Back Index Next

Şiiler, bin dört yüz yıllık tarih boyunca çeşitli belalar ve zorluklar ile karşılaşmışlardır. Şiilerin bu belalar karşısında ayakta durmalarına, teslim olmamalarına ve sürekli ileri doğru hareket etmelerine neden olan şey; müminlerin aydın bir geleceğe sahip olacaklarına, yani imam Mehdi’nin (a.f) zuhuruna inanmalarıdır.

Bu,  asla efsane ve hayal olmayan bir gerçektir! Bu, yakın olan ve daha da yakın olabilecek olan bir gelecektir... Zira kıyamın önderliğini yapacak rehber hayattadır. Yaşamakta ve her an gelebilecek bir durumdadır. Aslında hazırlıklı olması gereken ben, sen ve bizleriz...

Mektebin Ayakta Durması

Bütün toplumların kendi teşkilâtlarını koruması ve hedeflerine ulaşmaları için; toplumu yönetebilecek ve doğru bir yönde hareket ettirtecek bilgili ve âlim bir rehbere ihtiyaçları vardır.

Böyle bir rehberin var olması demek; teşkilatın düzgün bir şekilde yapılandırılması, kazançlarının korunabilmesi ve gelecek ile ilgili programların güçlü bir şekilde takip edilebilmesi için bir destek,  bir dayanak ve bir garanti demektir.

Yaşayan ve aktif olan bir imam, insanların içinde olmasa da, aslî hatların belirlenmesi ve genel problemlere çözümler sunulması konularında hiçbir zaman kusur etmez. Çeşitli vasıtalar ile bozuk yollar konusunda uyarılarda bulunur.

İmam-ı Asr (a.f), kayıp olmuş olsa da, ancak var olduğuna inanmak; Şii mektebinin korunmasındaki en önemli sebeptir.

O, düşmanların değişik yollarla yapmış oldukları oyunlarından haberdardır. Hilekâr düşmanların çeşitli vesileler ile mektebin asli inançlarını ve insanların asli itikatlarını hedef aldıkları zaman, Şiiliğin fikirsel ve inançsal sınırlarını korur. Âlimleri ve seçkin bilginleri hidayet edip yönlendirerek düşmanların nüfuz yollarının önünü alır.

Örnek olarak, İmam Mehdi’nin (a.f) Bahreynli Şiilere yapmış olduğu lütfü, Allame Meclisi’nin dilinden naklediyoruz:

Geçmiş zamanların birinde, Nasibi[83] bir hükümdar Bahreyn’de hükümet ediyordu. Veziri de Şiilere düşmanlıkta ondan geri kalmayıp hiçbir zulmü yapmaktan kaçınmazdı. Bir gün vezir, hükümdarın huzuruna geldi ve ona bir nar verdi. Doğal bir şekilde narın kabuğunda şöyle yazıyordu: “La İlahe illallah Muhammeden Resulullah.  Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali Hulafa-i Resulullah”(Şahadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur., Muhammed onun Resulüdür. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali Allah Resulünün halifeleridir.) Hükümdar narı bu şekilde görünce çok şaşırdı ve vezire dönerek; “Bu Şii mezhebinin batıl olduğunu gösteren açık bir delildir. Senin Bahreyn Şiileri hakkında görüşün nedir?” dedi. Vezir; “Benim düşünceme göre; onları çağırmalı ve bir meclis kurmalıyız. Onlar da gelsinler. Sonra bu narı onlara gösterelim. Eğer kabul ederlerse Şii mezhebinden dönerler. Kabul etmezlerse üç şey üzerinde seçim hakkı tanırız. Ya ikna edici bir delil getirirler veya cizye[84] verirler.  Ya da erkeklerini öldürürüz. Çocuk ve kadınlarını esir alırız. Mallarına ganimet olarak el koyarız.”

Hükümdar, vezirin önerisini kabul edip Şii âlimlerini davet etti. Narı onlara gösterdi ve şöyle dedi; “Eğer bu nar için açık bir delil getirmezseniz sizleri öldüreceğim. Çocuk ve kadınlarınızı esir alacağım veya cizye ödemelisiniz.” Şii âlimleri, kendilerine üç gün mühlet vermesini istediler. Şii âlimleri, kendi aralarında yaptıkları uzun konuşmalardan ve meşveretlerden sonra aralarından on Salih ve takvalı insan seçtiler.  Ve on kişi arasından da üç kişiyi seçtiler. Üç kişiden birine şöyle dediler; “Sen bu akşam sahraya git. İmamı Zaman’a (a.f) tevessül et. Ondan, bu çıkmazdan ve musibetten bizi kurtarmasını iste. Ve bu sorunun cevabını söylemesini dile. Zira O, İmam ve bizim sahibimizdir.”

O adam da aynısını yerine getirdi. Fakat İmamı ziyaret etmeye muvaffak olamadı. İkinci gece, ikinci adamı gönderdiler, o da her hangi bir cevap alamadan döndü. Son gecede Muhammed b. İsa’yı gönderdiler. O sahraya gitti. Ağlayıp sızlayarak imamdan yardım etmesini diledi. Gecenin sonlarına doğru birisinin kendisine şöyle dediğini duydu: “Ey Muhammed b. İsa niçin seni bu halde görüyorum? Niçin sahraya gelmişsin?” Muhammed b. İsa,  adamdan onu kendi haline bırakmasını istedi. O adam; “Ey Muhammed b. İsa! Benim, Sahib-i Zaman, ne istediğini bana söyle!” dedi. Muhammed b. İsa şöyle dedi: “Eğer sen Sahib-i Zaman isen ihtiyacımı biliyorsun demektir. Benim dememe gerek yok.” “Evet, doğru diyorsun. Sen, size ulaşan bir musibetten dolayı buraya geldin.” Muhammed b. İsa; “Evet siz bizim başımıza ne kadar büyük bir bela geldiğini biliyorsunuz. Siz bizim imamımız ve tek sığınağımızsınız.” diye arz etti. Hazret; “Muhammed b. İsa! Vezirin evinin önünde bir nar ağacı vardır. Nar ağacı yeni nar verdiği zaman, çamurdan nar şeklinde bir kalıp yaptı. Onu ikiye böldü ve içine o cümleleri yazdı ve sonra kalıptan küçük olan narın üzerini bu kalıpla örttü. Nar bu kalıbın içinde büyüdü. O yazılarda narın üzerine tabiî bir şekildeymiş gibi çıktı. Yarın hükümdarın yanına gidip, “Ben vezirin evinde bu sorunun cevabını sana veririm.” dersin. Vezirin evine gittiğinizde vezirden önce filan odaya git. Beyaz bir parça göreceksin. Kalıp o parçanın içindedir. Onu hükümdara göster. Daha sonra hükümdara “Bizim diğer mucizemiz de bu narı ikiye böldüğünüzde içinden duman ve külden başka bir şey çıkmayacak olmasıdır.” diye söyle.”

Muhammed b. İsa bu sözlerden sonra çok sevindi. Şiilerin yanına geri geldi. Daha sonra hükümdarın yanına gittiler ve İmam-ı Zaman’ın (a.f) buyurduğu her şeyi hükümdara anlattılar ve gerçek su yüzüne çıktı.

Bahreyn hükümdarı bu mucizeyi gördükten sonra Şiilik mezhebini seçti ve hilekâr vezirinin öldürülmesini emretti.[85]

Kendini Yetiştirmek

Kur-ânı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Ve de ki: Yapın yapacağınızı, muhakkak yaptıklarınızı Allah da görür, Peygamberi de, iman edenler de (müminlerde)”[86]

Rivayetlerde, ayeti kerimede bulunan müminlerden maksadın masum imamlar (s.a) olduğu nakledilmiştir.[87] Bu anlamda insanların ameli imamı Zaman’a (a.f) sunulmaktadır. Yüce imam (a.f) gaybet perdesinin arkasında işleri görüp gözetmektedir. Bu inanç insanın iyi bir şekilde terbiye olmasında önemli bir faktördür.

Bundan dolayı bu inanç; Şiilere işlerini düzeltmelerini mecbur kılmaktadır. Allah’ın hücceti ve iyiliklerin imamı (a.f) karşısında kötülük ve günaha duçar olmaktan alıkoymaktadır. Elbette insanın,  ne kadar ilahi pak kaynak ile irtibatı kuvvetli olursa, aynı oranda kalbi de temiz ve sefalı olur. Bu temizlik ve sefa; insanın davranışlarında ve sohbetlerinde kendini gösterir.

İlimsel ve Fikirsel Sığınak

Masum önderler (s.a) toplumun gerçek öğretmeleridirler. İnsanlar, her zaman bu yüce şahsiyetlerin (s.a) ter temiz maariflerinden faydalanmışlardır. Gaybet döneminde, bütün alanlarda direkt olarak İmam-ı Asr’dan (a.f) yararlanmak mümkün olmasa da, ilahî ilim madeni olan Mehdi (a.f) çeşitli şekillerde Şiilerin ilimi ve fikiri sorunlarını çözmüştür. Gaybet-i Suğra döneminde, imam Mehdi (a.f) tarafından  “Tevgiat” adıyla meşhur olan mektuplarla âlimlerin ve insanların birçoğuna cevap verilmiştir.[88]

Örnek olarak İmam-ı Asr (a.f), İshak b. Yakup’un mektubu ve sorularına şöyle cevap vermiştir:

“Allah seni hidayet etsin ve sabit kadem kılsın. Bizim hanedanı inkâr edenler ve amca çocuklarım hakkında soru sormuşsun. Bil ki! Allah ile hiç kimse arasında akrabalık bağı yoktur. Beni inkâr eden benden değildir. Onun sonu da Hz. Nuh’un (a.s) oğlu gibi olacaktır... Mallarınızı da tam olarak temizlemeden sizden kabul etmeyeceğiz...

Bizim için göndermiş olduğunuz malları temiz olduklarından dolayı kabul ediyoruz.  Bizim malımızı helal bilip yiyen kimse, hiç şüphesiz ateş yemiştir... Benden faydalanmak ise bulutlar arkasında güneşten faydalanmak gibidir. Ben yeryüzündeki insanlar için bir sığınağım. Nitekim yıldızlar da gökyüzü ehli için bir sığınaktır. Size faydası olmayan şeyler hakkında da soru sormayınız. Öğrenilmesi istenmeyen şeyler hakkında kendinizi zahmete atmayın. Benim zuhurumun çabuk olması için çok dua edin. Çünkü bu sizin kurtuluşunuzdur.  Selam olsun sana ey İshak b. Yakup! Selam olsun hidayet takipçilerine![89]

Gaybet-i Suğra döneminden sonra da Şii âlimleri defalarca ilimi ve fikiri sorularını imama (a.f) bildirmişler ve cevabını almışlardır.

Mukaddes Erdebilî’nin öğrencilerinden olan Mir Allâm şöyle diyor:

“Necef-i Eşref’te bir gece yarısı Hz. Ali’nin (a.s) mübarek türbesinin avlusunda idim. Birden birisinin Hareme[90] doğru gittiğini gördüm. Ona doğru yürüdüm, yaklaşınca Şeyh ve üstadım Molla Ahmet Mukaddes Erdebilî olduğunu gördüm. Beni görmemesi için saklandım.

Mutahhar Harem’e yaklaştı. Fakat kapı kapalıydı. Birden kapının açıldığını gördüm. İçeri girdi! Kısa bir süre sonra haremden çıktı ve Kufe’ye doğru gitmeye başladı.

Ben de onun arkasından beni görmeyeceği bir şekilde gidiyordum. Kufe mescidine girdi. Hz. Emirü’l-Müminin’in (a.s) kılıç darbesi aldığı mihraba yaklaşıp bir süre orda öylece bekledi. Sonra dönüp mescitten çıktı. Necef’e doğru gitmeye başladı. Ben de onu takip ediyordum. Sonunda Henane mescidine ulaştı. Birden elimde olmaksızın hapşırınca sesimi duydu. Dönüp bana baktı ve beni tanıdı. “Mir Allâm sen misin?” dedi. Evet dedim. “Burada ne yapıyorsun?” dedi. Ben de “Hz. Ali’nin (a.s) türbesine girdiğinizden beri sizinle birlikteyim. Bu kabrin sahibinin hürmetine, bu akşam ki gördüğüm bu olayların açıklamasını bana anlatınız!” dedim.

“Bir şartla anlatırım, ben hayatta olduğum sürece hiç kimseye anlatmayacaksın” dedi. Ben, bu konuda ona söz verdikten sonra şöyle buyurdu: “Bazen, bir takım konuları çözmekte zorlanıyorum. Bu soruların çözümü için Emirü’l-Müminin’e (s.a) tevessül ediyorum. Bu akşam da bir meseleyi çözmekte zorlandım. Devamlı düşünüyordum. Birden içime tekrar hazretin huzuruna gidip soruyu ona sorma fikri geldi.

Hareme ulaştığım zaman senin de gördüğün gibi kapı kendiliğinden yüzüme açıldı ve içeri girdim. Yüce Allah’a bu sorunun cevabını hazretten (s.a) almak için yalvardım. Ansızın mutahhar kabirden şöyle bir ses duydum; “Küfe mescidine git ve Kaim’den (a.f) sor. Zira O, senin zamanının imamıdır. Sonra (Küfe mescidinin) mihrabına yaklaştım.  İmama  (a.f) sordum ve cevabını aldım. Şimdi de evime gidiyorum.”[91]

Manevi Hidayet ve Ruhani Nüfuz

Allah’ın hücceti ve imamı, insanları hidayet etmek ile görevlidir. Hidayet nurunu kabul edebilecek kapasiteye sahip olan insanlara öncülük etmektedir.

 Vazifesini yerine getirmek için, bazen insanlar ile perdesiz direkt olarak irtibat kurmaktadır.  Hayat veren davranışları ve sözleriyle, insanlara saadet ve kurtuluş yolunu göstermektedir.

Bazen de ilahî gizli güç olan velayet gücünden faydalanarak insanların kalpleri üzerinde tesir etmektedir.  Özel bir lütuf ve teveccühle; layık olan kalpleri iyiliklere ve güzelliklere, rüşt ve kemal yoluna yönlendirmektedir. Bu bölümde imamın zahir olup direkt irtibat içinde bulunmasına gerek yoktur.

Zira hidayetleri; manevi yollar ile kurduğu irtibatlarla gerçekleşmektedir. Hz. Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ım! Yeryüzündeki insanları senin dinine yönlendiren bir hüccetinin olmasından başka bir çare yoktur... Ve zahiri vücudu insanlardan gizlenmiş dahi olsa, hiç şüphesiz öğretileri, adap ve usulleri müminlerin kalplerindedir.  Onlar, bunlara göre amel ederler...”[92]

Kayıp imam, bu tür hidayetlerle, evrensel kıyam ve inkılâbı için güç toplamaktadır. Bu tür eğitime layık olan insanlar, imamın özel eğitimi altında, onun safında savaşmaya hazırlanıyorlar. Bu, imamın bereketli varlığından dolayı gerçekleşen programlardan birisidir.

Belalardan Korunmak

Hiç şüphesiz emniyet; yaşamın en temel konularından birisidir. Âlemde gerçekleşen çeşitli olaylar ve hadiseler, varlıkların doğal hayatını yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmışlardır.

 Doğal belaları, maddî olanak ve araç gereçler ile kontrol etmek mümkün olsa da; manevi etkenlerin de bu konuda derin tesirleri bulunmaktadır. Önderlerimizin rivayetlerinde, Allah’ın hücceti ve imamı; varlık âleminin genel yasaları çerçevesinde, yeryüzünün ve yeryüzü halkının emniyet faktörü olarak bildirilmiştir

İmam Mehdi (a.f) bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Ben yeryüzü ehli için güvenceyim.”[93]

İmamın varlığı ve mübarek vücudu; insanların yapmış oldukları günahlar ve çıkardıkları fesatlardan dolayı, ilahî azaplara duçar olmalarına ve yeryüzü ehlinin hayatlarına tamamen son verilmesini engel olmaktadır.

Kurân-ı Kerim bu konu hakkında İslam Peygamberine (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Sen, onların içinde oldukça onlara azap etmez...”[94]

   Hazreti Veliyi Asr (a.f) yüce Allah’ın rahmet ve şefkat mazharıdır. Özel teveccüh ve koruması ile büyük belaları, Müminlerin toplumundan uzaklaştırmaktadır. Müminler çoğu zamanlar O’nun (a.f) bu lütuf ve kerametinden gaflet etseler ve başlarının üstündeki bu yardım elini tanımasalar bile...!

Hz. İmam Mehdi (a.f), kendisini tanıtırken şöyle buyurmaktadır:

“Ben, vasilerin sonuncusuyum. Belalar, benim varlığımdan dolayı ailemden ve takipçilerimden uzaklaştırılır.”[95]

Rahmet Yağmuru

İnsanların büyük kurtarıcısı, Müslümanların arzularının kıblesi ve müminlerin kalplerinin maşuku her zaman halkı görüp gözetmektedir. Şefkat güneşinin gaybete çekilmesi; âşıklarına hayat ve güç veren teveccühünün yansımasına, kerem ve yücelik sofrasına misafir etmesine engel değildir.

Nurlu ve şefkatli güneş misali gibi olan Mehdi (a.f) her zaman takipçilerinin dertleri ile dertlenmektedir. Kendisinden yardım dileyenleri cevapsız bırakmamaktadır.

Bazen hastaların başucuna gelmekte ve şifa veren ellerini onların başına sürmektedir.

Bazen çöllerde kaybolanlara yardım etmektedir.

Bazen de çaresiz, dermansız, kimsesiz ve yaversiz kalanlar için bir yol gösterici ve bir hidayet edici olmaktadır.

Ümitsizlik soğukları içindeyken, kalplere beklentisiyle ümit sıcaklığını bağışlamaktadır. O, Allah’ın rahmet yağmurudur.

Bütün hallerde, çorak ve kurumuş çöl misali olan canlara rahmet damlalarını yağdırmaktadır. mümünlere duası ile mutluluk ve sevinci armağan etmektedir. O değerli dost; seccade ile bütünleşmiş mübarek ellerini Allah’a kaldırarak senin ve benim için şöyle dua etmektedir:

“Ey nurun aydınlığı! Ey işleri tedbir eden! Ey ölüleri dirilten! Muhammed ve O’nun Âl-i’ne salavat gönder. Benim ve takipçilerim için, zorluklar içinde bir kurtuluş ve hüznümüzde bir çare yolu karar kıl. Hidayet yolunu bize genişlet. Kurtuluş yolunu yüzümüze aç. Kendine layık olduğu bir şekilde bize davran, ey kerim!”[96]

Yukarıda anlattıklarımızın hepsi, imamın -gaybette olsa da-  mübarek varlığının tesirlerini ve onun ile direkt olarak irtibat içinde olmanın mümkün olabileceğini göstermektedir.

Böyle bir liyakate sahip olan kimseler,  Allah hücceti (a.f) ile birlikte olup bir mecliste oturmanın tadına varmışlardır.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

YAR İLE GÖRÜŞME

Gaybet döneminin en zor ve en acı yanı; takipçilerin, Yusuf misali benzersiz yarlarının ve imamlarının cemalini görmekten mahrum kalmalarıdır.

Gaybet döneminin başlamasıyla zuhuru bekleyen âşıkların kalpleri; hiç bitmeyen fazilet güneşinin, dertler sahibinin ve imamlarının mübarek yüzünü görme aşkı ile alevlenmeye başladı.

Ayrılık acısından dolayı feryat ettiler. Elbette Gaybet-i Suğra dönemindeki müminler, İmam-ı Asr’ın (a.f) özel naipleri vesilesiyle imam ile irtibat içinde idiler. Müminlerden bazıları da hazretin huzuruna varma şerefine nail olmuşlardır. Bu konu hakkında da birçok rivayet nakledilmiştir.

Fakat imamın tamamen kayıp olduğu dönem olan Gaybet-i Kübra zamanında bu irtibat kesildi. İmamla (a.f) normal şartlarda ve özel şahıslar kanalı vesilesiyle görüşme imkânı bitti.

Ancak birçok âlim, Gaybet-i Kübra döneminde de parlayan güneş ile görüşme imkânının olduğuna ve bunun defalarca da gerçekleştiğine inanmışlardır.

Allame Bahru’l-Ulum, Mukaddes Erdebilî, Seyit b. Tavus gibi büyük âlimlerin; Mehdi (a.f) ile görüşmeleri meşhur ve bilinen olaylardandır. Nitekim bu mülakat ve görüşmeler büyük âlimlerin kitaplarında da nakledilmiştir.[97]

İmam-ı Zaman (a.f) ile görüşme hakkındaki birkaç nükteye dikkatinizi çekmek istiyoruz:

Birinci nükte: İmam Mehdi (a.f) ile görüşmek; bazen insanların zor ve çaresiz kaldıkları anlarda gerçekleşir. Bazen de çaresizlik gibi bir konuları olmaksızın normal durumlarında gerçekleşir.

Daha açık bir şekilde beyan edecek olursak, İmam-ı Zaman (a.f) ile görüşmek; insanların zorluklarla karşı karşıya kaldıkları ve kimsesizlik hissettikleri bir anda imamın yardım ederek ellerinden tutmasıyla gerçekleşir.

Örnek olarak, birçok insan Allahın evini ziyarete giderken yolda kaybolmalarından dolayı; İmamın (a.f) kendisi veya dostlarından birisi tarafından, avarelikten kurtarılmışlardır. Birçok görüşme ve mülakat bu şekilde gerçekleşmiştir.

Fakat bazen ise görüşme; çaresizlik gibi bir durum olmaksızın gerçekleşmektedir. Bu görüşme türü, imam ile görüşen kimsenin özel manevi makamından dolayı olmaktadır. Bundan dolayı böyle insanlar, imamın huzuruna varma saadetine erişmişlerdir.

Yukarıdaki zikrettiğimiz nükteyi göz önünde bulundurarak, İmam Mehdi (a.f) ile görüştüğünü iddia eden herkesin iddiasını kabul etmemek gerektiğini bilmek gerekir.

İkinci Nükte: Gaybet-i Kübra dönemi içinde ve özellikle bizim bulunduğumuz zamanda bazı kimseler; makam, mal ve taraftar toplamak amacıyla İmam-ı Zaman (a.f) ile görüştüklerini iddia etmektedirler.

Bu bakımdan birçok insanı, kendilerinin sahip olduğu sapık yol ve itikada yönlendirmektedirler.   Sonunda da batıl amellere sürüklemektedirler.

Böyle çıkarcı insanlar; bazı duaları okumayı, bazı amelleri yerine getirmeyi ve sahih bir içeriği olmayan bazı toplantılara katılmayı tavsiye ederek İmam Mehdi (a.f) ile görüşme vaadinde bulunmaktadırlar.

Böylelikle kayıp imam (a.f) ile görüşmeyi basite indirgemektedirler. Çok basit bir olaymış gibi herkesin imamla rahat bir şekilde görüşebileceğini lanse etmektedirler. Hiç şüphesiz imam Mehdi (a.f) Allah’ın iradesiyle tam ve kâmil bir gaybet içindedir. Bundan dolayı bu olay; kurtuluşları, imamla direkt olarak görüşmeye bağlı olan ve başka çareleri kalmayan sayılı kimseler için gerçekleşmektedir.

Üçüncü Nükte: İmam Mehdi (a.f) ile görüşme; sadece ve sadece hazretin uygun görmesiyle gerçekleşmektedir. Bundan dolayı âşık bir insan imam ile görüşme arzusu birçok zahmetten sonra imam (a.f) ile görüşemezse asla ümitsizliğe kapılmamalıdır. Bunu, imamın (a.f) ilgisiz davranması olarak da yorumlamamalıdır.  Aynı şekilde Hazret ile görüşme şerefine eren insanların görüşmeleri de; takvalarının ve faziletlerinin kemaline erdiğinin göstergesi değildir.

Sözün özü şudur;

İmam-ı Asr’ın (a.f) mübarek nurlu cemalini görmek ve onunla konuşmak büyük saadet ise de; İmamlarımız (a.s) ve özellikle Hz. Veliyi Asr (a.f), takipçilerinden kendi zamanlarının imamları ile görüşme peşine düşmemelerini ve bunun için çileye girmemelerini[98] istemişlerdir.

 Masum imamların (s.a) sözlerinden genel olarak şöyle anlaşılmaktadır:

 müminler;  her zaman İmam Mehdi’yi (a.f) hatırlamalıdırlar. Zuhuru için dua etmelidirler. Onun hoşnutluğunu kazanmak için güzel sözlü ve amelli olmalıdırlar.  Hazretin hedefleri doğrultusunda hareket etmelidirler. Böyle olurlarsa, beşeriyetin ümidi Mehdi’nin (a.f) zuhur ortamı daha hızlı bir şekilde hazırlanacaktır. Dolayısıyla âlem O, yüce zattan (a.f) direkt olarak faydalanacaktır.

İmam Mehdi (a.f) bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Kurtuluş için çok duada bulunun. Çünkü bu, sizin kurtuluşunuzdur.”[99]

Burada, kendi zamanının imanlı insanlarından biri olan merhum Hacı Ali Bağdadî’nin İmam-ı Zaman ile görüştüğü tatlı olayı aktarmak uygun olacaktır. Fakat kitabın hacmini göz önünde bulundurarak bazı yerleri aktarmaktan kaçınıp önemli nüktelere dikkat çekmek ile yetineceğiz:

Takvalı bir insan olan Hacı Ali, her zaman Bağdat’tan Kazimeyn’e gidip, iki yüce imamı; Hz. Cevat ve Hz. Kazım’ı (a.s) ziyaret ederdi. O, şöyle anlatıyor:

“Bir miktar mal ve humus borçlu idim. Bunun için Necef-i Eşref’e gittim. Bu mallardanbir miktarını takvalı ve imanlı bir fakih olan Şeyh Ensarî’ye (r.a), bir miktarını da Ayetullah Şeyh Muhammed Hasan Şerugî’ye (r.a) verdim. Boynumda kalanbir miktarı da Bağdat’a dönerken Ayetullah Âl-i Yasin’e (r.a) vermeye karar verdim. Perşembe günü Bağdat’a döndüm. Önce Kazimeyn’e gittim ve iki imamı (a.s) ziyaret ettim. Sonra Ayetullah Âl-i Yasin’in (r.a) evine gittim. Şer’i borcum olan diğer parayı da ona takdim ettim. Diğer kalan borcumu da yavaş yavaş ona veya müstahak olduğuna inandığım birisine vermek için izin istedim. Ayetullah Âl-i Yasin (r.a) yanında kalmam için ısrar etti. Fakat önemli işlerim olduğundan dolayı kalamayacağımı söyleyerek özür dileyip çıktım. Bağdat’a doğru yola koyuldum. Yolun üçte birinde iken değerli ve vakarlı bir seyit ile karşılaştım. Yeşil bir sarığı ve yanağında siyah bir ben vardı.  Ziyaret için Kazimeyn’e gidiyordu. Yanıma geldi ve selam verdi. Çok sıcak bir şekilde bana el verip bağrına bastı. Bana hoş geldin dedikten sonra şöyle buyurdu:

“Hayırdır nereye gidiyorsun?”

“Ziyaretten dönüyorum ve Bağdat’a gidiyorum.” dedim.

“Bu gece Cuma gecesidir. Kazimeyn’e dön. (Bu akşam orda kal.)” dedi.

“Kalamam.” dedim.

“Kalabilirsin. Senin, ceddim Emirü’l-Müminin’in (s.a) ve bizim dostlarımızdan olduğuna şahitlik etmem için dön. Şeyh’te şahidin olsun. Allah şöyle buyurmaktadır: “İki kişiyi şahit yapın.” dedi.[100]

Hacı Ali Bağdadî şöyle devam ediyor:

“Ben, bundan önce Şeyh Âl-i Yasin’den, benim hakkımda, Peygamber’in (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’inin (a.s) dostlarından olduğuma dair bir mektup yazmasını istemiştim. Bu mektubu kefenimin içine bırakmak istiyordum. Seyide; “Beni nereden tanıyorsun ve bana nasıl şahitlik yapacaksın?” diye sordum.

“İnsan, hakkını tam olarak veren birini nasıl tanımaz?”diye buyurdu.

“Hangi hakkı?” dedim.

“Vekilime verdiğin hakkı.” diye buyurdu.

“Sizin vekiliniz kimdir?” diye sordum.

“Şeyh Muhammed Hasan” diye buyurdu.

“ O, sizin vekiliniz mi?” diye sordum.

“Evet.” dedi.

Onun konuşmalarından dolayı şaşırmıştım. İkimiz arasında benim unutmuş olabileceğim geçmişe dayanan bir dostluğumuzun olduğunu zannettim. Zira ilk karşılaştığımız zaman beni ismimle çağırmıştı. Borcum olan humusun bir miktarını Peygamber (s.a.a) evladı ve seyit olmasından dolayı ona vermemi istediğini zannetmiştim.

Bundan dolayı “Peygamber evlatlarının hakkından bir miktar yanımda para var. İstediğim yerde harcamak içinde izin aldım.” Dediğim zaman tebessüm etti ve şöyle buyurdu:

 “Evet, bizim hakkımızın bir miktarını Necef’te ödedin.”

 Acaba benim bu amelim Allah katında kabul oldu mu? Diye sordum.

“Evet” dedi.

Birden kendime geldim, bu seyit asrımızın en büyük âlimine benim vekilim diyor. Fakat kafam karıştı ve yine konuyu unuttum.

Efendim! “Kim, Cuma akşamı İmam Hüseyin’i (a.s) ziyaret ederse Allah’ın azabına karşı güven içinde olacaktır.” diyorlar, bu doğru mudur? Diye sordum.

“Evet.” Dedi. Aynı zamanda da gözleri doldu ve ağlamaya başladı.

Kısa bir zaman sonra yollardan ve caddelerden geçmeden mutahhar Kazimeyn türbesinde olduğumuzu gördüm. Giriş kapısının yanında durdum.

“ Ziyaret duasını oku.” dedi.

“Efendim ben iyi okuyamam.” dedim.

“ İstersen ben okuyayım, sen de bana eşlik et.” dedi.

“Olur.” dedim.

O, okumaya başladı. Peygamber’e (s.a.a) ve imamların (s.a) hepsine tek tek selam gönderdi. İmam Hasan Askeri’nin (s.a) mübarek ismine ulaşınca, bana döndü ve “Zamanın imamını tanıyor musun?” dedi.

 “Nasıl tanımam.” dedim.

“Öyleyse ona selam gönder.” dedi.

Ben de “Selam olsun sana ey Allah’ın hücceti! Ey zamanın sahibi! Ey Hasan’ın oğlu!” dedim.

 Tebessüm etti ve “Aleykum selam ve rahmetullah ve berakatuhu” dedi.

Sonra türbenin içine girdik. Kabri öptüm.

“ Ziyaret duasını oku.” dedi.

“ Efendim ben iyi okuyamam.” dedim.

“ Senin için okumamı ister misin?” dedi.

“ Evet.” dedim.

 Meşhur “Eminullah” ziyaret duasını okumaya başladı.

“Bu akşam ceddim Hüseyin’i (a.s) ziyaret etmek ister misin?” dedi.

“Evet, bu akşam Cuma akşamıdır. İmam Hüseyin’in (a.s) ziyaret akşamıdır.” dedim.

 O da meşhur imam Hüseyin (a.s) ziyaret duasını okudu. Akşam namazı vakti olmuştu.

Bana” Namazı cemaat ile kılalım.” dedi.

Namaz bittikten sonra, o yüce insan gözümden kayboldu. Ne kadar aradıysam da bir daha asla göremedim.

Yavaş yavaş kendime gelmeye başlamıştım. Seyidin beni ismim ile çağırdığını hatırlamıştım. Kazimeyn’e gitmek istemememe rağmen, oraya gitmiştim. Büyük fakihleri ve âlimleri kendi vekili olarak tanıtmıştı. Sonra da birden gözden kaybolmuştu. Bunları düşündükten sonra, O seyidin Hz. Veliyi Asr (a.f) olduğunu anladım. Ancak tanıma konusunda geç kalmıştım...[101]

BEŞİNCİ BÖLÜM

ÖMRÜN UZUN OLMASI

İmam Mehdi’nin (a.f) yaşamı ile ilgili konulardan birisi de ömrünün uzun olmasıdır. Bazıları “Nasıl olur da insan ömrü bu kadar uzun olabilir?” diye sorabilirler.[102]

Bu sorunun sebebi, şu anki yaşadığımız dünyada normal olarak insan ömrünün kısıtlı olmasından dolayıdır. Günümüzde normal bir insanın ömrü 60 ya da 80 veya 100’dür.[103]

Bazıları bu kısa ömürleri görünce, bir insanın bu kadar uzun ömürlü olmasını kabul etmeyerek uzak bir ihtimal olarak değerlendirebilir. Fakat günümüzde, insanın uzun ömürlü yaşayabilmesinin aklî ve ilmî olarak mümkün dışı bir şey olmadığı ispat edilmiştir. Bilim adamları insan bedenini inceleyerek insanın çok uzun müddet, ihtiyarlamadan ve bedenini yıpratmadan yaşayabileceğini keşfetmişlerdir. 

Bernard Shaw şöyle diyor:

“Bütün biyologların kabul ettiği temel yasalardan birisi şudur;

İnsan ömrü için bir sınır belirlemek mümkün değildir. Hatta uzun ömürlü yaşamanın da bir sınırı yoktur.”[104]

Profesör Etengar şöyle yazıyor:

 “Benim görüşüme göre; teknolojinin ve bizim başlattığımız bilimsel işlerin ilerlemesiyle yirmi birinci yüzyıl insanı binlerce yıl yaşayabilecektir.”[105]

Bundan dolayı bilim adamlarının ve bilginlerin, yaşlanmanın önünü alarak insanların uzun ömürlü yaşayabilmelerini sağlamak için yapmış oldukları çalışmalar, böyle bir şeyin mümkün olabileceğini göstermektedir. Bu alanda da önemli adımlar atılmıştır.

Günümüzde dünyanın birçok köşesinde güzel tabiat ve hava şartları altında bulunarak, sağlıklı beslenerek ve düzenli beden eğitimi yaparak uzun bir ömre sahip olan insanların sayısı da az değildir. Bu insanlar, yüz veya yüz elli yaşına kadar, hatta bazen de daha fazla yaşamaktadırlar.

Bundan daha önemli olan geçmiş tarihlerde uzun ömürlü insanların var olduklarını bilmemizdir. İlahi kitaplar ve tarih kitaplarında bu gibi insanlar isimleriyle birlikte açıklanmış ve bibliyografileri nakledilmiştir. Geçmişteki insanlar günümüzdeki insanlardan çok daha fazla yaşamışlardır.

Bu konuda birçok kitap ve makale yazılmıştır. Bunlardan bir kaçını numune olarak aşağıda zikrediyoruz:

1- Kur’an-ı Kerim’de insanın uzun ömürlü yaşamasıyla birlikte ebedi yaşayabileceğini bildiren ayetler de vardır. Bu ayet Hz. Yunus (a.s) hakkındadır. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Eğer (Yunus) çok tespih edenlerden olmasaydı, yeniden dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.”[106]

Bundan dolayı ayeti kerimede, biyologların ebedi yaşam olarak adlandırdıkları  (Hz. Yunus’un (a.s) asrından insanların yeniden dirileceği güne kadar olan), çok uzun yaşama işaret edilmiştir. Ayette böyle bir yaşamın insanlar ve balıklar için mümkün olduğu görülmektedir.[107]

Back Index Next