ruhu cismanîlikle, maddî

bedenle ilintili olsa bile, maddî ve cismanî bir olgu değildir.

Ruh ile maddî ve cismanî beden ilişkisinin mahiyetini ortaya

koyan birçok ayet vardır. Bir ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Sizi ondan (yani yerden) yarattık." (Tâhâ, 55) Konuya ilişkin

diğer örnekleri şöylece sıralayabiliriz: "İnsanı ateşte pişmiş gibi

kuru çamurdan yarattı." (Rahman, 14) "İnsanı yaratmaya çamurdan

başladı. Sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan

yaptı." (Secde, 7-8) "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden

yarattık. Sonra onu bir sperma olarak sağlam bir karar yerine

koyduk. Sonra spermayı embriyoya çevirdik. Embriyoyu bir çiğnemlik

ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere

et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların

en güzeli Allah, ne yücedir." (Mü'mi-nûn, 12-14)

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 539

 

Buna göre insan, önceleri sürekli değişen, farklı biçimler alan

doğal bir cisimdi; sonra yüce Allah bu donuk ve hareketsiz cismi

yeni bir yaratılış sürecine sokarak irade ve bilinç sahibi bir varlık

hâline getirdi. Bu yeni hâliyle bilinç, irade, düşünce ve olgular üzerinde

tasarrufta bulunma, yer değiştirerek ya da değişime uğratarak

doğal olgulara ilişkin düzenlemelerde bulunma gibi hareketlerde,

faaliyetlerde bulunabiliyor ki cisimler, maddî olgular böyle

hareketlerde bulunamazlar. Şu hâlde ruh cismanî değildir ve ruhun

içine konulduğu yer onun üzerinde etkin değildir.

 

Ruhun oluşumuna yol açan cisim -ki bu cisim kendisinden ruh

var edilen bedendir- açısından ruh, ağacın meyvesi ya da daha uzak

bir bağlantıyla kandilin ışığı gibidir. Bu şekilde ruhun bedenle

olan ilişkisinin nasıl meydana geldiği ortaya çıkıyor. Ölümle birlikte

bu ilişki kopuyor, bağlantı kesiliyor. Şu hâlde ruh varoluşunun

ilk aşamasında bedenle aynıdır, sonra ondan yaratılarak ayrı bir

olgu olarak ortaya çıkıyor, ardından bütünüyle ondan bağımsız bir

yapıya kavuşuyor. Yukarıya aldığımız ayetlerin ifadelerinden çıkan

sonuç budur. Bu gerçeği ima ya da dolaylı anlatımla ifade eden

başka ayetler de vardır. Titiz bir gözlemci bunları rahatlıkla fark

edebilir ve doğru yol kılavuzu ulu Allah'tır.

 

* * *

 

"Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme

gibi şeylerle deneriz." Bundan önce yüce Allah müminlere sabırla

ve namazla yardım istemelerini emretmiş, Allah yolunda öldürülen

ve aslında diri olan kimselere de "ölü" demelerini yasaklamıştı.

Şimdi de, böyle bir buyruğu yöneltmesinin sebebini

açıklıyor.

 

Buna göre; müminler bir süre sonra sınama amaçlı bir musibete,

bir belaya uğratılacaklar ki, bu sınav olmadan yüksek mertebelere

ulaşmaları, onurlu ve tek ilâhın egemenliğine dayalı hanif

dinin biçimlendirdiği şirkten uzak bir hayat sürdürmeleri mümkün

olmayacaktır. Savaştan, vuruşmadan söz ediyoruz. Söz konusu iki

kaleye sığınmadıkça, o iki güçten güç almadıkça, savaşta başarı

elde etmeye ve zafere ulaşmaya ilişkin muratlarına eremezler.

Bunlar sabır ve namazdır.

 

540 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bunlara bir de üçüncü bir güç ekleniyor: Bir topluluk bu hususu

benimsediği zaman, bilincine vardığı zaman amacına ulaşır,

kemal açısından doruklara varır. Bu güç, kendilerinden olup da

savaşta öldürülenlerin, ölmediklerine, yitip gitmediklerine inanmaktır.

Mal ve can alanındaki fedakârlıklarının boşa gitmediğini,

gereksiz bir çaba olmadığını bilmektir.

 

Şayet düşmanlarını öldürürlerse, düşmanlarını ve onların amaçladığı

zor ve zulme dayalı yönetimi ortadan kaldırmış olmanın

mutluluğunu yaşayarak hayatlarını sürdürürler. Şayet düşmanları

tarafından öldürülürlerse, yine de yaşamaktadırlar ve de zorbalık

ve batılın egemenliği altına girmemişlerdir. Dolayısıyla her iki durumda

da onlar için iki güzellikten biri vardır.

 

Yüce Allah'ın ayet-i kerimede vurguladığı genel zorluklar, korku,

açlık, mal ve can zayiatıdır. Ayetin orijinalinde geçen

"semerat"tan (ürünler) maksat ise, görüldüğü kadarıyla evlâtlardır.

Çünkü savaş sırasında erkeklerin ve gençlerin ölmesinden dolayı

neslin azalması, ağaçların meyvelerinin azalmasından daha

belirgin bir husustur. "Ürünlerden maksat, hurma meyvesidir. Mallar

kelimesi ile de bunun dışındaki develer, sığırlar ve koyunlar

kastedilmiştir" diyenler de olmuştur.

 

"Sabredenleri müjdele. Onlar ki, kendilerine bir belâ eriştiği zaman,

'Biz Allah içiniz ve O'na döneceğiz.' derler." Önce, onlara müjdeyi vermek

için sabredenlerden yeniden söz ediliyor. İkinci olarak; güzel

sabrın ne olduğu öğretilerek nasıl sabredileceği gösteriliyor. Üçüncü

kez; sabrı gerekli kılan yüce Allah'ın, insanın mutlak maliki oluşu

gerçekliğine işaret ediliyor. Son olarak da; sabrın karşılığı olarak

elde edilecek genel ödüle değiniliyor. Bu da bağışlanma, rahmet

ve doğru yola iletilmedir.

 

Yüce Allah, Peygamberine önce, sabredenleri müjdelemesini

emrediyor. İşin önemini vurgulamak için de müjdenin gerekçesinden

söz etmiyor. Çünkü müjdenin kaynağı yüce Allah'tır, dolayısıyla

hayır ve güzellikten başka bir şeyle ilintili olamaz. Yüce Rab bunu

garantilemiştir. Sonra, sabredenlerin; başlarına bir musibet

geldiği zaman, "şöyle şöyle" diyenler olduklarını açıklıyor.

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................... 541

 

İfade de geçen "musibet" insanın başına gelen herhangi bir

olay demektir. Ancak bu deyim, insanın başına gelen istenmeyen

durumlar için kullanılır.

 

Bilindiği gibi "demek"ten maksat, sadece bir cümleyi anlamını

zihinde canlandırmadan telaffuz etmek, anlamını gerçekleştirmeksizin

hatırlamak değildir. Şöyle ki: İnsan kelimenin tam anlamıyla

Allah'ın mülküdür ve sonunda O'na dönecektir. Ancak onunla

gerçek ve güzel sabır gerçekleşir ki, bu da korku ve

üzüntüyü kökünden yok eder, gaf-let tortularını silip süpürür.

Bu gerçeği şöyle açabiliriz: İnsanın varlığı ve varlığı ile birlikte

ortaya çıkan diğer olgular, söz gelimi gücü ve fiilleri, Allah sayesinde

vardırlar. Onları yoktan var eden, varlık sahnesine çıkaran

O'dur. Şu hâlde insan ancak Allah sayesinde ayakta durabilir. Her

hâlükârda; varoluşta, varlığını sürdürmede O'na muhtaçtır. O'na

dayanmak zorunda-dır. O'ndan bağımsız değildir. Rabbi onun üzerinde

dilediği tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Bu hususta

insanın hiçbir etkinliği ve hiçbir yetkisi yoktur. Çünkü, bağımsızlığı,

kendi başına hareket etme yeteneği söz konusu değildir. Kısacası

insanın varoluşunun, gücünün ve fiillerinin gerçek mülkiyeti ulu Allah'a

aittir.

 

Fakat yüce Allah, insanın varlığını kendi zatına izafe etmesine

izin vermiştir. Örneğin; "insan vardır" denir. Yine güç ve fiillerini

kendine izafe edilerek ifade edilmesine izin vermiştir. Söz gelimi;

işitme ve görme duyuları gibi güçleri vardır insanın. Yürümek, konuşmak,

yemek ve içmek gibi faaliyetleri vardır." deniyor. Şayet

yüce Allah izin vermeseydi, ne insan ne de başka bir yaratık bu olguları

kendine izafe edemezdi. Çünkü hiçbir varlık Allah'tan bağımsız

bir varoluşa sahip değildir.

 

Nitekim yüce Allah, olguların, söz konusu izinden önceki durumlarına

döneceklerini ve Allah'tan başka hiç kimsenin mülkiyetinin

olmayacağını haber vermiştir: "Bugün mülk kimindir? O tek

ve kahhar olan Allah'ın." Buna göre insanoğlu kendisine ait olan

ve kendisiyle beraber olan her şeyle birlikte Allah'a dönecektir.

Gerçek anlamda mülk bir tektir, o da yüce Allah'a aittir ve bu

hususta O'nun ortağı yoktur. Ne bir insan, ne de bir başka yaratık

O'nun mülkünün ortağı değildir. Görünürdeki biçimsel mülkiyetler,

 

542 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

söz geli-mi insanın kendine, evladına ve malına sahip olması biçiminde

beliren mülkiyet, gerçekte Allah'a özgüdür. İnsanın bunlar

üzerindeki sahipliği ulu Allah'ın bahşetmesine dayalı mecazî bir

sahipliktir. İnsanoğlu yüce Allah'ın sahipliğinin gerçekliğini ve

kendisinin de bu sahipliğin kapsamına girdiğini düşündüğü zaman,

sırf Rabbinin malı olduğunu görür. O zaman görünürdeki

mülkiyetin, yani insanın kendine, malına ve evlâdına sahip olması

şeklinde beliren ilişki türünün ileride geçersiz olacağını ve

Rabbine döneceğini anlayacaktır. Görecek ki, kendisi ahirette hiçbir

şeye ne gerçek, ne de mecazî anlamda sahip olmayacaktır.

Durum bundan ibaret olduğuna göre, başa geldiği vakit insanın

etkilenmesini gerektiren bir musibetin başa gelmesi durumunda

etkilenmenin aslında bir anlamı yoktur. Çünkü etkilenme,

insanın sahip olduğu bir şeyini yitirmesi durumunda bir anlam ifade

edebilir ki, onu bulduğunda sevinmesi, kaybettiğinde üzülmesi

gerçekçi olabilsin. Fakat insan iyice düşünüp hiçbir şeyin sahibi

olmadığına inandığı zaman hiçbir şekilde etkilenmez, üzülmez.

Her şeyin mülkiyetinin tek ve ortaksız Allah'a ait olduğuna, O'nun,

mülkünde dilediği tasarrufta bulunduğuna inanan bir mümin etkilenir

mi? Üzülür mü?

 

İSLAM'DA ÜSTÜN AHLÂKI EDİNMENİN TEMEL YÖNTEMİ

 

Biliniz ki, ruhun ahlâkını ve karakteristik özelliklerini bilgi ve

amel açısından (teorik ve pratik açıdan) ıslah etmek, üstün ahlâkı

kazanmak ve kötü ahlâkı yok etmek, sürekli olarak salih ameller

işlemeye, uygun davranışlâr içinde olmaya, bunlardan ödün vermemeye

bağlıdır. Böylece cüz'î konulara ilişkin cüz'î bilgiler ruhta

kalıcılık kazanır; üst üste biner, ruhun özüne kazınır ve silinmesi

zor ve hatta imkânsız bir hâle gelir.

 

Söz gelimi, bir insan korkaklık özelliğini yok edip cesaret niteliğine

sahip olmak isterse, bu adam yürekleri hoplatan, insanın

dizlerinin bağının çözülmesine yol açan korkulu yerlere, dehşet verici

zorluklara girip çıkmalıdır, bunu bir alışkanlık hâline getirmelidir.

Bu tür bir yere girdiğinde, pratik olarak böyle bir yere girilebileceğini

görür. O zaman direnmenin lezzetini ve kaçmanın ve çekinmenin

iğrençliğini pratik olarak algılar. Bu husus tekrarlandık-

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 543

 

ça kişiliğine işler, nihayet cesaret niteliği onda kalıcı bir karakter

hâlini alır. Bu teorik karakterin insanın içinde meydana gelmesi,

isteğe bağlı bir şey değilse de, gördüğün gibi bu sonuca ulaştırıcı

öncüller ihtiyarî ve kişisel kazanıma bağlı şeylerdir.

 

Bunu öğrenmiş bulunduğuna göre, ahlâkı güzelleştirmenin ve

üstün ahlâkı elde etmenin iki yolunun bulunduğunu da bilmiş olursun.

Birinci yöntem: Ahlâk dünyaya yönelik salih amaçlarla, insanlar

arasında övgüye lâyık görülen bilgi ve görüşlerle güzelleştirilir.

Nitekim deniliyor ki: İffetlilik, elde olanla yetinme ve başkalarının

sahip bulunduğu şeylerden ilgi kesme, insanın başkalarının gözünde

onurlu ve büyük görünmesini sağlar, insana toplum

nezdinde saygın bir yer kazandırır. Bunun aksi bir görünüm hasisliğe

ve fakirliğe yol açar. Tamahkârlık kişilik zilletine, alçaklığa

sebep olur. Bilgi, halkın teveccühüne, onura, saygınlığa ve özel ilgiye

sebep olur. Bilgi, gözdür. İnsan onun aracılığı ile her türlü pisliği,

iğrençliği görür. Sevimli ve sempatik şeyleri algılar. Cehalet

ise, körlüktür. Bilgi seni korur, malı ise sen korursun. Cesaret kararlılıktır,

dirençtir, kalıcılıktır. İnsanın bukalemun gibi renkten

renge girmesine engel olur. Yense de, yenilse de insanların övgüsüyle

karşılaşır. Ama korkaklık ve döneklik için aynı şeyi söyleyemeyiz.

Adalet, ruhun elem verici hüzünlerden kurtulması demektir.

O, ölümden sora hayattır. Yani ismin, güzel hatıranın kalıcı olması,

insanların yüreklerinde sevgiyle yer edinmesidir.

Ahlâk bilgisinin dayandığı yöntem budur ve bu yöntem eski

Yunan'da ve benzeri toplumlarda yaygın biçimde kullanılmıştır.

Kur'ân-ı Kerim insanların çoğu tarafından övülen hususları

seçmek ve yine onlarca yerilen hususları bırakmak, toplumun beğendiğini

almak ve çirkin gördüğünü atmak esasına dayanan bu

yöntemi kullanmamıştır. Ama bununla birlikte, gerçekte ahiret

sevabına ya da ahiret azabına yönelik olmakla birlikte, bazı ayet-i

kerimelerde ilâhî uyarılar toplumsal tepki ile ilintili olarak sunulmuşlardır.

Söz gelimi yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:

"Nerede olursanız, yüzünüzü o yana (Mescid-i Haram'a) çevirin

ki, insanların, aleyhinizde bir delili olmasın." (Bakara, 150) Yüce

 

544 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Allah bu ayet-i kerimede müminleri kararlılığa ve dirençliliğe çağırıyor;

ama bunu "ki, insanların... olmasın" şeklinde illetlendiriyor.

Buna örnek olarak sunabileceğimiz bir diğer ayet de şudur:

"Çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz

gider. Sabredin." (Enfâl, 46) Bu ayette ulu Allah müminleri sabretmeye

çağırıyor ve gerekçe olarak da, bunun terk edilmesinin çelişmeye

yol açacağını, bununsa yılgınlığa, gücün yok olmasına,

düşmanın cesaret bulup saldırıya geçmesine sebep olacağını gösteriyor.

Bir diğer ayet-i kerime de şudur: "Fakat kim sabreder, affederse,

şüphesiz bu, yapılması gereken işlerdendir." (Şûrâ, 43) Yüce

Allah ayette müminleri sabretmeye ve bağışlamaya çağırıyor, buna

gerekçe olarak da bu davranışın "yapılması gereken övgüye lâyık"

bir iş olduğunu gösteriyor.

 

İkinci yöntem: Ahlâkın ahirete dönük hedeflerle

güzelleştirilmesidir. Kur'ân-ı Kerim'de bu amaca yönelik ifadelere

çokça rastlıyoruz: "Allah, müminlerden mallarını ve canlarını

cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır." (Tevbe, 111) "Ancak

sabredenlere ödülleri hesapsız ödenecektir." (Zümer, 10) "Doğrusu

zalimler için acı bir azap vardır." (İbrâhîm, 22) "Allah iman edenlerin

velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri

ise tağuttur. O da onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır." (Bakara,

257) Konu ve ifadelerin farklılığına rağmen, aynı amaca yönelik

birçok ayet örnek olarak gösterilebilir.

 

Bu kısma aldığımız ayetlerin kategorisine bir diğer grup ayeti

de sokabiliriz: "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen

hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce hir kitapta

olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır." (Hadîd, 22)

Bu ayet-i kerime üzüntü ve sevinci bir kenara bırakmaya çağırıyor.

Çünkü size isabet edecek olan şey, hedefinden sapacak değildir.

Sizden sapan şeyler de size isabet edecek değildir. Çünkü

olaylar önceden karara bağlanmış bir sistem doğrultusunda ve

önceden belirlenmiş bir kader uyarınca gelişme gösterirler. Dolayısıyla

olaylar karşısında üzülmek ya da sevinmek, her türlü işin

dizginini elinde tutan Allah'a inanan bir mümine yakışmayan anlamsız

bir davranıştır.

 

Bakara Sûresi / 153-157................................ 545

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir musibet başa gelmez

ki, Allah'ın izniyle olmasın. Kim Allah'a inanırsa Allah onun

kalbine hidayet verir." (Teğâbun, 11) Bu kısım ayetler de içerik olarak

bundan önceki ayetlere benziyorlar. Ki o ayetlerde ahlâkın ıslahı

ahirete ilişkin onurlu amaçlarla sebeplendirilmişti. Hiç kuşkusuz

bunlar zanna dayanmayan gerçek kemal dereceleridir. Ahlâkın

ıslahı bu ayetlerde, kazâ, kader, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanma,

Allah'ın güzel isimlerini anma, yüce sıfatlarını hatırlama gibi gerçek

ilkelerle illetlendiriliyor.

 

Şayet desen ki: Kazâ ve kader gibi olguları sebep olarak

göstermek, şu seçmeye bağlı dünya hayatındaki hükümlerin

geçersizliğini gerektirir. Bu da üstün ahlâkın geçersizliğine ve

dünyanın doğal sisteminin bozulmasına yol açar. Çünkü eğer,

geçen ayetten hareketle sabır ve kararlılık sıfatlarının ıslahı, sevinç

ve üzüntünün terki gibi hususlarda, olayların levh-i mahfuzda

yazılı olduklarına, uyulması kaçınılmaz bir kadere bağlı

olduklarına dayanarak hareket etmek söz konusu olursa, bu durumda

rızk arama faaliyetini, arzulanan kemal niteliklerini kazanma

çabasını, küçük düşürücü huylardan kaçınma içgüdüsünü

askıya almada da aynı gerekçeye sığınma, doğru bir davranış

olarak kabul edilmelidir. O zaman rızkımızı aramaksızın yerimizde

oturmamız, gerçeği savunmaktan geri durmamız caiz olur. Nasılsa

olacak şey önceden karar verilmiştir, levh-i mahfuzda yazılmıştır.

Aynı şekilde kaderin değişmezliği ve kesinliğine, levh-i mahfuzdaki

yazının belirleyiciliğine dayanılarak, kemal sıfatlarını elde

etmeye ve noksan niteliklerden kaçınmaya yönelik çabalar askıya

alınır. Bu ise her türlü tekâmülün ortadan kalkması demektir.

Buna karşılık olarak deriz ki: Kazâ ve kader konusunu incelerken,

aynı zamanda bu probleme de cevap sayılabilecek açıklamalarda

bulunmuştuk. Demiştik ki, insanların fiilleri olayların illetlerinin

birer cüz'üdürler. Bilindiği gibi malul ve müsebbeplerin varlığı,

illet ve sebeplerinin varlığı ve cüzleri ile uyuşur. Dolayısıyla,

"Tokluğun, ya varlığı ya da yokluğu mukadderdir. Her iki durumda

da "yeme"nin bir etkinliği söz konusu değildir." demek korkunç bir

hatadır. Çünkü, tokluğun dışarıda gerçekleşmesi varsayımı ancak

isteğe bağlı yeme fiilinin gerçekleşmesi varsayımı ile söz konusu

 

546 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

olabilir. Çünkü "yeme" onun illetlerinin bir cüz'üdür. Bir insanın,

herhangi bir malûl tasavvur etmesi, sonra da onun illetini ya da

cüzlerini geçersiz sayması büyük bir yanılgıdır.

Buna göre, insanın kendi dünyevi hayatının ekseni olan ve

mutluluğu veya mutsuzluğu açısından nedensellik rolü oynayan isteğe

bağlılık hükmünü, geçersiz sayması doğru değildir. Çünkü bu

olgu, insanların fiilleri ya da fiillerinden kaynaklanan durum ve özellikleri

ile ilgili olayların illetlerininbir cüz'ü niteliğindedir. Ne var

ki, bir insanın irâde ve istemini sebepler kategorisinden çıkartması

ve bunun etkinliğini inkâr etmesi caiz olmadığı gibi, istemini tek

sebep ve olayların dayandığı tek ve yeterli illet gibi görmesi de

doğru değildir. Kendi irade ve istemini âlemdeki bir sürü illet ve

cüzlerden sadece biri olarak görmelidir ki, bunların başında da ilâhî

irade gelir.

 

Aksi bir yaklaşım kendini beğenmişlik, kibirlilik, cimrilik, coşku,

üzüntü ve gamlanma gibi birçok yerilmiş özelliğe kaynaklık

eder. Cahil insan der ki: "Şunu yapan, şunu da yapmayan benim."

Böylece kendini beğenmişlik kompleksine kapılır ya da başkalarına

karşı kendini daha üstün görür. Veya cimrilik eder, malından

kimseye bir şey vermez. Böyle davranırken, kendi noksan ve yetersiz

iradesinin dışında binlerce sebep olduğunun farkında değildir.

Bilmiyor ki, eğer bu sebepler hazırlanmış olmasaydı, iradesi

hiçbir şeye engel olamazdı, hiçbir hususta işe yaramazdı. Cahil insan

der ki: "Şayet şunu yapsaydım, şu zarara uğramazdım ya da

şu şeyi elimden kaçırmazdım." Bunu derken o, söz konusu elden

kaçırmanın ya da ölümün ortadan kalkmasının -yani kârın ya da

sağlığın veya hayatın gerçekleşmesinin- binlerce sebebe dayandığının

ve bunların yokluğu -yani elden kaçırmanın ya da ölümün

gerçekleşmesi- için bu sebeplerden sadece birinin yokluğunun,

kendi iradesinin varlığına rağmen yeterli olacağının farkında değildir.

Kaldı ki, bizzat insanın kendi iradesi ve istemi de, insan iradesinin

dışındaki birçok sebebe dayanmaktadır. Yani istemek de

isteyerek gerçekleşmez.

 

Sunduğumuz bu Kur'ânî gerçeği ve içerdiği ilâhî öğretiyi kavradığın

ve konuya ilişkin ayetler üzerinde düşündüğün zaman göreceksin

ki, Kur'ân-ı Kerim bazı huyların ıslahında kesin olan ka-

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 547

 

dere ve levh-i mahfuzdaki yazıya dayanıyor. Bazı huyların ıslahı içinse

böyle gerekçelere değinmiyor.

 

Kazâ ve kadere dayandırılması, isteme bağlılığı geçersiz kılma

anlamına gelebilecek fiilleri, durumları ve huyları Kur'ân-ı Kerim

kazâ ve kadere dayalı olarak gündeme getirmez. Tersine bu tür

iddiaları temelden reddeder. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Onlar bir kötülük yaptıkları zaman, 'Babalarımızı bu yolda bulduk.

Allah da bize böyle emretti.' derler. 'Allah kötülüğü

emretmez.' de. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi

söylüyorsunuz?" (A'râf, 28)

 

Öte yandan söz konusu fiil ve davranışlardan bir kısmının kazâ

ve kadere dayandırılmaması insan iradesinin etkinlik noktasında

bağımsız bir olgu, etkilemede başkasına ihtiyacı bulunmayan eksiksiz

bir sebep ve tamamen yeterli bir illet olduğu anlamına geliyorsa,

Kur'ân-ı Kerim bunların kazâ ve kader ile bağlantılarını ortaya

koyar, bu hususlarla ilgili olarak insanı doğru yola iletir. Bu

yolu izleyen kişi düşünce ve davranışlarında yanılgıya düşmez, gitgide

sahip bulunduğu küçük düşürücü sıfatları yok olur. Amaç olayları

kazâ ve kadere dayandırarak insanın cehalete kapılıp elde

ettiği bir şeyden dolayı sevin-mesini ve yine cehaletten dolayı yitirdiği

bir şeyin kaybına üzülmesini önlemektir. Nitekim bir ayet-i

kerimede ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ve Allah'ın size verdiği malından

onlara da verin." (Nûr, 33) Burada yüce Allah malı kendisine

izafe ederek insanları cömertliğe, eli açıklığa çağırıyor.

Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Kendilerine verdiğimiz

rızk-tan harcarlar." (Bakara, 3) Burada ise, malın Allah'ın verdiği

rızk olduğunu vurgulayarak insanları hayır amaçlı harcamada bulunmaya

teşvik ediyor.

 

Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Demek onlar bu söze

inanmazlarsa, onların peşinde üzüntüyle kendini helâk edeceksin!

Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki,

onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim." (Kehf, 6-7)

Burada yüce Allah, Resulullah efendimizi (s.a.a) üzülmekten

nehyediyor. Gerekçe olarak da, onların küfürde direnmelerinin Allah'a

karşı üstünlük sağladıkları anlamına gelmeyeceğini gösteri-

 

548 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

yor. Tersine yeryüzünde bulunan her şeyin sınama amaçlı süsler

olması için yaratılmış olduklarını vurguluyor.

Bu yöntem, yani ahlâkı ıslah amacı ile izlenen ikinci yol, peygamberlerin

yöntemidir. Bu yöntemin birçok örneğini Kur'ân-ı Kerim'de

bulabiliriz. Bir kısım örneklerini de Kur'ân-ı Kerim, öteki

gök menşeli kitaplardan nakletmektedir bize.

Bir üçüncü yöntem daha vardır ki, sadece Kur'ân'a özgüdür.

Bize aktarılan gök menşeli kitaplarda, geçmiş peygamberlerin öğretilerinde

ve ilâhî hikmetle uğraşan filozofların eserlerinde böyle

bir şeye rastlanmaz. Bu yöntem, bilgi ve marifetin kullanılması ile

insanın vasıf ve ilim açısından eğitilmesidir. Bu yönteme başvurulduğu

zaman aşağılık ve iğrenç sıfatların konusu ortadan kalkar.

Diğer bir ifadeyle bu yöntem, iğrenç ve aşağılık sıfatları giderme

esasına değil, defetme esasına dayanır.

 

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Allah'tan gayrisinin hoşnutluğunun

gö-zetildiği her bir davranışın arkasında ya bir şeref arayışı ya da

korkulan ve sakınılan bir gücü memnun etmek çabası yatmaktadır.

Ne var ki yüce Allah buyuruyor ki: "Şeref ve üstünlük tamamen

Allah'ındır." (Yûnus, 65) "Bütün kuvvet Allah'a aittir." (Bakara,

165) Bu bilgi bu hâliyle insanın vicdanına yerleşince riya, gösteriş,

Allah'tan başkasından korkma, O'ndan başkasına umut bağlama

ve O'ndan başkasına güvenip dayanma gibi küçük düşürücü, onur

kırıcı niteliklere yer kalmaz. Bu iki gerçek insan tarafından bilinince,

tüm yerilmiş nitelik ve sıfatlar insandan uzaklaşır. İnsan bunların

yerine, Allah'tan korkmak, şeref ve üstünlüğü Allah katında arama,

Allah'tan başkasından bir şey istememe, azamet, ihtiyaçsızlık,

ilâhî ve rabbanî heybet gibi övülmüş ilâhî niteliklerle kendini

bezer.

 

Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim'de, defalarca: "Mülk Allah'ındır.

Gökler ve yer üzerindeki hükümranlık Allah'a aittir. Göklerde

ve yerde bulunan her şey O'nundur." şeklinde ifadeler kullanılır. Ki,

biz de defalarca bu ifadelerin içerdikleri gerçekleri gözler önüne

serdik. Allah'ın hükümranlığının ve sahipliğinin gerçek mahiyeti,

O'nun dışında hiçbir varlığın bağımsız olmaması, O'na muhtaç olmamak

gibi bir durumda bulunmaması esasına dayanır. Hiçbir

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 549

 

şey yoktur ki, yüce Allah hem onun ve hem de ona ait olan şeylerin

sahibi olmasın.

 

İnsanın bu mülkiyete inanması ve bu inancının bir gerçeklik

olarak kalbine yerleşmesi, bütün olguların onun nezdinde zat, nitelik

ve fiil olarak bağımsızlık derecesinden inmeleri anlamına gelir.

Böyle bir insanın Allah'ın rızasından başka bir şeyi istemesi,

O'nun dışında bir şeye boyun eğmesi, ondan korkması, ondan bir

beklenti içinde olması, ondan lezzet alması ya da coşkuya kapılması,

ona sığınması, güvenip dayanması, teslim olması, ona tutkuyla

eğilim göstermesi mümkün değildir.

 

Kısacası, her şeyin fani ve geçici olduğunu bildikten sonra yüce

Allah'ın kalıcı ve sonsuz rızasından başka bir şey istemez, herhangi

bir ihtiyacını başkasına arzetmez. O sadece batıldan kaçar.

Batıl da O değildir ve gerçek bir varlığı yoktur. Böyle bir insan yüce

yaratıcısının varlığı olan hakka karşı batıla tutunmaz.

Aşağıya alacağımız şu ayet-i kerimeler de aynı gerçeğe işaret

etmektedirler: "Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler

O'nundur." (Tâhâ, 8) "Rabbiniz Allah, işte budur. O'ndan başka

ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır." (En'âm, 102) "O'dur ki, her

şeyin yaratılışını güzel yaptı." (Secde, 7) "Bütün yüzler, O diri yöneticiye

boyun eğmiştir." (Tâhâ, 111) "Hepsi O'na boyun eğmiştir. (Bakara,

116) "Rabbin, yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretti."

(İsrâ, 23) "Rab-binin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet, 53)

"İyi bil ki, O, her şeyi kuşatmıştır." (Fussilet, 54) "Ve sonunda senin

Rabbine varılacaktır." (Necm, 42)

 

Şu anda üzerinde durduğumuz: "Sabredenleri müjdele. Onlar

ki, kendilerine bir bela eriştiği zaman, 'Biz Allah içiniz ve biz O'na

döneceğiz.' derler..." ifadesini de bu kategoride değerlendirebiliriz.

Çün-kü bu ve benzeri ayetler, özel ilâhî bilgiler içermektedirler.

Bunların sonuçları da özel ve gerçektirler. Bu yöntemin öngördüğü

terbiye metodu da ne ahlâk ilminin uyguladığı metoda, ne de önceki

peygamberlerin şeriatlarında uyguladıkları terbiye metoduna

benzer. Daha önce de vurguladığımız gibi, birinci metot, güzel ve

çirkin kavramlarına ilişkin toplumun genel inancını esas alır. İkinci

metot ise, genel dinî inançlara, kulluk yükümlülüklerine ve bunların

ödülle ya da azapla cezalandırılması esasına dayanır. Bu üçün-

 

550 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

cü metodun dayanağı da, saf ve eksiksiz tevhit inancıdır ki, sırf İslâm

dinine özgü bir yöntemdir bu. Bu, dini tebliğ edip hayata egemen

kılan Resulullah efendimize ve onun saf ve temiz soyuna,

Ehlibeyti'ne salât ve selâm olsun. Bu nükteyi ganimet bilmelisin.

Bir oryantalistin İslâm medeniyetinden söz ettiği eserinde dile

getirdiği düşüncelere şaşmamak mümkün değildir. Diyor ki bu

adam: "Bir araştırmacı, İslâm davetinin, izleyicileri arasında yaygınlaştırdığı

medeniyet unsurlarına, ileri uygarlığa ve yüksek medeniyete

ilişkin olarak geride bıraktığı, taraftarlarına miras olarak

armağan ettiği özelliklere ve meziyetlere ilgi duymalıdır. Esas bunların

üzerinde durmalıdır. İslâm'ın içerdiği dini öğretiler ise, bütün

nebevî davetlerin içerdiği ahlâkî ilkelerdir. Bütün peygamberler

bunlara davet etmişlerdir."

 

Daha önceki açıklamalarımızdan yola çıkarak bu bakış açısının

yanlışlığını, bu görüşün çarpıklığını anlayabilirsin. Çünkü sonuç,

öncüllerinin bir ayrıntısıdır. Bir terbiyeden sonra ortaya çıkan

davranışlar, öğrencinin ve terbiye gören insanın öğrendiği bilgi ve

marifetin ürünleri ve sonuçlarıdır. Daha düşük düzeyli bir gerçeğe,

orta seviyeli bir tekâmüle yönelik çağrı ile, sırf gerçeğe ve doruktaki

bir tekâmüle yönelik çağrı bir olamazlar. İşte işaret ettiğimiz

üçüncü terbiye metodunun niteliği bundan ibarettir. Birinci metot,

toplumsal gerçeğe çağırıyor. İkinci metot, pratik gerçeğe ve insanın

ahirette mutlu bir hayat sürdürmesine yarayan gerçek tekâmüle

çağırır. Üçüncü metot ise, sırf hakka, yani Allah'a davet eder.

Eğitimini, Allah'ın bir ve ortaksız olduğu gerçeğine dayandırır. Bu

ise, tam bir kulluğa yol açar. Metotların birbirlerinden ne kadar da

farkı var!

 

Bu metot, insanlık âlemine birçok salih insan, kendini Allah'a

adamış bilgin, kadın ve erkek evliya armağan etmiştir. Bir din için,

bu onur bile yeterlidir.

 

Bu metot, diğer iki terbiye metodundan sonuçları bakımından

da farklıdır. Çünkü bu yöntemin temel dayanağı kulluk sevgisini

aşılamak ve Rabbi kula tercih etmektir. Bilindiği gibi, aşk, tutku

ve sevgi kimi zaman seven insanı öyle davranışlara yöneltir ki,

toplumsal ahlâkın özü olan toplumsal aklın ya da genel dinsel yükümlülüklerin

esası olan sıradan genel anlayışın bunları tasvip

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 551

 

etmesi mümkün değildir. Çünkü aklın kendine özgü kuralları, sevginin

de kendine özgü kuralları vardır. İleriki bazı bölümlerde bu

hususa ilişkin olarak daha geniş ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız,

inşaallah.

 

* * *

 

"İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru

yolu bulanlar da onlardır." Ayet üzerinde düşünüldüğü zaman, orijinal

metinde geçen "salât" kelimesinin rahmet anlamında kullanılmadığı

görülecektir. "Salât" kelimesinin çoğul, "rahmet" kelimesinin

ise tekil olarak yer alması bunu gösterir. Yüce Allah bir

ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "O'dur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa

çıkarmak için üzerinize salât etmekte, melekleri de; ve

müminlere karşı çok merhamet edendir." (Ahzâb, 43)

Bu ayetten çıkan sonuca göre, "müminlere karşı çok merhamet

edendir." ifadesi, "O'dur ki üzerinize salât etmektedir" sözünün

illetidir. Böyle olması da beklenen bir gerekliliktir zaten. Çünkü

ilâhî irade müminlere rahmet etmeyi öngörür. Siz de müminsiniz.

Bu yüzden size merhamet edene kadar salât etmesi gerekir.

Dolayısıyla "salât" ile "rahmet" arasındaki bağlantı mukaddime ile

hedef, araç ile amaç arasındaki bağıntı gibidir. Veya bir şeye yönelmekle

ona bakmak arasındaki münasebet gibidir. Ya da ateşe

atmakla, yakmak gibidir. Bu durum "salât" kelimesini "şefkat gösterme,

acıyıp meyletme" şeklinde anlamlandırmaya uygun düşüyor.

Buna göre, yüce Allah'ın salât etmesi, kula merhametle yönelmesi

demektir. Melekler de Allah'ın rahmetini ulaştırmada aracılık

yapmaları bakımından insanoğluna şefkat göstererek salât

ederler. Müminlerin salâtı ise, kul olarak Allah'a dönmeleri ve dua

etmeleridir. Ama bu durum "salât"ın kendisinin de "rahmet" olmasına

ya da rahmetin bir belirtisi olmasına engel değildir. Çünkü,

rahmet kelimesinin geçtiği ayetler üzerinde iyice düşünüldüğü

zaman, bu kelimenin mutlak ilâhî bağışı, genel nitelikli rabbanî

vergiyi ifade ettiği görülecektir.

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rahmetim her şeyi kaplamıştır."

(A'râf, 156) "Rabbin, zengin rahmet sahibidir. Dilerse sizi

götürür, sizi nasıl başka bir topluluğun soyundan yarattı ise, siz-

 

552 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

den sonra da dilediğini sizin yerinize, getirir." (En'âm, 133) Buna

göre, bir topluluğu ortadan kaldırıp götürmek O'nun zenginliğinin,

ihtiyaçsızlığının ifadesidir. Ortadan kaldırdığı bir topluluğun yerine

başka bir topluluğu getirmesi de rahmetinin göstergesidir. Her iki

durum da hem O'nun rahmetine, hem de O'nun müstağniliğine

dayanırlar. Şu hâlde her "yaratma" ve her "emir" rahmettir. Aynı

şekilde her "yaratma" ve her "emir" bir bağıştır ve müstağniliği gerektirir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rabbinin bağışı kesilmiş

değildir." (İsrâ, 20) Bu bağışlardan biri de "salât"tır. Şu hâlde "salât"

aynı zamanda "rahmet"tir. Ama özel bir rahmet. Bu şekilde ayet-i

kerimede "salât"ın çoğul, buna karşın "rahmet"in de tekil olarak

kullanılmış olması anlaşılabilir.

 

"Ve doğru yolu bulanlar da onlardır." Sanki bu durumları,

"Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır." ifadesinin

bir sonucudur. Bu yüzden onların doğru yolu bulmuş olmaları, birincisinden

ayrı yeni bir cümle içinde ifade ediliyor. Yani, "Rablerinden

bağışlamalar, rahmet ve hidayet onlaradır" denilmiyor. Ve

yine, "Onlar hidayete ermişlerdir." denilmiyor da, "Onlar doğru yolu

bulanlardır." denilerek hidayeti kabullenişleri "ihtidâ" fiili ile dile

getiriliyor ki, "ihtida" "hidayet"ten sonra gelen ayrıntı niteliğinde

bir konumdur. Bununla anlaşılıyor ki, rahmet, onların Allah'a iletilmeleridir.

Bağışlama-lar ise, bu iletilmenin öncülleri konumundadır.

Onların doğru yolu bulmaları da bu hidayetin, iletilmenin bir

sonucudur. Şu hâlde, ayette geçen salât, rahmet ve ihtida, sonuç

itibariyle rahmet olarak değerlendirilseler de ayrı ayrı olguları ifade

etmektedirler.

 

Yüce Allah'ın kendilerine yönelik ikramını dile getirişine bakarak

diyebiliriz ki, bu ayetlerde sözü edilen müminlerin durumu,

senin evini ararken seninle karşılaşan arkadaşının durumuna

benzer. Söz konusu arkadaşın senin evini soruyor, oraya konaklama

niyetindedir. Bu sırada seninle karşılaşıyor. Sen de onu güler

yüzle ve saygı göstererek karşılıyorsun. Sonra onu evine giden yola

koyarak onunla birlikte yürümeye başlıyorsun. Evine ulaştırıp

konaklayana kadar yolunu kaybetmesine müsaade etmiyorsun.

Yolculuk esnasında yemesini, içmesini, bineğini ve yürüyüşünü

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 553

 

denetleyip yardımcı oluyorsun. Bütün bunlar, bir bakıma bir ikram

sayılır. Çünkü senin amacın bu. Aynı zamanda bunların her biri de

başlı başına bir ikramdır. Ama bununla birlikte yol gösterme, ikramdan

ve muhabbet etmekten başka bir şeydir. Onlar da yol göstermekten

farklı bir şeydir. Aynı zaman da hepsi de ikramdır. Şu

hâlde genel anlamdaki ikram, rahmet konumundadır. Çeşitli ağırlamalar

da "salât" olarak nitelendirilebilirler. Evde konaklama ise,

ihtida, yani doğru yolu bulma mesabesindedir.

"Ve doğru yolu bulanlar da onlardır." cümlesinin isim cümlesi

şeklinde kurulmuş olması, ayrıca cümleye uzağı gösteren işaret

ismiy-le [ulâike] başlanması, fasıl zamiri [hum]; "el-muhtedûn" diye

başlayan ifadedeki haberin başına lam-ı mevsulun getirilmiş

olması, onlara verilen önemi ve kavuşacakları nimetlerin yüceliğini

gösterir. -Doğrusunu ise Allah bilir.-

 

HADİSLER IŞIĞINDA BERZAH VE RUHUN ÖLÜMDEN SONRAKİ

HAYATI

 

Tefsir'ul-Kummî'de belirtildiğine göre, Süveyd b. Gafele

Emir'ül-Müminin'in (a.s) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Âdemoğlu

dünyanın son ve ahiretin de ilk gününe başlayınca malı, evladı ve

ameli gözlerinin önünde canlanır. Malına dönerek, 'Allah'a

andolsun ki, sana çok düşkündüm ve üzerine titrerdim. Senin yanında

bana ait ne var?' der. Malı ona, 'Benden kefenini alabilirsin.'

der. Sonra evladına döner ve 'Allah'a andolsun ki, ben sizi çok severdim,

sizin koruyucunuzdum. Sizin yanınızda bana ait ne var?'

der. Evladı ona, 'Seni mezarına kadar uğurlayacak ve üzerini toprakla

örteceğiz.' derler. Sonra ameline bakar ve 'Allah'a andolsun

ki, ben senin hakkında zahitçe davranırdım ve sen bana ağır gelirdin.

Acaba bana ait neyin var?' diye sorar. Ameli der ki: Ben

kabrinde ve mahşere gitmek üzere diriltildiğinde sana eşlik edeceğim.

Nihayet ben ve sen birlikte Rabbinin huzuruna çıkarılacağız."

"Eğer bu adam Allah'ın dostu ise, yanına insanların en hoş

kokulusu, en güzel görünümlüsü ve en süslü giysilisi gönderilir ve

der ki: 'Allah'tan bir ruh ve bir hoş koku ve naim cenneti ile sevin.

Amellerin en hayırlısını önceden gönderdin.' Adam, 'Sen de kim-

 

554 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

sin?' diye sorar. O, 'Ben senin salih amelinim. Dünyadan cennete

göç et.' der."

 

"Adam kendisini yıkayanı tanır ve kabre taşıyanlara 'Acele edin.'

der. Kabrine girince yanına iki melek gelir. Bunlar kabir sorgucularıdırlar.

Saçlarını süslerler ve yeri dişleri ile eşelerler. Sesleri

şiddetli bir gök gürlemesini andırır. Gözleri insanı kör edici bir

şimşek gibidir. Bu iki melek adama, 'Rabbin kimdir? Peygamberin

kimdir? Ve dinin nedir?' diye sorarlar. Adam, 'Rabbim Allah, peygamberim

Muhammed ve dinim İslâm'dır.' der. İki melek, 'Allah

seni sevdiğin ve hoşlandığın şeyler içinde kalıcı kılsın.' derler. Burada

yüce Allah'ın şu sözüne göndermede bulunurlar: 'Allah, inananları,

dünya hayatında da, ahi-rette de sağlam sözle sebat içinde

kılar.' [İbrahim, 27] Sonra kabrini gözünün alabildiği kadar

genişletirler ve kabirden cennete bakan bir kapı açarlar ve şöyle

derler: 'Uyu, gözün aydın! Nimetlere kavuşmuş taze delikanlı uykusuna

uyu.' Yüce Allah'ın bir ayetinde buna işaret ediliyor: O gün

cennet halkının kalacakları yer daha iyi, dinlenip safa sürecekleri

yer daha güzeldir." [Furkan, 24]

"Eğer adam Rabbine düşman biri ise, ameli ona yüce Allah'ın

yarattığı en çirkin görünümlü, en iğrenç kokulu biri olarak gelir. Ve

'Kaynar su dolu bir konak ve cehenneme savurulma ile sevin.' der.

Adam kendisini yıkayanı tanır ve kendisini kabre taşıyanlara ağır

davranmalarını söyler. Kabre konulduğu zaman, kabrin iki sınavcısı

gelir ve üzerindeki kefenini alarak, 'Rabbin kim? Peygamberin

kim? Ve dinin nedir?' diye sorarlar. Adam, 'Bilmiyorum.' der. Melekler

ona, 'Bil-medin ve doğru yolu bulmadın.' derler."

"Sonra ona öyle bir asâ darbesi indirirler ki, insanlar ve cinler

dışındaki diğer tüm canlılar dehşete düşerler. Ardından kabrinden

cehenneme bakan bir kapı açarlar ve ona, 'En kötü hâlde uyumana

bak!' derler. Böylece o daracık yerde pestile dönüşür. O kadar

ki, beyni tırnakları ile etinin arasından dışarı fışkırır. Yüce Allah

toprağın altındaki yılanları, akrepleri ve böcekleri ona musallat

eder. Bunlar onu kıyamet günü dirileceği saate kadar ısırıp dururlar,

vücudunu tırmalarlar. İçinde bulunduğu bu korkunç durumdan

dolayı kıyametin bir an önce kopmasını arzu eder."

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 555

 

Muntahab'ul-Besâir adlı eserde Ebu Bekir el-Hadremî'nin İmam

Bâkır'dan (a.s) şu sözleri aktardığı bildirilir: "Kabirde sadece

kesin olarak inanıp gereklerini eksiksiz yerine getirenlerle, kesin

olarak küfrü seçenler sorgulanırlar. 'Peki, diğer insanlar ne olacak?'

dedim. 'Onlar bekletilirler.' dedi."

 

el-Emalî adlı eserde belirtildiğine göre İbn-i Zebyân şöyle

demiştir: "Bir ara İmam Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum.

'İnsanlar müminlerin ölümünden sonra onların ruhlarının durumları

hakkında neler söylüyorlar?' diye sordu. Dedim ki: 'Müminlerin

ruhları yeşil kuşların kursaklarında olur.' diyorlar. Bunun

üzerine şöyle dedi: Subhanallah! Bir mümin böyle bir duruma

sokulmayacak kadar Allah katında saygın bir konuma sahiptir.

Ölüm gerçekleştikten sonra müminin yanına Resulullah efendimiz

(s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (hepsine selâm olsun)

gelirler. Yanlarında da Allah'ın gözde melekleri olur. Eğer yüce

Allah müminin kendi lisanıyla onun birliğine, Peygamberinin

peygamberliğine ve Ehlibeyt'in velayetine tanıklık etmesine imkân

verirse, Resulullah efendimiz (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin

(a.s) onlarla birlikte olan gözde melekler de tanıklık ederler. Eğer

adamın dili tutulursa, yüce Allah özel olarak Peygamberine

adamın kalbindeki inancı gösterir. Bunun üzerine Peygamberimiz

adamın müminliğine şahitlik eder. Resulullah'ın bu şahitliği

üzerine, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve hazır bulunan gözde

melekler de adamın müminliğine şahitlik ederler. Allah onu

yanına alınca, ruhu eski görünümü ile cennete gider. Cennetteki

ruhlar yerler, içerler. Biri yanlarına gelirse, onları dünyadaki

şekilleri içinde görür ve tanırlar." [c.2, s.33]

 

el-Mehasin adlı eserde Hammad b. Osman, İmam Cafer Sadık'tan

(a.s) şunları rivayet eder: "İmam ruhlardan, müminlerin

ruhlarından söz etti ve 'Bu ruhlar cennette karşılaşırlar.' dedi. Ben,

'Karşılaşırlar mı?' dedim. 'Evet, dedi, birbirlerini sorarlar, birbirlerini

tanırlar. Öyle ki birini gördüğün zaman, 'Bu, falancadır.' dersin."

[s.178, h: 164]

 

el-Kâfi'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle demiştir:

"Mümin öldükten sonra ailesini ziyaret eder, sevdiklerini

görür, ama hoşlanmadığı şeyler kendisine gösterilmez. Kâfir de ailesini

ziyarete gelir. Ama hoşlanmadığı şeyleri görür. Sevdiği şey-

 

556 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ler kendisine gösterilmez. Bazıları her cuma ailesini ziyarete gelir.

Bazıları da herkes ameli oranında ziyarete gelir." [c.3, s.230, h: 1]

 

el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Ruhlar

ceset görünümünde cennetteki bir bahçede bulunurlar. Birbirlerini

tanır ve birbirlerini sorarlar. Bir ruh, öteki ruhların yanına gelince,

derler ki: 'Onu çağırın; çünkü büyük bir korku ve dehşet yaşamıştır.'

Sonra ona, 'Falanca ne yapıyor, falanca ne yapıyor?' diye sorarlar.

Eğer, 'Yaşıyor' dese, onun için ümitvar olurlar. Eğer, 'Öldü'

dese, o zaman, 'Demek ki mahvolmuş, azabı hakketmiş, cehenneme

gitmiştir.' derler." [c.3, s244, h: 3]

 

Ben derim ki: Berzah hayatı ile ilgili hadisler oldukça kabarıktır.

Biz bunlar arasında berzahtaki gelişmeleri ana hatlarıyla kapsayanlarını

naklettik. Aktarılan bu anlamlara ilişkin rivayetler oldukça

yaygındır. Bunlarda maddeden soyutlanmış bir varoluşa işaret

ediliyor.

 

RUHUN SOYUTLUĞU ÜZERİNE BİR FELSEFÎ ARAŞTIRMA

 

Acaba nefis maddeden ayrı soyut bir olgu mudur? (Nefis derken,

her birimizin "ben" derken vurguladığı şeyi kastediyoruz. Soyut

derken de, zaman ve mekâna bağımlı, bölünebilen maddî bir

şey olmadığını kastediyoruz.)

 

Biz kendimizde "ben" dediğimiz bir anlamı gözlemlediğimizden

kuşku duymayız. Aynı şekilde tüm insanların bu gözlem açısından

bize benzediklerinden de kuşku duymayız. Bizim ve herkesin

"ben" dediği bu olguyu hayatımızın ve bilincimizin hiçbir anında

unutmayız, ondan gafil olmayız. Ama bu olgu, organlarımız arasında

yer alan bir şey, bedenlerimizin bir parçası değildir. Ki biz

bunları duyu organlarımızla ya da bir tür kanıtlama yöntemiyle algılarız.

Görme ve dokun-ma gibi görünen duyularla algıladığımız

organlarımız gibi. Ya da hissetme ve deneyim sonucu farkına vardığımız

iç organlarımız gibi. Za-man olur ki, biz bunların birinden

ya da bir grubundan, hatta beden dediğimiz tüm organlarımızdan

gafil olabiliriz. Fakat, "ben" diye ifade ettiğimiz olguyu asla unutmayız.

Şu hâlde o, bedenden ve bedenin parçalarından ayrı bir olgudur.

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 557

 

Aynı şekilde şayet "nefis/ben", beden olsaydı ya da bedenin

bir organı, bir parçası olsaydı, yahut beden içinde yer alan özelliklerden

biri olsaydı, -ki bu saydıklarımızın tümü madde özlüdürler.

Maddenin özelliği ise, tedricî bir değişkenlik, bölünebilirlik ve parçalanmaya

elverişliliktir- değişken ve bölünebilen bir madde olurdu.

Oysa böyle değildir. Her bir insan, kendisinden ayrılmaz bu

nefsanî olguyu gözlem altına alıp, kendisini bildiği andan itibaren

bu ana kadar ki konumunu gözden geçirdiği zaman, görecektir ki,

bu olgu hep aynı anlamda ve hep aynı konumda kalmıştır. En ufak

bir artış ve en ufak bir değişiklik yaşamamıştır. Ama beden, bedenin

parçaları, bedenin içinde yer alan özellikler her bakımdan

değişkendirler, başkalaşım sürecini yaşarlar. Bu süreç söz konusu

olguların maddesinin ve biçiminin yanı sıra diğer şekil ve görünümlerini

de kapsar.

 

Aynı şekilde insan kendisini bilinçli bir gözleme tâbi tuttuğunda

"nefis/ben" dediğimiz olgunun basit, yani bölünme ve parçalanma

kabul etmez olduğunu görür. Oysa beden, bedenin parçaları

ve bedende yer alan özellikler bölünme ve parçalanma sürecini

yaşarlar. Her madde ve madde kaynaklı her olgu böyledir.

Şu hâlde "nefis/ben" beden değildir. Bedenin bir parçası ya da

bedene özgü ve gerek duyularımızla ve gerekse kanıt aracılığı ile

algıladığımız ya da algılayamadığımız bir özellik değildir. Çünkü

bu saydıklarımız her ne şekilde varsayılsalar, yine de maddî niteliklidirler.

Madde ise değişkendir, bölünebilir. Ortada bir gerçek

vardır, o da, "nefis/ben" dediğimiz olgunun bu niteliklerden hiçbirine

sahip olmadığıdır. Şu hâlde "nefis/ben" hiçbir şekilde madde

olarak değerlendirilemez, maddî olgular kategorisine sokulamaz.

Aynı şekilde tek ve yalın olarak gözlemlediğimiz bu olguda,

parçalar ve cüzler çokluğu söz konusu değildir. Dışarıdan bir karışım

da kabul etmez. Tersine bu olgu tektir ve yalındır. Her insan

bunu kendi şahsında gözlemler ve kendisinin kendisi olduğunu,

başkası olmadığını görür. Demek ki, bu olgu bağımsızdır ve maddî

ölçülere uymaz. Maddenin vazgeçilmez niteliklerinden hiçbirini

taşımaz. Öyleyse "nefis/ben" maddeden ayrı soyut bir özdür. Bedenle

birleşmesini gerektiren bir bağlantısı vardır. Bu bağlantı evrensel

düzenlemenin öngördüğü, gerektirdiği bir husustur.

 

558 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Ancak nefsin maddeden ayrı soyut bir olgu oluşunu tüm materyalistler,

bazı kelâmcılar ve muhaddislerden olan zahiriciler inkâr

etmişlerdir. Bunu kanıtlamak için de birçok girişimde bulunmuşlardır.

Bu hususla ilgili olarak sunulan kanıtları da tamamen

faydasız bir zorlamanın sonucu olarak reddetme yönüne gitmişlerdir.

Materyalistler diyorlar ki: Günümüzde bilimsel araştırmalar

teknik olarak çok ilerlemiştir. İleri teknoloji sayesinde bilim son

derece duyarlı, titiz ve kılı kırk yarar bir düzeye ulaşmıştır. Bu yüzden

maddî illeti belirlenmeyen hiçbir bedensel özellik ve madde

yasalarına uyarlanamayan hiçbir ruhî etkinlik kalmamıştır. Yani

sırf bu etkinlik ve sonuçlardan hareketle ruhun maddeden soyut

ve ayrı olduğuna hükmedilemez.

 

Diyorlar ki: Sinir sistemi, merkezî organda birleşir. Beyin

dediğimiz bu organa yönelik sinirsel akım kesintisiz ve hızlıdır.

Bunlar arasında aynı sisteme göre hareket eden kütlesel bir olgu

vardır. Bu olgunun parçalarını birbirinden ayırt etmek ve bunların

devre dışı kalışlarını algılamak mümkün değildir. Parçaların

birbirlerinin yerine geçmeleri de söz konusu değildir. Çeşitli

olguların sonucunda oluşan bu birim bizim gözlemlediğimiz ve

"ben" diye tanımladığımız nefsimizdir. Bunu tüm organlarımızdan

ayrı bir olguymuş gibi gördüğümüz doğrudur; fakat bu onun

bedenin ve bedensel özelliklerin dışındaki bir olgu olduğunu

göstermez. Aksine nefis birleşik bir kütledir, faaliyetlerinin

kesintisizliği ve sürekliliği yüzünden onu fark etmememiz mümkün

olmuyor. Benlikten gafil olmak için, anlaşıldığı kadarıyla

sinirlerin devre dışı kalması ve faaliyetin son bulması gerekir. Bu

ise, ölümdür. Nefsin kalıcı ve değişmez olduğu doğrudur. Ama bu onun

kendi ve içinde değişmediği, orijinal durumunu koruduğu anlamına

gelmez.

 

Aksine faaliyetlerinin kesintisizliği, algısal verilerin hızlı gelişimi

gözlerimizde bir yanılgıya yol açıyor. Tıpkı içine sürekli su akan

ve akan su oranında da dışarı su akıtılan bir havuz gibi. Dolan

ve boşalan suyun miktarı bir olduğu için, havuzun içindeki suyun

hiç değişmediği sanılır. İnsan havuzdaki suyu bir ve değişmez gibi

görür. Oysa gerçeklik noktasında bakıldığında su ne birdir, ne de

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 559

 

değişmezdir. Aynı şekilde suya yansıyan insan, ağaç veya herhangi

bir cismin görüntüsü de, tek ve değişmez olarak kabul edilir.

Hâlbuki, havuzdaki suyun yaşadığı tedricî değişkenlikten dolayı bu

yansımalar da tedricî bir değişiklik yaşarlar. Nefis olgusunda gördüğümüz

değişmezlik, teklik ve belirginlik için de aynı husus geçerlidir.

Diyorlar ki: Batınî gözlem yöntemiyle bedenden ayrı ve soyut

bir olgu olduğuna ilişkin kanıtlar sunulan nefis, gerçekte doğal özelliklerin

bir toplamıdır. Buna sinirsel olgular da diyebiliriz. Ki

bunlar, dış maddenin cüz'ü ile sinirsel birleşiğin cüz'ü arasındaki

karşılıklı etkileşimin sonuçlarıdırlar. Birliktelikleri de toplanma niteliklidir,

reel bir birlik değildir.

 

Şimdi bu yorumların değerlendirmesine geçiyoruz: Diyorlar ki:

"Somut verilere ve deneysel yönteme dayalı bilimsel araştırmalar,

ileri teknolojinin de yardımıyla gerçekleştirdiği son derece titiz çalışmalarında

ruhla ilgili bir sonuç elde edememiştir. Aynı şekilde,

ancak ruhun varlığı ile izah edilebilecek bir olguya da rastlayamamıştır."

Bu söz, gerçeğin ifadesidir. Fakat bu, varlığına ilişkin

olarak deliller sunulan soyut nefsin var olmadığı sonucunu doğurmaz.

Çünkü doğanın yasalarını ve maddenin özelliklerini araştıran

doğa bilimleri, ancak maddenin özelliklerini ve maddenin özünü

tespit edip değerlendirebilir.

 

Aynı şekilde madde alanındaki deneyin tamamlanması için

kullandığımız maddî araçlar da ancak maddî olgular üzerinde etkin

olabilirler. Madde ve doğaötesi olgulara gelince, bu araçların

olumlu ya da olumsuz bir değerlendirmede bulunması doğru değildir.

Bu alanda maddî araştırmanın varabileceği en son nokta,

bir şey bulamamaktır. Bir şey bulamamak, bir şey yok demek değildir.

Bilimsel araştırmanın, az önce de gördüğün gibi, ilgili bulunduğu

madde tespit ettiği maddesel hüküm ve özellikler arasında,

mâddenin özünden ve doğanın çerçevesinden hariç soyut bir

olguyu belirlemesi beklenemez.

 

Onları, söz konusu inkâra yönelten etken şu asılsız sanılarıdır:

"Soyut nefisten söz edenler, bedensel organların bazı organik hükümlerine

rastlıyor; ama bunların bilimsel açıklamasını yapamamış,

bu yüzden, söz konusu fiillerin kaynağı olarak maddeden ba-

 

560 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ğımsız soyut nefsin varlığına inanma gereğini duymuşlardır. Ne

var ki, modern bilim, söz konusu bilinmezliklerin illetini tespit etmiş

bulunduğu için, artık böyle bir olgunun varlığına inanmak anlamsızdır."

Böyle bir kuruntuyu Yaratıcının varlığına ilişkin olarak

da gündeme getirmişlerdir.

 

Hiç kuşkusuz bu, bütünüyle dayanaksız bir yanılgıdır. Çünkü,

bedenden soyut nefsin varlığına inananlar, yukarıdaki gerekçeden

dolayı buna inanmıyorlar. Yani, illeti gözle görülen fiili bedene,

gözle görülemeyen fiili de nefse dayandırmaya yeltenmiyorlar. İddiaların

aksine onlar, bütün fiilleri aracısız olarak bedensel illetlere

ve yine bütün fiilleri dolaylı olarak nefse dayandırıyorlar. Ayrıca

hiçbir şekilde bedene izafe edilemeyecek fiilleri de nefse dayandırarak

açıklıyorlar. Bu ise, insanın kendi nefsini bilmesi, kendi zatını

gözlemlemesidir. Daha önce bu gözlemin niteliğine değinmiştik.

"Tek bir şey olarak gözlemlenen insan benliği, aslında büyük

bir hızla ve kesintisiz olarak merkez konumundaki organa doğru

akan sinirsel algıların oluşturduğu bir toplamdır. Yani bir orada

olma niteliğinde bir birliğe sahiptir." şeklindeki sözlerine gelince;

kuşkusuz bu, sonuçsuz ve nefsanî gözleme uymayan bir sözdür.

Bana öyle geliyor ki, bu iddiayı ortaya atanlar nefsanî gözlemden

gaflet ederek, beyine akan somut verilere bakıyorlar. Yani ikinci

derecede olgularla ilgileniyorlar. Diyelim ki, ortada reel olarak birçok

olgu var ve bunların birliktelikleri söz konusu değildir. Maddî

olguların algılanmasından ibaret olan bu çok sayıdaki olgunun gerisinde

hiçbir şey yoktur. Ve yine diyelim ki, tek nefis olarak gözlemlenen

bu olgu da, söz konusu çok sayıdaki algıdan başka bir

şey değildir. Peki, kendisinden başkasını göremediğimiz bu tek

olgu nereden kaynaklandı? İçinde bizzat gözlemlenen söz konusu

birlik nereden geldi? Bunun toplanma niteliğinde bir birlik olduğuna

ilişkin iddia bir saçmalıktır. Çünkü toplanma niteliğindeki birlik,

gerçekte çokluktur ve birliği ise hayalîdir. Tıpkı bir ev ya da bir çizgi

gibi. Yani özünde birlik söz konusu değildir.

 

Bizim bu sözümüz yerine şöyle bir varsayımla çıkıyorlar ortaya:

Algılar ve şuurlar hadd-i zatında çokturlar; ama aynı zamanda bir

bütün olarak tektirler. Oysa bu algılar ve şuurların hadd-i zatında

çok olmaları, hiçbir şekilde birliğe dönüşmemelerini gerektirmek-

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 561

 

tedir. Hâlbuki gözlemlediğimiz o ki, bu, tek bir şuurdur, nefsanî ve

reeldir. Bu kadar çok sayıdaki algılara sahip bulunan bir başka olgu

da söz konusu değildir ki, onu tek bir niteliğe sahipmiş gibi algılasın.

Tıpkı, duyu organları ve hayal gücünün toplanma niteliğindeki

birliğe sahip olan somut ve hayalî olguları, toplanma niteliğinde

bir birlik hâlinde algılaması gibi. Çünkü üzerinde durulan

varsayım şudur: Hadd-i zatında çok olan algılar, yine hadd-i zatında

bir olan nefsanî algının aynısıdır.

 

Şayet, "Burada algılayan pozisyonundaki organ beyindir. Birçok

algıyı tek bir algıymış gibi değerlendirir." denilirse, yine de sorun

çözülmüş olmaz. Çünkü varsayılan o ki, beynin algılayışı, birbirini

izleyen bu çok sayıdaki algıların bizzat kendisidir. Yani, duyu

güçlerinin dış âlemdeki bilgiye konu olan şeylere taalluk edip onlardan

duyusal biçimler çıkardığı gibi, beyin bu algılara taalluk eden

bir algılama gücü değildir.

 

Kendi içinde değişken ve bölünebilen bu gözlemlenen olgunun

tekliğe ulaşması ile ilgili olarak ne söylenecekse, aynı şey

değişmezliği ve yalınlığı için de söylenebilir.

Ne var ki, bu varsayım da -kesintisiz olarak birbirini izleyen ve

beyinsel algı sonucu tek bir niteliğe sahipmiş gibi değerlendirilen

bu çok sayıdaki algıları kastediyorum- doğru değildir. Beynin, beyin

içindeki gücün, sahip bulunduğu bilincin ve yanındaki bilginin

bu hususla ne ilgisi var? Bunların tümü maddî olgulardır. Maddenin

ve maddî nitelikli olguların özelliği çokluk, değişkenlik ve bölünebilirliktir.

Oysa bu bilgi biçiminde bu tür bir nitelik ve özellik

söz konusu değildir. Ortalıkta da madde dışı ya da maddî niteliklere

sahip bulunmayan bir olgu da söz konusu değildir.

"His ya da algılayıcı güç yanılabilir. Dolayısıyla değişken ve bölünebilen

bir olguyu tek, yalın ve değişmez gibi algılayabilir." şeklindeki

sözlerine gelince, bu da son derece sakat bir anlayıştır.

Çünkü yanılma ve yanlışa düşme, karşılaştırma ve nispet etme

sonucu ortaya çıkan nisbî olgulardır. Kendiliğinde gerçekliği olan

şeyler değildirler. Söz gelimi biz, kocaman gökcisimlerini küçücük

beyaz bir nokta gibi görürüz. Ne var ki, bilimsel kanıtlar bu gözlemimizin

yanlışlığını ortaya koyarlar. Duyu organlarımızın birçok

gözlemi için aynı şeyi söyleyebiliriz. Ne var ki, bu tür yanılmalar,

 

562 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ancak algılanan hususla gözlemin dışındaki realitenin karşılaştırılması

ile belirlenebilirler. Ama duygu organlarınca algılanan husus,

kendi başına bir realitedir -bir beyaz nokta gibi- ve bunda bir

yanılgı olması söz konusu olamaz.

 

Bu gibi durumlarda yapılacak değerlendirme şudur: Duyu organlarımız

ve algılayıcı güçlerimiz, çok, değişken ve bölünebilen

olguları, bir değişmez ve yalın gibi algıladığı zaman, bu demektir

ki, algılayıcı güçler, algılamaları ile yanılmışlardır, reel olgu ile

karşılaştırıldığında, elde ettikleri sonuç ile yanılgıya düşmüşlerdir.

Ancak algılayıcı gücün algıladığı bu bilgisel biçim kendi içinde

değişmez ve yalındır. Konumu ve niteliği bundan ibaret olan bir

şey için, "Bu, maddîdir" demek mümkün değildir. Çünkü maddeye

özgü genel niteliklere sahip değildir.

 

Şimdiye kadar ki açıklamalarımıza dayanarak diyebiliriz ki:

Mâteryalistlerin somut verilere ve deneysel yönteme dayanarak

ileri sürdükleri kanıt, olsa olsa "bulamama" sonucuna götürür bizi.

Olmayan (bu onların iddiasıdır) ile bulunmayanı karıştırmış olmaları

büyük bir yanılgıdır. Tek, değişmez ve yalın bir olguyu ortaya

koyan gözleme, getirdikleri tasvir de yanlıştır. Tasvirleri somut veriler

ve deneysel yöntemlerle varlığı kanıtlanan maddî temel ilkelerle

ve olgunun özünde taşıdığı realiteyle bağdaşmaz.

Modern psikoloji sahasında araştırma yapan bilim adamlarının

nefisle ilgili varsayımlarına gelince; diyorlar ki: "Nefis idrak, irade,

hoşnutluk, sevgi ve bunun birleşik ve iç içe girmiş bir durumla

sonuçlanabilen psikolojik durumların etkileşimlerinden doğan

birleşik bir durumdur." Bununla ilgili söylenecek bir şey yoktur.

Çünkü her araştırmacı, kendine bir konu seçme ve bu varsayıma

dayalı konuyu araştırma hakkına sahiptir. Ama bizim diyeceğimiz,

varsayım ortaya atandan çok, söz konusu olgunun dış âlemdeki

varlığı ya da yokluğuna ilişkindir. İşin erbabınca da bilindiği gibi

bu, felsefî bir araştırmadır.

 

Nefsin maddeden ayrı ve soyut bir olgu oluşunu kabul etmeyen

bir ekolün iddiası da şöyledir: "İnsan hayatını konu alan anatomi

ve fizyoloji bilimlerine göre, hayatla ilgili psikolojik özellikler,

hayat genlerine ve hücrelerine dayanırlar. Ki insan ve öteki canlıların

hayatlarının temeli bundadır, bunlarla bağlantılıdır. Dolayısıy-

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 563

 

la ruh bu genlerin her birine özgü bir özellik ve etkinliktir. Her birinin

ayrı bir ruhu vardır. İnsanın kendi içinde ruh adını verdiği "ben"

diye ifade ettiği olgu, birliktelik ve toplanmışlık niteliğindeki sınırsız

ruhlardan meydana gelen psikolojik bir toplamdır. Bilindiği gibi

bu tür dokusal olgular ve psikolojik özellikler, genlerin ve kromozomların

ölmesi ile birlikte yok olurlar. Onlar bozulunca, bunlar da

bozulurlar. Yani, bedensel terkibin yok olmasından sonra, soyut

ruhun kalıcılığı bir anlam ifade etmez.

 

Kısacası, bilimsel araştırma sonucu ortaya çıkarılan maddeye

özgü temel prensipler, hayatın sırlarını çözemeyince şunu diyebiliriz:

Doğal sebepler, ruhu ortaya çıkarmak için yeterli değildirler.

Çünkü ruh, doğa ötesi başka sebebin malulüdür. Ancak, sırf akıl

yoluyla nefsin de soyutluğunu kanıtlamaya kalkışmak, bugünkü

bilimin kabul et-mediği, dikkate almadığı bir husustur. Çünkü

çağdaş bilim somut verilerden ve deneyden başkasını dikkate

almaz.

 

Ben derim ki: Artık şu gerçeğin farkındasın: Materyalistlerin

iddialarına karşı ortaya koyduğumuz kanıtlar, yukarıdaki iddia için

de geçerlidirler. Yukarıdaki kanıtlara ek olarak bu iddianın dayanaksızlığına

ilişkin şunu da diyebiliriz:

 

a) Günümüzün ileri biliminin ruh ve hayat gerçeğini açıklamak

için yetersiz kalması, bunun sonsuza dek böyle yetersiz kalacağı

ve bu olguların, bizim bilgimiz dışındaki maddî illetlere kadar uzanamayacakları

anlamına gelmez. Acaba bu anlayış, yokluğu bilmeyi,

bilmenin yokluğu yerine koymak şeklinde beliren bir çarpıklık,

bir tutarsızlık değil midir?

 

b) Evrende meydana gelen maddî gelişmeleri maddeye, hayatla

ilgili öteki gelişmeleri de madde ötesi bir olguya -Yaratıcıya- dayandırmak

varoluş için iki temelin bulunduğuna inanmak demektir.

Bunu ne materyalistler kabul eder, ne de Allah'a inananlar. Yaratıcının

birliğine ilişkin tüm kanıtlar da bu çarpık anlayışı reddeder.

Sözünü ettiğimiz nefsin soyutluğuna ilişkin başka problemler

de var ki, bunlara felsefe ve kelâm kitaplarında yer verilmiştir. Ne

var ki, bu problemlerin tümü, yukarıda sunduğumuz kanıtlardan

anlaşılacağı gibi, konunun üzerinde etraflıca düşünememekten,

 

564 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

neyin amaçlandığını akledememekten kaynaklanmaktadır. Bu

yüzden söz konusu problemleri teker teker ele alıp üzerinde düşünce

üretmeye gerek duymadık. Yine de bunların üzerinde durmak

isteyen biri varsa, söz konusu eserlere başvurabilirler. Doğruya

ileten yol gösterici yüce Allah'tır.

 

AHLÂK ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA

 

Ahlâk bilimi (insanın bitkisel, hayvanî ve insanî güçlerine bağlı

insanî melekelerini, karakteristik özelliklerini inceleyen, arınmak,

manevî mutluluğa kavuşmak için insanın tekâmülüne yönelik olarak

bu karakteristik özelliklerin üstün olanlarını aşağılık olanlarından

ayıran, böylece, kitlelerce övülen ve toplumun övgüsüne

mazhar olan davranışları sergilemesini sağlayan bilim dalı), insan

ahlâkının insanın içindeki üç genel güce dayandığını ve bunların

nefsin pratik bilgiler edinmesine yardımcı olduklarını ve insan türünün

davranışlarının, hazırlık ve yükümlülüklerinin bunlara bağlı

olduğunu kanıtlaması bakımından büyük bir başarı sağlamıştır.

İnsanın özündeki üç temel güç şunlardır: İhtiras, öfke ve düşünsel

anlayış.

 

İnsanın sergilediği hareketler, davranışlar, ya yemek, içmek,

giyinmek gibi bir çıkar sağlamaya dönüktür. Ya da insanın canını,

namusunu ve malını korumaya yönelik olarak bir zararı defetmeye

dönüktür. İkinci kısımdaki fiiller "öfke" kategorisine girerler. Birinci

kısım fiiller de "ihtiras" kategorisine girer. Ya da düşünsel tasavvur

ve tasdike dayalı düşünsel amellerdir. Karşılaştırma yapma,

kanıt ileri sürme gibi. Bu tür davranışlar düşünsel anlayış gücünden

kaynaklanır. İnsanın kişiliği bu üç gücün bir bileşkesidir.

Bunların birleşmesi ve terkibi sonucu gerçekleşen birlik insanın

türüne özgü fiilleri sergiler ve insan bu terkibin amacı olan mutluluğu

elde eder.

 

Dolayısıyla insan türü bu güçlerden herhangi birinin ifrat ya da

tefrite kaçmasına izin vermemelidir. Bu güçlerden birinin orta düzeyi

aşıp fazlalık ya da eksiklik konumuna geçmesine imkân tanımamalıdır.

Çünkü böyle bir durumda, terkibin gerçekleşmesi için

ölçü alınan üç temel güç arasındaki denge bozulur. Artık insanın

varoluş bileşkesi, öngörülen bileşke olmaktan çıkar. Bunun

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 565

 

sonucu olarak da, insan türünün mutluluğu olarak belirlenen bileşkenin

hedefi ortadan kalkar.

 

İhtiras gücünün denge noktası -yani bu gücün nicelik ve nitelik

olarak istenen ve gereken ölçülerde kullanılması- "iffet" olarak

nitelendirilir. Bunun iki aşırı ucu; yani ifrat ve tefriti oburluk,

azgınlık ve uyuşukluktur. Öfke kaynaklı gücün denge noktası ise

"cesaret"tir. Bunun iki aşırı ucu, saldırganlık ve korkaklıktır.

Düşünsel gücün denge noktası, "hikmet"tir. Bunun iki aşırı ucu,

demagoji, lafazanlık ve ahmaklıktır. Bu üç karakterin birleşmesi

sonucu nefiste bir dördüncü karakter meydana gelir ki bu, değişik

karakterlerin kaynaşımı gibidir. Buna "adalet" denir. Yani insan

türünün karakterini belirleyen her gücü yerli yerinde kullanmak,

hakkını vermek. Bu denge noktasının iki aşırı ucu zulmetmek ve

zulme uğramaktır.

 

Üstün âhlakın bu temel prensiplerinin -yani iffet, cesaret, hikmet

ve adaletin- her birinin bizzat kendisinden kaynaklanan ve yine

analitik olarak kendisine dönük olan ayrıntı niteliğindeki bölümleri

vardır. Bu ayrıntıların temel karakteristik güçle olan bağlantıları

türün cinsle olan bağlantısı gibidir. Cömertlik, eli açıklık,

kanaatkârlık, şükredicilik, sabır, izzet-i nefis, gözüpeklik, hayâ,

gayret, nasihat, saygınlık ve alçak gönüllülük gibi. Bunlar ahlâk kitaplarında

yer alan üstün ahlâkın ayrıntılarıdır. (Burada üstün ahlâkın

temelleri ve onlardan ayrılan dallar arka sayfada yer alan

şemada belirlenmiştir.)

 

Ahlâk bilimi söz konusu karakterlerin her birinin sınırlarını

belirler ve izlenecek orta yolu aşırı uçlarından ayırır ve ardından

bunun iyi ve güzel bir karakter olduğunu açıklar. Daha sonra bu

karakterin ne şekilde huy edinileceğini teorik ve pratik olarak

gösterir. Önce söz konusu karakterin iyi ve güzel olduğuna inandırır,

sonra alıştırmalar sonucu bunun nefsin karakteristik bir

özelliği olmasını sağlar.

 

566 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 153-157 ............................................. 567

 

Bunu şöylece örneklendirebiliriz: Korkaklık, korkunun insanın

içine yerleşmesinden kaynaklanır. Korku ise, gerçekleşmesi ve

gerçekleşmemesi olası olan bir şeyden kaynaklanır. Akıllı insan

ise, tercihi gerektirecek bir durum olmadığı sürece eşit derecede

olası olan taraflardan birini tercih etmez. Şu hâlde insan korkmamalıdır.

İnsan, bu gerçeği kendi kendine telkin edip ardından

korkulu ve ürpertici ortamlara girip çıkmaya başladıktan sonra

korku belasından kurtulur. Öteki aşağılık ve üstün huylar için de

aynı şeyi söyleyebiliriz.

 

Önceki açıklamalarımızda yer verdiğimiz birinci terbiye yönteminin

bir gereğidir bu. Bu yöntemin özü; övülmüş niteliklere sahip

olmak ve güzel övgüyle karşılaşmak amacı ile nefsi ıslah etmek,

karakteristik özellikler arasında denge sağlamaktı.

Bunun bir benzeri de peygamberlerin, şeriat koyan resullerin

uyguladıkları eğitim metodudur. Aradaki tek fark amaçtır. Birinci

terbiye metoduna göre, üstün ahlâkın amacı insanların övgüsüne,

tasvibine mazhar olmaktır. İkinci terbiye metodunun hedefi ise insanı

gerçek mutluluğa ulaştırmaktır. Allah'a ve ayetlerine yönelik

inancı pekiştirip kemale erdirmek ve ahiret mutluluğunu kazandırmaktır.

Bu ise, sırf insanların övgüsünden ibaret olmayıp gerçek

mutluluk ve tekâmüldür. Bununla beraber her iki terbiye metodunun

ortak noktası, insanın pratik olarak insanlık erdemine ulaşmasıdır.

Daha önce mahiyetini açıkladığımız üçüncü eğitim metodu, ilk

iki metottan niteliksel olarak ayrılır. Bu metodun amacı, insanlık

erdemine ulaşmak değil, Allah'ın rızasını kazanmaktır. Bu yüzden,

hedefi ilk iki yöntemden ayrılır ve yine bu yöntemdeki ahlâkî denge,

ilk iki yöntemin öngördüğü ahlâki dengeden ayrıdır.

Meselenin özüne bu şekilde dikkat çektikten sonra, yöntemi

şöylece açıklayabiliriz: Kulun imanı pekişip artmaya başlayınca,

nefsi Rabbini düşünme hususunda karşı konulmaz bir istek hisseder.

O'nun güzel isimlerini, eksikliklerden ve şaibelerden münezzeh

sıfatlarını düşünme isteği ile dolup taşar. Bu karşı konulmaz

istek, bu duyarlılık öyle bir noktaya varır ki, kişi Rabbini görür gibi

ibadet eder, Rabbinin de kendisini gördüğünü sürekli düşünür.

Rabbine yönelik tutkunluğu ve duyarlılığı büyük bir sevgi hâlini a-

 

568 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

lır. Bu sevgi de gitgide artar. Çünkü insanoğlu güzeli sevmeye yatkın

bir fıtrata sahip olarak yaratılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle

buyuruyor: "İnananların Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür." (Bakara,

165) Bu noktada kul, her türlü hareketinde Allah'ın elçisinin

söz ve davranışlarına uyar. Çünkü bir şeyi sevmek, onun sonuçlarını

da sevmeyi gerektirir. Tüm evren Allah'ın eseri ve ayeti olduğu

gibi, Peygamber de O'nun bir eseri ve işaretidir. Bu sevgi artarak

devam eder, o kadar ki, bir süre sonra her şey-den ilgisini kesecek

noktaya gelir. Artık Rabbinden başka bir şey sevemez, kalbi O'nun

rızasından başka bir yere yönelmez olur. Çünkü bu kul hiçbir güzel

ve iyi şeyle karşılaşmaz ki, onda tükenmez kemalin, sonu gelmez

güzelliğin ve sınırsız iyiliğin bir numunesini görmesin.

Çünkü güzellik, iyilik, mükemmellik ve göz alıcılık yüce Allah'-

tan kaynaklanan olgulardır. Başkasının yanında bulunan bu tür nitelik-

ler O'na aittirler. Çünkü O'nun dışındaki her şey, O'nun birer

ayetidir, başka değil. Ayet ise, bağımsız bir kimliğe sahip olamaz.

O sahibini gösteren bir nişane konumundadır. Bu kulun kalbi artık

sevginin egemenliği altına girmiştir ve bu egemenlik sürüp gidecektir.

O, her şeye bakarsa, Rabbinin bir ayetidir, diye bakar. Kısacası,

her şeyle olan sevgi bağlarını koparıp Rabbine yönelmiştir.

Bir şeyi ancak Allah adına ve ancak Allah için sever.

Bu aşamadan sonra algılayış ve davranış türü de değişir. Hiçbir

şey yoktur ki, o öncesinde ve beraberinde ulu Allah'ı görmesin.

Onun zihninde eşya ve olaylar bağımsız statülerini kaybederler.

Onun bilme ve kavrama biçimi öteki insanlardan farklıdır. Çünkü

insanlar onun aksine gördükleri her şeye bağımsızlık perdesinin

gerisinden bakarlar. Bu, onun konumunun teorik izahıdır. Pratik

açısından da durum bundan ibarettir. Teorik konumu bundan ibaret

olan kişi Allah'tan başkasını sevmediği için, bir şeyi ancak O'-

nun rızasını elde etmek için ister. Ancak Allah için ister, Allah için

bir şeyi kasteder. Allah için bir şeyi umar, Allah için bir şeyden

korkar, Allah için bir şeyi seçer, Allah için bir şeyi terk eder, Allah

için karamsar olur, Allah için yalnızlık hisseder, Allah için hoşnut

olur ve Allah için öfkelenir.

 

Dolayısıyla sırf Allah'ın rızasını elde etme adına hareket eden

bu insanın amacı öteki insanlarınkinden farklı olur. Fiillerinin yö-

 

Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 569

 

nelik oldukları hedef, öteki insanların fiillerinin yönelik oldukları

hedeflerden ayrı olur. Çünkü o, bu aşamaya kadar bir fiili ya da bir

kemal niteliğini insana yaraşır bir erdem olduğu için tercih ederdi,

bir fiilden ya da ahlâktan insanlık açısından aşağılık bir nitelik olduğu

için sakınırdı. Ama şimdi sadece Rabbinin rızasını istiyor,

onun derdi başkaları tarafından üstün veya alçak niteliklerle bilinmek

değildir. Güzel övgüye, övgüye değer biçimde anılmaya itibar

etmez. Dünya, ahiret, cennet ya da cehennem onun umurunda

değildir. Onun çabası bütünüyle Rab-bine yöneliktir. Kulluk

sunma amacıyla eğildikçe arzusu artar, bu serüveninde onun yol

göstericisi sevgisidir.

 

"Bana hararetli aşk sözlerini rivayet etti,

Kişisel bilginin derinliğine dayanarak,

Hoş bir meltem esintisi Saba yelinden

O da ulu ağaçtan, karanlık vadiden, yüksek tepelerden,

Yaralı gözlerimden boşalan yaşlardan ve aşktan,

Aşk tutkunu kalbimin hüznünden ve vecde gelmiş gönülden:

İçimde biriken aşk ve arzu beni yok etmeye ve hatta

Mezara koyup üzerimi örtmeye yemin etmişler."

 

Sunduğumuz açıklamalarda özet bir anlatım tarzını seçmiş

olmamıza karşın, bunların üzerinde iyice düşündüğün zaman amaca

ulaştırması bakımından yeterli olduğunu göreceksin. Bu açıklamalardan

çıkan sonuca göre, üçüncü eğitim metodunun

gündeminde üstün ya da alçak ahlâkî davranışlar yoktur. Bu metotta

hedef, bu yöntemde amaç farklıdır. Yani diyorum ki, insanlığın

gereği üstün ve faziletli davranışlar, yerini Allah'ın rızasına bırakıyor.

Çoğu zaman bu metodun öngördüğü bakış açısı da ötekilerden

farklı olabiliyor. Onun dışındaki metotlarda üstün ahlâk

kabul edilen bir şey onda, kötü ahlâk sayılabilir. Bunun aksi de söz

konusu olabilir.

 

Bir husustan daha söz etmek gerekiyor: Önceki metotlardan

mahiyet ve nitelik olarak ayrılan ahlâka ilişkin bir teori söz konusudur.

Bu teoriyi başlı başına bir eğitim metodu kabul edenler de

olmuştur. Bu teoriye göre, medenî toplulukların değişmesi ile birlikte

ahlâkî anlayışın temel ve ayrıntı niteliğindeki ilkeleri de deği-

 

570 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

şir. Çünkü her medeniyetin güzel ve çirkin anlayışı farklıdır; bu

kavramlar, değişmez ve her yerde geçerli olan temellere

dayanmaz. Bazılarına göre ahlâka ilişkin bu teori, maddeye ilişkin

ünlü dönüşüm ve tekâmül teorisinin bir ürünüdür.

 

Diyorlar ki: Toplum, insanın başkalarıyla birlikte gidermek istediği

varoluşsal ihtiyaçlarının toplamının ürünüdür. İnsan bu birlikteliği

toplumsal kalıcılığı için bir aracı olarak görür ki, kişisel varoluşunun

devamı bu kalıcılığa bağlıdır. Şöyle ki: Doğaya, dönüşüm

ve tekâmül/evrim yasası egemendir. Toplum da kendi içinde

değişkenlik karakterine sahiptir. Her an, daha mükemmele ve

daha ileriye dönük bir eğilim içindedir. Güzel ve çirkin, hareket ve

davranışın toplumun amacına (yani kemale) uyması ya da uymaması

demektir.

 

Dolayısıyla bu kavramların hep aynı durumda kalmaları ve

hep aynı tarz ve yönteme bağlı olarak değerlendirilmeleri anlamsızdır.

Çünkü ne güzel ve ne de çirkin kavramı mutlaktır. Tersine

bunlar izafîdirler. Toplumların zaman ve mekân olarak değişime

uğramaları bu kavramların da değişime uğramalarına yol açar.

Güzel ve çirkin izafî ve değişken kavramlar olunca, zorunlu olarak

ahlâkta da değişikliğe neden olurlar. Üstün ve kötü ahlâkın ifade

ettikleri anlam başkalaşıma uğrar. Buna göre; ahlâk medeni tekâmüle

ve toplumsal hedefe ulaşmanın aracı olan ulusal ideale

bağlıdır. Çünkü güzel ve çirkin bu ideale göre belirginlik kazanır.

Şu hâlde amaca biraz daha yaklaştıran ve hedefe varmaya aracı

olan şey erdemdir. Bu itibarla güzeldir. Amaca ulaştırmayan, geriye

dönüşe neden olan şey de anti erdemdir ve bu itibarla kötüdür.

Bu yüzden toplumsal idealle bağdaşmaları durumunda yalan,

iftira, fuhuş, eşkıyalık, katı yüreklilik, hırsızlık ve utanmazlık güzel

ve olumlu olarak değerlendirilebilirler. Yine ulusal idealden alıkoyucu

bir işlev görmeleri durumunda doğruluk, iffet ve merhamet,

çirkin ve aşağılık olarak nitelendirilebilirler. Materyalist sosyalistlerin

benimsediği bu ilginç teorinin özeti budur.

 

İddialarının aksine yeni bir teori de değildir. Eski Yunan'daki

Kelbîler -bize ulaşan bilgilere göre- bu anlayışa sahiptiler. Aynı,

şekilde Mazdek taraftarları da bu düşünceyi benimsemişlerdi.

(Mazdek Eski İran'da Kisra döneminde çıkmış ve insanları bir tür

 

Bakara Sûresi / 153-157 ............................. 571

 

sosyalizme davet etmişti.) Afrika'da ve dünyanın başka bölgelerinde

yaşayan ilkel kabileler arasında bu tanıma uyan davranışlara

rastlamak mümkündür.

 

Durum her ne ise, bu yanlış ve çarpık bir metottur. Bu metodu

benimsetme amacına yönelik olarak ortaya atılan kanıt da kurgu

ve mantık olarak yanlıştır.

 

Şöyle ki: Gördüğümüz tüm dışsal olguların vazgeçilmez olarak

bir kişilik taşıdıklarını gözlemliyoruz. Bunun bir gereği de, her varlığın

bir başka varlığın aynı olmaması, varoluşsal olarak ondan ayrı

olmasıdır. Söz gelimi Zeyd'in varlığı kişiliğini de beraberinde taşır.

Bu kişilik bir tür birliktir ki, Zeyd'in aynı zamanda Amr'ın aynısı

olması mümkün değildir. Çünkü Zeyd bir kişidir, Amr da başka bir

kişi, ikisi iki kişiliktir, bir kişilik değil. Bu, kuşku götürmez bir gerçektir.

(Bu durum, "maddî âlem, tek bir kişilik gerçekliğine sahiptir."

şeklindeki değerlendirmemizden farklıdır. Bu ikisi birbirine

karıştırılmamalıdır.)

 

Buna göre, dışsal varlık kişiliğin aynısıdır. Ancak bu yargıda zihinsel

kavramlar dışsal varlıklardan farklılık gösterir. Çünkü anlam

her ne olursa olsun, akıl onun birden çok örneklerde doğrulanmasına

cevaz verir. İnsan, uzun insan ve önümüzde duran insan

kavramları gibi. Mantıkçıların kavramı "küllî" ve "cüz'î" diye ikiye

ayırmaları, aynı şekilde cüz'îyi de "izafî" ve "hakikî" diye ayırmaları,

nisbî ve izafî bir ayırımdır. Ya kavramlardan birinin öbürüne

ya da dışarıdaki bir olguya izafe edilmesine dayalı bir ayrımdır.

Kavramlarla ilgili bu nitelendirmeyi -birden fazla olguya uyarlanabilirlik-

"mutlaklık" olarak isimlendiririz. Bunun karşıtı olan olguya

da "kişilik" ya da "teklik" diye ad koyarız.

 

Ayrıca dış varlık (özellikle maddî varlığı kastediyoruz) değişim

ve genel hareketlilik yasasına bağlıdır. Bu yüzden kaçınılmaz olarak

sınırlara ve bölmelere bölünebilirlik gibi bir boyutu vardır. Bu

bölmelerin her biri, ya öncesinde ya da sonrasında yer aldıkları için

öteki bölmeden ayrılır. Bununla beraber varoluşsal olarak onunla

bağlantı hâlindedir. Çünkü böyle olmazsa değişim ve başkalaşım

olgusu kanıtlanmış olamaz. Çünkü iki şeyden biri temelden

yok olursa ve öteki temelden var olursa, bu, diğerinin dönüşmüş

hâli olarak değerlendirilemez. Tersine, her hareketin kaçınılmaz

 

572 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

kıldığı değişim, ancak her iki durumda da varlığını koruyan ortak

bir olgunun varlığıyla gerçekleşebilir.

 

Bununla da anlaşılıyor ki, hareket kişilik olarak bir tek olgudur;

ama sınırlara izafe edilince, çokluk niteliğini kazanır. Her bir

izafe ile hareketin ayrı bir bölümü belirginleşir ve bu bölüm ötekilerinden

farklı olur. Fakat hareketin kendisi kişisel tek bir akımdır,

tek bir cereyandır. Biz, kimi zaman her noktada bir sınır bulunan

nispetler karşısında, hareketteki bu vasfı "mutlak" olarak nitelendiririz

ve "mutlak hareket" tabirini kullanırız. Bunu derken hareketin

sınırlara izafe edilişini göz ardı ediyoruz. Buradan anlıyoruz ki,

"mutlak" birinci anlamının aksine, bu ikinci anlamıyla dışarıda varolan

reel bir olgudur. Birinci anlamdaki "mutlak" ise, zihinsel bir

varlığa ilişkin zihinsel bir niteliktir.

 

Ayrıca biz, insanın kendine özgü nitelikleri, hükümleri ve

özellikleri bulunan doğal bir varlık olduğundan kuşku duymayız.

Ayrıca, yaratılışın var ettiği, insan bireylerinden bir bireydir, bireylerin

tümü, yani insan topluluğu değildir. Ancak yaratılış, bu

bireyin varoluşsal bir eksikliği bulunduğunu, tek başına

üstesinden gelemeyeceği hususların varolduğunu fark edince, onu

birtakım araçlarla ve güçlerle donattı ki toplum çerçevesi içinde

ve diğer bireylerle birlikte tekâmülünü gerçekleştirme amacına

yönelik çabalarını sürdürebilsin. Buna göre, insan birey olarak yaratılışın

başta gelen gayesidir. Toplum ise, ikinci derecedeki gayedir.

İnsan, doğasının gerektirdiği ve insanı yönelttiği toplumsallığa

rağ-men -şayet toplumla ilintili olarak gerektiricilik, nedensellik ve

hareketlilik kavramlarını gerçek anlamda kullanmak doğru olursa-

insanın gerçek konumu bireyselliktir. Çünkü birey olarak insan,

kişisel ve tek bir varlıktır. Kişisellikten ve teklikten ne kastettiğimizi

daha önce açıklamıştık. Bunun yanı sıra birey olarak insan

bir hareketlilik içindedir. Kemal noktasına doğru akıp giden bir

değişim ve başkalaşım sürecini yaşamaktadır. Bundan dolayı varlığının

her bir parçası ayrı bir değişim içindedir ve diğer parçalardan

farklıdır.

 

Bununla beraber insan değişimin her aşamasında tekliğini ve

kişiliğini koruyan mutlak ve akışkan bir mizaca sahiptir. Bireyin

sahip bulunduğu bu karakter, üreme ve bireyden bireyin türemesi

 

Bakara Sûresi / 153-157 .............................. 573

 

şeklinde korunur. İşte türsel karakter dediğimiz budur. Çünkü bu

karakter bozulmayla karşı karşıya kalsa bile, değişikliğe uğrasa

bile, bireyler arasında korunarak sürdürülür. Tıpkı bireysel mizaca

ilişkin açıklamamızda değindiğimiz gibi. Şu hâlde bireysel ve kişisel

karakter vardır ve bireysel tekâmüle yöneliktir. Aynı şekilde

türsel karakter de vardır ve türsel tekâmüle yöneliktir.

Türsel tekâmül hiç kuşkusuz varoluşu ve gerçekleşmesi açısından

doğal sistemin içinde gelişme gösterir. İşte biz söz gelimi:

"İnsan türü kemale doğru ilerlemektedir. Bugünkü insan varoluş

bakımından ilk insandan daha mükemmeldir" derken buna dayanıyoruz.

Aynı şekilde türlerin dönüşümüne ilişkin varsayımla ilgili

olarak da aynı şeyi söyleyebiliriz. Eğer bireyler ya da türler arasında

korunarak sürdürülen türsel bir karakterin varlığı söz konusu

olmasaydı, bu tür sözler şiirsellikten öteye bir anlam ifade

etmezdi.

 

Bir ulusun bireyleri arasında ya da bir çağda yahut bir ortamda

oluşan somut toplum için ve aynı şekilde insan türüyle birlikte var

olan, onunla birlikte varlığını sürdüren ve onunla birlikte değişime

uğrayan toplum türü (şayet toplumu da tıpkı bir araya toplanmış

insanlar topluluğu gibi dışsal bir karakterin dışsal bir durumu olarak

değerlendirmek doğru olursa) için söylenecek söz, kayıtlılık ve

mutlaklık açısından türsel ve kişisel insan için söylenecek sözün

aynısıdır.

 

Dolayısıyla toplum da insanın hareketi ve değişimi ile birlikte

hareket eder, değişime uğrar ve toplum, hareketinin başlangıç

noktasından mutlak varlığıyla her nereye yönelirse, birlik hâlindedir.

Bu değişken birlik, sınırlardan her birine izafe edilmesi sonucu

parçalara dönüşür. Her bir parça toplumu oluşturan şahıslardan

bir şahıstır. Toplumun şahısları, varlıkları bakımından insan bireylerine

dayanırlar. Tıpkı yukarıda işaret ettiğimiz anlamda mutlak

toplumun insani karakteristiğin mutlaklığına dayanması gibi.

Çünkü kişinin hükmü, hükmün kişisi ve bireyidir. Yine mutlakın

hükmü, hükmün mutlağıdır. (Ama küllî hüküm değil. Çünkü biz

burada kavramsal mutlaklıktan söz etmiyoruz. Bunu göz ardı etme.)

Biz, insanlar arasında yer alan bir bireyin tek olduğundan ve

 

574 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

varlığını sürdürdüğü sürece tek bir hükümle niteleneceğinden

kuşku duymuyoruz.

 

Ancak söz konusu birey, insan tanımına giren konumuna ilişkin

olarak baş gösteren değişimleri izleyerek cüz'î değişikliklerle

değişime uğrar. Söz gelimi, doğal insana ilişkin yargılar şöyledir:

İnsan beslenir, iradesine göre hareket eder, hisseder, düşünür. -Bu

yargı insan varoldukça vardır.- Aynı şey insanın efradı ile birlikte

varlığını sürdüren insan mutlakına ilişkin hükümler için de geçerlidir.

Bir araya gelip toplum oluşturmak insan doğasının ve özelliklerinin

bir gereği olduğuna göre; (sürekli beraberliği kastediyoruz

ki, birey olarak insanın varolduğu günden bu yana sürekliliğini koruyan

insan doğası bunu meydana getirmiştir) toplumsallığın mutlaklığı

da insan türünün mutlaklığının bir özelliğidir. Onunla birlikte

vardır ve o varolduğu sürece de o da varlığını sürdürecektir. İnsan

türünün ortaya çıkardığı ve gerektirdiği toplumsal yargılar da,

toplumla birlikte varolacak, onunla birlikte varlığını sürdürecektir.

Ama, tıpkı türünde olduğu gibi asıl cevherini korumak koşuluyla

kimi cüz'î değişimlere de uğrayacaktır.

 

Bundan sonra şunu söylememiz doğru olur: Kalıcı ve değişmez

toplumsal yargılar vardır. Güzel ve çirkin kavramlarının mutlak

varlıkları gibi. Nitekim toplumun kendisi de bu anlamda mutlaktır.

Şöyle ki, toplum, toplum dışı bir olguya, söz gelimi bireyliğe

dönüşmez, bu yönde bir değişim gerçekleştirmez. Özel bir toplumun,

başka bir özel topluma yönelik bir değişim geçirmesi ise

mümkündür. Mutlak ve özel güzellik de tıpkı mutlak ve özel toplum

gibidir.

 

Ayrıca biz biliyoruz ki, bir birey varoluşu ve kalıcılığı bakımından

bazı kemal sıfatlara ve yararlara muhtaçtır. Bunları edinmesi,

bunları elde etmesi bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun kanıtı da,

insanın varoluşunun değişik yönleri açısından bunlara ihtiyaç

duymasıdır, yaratılışın kendini güçlendirip pekiştirmesi için bu donanıma

başvurmasının gerekli olmasıdır. Beslenme ve üreme donanımı

örneğin. İnsan bu donanımı gerçekleştirmek zorundadır.

Ama kesinlikle aşırıya kaçmamalıdır. Çünkü böyle bir durum, sözünü

ettiğimiz zorunluluk kanıtı ile çelişki arzetmektedir.

 

Bakara Sûresi / 153-157 .............................. 575

 

Bir insan ihtiyaç duyduğu bir hususta, gereğinden fazla bir edinme

yoluna gitmemelidir. Söz gelimi, ölene ya da hasta düşene

yahut diğer yeteneklerini ve özelliklerini devre dışı bırakana kadar

tıka basa yememelidir. Tüm kemal ve menfaatle ilgili hususlarda

orta yolu tutmak gerekir. Sözünü ettiğimiz orta yol "iffet"tir. Bunun

iki aşırı ucu oburluk ve uyuşukluktur.

 

Aynı şekilde bireyin varoluş ve kalıcılık açısından eksiklikler ve

çelişik olgular ortasında bulunduğunu, varlığı açısından zararlı olan

bu olguları bertaraf etmesi gerektiğini görüyoruz. Bunun kanıtı

da insanın kendi içindeki ihtiyaç ve donanım eğilimidir. Bu yüzden

gerekli olan orta çizgiyi yakalaması için söz konusu olguları bertaraf

etmesi, istenen düzeyi yakalayana kadar savaşım vermesi gerekir;

öteki donanımlarına zarar verecek bir ifrattan ya da birbirleriyle

sağlam bağlantıları bulunan ihtiyaç ve donanıma zarar verecek

bir tefritten kaçınmalıdır. İşte sözünü ettiğimiz bu orta çizgi,

"cesaret"tir. İki aşırı ucu da saldırganlık ve korkaklıktır. Aynı şey

"bilgi" ve karşıtları olan demagoji ve ahmaklık, ayrıca adâlet ve

kârşıtları olan zulmetme ve zulmedilme hususları için de geçerlidir.

Bu dört karakteri ve erdemi yani iffet, cesaret, hikmet ve adalet

niteliklerini, donanmış bireysel tabiat kaçınılmaz kılıyor. Bunların

tümü de güzel niteliklerdir. Çünkü güzelin anlamı bir şeyin amacını,

kemalini ve mutluluğunu içermek demektir. Bu sözünü ettiklerimiz

de bireyin mutluluğuna elverişlidirler. Buna ilişkin kanıtı

az önce sunmuştuk. Karşıt durum ise, iğrenç ve rezillik niteliklidir.

Bir insan karakter olarak ve kendi içinde bu niteliğe sahipse, o,

toplumsal ortamda da aynı nitelikleri sergiler. İnsanın sahip bulunduğu

bu karakterin bir gereği olan toplum, insanın öteki varoluşsal

gereklerini geçersiz kılar mı? Böyle bir şey, tek bir karakterin

kendi içinde çelişmesinden başka bir anlam ifade eder mi?

Oysa toplum, bireylerin tabiatlarını kemale ulaştırmak, arzuladıkları

hedefe varmak amacına yönelik yolun gidişatını kolaylaştırmak

için kendi aralarında yardımlaşmalarından, dayanışmalarından

ibarettir.

 

Bir insan kişisel olarak ve toplumsal ortamda bu niteliğe sahip

olunca, insan türü de, türsel birlikteliklerinde bu niteliğe sahip

 

576 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

demektir. Çünkü insan türü toplumsal ortamda toplumu bozmayacak

oranda bir savunma mekanizması oluşturarak kendini bütünler.

Savunmasını toplumsal dengeye zarar vermeyecek ölçülerde

bilgiye başvurarak ve yine toplumsal adâletle -her hak sahibine

hakkını vermek, zulmetmeden ve zulme uğramadan kendisine

yaraşan payı elde etmesini sağlamak- gerçekleştirir. Bu dört nitelik,

mutlak toplumsallık açısından üstün ahlâk kategorisine girer

ve insan topluluğu bunların mutlak güzelliğine, karşıtlarının ise

rezillik nitelikler olduğuna ve mutlak çirkinliğine hükmeder.

Bu açıklamalarla şu hususun belirginleştiğini umuyoruz: İnsanoğlunun

sürüp giden toplumsal ortamında, güzellik ve çirkinlik

kesintisiz olarak varlıklarını sürdürürler. Ahlâkın bu dört temeli üstün

niteliklerdirler ve her zaman güzeldirler. Bunların karşıtları da

aşağılık niteliklerdirler ve her zaman çirkindirler. Çünkü insan doğası

bunu gerektirir. Temel prensipler açısından durum bundan

ibaret olduğuna göre, analitik olarak ayrıntı niteliğindeki prensipler

de, bunun kabulü noktasında aynı hükme tâbidirler. Bununla

beraber, uyarlanma noktasında örnek sayılabilecek olgular açısından

görüş ayrılıkları gözlemlenebilir. İleride bu hususa işaret

edeceğiz.

 

Bu hususu kavramışsan, karşıt görüşe sahip kimselerin ahlâk

ile ilgili olarak buraya aldığımız görüşlerinin ne kadar yanlış olduğunu

somut biçimde görmüş olmalısın. Bu görüşün değerlendirmesini

aşağıya alıyoruz.

 

"Gerçekte mutlak güzellik ve çirkinlik diye bir şey yoktur. Bunlardan

varolan şey, nisbî ve izafî güzellik ve çirkinliktir. Bu ise, değişen

bölgelere, zamanlara ve toplumlara göre değişme gösterir."

şeklindeki sözlerine gelince; aslında bu, küllîlik anlamında kavramsal

mutlaklıkla, varlığı sürdürme anlamında varoluşsal mutlaklığı

birbirine karıştırmaktan kaynaklanan bir yanılgıdır. Dolayısıyla

küllî ve mutlak güzellik ve çirkinlik, küllîlik ve mutlaklık niteliklerinden

dolayı dışsal bir olgu olarak var olmayan iki kavramdır.

Ancak bunlar, sonuç olarak bizim hedeflediğimiz hususu gerektirici

rol oynamazlar. Fakat doğanın sürekliliği ile sürekliliğini koruduğu

sürece, toplumun hükmettiği anlamında mutlak güzellik ve

çirkinlik, dışsal bir olgu olarak vardırlar. Çünkü toplumun amacı,

 

Bakara Sûresi / 153-157 .............................. 577

 

türün mutluluğudur. Ama toplum için mümkün ve varsayılan tüm

fiillerin varsayıldıkları gibi gerçekleşmeleri mümkün değildir. Çünkü

her zaman uyuşan ve uyuşmayan fiiller olacaktır ve her zaman

güzel ve çirkin nitelikleri varlıklarını sürdüreceklerdir.

Bu yüzden, bireyleri her hak sahibine hakkını vermenin veya

gerektiği kadar birtakım menfaatler sağlamanın gerekliliğine, yahut

gerektiği ölçüde toplumun çıkarlarını savunmanın zorunluluğuna

ya da insanın yararına olan hususları, başkalarından ayıran

bilginin iyi ve güzel bir nitelik olduğuna inanmayan bir toplum düşünülebilir

mi? İşte, bunlar, iffet, adalet, cesaret ve hikmettir.

Daha önce de söylediğimiz gibi bir insan topluluğu her ne şekilde

tasavvur edilirse edilsin bu niteliklerin güzel olduklarına, insana

yaraşır üstün ahlâkî prensipler olduklarına hükmetmek zorundadır.

Aynı şekilde çirkin ve alçak bir görünüm sergilemekten

kaçınmayan, buna tepki göstermeyen -ki bu iffetin bir şubesi olan

hayâdır- ya da kutsal değerlere dil uzatma ve hukuku hiçe sayma

noktasında öfke duymayı gerekli görmeyen -ki bu, cesaretin bir

şubesi olan gayrettir- veya insan için öngörülen toplumsal haklarla

yetinmeyi gerekli görmeyen -ki bu kanaattir- yahut nefsin toplumsal

statüsünü, büyüklük ya da küçüklük kompleksine kapılmaksızın,

yani haksız yere haddi aşmasına izin vermeksizin, korumanın -

ki buna alçak gönüllülük denir- gerekliliğine inanmayan bir toplum

düşünülebilir mi? Aynı durum teker teker tüm iyi niteliklerin

ayrıntıları için de geçerlidir.

 

İyi nitelikler hakkında toplumların farklı bakış açılarına sahip

oldukları, bir topluma göre iyi olan bir şeyin başka bir topluma göre

kötü ve aşağılık olabileceğine ilişkin olarak ve birtakım cüz'î

örneklere dayanarak ortaya attıkları iddialara gelince; toplumsal

değer yargıları açısından baş gösteren bakış farklılıkları, bir toplumun

iyi ve güzel olan şeyleri izlemenin gerekliliğine inanmasından,

bir başka toplumun da böyle bir gerekliliğe inanmamasından

kaynaklanmaz. Aksine bakış açısı farklılığı söz konusu olgunun

hangi yargıya uyarlanması ile ilgilidir.

 

Söz gelimi, baskıcı rejimlerin yönetimi altında yaşayan toplumlar,

krallığın dilediğini yapma, dilediği hükmü verme hususunda

tam bir serbestliğe sahip olduğuna inanırlar. Bunun nedeni söz

 

578 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

konusu toplumların adâlet ilkesine ilişkin kötü anlayışları değildir.

Tersine, bunun nedeni, adı geçen halkların bunun saltanatın hakkı

olduğuna inanmaları, öyle olunca da bunu bir zulüm olarak değil

de iddialarına göre saltanatın yetkisini kullanması olarak değerlendirmeleridir.

Örneğin bazı toplumlarda krallar ilimle uğraşmayı ayıp sayarlardı.

Anlatılanlara göre Ortaçağ Fransa'sında böyle bir anlayış egemendi.

Kuşkusuz bunun nedeni, bilginin faziletini küçümsemeleri

değildir. Aksine, siyaseti ve idare sanatını öğrenmenin saltanat

işleriyle çeliştiğini düşündükleri için böyle davranıyorlardı.

Söz gelimi bazı toplumlarda evlilik dışı ilişkilerden sakınmak,

kadınların utanmaları, kocalarının onları kıskanmaları, bunların

yanı sıra kanaatkârlık, tevazu ve ahlâk gibi bazı iyi nitelikler, erdem

ya da iyilik olarak değerlendirilmezler. Ne var ki, bu toplumlar

söz konusu olgularla iffet, hayâ, kıskanma, kanaatkârlık ve tevazu

nitelikleri arasında bir bağlantı kurmazlar. Yoksa bu erdemleri

erdem olarak görmediklerinden dolayı değildir bu anlayışları.

Bunun kanıtı da söz konusu kavramları özünde kabullenmiş

ve günlük yaşantılarında başka olgularla ilgili olarak kullanmış

olmalarıdır. Mesela, hakimin hüküm verirken, yargıç yargıda bulunurken

iffet-li davranmasını övgüye değer bulurlar. Yasaları çiğnemekten

utanmayı iyi bir ahlâk olarak nitelendirirler. Bağımsızlığı,

uygarlığı ve tüm kutsallarını savunma amacına yönelik gayretleri

övgüye değer bulurlar. Kanunun kendilerine ayırdığı sınırlarla

yetinmeyi güzel bir kanaatkârlık örneği sayarlar. Toplumsal liderler

ve yol göstericileri için mütevazılığı överler.

 

"Güzelliği açısından ahlâk toplumsal ideale uygun düşüp

düşmemesine bağlıdır." şeklindeki sözleri ve buradan hareketle

güzelliği toplumun uygun gördüğü şey olarak değerlendirmeleri

açık bir yanılgıdır. Çünkü toplumdan maksat doğanın, bir araya

gelen bireyler arasında egemen kıldığı yasalar manzumesinin hareketi

ile oluşan bir iskelettir. Şayet düzeni ve gelişim süreci rayından

çıkmazsa, bireylerin mutluluğuna yol açması amacına yönelik

olması kesin bir değerlendirmedir. Aynı şekilde toplumsal

yapının birtakım değer yargılarının da olması kaçınılmazdır. Güzel,

çirkin, üstün ve alçak gibi yargıları olmalıdır. Toplumsal idealden

 

Bakara Sûresi / 153-157 .............................. 579

 

maksat ise, yeni biçimiyle bir toplum meydana getirmek amacı ile

konulan ve bir araya gelen bireylerin omuzlarına birer yükümlülük

olarak bindirilen öngörülerdir.

 

Demek istiyorum ki, toplum ve toplumsal ideal gerek pratik ve

teori, gerek gerçeklik ve varsayılma noktasında, birbirlerinden

tamamen farklı olgulardır. Dolayısıyla birine ilişkin yargı ötekisi için

geçerli olamaz. İnsanın doğasının zorlaması sonucu toplumun

belirlediği güzellik, çirkinlik, üstünlük ve alçaklık gibi olgular, bir

varsayımdan öteye geçmeyen toplumsal idealin vardığı yargılara

yerini verebilir mi?

 

Şayet denilse ki: Genel ve doğal toplumsal çerçevenin

kendisinden kaynaklanan bir yargı söz konusu değildir. Tersine,

değerlendirme ve yargı işlevi ideale aittir. Özellikle de varsayım

bireylerin mutluluklarına dönük olunca. Bu durumda, yeniden

yukarıda güzel, çirkin, üstün ve alçak niteliklere ilişkin değerlendirmemize

dönmüş oluruz. Bu değerlendirmeye göre, söz konusu

nitelikler sonuçta, süregelen bir doğal zorunluluğa dayanırlar.

Ne var ki, ortada bir diğer sakınca var. Şöyle ki: Eğer güzellik,

çirkinlik ve diğer toplumsal yargılar -ki, toplumsal kanıtlar bunlara

dayanır ve buna bağlı olarak başka kanıtlar ortaya konur- toplumsal

ideale bağlı iseler, bu durumda; söz konusu idealden farklı,

onunla çelişen ve taban tabana zıt olan başka ideallerin de ortaya

çıkması mümkün olur. (Hatta pratikte durum böyledir diyebiliriz.)

Bu olay toplumsal çerçevede kabul gören ortak kanıtın geçersizliği

anlamına gelir. Bu durumda ilerleme ve başarı ancak güç ve tahakküm

amacına yönelik olur. O zaman, "İnsan doğası, bireyleri

toplumsallığa zorlamıştır ki, parçaları arasında bir uzlaşma, bir anlaşma

zemini yoktur. Bunlara ancak toplum sallık yargısını geçersiz

kılan bir hüküm egemendir." demek gerekir ki, bu da doğa

hükmü ve onun varoluşsal etkinliğine ilişkin kabul edilemez bir çelişki

olur.

 

HADİSLER IŞIĞINDA ÖNCEKİ KONULARLA İLGİLİ BİR BAŞKA

AÇIKLAMA

 

İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Adamın

biri Resulullah efendimizin (s.a.a) yanına gelerek, 'Ben, cihâd et-

 

580 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

me hususunda karşı konulmaz bir istek duyuyorum.' dedi.

Resulullah, 'Allah yolunda cihâd et, çünkü eğer öldürülecek olursan

Allah katında yaşarsın ve orada rızklanırsın. Eğer ölecek olursan

Allah katında sevabın kesinleşir.' buyurdu." [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1,

s.206, h: 152]

 

Ben derim ki: "Eğer ölecek olursan..." diye başlayan ifade

"Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da

sonra kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a düşer."

(Nisâ, 100) ayetine yönelik bir işarettir. Ayrıca bu ifade cihat için

evden çıkmanın, Allah ve Resulü için göç etmek anlamına geldiğini

kanıtlıyor.

 

el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de

doğru sözlü olarak nitelendirdiği İsmail Peygamber'le (a.s) ilgili olarak

şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. İsmâil'in (a.s) doğru sözlü olarak

isimlendirilmesinin sebebi şudur: Hz. İsmâil bir adama, kendisini

falanca yerde bekleyeceğine söz vermişti. Onu söz konusu

yerde bir yıl boyunca bekledi. Bu yüzden Allah ona 'doğru sözlü'

dedi. Bu bir yıllık sürenin sonunda adam çıkageldi. Hz. İsmail ona

dedi ki: Burada hep seni bekledim." [c.2, s.105, h: 7]

Ben derim ki: Normal akıl bu davranışı çizgi dışı, ılımlılık çizgisinden

sapma olarak değerlendirebilir. Fakat yüce Allah bu olayı

onun için bir övünç vesilesi olarak nitelendirmiştir. Hz. İsmâil'in bu

davranışını o kadar önemsemiştir ki, onu Kur'ân-ı Kerim'de dahi

gündeme getirmiştir: "Kitapta İsmâil'i de an. Çünkü o sözünde

duran, gönderilmiş bir peygamberdi. Ailesine namaz kılmayı, zekât

vermeyi emrederdi. Rabbi yanında beğenilmişti." (Meryem, 54-

55) Bunun nedeni yüce Allah'ın eşya ve olayları değerlendirdiği ölçünün,

normal aklın elindeki ölçüden farklı olmasıdır. Sıradan aklın

kendi ürünü bir terbiye yöntemi vardır. Yüce Allah'ın da belirleyip

dostlarını ona göre eğittiği bir terbiye yöntemi vardır. Hiç kuşkusuz

Allah'ın sözü daha yücedir. Buna benzer birçok olay gerek

Resulullah efendimizden (s.a.a), gerek Ehlibeyt İmamlarından ve

gerekse evliyadan rivayet edilmiştir.

 

Şayet desen ki: Aklın etkinlik alanına giren bir hususta şeriat

akla muhalefet eder mi?

 

Bakara Sûresi / 153-157 .............................. 581

 

Buna karşılık olarak deriz ki: Aklın, etkinlik alanına giren hususlarda

hüküm vermesi elbette ki geçerli olur. Fakat aklın, hükmedeceği

konuyu bulması gerekir. Daha önceki açıklamalarımızda

da gördüğün gibi, değindiğimiz üçüncü eğitim metodunun kapsamına

giren bu tür ilimler, akla lehinde ya da aleyhinde bir yargıya

varacakları konu bırakmazlar. Dolayısıyla bu alan ilâhî bilgilerin

alanıdır. Öyle anlaşılıyor ki, İsmâil Peygamber (s.a.) adama söz verirken

genel bir ifade kullanmış ve "Sen dönene kadar seni burada

bekleyeceğim" demiştir. Daha sonra sözünde durmamaktan, yalan

söylemekten korunmak ve Allah'ın diline attığı sözü muhafaza

etmek için verdiği sözün genelliğini göz önünde bulundurarak bekleme

gereğini duymuştur.

 

Nitekim benzeri bir olay da Peygamber efendimizle ilgili olarak

rivayet edilir. Rivayete göre, Resulullah efendimiz (s.a.a) bir

gün Mescid-i Haram'ın yanında bulunuyordu. Ashabından biri oradan

ayrılırken tekrar yanına döneceğini söyledi, efendimiz de onu

bekleyeceğine söz verdi. Adam işine gitti ve o gün dönmedi.

Resulullah efendimiz (s.a.a) söz verdiği yerde üç gün bekledi. Nihayet

üçüncü günün sonunda adam oradan geçerken, efendimizin

orada oturup kendisini beklediğini gördü. Adam sözünü unutmuştu."

[Sünen-i Ebu Davud, c.4, s. 299, h: 4996]

 

Seyyid Razi'nin el-Hasaîs adlı eserinde Emir'ül-Müminin'in (a.s)

bir adamın, "Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." ayetini okuduğunu

duyunca şöyle dediği rivayet edilir: "Ey Adam, 'Biz Allah içiniz.'

derken Allah'ın üzerimizdeki egemenliğini itiraf ediyoruz.

'Ve biz O'na döneceğiz.' derken de yok olacağımızı dile getirmiş

oluyoruz."

 

Ben derim ki: Bu rivayette dikkat çekilen husus bizim yorumlarımızda

açıklığa kavuşmuştur. Ayrıca bu hadis el-Kâfi'de1 daha

ayrıntılı olarak rivayet edilmiştir.

 

el-Kâfi'de İshak b. Ammâr ve Abdullah b. Sinan İmam Sadık'ın

(a.s) şöyle dediğini rivayet ettikleri belirtilir: "Resulullah buyurdu

ki: Allah diyor ki: Ben dünyayı kullarım arasında bir borç kıldım.

Kim bana ondan bir borç verirse, verdiği her bir şeyi on mislinden

--------

 

1- [el-Kâfi, c.3, s.261, h: 40]

 

582 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

yedi yüz misline kadar arttırarak ona geri veririm. Kim bana ondan

bir şey borç vermezse ve ben de ondan bir şeyi zorla alırsam, karşılığında

ona üç haslet veririm. Eğer bunlardan birini meleklere

verseydim hiç kuşkusuz memnun olurlardı."

"Sonra İmam Sadık (a.s) dedi ki: 'Ki onlara bir bela eriştiği

zaman, biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz, derler. İşte Rablerinden

bağışlamalar -üç hasletten biri budur- ve rahmet -ikinci haslet

de budur- onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.' -Bu da üçüncü

haslettir.- İmam dedi ki: Bunlar yüce Allah'ın kendisinden

zorla bir şey aldığı kimseler içindir." [c.2, s.92, h: 21]

 

Bu hadis başka kanallardan da yakın ifadelerle rivayet edilmiştir.

 

el-Meanî'de şöyle deniyor: İmam Sadık (a.s) buyurdu ki: "Salât,

yüce Allah açısından rahmetin, melekler açısından arındırmanın

ve insanlar açısından duanın ifadesidir." [s.367, h: 1]

 

Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren pek çok rivayet vardır. Bu

rivayetler içinde, yukarıya aldığımız bu rivayet bir bakıma farklılık

arzediyor. Çünkü önceki rivayet "salât"ı rahmetten ayrı değerlendiriyor.

"Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve

doğru yolu bulanlar da onlardır." ifadesi de zahiren bu rivayeti pekiştiriyor.

Âma bu son rivayet "salât"ı rahmet olarak değerlendiriyor.

Fakat bizim önceki açıklamalarımıza bakıldığında bu çelişki

ortadan kalkar.

 

 

 

http://ahlalbaytlibrary.tripod.com http://ehlibeytkutuphanesi.tripod.com