Mizan Tefsiri, Cilt:1

 

Bakara Sûresi / 1-5 ......................................................... 93

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

 

1- Elif, Lâm, Mîm.

 

2- Bu, o kitaptır ki kendisinde hiç şüphe yoktur; muttakiler

(kötülüklerden korunanlar) için yol göstericidir.

 

3- Onlar, gaybe iman ederler, namaz kılarlar ve kendilerine

verdiğiniz rızktan infak ederler.

 

4- Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler;

ahirete de kesin inanırlar.

 

5- Onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler,

işte onlardır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Bu sure belli aralıklarla ve dönem dönem indiği için bir hedef

üzerinde yoğunlaşmaz. Ancak surenin geneli açısından belirgin bir

hedefin olduğunu söyleyebiliriz. Bu hedef doğrultusunda Allah'a

yönelik kulluğun bir gereği olarak kulun Allah'ın indirdiği ve peygamberleri

aracılığıyla duyurduğu her şeye inanması, vahiyler ve

peygamberler arasında bir ayırım gözetmemesi vurgulanmakta,

buna bağlı olarak da kâfirler ve münafıklar azarlanmakta, Allah'ın

dininde ayırımcılık icat ettikleri ve peygamberler arasında ayırım

gözettikleri için Ehlikitab'a mensup topluluklar kınanmaktadır. Bu

 

Bakara Sûresi / 1-5 ........................................... 95

 

husus iyice vurgulandıktan sonra da birtakım pratiğe dönük hükümlerin

açıklanmasına geçiliyor. Kıble değişikliği, hac, miras ve

oruç hükümleri gibi.

 

"Elif, Lâm, Mîm." Bazı surelerin girişinde yer alan bu tür birbirinden

kopuk harflerle ilgili açıklamaları inşaallah Şûrâ suresinin

giriş kısmında yapacağız. Ayrıca Kur'ân'ın yol göstericiliğine ve kitap

olarak nitelendirilişine de etraflıca değineceğiz.

 

"Muttakiler için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar..." Muttakilerden

maksat müminlerdir. Takva müminlerin herhangi bir sınıfının

özel niteliği değildir. Bunu derken, iman derecelerinden birini

kastediyorum. Yani takva ihsan, ihlâs ve huşû gibi bir iman makamı

değildir. Aksine, takva imanın tüm makamlarını kapsayan

genel bir niteliktir. İman gerçekleşme aşamasına girer girmez,

takva niteliği belirginleşmeye başlar. Bunun kanıtı da, yüce Allah-

'ın değişik sınıfları ve dereceleri bulunan mümin gruplardan birini

özellikle takva ile nitelendirmiyor olmasıdır.

 

Yüce Allah, Bakara suresinin giriş kısmındaki on dokuz ayette,

müminlerin, kâfirlerin ve münafıkların durumunu tasvir ederken

takvaya özgü beş özellik sıralıyor. Bunlar; gaybe inanmak, namaz

kılmak, yüce Allah'ın rızk olarak verdiği şeyleri hayır amaçlı olmak

üzere harcamak, Allah'ın peygamberlerine indirdiği kitaplara inanmak

ve ahirete en ufak bir kuşku duymayacak biçimde kesinlikle

iman etmektir.

 

Sonra yüce Allah, onları Rableri tarafından bir hidayet üzere

olmakla nitelendiriyor. Bu da gösteriyor ki, onların bu onur verici

niteliklerle nitelendirilmelerinin sebebi, yüce Allah tarafından bir

hidayete konu olmalarıdır. Ancak yüce Allah, daha önce de bu kitabın

söz konusu muttakiler için bir hidayet, bir yol gösterici olduğunu

bildirmiştir. Bununla anlıyoruz ki, bu hidayet öncekinden ayrıdır

ve muttakiler, iki hidayete muhataptırlar. Birinci hidayet sayesinde

muttaki niteliğini kazanmışlardır. İkincisini de yüce Allah

takvadan sonra onlara bahşetmiştir ve bu sayede muttakilerin kâfirler

ve münafıklarla karşılaştırılmaları mümkün olabilmiştir.

 

Aynı şekilde yüce Allah, kâfirleri ve münafıkları iki sapıklık ve

iki şaşkınlık içinde olmakla nitelendiriyor. Birinci sapıklık, küfür ve

nifak gibi kötü niteliklerine sebep oluyor. İkincisi ile de birinci

sapıklıkları pekiştiriliyor. Onlar bu ikinci sapıklık niteliğini küfür ve

 

96 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

pıklıkları pekiştiriliyor. Onlar bu ikinci sapıklık niteliğini küfür ve

nifak niteliklerin gerçeklik kazanmasından sonra alıyorlar. Nitekim

yüce Al-lah kâfirler hakkında şöyle buyuruyor: "Allah, onların

kalplerini ve ku-laklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır."

(Bakara, 7) Burada yüce Allah mühürlemeyi kendisine, perdeyi

ise onlara mal ediyor.

 

Münafıklar hakkında da şöyle buyuruyor: "Onların kalplerinde

hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır." (Bakara, 10) Birinci

hastalığı onlara izafe ediyor, ikinci hastalığı ise kendisinin

meydana getirdiğini vurguluyor. Bu husus bir ölçüde yüce Allah'ın

şu sözünde de belirginlik kazanıyor: "Onunla birçoğunu saptırır ve

yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla sadece fasıkları saptırır."

(Bakara, 26) Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir:

"Onlar eğrilince, Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5)

 

Kısacası, kâfirler ve münafıklar iki sapma ile karşı karşıya oldukları

gibi, muttakiler de iki hidayetle karşı karşıyadırlar.

Öte yandan, ikinci hidayet Kur'ân aracılığıyla gerçekleşirken,

birinci hidayet Kur'ân'dan önce ve dejenere olmamış fıtrat sayesinde

gerçekleşir. Fıtrat, bozulmadığı takdirde, zatı itibariyle dışındaki

bir etkene muhtaç olduğunu görür. Aynı şekilde onun gibi his,

vehim veya akıl ile algılanabilecek şeylerin de, ihtiyaç zincirinin

son bulduğu noktada, dışlarındaki bir varlığa muhtaç olduklarını

teslim eder. Dolayısıyla fıtrat, duyuları tarafından algılanmayan

görünmez bir varlığa inanır. Her şeyin bu varlıktan geldiğini ve onda

noktalanacağını kabul eder. Bu varlık, yaratıklarının ihtiyaç

duydukları hiçbir şeyi ihmal etmediği gibi, insanları helâk edici

ameller ve huylardan kurtaracak şeye hidayet etmeyi de ihmal

etmediğini kavrar.

 

İşte bu, dinin temelini oluşturan tevhit, nübüvvet ve mead

(ahiret) inancıdır. Bu inanç da, yüce Allah'ın Rablığı karşısında

huzû ve huşû sunmayı; mal, mevki, ilim ve fazileti de bu hususun

canlandırılıp yaygınlaştırılması için kullanmayı gerektirir. Bu iki

husus ise, namaz ve infak şeklinde somutlaşmaktadır.

Böylece öğrenmiş bulunuyoruz ki, burada yüce Allah'ın onlar

için sıraladığı nitelikler, bozulmamış fıtrattan kaynaklanan niteliklerdir.

Ayrıca yüce Allah, onlara ek bir vaatte bulunuyor ve bunu da

 

Bakara Sûresi / 1-5 ........................................... 97

 

hidayet olarak nitelendiriyor. Şu hâlde, onların sergiledikleri bu olumlu

ameller, iki hidayet arasında gerçekleşmektedir. Biri geçmiş,

biri de bunu izleyen hidayet. Bu iki hidayet arasında da doğru

inanç ve salih amel gerçekleşir. Yüce Allah'ın bahşettiği ikinci hidayetin

sağlam ve bozulmamış fıtrattan kaynaklanan birinci hidayetin

bir sonucu olduğuna kanıt oluşturacak birçok ayet vardır:

"Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam

sözle sabitleştirir." (İbrâhîm, 27) "Ey inananlar, Allah'tan korkun,

O'nun Resulüne inanın ki, size rahmetinden iki pay versin, sizin

için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın." (Hadîd, 28) "Siz Allah'a

yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar."

(Muhammed, 7) "Allah, zalimler topluluğunu doğru yola

iletmez." (Saff, 7) "Allah, fasıkları doğru yola iletmez." (Saff, 5)

İleride değineceğimiz gibi, kâfirler ve münafıkların sapıklığı

meselesi (iki aşamalı olması) de tıpkı muttakilerin hidayet durumu

gibidir.

 

Bu ayetlerde, şu dünya hayatının altında gizli olan bir başka

hayata işaret ediliyor. İnsanoğlu bu hayatı bu dünyada, ölümden

sonra ve diriliş anında yaşar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında

yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp

ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122) İnşaallah

yeri gelince bu ayet üzerinde gerekli açıklamalarda bulunacağız.

 

"...iman ederler" İman, inancın kalbe yerleşmesi demektir. Bu

kelime, güven anlamına gelen "emn" kökünden türemiştir. Sanki

mümin, inandığı şeyi kuşku ve kuruntuya karşı korumaya almakta,

güvende kılmaktadır. Bilindiği gibi kuşku ve kuruntu, inancın

afetidir. Daha önce de değindiğimiz gibi imanın dereceleri vardır.

Çünkü iman, bazen sadece bir şeyin özüne yönelik olur, onun gereklerine

nüfuz etmez. Bazen biraz daha güçlü olup onun kimi gereklerini

de kapsamına alır. Bazen de öyle güçlü olur ki, onun bütün

gereklerini etkiler. Buradan da şu sonuç çıkar: İmanın sınıfları

oranında müminlerin de sınıfları vardır.

 

"Gaybe..." Gayb, görünmeyen demektir ve görünenin karşıtıdır.

Dolayısıyla duyularla algılanmayan her şey, gaybın kapsamına girer.

O da, yüce Allah ve O'nun duyularımız tarafından algılanama-

 

98 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

yan büyük ayetleridir. Vahiy de duyularca algılanıp kavranmayan

büyük ayetlerden biridir. Nitekim, "Sana indirilene ve senden önce

indirilenlere iman ederler." ifadesinde de vahiy gerçeğine işaret

edilmiştir. Şu hâlde, vahye iman etme ve ahirete kesin inanma

karşısında "gaybe iman etme" ifadesiyle yüce Allah'a iman kastediliyor.

Böylece dinin üç temel ilkesi tamamlanmış oluyor. Kur'ân-ı

Kerim burada sırf somut algılarla yetinilmemesini, aklıselime ve

katıksız usa da uyulmasını teşvik ediyor.

 

"Ahirete de kesin inanırlar." Ahirete inanmaktan söz edilirken,

iman yerine, yakin (kesin inanma) fiili kullanılıyor. Sanki takva sıfatının,

ancak ahirete hiçbir zaman unutulmayacak şekilde kesin

bilgiyle inanmakla gerçekleşebileceğine işaret ediliyor. Çünkü insan

bazen bir şeye inandığı hâlde, onun bazı gereklerinden gaflet

ederek inancına ters davranışlar içine girebilir.

Ancak insan, önemli-önemsiz tüm amellerinden dolayı bir gün

hesaba çekileceğini sürekli hatırında tutarsa, yoldaki engellere

takılıp tökezlemez ve elbette Allah'ın haramlarını işlemeye

yeltenmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Nefsin isteğine

uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlar,

hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin azap

vardır." (Sâd, 26)

 

Burada yüce Allah, Allah'ın yolundan sapmanın, hesap gününü

unutmaktan kaynaklandığını vurguluyor. Şu hâlde hesap gününü

sürekli akılda tutmak, takva gerçeğinin doğup gelişmesine yol açar.

 

"Onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler." Hidayet tümüyle Allah'tandır

ve kesinlikle O'ndan başkasına isnat edilemez. Ancak

mecazî olarak hidayet fiili bir başkasına izafe edilebilir. İnşaallah

ileride bu konuya daha geniş biçimde değineceğiz. Yüce Allah,

muttakileri hidayet üzere olmakla nitelendirmiş, bir başka yerde

de bunun özelliğini anlatmıştır: "Allah kimi hidayet etmek isterse,

onun göğsünü açar." (En'âm, 125)

 

Göğsü açmak; göğsü genişletmek, kapasitesini artırmak demektir.

Bu genişlik, ondan her türlü darlığı, dar görüşlülüğü uzaklaştırır.

Bunun sonucu olarak da kurtuluşa erer. Nitekim yüce Al-

 

Bakara Sûresi / 1-5 ........................................... 99

 

lah bir ayette şöyle buyuruyor: "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,

işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr, 9)

Yüce Allah bu surede de, "Onlar, Rableri tarafından bir hidayet

üzeredirler." ifadesinin ardından şöyle buyuruyor: "ve kurtuluşa

eren-ler, işte onlardır."

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Meanî adlı eserde İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Onlar, gaybe

iman ederler." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir:

"Burada Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışının hak olduğuna inanan kimseler

kastediliyor."

 

Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren başka rivayetler de vardır

ve bunlar, tatbik (cery) türündendirler.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Kendilerine verdiğimiz

rızktan infak ederler." ifadesiyle ilgili olarak, "Onlara öğrettiğimiz

bilgileri dağıtırlar." dediği rivayet edilir. [c.1, s.25, h: 1]

 

el-Meanî adlı eserde yine o Hazretin şöyle dediği rivayet edilir:

"Onlara öğrettiğimiz bilgileri dağıtırlar, Kur'ân'dan onlara öğrettiklerimizi

insanlara okurlar." [s.23, h: 2]

 

Ben derim ki: Her iki rivayette de, değindiğimiz gibi, "infak" kavramı

mal dağıtmaktan daha geniş tutulmuştur.

 

FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA

 

Acaba duyu organlarının somut algılarının dışında aklî ve soyut

algılara dayanmak doğru olur mu? Bu mesele, son kuşak Batılı

düşünürler arasında görüş ayrılıklarına konu olan meselelerden

biridir. Eski kuşaklara mensup Batılı düşünürler ile İslâm bilginleri,

hem duyu organlarının algılarına, hem de akla dayanılabileceği

düşüncesindedirler. Hatta bilimsel kanıtın, somut olanı somut olmaması

açısından kapsamadığını söylemişlerdir. Buna karşılık,

Batılı filozoflar bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların

büyük çoğunluğu, özellikle doğa bilimcileri somut olmayana

dayanılmayacağı düşüncesindedirler. Bunu ileri sürerken de gerekçeleri

şudur:

 

100 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Salt aklî algıların yanılma, yanlışa düşme ihtimali çok yüksektir.

Çünkü soyut algıların doğruluk ve yanlışlığını belirleyecek bir

ölçü yoktur. Çünkü ölçü, duyu ve denemedir ve bunlar ancak cüz'î

olgulara ulaşabilirler. Söz gelimi biz, duyu organlarımızdan biri aracılığıyla

bir şey algıladığımız zaman, örneklerini yineleyerek denemeye

tâbi tutarız. Bu işlemi, elde edilmesi arzulanan özelliği

kesinleştirene kadar sürdürürüz. Bundan sonra onun gerçekliği

hakkında herhangi bir kuşku kalmaz."

 

Batılı filozofların bu kanıtları hem yanlış ve hem de çelişkilidir.

Çünkü:

 

1- Bu kanıttaki bütün önermeler, duyusal deneyime dayalı olmayan

aklî önermelerdir. Şu hâlde bu kanıt, içerdiği aklî önermelerle,

aklî önermelere dayanmanın yanlışlığının kanıtıdır. Dolayısıyla

bu kanıtın doğruluğu, yanlışlığını gerektirmektedir.

 

2- Somut verilerdeki yanılgılar, sayısal olarak aklî verilerdeki

yanılgılardan, yanlışlardan daha az değildir. Nitekim onların göz

veya diğer duyu organlarının yanılmaları ile ilgili araştırmaları bunu

pekiştirir niteliktedir. Şayet, herhangi bir yöntemde yanılma

söz konusu olduğunda bu, o yöntemi bir kerede silmeyi, bir daha

ona dayanmamayı gerektiriyorsa, somut verilere dayanmama,

güvenmeme çok daha gerekli ve çok daha zorunlu olurdu.

 

3- Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma işlemi tüm algılar için

kaçınılmazdır. Fakat, somut verinin yinelenmesinden ibaret olan

deneme, eğri ile doğruyu ayırt etmeye yarayan bir araç değildir. Bilakis

deneysel önerme, sadece alınmak istenen sonucu kanıtlayan

kıyasın iki önermesinden birini oluşturur. Örneğin biz, duyu

organlarımız aracılığı ile herhangi bir olgunun bir özelliğini algıladığımız

ve bunun örneklerini yineleyerek denemeden geçirdiğimiz

zaman gerçekte şöyle bir kıyas elde etmiş oluruz: "Bu özellik, ele

almakta olduğumuz olgu açısından varlığı süreklidir ya da daha

çok bu özelliğin varlığı ön plândadır. Eğer bu özellik, bu olgudan

başkasına özgü bir özellik olsaydı, bu şekilde sürekli ya da ön

plânda olmazdı. Ama görüyoruz ki bu özellik, bu olgu için sürekli

ya da ön plânda olma niteliğini koruyor." Görülüyor ki, bu kıyasta

somut ve deneysel olmayan aklî öncüller vardır.

 

Bakara Sûresi / 1-5 .................................................. 101

 

4- Farz edelim ki bütün somut bilimler, pratikte deney desteklidirler.

Ancak, deneyin kendisinin bir başka deneyle pekiştirilmediği,

doğruluğu kesin biçimde doğrulanmadığı ortadadır. Yoksa,

her deneyin bir başka deneyce doğrulanması işlemi sonsuza kadar

sürüp giderdi. Şu hâlde, deneyin doğru olup olmadığı, somut

verilerin dışındaki bir yöntemle bilinir. Dolayısıyla somut verilere

ve deneye dayanmak, zorunlu olarak aklî bilgiye dayanmak demektir.

 

5- Duyu organları ile algılanan veriler, ancak cüz'î ve değişken

şeyleri kapsarlar. Bilimler ise, sadece küllî önermeleri kullanırlar

ve genel önermeler şeklindeki sonuçlara varırlar. Bunlarsa, somut

ve deneysel değildirler. Söz gelimi; anatomi, insanlardan az veya

çok sayılı kişilere ulaşabilir. Bu bilim aracılığıyla somut olarak, örneğin

şu veya bu insanın bir kalbi ve bir ciğeri olduğu gözlemlenir.

Bunun tekrarıyla az ya da çok birtakım gözlemler elde edilir. Fakat

bu veri, "Her insanın bir kalbi ya da bir ciğeri vardır." şeklindeki

bütünsel yargımızdan farklıdır. Bu yüzden kendimizi sırf somut ve

deneysel verilerle sınırlandırırsak, sadece bunlara dayanarak hareket

edersek, salt bunlardan yararlanırsak ve baştan itibaren aklî

verilere dayanmaktan kaçınırsak, genel bir kavrayış, teorik bir düşünce

ve bilimsel bir araştırma elde etmiş olamayız.

 

Şu hâlde, maddeye özgü alanlarda somut verilere dayanıp güvenmek

nasıl bir zorunluluksa, aklî beceriye özgü alanlarda da aklî

verilere dayanıp güvenmek bir zorunluluktur. Akıl derken, küllî

önermeler ve genel yargıların kaynağı ve kavrayıcısını kastediyoruz.

İnsanın bu tür bir yeteneğe sahip olduğunda kuşku yoktur.

Şu hâlde, kökünden yanılmaya mahkûm bulunan veya ilgili

alanında dahi yanılabilecek olan bir şeyin, yaratılış tarafından

meydana getirilmesi düşünülebilir mi? Çünkü yaratılış, ancak aralarında

bir dış bağlantıyı kesin tespit ettikten sonra varlıklardan

herhangi birini belli bir işlev görevlendirir. Şu hâlde, gerçekte var

olmayan, yani hata ve yanılgı olarak değerlendirilen şeyle, varolan

bir şey arasında bir bağ kurulabilir mi?

 

Bilimler ve duyu organlarının algılarındaki hata ve yanılgılara

gelince; işin gerçeği yerinde açıklanmıştır, oraya başvurmak gerekir.

Hiç kuşkusuz, doğruyu gösteren yüce Allah'tır.

 

102 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

BİR BAŞKA FELSEFÎ ARAŞTIRMA

 

Hayata henüz adım atan basit bir insan, olguları dış yansımaları

itibariyle algıladığını zannederek olgularla kendi algılayışı arasında

bilgi niteliğinin aracılık yaptığının farkında olmaz. Bazı tavırlarında

kuşku veya zanna kapılana kadar bu durum devam eder.

Bu sırada şu gerçeğin farkına varır: İnsan bir canlı organizma olarak

hareketlerinde ve dünyadaki yaşamında kaçınılmaz olarak

bilgi niteliğini kullanır ve bu nitelik bazen eğri ile doğruyu birbirinden

ayırmada yanılır. Yoksa, olguların dış yansımalarında yanılma

ve yanlışa düşme söz konusu olamaz. Bu noktada insan "bilgi" niteliğinin

varlığına kesin olarak inanır. (Kastettiğimiz önermenin

olumsuzuna engel oluşturan "kavrama" yeteneğidir.)

 

Ayrıca, etraflı bir araştırma da bizi bu sonuca ulaştırır. Çünkü

bizim onaylamalı kavrayışlarımız, tahlil sonucu şu ilkel (bedihî)

önermeye dayanırlar: "Olumluluk ve olumsuzluk nitelikleri bir olguda

aynı anda bulunamazlar ve ikisi birlikte de yok olamazlar."

Şu hâlde, ilkel veya teorik her önerme, bütünüyle onaylanması için,

ilkel önermelerin başında gelen bu önermeye muhtaçtır. Bu

önerme, o kadar ilkel ve açıktır ki, bununla ilgili varsayılan kuşku

dahi, kendi olumsuzuyla bir araya gelememektedir. Bu önerme

bütün açıklığıyla kesinlik kazanınca, buna duyulan ihtiyaç oranında

bilimsel onaylamalar alanında bol veriler elde edilmiş olur. İşte

insan, bakış açısı ve amelleri açısından, bu verilere dayanır.

Şu hâlde, bilimsel bir tavır veya pratik bir olgu söz konusu olunca,

kesinlikle insanın dayanağı bilgidir. O kadar ki, kişinin kuşkusu

da, onun kuşku olduğuna ilişkin bilgisi ile belirginleşir. Zannı,

vehmi ve bilgisizliği açısından da durum bundan ibarettir.

Antik Yunan'da kendilerini sofist olarak adlandıran bir grup

filozof, bilginin varlığını inkâr etmişlerdi. Kendileri ve kuşkuları da

dahil, her şeyden kuşku duyuyorlardı. Bunları septizm adı altında

diğer bir grup izledi ki, anlayışları aşağı yukarı aynıydı. Bunlar

kendilerinin ve düşüncelerinin (kavrayışlarının) dışında bilginin

varlığını kabul etmiyorlardı. Hatta bu görüşlerini ispatlayabilmek

için birtakım kanıtlar da üretmişlerdi.

 

Kanıtlarından biri şöyledir: En güçlü bilgiler ve kavrayışlarımız

dahi (duyu organlarımız aracılığıyla algıladıklarımız kastedilmek-

 

Bakara Sûresi / 1-5 ....................................................... 103

 

te) hata ve yanlışlarla doludur. Başka bilgilerimizde durum nasıl

olur acaba?! Şu hâlde, kendimizin dışındakilerle ilgili bilgi ve hükümlerimize

nasıl güvenebilir, dayanabiliriz?!

 

Bir diğer kanıtları da şudur: Dışımızdaki olgulardan birini algılamaya

yöneldiğimiz zaman, onun yerine ona ilişkin bilgiyi algılarız.

Şu hâlde herhangi bir olguyu algılamak mümkün değildir.

Ve daha bunun gibi birtakım kanıtlar...

 

Birinci kanıtlarına vereceğimiz cevap şudur: Bu kanıt öncelikle

kendi kendini geçersiz kılıyor. Şayet herhangi bir hükme dayanmak

doğru değilse, bu kanıtı oluşturan önermelere de dayanmak

doğru olmaz. Ayrıca bilgilerde çok sayıda hata ve yanlışın varlığını

kabul etmek, yanlışlara denk veya onlardan daha fazla doğruların

da varlığını kabul etmek anlamına gelir. Kaldı ki, bilginin varlığını

kabul eden bir kimse, onun tüm onaylarının tartışmasız doğrular

olduğunu iddia etmez. Tam tersine, bazılarının böyle olduğunu savunur.

Diğer bir ifadeyle; bu hususta küllî olumsuzluğa karşın cüz'î

olumluluğu iddia eder. Söz konusu kanıt ise, cüz'î olumluluğu da

reddetmeye yeterli gel-mektedir.

 

İkinci kanıtlarına vereceğimiz cevap da şudur: Tartışma konusu

olan bilginin gerçekliği ötesini keşfetmesi, göstermesidir. Dış

olgulardan birine yöneldiğimiz zaman ona ilişkin bilgi edindiğimizi

varsaymakla, o şeyi keşfettiğimizi kabul etmiş oluruz. Ancak biz,

bu keşfin her zaman için söz konusu olmadığını da kabul ediyoruz.

Bilginin varlığını kabul eden hiçbir kimse de, "Biz olgunun kendisini

buluyoruz, kendisine ulaşıyoruz, keşfine değil." demiyor.

Böyleleri, vicdanlarının hayattaki isteğe bağlı davranışlar ve

başka hususlar ile ilgili zorunlu olarak itiraf ettiği gerçeği

görmüyorlar gibidir. Çünkü onlar, açlık ve susuzluk hissettikleri

zaman yemeğe ve suya, başka bir şeye ihtiyaç duydukları zaman

da ona yönelirler, sırf o şeyi düşünmekle ona yönelmezler. Aynı

şekilde, ancak sakıncalı ve kaçınılması gereken şeylerin varlığı

söz konusu olduğunda kaçarlar, sırf onu düşünmekle böyle bir harekete

geçmezler.

 

Kısacası; doğalarının ihtiyacı olan her şeye ihtiyaç duyduklarında,

o ihtiyacın giderilmesi için dışa yönelik bir hareket başlatırlar.

Fakat doğaları ihtiyaç duymadan sırf o şeyi düşünmekle onu

 

104 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ortadan kaldırma yönünde bir çaba içine girmezler. Hiç kuşkusuz,

bu iki durumda söz konusu olan bilgi arasında fark vardır. Şöyle

ki: Bu iki bilgiden birisini insan kendi isteğiyle kendi meydana getirir.

Diğer bilgi ise, insanın dışında ve insan üzerinde etkili olan bir

etkenin etkisiyle meydana gelir. O dış etken de bilginin keşfettiği

şeydir. Şu hâlde bilgi vardır ve bizim aradığımız da budur.

Bil ki: Bilginin varlığıyla ilgili bir başka açıdan da güçlü bir

kuşku söz konusudur. Bu kuşku, günümüz pozitif bilimlerin temelini

oluşturan her şeyin değişken olduğu ilkesi doğrultusunda, bilginin

de değişken olduğu kuşkusuzdur. [Oysa ki her bilgi

değişmezdir.] Bunun açıklaması şöyledir: Bilimsel araştırmalar,

doğada bir dönüşüm ve tekâmül (olgunlaşma) sisteminin varlığını

kanıtlamış bulunmaktadır. Bu-na göre doğada yer alan her parça,

hareket hâlindedir ve tekâmüle yöneliktir. Her şeyin ikinci anındaki

varoluşu, birinci anındaki varoluşundan farklıdır. Düşünme ve

kavrama yeteneğinin de, beyine özgü özelliklerden olduğunda

kuşku yoktur.

 

Şu hâlde düşünme ve kavrayış, maddî bir olgunun maddî bir

özelliğidir ve dönüşüm ve tekâmül yasasına boyun eğmesi de kaçınılmazdır.

Dolayısıyla bu kavrayışlar, (aralarında bilgi denilen

kavrayış da olmak üzere) sürekli bir değişim ve dönüşüm hâlindedirler.

Demek ki, bilginin değişmezliği ve kalıcılığı söz konusu değildir.

Her şeyde olduğu gibi bilginin de değişmezliği ve kalıcılığı

nispîdir. Yani bazı bilgiler, diğer bazısına göre daha uzun sürelidirler,

daha çok yaşarlar ya da daha az çelişiktirler.

 

Bunu şöylece cevaplamak mümkündür: Bu kanıt, bilginin varoluşu

noktasında maddî olup soyut olmaması esasına dayalı bir

kanıttır. Ne var ki, bilginin maddî olduğuna dair herhangi bir delil

elde olmadığı gibi, maddî olmadığına dair deliler mevcuttur. Çünkü

maddî olguların birtakım özellikleri vardır ki, bunlar bilgi hakkında

söz konusu değildir. Örneğin:

 

1) Maddî olgular, bölünmeyi kabul etme noktasında ortaktırlar.

Bilgi ise, bilgi olması itibariyle bölünmeyi kabul etmez.

 

2) Maddî olgular, mekâna ve zamana bağlıdırlar. Bilgi ise, bilgi

olması itibariyle mekân ve zaman kabul etmez. Buna ilişkin kanıt

ise, belli bir mekânda ve belli bir zamanda meydana gelen bir ola-

 

Bakara Sûresi / 1-5 ....................................................... 105

 

yın, niteliğini ve belirliliğini korumak koşuluyla her mekân ve her

zamanda düşünülebilir olmasıdır.

 

3) Bütün maddî olgular, genel devinim yasasının egemenliği

altındadırlar. Şu hâlde değişim, maddî olguların genel bir özelliğidir.

Oysa bilgi, bilgi olması itibariyle değişim kabul etmez. Çünkü

bilgi, zatı itibariyle, değişime ve başkalaşıma ters düşer.

 

4) Eğer bilgi, tıpkı maddî olgular gibi bizzat değişken olsaydı,

bir şeyin ve bir olayın iki farklı zamanda düşünülmesi mümkün

olmazdı. Geçmişte kalan bir şey veya bir olay bir sonraki zamanda

hatırlanamazdı. Çünkü değişken bir şey, ikinci anında, birinci anından

farklıdır.

 

İşte bu gerekçeler ve benzeri yaklaşımlar sonucu bilginin, bilgi

olması itibariyle, maddî olmadığı ortaya çıkıyor. Düşünme sırasında

beyin dediğimiz duyarlı organda meydana gelen doğal harekete

gelince, bunun konumuzla bir ilgisi olmadığı gibi bilgi olduğuna

dair kesin bir delil de mevcut değildir. Sırf bir şeyin meydana gelişi

sırasında bir hareketin gerçekleşiyor olması, o ikisinin aynı şey olduğu

anlamına gelmez.

 

Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, başka bir kaynağa başvurmak

durumundadırlar.

 

106 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 6-7 .......................................................

 

6- Hiç kuşkusuz, şu kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar

için birdir; onlar inanmazlar.

 

7- Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde

de perde vardır ve onlar için büyük bir azap vardır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Hiç kuşkusuz, şu kâfirleri..." Bunlar, inkârlarını sürdüren ve gerçeği

kabul etmeme duygusu karakteristik bir özellik olarak kalplerine

yerleşmiş bulunan kimselerdir. Uyarmakla uyarmamanın, onlar

açısından fark etmediği şeklindeki nitelendirilişleri bunu gösteriyor.

Bu ifadeyle Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin ve Mekke

kentinin koda-manlarının kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.

Çünkü bunlar, inatçılıklarını sürdürmüş ve dinin mesajı karşısındaki

katı tutumlarından vazgeçmemişlerdi. Bedir Savaşında

ve başka yerlerde Allah onları helâk edene kadar da inanmamaya

devam etmişlerdi. "Onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için

birdir; onlar inanmazlar." ifadesinin bütün kâfirler hakkında söz

konusu olamayacağı da, bu ihtimali pekiştirmektedir. Aksi takdirde

hidayet kapısının kapalı olduğunu söylememiz gerekir. Oysa

Kur'ân açıkça bunun aksini ifade ediyor.

 

Ayrıca bu tür ifadeler, Mekke inişli Yâsîn suresi ile Medine döneminin

ilk başlarında inen Bakara suresinde yer alır. Bu ayet inerken

de henüz Bedir Savaşı meydana gelmemişti. Dolayısıyla,

gerek bu ifadede ve gerekse başka yerlerde geçen "kâfirler" sözüyle,

Peygamberimizin gönderilişinin ilk dönemlerinde Kur'ân'a

muhatap olan Mekke kodamanlarının kastedilmiş olması güçlü

 

Bakara Sûresi / 6-7 ....................................................... 107

 

bir ihtimaldir. Ancak bunun aksini gösteren bir karine olduğu yerlerde

durum değişir. Benzeri bir durum da "iman edenler" ifadesi

için geçerlidir. Aksine bir karine yok-sa, genelde bu ifade ilk Müslümanlara

yönelik olarak kullanılmıştır. Onlar, bir onurlandırma

olarak böyle bir hitaba özgü kılınmışlardır.

 

"Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de

perde vardır..." İfadenin akışı içinde meydana gelen değişiklik (yüce

Allah'ın kalpleri mühürlemeyi kendisine, gözlerin önündeki perdeyi

de onlara izafe etmesi) gösteriyor ki, onların gerçeği görmelerine

engel olan, biri kendilerinden, diğeri de kâfirlikleri ve fasıklıklarından

dolayı yüce Allah'tan, iki perde vardır. Onların tüm

amelleri, bu iki perde arasında meydana geliyor. "Allah... örnek

vermekten çekinmez..." [Bakara, 26] ifadesini ele alırken konuya ilişkin

bazı açıklamalarda bulunacağız.

 

Şunu da hatırlatalım ki, tıpkı iman gibi, küfür de güçlü veya

zayıf olmaya elverişli bir niteliktir. Onun da, tıpkı iman gibi, değişik

sonuç-lar doğuran farklı dereceleri, mertebeleri vardır.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi'de, Zübeyrî'den şöyle rivayet edilir: "İmam Sadık'tan

(a.s), Allah'ın kitabında kaç çeşit küfürden söz edildiğini sordum,

şöyle cevap verdi:

"Allah'ın kitabında beş çeşit küfürden söz edilir: [1 ve 2] İnkâr

anlamında küfür ki bunun iki çeşidi vardır. [3] Allah'ın emirlerini

terk etme anlamında küfür. [4] Uzaklığı bildirme, ilişkiyi kesme,

tanımama anlamında küfür. [5] Nimete karşı nankörlük etme anlamında

küfür."

"İnkâr anlamındaki küfür, Rablık makamını inkâr etmektir.

'Rab yoktur, cennet ve cehennem yoktur.' diyenlerin sözü gibi. Bu,

zındıklar zümresine mensup iki grubun sözüdür. Bunlara dehrîler

de denir. 'Bizi yok eden ancak zaman (dehr)dır.' [Câsiye, 24] dedikleri

için bu adı almışlardır. Bu anlayış, düşünme ve araştırmaya

gerek duymadan, bu böyledir, böyle olur, diyerek kendini rahatlamaya

çalışan bir zihniyetin ürünüdür. Nitekim yüce Allah onlar

hakkında, 'Onlar sadece zannediyorlar.' [Câsiye, 24] buyuruyor. Yani,

herhâlde böyledir diyerek kendilerini avutuyorlar. Yine buyuru-

 

108 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

yor ki: 'Hiç kuşkusuz, kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar

için birdir; onlar inanmazlar.' Yani, Allah'ın birliğini kabul etmezler.

İşte küfrün bir çeşidi budur."

"Küfrün ikinci çeşidi ise, bilerek inkâr etmektir. Bununla kastettiğimiz,

kişinin gerçek olduğunu kesin olarak bildiği hâlde bir

şeyi inkâr etmesidir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor:

'Onların doğru olduğunu kesin bildikleri hâlde, haksızca ve böbürlenerek

onları inkâr ettiler.' [Neml, 14] Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor:

'Daha önce kâfirlere karşı zafer umurlarken, o bildikleri,

tanıdıkları şey kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın

lâneti, inkârcıların üzerine olsun!' [Bakara, 89] İşte küfrün iki çeşidinin

açıklaması budur."

"Küfrün üçüncü çeşidi ise, nimete karşı nankörlüktür. Yüce Allah

bu durumu Hz. Süleyman'ın diliyle şöyle ifade etmektedir: 'Bu,

Rabbi-min lütfundandır; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük

mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için

şükretmiş olur; nan-körlük eden de, bilsin ki, Rabbim müstağnidir,

çok kerem sahibidir.' [Neml, 40] Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor:

'Andolsun, eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi arttırırım

ve eğer nankörlük ederseniz, azabım pek çetindir.' [İbrâhîm,

7] Başka bir ayette de şöyle buyuruyor: 'Öyleyse beni anın ki, ben

de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin.' [Bakara, 152]"

"Küfrün dördüncü çeşidi de, yüce Allah'ın emirlerini terk etmektir.

Bu hususta yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Birbirinizin kanını

dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız,

diye sizden kesin söz almıştık. Sonra siz de bunu ikrar etmiş, siz

de buna tanık olmuştunuz. Ama siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz,

sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz, onlara karşı

günah ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz, onları çıkarmak

size yasaklanmış iken esir olarak geldiklerinde fidyelerini veriyorsunuz.

Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr

mı ediyorsunuz?' (Bakara, 84)"

"Burada yüce Allah, emirlerini terk ettikleri için onları küfürle

nitelendiriyor, bir yönden de onları imana nispet ediyor. Fakat bu

imanlarını kabul etmediğini, bunun kendi katında onlara bir yarar

sağlamayacağını da şöyle vurguluyor: "Sizden bunu yapanın ceza-

 

Bakara Sûresi / 6-7 ....................................................... 109

 

sı, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet

gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı

bilmez değildir.' [Bakara, 85]"

"Küfrün beşinci çeşidi ise, uzaklığı olmadığını bildirme, tanımama

anlamındaki küfürdür. Bunun örneği de yüce Allah'ın Hz.

İbrahim'in (a s.) diliyle aktardığı şu ifadelerdir: 'Sizi tanımıyoruz.

Siz, bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli

bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.'1 Burada Hz. İbrahim, biz

sizden uzağız, aramızda ilişki kalmadı, demek istiyor."

"Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor (şeytan, kıyamet günü

insanlar arasındaki dostlarıyla bir ilişkisinin olmadığını dile getiriyor):

'Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da tanımamıştım

zaten.'2 Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: Siz, dünya hayatında

aranızdaki sevgi uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz.

Daha sonra kıyamet gününde birbirinizi tanımaz ve birbirinizi

lânetlersiniz. Varacağınız yer ateştir ve hiçbir yardımcınız

yoktur."3 [Usûl-i Kâfi, c.2, s.389, h: 1]

Ben derim ki: Bu hadis, daha önce de söylediğimiz gibi, küfrün

güçlülük ve zayıflık gösterilebilecek bir nitelik olduğunu açıklayıcı

mahiyettedir.

-------

1- Mümtahine, 4

2- İbrâhîm, 22

3- Ankebût, 25

 

110 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 8-20 .............................................................. 111

 

8- İnsanlardan bazıları da vardır ki, "Allah'a ve ahiret gününe

iman ettik." derler. Oysa inanmış değillerdir.

 

9- Onlar, Allah'ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa

yalnızca kendilerini aldatıyorlar da farkında değiller.

 

10- Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır.

Yalan söylüyor oldukları için de, onlara acı bir azap vardır.

 

11- Kendilerine, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın." denildiğinde,

"Biz sadece ıslâh edicileriz." derler.

 

12- Bilin ki, gerçekten asıl fesatçılar onlardır; ama farkında

değiller.

 

13- Yine kendilerine, "İnsanların iman ettiği gibi, siz de iman

edin." denildiğinde, "Düşük akılların iman ettiği gibi, biz de mi iman

edelim?" derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük akıllılar kendileridir;

ama bilmezler.

 

14- İman edenlerle karşılaştıkları zaman, "İman ettik." derler.

Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise derler ki: "Şüphesiz, biz sizinle

beraberiz. (Onlarla) sadece alay ediyoruz."

 

15- (Asıl,) Allah onlarla alay eder ve taşkınları içinde şaşkınca

dolaşmalarına (belli bir) süre tanır.

 

16- İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat

bu alış verişleri kazançlı olamamış ve doğru yolu bulamamışlardır.

 

17- Onların örneği, tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın

örneğine benzer; ateşi, çevresini her aydınlattığında, Allah onların

ışığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakıverir de artık

göremezler.

 

18- Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.

 

19- Ya da (onların örneği,) gökten boşanan, içinde karanlıklar,

gök gürlemesi ve şimşek bulunan şiddetli bir yağmura (tutulmuş

kimsenin örneğine benzer. Yıldırımların saldığı dehşetle; ölüm

korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Allah, kâfirleri çepeçevre

kuşatmıştır.

 

20- Şimşek, neredeyse gözlerini kapıverecek. Önlerini her aydınlattığında

(biraz) yürürler; üzerlerine karanlık basıverince de ka-

 

112 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

lakalırlar. Allah dileseydi, işitmelerini de, görmelerini de gideriverirdi.

Şüphesiz, Allah her şeye güç yetirendir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"İnsanlardan bazıları da vardır ki, 'Allah'a ve ahiret gününe inandık.'

derler. Oysa inanmış değiller..." Ayetlerin orijinalinde geçen "hud'a"

bir tür aldatmadır. "Şeytan" ise kötülüğün kaynağı, çok kötülük

yapan demektir. İblis'in "Şeytan" olarak adlandırılması bu yüzdendir.

Bu ayetlerde münafıkların durumuna ilişkin açıklamalar yer

almaktadır. İnşaallah, ileride Münafikûn suresinde ve diğer bazı

surelerde onlardan ayrıntılı olarak söz edeceğiz.

 

"Onların örneği tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın örneğine

benzer..." Bu, münafıkların durumlarını somutlaştıran bir örnektir.

Onlar, koyu bir karanlığın içine düşmüş gibidirler; o karanlıkta

iyiyi kötüden ve zararlıyı yararlıdan ayırt edemiyorlar. Bu yüzden

aydınlanma gereçlerinden birine başvurma gereğini duyuyorlar.

Bir ateş yakıp çevreyi görmek istiyorlar. Ateş tutuşup çevrelerini

aydınlatınca yüce Allah, rüzgar ve yağmur gibi bir sebebi devreye

sokarak ateşi söndürür. Böylece eski karanlığın içinde kalmaya

devam ederler. Hatta bu defa iki karanlığın ortasında bocalarlar:

Bir, çevrelerini saran karanlık; bir de şaşkınlık karanlığı, aydınlanma

gerecinin devreden çıkması ile yaşadıkları psikolojik karanlık.

Bu örnek, münafikların durumunu gözler önüne seriyor. Bunlar

mümin gibi görünerek, müminlerle iç içe yaşamaktan dolayı dinin

sağladığı bazı nimetlerden yararlanırlar. Miras ve nikâh gibi. Fakat

imandan asıl yararlanma dönemi olan ölüm vakti gelip çatınca,

yüce Allah, nurlarını giderir, amellerini geçersiz kılar, onları koyu

bir karanlığın ortasında bırakır. Burada ne yapacaklarını, nasıl

edeceklerini bilemezler. Hem eski karanlığın ve hem de amellerinin

yol açtığı karanlığın içinde bocalayıp dururlar.

 

"Ya da (onların örneği,) gökten boşanan..." İfadenin orijinalinde

geçen "sayyib", şiddetli yağmur demektir. "Berk" herkesçe bilinen

 

Bakara Sûresi / 8-20 ............................................................ 113

 

şimşek demektir. "Ra'd" ise, şimşek çakarken bulutlardan gelen

gürlemedir. "Sâika" ise, şimşeklerden inen yıldırım demektir.

Bu ikinci örnek de, münafıkların iman niteliğini dışa vurmalarını

somutlaştırmaktadır. Bu durumda onlar, tıpkı göz gözü

görmez bir karanlığın ortasında şiddetli bir yağmura tutulan kimseler

gibidirler. Şiddetli yağmur onları kaçıp kurtulma zorunda bırakıyor,

karanlık ise buna imkân vermiyor. Gök gürlemesinin ve

yıldırımların saçtıkları dehşet de onları çepeçevre kuşatmıştır. Artık

tek seçenekleri, şimşekten ve onun sağladığı aydınlıktan yararlanmaktır.

Ama şimşeğin aydınlığı sürekli ve kalıcı değildir. Şimşek

çakınca bir parça yürürler; ardından tekrar karanlığın ortasında

çakılıp kalırlar.

 

İşte, imanı benimsemeyen, ama müminmiş gibi görünmek zorunda

kalan münafıkın durumu bundan ibarettir. Kalbi ile dili anasında

birlik, uyuşma ve ahenk olmadığı için yolu bütünüyle

aydınlanmaz. Bu yüzden ikide bir tökezlemesi ve ayağının kayıp

yere kapanması kaçınılmaz olur. Biraz yürür, az sonra tekrar durur.

Böylece yüce Allah, onu rezil eder. Şayet Allah dileseydi, görme

ve işitme organlarını devre dışı bırakarak, daha ilk günden

onu rezil ederdi.

 

114 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bakara Sûresi / 21-25 ..........................................................

 

21- Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize

kulluk edin ki, belki korunasınız.

 

22- O, sizin için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü bir bina kıldı

ve gökten yağmur indirerek sizin için (çeşitli) ürünlerden rızk çıkardı.

Öyleyse, (bütün bunları) bile bile Allah'a eşler koşmayın.

 

23- Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, o zaman

siz de onun gibi bir sure getirin ve Allah'tan başka şahitlerinizi

(kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın; eğer doğru

söylüyorsanız (bunu yapın).

 

24- Ama eğer yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, bu

durumda, kâfirler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ile taşlar olan

ateşten sakının.

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 115

 

25- İman edip iyi işler yapanları müjdele. Gerçekten, onlar için

altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlardaki meyvelerden

rızk olarak kendilerine bir şey verildiğinde, her defasında, "Bu daha

önce de rızk olarak bize verilen şey!" derler. Bu, benzeşir olarak

onlara sunulmuştur. O cennetlerde, onlar için tertemiz eşler de

vardır ve onlar oralarda süresiz kalacaklardır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Ey insanlar... kulluk edin ki..." Yüce Allah, bundan önce üç insan

grubunun; muttakilerin, kâfirlerin ve münafıkların durumunu gözler

önüne serdi. Muttakilerin, Rableri tarafından bir hidayet üzere

olduklarını ve Kur'ân'ın onlar açısından bir yol gösterici olduğunu;

kâfirlerinse, kalplerinin ve kulaklarının mühürlü olduğunu, gözlerinin

önünde perde bulunduğunu; münafıkların da hasta olduklarını,

yüce Allah'ın da onların hastalıklarını artırdığını, onların sağır,

dilsiz ve kör olduklarını (ilk on dokuz ayet boyunca) açıkladı. Bunun

ardından yüce Allah, şu beş ayette insanları Allah'a kulluk

sunmaya, kâfirler ve münafıklardan değil, müminlerden olmaya

çağırıyor.

 

Ayetlerin bu akışından anlaşılıyor ki, "belki korunasınız." ifadesi,

"kulluk edin" ifadesiyle bağlantılıdır, "sizi... yaratan" ifadesiyle

değil. Bununla beraber, bunu her iki ifadeyle de

bağlantılandırmak doğrudur.

 

"Öyleyse bile bile Allah'a eşler koşmayın." ayetin orijinalinde geçen

"endad" kelimesi, "nidd"in çoğuludur ve "misl" ile aynı kalıptan

olduğu gibi aynı anlamı da ifade eder. "Bile bile" ifadesinin

özel bir kayıtla sınırlandırılmadan "eşler koşmayın" ifadesi için hâl

kılınması, insanların, az da olsa sahip oldukları bilgiler sayesinde,

hiçbir şekilde yüce Allah'a eşler koşmamaları gerektiğini vurgulamaktadır.

Çünkü, hem onları ve hem de onlardan öncekileri O

yaratmış, evrensel düzeni O kurmuş ve bu düzen sayesinde beslenmelerini

ve bu dünya üzerinde hayat sürdürmelerini mümkün

kılmıştır.

 

"O zaman siz de onun gibi bir sure getirin." ifadesi, Kur'ân-ı Kerim-

'in mucizeliğini vurgulama amacına yönelik, karşıtları çaresiz bı-

 

116 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

rakan bir meydan okumadır. Kur'ân'ın Allah katından geldiğinde

kuş-ku yoktur. Geçen zamana ve çağlara rağmen Kur'ân'ın mucizeliği

devam eder. Bu tür meydan okumalar Kur'ân-ı Kerim'de

sıksık tekrarlanır: "De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu

Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun

benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olsalar da." (İsrâ, 88)

"Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: Eğer doğru

söylüyorsanız, siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin; Allah'tan

başka çağırabildiklerinizi de çağırın." (Hûd, 13) Şu hâlde,

"onun gibi" ifadesindeki zamir, "indirdiğimiz" ifadesine dönüktür.

Bu durumda, meydan okuma hem Kur'ân'ın kendisi, hem ifade

tarzı ve hem de açıklama yöntemiyle ilgilidir.

Zamirin "kulumuz" ifadesine dönük olması da mümkündür.

[Bu ihtimale göre ayetin meali şöyle olur: "O zaman siz de onun

(Peygamber) gibi birisinden bir sure getirin."] Bu durumda, bu

meydan okuma Kur'ân'ı getiren kişinin, eğitim görmemiş okumayazmasız

bir kişi oluşu, bu yüce ve değerli bilgileri, bu güzel ve

sağlam ifade tarzlarını hiçbir kimseden öğrenmemiş bir kişi olması

açısından ön plâna çıkıyor. Bu bakımdan ele aldığımız ifade, şu

ayet-i kerimeyle aynı mesajı içermektedir: "De ki: Eğer Allah dileseydi,

onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdim. Ben ondan

önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musunuz?"

(Yûnus, 16) Elimize ulaşan bazı rivayetlerde, ayetin her iki şekilde

de tefsir edildiği görülmektedir.

 

Biliniz ki: Bu ve benzeri ayetler, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan

Kevser ve Asr sureleri gibi en kısa surelerin de mucize niteliğinde

olduklarını ortaya koymaktadır. Kur'ân'ın mucizeliğini ifade eden

ayetlerdeki zamirin, söz konusu ayetlerin içinde yer aldıkları Bakara

ve Yûnus gibi surelere dönük olması ihtimali göz önünde bulundurularak

bir değerlendirme yapılırsa, bu, alışılagelmiş ifade

biçimlerine ters düşer. Çünkü Kur'ân'ın Allah'a iftira edilerek uydurulduğunu

ileri süren birisi, Kur'ân'ın tümünü göz önünde bulundurur,

bu iddiasında sureler arasında ayrım yapmaz.

 

Dolayısıyla, Bakara veya Yunus suresiyle ona meydan okumanın

bir anlamı yoktur. Çünkü bu durumda, "Eğer, söz gelimi Kevser

ve İhlâs sureleri hakkında kuşku içindeyseniz, o zaman siz de Yu-

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 117

 

nus suresi gibi bir sure getirin." gibi bir anlam ortaya çıkar. Bunun

da ne kadar yanlış bir anlam olduğunu herkes teslim eder.

 

MUCİZE VE MAHİYETİ

 

Biliniz ki: Kur'ân-ı Kerim'in bu ayette, meydan okuyucu bir ifade

tarzıyla kendini olağanüstü bir mucize olarak tanımlaması,

gerçekte iki iddiayı gündeme getirmektedir. Birisi, mucize ve olağanüstülüğün

varlığı; diğeri de, Kur'ân-ı Kerim'in mucize oluşu. Bilindiği

gibi, ikinci iddianın kesinlik kazanması aynı zamanda birinci

iddianın da kesinlik kazanması demektir. Kur'ân-ı Kerim de bu

çerçevede kendisinin mucize oluşuyla meydan okuyarak, bununla

yukarıda sözünü ettiğimiz her iki sonucu elde ediyor. Ancak bu

noktada henüz, doğada alışılagelene aykırı bir görünüm sergileyen

mucizenin nasıl gerçekleştiği açıklık kazanmış değildir. Doğanın

normal sistemi, olguların bilinen somut sebeplerine dayanmalarını

öngörür. Burada, nedensellik noktasında bir kuraldışlılığa ya

da nedensellik yasasının şaşması veya çelişmesine rastlanmaz.

Kur'ân-ı Kerim, mucizenin hakikatini açıklayarak bu konudaki

kuşkuları gidermektedir.

 

Kur'ân, konuya iki açıdan açıklık getirmektedir:

Birincisi; mucize vardır ve bunun örneklerinden biri de, meydan

okuma yoluyla hem mucizenin varlığını, hem de kendisinin

mucize olduğunu kanıtlayan Kur'ân-ı Kerim'dir.

İkincisi; mucizenin gerçek mahiyeti nedir? Doğada, onun olağan

sisteminin dışında ve onun bütünlüğüyle çelişen gelişmeler

nasıl meydana geliyor?

 

Kur'ân'ın Mucizeliği

 

Kur'ân-ı Kerim'in gerek Mekke ve gerekse Medine inişli birçok

ayette kendi mucizeliğiyle meydan okuduğundan kuşku yoktur.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Kur'ân olağanüstü bir mucizedir. Hatta

söz konusu ayet-i kerime, ikinci ihtimaliyle de, Kur'ân'ın mucizeliğini

kanıtlamaktadır. Şu ayeti kastediyorum: "Eğer kulumuza indirdiğimizden

şüphedeyseniz, o zaman siz de onun gibi bir sure ge-

 

118 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

tirin." Yani, Peygamber (s.a.a) gibi birisinden onun getirdiğine

benzer bir sure getirin.

 

Burada, Peygamber gibi eğitim görmemiş, okuma-yazması

olmayan bir şahıstan onun getirdiğine benzer bir surenin getirilmesi

noktasında meydan okunarak, asıl Kur'ân'ın mucize olduğu

kanıtlanmaktadır, direkt ve dolaysız olarak Peygamberimizin peygamberliği

kanıtlanmamaktadır. Bunun delili, ayetin başındaki şu

ifadedir: "Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz." Dikkat

edilirse, "Eğer kulumuzun peygamberliğinden şüphedeyseniz."

denmiyor.

 

Dolayısıyla, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bütün meydan okumalar,

Kur'ân'ın Allah katından gelen olağanüstü bir mucize olduğunu

kanıtlama amacına yöneliktir. Meydan okumaya ilişkin mesajlar

içeren ayetlerin bir kısmı genel ve bir kısmı da özel niteliklidir.

En genel nitelikli meydan okuma da şu ayet-i kerimede ifadesini

bulmaktadır: "De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu

Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun

benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olsalar da." (İsrâ, 88) Bu

ayet, Mekke inişlidir ve içerdiği meydan okuyuşun genel nitelikli

olduğundan hiç kimse en ufak bir kuşku duymaz.

Şayet meydan okuma, sırf Kur'ân'ın ifadesinin belâgati, üslûbunun

güzelliği ile ilgili olsaydı, sadece belli kavme karşı, yani

cahiliye devrinin öz Arapları ile Arap dilinin (başka dillerle) karışıp

bozulmasından önceki İslâmiyet devrinin Araplarına karşı meydan

okunurdu. Oysa bu ayette bütün insanların ve cinlerin kulağı çınlatılmıştır.

Aynı şekilde, ifadenin belâgati ve fesahati dışında hakikî bilgiler,

üstün ahlâka ilişkin öğretiler, yasalar, hükümler, gayb âlemine

ilişkin haberler ve Kur'ân'ın indiği sıralar insanlığın henüz üzerindeki

perdeyi aralayamadığı nice bilgiler gibi Kur'ân-ı Kerim'in kapsadığı

niteliklerden herhangi birisiyle özellikle meydan okunmamıştır.

Dolayısıyla, her iki topluluğa da mutlak bir şekilde meydan

okunması, niteliksel açıdan üstünlük sağlanabilecek tüm hususlarla

ilgilidir.

 

Şu hâlde, Kur'ân belâgat ve fesahat açısından beliğ ve etkin

söz söyleyebilen insanlar için, hikmet açısından hekimler için, ilim

 

Bakara Sûresi / 21-25 ..................................................... 119

 

açısından âlimler için, sosyoloji açısından sosyologlar için, yasalar

açısından yasamacılar için, siyaset açısından siyasetçiler için, yönetim

açısından yöneticiler için bir ayet, bir mucize olduğu gibi,

tüm âlemler için de birlikte ulaşamadıkları, birlikte çözemedikleri

konular açısından -gayb âlemi ile ilgili bilgiler, yargıda, bilgide ve

ifadede görüş ayrılıklarının çözümü gibi- olağanüstü, erişilmez bir

mucizedir.

 

Buradan anlaşılıyor ki, Kur'ân, bütün yönlerden mucizelik niteliğine

sahip olduğunu ilân ediyor. O, insan ve cin türünün tüm bireyleri,

geneli ve özeli, bilgini ve cahili, erkeği ve kadını, üstün yetenekli

veya daha alt düzeydeki tüm söz anlayan akıl sahipleri açısından

bir mucizedir. Çünkü insan, öz yaratılışı itibariyle iyiliğin,

üstünlüğün bilincindedir; bu niteliklerin az veya çok oluşunu fark

eder.

 

Şu hâlde her insan, kendisinin veya aile efradının sahip bulunduk-

ları iyi ve üstün nitelikler üzerinde gözlemci bir yaklaşımla

düşünsün, sonra da algıladıklarını Kur'ân'ın içerdiği iyi ve üstün niteliklerle

karşılaştırsın, o zaman hak ve adaletle hükmetsin. Acaba

insan gücü, gerçeklik noktasında Kur'ân'ın içerdiği bilgilere

denk, kanıtlanmış ilâhî bilgiler ortaya koyabilir mi? Kur'ân'ın ortaya

koyduğu ahlâkî sistemin saflığına ve üstünlüğüne denk, gerçeklere

dayalı bir ahlâk sistemi ortaya koyabilir mi? Kur'ân-ı Kerim'in

getirdiğine benzer insanların bütün amellerini kapsayan eksiksiz

fıkhî hükümler koyabilir mi? Hem de tüm genişliğine rağmen

bu hükümler çelişkiye neden olacak herhangi bir ihtilâfın bulunmaması

şartıyla?! Bunun yanı sıra, her hükmünde ve elde ettiği

her sonuçta tevhit ruhunu ve takva olgusunu koruyabilir mi? Koyduğu

her hükmün temeline ve ayrıntısına temizliği, arılığı egemen

kılabilir mi? Bu olağanüstü özen ve bu akıllara durgunluk veren titizlik,

insanı hayran bırakan duyarlılık, okuma-yazması olmayan

bir insandan kaynaklanabilir mi? Üstelik, bu insanın içinde yaşadığı

toplumun tek ayrıcalığı haksız saldırı, talan etme, çalıp çırpma,

insanların mallarını zorla gasp etme, kız çocukları diri diri toprağa

gömme, yoksulluk korkusuyla çocukları öldürme, atalarla

övünme, annelerle evlenme, günahları normal sayma, bilgiyi yerme,

cehaletle belirginleşme olsa?! Ve sözde gayretkeşlik karakterine

sahip olmalarına rağmen tüm zorbaların karşısında onursuz-

 

120 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ca ezilen, bir gün Yemenlilerin, bir gün Habeşlilerin, bir gün Romalıların

ve bir gün İranlıların egemenliği altında yaşamış olan bir

topluluk olsa, bu toplum?! Ki, Hicaz bölgesindeki cahiliye Araplarının

durumu bundan ibaretti.

 

Bir insan, tüm âlemler için yol göstericilik iddiasıyla bir kitap

ortaya koymaya yeltensin, sonra bu kitapta gayba ilişkin bilgilere,

geçmiş ve geleceğe dair haberlere, geçip giden veya ileride ortaya

çıkacak toplumların hayatına yer versin; bu kitapta bir değil, iki

değil, birçok kıssaya, olaylara, geleceğe ilişkin gaybî bilgilere değinsin

ve ama doğrudan hiç sapmasın; bu mümkün müdür?!

Sürekli bir dönüşüm ve tekâmül içinde olan maddî doğa âleminin

bir parçası olan insan, mümkün müdür ki, insanlık âleminin

her işine el atsın; dünyaya küçük-büyük, ince-kaba her konuda

bilgiler, ilimler, kanunlar, hikmetler, öğütler, örnekler ve kıssalar

sunsun ve fakat ömrünün sonuna kadar bütün bunların hiçbirinde

en ufak bir değişiklik getirmeye bile ihtiyaç duymasın?! Oysa usulüyle,

füruuyla bütün bun-lar, aşamalı bir süreçten geçmeye, değişik

aşamalarda değişik değerlendirmelere tâbi tutulmaya, çeşitli

deneyimlerden geçirilmeye mahkûm olan şeylerdir. Buna, bir de

hiçbir insanın düşünce ve eylem nok-tasında kemal ve eksiklik açısından

aynı yerde olamayacağı gerçeğini eklersek, Peygamberin

(s.a.a) ve getirdiği ebedî mesajın yüceliği çok daha iyi anlaşılacaktır.

Bu anlamlar üzerinde düşünebilecek aklı başında bir insan,

Kur'â-n-ı Kerim'in kapsadığı bu genel veya başka nitelikli meziyetlerin,

beşer gücünün üstünde ve doğal araçların ötesinde olduklarından

kuşku duymayacaktır. Şayet bunların üzerinde düşünülebilecek

kapasitede ol-masa bile, insana yaraşır çizgiden sapmayacak,

öz yaratılışından kaynaklanan duyarlılığı uyarınca, uzmanlık

alanına girmeyen, hakkında bilgi sahibi olmadığı hususları uzmanlarına

havale etmekten kaçınmayacaktır.

 

Denebilir ki: Meydan okumayı özel kapsamlılıktan çıkarıp genele

yöneltmenin ne yararı var? Çünkü kitleler, bir çağrı karşısında

çabuk heyecanlanırlar, ortaya konan her şeye koşabilecek karakterdedirler.

Nitekim Bab, Baha, Kadiyanî ve Müseyleme gibi ya-

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 121

 

lancıların getirdiklerini, deli saçmalarını ve hezeyanı andıran kanıtlarını

onaylayıp benimseyenler çoktur.

 

Buna vereceğim cevap şudur: Bütün insanlar ve bütün zamanlar

için mucize olabilmenin tek yolu, ilim ve bilgi türünden olmasıdır.

Burada, insanların anlayış kapasitelerinin zorunlu olarak farklılık

arzetmesi, yeteneklerinin aynı düzeyde olmaması sebebiyle

herkesin bu mucizeyi kavrayamayacağı sorunu ise, üstün anlayışa

ve isabetli bakış açısına sahip kişilerin onu iyice kavraması, ondan

daha alt düzeyde olan kimselerin de onlara başvurmasıyla çözümlenir.

Bu konuda insanın fıtrat ve içgüdüsü hâkim pozisyonundadır.

Bunu biraz daha açalım: İnsanın kavrama gücüyle algıladığı ve

anlayışının ulaştığı her şey, her zaman ve mekândaki her birey için

ay-nı kapsamlılığı ve genelliği ifade edemez. Ancak sözünü ettiğimiz

şey, ilim ve bilgi türünden bir şey olursa o zaman durum

değişir. Çünkü ilim ve bilginin dışında olağanüstü bir mucize olarak

değerlendirilen her şey, doğal bir varlıktır ya da somut bir olgudur

ve madde âleminin yasalarına boyun eğmeye mahkûm olup

zaman ve mekânla sınırlıdır. Şu hâlde, ancak bazı insanlar tarafından

gözlemlenebilir. Olasılığı bulunmayan bir varsayımla böyle

bir mucizenin tüm bireyler için genellik ifade ettiği farz edilse

dahi, ancak tüm mekânlar içinde, bir tek mekân için söz konusu

olabilir. Tüm mekânları kapsadığı da varsayılsa, tüm zamanları

kuşatması mümkün değildir.

 

Ancak Kur'ân öyle bir şey getirmiş ki, onunla tüm zamanlar ve

tüm mekânlardaki bireylere meydan okuyabilmektedir.

 

Kur'ân'ın Bilgiyle Meydan Okuması

 

Kur'ân-ı Kerim, özellikle bilgiyle meydan okur: "Sana bu kitabı,

her şeyi açıklayan olarak indirdik." (Nahl, 89) "Yaş ve kuru hiçbir

şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın." (En'âm, 59) Bu ve benzeri

ayetler, Kur'ân-ı Kerim'in içerdiği bilgilerle meydan okuyuşunun

örneklerini oluştururlar. Çünkü, Kur'ân'ın içerdiği küllî gerçekleri

ve "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa

ondan sakının." (Haşr, 7), "...Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar

arasında hükmedesin diye..." (Nisâ, 105) emirleri uyarınca bun-

 

122 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ların Peygamberin açıklamalarına bırakılan cüz'î ayrıntılarını inceleyen

biri, İslâm'ın, en üstün ve en ince ilâhî-felsefî bilgiler, üstün

ahlâk, ibadetler, insanlar arası ilişkiler; siyaset, sosyoloji gibi insanı

ilgilendiren her meselede ayrıntılı bilgiler sunduğunu ve bunların

tümünü fıtrat temeline ve tevhit ilkesine dayandırdığını görecektir.

Öyle ki, ayrıntılı hükümler analiz sonucu tevhit ilkesine,

tevhit ilkesi ise bileşim sonucu ayrıntı niteliğindeki hükümlere dönüşür.

Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'in, zamanın geçmesine ve koşulların

değişmesine rağmen her zaman kalıcığını ve insanların çıkarlarına

uygunluğunu koruduğunu belirtiyor: "O, üstün bir kitaptır.

Ne önünden, ne de ardından ona batıl gelmez. O, hüküm ve hikmet

sahibi, çok övülen Allah tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41-

42) "O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr,

9) Şu hâlde Kur'ân, neshin (yürürlükten kalkmanın) kendisine yol

bulmadığı, dönüşüm ve tekâmül yasasının hakkında işlemediği

kalıcı bir kitaptır.

 

Eğer denirse ki: Sosyal araştırmacılar ve kanun uzmanları günümüzde,

toplumların değişmesiyle birlikte yürürlükteki yasaların

da de-ğişmesinin, zamanın değişmesi ve uygarlığın gelişmesiyle

birlikte kanunların da değişip gelişmesinin zorunluluğunu ortaya

koymuşlardır.

 

Buna karşılık olarak derim ki: İleride bu konuya değineceğiz.

"İnsanlar tek bir ümmet idi..." (Bakara, 213) ayetini incelerken bu

husustaki kuşkuları gidereceğiz.

 

Özetleyecek olursak; Kur'ân-ı Kerim, yasamanın temeli olarak

insan fıtratından kaynaklanan tevhit ilkesini ve insan mizacının

vazgeçilmez gördüğü üstün ahlâkı öngörür. Yasama, evrensel bütünlük

ve varlık âlemi ile uyum içinde gelişme göstermelidir diye

ilân eder. Sözünü ettiğimiz araştırmacılar ise, görüşlerini toplumun

değişmesi esasına dayandırırken tevhidî bilgiler ve üstün ahlâk

gibi manevî değerleri göz ardı ederler. Dolayısıyla onların sözleri,

manevî değerlerden yoksun maddî toplumlar için geçerlidir. "Allah-

'ın sözü ise en yücedir."

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 123

 

Kendisine Kur'ân İnen Kişinin Şahsında Meydan Okuması

 

Kendisine ifade ve anlam olarak mucizelik niteliğine sahip

Kur'ân indirilen okuma-yazmasız Peygamberin kişiliği de bir meydan

okuma unsuru olarak ön plâna çıkarılmıştır. Bir öğretmenden

ders almamış olması, bir eğitimci tarafından yetiştirilmemiş olması

Kur'ân'ın mucizeliğine bir kanıt olarak ileri sürülüyor. "De ki:

Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdim.

Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım,

düşünmüyor musunuz?" (Yûnus, 16)

 

Peygamber efendimiz (s.a.a) onlardan biri olarak aralarında

yaşıyordu, bir ayrıcalığı olmadığı gibi uzmanlaştığı bir bilim dalı da

yoktu. Öyle ki, kırk yaşına kadar ne şiir ve ne de nesir (düz yazı)

şeklinde bir eser ortaya koymamıştı. Kırk yaş ise, onun ömrünün

üçte ikisini oluşturuyor. O güne kadar, bu yönde bir çaba içine

girmediği gibi, bu tür bir ideale sahip olduğu da görülmemiştir.

Sonra ne oluyorsa, birden bire oluyor ve getirdiği mesaj karşısında

dahiler küçük dillerini yutuyor, edebiyat ustaları dut yemiş bülbüle

dönüyor. Ardından bu mesajı yeryüzünün dört bir yanına yayıyor ve

bir tek bilgin, bir tek erdemli kişi ve bir tek üstün zekâlı kimse,

karşısında söyleyecek bir şey bulamıyor.

 

Hakkında bütün söyleyebildikleri şundan ibarettir: Ticaret amacıyla

Şam'a gitmiş ve Kur'ân'da yer alan kıssaları oradaki papazlardan

öğrenmiştir.(!) Oysa Şam'a yaptığı seferlerde amcası

Ebu Talip'le beraber olmuş ve o zaman henüz ergenlik çağına ermemiştir.

Hz. Hatice'nin kölesi Meysere ile birlikte yaptığı seferde

ise, yirmi beş yaşındaydı ve yolculuk sırasında ne gece ve ne de

gündüz arkadaşlarından ayrılmamıştı. Ayrıldığı varsayılsa bile, bu

sırada hangi bilgileri öğrendi? Bu hikmetli bilgileri ve gerçekleri

nereden edindi? Fesahat ustalarının, karşısında küçük dillerini

yuttuğu ve dost-düşman herkesin büyüleyiciliğini onayladığı bu olağanüstü

ifade tarzını kimden öğrendi?

 

Bir iddia da şudur: Hz. Peygamber Mekke'de yaşayan bir Bizanslı

demircinin yanına gider, onunla sohbet ederdi. Bu adam kılıç

yapar ve bunları satarak geçimini sağlardı. Yüce Allah bu iddiayla

ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Biz onların, 'Ona bir insan öğre-

 

124 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

tiyor.' dediklerini biliyoruz. Haktan saparak kendisine yöneldikleri

adamın dili yabancı, bu ise apaçık Arapça bir dildir." (Nahl, 103)

Bir iddia da, onun bazı bilgileri İranlı bir bilgin olan ve dinler ve

mezhepler hakkında geniş bilgilere sahip bulunan Selman-ı Farisî'den

öğrendiği şeklindedir. Oysa Hz. Selman Medine döneminde

ona inanmıştır. Kur'ân'ın büyük çoğunluğu ise Mekke'de inmiştir.

Kur'ân'ın Mekke'de inen kısmı, Medine'de inen kısmından daha

çok kıssa ve küllî bilgiler içermektedir. Şu hâlde Selman ve diğer

sahabîlerin inan-ması, ona ne tür katkılar sağlamıştır?

Kaldı ki, Eski Ahit ile Yeni Ahit (Tevrat ile İncil) ve onların içerdiklerin

olayları inceleyen biri, ardından Kur'ân'ın anlattığı peygamberler

kıssalarını ve geçmiş toplumların tarihini inceleyecek

olursa, görecektir ki, bu tarih o tarihten ve bu kıssa o kıssadan

farklıdır. Ahitlerde büyük yanlışlıklar, çarpıtmalar vardır. Bunlar,

Allah'ın peygamberlerine yönelik korkunç iddialar içermektedir.

Bu iddialar karşısında fıtrat tiksinti duyar, bu tür nitelikleri insanların

en iyilerine ve en akıllılarına yakıştırmaktan hayâ eder. Beri

tarafta ise Kur'ân, peygamberlerin pak ve masumluklarını ortaya

koyuyor. Eski ve Yeni Ahit'te gerçeğe ilişkin bir bilgi vermeyen, erdeme

ve ahlâka ilişkin ilkeler, öğütler içermeyen gereksiz bölümler

vardır. Kur'ân ise, kıssaların sadece insanlara bilimsel ve ahlâkî

olarak yarar sağlayan bölümlerine yer vermiş, geri kalan büyük

kısmına hiç değinmemiştir.

 

Kur'ân'ın Gaybe İlişkin Haberleriyle Meydan Okuması

 

Kur'ân-ı Kerim'in gayb âlemine ilişkin haberler vermek suretiyle

karşıtlarına meydan okuduğuna örnek oluşturan birçok ayet

vardır. Bu ayetlerin bir kısmı, geçmiş peygamberlerin ve onların

gönderildikleri toplumların yaşadıkları serüvenlerle ilgilidir: "Bunlar

sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de

kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz." (Hûd, 49) Yüce Allah

Yusuf Peygamberin kıssasını anlattıktan sonra da şöyle buyuruyor:

"Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını

verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin." (Yûsuf, 102)

Meryem kıssası ile ilgili olarak da şöyle buyuruyor: "Bunlar

gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan han-

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 125

 

gisi Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur'a atarlarken

sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin."

(Âl-i İm-rân, 44) "İşte Meryem oğlu İsa! Şüphe edip ayrılığa

düştükleri, gerçek söz budur." (Meryem, 34) Bunlar gibi daha birçok

ayet vardır.

 

Gelecekte yaşanacak olaylara ilişkin haberler de yer alır,

Kur'ân-ı Kerim'de. Şu ayette olduğu gibi: "Rumlar yenildi. En yakın

bir yerde. Onlar, bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Birkaç

yıl içinde." (Rûm, 2-4) Şu ayetlerde de Peygamberimizin Medine'ye

hicretinden sonra, Mekke'ye tekrar döneceği önceden haber verilmiştir:

"Kur'ân'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek

yere döndürecektir." (Kasas, 85) "Allah dilerse güven içinde, başlarınızı

tıraş ederek ve kısaltarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz."

(Fetih, 27) "O geri bırakılanlar, ganimetleri almak için

gittiğiniz zaman, 'Bizi bırakın, sizinle beraber gelelim.' diyeceklerdir."

(Fetih, 15)

 

Şu ayetleri de aynı kategoride değerlendirmeliyiz: "Allah seni

insanlardan korur." (Mâide, 67) "O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu

da elbette biziz." (Hicr, 9) Ve bunlar gibi müminlere yönelik

ileriye dönük vaatler ve Mekkeli kâfir ve müşriklere yönelik tehditler

içeren birçok ayet vardır ki, aynen tahakkuk etmişlerdir.

Bunun yanı sıra Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetleri, kimi toplumların

ve kimi gelişmelerin işaretlerini, belirleyici özelliklerini içermektedir:

"Helâk ettiğimiz bir ülkeye artık dünya hayatı haramdır.

Onlar bir daha geri dönemezler. Nihayet Ye'cuc ve Me'cuc

setleri açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği ve gerçek vaadin

yaklaştığı zaman, birden inkâr edenlerin gözleri donup kalır: Vah

bize, biz bundan gaflet içinde idik. Biz gerçekten zalim kimseler

idik.' (Enbiyâ, 95-97) "Allah sizden, inanıp salih amel işleyenlere

vaat etti: Onları yeryüzünde hü-kümran kılacak." (Nûr, 55) "De ki:

O, sizin üzerinize, üstünüzden bir azap göndermeye kadirdir."

(En'âm, 65)

 

Şu ayet-i kerimeler de aynı kategori içinde değerlendirilirler:

"Rüzgarları, aşılayıcı olarak gönderdik." (Hicr, 22) "Orada her şeyden

ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik." (Hicr, 19) "Dağları birer

kazık kılmadık mı?" (Nebe, 7) Bu ayetlerin içerdikleri bilgiler,

Kur'ân'ın indiği dönemlerde bilinmeyen bilimsel gerçeklere da-

 

126 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

yanmaktadır. Söz konusu gerçekler üzerindeki bilinmezlik perdesi

ancak son çağlarda bilim alanındaki gelişmelerden sonra aralanabilmiştir.

Mâide suresinde yer alan şu ayet-i kerime de gayb âlemine ilişkin

bilgiler içermektedir. (Bu yöntem, Kur'ân ayetlerinin bazısını

bazısına uyarlama, bazısını bazısına tanık olarak öngörme esasına

dayanan tefsir anlayışının özelliklerinden biridir.): "Ey inananlar,

sizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah, yakında öyle

bir toplum getirecek ki, O onları sever, onlar da onu severler."

(Mâide, 54) Yûnus suresinde yer alan bir ayette de şöyle buyurulur:

"Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri onlara gelince

aralarında adaletle hükmolu-nur ve onlara hiç

zulmedilmez." (Yûnus, 47) "Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca

dine çevir: Allah'ın yaratışına, ki insanları ona göre yaratmıştır."

(Rûm, 30) Bunlar gibi, gelecekte İslâm ümmetinin veya tüm

dünyanın tanık olacağı olayları haber veren birçok ayet vardır.

Tüm bu haberler, Kur'ân'ın indiriliş döneminden sonrasını ilgilendirmektedir.

İnşaallah, İsrâ suresinin ilgili ayetinde bu konuyu etraflıca

irdeleyeceğiz.

 

Kur'ân'ın, Çelişkilerden Uzak Olduğunu Söyleyerek Meydan

Okuması

 

Kur'ân-ı Kerim, kimi ayetlerde de kendi içinde çelişki barındırma-

dığını vurgulayarak meydan okur: "Hâlâ Kur'ân (ayetleri)

üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından

gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisâ,

82) Evren zorunlu olarak maddî niteliklidir, ona egemen olan yasa

da dönüşüm ve tekâmül yasasıdır. Şu hâlde, bu evrenin bir parçası

olarak varolan her şey, aşamalı bir varoluş süreci yaşar; zayıflıktan

güçlülüğe, eksiklikten olgunluğa yönelir. Bu yöneliş, o şeyin

hem özünde ve hem de özüne bağlı unsurlarda, davranış ve eylemlerinde

söz konusudur. İnsan da bu süreci yaşar; varoluşu, eylemleri

ve eylemlerinin sonuçları itibariyle dönüşüm hâlindedir,

tekâmül etmektedir. Fikir ve kavrayış noktasında da bu kural geçerlidir.

Aramızda hiç kimse yoktur ki, kendisini bugün dünden

daha olgun, daha yeterli görmesin. Yine hepimiz, ikinci anımızda

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 127

 

birinci anımızdaki söz ve davranışlarımızdaki sürçmelerimizle karşılaşmaktayız.

Bu, bilinçli bir insan olarak kendini tanıyan herkesin

kabul edeceği, inkâr edemeyeceği bir realitedir.

 

Bu kitabı, Peygamberimiz dönem dönem insanlara sunmuş,

yirmi üç yıl boyunca, değişik şartlarda, farklı ortamlarda, Mekke'-

de, Medine'de, zaman zaman gece, zaman zaman da gündüz, yolculukta,

mukimlikte, savaşta, barışta, zor günlerde, zafer günlerinde,

güvenli dönemlerde, korkulu anlarda, ilâhî bilgileri sunmak,

üstün ahlâkın kurallarını öğretmek, ihtiyaç duyulan her konuda

dinî hükümleri yasalaştırmak amacıyla parça parça insanlara okumuştur.

Buna rağmen benzeşen söz diziminde en ufak bir çelişki,

birbirini tutmazlık söz konusu değildir. Nitekim kendisi, kendisini

"(ayetleri) birbirine benzeyen ve tekrarlanan bir kitap"

[Zümer, 23] olarak nitelendirmektedir. Sunduğu bilgiler, koyduğu

temel ilkeler ve ahlâk kuralları açısından tek bir uyuşmazlık, birbirini

çürütme meydana gelmemiştir. Tam tersine, ayetleri birbirlerini

tefsir eder, birbirlerinin kapalı noktalarını açıklar niteliktedir.

Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Kur'ân'ın bir kısmı bir

kısmını destekler, bir kısmı bir kısmına tanıklık eder."1 Eğer

Kur'ân Allah'tan başkası tarafından ortaya konulmuş bir eser olsaydı,

ifade tarzının bazı yerleri diğer bazı yerlerinden daha güzel

olacaktı, sözün vurgusu ve etkinliği bakımından bazı yerleri diğer

bazı yerlerinden daha parlak olacaktı. Sunduğu bilgiler, koyduğu

ilkeler ve kurallar da doğruluk ve yanlışlık, sağlamlık ve çürüklük

noktasında farklılık arzedecekti.

 

Denebilir ki: Bu, salt bir iddiadır ve bir kanıta da dayanmıyor.

Çünkü Kur'ân'da birçok çelişkilere ve anlaşılmaz ifadelere rastlanmıştır.

Bunlar bir araya getirilse, ciltler dolusu kitap eder. Bunların

bir kısmı, ifade biçimiyle ilgili ve belâgat açısından birer kusur

sayılan sorunlardır. Bir kısmı da manevî anlamla ilgili ve

Kur'ân'ın görüşleri ve öğretilerinin yanlışlığını ortaya koyan çelişkilerdir.

Gerçi Müslümanlar bunlara cevap vermişlerdir ama, bu cevaplar

gerçekte yorumdan öteye gitmezler, tutarlılık esasına ve orijinalitesi

bozulmamış fıtrat duyarlılığına göre bir değer ifade etmezler.

-------

1- [Nehc'ül-Belâğa, hutbe:133]

 

128 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Buna karşılık olarak ben de derim ki: İşaret edilen çelişkiler ve

anlaşılmaz ifadeler, açıklamalarıyla ve doyurucu cevaplarıyla birlikte

tefsir kitaplarında yer alırlar. Bu kitapta da yeri geldiğinde bu

sorunlara değinilmiştir. Dolayısıyla bu eleştiri, delili olmayan boş

bir iddiadan öteye gitmemektedir.

 

Kur'ân'da anlaşılmaz şeyler olduğunu ya da onda çelişki bulunduğunu

iddia eden kimselerin, geniş tefsir kitaplarında cevaplarıyla

birlikte değinilmemiş tek bir sorunları bulunmamaktadır.

Ne var ki onlar, sorunları almış, bir araya toplamış, düzene sokmuş,

ama cevaplarına değinmemişlerdir. Ne güzel söylemişler:

"Eğer sevgi gözü (kusurları görememekle) suçlanıyorsa, (erdemleri

görmeme noktasında da) kin gözü daha çok suçlanmaktadır."

Denebilir ki: Peki Kur'ân'daki "nesh" olgusuna ne dersin?

Çünkü bizzat Kur'ân onun geçerliliğinden söz ediyor: "Biz bir ayeti

neshedersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya onun

benzerini getiririz." (Bakara, 106) "Biz bir ayetin yerine başka

bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indirdiğini çok iyi biliyor-..."

(Nahl, 101) Şimdi, ifade tarzı açısından bu değişikliklerin bir

çelişki sayılmayacağını kabul etsek bile, nesih görüş değişikliği

değil de nedir?

 

Buna karşılık olarak ben de derim ki: Kur'ân-ı Kerim'deki nesih

olgusu, ifade tarzı açısından bir çelişki olarak değerlendirilemeyeceği

gibi, bakış açısı ve hüküm değişikliği olarak da

değerlendirilemez. Bunun açıklanması şöyledir: Bakarsın, olumlu

koşullar gereği verilen bir hüküm bir güne uygun düşer de, koşulların

değişmesi sonucu bir başka güne uygun düşmez. Bu durumda,

o günün koşullarına uygun düşen yeni bir hüküm yürürlüğe

konur.

 

Bunun en açık kanıtı, Kur'ân-ı Kerim'de, içerdikleri hükümleri

yürürlükten kaldırılan ayetlerde, sözlü olarak bu ayetlerin içerdikleri

hükümlerin ileride yürürlükten kaldırılacağının ima edilmiş

olmasıdır. Örneğin, hükmü yürürlükten kaldırılan bir ayette şöyle

buyuruluyor: "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan

dört erkek şahit isteyin; eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm

alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evler-

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 129

 

de tutun (hapsedin)." (Nisâ, 15) (Son cümlenin içerdiği ima dikkat

çekicidir.) Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor: "Ehlikitap'tan

birçoğu, gerçek kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki

kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan sonra vazgeçirip kâfir

olmanızı istediler. Allah emrini getirinceye kadar, affedin, hoş

görün." (Bakara, 109) Görüldüğü gibi, ifadenin son cümlesi, onlara

karşı takınılacak tavra ilişkin hükmün geçici olduğunu ima ediyor.

 

Kur'ân'ın, Belâgatiyle Meydan Okuması

 

Kur'ân-ı Kerim, ifade tarzının belâgat ve etkinlik açısından

erişilmez olduğunu vurgulayarak bu alanda da karşıtlarına meydan

okuyor: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru

söylüyorsanız, siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin;

Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.' Eğer size cevap

veremedilerse, bilin ki o, Allah'ın bilgisiyle indirilmiştir ve O'ndan

başka ilâh yoktur. Artık Müslüman oluyor musunuz?" (Hûd, 13-14)

Ayetler Mekke'de inmiştir. "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De

ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getirin

ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.' Hayır, bilgisini

kavrayamadıkları, te'vili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar."

(Yûnus, 38-39) Bu ayetler de Mekke'de inmişlerdir.

Bu ayetlerde, Kur'ân ifadelerindeki belâgat ve düzen açısından

bir meydan okuma söz konusudur. Çünkü o dönemde Kur'ân'ın

muhatabı olan öz Arapların en belirgin özellikleri, belâgatte ileri

gitmiş olmalarıdır. Nitekim tarih, belâgat ve fesahat alanında, açık,

anlaşılır ve etkileyici söz söyleme sanatı açısından öz Arapları

geride bırakan eski ve yeni bir ulustan söz etmez. Araplar, güzel,

yeterli, anlaşılır hâl ve makama uygun konuşma sanatı açısından

eski-yeni tüm ulusları geride bırakmışlardı.

 

İşte Kur'ân onları gayretkeşliğe itecek ve içlerindeki asabiyet

damarını kabartacak şekilde, onlarla özdeşleşmiş bir alanda onlara

meydan okuyor. Gururları, başkalarının karşısında eğilmemeleri,

ürünlerinin küçük görülmesini kabullenmemeleri, onların karakteristik

özellikleriydi. Bu meydan okumanın üzerinden uzun

zaman geçmiş, ama onlardan ses çıkmamıştı; gün geçtikçe çaresizlikleri

biraz daha belirginleşmişti. Bu meydan okumanın karşı-

 

130 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

sında sadece saklanıyorlardı, köşe bucak kaçıyorlardı. Nitekim

yüce Allah, onların bu durumlarını şöyle tasvir ediyor: "İyi bilin ki

onlar, ondan (Peygamberden) gizlenmek için göğüslerini bükerler.

İyi bilin ki onlar, örtülerine büründükleri zaman, Allah onların

içlerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir." (Hûd, 5)

Bu meydan okumanın üzerinden bin dört yüzyılı aşkın bir süre

geçmiş olmasına rağmen, kimse onun bir benzerini getirebilmiş

değildir ve kimse ona karşı çıkabilmiş değildir. Çıkanlar da rezil

olmuşlardır, gülünç duruma düşmüşlerdir.

 

Kur'ân'a karşı çıkmaya yönelik bazı girişimlerin olduğu bilinmektedir.

Söz gelimi yalancı Müseyleme "Fil" suresine nazire yaparak

şöyle demiştir: "Fil; nedir fil? Nereden bileceksin ki, nedir

fil? Onun sert bir kuyruğu ve uzun bir hortumu vardır." Yalancı kadın

peygamber Seccah'a hitap olarak da şöyle der: "Onu bir şekilde

siz kadınlara girdiriyoruz ve yine onu bir şekilde siz kadınlardan

çıkarıyoruz." Şu saçmalıklara ve hezeyanlara bakıp da ibret alın.

Şu da bazı Hıristiyanların Fâtiha suresine karşı uydurdukları bir

sözdür: "Rahman'a hamdolsun. O, kâinatın Rabbidir, cezalandıran

meliktir. İbadet sana ve yardım sendendir. Bizi iman yoluna ilet."

Ve bunların benzeri tutarsız bir sürü hezeyan ve söylence ortaya

atılmıştır.

 

Denebilir ki: İnsan zekâsının ortaya koymuş olduğu söz, nasıl

insan açısından mucize düzeyinde olabilir? İnsan zekâsından kendisinin

kavrayamadığı bir şeyin sızması mümkün müdür? Oysa fail

fiilinden daha güçlüdür, bir eseri ortaya koyan, eserini kuşatmış

durumdadır. Başka bir ifadeyle, sözü anlamın alâmeti hâline getiren

insanın kendisidir. Çünkü toplumsal ihtiyaç, insanı içindekini

başkalarına anlatma zorunluluğunu doğurur. Dolayısıyla, sözdeki

anlamı ortaya çıkarma (keşif) özelliği itibarî, sözleşmeli ve anlaşmalı

bir özelliktir. İnsan zekâsının ürünü olan bu özelliğin, insan

zekâsının sınırlarını aşıp zekâ tarafından kavranamayacak bir olağanüstülüğe

ulaşması muhaldir. Şu hâlde, herhangi bir sözün

zekâ tarafından kavranamayacak bir anlamın ortaya çıkarması da

muhaldir. Aksi takdirde söz, itibarî bir alâmet olmaktan çıkar.

Eğer "Sözel terkiplerin arasında, mucize düzeyine ulaşan bir

terkip vardır." dense, bu demektir ki, kastedilen anlamlardan her

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 131

 

birinin, eksiklik ve mükemmellik, fesahat ve belâgat açısından

farklılık gösteren birçok terkibi vardır. Bu terkiplerin arasında, son

derece etkin, en üst düzeyde bir terkip vardır ki beşer gücünü aşa.

Mucize olan da bu terkiptir işte. Bunun gereği, ifade edilmek istenen

her anlam açısından mucize niteliğine sahip tek bir terkibin

olduğudur. Oysa Kur'ân-ı Kerim'in bir anlamı değişik ifadelerle ve

farklı terkiplerle dile getirdiği çokça görülmektedir. Peygamberler

kıssalarında bu tür sözel değişikliklere rastlamak mümkündür.

Eğer Kur'ân'ın sözel terkipleri mucize nitelikli olsaydı, o zaman ifade

edilmek istenen her anlam için, her zaman aynı sözel terkip

kullanılmalıydı, başkası değil.

 

Ben derim ki: Bu iki şüphe ve benzeri diğer şüpheler, bazı araştırmacıları,

Kur'ân'ın sözel mucizeliğini Allah'ın caydırması, engellemesiyle

açıklamaya itmiştir. Bunu derken şunu kastediyorlar:

Kur'ân-ın ya da bir veya birkaç suresinin bir benzerini getirmek, insan

açısından imkânsız bir şeydir. Kur'ân'da yer alan meydan

okuyucu ayetler ve yüzyıllardır Kur'ân'a karşı çıkanların bu husustaki

çaresizlikleri bunu ortaya koyuyor. Fakat bu demek değildir

ki, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan ifadeler insan gücünün üstündedirler.

Bilâkis, Kur'ân'da yer alan tüm ifadeler, insanlarca söylenebilecek

türden ifadelerdir. Meselenin özü şudur:

 

Yüce Allah, insanları Kur'ân'a karşı çıkmaktan, onun bir benzerini

ortaya koymaya kalkışmaktan alıkoyuyor, onları böyle bir girişimde

bulunmaktan caydırıyor. Çünkü ilâhî irade beşer iradesine

egemendir. Amaç, peygamberlik mucizesini korumak ve peygamberlik

misyonunun dokunulmazlığını sağlamaktır.

 

Yukarıdaki iddia yanlıştır ve meydan okumaya ilişkin ayetlerin

ifade ettiği gerçeklerle uyuşmaz: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu

diyorlar? De ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri on

uydurulmuş sure getirin; Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de

çağırın.' Eğer size cevap veremedilerse, bilin ki o, Allah'ın bilgisiyle

indirilmiştir." (Hûd, 13-14) Bu son cümleden anlaşılıyor ki, meydan

okuma ile verilmek istenen mesaj, Kur'ân'ın Peygamber tarafından

uydurulmadığı, onun Allah'ın bilgisi dahilinde indiğidir. Onun

şeytanlar tarafından indirilmediğini vurgulamaktır. Nitekim

yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu

 

132 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar. Eğer doğru söylüyorlarsa, onun

gibi bir söz getirsinler." (Tûr, 33-34)

Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Onu şeytanlar indirmedi.

Bu, onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da. Çünkü onlar

işitmekten uzaklaştırılmışlardır." (Şuarâ, 210-212) Hâlbuki onların

sözünü ettikleri caydırma ve vazgeçirme, Kur'ân'ın Allah katından

indirilmiş bir kitap oluşuna değil, sadece Peygamberimizin (s.a.a)

peygamberlik mis-yonunun doğruluğuna yönelik bir kanıt oluşturur.

Yukarıda sunduğumuz ayetle aynı mesajı içeren bir ayet de

şudur: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru

söylüyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan

başka çağırabildiklerinizi de çağırın.' Hayır, bilgisini kavrayamadıkları,

te'vili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar."

(Yûnus, 38-39)

 

Bununla da açıkça anlaşılıyor ki, imkânsızlığı ifade edilen şey,

insanların Kur'ân'a benzer bir kitap getirebilmeleridir, hem kendilerinin

ve hem de kendilerine bu hususta yardım edecek herkesin

buna güç yetirebilmeleridir. Çünkü Kur'ân, bilgisini kuşatmadıkları,

te'vilini bil-medikleri bir kitaptır. Onun bilgisini ancak yüce Allah

kuşatabilir. Bu yüzden de ona karşı çıkmamakta, bir benzerini getirememekteler.

 

Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Hâlâ Kur'ân (ayetleri)

üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından

gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisâ,

82) Bu da gösteriyor ki, insanları Kur'ân'ın benzerini ortaya koymaktan

âciz kılan unsur, Allah'ın insanların onda çelişki bulmalarına

engel olması değil, onun kendi içinde birbirini tutmaz şeyler

barındırmasıdır; sözel ve anlamsal olarak bir çelişkinin Kur'ân'da

yer almamasıdır. Bu yüzden Kur'ân'ın mucizeliğini, Allah'ın gönüllerde

tasarruf ederek insanları ona karşı çıkmaktan caydırmasına

bağlanmak kesinlikle yanlıştır, itibar etmemek gerekir.

Bu mukaddime aydınlandıktan sonra söz konusu iki şüphenin

asıl cevabına geçelim. Birinci şüphede şöyle deniyordu: Belâgat

sözün niteliklerindendir. Söz ise insan zekâsının icat ettiği bir şeydir.

Dolayısıyla sözün insan zekâsının kapasitesini aşması mümkün

değildir. Çünkü söz zekânın ürününden başka bir şey değildir.

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 133

 

Bu yaklaşıma verilecek cevap şudur: Söz açısından insan

zekâsıyla ilgili olan şey, lafızların tek başına ifade ettikleri anlamlardır.

Ancak zihindeki anlamı, zihinde olduğu biçimde, tam veya

eksik olarak, açık veya kapalı olarak anlatabilmek için kelimeleri

sıralayıp cümle kurmak, aynı şekilde, ifade edilmek istenen anlamı,

tüm bağlantılarıyla, öncülleriyle, ilintileriyle ya da bunların

bir kısmıyla realiteye uygun olabilecek şekilde zihinde şekillendirmek,

kelimeleri anlamlar karşılığında vazetmekle, kelimelere

mana yüklemekle ilgisi bulun-mayan bir meseledir. Bu, bir yandan

ifade etme ve belâgat sanatındaki maharete, kelimeleri sıralayıp

güzel cümleler kurma yeteneğine, öte yandan da zihnin dış âlemdeki

anlatılan olguyu tüm yönleriyle, gerekleriyle ve bağlantılarıyla

algılamasındaki inceliğe, dikkatine bağlı olan bir şeydir.

Dolayısıyla meselenin üç yönü vardır. Bunlar, bir varlıkta aynı

anda bulunabildikleri gibi, birbirlerinden ayrı olarak da bulunabilirler.

Örneğin, bir insan herhangi bir dilin istisnasız tüm kelimelerini

bilebilir, ancak konuşma yeteneğine de sahip olmayabilir. Bir insan

da, söz ve ifade sanatında uzmanlaşmış olduğu hâlde, bilgi ve

kültür yönünde yetersiz olabilir. Böyle bir insan, tüm anlamları kuşatıcı,

doyurucu bir konuşma yapamaz. Bir başka insan da, bilgi

ve kültür açısından büyük bir birikime sahip olabilir, keskin bir zekâsı

ve duyarlı bir fıtratı olabilir. Fakat içindeki birikimi açık ve anlaşılır

bir dille insanlara aktarmaktan, gözlemlediği güzellikleri ve

göz alıcı manzaraları verdikleri mesajlarla birlikte, büyüleyici kelimelere

yükleyip anlatmaktan âciz olabilir.

 

Bu üç olgudan yalnızca birincisi, insanın toplumsal zekâsıyla

ortaya koyduğu şeyle ilgilidir. İkincisi ve üçüncüsü ise, insanın

kavrama gücündeki bir tür letafet ve incelikle ilgilidir. Bilindiği gibi,

bizim sahip bulunduğumuz kavrama gücünün kapasitesi sınırlıdır,

ölçülüdür. Dışımızda meydana gelen olayları tüm ayrıntılarıyla

ve dış âlemde yer alan olguları tüm bağlantılarıyla birlikte kuşatamayız.

Dolayısıyla biz, hiçbir zaman hata işlemeye karşı güvencede

değiliz. Bunun yanı sıra varoluşumuzun aşamalılığı, bilgilerimizin

de aşamalı bir farklılığa sahip olmalarını, yani noksandan

tamama doğru bir süreç içinde olmalarını gerektirir.

 

134 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bu yüzden bir konuşmacı ne kadar yetenekli olursa olsun ve

bir şair ne kadar kurcalayıcı, bilinmezlikleri ortaya çıkarıcı olursa

olsun, başlangıçta ortaya koyduğu eser, zekâsının ve kavrama kapasitesinin

elverdiği ölçüde, son demlerinde ortaya koyduğu eserin

düzeyine ulaşamaz. İnsan ürünü bir sözü ele alacak olursak, bu

söz hiçbir şekilde yanılgıdan soyutlanmış olarak

değerlendirilemez. Çünkü bu sözü söy-leyen kişi, her şeyden önce,

konuşmasına konu olan olgunun tüm parçaları ve koşullarına vâkıf

olamaz. Bu bir. İkinci olarak da; bu söz, ne önceki sözlerinin, ne

de sonraki sözlerinin haddi ve ölçüsünde olamaz. Hatta çok ince

olmasından dolayı biz somut olarak fark etmezsek bile, konuşmanın

başı ile sonu eşit düzeyde olamaz. Çünkü dönüşüm ve tekâmül

kuralı geneldir.

 

Dolayısıyla, hiçbir şaka ve çelişki içermeyen son söz niteliğini

taşıyan ciddî bir söz gördüğümüz zaman (kuşatıcı bir bilgiden kaynaklanmayan

söz de, şakanın ciddîsidir) hiç tartışmasız, bunun

beşer sözü olmadığını anlarız. Yüce Allah bu gerçeği şöyle dile getirir:

"Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o,

Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz

çok şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82) Bir ayette de şöyle buyurur: "Dönüşü

olan göğe, yarılan yere andolsun ki o, (hak ile batılı, doğru

ile yanlışı) ayıran son sözdür; o, şaka değildir." (Târık, 11-14) Bu ayette

değişken olan iki olguya, yani göğe ve yere yemin ediliyor.

Hakkında yemin edilen şeyse, değişmeyen ve te'vilinden ibaret olan

sabit gerçeğe dayanan Kur'-ân'dır. (İleride Kur'ân-ı Kerim'de

yer alan "te'vil" kavramının ne anlama geldiğini açıklayacağız.)

Yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: "Hayır! O, yüce Kur'-

ân'dır. Levh-i Mahfuz'dadır." (Bürûc, 21-22) Bir ayette de şöyle buyuruyor:

"Apaçık kitaba andolsun ki biz, düşünüp anlamanız için

onu Arapça Kur'ân kıldık. O, katımızda bulunan ana kitaptadır.

Şanı yücedir, hüküm ve hikmet doludur." (Zuhruf, 2-4) Bir başka

ayette ise şöy-le buyuruyor: "Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim.

Bilseniz, bu büyük bir yemindir. O, elbette şerefli Kur'ân'dır.

Korunmuş bir ki-taptadır. Temizlenenlerden başkası ona

dokunamaz." (Vâkıa, 75-79) Bu ve benzeri ayetler, Kur'ân-ı Kerim'in

içerdiği anlamlar itibariyle kalıcı ve değişmez gerçeklere dayandığı

gibi, kendisinin de değişmez olduğunu ortaya koyuyor.

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 135

 

Yukarıdaki açıklamaları anladıktan sonra bilirsin ki, dilin ortaya

çıkışının insana dayanıyor olması, dili ortaya koyan insanın gücünün

üstünde sözel terkibin olmamasını gerektirmez. Aksi takdirde,

kılıç yapan demircinin onu kullanan en cesur, tavla ve satrancı

çıkaranın onları oynayan en usta oyuncu ve udu icat edenin

de onu çalan en güzel utçu olması gerekirdi.

 

Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki, söz sanatının

erişilmezliği (eksiksiz belâgat), realiteyle örtüşen bir tür bilgiye dayanır.

Bu örtüş-mede hem lafzın manayla örtüşmesi, hem de mananın

zihinsel biçimin aktardığı dış olguyla örtüşmesi şarttır.

Lafız yönüne gelince; Şeyh Abdulkahir Cürcanî'nin Delâil'ülİ'caz

adlı eserinde belirttiği gibi, ortaya çıkışı itibariyle lafzın cüzleri

arasındaki tertip, doğası itibariyle lafız ile ifade edilen mananın

cüzleri arasındaki tertiple örtüşür olmalıdır.

 

Mana yönüne gelince; doğruluğu ve uygunluğu açısından dış

gerçeğe dayanmalıdır ki, içerdiği gerçekler çarçabuk ortadan

kalkmasın. Bu mertebe, bir önceki mertebenin dayanağıdır. Çünkü

ciddiyeti olmayan nice beliğ şakalar vardır ki, ciddî sözler karşısında

hiçbir değer ifade etmezler. Aynı şekilde cehalete dayalı

nice belâgatli sözler vardır ki, asla hikmete karşı koyamazlar, karşı

koyacak durumda olamazlar. Bu nedenle, lafız tatlılığına, üslûp

güzelliğine, anlam belâgati-ne ve dış gerçekliğine bir arada sahip

bulunan söz, en üst düzeydeki sözdür.

 

Bir söz, gerçeklik temeline dayanır, ifade ettiği anlam tam

tamına hakikatle örtüşürse, başka gerçekleri yalanlamaz, başka

gerçeklerce de yalanlamaz. Çünkü hakkın parçaları birbiriyle uyum

içindedir, temelleri birbiriyle bağlantılıdır. Bir gerçek bir başka

gerçeği geçersiz kılmaz, çürütmez. Bir doğru bir başka doğruyu

yalanlamaz. Ama batıl, hem bir başka batılla ve hem de gerçekle

çelişir. Yüce Allah'ın şu sözünün ifade ettiği derin anlama bakınız:

"Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var?" (Yûnus, 32) Burada,

gerçeğin tekliği, bölünmezliği ve parçalanmazlığı dile getiriliyor.

Bir de şu ayetin içerdiği anlama bakınız: "Başka yollara uymayın.

Yoksa sizi bölüp parçalar..." (En'âm, 153) Burada batılın dağınıklığı

ve dağıtıcılığı, bölünmüşlüğü ve bölücülüğü dile getiriliyor.

 

136 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Durum böyle olunca, gerçeğin cüzleri arasında ayrılık olmaz;

tam tersine, her yönüyle bütünlük ve kaynaşmışlık olur. Gerçeğin

cüzleri, birbirine götürür, birbiriyle sonuçlanır, birbirine tanıklık eder,

birbirini anlatır.

 

Hiç kuşkusuz bu, Kur'ân'ın şaşırtıcı bir yönüdür. Kur'ân

ayetlerinden her birinin ifade ettiği bir anlam, verdiği bir sonuç

vardır. Bununla birlikte, bu ayetlerin her biri, uygun bir ayetle

birlikte ele alınınca, bugüne kadar fark edilmeyen yepyeni bir

gerçeği dile getirir. Sonra bir üçüncü ayet de bu gerçeği doğrular

ve ona şahitlik eder. Bu, Kur'ân'ın özelliğidir, ayırıcı niteliğidir.

Bu kitabımızda yer verdiğimiz kimi açıklamalarda bu yöntemin

bazı örneklerini göreceksiniz. Ne var ki, bu yolu izleyen olmamış,

bu yöntem bir kenara bırakılmış durumdadır. Şayet tefsir

bilginleri bu yönteme başvurmuş olsalardı, bu yolu izleselerdi, bugün

Kur'ân'ın tatlı denizlerinden nice kaynaklarla, onda saklı bulunan

mücevherlerden nice hazinelerle tanışmış olurduk.

 

Böylece Kur'ân'ın belâgat açısından mucize olamayacağı yönündeki

eleştirinin her iki yönüyle de batıl ve yanlış olduğu ortaya

çıkmış oldu. Çünkü belâgatin mucizeliği, sözel ifadeden dolayı değildir

ki, "Sözü ortaya koyan insandır, şu hâlde nasıl olur da insan

sözün en be-lâgatlisine ve en etkileyicisine güç yetiremez?!" denilsin;

ya da, "Tasarlanabilecek sözel terkipler içinde sadece bir tanesi

belâgatin doruğunda olur.

 

Şu hâlde, bir anlamı birden fazla sözel terkiple ifade etmek ve

üstelik bu terkiplerin her birinin mucizelik düzeyinde, beşer gücünün

üstünde olması mümkün müdür?!" söylensin. Çünkü; mucizelik,

zihin ve dış âlemle ilgili tüm yönleri özünde barındıran anlamla

ilgilidir.

 

Kur'ân'da Mucizenin Anlamı ve Gerçek Mahiyeti

 

Hiç kuşkusuz, Kur'ân-ı Kerim mucize olgusunun varlığını ve

gerçekleşmişliğini onaylar. Kur'ân'ın onayladığı şekliyle mucize,

olağanüstü bir olgudur ve doğada ve maddî varoluşun sınırları içinde

doğa üstü bir tasarrufa işaret eder. Kur'ân'ın onayladığı mucize,

aklın kesin hükümlerini geçersiz kılmaz. Dolayısıyla günümüzde

bazı kimselerin, mucizenin varlığına delâlet eden ayetleri

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 137

 

yorumlayarak, doğa üzerindeki bilimsel araştırmaların verileri ile

bunlar arasında bir paralellik kurma amacına yönelik girişimleri

boş ve anlamsızdır.

 

Kur'ân'ın mucize kavramı ile vurguladığı gerçek anlama gelince;

aşağıdaki açıklamalarımız arasında buna yer vereceğiz.

 

1- Kur'ân, Genel Nedensellik Yasasını Onaylar

 

Kur'ân-ı Kerim, doğal fenomenler ve olayların sebepleri olduğunu

ifade eder ve genel nedensellik yasasını doğrular. Nitekim

aklın kesin hükmü de bu yasayı ispat eder, bilimsel araştırmalar

ve tüm kanıtlamalar bu yasaya dayanır. Çünkü insan, öz yaratılışı

gereği, hiç tereddüt etmeden her maddî gelişmenin arkasında

meydana getirici bir illet, bir neden aramaktadır. Doğal bilimler ve

öteki bilimsel araştırmalar da olayları ve olguları eldeki verilere

göre ilgili illetlerine, sebeplerine dayandırırlar. İllet derken şunu

kastediyoruz: Bizler, gözlemler ve deneyimlerimiz sonucu, doğada

bir olgu veya birkaç olgu birden gerçekleştiği zaman, onlarla birlikte

başka şeyler de gerçekleştiğini biliyoruz. İşte biz, o olgu veya

olgulara illet (neden), meydana getirdiği şeylere de malûl (sonuç)

deriz. Söz gelimi, deneyimle kanıtlanmıştır ki, bir "yanma" olayı

söz konusu olduğu zaman, ondan önce ateş, hareket ya da çarpışma

ve sürtüşme gibi yanmayı gerektirici bir illet (ne-den) söz

konusudur. Bu yüzden, genellik ve değişmezlik nedenselliğin, sebep-

sonuç ilkesinin vazgeçilmez hükümlerindendir.

Bu anlamı doğrulayan ifadeler Kur'ân-ı Kerim'de çokça yer alır.

Ölüm, hayat, rızk, gök veya yer menşeli diğer gelişmeleri

Kur'ân-ı Kerim, belli sebeplere bağlamakta, aynı zamanda bunların

tümünü de tevhit ilkesi uyarınca, sonuçta yüce Allah'a dayandırmaktadır.

Evet; Kur'ân-ı Kerim, şu anlamda genel nedensellik yasasının

doğ-ruluğunu vurgular: Herhangi bir sebep, kendisini gerekli kılan

ve kendisine dayanak oluşturan etkileyici koşullarıyla birlikte gerçekleşirse

ve arada bir engel yoksa, yüce Allah'ın izniyle bu sebepten

etkilenen ve varlığı ona bağlı olan müsebbep de gerçekleşir.

Müsebbep varsa, bu kaçınılmaz olarak sebebinin varlığını gösterir.

 

138 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

2- Kur'ân, Olağanüstü Olguları İspat Eder

 

Ayrıca Kur'ân-ı Kerim, birtakım olaylardan haber verir ki, bunlar

doğada yürürlükte olan sebep-sonuç ilişkisine dayalı sistemin

ölçüleri içinde, gözle görülür düzenin normlarına göre gelişmezler.

Sözünü ettiğimiz olağanüstü gelişmeler, Kur'ân-ı Kerim'in kimi

peygamberlere (selâm üzerlerine olsun) izafe ettiği mucizelerdir.

Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, Davud, Süleyman, Musa, İsa ve Muhammed

peygamberlerin (salât ve selâm tümünün üzerine olsun)

gösterdikleri mucizeler gibi. Çünkü bunlar, normal doğa yasalarının

ölçülerine uymazlar.

 

Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, söz konusu olaylar ve

gelişmeler alışılagelmişin dışında olsalar bile, doğa yasalarına

göre gerçekleşmiyor olsalar bile, aklın kesin hükmünün inkâr

etiği imkânsız gelişmeler değildirler. Söz gelimi, akıl şu tür

iddiaları kesinlikle imkânsız görür: "İki çelişik önerme, birlikte

doğru veya birlikte yanlış olabi-lirler." Veya "Bir şey kendisi

olmayabilir." Ya da "Bir, ikininin yarısı değildir." gibi. Bu gibi

imkânsız olan şeyleri akıl kesin hükmüyle reddeder. Bu nedenle

en eski dönemlerden beri, bütün milletlere mensup insanların

akılları, yukarıda sözünü ettiğimiz şeylerin imkânsız olduk-larını

onaylamışlardır. Eğer mucize de bizzat imkânsız olsaydı, hiçbir

akıl onu kabul etmez ve bu hususta kanıt istemez ve herhangi bir

kimse bir başkasına onu izafe etmezdi.

 

Ayrıca bu gelişmeler, yani mucizeler, temelden doğal sistem

tarafından kabul edilemez nitelikte gelişmeler değildirler. Tersine,

madde yasası her zaman bu tür bir hareket hâlindedir. Diriyi ölüye,

ölüyü diriye dönüştürür, bir şekli diğer bir şeklin yerine koyar,

bir olayı diğer olayla, rahatı sıkıntıyla, sıkıntıyı rahatla değiştirir.

Normal gelişmeler-le mucizevî gelişmeler arasındaki tek fark şudur:

Gözlemleyebildiğimiz maddî sebepler, sonuçlarla olan özel

bağlantılarından dolayı, zamana ve mekâna ilişkin özel koşulların

gerçekleşmesiyle aşamalı olarak etkilerini yaparlar. Söz gelimi;

bir asâ, hareket eden bir yılana ve canlı bir insana dönüşebilir. Fakat

böyle bir dönüşüm, normal koşullarda, özel sebeplerin, zaman

ve mekâna bağlı özel koşulların ortaya çıkması ile mümkündür.

Bu koşullarda, madde bir durumdan diğer bir duruma geçiş yapar,

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 139

 

önceki biçimi yerine diğer bir biçime bürünür, nihayet gözlem ve

deneyimle tespit edilen evrelerden geçerek öngörülen son şeklini

alır. Böyle bir dönüşüm, rastgele koşullarda veya nedensiz olarak

ya da bir dileyenin dilemesiyle olmaz. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'in

sözünü ettiği mucizeler ve olağanüstü gelişmelerde görünürde

böyle bir durum söz konusudur.

 

Her şeyi duyu organları ve basit deneyimlerle algılamaya alışık

olan normal halk, bu tür olağanüstü gelişmeleri kabullenmekte

bir hayli zorlandığı gibi doğa bilimleri de konuya iyimser yaklaşmamaktadır.

Çünkü doğa bilimleri, ancak doğal sebep-sonuç sisteminin

gözlemlenebilen yüzeyine ulaşabilmektedir. Bugünkü bilimsel

deneyimlerin ve maddî gelişmelerin nedenlerini açıklamaya

yönelik varsayımların uğraşı alanı olan yüzeyi kastediyorum.

Ancak bilim, olağanüstü olayların varlığını inkâr edemez, bunları

perdeleyemez. Çünkü nice olağanüstü gelişmeler vardır ki,

mücahede ve riyazet ehli tarafından ortaya koyuluyor ve herkes

bunları gözleriy-le görüyor, yayınlarda dile getiriliyor, gazeteler ve

kitaplarda kaydediliyor. Öyle ki, hiçbir akıl sahibi bunları inkâr

edemez ve kuşku duyamaz.

 

Bu yüzden psikoloji alanında araştırma yapan bazı çağdaş bilim

adamları, bu tür olağanüstülükleri görünmez elektrik ve manyetik

akım dalgaları ile sebeplendirmeye çalışıyorlar. Onların varsayımlarına

göre, ağır bedensel riyazet, insanı görünmez güçlü ve

rumuzlu akımlara egemen kılar. Bu sayede gerilim ve açılım yoluyla

maddî olarak şaşırtıcı ve olağanüstü niteliğine sahip hareketler,

hareketlendirmeler ve tasarruflar ortaya çıkar.

 

Bu varsayım doğru olur ve hiçbir probleme karşılaşmazsa, bütün

değişik gelişmeleri tek bir nedene dayandıran yeni ve geniş bir

varsayım ortaya çıkacaktır. Eskiden olayların tümünü veya bir

kısmını yorumlamaya yönelik "hareket ve kuvvet" varsayımı gibi

bir varsayım.

 

Söylenenler bundan ibaret. Bu konuda da biraz haklı sayılırlar.

Çünkü sürekli korunan doğal bir bağlantının varsayılmasıyla, doğal

bir malûlün doğal bir illetin olmaması düşünülemez. Başka bir

ifadey-le; biz, doğal illet derken, bazı doğal varlıkların bir araya

gelmesini ve aralarında özel bağlantıların olmasını kastediyoruz.

 

140 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Aralarında özel bir ilgi bulunan bu varlıklardan yeni ve doğal bir

varlık meydana gelir. Bu ikinci varlık, illetinden sonra ve onunla

bağlantılı olarak meydana gel-miştir. Eğer ondan önceki sistemde

bir aksaklık olsaydı, böyle bir şey meydana gelmeyecek ve varlığı

gerçekleşmeyecekti.

 

Kur'ân-ı Kerim, her ne kadar olağan veya (bize göre) olağanüstü

tüm maddî gelişmelerin temelinde yatan bu son doğal illeti,

amacının dışına çıktığı için, adıyla ve etkisinin mahiyetiyle tanımlamasa

da, ancak her maddî olayın temelinde, Allah'ın izniyle bir

sebebin bulunduğunu dile getirir. Başka bir ifadeyle; her maddî

olayın, varlığı itibariyle yüce Allah'a dayandığını belirtir. Her şey,

doğal sistem içinde gerçekleşen varoluşu itibariyle yüce Allah'a

dayanır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:

"Kim Allah'tan çekinirse, Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve

ona ummadığı yerden rızk verir. Kim Allah'a güvenirse, O, ona

yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şey için bir ölçü

koymuştur." (Talâk, 2-3) Ayetin baş tarafı genellik ifade eder ve bir

kayıtlandır-ma söz konusu değildir. Buna göre, bizim algıladığımız

normal sebep-ler aksini gösterse, olmayacağının işaretini verse bile,

yüce Allah, kendisinden çekinen ve kendisine güvenen kimseye

yeter, istenen durum kaçınılmaz olarak gerçekleşir.

 

Yüce Allah'ın şu sözünün ifade ettiği genellik de bu amaca

yöneliktir: "Kullarım, beni sana sorarlarsa, hiç şüphesiz ben yakınım;

bana dua ettiği zaman dua edenin duasına karşılık veririm."

(Bakara, 186) Şu ayetler de buna örnek oluştururlar: "Bana dua edin,

duanızı ka-bul edeyim." (Mü'min, 60) "Allah, kuluna kâfi değil mi?"

(Zümer, 36) Yukarıdaki ayetteki (Talâk, 2-3), "Allah emrini yerine getirendir."

cümlesi, baş taraftaki ifadedeki genelliğin sebebini açıklayıcı

niteliktedir.

 

Yüce Allah'ın şu sözü de bu anlamı pekiştirir niteliktedir: "Allah,

emrini yerine getirendir, ama insanların çoğu bilmezler." (Yûsuf,

21) Bu cümlenin ifade ettiği anlam geneldir ve hiçbir şekilde

sınırlandırılmaz. Buna göre, yüce Allah'ın irade ve meşiyetinin taalluk

ettiği her olaya bir yolu vardır; alışılagelmiş normal yollar kapalı

olsa dahi.

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 141

 

Burada iki ihtimal ortaya çıkar: Birincisi; yüce Allah, söz konusu

gelişmeye maddî bir sebep ve doğal bir illet olmaksızın sırf iradesiyle

müdahale edip yönlendirir. İkincisi; ortada doğal bir sebep

vardır ve bu sebep bizim bilgimize kapalıdır; yüce Allah bu sebebi

kuşatmış ve onun aracılığıyla iradesini gerçekleştiriyor.

Ancak söz konusu ayetin ikinci cümlesi, yani "Allah, her şey

için bir ölçü kılmıştır." ifadesi, bu iki ihtimalden ikincisine delâlet

etmektedir. Çünkü burada, sonuçların normal sebeplerin gerektirdiğinden

veya gerektirmediğinden daha kapsamlı oldukları dile

getiriliyor. Her şeyin, Allah tarafından belirlenmiş bir ölçüsü, başka

varlıklarla bağlantıları ve diğer olgularla varoluşsal ilintileri vardır.

Normal sebepler-le ilişkisi kopuk olup aralarında bir bağlantı olmasa

bile. Yüce Allah, bu bağlantılar aracılığıyla iradesini yürürlüğe

koyabilir. Çünkü bu ilişkiler ve bağlantılar eşyanın mülkiyetinde

değildirler ki, bir durumda emre uysunlar ve bir başka durumda

da başkaldırsınlar. Tersine; bunlar, yüce Allah'ın emriyle var olmuşlar,

O'na itaat ederler ve O'nun iradesine bağlıdırlar.

Bu ayet gösteriyor ki yüce Allah, varlıklar arasında bağlantılar

ve ilişkiler koymuştur ve dilediği zaman bunlardan birini ele alabilir.

Ama bu, varlıklar arasındaki nedensellik ilişkisinin iptali anlamına

gelmez. Tersine; nedenselliğin Allah'ın kontrolünde olduğunu

ve onu dilediği şekilde harekete geçirdiğini ortaya koyar. Şu

hâlde, varlıklar âleminde gerçek bir nedensellik ve bağlantı vardır.

Her varlık, kendinden önceki varlıklarla bağlantılı olup aralarında

belli bir düzen söz konusudur. Ancak bu ilişki, bizim normalde gözlemlediğimiz varlıklar arası ilişki türüne benzemez. (Bu yüzden,

mevcut bilimsel varsayımların varlıklar âlemindeki gelişmeleri izah

etmede, sebeplendirmede yetersiz kaldıklarını görüyoruz.)

Tersine, bu ilişki türü, yüce Allah'ın bilgisine ve düzenlemesine göre

gelişme gösterir.

 

İşte kadere ilişkin ayet-i kerimeler de bu gerçeği dile getirmektedirler:

"Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda

olmasın, ama biz onu bilinen bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21)

"Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık." (Kamer, 49) "Her şeyi yaratmış,

ona bir düzen vermiş, ölçüsünü tayin etmiştir." (Furkan, 2)

"O ki, her şeyi yarattı, düzene koydu. O ki, belirleyip hedefini gös-

 

142 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

terdi." (A'lâ, 2-3) "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen

hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta

olmasın." (Hadîd, 22) "Hiçbir musibet başa gelmez ki, Allah'ın

izniyle olmasın. Kim Allah'a inanırsa, onun kalbini hidayet eder.

Allah, her şeyi bilendir." (Teğâbun, 11) Birinci ayetle birlikte diğer

ayetler, şeylerin belirsizlik alanından, Allah'ın takdiri sonucu belirlilik

ve belirginlik aşamasına indiklerini gös-teriyor. Yüce Allah, onları

belli bir ölçüyle sınırlandırıyor. Bir şeyin diğer varlıklarla olan

tüm bağları belirlenmeyince, sınırlanmayınca, o şeyin sınırlı ve ölçülü

oluşu bir anlam ifade etmez. Maddî bir varlık, diğer tüm

maddî varlıklarla ilişki ve bağlantı hâlindedir. Varlıklar bütünü,

şeylerin varlığını belirleyen, sınırlandıran ve ölçen bir kalıp gibidir.

Çünkü bütün maddî varlıklar, varlıklar bütünüyle ölçülürler, onlarla

bağlantılıdırlar. Her maddî varlık, kendinden önceki ve kendisiyle

birlikte olan tüm varlıklarla bağlantılıdır ve kendisi gibi bir

varlığın malûlüdür, sonucudur.

 

Yaptığımız bu açıklamaları şu ayet-i kerimelerle pekiştirmek

müm-kündür: "İşte Rabbiniz Allah budur, her şeyin yaratıcısıdır."

(Mü'min, 62) "Hiçbir canlı yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş

olmasın. Gerçekten Rabbim, doğru bir yol üzerindedir." (Hûd, 56)

Bu iki ayet, daha önce Kur'ân-ı Kerim'in genel nedensellik yasasını

onayladığına ilişkin olarak sunulan ayetlerle birlikte ele alındıkları

zaman, istenen sonuca yaklaştırırlar.

 

Şöyle ki: İlk ayet, yaratılışı her şeye genelleştiriyor. Hiçbir şey

yoktur ki, yüce Allah tarafından yaratılmış olmasın. İkinci ayet ise,

yaratılış ve varoluşun bir ahenk içinde ve bir düzen doğrultusunda

gerçekleştiğini, değişikliğin, karışıklığın, çarpıklığın söz konusu

olmadığını ifade ediyor.

 

Bildiğiniz gibi, Kur'ân-ı Kerim, maddî varlıklar arasında genel

nedensellik yasasını doğruluyor. Böylece anlaşılıyor ki, maddî varlıklara

egemen olan yasalar sistemi, ister normal şekliyle, ister olağanüstü

şekliyle yürürlükte olsun, kesinlikle doğru yol üzerindedir.

Bu yolda bir değişiklik olmaz. Sistem, bir ahenk içinde devam

eder. Burada her olay, kendisinden önceki zorlayıcı bir illetin malûlüdür.

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 143

 

Yine buradan hareketle anlıyoruz ki, kimi durumlarda, sonuçlarından

ayrılan sebepler, o sonuçların gerçek sebepleri değildirler.

Tersine; burada gerçek sebepler vardır, bunlar sürekli yürürlüktedirler,

hükümleri ve özellikleri değişikliğe uğramaz. Nitekim,

hayatın kökeni ile ilgili bilimsel deneyimler ve az önce değindiğimiz

olağanüstü gelişmeler, bunu destekler niteliktedirler.

 

3- Kur'ân, Maddî Nedene Dayanan Şeyleri Aynı Zamanda Allah'a

Dayandırır

 

Kur'ân-ı Kerim, eşya arasında nedensellik kuralının varlığını,

bazı şeylerin diğer bazı şeylere sebeplik oluşturduğunu onayladığı

gibi, bü-tün her şeyi sonunda Allah'a dayandırır. Buradan çıkan

sonuç şudur: Varoluşsal sebepler, etkileme açısından kelimenin

tam anlamıyla bağımsız değildirler. Tüm anlamıyla gerçek etkinlik,

tartışılmaz otoriteye sahip yüce Allah'a özgüdür. Nitekim yüce

Allah şöyle buyuruyor: "İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur."

(A'râf, 54) "Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır." (Bakara,

284) "Göklerin ve yerin mül-kü O'nundur." (Hadîd, 5) "De ki: Hepsi

Allah katındandır." (Nisâ, 78)

 

Bunun gibi daha birçok ayet vardır ki, bunlar her şeyin salt Allah'ın

mülkü olduğunu, bu hususta kimsenin O'na ortak olmadığını,

bunlar üzerinde dilediği gibi tasarruf ettiğini ifade ederler. O'-

nun dışında hiç kimsenin tasarruf yetkisi yoktur. Ancak O, dilediği

kimseye izin verir ve bazı hususlarda ona tasarruf yetkisi tanır;

ama hiç kimse bu tasarrufunda bağımsız değildir. Çünkü izin alan

kişinin tasarruf yetkisi, sadece izin verilen alanlarla sınırlı kalır. Nitekim

yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Allah'ım, ey mülkün sahibi,

sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın."

(Âl-i İmrân, 26) "O ki, her şeye yaratılışını verdi, sonra onu doğru yola

iletti" (Tâhâ, 50) Bu anlamda başka ayetler de vardır. Yine şöyle

buyuruyor: "Göklerde ve yerde olanların hepsi Onundur. O'nun izni

olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 255)

"Sonra arşa istiva etti; işi tedbir eder. O'nun izni olmadan hiç

kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3)

 

Buna göre, sebeplerin, sebepliğe sahip olmaları yüce Allah'ın

ken-dilerine bu yetkiyi vermiş olmasına bağlıdır. Hiçbir sebep, se-

 

144 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

bepliğinde bağımsız değildir. İşte yüce Allah, bu anlamı şefaat ve

izinle ifade ediyor. Bilindiği gibi izin olgusu, ancak tasarrufa engel

oluşturan bir şeyin varlığı durumunda söz konusu olabilir. Engel

olgusu da, engelleneni etkisiz bırakan, tasarrufta bulunmasını önleyen

bir unsurun var-lığı durumunda geçerlidir. Böylece anlaşılıyor

ki, her sebepte sonucu gerektiren bir etkinlik özelliği vardır ki,

herhangi bir engel olmadığı takdirde bu etkinlik kendini gösterir.

Bununla birlikte işler bütünüyle yüce Allah'ın elindedir.

 

4- Kur'ân, Mucizelerde Peygamberlere Etkin Rol İspat Eder

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir elçi, Allah'ın izni olmadan

bir mucize getiremez. Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir

ve işte o zaman Allah'ın ayetlerini boşa çıkarmaya uğraşanlar,

hüsrana uğrarlar." (Mü'min, 78) Burada, herhangi bir peygamberin

herhangi bir mucize göstermesi, yüce Allah'ın iznine bağlanıyor,

peygamberlerin gösterdikleri mucizeler üzerinde peygamberlerin

içinde olan bir etkenin rol oynadığı, ancak bu etkenin devreye

girebilmesi için, daha önce de söylediğimiz gibi, Allah'ın izninin

şart olduğu belirtiliyor.

 

Bu hususla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Süleyman-

'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları sözlere

uydular. Oysa Süleyman küfre gitmemişti. Fakat o şeytanlar, küfre

gittiler; insanlara büyü öğretiyorlardı ve yine onlar Babil'de

Harut ve Marut adlı meleklere indirilene uydular. Oysa o ikisi

(Harut ve Ma-rut), 'Biz bir fitneyiz; sakın küfre gitme!' demedikçe,

kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Onlar, o ikisinden, erkekle karısının

arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ancak, Allah'ın izni

olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler." (Bakara, 102)

Ayet-i kerime genel olarak sihrin gerçekliğini dile getirmekle

birlikte, tıpkı mucizede olduğu gibi sihirde de, sihir yapan kimsede

var olan bir gücün etkili olduğunu, ancak ilâhî izin olmadan bu gücün

hiçbir işe yaramayacağını ortaya koyuyor.

 

Kısacası, ister mucize, ister sihir ve isterse evliyanın kerameti

veya riyazetler ve meşakkatli mücahedelerle sağlanan özellikler

gibi tüm olağanüstü olgular, ayet-i kerimelerde vurgulandığı gibi

insanın içinde varolan birtakım etkenlere ve irade gücüne dayanır.

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 145

 

Bunun yanı sıra ayet-i kerimelerde, peygamberlerin içinde varolan

bu etkenin, her durumda tüm sebeplere egemen olduğu dile getirilmektedir:

"Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti:

Mutlaka kendilerine yar-dım edilecektir ve galip gelecek

olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." (Saffât, 171-173) "Allah, 'Elbette

ben ve elçilerim galip geleceğiz' diye yazmıştır." (Mücâdele,

21) "Elbette biz, elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında,

hem de şahitlerin duracakları günde yardım edeceğiz." (Mü'min,

51) Bu ayetler, hiçbir kayıtla mukayyet olmayan genel nitelikli anlamlar

içermektedirler.

 

Buradan hareketle diyebiliriz ki, varolan ve üstünlüğü

tartışılmaz şekilde belirgin olan bu iç etken, doğaötesi ve madde

üstü bir olgudur. Çünkü maddî olgular ölçülü, oranlı ve sınırlıdırlar.

Sürtüşme ve çarpışma durumunda kendilerinden daha güçlü olan

bir olgu karşısında yenik düşerler. Soyut olgular da, öyle olmakla

birlikte, bir şekilde mad-deyle ilintili olmadıkça, aralarında sürtüşme

ve engelleşme söz konusu olmaz. Allah'ın izniyle her zaman

üstün olan bu soyut iç etken, maddî bir engelle karşılaştığı

zaman, Allah ona öyle bir güç verir ki, hiçbir maddî engel onun

karşısında tutunamaz.

 

5- Kur'ân, Mucizeleri Peygamberlerdeki Ruhanî Güce Dayandırdığı

Gibi Allah'ın Emrine De Dayandırır

 

Bir önceki bölümde yer alan ayetin şu son cümlesi, yani "Allah'ın

emri geldiği zaman hak yerine getirilir..." ifadesi gösteriyor

ki, peygamberlerdeki o iç etkenin etkinliği, Allah'ın iznine bağlı olduğu

gibi, o izinle birlikte yüce Allah'tan gelen bir emre de bağlıdır.

Demek ki, diğer bütün sebeplerde olduğu gibi peygamberlerdeki

mucizeleri mey-dana getirici iç etkenler de, ancak Allah'ın

emrine denk düştüğü veya onunla özdeşleştiği takdirde etkili olabilir.

Emrin ne demek olduğu şu ayet-i kerimede açıklanmıştır: "O'-

nun işi (emri), bir şeyi istedi mi ona, sadece 'Ol' demektir, hemen

oluverir." (Yâsîn, 82) Yüce Allah'ın işleri, var etmeye ilişkin sözle ve

"Ol" kelimesiyle tahakkuk bulur. "Bu bir öğüttür; dileyen Rabbine

varan bir yol tutar. Ancak, Allah dilemedikçe siz bir şey dileye-

 

146 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

mezsiniz." (İnsân, 29-30) "O, bütün âlemlere öğüttür; aranızdan

doğru hareket etmek dileyenler için. Ancak, âlemlerin Rabbi Allah

dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvîr, 27-29)

Bu ayetler gösteriyor ki, insanın dilemesine ve tercihine bağlı

olan bir iş, yüce Allah dilemedikçe gerçekleşmez. Allah, insanın o

işi istemesini ister, o işi irade etmesini irade eder, sonra o iş gerçekleşir.

Bu ayet-i kerimeler, şunu anlatmak istiyor: İnsanın işleri

kendi eliyle ve kendi iradesiyle gerçekleşmesine rağmen, iradesi

ve istemesi kendi elinde değildir. Bu, bütünüyle yüce Allah'ın iradesine

bağlı bir şeydir. Yoksa bu ayetler, insanın her dilediğini Allah

da dilemiştir, demiyor. Böyle düşünmek, fahiş bir hata olur ve

insanın bir fiile yönelik iradesinin gerçekleşmemesi durumunda,

Allah'ın iradesinin gerçekleşmemesini gerektirir. Oysa yüce Allah

böyle bir nitelendirmeden münezzehtir, uzaktır. Ayrıca, böyle bir

düşünce birçok ayetin açık anlamına da ters düşmektedir. Şu ayetler

gibi: "Dileseydik, herkese hidayetini verirdik." (Secde, 13)

"Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı." (Yûnus,

99) Bu anlamda başka ayetler de vardır.

 

Buna göre, irademiz ve dileğimiz bizde gerçekleştiğinde, bu,

Allah'ın bunu irade etmesi ve dilemesiyle gerçekleşmiş olur. Aynı

şekilde, fiillerimiz de, bizim irademiz ve dileğimiz aracılığıyla Allah'ın

iradesi sonucu gerçekleşir. Bu ikisi, yani irade ve fiil de, birlikte

yüce Allah'ın emrine ve "Ol" kelimesine bağlıdır.

Dolayısıyla olgular, ister olağan, ister olağanüstü olsunlar, olağanüstü

olgular da ister mucize ve keramet gibi hayır ve mutluluk

yönünde olsunlar, ister sihir ve kehanet gibi kötülük yönünde

olsunlar, gerçekleşme noktasında doğal sebeplere dayanırlar. Bununla

beraber yüce Allah'ın iradesine bağlıdırlar, Allah'ın emri olmadıkça

gerçekleşemezler. Bunu için de sebep, ya Allah'ın emriyle

aynı doğrultuda olmalı ya da onunla birleşmiş olmalıdır.

Gerçi bütün şeyler, varlıklarının ilâhî emre dayalı olması açısından

eşittirler -öyle ki, Allah'ın o şeylerin varoluşuna ilişkin izni

ve emri gerçekleşirse, o şeyler de sebepleri aracılığıyla gerçekleşirler,

izni ve emri gerçekleşmezse de, sebeplerin sebepliği tamamlanmadığı

için, gerçekleşmezler- ancak bu şeylerin bir kısmı -

peygamberlerin gösterdikleri mucizeler ve kulun dua aracılığıyla

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 147

 

Rabbine yönelttiği dilekler gibi- hiçbir şekilde Allah'ın gerektirici

iradesinden ve kesin emrinden ayrı düşünülemezler.

Şu ayet-i kerimeler bunu açık biçimde ortaya koyuyorlar: "Allah,

'Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz' diye yazmıştır." (Mücâdele,

21) "Bana dua edince dua edenin duasına karşılık veririm."

(Bakara, 186)

Önceki bölümde yer verdiğimiz birçok ayetle birlikte bu ayetler,

üzerinde durduğumuz gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadırlar.

 

6- Kur'ân, Mucizeleri Alt Edilmez Bir Sebebe Dayandırır

 

Bundan önceki bölümlerden anlaşıldığı kadarıyla mucizenin,

tıpkı öteki olağanüstü olgular gibi, doğal bir sebebe ihtiyaç duymak

bakımından olağan olgulardan farklı bir yanı yoktur ve her ikisinde

de gözlemlenmeyen birtakım gerçek sebepler söz konusudur.

Aralarındaki tek fark şudur: Olağan gelişmeler görünürde

birtakım zahirî sebeplere dayanırlar, ancak bu zahirî sebeplerin

ardında genelde veya çoğunlukla birtakım gerçek sebepler vardır

ki, yüce Allah'ın iradesi ve emri de bunlara eşlik eder. Ancak sihir

ve kehanet gibi kötülük yönündeki veya duaların kabul olunması

ve benzeri gibi iyilik yönündeki olağanüstü olaylar, Allah'ın izni ve

iradesiyle, alışılagelmiş sebepler türünden olmayan gerçek doğal

sebeplere dayanırlar.

 

Mucize de aynen bunlar gibi, Allah'ın izni ve emriyle gerçek bir

doğal sebebe dayanır. Yalnız, mucizede bunlardan ayrı olarak

peygamberliğin, elçiliğin ve Allah'a yönelik davetin doğruluğunu

ispat için; "Bu iş insan gücünü aşan ilâhî bir iştir; inanmıyorsanız,

siz de böyle bir iş yapın da görelim." diye bir iddia, bir meydan okuma

söz konusudur. Ayrıca, diğerlerinin aksine son iki kısmın

(duaların kabul olunması sonucu meydana gelen olağanüstü gelişmeler

ile mucize) sebepleri kesinlikle alt edilemezler.

 

Denebilir ki: Buna bakılırsa, şayet mucizenin doğal sebebine

ulaşılabilirse, peygamber olmayanların da mucize göstermeleri

mümkün olur ve mucize ile diğer doğal gelişmeler arasında bir

fark kalmaz, mucizenin izafî bir kavram olduğunu kabullenmemiz

gerekir. Şu hâlde bazı insanlara göre mucize olan bir olgu, onun

 

148 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

gerçek doğal sebebini bilen diğer insanlara göre mucize olmayabilir.

Bir çağda mucize sayılan bir şey, bilim çağı olan diğer bir çağda

mucize sayılmayabilir. Onun için şayet bilimsel gelişmeler, en üst

düzeyde gerçek doğal sebepleri ortaya çıkarırsa, mucize diye bir

şey kalmaz ve onunla herhangi bir iddia ispatlanamaz. Bu varsayımların

doğru olduğu takdirde şu sonuç ortaya çıkar: Mucize özü

itibariyle kanıt değil, sebebini bilmeyen cahil kimseler tarafından

kanıt olarak algılanmaktadır.

 

Buna verilecek cevap şudur: Kesinlikle hayır. Mucizenin mucizeliği,

bilinmeyen bir doğal sebebe dayanıyor olmasından

kaynaklanmıyor ki, bilinmezlik ortadan kalkınca mucizelik de ortadan

kalksın, kanıtlığı geçersiz olsun. Sırf olağandışı bir sebebe

dayandığından dolayı da bu niteliği kazanmış değildir. Mucizeyi

mucize yapan; olağan dışı, aynı zamanda asla alt edilemeyen, daima

üst olan bir sebebe, bir nedene dayanıyor olmasıdır. Duanın

kabulü sonucu hastanın şifa bulmasının keramet sayılması da sebebinin

alt edilemez olmasından dolayıdır. Yoksa, böyle bir olay,

başka türlü de gerçekleşebilir. İlâçla tedavi gibi. Fakat bu durumda

olay olağanlık niteliğini kazanır ve dayandığı sebep daha güçlü

bir sebep tarafından alt edilebilir.

 

7- Kur'ân, Mucizeyi Peygamberliğin Doğruluğuna Dair Avamca Bir

Delil Değil, Kesin Bir Kanıt Sayar

 

Bu noktada şöyle bir soru akla geliyor: Akıl, peygamberin Allah'a

kulluk sunmaya ilişkin çağrısının doğruluğu ile peygamberin

olağanüstü bir olgu meydana getirmesi arasında zorunlu bir bağlantı

öngör-mediği hâlde, mucize ile peygamberlik iddiasının doğruluğu

arasında ne gibi bir bağlantı olabilir? Kur'ân-ı Kerim'in anlattığı,

Hud, Salih, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.a) gibi peygamberlerin

kıssalarından da, bu ikisi arasında böyle bir bağlantının

olmadığı anlaşılmaktadır. Kur'-ân'ın anlattığına göre, bu peygamberler

davalarını yayarlarken, davalarının gerçekliğini ortaya koyan

bir mucize göstermeleri önerisi ile karşılaşmışlar. Onlar da

öneriyi olumlu karşılayıp birtakım mucizeler göstermişlerdir.

Bazı durumlarda da halkları böyle bir istekte bulunmadan, onlar

davet sürecinin başlangıcında mucize göstermişlerdir. Nitekim

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 149

 

yüce Allah, Musa ve Harun (selâm üzerlerine olsun) hakkında şöyle

buyuruyor: "Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün ve beni anmakta

gevşeklik etmeyin." (Tâhâ, 42) İsa (a.s) ile ilgili olarak da

şöyle buyuruyor: "Onu İsrailoğullarına elçi kılacak (ve o, onlara

şöyle diyecek): 'Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim.

Ben siz çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim,

Allah'ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah'ın izniyle doğuştan kör

olanı ve alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüleri diriltirim.

Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi size haber veririm.

Şüphesiz, eğer inanmışsanız, bunda sizin için kesin bir ayet vardır."

(Âl-i İmrân, 49) Kur'ân-ı Kerim'in bir mucize olarak Peygamber

efendimize (s.a.a) indirilmiş olması da öyle.

Kısacası; aklıselim, peygamberlerin anlattıkları tevhit ve kıyamet

bilgilerinin hakkaniyeti ile onların bazı olağanüstü mucizeler

göstermeleri arasında zorunlu bir bağlantı görmez.

 

Bunun yanı sıra peygamberlerin getirdikleri bilgiler ve öğretiler

açık ve sağlam kanıtlara dayanırlar. Ki bu kanıtların varlığıyla, bilgi

ve basiret sahibi kimselerin ayrıca mucize aramalarına gerek

kalmaz. Bu yüzden, mucizeler genel halk kitlelerinin ikna edilmeleri

amacına yöneliktir, diyebiliriz. Çünkü onların aklî kapasiteleri

aklî gerçekleri kav-rama hususunda yetersiz kalır. Ama bilgide belli

bir düzeyin üstünde bulunan seçkin kimseler, aklî gerçeklere inanmak

için mucize gösterilmesine gerek duymazlar.

 

Yukarıdaki soruya şöyle bir cevap vermek mümkündür: Peygamberler

(selâm üzerlerine olsun) Allah'ın birliği ve ölümden sonra

diriliş gibi aklın algılayabildiği varoluşun başlangıcı ve sonucuna

ilişkin bilgileri kanıtlamak için mucize göstermiş değildirler. Tam

tersine, sözünü ettiğimiz meselelerde aklî kanıtlar sunmakla ve

karşılıklı diyalogla yetinmişler. Örneğin; yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Peygamberleri, 'Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe

mi var?!' dediler." (İbrâhîm, 10) Bu ifade, Allah'ın birliğine kanıt

gösterme amacına yöneliktir. "Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri

boş yere yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır. Bu yüzden, o kâfirlere

ateşten helâk vardır. Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde

bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttaki-

 

150 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

leri, yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?" (Sâd, 27-28) Bu ayet de ölümden

sonra dirilişin gerçekleşeceğini kanıtlama amacına yöneliktir.

Dolayısıyla, peygamberlerden bu tür bilgileri kanıtlamak için

değil, sadece peygamberlik iddialarında doğru olduklarının ortaya

çıkması için mucize istenmiş, onlar da bu amaca yönelik olarak

mucize göstermişlerdir. Çünkü peygamberler (selâm üzerlerine olsun)

Allah'tan vahiy aldıklarını, yüce Allah'la konuştuklarını ve

kendilerine melek geldiğini iddia ediyorlardı. Bu ise, insanların

genelinin tanıdığı, kendilerinde buldukları zahirî ve batınî idrakler

türünden olmayan olağanüstü bir idraktir.

 

Böyle bir idrak, ancak doğaötesi tarafından peygamberlerin

nefislerine yönelik bir tasarrufla gerçekleşebilir. Oysa peygamberler

de herkes gibi birer insandırlar. Bu yüzden de bu iddialarında

insanların şiddetli inkârı ve amansız direnişiyle karşılaşmışlardır.

Bu inkârları ve direnişleri iki şekilde kendini göstermiştir:

Kimi durumlarda, peygamberlik iddiasını delil ileri sürerek çürüt-

mek istemişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dediler

ki: Siz, ancak bizim gibi birer insanız. Bizi, babalarımızın taptığından

çevirmek istiyorsunuz." (İbrâhîm, 10) Burada, peygamberlerin

insan oluşlarını ileri sürerek peygamberlik iddialarını yalanlama

amacındadırlar. Çünkü insanlar, aralarındaki yaratılış benzerliğine

rağmen kendilerinde böyle bir olağanüstülük

görmüyorlardı. Eğer gerçekten böyle bir şey varsa, o zaman herkes

böyle olmalı, olabilmelidir. Bu yüzden peygamberler de, yüce

Allah'ın bize bildirdiği şekliyle kendilerini şu şekilde savunmuşlardır:

"Peygamberleri onlara dediler ki: "Biz de ancak sizin gibi birer

insanız; fakat Allah, kullarından dilediğine nimetini lütfeder."

(İbrâhîm, 11)

 

Görüldüğü gibi, peygamberler cevap verirlerken aradaki benzerliği

kabul ediyorlar ama peygamberlik misyonunun Allah'ın özel

lütuflarından biri olduğunu da vurguluyorlar. Bazı özel lütuflara özgü

kılınmak ise genel benzerliğe ters düşmez. Çünkü her insanın

özgü kılındığı birtakım özel lütuflar vardır. Yüce Allah, onlardan dilediği

birine lütufta bulunmak isteseydi, yapardı ve buna kimse de

engel olamazdı. Dolayısıyla peygamberlik herkes için mümkün bir

şey olmakla birlikte, bazı kişilere özgü kılınmış bir misyondur.

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 151

 

Buna benzer bir delil ileri sürmelerine de, Peygamber efendimizle

(s.a.a) ilgili olarak söyledikleri şu sözlerinde rastlamaktayız:

"O zikir (Kur'ân) aramızdan ona mı indirildi?!" (Sâd, 8) "Bu Kur'ân,

iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?!" (Zuhruf, 31)

Aynı tarzda bir delil göstermelerini de, yüce Allah'ın onlardan

ak-tardığı şu sözlerde görmekteyiz: "Dediler ki: Bu peygambere ne

oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?! Ona kendisiyle beraber

uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi?! Yahut kendisine

gökten bir hazine atılmalı, yahut kendisinin bir bahçesi olmalı

da ondan yemeli değil mi?!" (Furkan, 8) Burada ileri sürdükleri

kanıtlarının özü şudur: Peygamberlik iddiasında bulunan kimse,

bize benzememelidir. Çünkü onun sahip bulunduğu Allah'la konuşmak,

doğaüstü bir kanaldan vahiy almak gibi nitelikler bizde

yoktur. O hâlde, niçin yemek yiyor, ne diye geçimini sağlamak için

çarşılarda dolaşıyor?! Eğer bu iddiasında doğru olsaydı, uyarıcılık

görevini yerine getirmede ona yardımcı olacak bir melek de onunla

birlikte görevlendirilmeliydi. Ona gökten bir hazine indirilmeliydi

ki, geçimini sağlamak için çarşılarda dolaşmak zorunda kalmasın.

Ya da özel bir bahçesi olmalıydı, o bahçenin meyvelerini yemeliydi,

bizim yediklerimizden değil.

 

Yüce Allah onlara şöyle cevap veriyor: "Bak, senin için nasıl

misaller vediler de saptılar. Artık bir daha yolu bulamazlar."

(Furkan, 9) "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de

yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi. Biz sizi birbiriniz için bir sınama

aracı yaptık, 'Sabrediyor musunuz?' diye. Rabbin her şeyi

görür." (Furkan, 20) Yüce Allah, müşriklerin peygamberle birlikte bir

meleğin de uyarı görevine katılması şeklindeki önerilerini bir diğer

ayette şöyle cevaplandırıyor: "Eğer onu melek yapsaydık, yine bir

adam yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük."

(En'âm, 9)

 

Aynı yönde benzer bir delil göstermelerini de şu ayette görmekteyiz:

"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, 'Bize melekler indirilmeli,

yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?' dediler.

Andolsun ki, onlar kendi işlerinde büyüklük tasladılar ve büyük

bir azgınlıkla haddi aştılar." (Furkan, 21) Onlar, peygamberlere benzer

niteliklere sahip olma-larından dolayı, melek indirilişi veya yüce

Rabbi görmek gibi önerilerde bulunmakla, peygamberlik iddia-

 

152 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

sını ve vahiy olgusunu geçersiz kıldıklarını sanıyorlardı. Yüce Allah

onların bu kuruntularını şöyle cevaplandırıyor: "Melekleri gördükleri

gün, işte o gün suçlulara sevinç haberi yoktur ve '(Size sevinmek)

yasaktır, yasak!' derler." (Furkan, 22) Burada yüce Allah,

onların ancak ölüm anında melekleri görebileceklerini vurguluyor.

Bir diğer ayette de konuya ilişkin olarak şöyle buyuruyor:

"Dediler ki: 'Ey kendisine Kur'ân indirilmiş olan, sen mutlaka

delirmişsin. Eğer doğrulardansan, bize melekleri getirsene!' Biz

melekleri ancak hak ile indiririz, o zaman da kendilerine mühlet

verilmez." (Hicr, 6-8) Son olarak sunduğumuz bu ayetler, onların inkârlarını

gerekçelendirmede bir eklemede bulunduklarını aktarıyor.

Yani, bu defa onun peygamberlik iddiasında yalancı olmadığını

kabul etmekle beraber, bunun delilikten kaynaklanan, realiteyle

bağdaşmayan bir iddia olduğunu ileri sürüyorlar. Nitekim

başka bir yerde de bu iddiaları gündeme getiriliyor: "Ve 'delidir.'

dediler ve o zorlandı." (Kamer, 9)

 

Özetleyecek olursak; bu ve benzeri ayetlerde, inkârcıların aradaki

beşeri benzerliği ileri sürerek, peygamberlik iddiasını çürütme

peşinde oldukları dile getiriliyor.

 

Kimi zamanlar da, yadsıyıcı bir tutum içine girerek, iddianın

doğruluğuna ilişkin kanıtlar, belgeler istemişlerdir. Çünkü bu iddia

insanın kabul edemediği, akılların alışık olmadığı bir olguya ilişkindi.

(Tartışma sanatındaki belge isteyerek iddiayı engelleme

yöntemine başvuruyorlardı.) İşte onların sözünü ettikleri belge,

mucizeydi. Onların bu yadsıyıcı tavırlarını şu şekilde izah edebiliriz:

Kur'ân'ın anlattığı şekliyle nebi ve resullerin ortaya attıkları nübüvvet

ve risalet iddiaları vahiy alma, doğrudan veya melek aracılığıyla

Allah'la konuşma şeklindeki olağandışı olgulara dayanıyordu.

Bu ise, somut verilerin desteklemediği ve deneyimin kanıtlamadığı

bir durumdur.

 

Onların kuşkuları iki noktada yoğunlaşıyordu: Birincisi; ortada

bu iddiayı doğrulayacak kanıt yoktur. İkincisi; iddianın doğru olmadığına

dair elde kanıt vardır. Çünkü insanlar kendi nefislerinde

vahiy almak, yüce Allah'la konuşmak, peygamberin getirdiği türden

dinî yasama ve eğitim gibi şeylere rastlamıyorlar. Sebep ve

sonuçlarla ilgili genel-geçer kural da böyle bir şeyi reddediyor. Şu

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 153

 

hâlde bu, olağanüstü bir olgudur ve genel nedensellik yasası bunu

normal karşılamaz.

 

Dolayısıyla, eğer peygamber bu iddiasında doğruysa, gerçekten

peygamberlik misyonuna sahipse ve gerçekten vahiy alıyorsa,

doğaüstü âlemle iletişim hâlinde olduğunu, olağanüstülükleri yaratan

ilâhî güçle desteklendiğini ve olağanüstü bir şekilde peygamberlik

misyonunu almasını, vahyi algılamasını yüce Allah'ın

irade ettiğini kanıtlamalıdır.

 

Eğer bu iddia doğruysa, o zaman bir olağanüstülükle diğer bir

olağanüstülük arasında fark olmamalıdır. Bir peygamber, herhangi

bir engelle karşılaşmaksızın bir başka olağanüstülüğü de sergileyebilmelidir.

Yüce Allah, hiçbir engel tanımadan peygamberlik

misyonunu ve vahiy olgusunu doğrulayan yeni bir olağanüstülük

gerçekleştirmelidir. Çünkü birbirlerine benzeyen şeyler aynı hükme

tâbidirler. Eğer yüce Allah, insanların doğru yola girmelerini

olağanüstü bir yöntemle, yani peygamberlik misyonu ve vahiy olgusu

aracılığıyla dilemişse, bu olağanüstülüğü, diğer bir olağanüstülükle,

yani mucizeyle pekiştirebilmelidir.

 

Aralarından biri çıkıp da peygamberlikle görevlendirildiğini ileri

sürünce, bu iddiaya muhatap olan tüm toplumlar, öz yaratılışlarından

kaynaklanan doğal bir dürtüyle, mucize gösterilmesini istemişlerdir.

Dolayısıyla mucize isteği, peygamberlik misyonunun

kanıtlanması ve doğrulanması amacına yöneliktir; peygamberlerin

getirdikleri tevhit ve ahiret inancı gibi hak dayanaklı bilgilerin

doğrulanması yönünde bir istek değildir bu. Çünkü bu bilgiler kanıtlarla

ispatlanabilecek şeylerdir. Bu tıpkı şuna benzer: Diyelim

ki bir adam, bir topluluğa, kendilerinin üzerinde egemenlik yetkisine

sahip liderlerinden, onun emir ve yasaklarını içeren bir mesaj

getiriyor. Bu elçi, söz konusu hükümleri açıklıyor ve bunların kendilerinin

yararına olduğunu kanıtlıyor. Onlar da liderlerinin kendilerinin

yararını düşündüğünü biliyorlar.

 

Bu kanıtlar, gelen hükümlerin yararlı, gerçek ve uygulamaya

elverişli olduğunu ispatlama bakımından yeterlidir, ancak bu kanıtlar

o adamın elçi olduğunu, liderlerinin onu kendilerine bu emir

ve yasakları iletmekle görevlendirdiğini kanıtlamaya yetmez. Tersine;

liderin el yazısı, mührü veya ona ait olduğunu bildikleri bir i-

 

154 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

şareti göstererek elçilik iddiasını kanıtlamasını isterler. Nitekim

müşrikler de Peygamber efendimize (s.a.a) şöyle demişlerdi: "Sen,

bize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe..." (İsrâ, 93)

 

Bu açıklamalarımızla iki husus açıklık kazanmış oldu:

 

a) Peygamberlik iddiasının gerçekliği ile mucize arasında zorunlu

bir bağlantı söz konusudur. Mucize peygamberlik iddiasının

kanıtıdır ve bu konuda halkın geneli ile özel bir kesimi arasında

hiçbir fark yoktur.

 

b) Nebi ve elçinin algılayıp kavradığı vahiy, bizim duyularımız

ve aklî yeteneğimiz aracılığı ile algıladığımız şeylerden farklıdır.

Çünkü vahiy, isabetli düşünceden, mahiyet olarak ayrıdır. Bu anlama

gelen ifadeler, Allah'ın kitabında o kadar çoktur ki, en ufak

bir anlayışa ve insaf duygusuna sahip olan birisi de, bundan kuşku

duymaz.

 

Çağdaş araştırmacılardan bazıları bu gerçeğin dışına çıkarak

ilâhî bilgileri ve dinî gerçekleri doğal bilimlerin ileri sürdüğü "dönüşüm

ve tekâmül hâlindeki maddenin temel oluşu" şeklindeki

kurala dayalı olarak değerlendirmek istemişlerdir. Bu adamlar, insanın

sahip bulunduğu tüm algı yeteneklerinin insan beyninden

salgılanan madde kökenli özellikler olduğuna; bütün varoluş gayelerinin,

tüm gerçek kemallerin ve bireysel ya da toplumsal evrimlerin

maddî nitelikli olduğuna inandıkları için böyle bir düşünce geliştirmişlerdir.

Bu adamlara göre, peygamberlik olgusu bir düşünsel derinlik

ve zihinsel berraklıktır. Peygamber diye nitelendirilen insan, bununla

top-lumunun ilerlemesini, tekâmül etmesini sağlar. Halkını vahşîlik

ve bar-barlık düzeyinden kurtarıp uygarlaştırmak ister. Geçmişten

kalan inanç ve görüşleri bir araya getirip, çağının koşullarına

uydurur. Böylece halkı için toplumsal yasalar ve davranış biçimlerini

belirler. Bunlar sayesinde onların pratik hayatlarını ıslah etmeye

çalışır. Bunu ibadet kastı taşıyan hüküm ve davranışlarla

tamamlar. Bununla da onların manevî duyarlılıklarını diri tutmayı

amaçlar. Çünkü iyi bir toplum ve faziletli bir medeniyet, bu tür

manevî dayanaklara da muhtaçtır. Bu varsayıma dayanarak da şu

sonuçlara varırlar:

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 155

 

1- Peygamber, halkını sağlıklı ve yararlı bir toplumsal ortama

davet eden büyük bir düşünür, büyük bir dâhidir.

 

2- Vahiy, erdemli düşüncelerin onun zihnine kazınmasıdır.

 

3- Semavî kitap, nefsanî tutkulardan, kişisel amaçlardan uzak,

söz konusu erdemli düşüncelerin toplamıdır.

 

4- Peygamberin haber verdiği melekler, doğadaki gelişmeleri

yönlendiren doğal güçler ya da insanlara, kemal niteliklerini kazandıran

ruhsal güçlerdir. Ruh'ul-Kudüs, maddî doğal ruhun kutsal

fikirleri üreten mertebesidir. Şeytan ise, aynı ruhun kötü düşünceleri

üreten, insanları, iğrenç işleri ve toplumu ifsat edici amelleri

işlemeye çağıran mertebesidir.

 

Maddeyi her şeyin temeli gören bu adamlar, Levh, Kalem, Arş,

Kürsü, Kitap, Hesap, Cennet ve Cehennem gibi peygamberlerin

haber verdikleri tüm gerçekleri yukarıda işaret ettiğimiz üslûplarıyla

yorum-lamaya çalışmışlardır.

 

5- Dinler yaşadıkları dönemin gereklerine tâbidirler; çağların

değişmesi ile birlikte onlar da değişirler.

 

6- Peygamberlerden nakledilen, onlara atfedilen mucizeler,

dine destek sağlama, kitlelerin inançlarını çağların değişmesine

karşı korumaya alma ya da dinî önderlerin ve mezhep liderlerinin

konumlarını koruma amacına yönelik hurafeler veya çarpıtılmış

olaylardır. Bunları bir topluluk uydurmuş, başkaları da o topluluğa

uymuştur.

 

Onların bu açıklamaları ve peygamberlik misyonu olarak değerlendirdikleri

şey, Allah'ın öngördüğü peygamberlik misyonundan

çok, politik bir oyun olarak nitelendirilmeye lâyıktır.

Bu iddiaları uzun uzadıya cevaplandırmak bu kitabın amacını

aşar. Ancak şunu söyleyebiliriz: Semavî kitaplar ve elimizde bulunan

peygamberlerden naklolunan açıklamalar, yukarıdaki yoruma

hiçbir şekilde uymuyor, aralarında en ufak bir münasebet yoktur.

Bu yorum, onların yeryüzüne çakılıp kalmalarından ve madde alanındaki

araştırmalara dayanmalarından kaynaklanıyor. Bu durum

onları, doğaötesi âlemi inkâr etmeye ve madde üstü gerçekleri,

asıl konumlarından soyutlayıp donuk maddenin düzeyine indiren

bir yorumla açıklamaya sürüklemiştir.

 

156 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bu yorumlama biçimi, gerçekte bir başka grubun sahip olduğu

an-layışın biraz daha gelişmiş şeklidir. Onlar da, dinin kapsadığı

tüm gerçekleri, maddeyi esas alarak yorumlama yönüne gitmişlerdi.

Ancak onlar Arş, Kürsü, Levh, Kalem ve Melekler gibi gerçeklerin

duyu organlarınca algılanmayan varlıkları olduğunu kabul ediyorlardı.

Sonraki dönemlerde doğal bilimlerin etkinlik alanı genişleyip,

araştırmalar somut verilere ve deneysel metoda dayalı

olarak yapılmaya başlayınca, bu yöntemi benimseyen araştırmacılar,

bu gerçeklerin duyu organlarınca algılanamayan varlıklarını da

inkâr etmeye yeltendiler ve bunları somut bir varlığa sahipmişler

gibi tanımlamaya kalkıştılar. Böylece dinle bilimi uzlaştırmayı, dini

bilim karşısında silinmekten korumayı amaçlıyorlardı.

Bunlar, haksızlık ve aşırılık uçlarını temsil eden iki gruptur. Biri

eski kelâm bilginlerinden, diğeri de çağdaş araştırmacılardan oluşmaktadır.

Eski kelâm bilginleri, dinsel açıklamaların gerçek

amaçlarını kavrıyor ve mecaz olarak değerlendirmiyor olmakla

beraber, bu gerçeklerin tümünün salt maddî niteliklere sahip şeyler

olduğunu, ancak duyu organlarının algılama alanının dışında

olduklarını, madde oldukları hâlde maddeyle ilgili hükümlerin onlar

hakkında geçerli olmadığını ileri sürüyorlardı. Çağdaş araştırmacılar

ise, dinsel açıklamaları açık-seçik amaçlarından soyutlayacak

şekilde yorumlayarak, bunları duyularla algılanan ve deneyimle

onaylanan maddî gerçeklere uyarladılar. Oysa o açıklamalardan

bunlar kastedilmemiştir ve bu yorumlarla bağdaşmamaktadırlar.

Bu konuda yapılacak doğru araştırma şöyle olmalıdır: Araştırmacı,

dinsel metinleri, lafızların örf ve dil açısından ifade ettikleri

anlama göre açıklamalı, sonra bu anlamlarını mısdaklarının,

somut örneklerinin teşhisi konusunda sözün bazısının diğer bazısını

açıklayabileceği ilkesine dayanmalıdır. Ardından, bilimsel görüşler

bunları doğruluyor mu, reddediyor mu diye bakmalıdır. Eğer

bu esnada madde dışı ve maddenin hükmünün kapsamına girmeyen

bir şeye rastlanırsa, burada doğal araştırmadan ve doğal

bilimlerin öngördüğünden farklı bir yöntemle söz konusu gerçeği

kanıtlama yönüne gidilmelidir. Doğayla ilgilenen bilimsel araştırmanın

doğaüstü şeylerle ne ilgisi olabilir?! Çünkü maddeyi ve

maddenin özelliklerini araştıran bir bilim dalı, ister kanıtlama, is-

 

Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 157

 

ter reddetme amacıyla olsun madde ve maddenin özelliklerinin

ötesine geçme hakkına sahip değildir.

 

Bir araştırmacı, bu şekilde alanının dışına çıkarsa, onun sunduğu

veriler ve ifadeler ilgisiz şeyler olarak nitelendirilir. Söz

gelimi; dilbilgisi alanında araştırma yapan bir bilgin astronomi biliminin

alanına giren hususlarla ilgili olarak birtakım olumlu ya da

olumsuz yargılarda bulunursa, bu tutum son derece yanlış ve sonuçları

çarpık olur. Şimdi geriye kalan ayetleri inceleyelim.

* * *

 

"...bu durumda, kâfirler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan,

ateşten sakının." surenin başından buraya kadar muttakilerin,

kâfirlerin ve münafikların (üç grubun) durumu anlatılıyor. Ancak

yüce Allah, "Ey insanlar, Rabbinize kulluk edin." buyurarak onları

topluca muhatap alıyor ve onları kendisine kulluk sunmaya davet

ediyor. Bu durumda zorunlu olarak müminler ve diğerleri şeklinde

bir bölünme söz konusu olur. Çünkü bu davet karşısında, davete

olumlu ya da olumsuz karşılık vermek açısından insanlar iki gruba

ayrılmak durumunda olurlar: Müminler ve kâfirler. Münafıklar ise,

dış görünüşünün iç âleme, dilin kalbe eklenmesiyle bu bölünmedeki

gerçek yerlerini alırlar. Bu davete olumlu karşılık verenlerde,

dil ile kalbin iman açısından birlikteliği; olumsuz karşılık verenler

ise, dil ile kalbin küfür açısından birlikteliği ya da dil ile kalbin birbirini

tutmaması söz konusudur. İşte (belki) bu yüzden burada

münafıklardan söz edilmemiş, ifade müminlerle kâfirlere özgü kılınmış

ve takva yerine iman niteliği kullanılmıştır.

 

Bu ateşin yakıtı, ayetin kesin olarak ifade ettiği gibi bizzat insanın

kendisidir. Buna göre insan, hem ateşin yakıtıdır, hem de ateşte yanan varlıktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mü'min, 72) "Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir, ki gönüllere işler." (Hümeze, 6-7) Buna göre insan, kendi tutuşturduğu ateşte azap görecektir. Şu ifade de benzeri bir mesaj içermektedir: "Onlardaki meyvelerden rızk olarak kendilerine bir şey verildiğinde, her defasında, 'Bu, daha önce de rızk olarak bize

verilen şeydir!' derler. Bu, benzeşir olarak onlara sunulmuştur."

(Bakara, 25) Bununla da anlaşılıyor ki, insana öte tarafta, burada

kendisi için hazırladığı şeylerden başka bir şey verilmeyecektir.

 

158 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Nitekim Peygamber Efendimiz (salât ve selâm ona ve Ehlibeyt'ine

olsun) şöyle buyurmuştur: "Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve

öldüğünüz gibi dirilirsiniz..." Ancak, iki grup arasında bir fark vardır.

Şöyle ki; cennet ehli için Rableri katında fazladan nimetler

vardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Orada onlar için diledikleri

her şey vardır. Katımızda da daha fazlası vardır." (Kaf, 35)

Ayette cehennemin yakıtı olarak nitelendirilen taşlardan maksat,

müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak kulluk sundukları putlardır.

Yüce Allah'ın şu sözü bunu göstermektedir: "Siz ve Allah'-

tan başka taptıklarınız, cehennemin odunusunuz." (Enbiyâ, 98) İfadenin

orijinalinde geçen "hasab" ateşin yakıtı demektir.

 

"O cennetlerde, onlar için tertemiz eşler de vardır." "Eşler" ifadesine

bakarak anlıyoruz ki, "tertemiz" ifadesiyle kaynaşmaya, birleşmeye,

yakınlaşmaya engel oluşturan her türlü fizikî ve ahlâkî

çirkinliklerden, iğrençliklerden, tiksinti uyandırıcı şeylerden arınmışlık

kastediliyor.

 

AYETLE İLGİLİ BİR HADİS

 

Şeyh Saduk şöyle rivayet etmiştir: İmam Sadık'a (a.s) bu ayet

sorulunca şöyle buyurdu: "Tertemiz eşler, aybaşı kanaması (hayız)

geçirmeyen, hacet gidermek durumunda olmayan kadınlardır."

Ben derim ki: Bazı rivayetlerde "temizlik" kavramı, tüm kusurlardan

ve hoşa gitmeyen şeylerden uzak olmayı kapsayacak şekilde

genel tutulmuştur.

 

 

http://ahlalbaytlibrary.tripod.com http://ehlibeytkutuphanesi.tripod.com