İÇİNDEKİLER

 

Back Index Next

 

Ve yine İbrahim Basra'da kıyam edip Mensur'un ordusunu bozguna uğratıp ordunun öncülerini dağıtıp Kufe'ye ulaşınca Ebu Cafer Mensur kolay bir şekilde kaçabilmek için yük develerini ve diğer hayvanları Kufe kapılarında hazır tutmalarını emretti.[1131] Mensur o halde endişe içine sürekli, "Ey Rabi! Vay haline; nasıl olur bu? Daha çocuklarımız hükümete ulaşmadı; peki çocuklarımızın hükümete geçmesi ne olacak?" diyordu.[1132]

Ebu Cafer Mensru-i Devanikî açık bir şekilde İmam Sadık (a.s)'ın, "-Abbasilerin- çocukları saltanata geçecek ve hükümet işlerinde kadınlarla müşavere edecekler!" şeklindeki buyruklarına işaret ediyordu.

İki Kardeşin Kıyamının Sonu

Taberî ve Ebu'l - Ferec şöyle rivayet etmişlerdir: "Sonunda Muhammed Medine'de yağ taşlarının yanında öldürüldüler."[1133]

Eğanî'den şöyle geçmiştir: Muhammed'in kardeşi İbrahim de atının üzerinde oturup Mensur'un kaçan ordusunu takip ederken ansızın isabet eden bir okla öldürüldü.[1134]

Abdullah b. Hasan'ın oğulları Muhammed ve İbrahim'in sonu İmam Sadık (a.s)'ın ondan çok önce buyurduğu gibi oldu.

* * *

Buraya kadar İmam Cafer-i Sadık (a.s)'ın İmam Hasan (a.s)'ın evlatlarının hükümete geçip geçmeyeceğini yönünde haber almak için Cefr kitabı ve Fatıma (s.a)'in Mushafına müracaat ettiğini bildiren rivayetlere değindik. Aşağıda da İmam Zeynulabidin (a.s)'dan Ömer b. Abdulaziz'in hilafete ulaşacağı rivayet edilmiştir.

Abdullah b. Ata-i Temimî'den şöyle rivayet edilmiştir: Ben Medine'de Mescid-i Nebi'de İmam Ali b. Hüeyin (a.s)'ın huzurunda oturmuştum; o sırada güzel yüzlü bir genç olan ve ayağında gümüş tasması bir nalın bulunan Ömer b. Abdulaziz yanımızdan geçti. İmam Zeynulabidin (a.s) ona bakarak, "Ey Abdullah! Bu kendini beğenmiş zengini görüyor musun? O saltanata ulaşacak" buyurdu. Ben, "Bu fasıkı mı söylüyorsunuz?" dedim. İmam (a.s), "Evet; fakat hükümet dönemi çok kısa olacaktır…" buyurdu.[1135]

İmam Rıza (a.s)'ın Cefr'den Delil Getirişi

Erbilî'nin (ö. 693 hicri) Keşfu'l - Gumme adlı eserinde, İmam Rıza (a.s)'ın hakkında şöyle geçmiştir: Hicri 670 yılında, İmam Rıza (a.s)'ın mukaddes türbesinin bakıcılarından biri Me'mun'un yazılan ve arkası İmam Rıza (a.s)'ın hattıyla süslene bir anlaşmayı bana gösterdi. Ben İmam Rıza (a.s)'ın mübarek hattını öpüp sözlerinin gülistanında gözlerimi gezdirdim ve bu mübarek hattı ziyaret etme nimetini Allah Teala'nın bana bir lütfü olarak algıladım. Me'mun Abbasî bu anlaşmada kendi hattıyla şöyle yazmıştı:

Bismillahirrahmanirrahim

Bu Emirulmüminin Harun Reşid'in oğlu Abdullah'ın kendi eliyle veli ahdı Ali b. Musa b. Cafer'e yazdığı anlaşmadır. Ama sonra; Alla Teala İslam'ı insanların dini kıldı ve kulları arasından onları kendisine hidayet etmeleri için elçiler seçti; öyle elçiler ki onların ilki sonuncusunu müjdelemiş, her biri bir önceki peygamberi teyit etmiştir; nihayet uzun bir zaman vahiy kesilip yeryüzü Allah'ın elçilerinden boş kalıp ilim yok olup kıyamet yaklaştıktan sonra Allah Teala'nın peygamberliği Muhammed Mustafa (s.a.a)'le son buldu. Allah Teala onu peygamberlerin sonuncusu, onların şahidi ve koruyucusu kıldı. İçinde batıl bulunmayan Kur'an'ı Hakim ve Hamid Allah'ın tenzili olan Kitabı ona indirdi. Öyle bir kitaptır ki, etkin hücceti insanlara ulaşması, helak olan veya kurtulanların bir delil ve burhan üzere helak olması veya kurtulması için onda helal ve haram, müjde ve korkutma, sakındırma ve inzar, emir ve nehiy vardır. Gerçekten Allah duyan ve bilendir.

Resulullah (s.a.a) O'nun elçiliğini tam olarak iblağ edip insanları kendisine emredildiği gibi önce öğüt ve güzel nasihatle, sonra güzel tartışmayla ve sonunda da cihad ve şiddetle Allah'ın yoluna davet etti. Nihayet Allah onun ruhunu aldı ve onun için kendi yanında olanı seçti.

Peygamberlik son bulup Allah, Muhammed (s.a.a)'le vahiy ve risaleti sona erdirince dini ve Müslümanların işlerini hilafetle ayakta tuttu; onun izzeti ve hakkın yerini bulması için itaati şart kıldı; böylece Allah'ın farzları, İslam'ın kanun ve kurallarının, sünnet ve gidişatlarının yerine getirilmesini ve böyle bir itaatle Allah'ın düşmanlarıyla cihad edilmesini diledi.

Dolayısıyla, onları seçip din ve kullarının korumasını kendilerine bıraktığı için Allah'ın halifelerinin O'na itaat etmeleri farz olduğu gibi Müslümanlara da hakkın ayakta tutulması, adaletin yayılması, yollarda emniyetin sağlanması, kanların saygınlığının korunması ve halk arasında barış sağlanması için halifelerine itaat ve yardım etmeleri farzdır. Aksi durumda Müslümanların birliği dağılacak, işleri bozulacak, inançlarında ihtilaf çıkacak, din yenik düşecek, düşmanları onlara sulta kuracak, söz birlikleri bozulacak, dünya ve ahiret hüsranına düşecekler.

Dolayısıyla, Allah'ın yeryüzünde halife kıldığı ve kulları için emin kıldığı kimsenin Allah'ın için kendini çaba harcaması, Allah'ın itaat ederek O'na rızasını kendi isteklerinden öne geçirmesi, hak ölçülerinde hükümet etmesi, hak üzere hükmetmesi ve adaletle davranması gerekir. Çünkü Allah Teala peygamberi Davud'a şöyle buyurmuştur:

"Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır."[1136]

Ve yine şöyle buyuruyor: "Senin Rabbin hakkı için biz onların hepsine mutlaka soracağız: Yaptıkları şeylerden."[1137]

Ömer b. Hattab'ın, "Bir su nehrinin kıyısında bir kuzu bir olayla karşılaşırsa Allah'ın bu nedenle beni sorumlu tutmasından korkarım" dediği ulaşmıştır bize.

Vallahi, sadece kendi nefsinden sorumlu olup kendisiyle Rabbi arasında sorumlu tutulacak olan kimse çok büyük ve önemli bir işle karşı karşıyadır. O halde ümmetin işinden sorumlu olan kimsenin durumu nasıl olur acaba?! O halde bize sebat verip, cennete, kendi rızası, rahmet ve rızvanı yönlendirmesi için Allah'a güvenmek, O'na yönelmek, O'ndan yardım dilemek, sapmamak, korunmak ve hidayet bulmak için O'ndan muvaffakiyet istemek gerekir.

İnsanlar arasında kendi nefisini herkesten iyi gören, yeryüzünde Allah'ın dini ve kulları konusunda herkesten samimi ve halis olan kimse Allah'a, Kitabına ve Resulullah (s.a.a)'in hayatında ve ölümünden sonra onun sünnetine itaat eden, kendine halife, Müslümanlara imam, onların işini üstlenecek ve kendisinden sonra hallerini gözetecek kimseyi seçmede tüm gayretini sarfeden kimsedir; öyle ki seçeceği bu kişi onlara örnek, sığınak, dertlerinin devası, kanlarının koruyucusu, şeytanın hile ve fitnelerini onlardan uzaklaştıran olmalıdır; çünkü Allah Teala veliahtliği hilafetten sonra İslam'ın tamamı, kemali, ümmetin izzet ve salahı kılmış ve kendi gücüyle halifelerini kendi yerlerine geçirecekleri kimseyi seçmeyi ilham etmiştir; çünkü böyle bir seçimde nimetin büyüklüğü, ümmetin din ve dünyasının salahı saklıdır ve Allah bu vesileyle hilecilerin, insanlar arasında ihtilaf ve ikilik yaratanların ve düşmanların hile ve fitnesini yok etmeyi dilemiştir.

Müminlerin emiri Me'mun hilafetin kendisine ulaştığı andan itibaren omuzlarındaki böyle bir sorumluluğun ağırlığını hissedip, acılık ve zorluğunu anlamıştır. Çünkü böyle bir sorumluluğu üstelenen kimse Allah Teala'yla tam bir bağlantı içerisinde olmalı, üzerine aldığı şeyi tam anlamıyla korumalı, dinin izzeti, müşriklerin kökünün kazınması, İslam ümmetinin salahı, adaletin yayılması, Kitab ve sünnetin uygulanması için tüm varlığını adamalı, gözlerini dikip uzun uzadıya düşünmelidir.

İşte bu ve benzeri şeyler onu (Me'mun'u) ilgisizlik, refah taleplik ve keyif sürmekten alıkoyuyordu. Çünkü o, Allah Teala'nın kendisini sorumlu tutacağı şeylerden haberdar olup kıyamet günü Allah'la ömrünü kullarının hayrı ve hallerini gözetmek için harcayıp kendisinden sonra ümmetin halini gözetmede, züht, takva ve ilimde yeryüzünde insanların en üstünü olan, Allah'ın emrini ve farzlarını ikame etmede herkesten çok çaba harcayan birini veliaht ve ümmete yönetici seçmiş olarak mülakat etmeyi arzuluyordu. (Me'mun) münacat ederek Allah'tan hayır talep ediyordu, kendi rızası olan böyle birinin ismini kendisine ilham etmesini istiyordu. Ve gece ve gündüzlerini sürekli bu düşünceyle geçiriyor, Abdullah b. Abbas ve Ali b. Ebutalib oğullarından teşkil olan kendi ailesi arasında böyle birini arıyordu, düşüncesini kullanıyordu; onları tanıdığı kadarıyla onların ahlak, davranış, hal ve hareket ve düşünceleri kendisine aşikar olması için bu aramada oldukça fazla çaba harcıyordu.

Bu konuda gücü yettiği kadar çaba harcayıp uzun uzadıya sorup soruşturarak onların karanlık ve gizli yönlerinden haberdar oldu. Nihayet bütün bu çaba ve araştırmalardan ve Allah'tan ümmeti için hayır diledikten sonra bu iki aile arasında en iyisi, en takvalısı, kullar arasından Allah'ın hakkını yerine getirmede en fedakârını Ali b. Musa b. Caber b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebutalib görerek onu seçti. Çünkü onun apaçık üstünlüğünü, nur veren ilmini, parlak takvasını, halis zühdünü, dünyaya rağbetsizliğini ve halkın onun emrine itaat ettiğini görmüş, hakkındaki haberlerin tevatür haddine ulaştığını, sözlerinin bir olduğunu, onun çocukluk ve gençliğinden itibaren yaşlanıncaya kadar fazilet, takva, makam ve mevkisinin yüceliğinin dillere destan olduğu ona (Me'mun'a) aşikar olmuştur. İşte bu nedenle onu kendine veliaht seçmiş, kendisinden sonra hilafeti ona bırakmış ve bu seçimde Allah'ın hayrına emin olmuştur. Çünkü Allah çok iyi biliyor ki o (Me'mun), İslam ve Müslümanların hayrı, hakkın istikrarı ve alemlerin Rabbi Allah'ın huzuruna çıkacağı günden kendisinin kurtuluşunu dileyerek fedakarlık etmiştir.

Böylece müminlerin emiri çocuklarını, ailesini, yakınlarını, ordusunun kumandanlarını ve hizmetçilerini biate davet etmiş, onlar da aceleyle, sevinerek ve müminlerin emirinin Allah'a itaat için yolunda hava ve heveslerinden, evlatları ve hatta yakınlık bakımından müminlerin emiri kendisinden razı olunduğu için "Rıza" diye adlandırdıkları Ali b. Musa'dan kendisine daha yakın olan kimselerden geçerek fedakarlık ettiğinden haberdar olarak ona biat ettiler.

Öyleyse ey müminlerin emirinin ailesi, ey şehirdeki insanlar, ordu komutanlarına, askeri güçlere ve Müslümanlar! Müminleri emirine ve ondan sonra da halife olarak Rıza'ya biat edin.

"Ondan sonra Rıza'ya" sözünden sonra kendi kalemiyle şöyle yazdı: Müminlerin emirinden sonra Allah'ın adı ve bereketi, dini ve kulları için hükmünün güzelliğiyle eli ve göğsü açık bir halde ailesinden olan Ali b. Musa Rıza'ya biat edin ve sizin için kendisinin ve sizin hayrınız olan şeyi seçen müminlerin emrinin isteğini bilin. Müminlerin emirine sizin din ve dünya hayrınızı ilham eden Allah'a şükredin. Bunun sizin aranızda sıcaklık ve birlik vesilesi olması, kanlarınızı koruması, dağınıklığınızı engellemesi, sınırlarınızı koruması, din ve dünyanızı güçlendirmesi, düşmanlarınızı yok etmesi ve işlerinizi sağlamlaştırması ümidiyle.

O halde Allah'a ve müminlerin emirine itaate koşun; çünkü ona itaatte sizin için emniyet ve güvence var; bu konuda Allah'a şükredecek olursanız Allah'ın izniyle hayrı da size dönecektir. Bu konuları müminlerin emiri kendi hattıyla hicri 201 yılının Ramazan ayının yedisi Pazartesi yazmıştır.

 

Bu anlaşmanın arkasına ise İmam Ali b. Musa Rıza (a.s) kendi hattıyla şöyle yazmıştır:

Bismillahirrahmanirrahim

Hamdolsun Allah'a ki istediği her şeyi yapar, hükmünde niye ve neden olmaz, iradesini engelleyen olmaz. Gözlerin hıyanetini ve kalplerin gizlediğini bilir. Allah'ın salat ve selamı peygamberlerin sonuncusu elçisi Muhammed'e ve onun tertemiz Ehlibeytine olsun.

Ben Ali b. Musa b. Cafer diyorum ki: Allah müminlerin emirine hayır işlerinden yardımcı olsun ve onu doğru yolda muvaffak kılsın; o bizim diğerlerinin görmezden geldikleri bazı haklarımızı tanıdı, parçalanmış akrabalıkları birleştirdi, korku içerisindeki kalplere emniyet verdi, hatta öldükten sonra diriltti, muhtaç olduktan sonra ihtiyaçlarını giderdi. Bütün bunları alemlerin Rabbi'nin rızası için yaptı ve Allah'tan başka kimseden bir mükafat beklemedi. Yakında Allah şükredenlerin mükafatını verecek iyilik yapanların ecrini zayi etmeyecektir.

O, kendisinden sonra yaşayacak olursam beni kendine veliaht tayin etmiş, bu büyük yönetimi bana bırakmıştır. Fakat Allah'ın sağlamlaştırılmasını istediği düğümü çözen, Allah'ın güvenli kılmasını istediği kulpu kıran, onun saygınlığını çiğnemiş, haramını helal kılmış olur; bu durumda önderine zulmetmiş ve İslam'ın saygınlık perdesini yırtmış olur. Geçmiştekiler böyleydiler; dinde ihtilafın baş göstermemesi ve Müslümanları birbirlerine bağlayan ipin kopmaması için sürçmeler karşısında sabır göstermiş ve zararlar karşısında itiraz etmemişlerdir. Çünkü daha cahiliye döneminde fazla bir zaman geçmemiş, fırsat kollayanlar, İslam dinini bela ve musibete düşürmek ve böylece kin ve öfkelerini kusmak için uygun bir fırsatı gözlüyorlardı.

Allah'ı tanık tutuyorum ki eğer beni Müslümanların yönetimine atayıp hilafetini benim üzerime bırakacak olursa bütün insanlara, özellikle Abbas b. Abdulmuttalib oğullarına karşı Allah ve Resulüne (s.a.a) itaat ilkesiyle hükmedeceğim. Haksız yere kan dökmeyip, insanların namusunu ve malını kimseye mubah kılmayacağım. Ancak Allah'ın sınırlarının izin verdiği ve farzlarının mubah kıldığı şeyi isteyeceğim.

Yine eşitlik ve beraberliği seçip gücüm yettiği kadar onu sağlamaya çalışacağım. Ben bu ahdi kendi üzerime vurgulu bir sözleşme yaptım; (eğer bu konuda gevşeklik gösterecek olursam) Allah bundan dolayı beni sorumlu tutsun. Gerçekten Allah Teala buyuruyor ki: "Ahdi de yerine getirin, çünkü ahd'den sorulacaktır."

Eğer bir bidat çıkaracak veya bir değişiklik yapacak veya bir şeyin yerine başka bir şey bırakacak olursam cezalandırılmak üzerime bir hak olsun. Allah'ın gazabından O'na sığınır, Allah'a itaat etmek için benimle kendisine itaatsizlik arasında ayrılık düşürmesi, bana ve diğer Müslümanlara afiyet vermesi için O'na yönelirim.

Buna rağmen Câmia ve Cefr bunun aksini söylüyor; Bana ve size ne yapacağını bilmiyorum "Hüküm vermek, yalnız Allah'a âittir. (O) gerçeği anlatır ve O, (dâvâyı çözüp) ayırdedenlerin en iyisidir."[1138] Fakat ben müminlerin emirine itaat edip onun hoşnutluğunu seçtim. Allah beni ve onu kendi koruması altına alsın. Bu konuda Allah'ı kendime şahid tutuyorum ve şahid olarak Allah yeter.

Ben bu konuyu kendi yazımla müminlerin emiri -Allah uzun ömürler versin- huzurunda, Fazl b. Sehl, Sehl b. Fazl, Yahya b. Eksem, Abdullah b. Tahir, Semame b. Eşres, Bişr b. Mu'temer ve Hemmad b. Nu'man'ın ayında hicri 201 yılının Ramazan'ında yazdım.

Ahitnamenin Sağ Tarafının Şahidleri

Yahya b. Eksem bu sözleşmenin ister metninin ve ister arkasında yazılı olanları doğruluğunu onaylayarak Allah'tan bu veliahtlığın müminlerin emirine ve tüm Müslümanlara hayırlı ve bereketli olmasını diliyor. Yahya ahitnamenin yazıldığı tarihte bu şahitliği kendi el yazısıyla yazmıştır. Abdullah b. Tahir b. Hüseyin de ahitnamenin yazıldığı tarihte onu teyit etmiştir. Yine Hammad b. Osman ahitnamenin yazıldığı tarihte onun arkasındaki yazıyı kendi yazısıyla onaylamıştır. Bişr b. Mu'temer de bu anlamda onaylamıştır.

Ahitnamenin Sol Tarafının Şahidleri

Müminlerin emiri -Allah ona uzun ömürler versin- veliahtlık sözleşmesi olan ve bu vesileyle Sırat köprüsünden geçmesi umduğu bu yazının ön ve arka tarafının efendimiz Resulullah (s.a.a)'in mutahhar hareminde Ravza'yla Minber arasında, Haşimoğullarıyla diğer ileri gelenlerin ve askeri makamların gözleri önünde biat şartları yerine getirildikten sonra açık bir şekilde ve herkesin karşısında okunmasını, böylece cahil kişilerin halk arasında yaydığı şüphenin ortadan kalkmasını emretmiştir; nitekim müminlerin emiri bununla hücceti tamamlamış ve Müslümanlara kaçış yolunu kapatmıştır ki "Allah, müminleri içinde bulunduğunuz (şu) durumda bırakacak değildir." (Âl-i İmran, 179) Fazl b. Selh müminlerin emirinin fermanı üzerine bunu sözleşme tarihinde yazmıştır.

Erbilî'nin Keşfu'l - Gumme'de kaydettikleri burada bitiyor.[1139] Bu iki mektubu, kitabımızın özetleme metodunu izlediğimiz diğer yerlerinde yaptığımızın aksine özetlemeden, olduğu gibi naklettik; çünkü her iki mektup ve şahitlerin şahitliği içeriklerinin doğruluğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır; eğer bunu özetleyecek olsaydık böyle açık bir sonuç alamazdık.

İbn-i Tiktakî (ö. 709 hicri) her iki mektubun özetini "el-Fahrî" adlı eserinin "adabu's - sultaniye" bölümünde kaydederek şöyle demiştir:

Me'mun kendisinden sonraki hilafeti düşünerek (kendi hayalince) üzerinden sorumluluğu atmak için onu salih bir kişiye bırakmak istedi. İşte bu nedenle Abbasî ve Alevî ailesinin ileri gelenlerinin durumunun göz önünde bulundurup Ali b. Musa Rıza (a.s)'dan daha salih, daha üstün, daha takvalı ve daha dindar birini bulamadığını söylemiş; böylece onu kendine veliaht seçti; bu konuda kendi eliyle sözleşme yazdı ve İmam Rıza (a.s)'a onu kabul etmesi için baskı uyguladı. O hazret başta bu veliahtlığı kabul etmediyse de sonunda kabul etti ve Me'mun'un mektubunun arkasına şu anlamda bir yazı yazdı:

Her ne kadar da Cefr ve Câmia bunun aksini ortaya koyuyorsa ve şahidler onlara tanıklık ettilerse de ben halifenin emrine itaat etmek için kabul ediyorum.[1140]

Allame Meclisî (ö. 1111 kameri) her iki mektubun tamamını Keşfu'l - Gumme'den alarak Biharu'l - Envar adlı eserine nakletmiştir.[1141]

Hulefa Mektebinde Cefr ve Câmia

Mir Seyyid Ali b. Muhammed b. Ali Hanefî Esterabadî (ö. 816), Kadı Azdulicî'nin (ö. 756) "Mevakif" adlı eserine yazdığı şerhte "Cefr" ve "Câmia"dan şöyle bahsetmiştir:

Cefr ve Câmia İmam Ali'nin -Allah ondan razı olsun- harif ilmi yoluyla dünyanın sonuna kadar vuku bulacak olayları yazmış olduğu iki kitaptır; onun soyundan gelen imamlar onları biliyor ve onlardan yararlanarak hüküm veriyorlardı. Ali b. Musa Rıza'nın (r.a) Me'mun'un veliahtlığını kabul ettiğine dair yazdığı mektupta şöyle geçer: Sen babalarının inkar ettiği bizim haklarımızın bir bölümünü tanıdın; ben senin veliahtlığını kabul ediyorum; fakat Cefr ve Câmia bu işin tamamlanmayacağını bildiriyorlar…[1142]

Taş Köprüzade Mevla Ahmed b. Mustafa (ö. 962 kamerî) Miftahu's - Seade ve Misbahu's - Siyade adlı eserinde şöyle yazıyor:

Halife Me'mun kendisinden sonra hilafetin Ali b. Musa Rıza'ya ulaşmasını kararlaştırıp ona bir ahitname yazınca, Ali b. Musa Rıza, Me'mun'un mektubunun sonunda şöyle yazdı: "Kabul; fakat Cefr ve Câmia bunun tamamlanmayacağını ortaya koymaktadırlar." Nitekim onun söylediği gibi de oldu; çünkü Me'mun bundan dolayı Haşimoğulları tarafından bir fitnenin çıkmak üzere olduğunu anlayınca, tarih kitaplarında geçtiği üzere Ali b. Musa Rıza'yı üzümle zehirledi.[1143]

Hulefa Mektebinde Cefr ve Câmia'dan bahseden kişilerden biri de Şeyh Kemaluddin Ebusalim İbn-i Talha Muhammed b. Talha-i Nusaybinî-i Şafiî'dir (ö. 652 hicri kameri). Keşfu'z - Zunun'da söylendiğine göre küçük bir kitap olup başında, "elhamdulillah'il-lezi etlea men ictebahu…" şeklinde geçen Şeyh Kemaluddin, "el-Cefru'l - Câmi ve'n - Nuru'l - Lami" adlı eserinde İmam Sadık (a.s)'ın soyundan olan imamların Cefr'i tanıdıkları geçmektedir…[1144]

Yine Cefr ve Câmia ilmi hakkında ondan şöyle nakledilmiştir: Cefr ve Câmia iki değerli kitaptır. Onlardan birini İmam Ali b. Ebutalib (r.a) Kufe mescidinin minberinde yaptığı konuşmasında bahsettiği ve diğeri ise Resulullah (s.a.a)'in sır olarak Ali'ye imla edip yazmasını emrettiği ve Ali'nin de dağının harfler şeklinde ve Adem'in Sıfrı metoduyla ince ve işlenmiş bir deve derisi üzerine yazdığı kitaptır. Bu kitap geçmiş olaylardan ve gelecekte vuku bulacak hadiselerden bahsettiği için halk arasında meşhurdur.[1145]

İbn-i Haldun kendi Mukaddime'sinde şöyle diyor: (İmam) Cafer-i Sadık ve Ehlibeytten olan onun gibilerin çok sayıda keşif ve kerametleri vardır; bu konuda onların kaynağı sahip oldukları velayet makamıdır -Allah daha iyisini bilir-. Eğer Resulullah (s.a.a)'in soyundan olmayan Allah'ın velilerinden bu gibi şeylerin baş gösterdiği inkar edilmezse, o halde haklarında Resulullah (s.a.a)'in, "Aranızda muhaddesler olacaktır" buyurduğu kimseler bu yüce makama, büyük kerametlere herkesten daha layıktırlar.[1146]

İbn-i Haldun'un daha sonra söylediği sözler özet olarak şöyledir:

Zeydiye fırkasının önderi Harun b. Said-i İclî'nin (İmam) Cafer-i Sadık'tan rivayet ettiği bir kitabı vardı. Onun gelecekte (Resulullah -s.a.a-'ın) Ehlibeytinin, özellikle onların bazılarının karşılaşacakları olayları bildirilmişti. (İmam) Cafer-i Sadık ve Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeytinden olan diğerleri, Allah'ın bu gibi velilerine has olan keramet ve mükaşefe yoluyla gelecekten haber veriyorlardı. Gelecekle ilgili verilen bu bilgilerin tümü İmam Cafer-i Sadık'ın yanındaki bir buzağının derisi üzerine yazılmıştır… Bu kitapta İmam Cafer-i Sadık'tan Kur'an-ı Kerim tefsiri ve onun batınından anlaşılan hayret verici derin anlamlar yazılmıştır… Eğer bu kitabın (İmam) Cafer-i Sadık'a istinadı doğru ise, ister o hazretin kendisinden olsun ve ister tümü keramet sahibi olan o ailenin diğer ileri gelenlerinde şüphesiz iyi bir isnattır. O hazretin akrabalarından bazılarına gelecekte kendilerini bekleyen olayları haber verip onları sakındırdığı ve sonunda onun buyurduğu gibi olduğu doğrudur.

Cafer-i Sadık hazretleri amcası oğlu Zeyd'in oğlu Yahya'yı kıyamının sonucundan sakındırdığı, öldürüleceğini bildirerek onu uyardığı; fakat Yahya'nın kabul etmeyerek kıyam ettiği ve sonunda Cafer-i Sadık'ın buyurduğu gibi Cevzcan'da öldürüldüğü meşhurdur.

Onların dışında herkesin keramet sahibi olabileceği kabul edilirse, ilim, din, Resulullah (s.a.a)'in rivayet ve sünneti konusunda herkesten önde olan ve Allah'ın özel lütuf ve inayetine sahip olan Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Ehlibeytinin mükaşefe ve keramete sahip olmalarında şüphe edilebilir mi?!!! Oysa köklerinin asaleti dal ve budakların temizliğine tanıklı eder. Ehlibeytten belli bir kişinin ismi getirilmeden onların gelecekle ilgili haber verdikleri bir çok defa rivayet edilmiştir[1147].

Ebu'l Alâ-i Muarra (ö. 449 hk.) bu konuda şu beyitleri okumuştur:

 

Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeytin ilminin /

Cefr'de (bir deride) gelmesine şaşırdılar

Halbuki müneccimin daha küçük aynası /

Onlara tüm bayındırlıkları ve çölleri gösterir.[1148]

 

* * *

Yukarıdaki hadislerde Ehlibeyt İmamlarının (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) geçmiş ve gelecekle ilgili olayları kapsayan Ali'nin Cefr'i ve Fatıma'nın Mushaf'ına müracaat ettiklerini gördük. Ve yine "Cefr"den Hulefa Mektebinin muteber kitaplarında bahsedildiğini ve hatta bazılarının Ehlibeyt İmamlarının (a.s) onlara müracaat ettiklerini kaydettiklerini gördük. Şimdi ise Ehlibeyt İmamlarının (a.s) Emirulmüminin Ali (a.s)'ın İslam hükümlerini kapsayan Câmia kitabına müracaat edişlerini inceleyeceğiz.

Ehlibeyt İmamlarının (a.s) Câmia Kitabına Müracaatı

Yaptığımız araştırmada direkt olarak İmam Ali (a.s)'ın kitabından rivayet eden ilk kişinin Ali b. Hüseyin (İmam Zeynulabidin) (a.s) olduğunu gördük. Nitekim Kâfî, Men La Yehzuruhu'l - Fakih, Tehzib, Meani'l - Ahbar ve Vesail kitaplarında şöyle geçer: -ifade Kâfî'nindir-:

Eban'dan[1149] şöyle rivayet edilmiştir: Ali b. Hüseyin (a.s)'dan, "Adamın biri mal varlığından bir şeyin belli bir yerde harcanmasını vasiyet etmiş, fakat onun miktarını belirtmemiştir; bu konuda vazifemiz nedir?" diye sorduklarında İmam (a.s), "Ali (a.s)'ın kitabında onun miktarı terekenin altıda biri olarak belirtilmiştir" buyurdu.[1150]

İmam Seccad (a.s)'dan sonra İmam Ali (a.s)'ın Câmia kitabından İmam Muhammed Bâkır (a.s) rivayet etmiştir. Bu konu Hisal, İkabu'l A'mal ve Vesail kitaplarında kaydedilmiştir. İmam Muhammed Bâkır şöyle buyurmuştur:

"Ali'nin kitabında şu üç özelliğe sahip olanın ölmeden önce onun vebalini göreceği kaydedilmiştir: Zulüm, akraba ilişkilerini kesmek ve yalan yer yemin ederek Allah'la savaşmak."[1151]

Yine İmam Muhammed Bâkır (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "İnsanın babası ve evlatlarının malından alması, oğlunun cariyesiyle cinsel münasebette bulunması,[1152] evlenirken kadının kusurunun gizlenmesi,[1153] yalan yere yemin etmek[1154] ve ihramlıyken avlanan kişinin hükmü Ali (a.s)'ın kitabında şöyledir.[1155]

Ve yine şöyle buyurmuştur: Biz Ali (a.s)'ın kitabında, Allah hakkında iyi zan ve iyi ahlakın farz olduğunu,[1156] dilsizin dilinin kesilmesinin hükmünü,[1157] bir yeri bayındırlaştırdıktan sonra bırakın kimsenin hükmünü,[1158] zekat vermeyi önlemenin etkisi[1159] ve dişin diyetinin hükmünün[1160] ne olduğunu gördük."

Bir gün Ali b. Hüseyin (a.s)'ın kendisine ilgi duyduğu Meysem-i Temmar'ın oğlu Yakub İmam Muhammed Bâkır (a.s)'ın huzuruna girerek, "Ben babamın kitabında Ali (a.s)'ın babama, 'Ey Meysem! Âl-i Muhammed-i sevmek istiyor musun?... Ben Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu duydum…' buyurduğunu okudum" dedi. İmam Bâkır (a.s) Yakub'a, "Yanımızdaki Ali (a.s)'ın kitabında da böyle geçmiştir" buyurdu.[1161]

İmam Sadık (a.s) da değerli babası Muhammed Bâkır (a.s)'dan şöyle rivayet etmiştir: "Ben Ali (a.s)'ın kitabında Resulullah (s.a.a)'in muhacirler, ensar ve Medine halkından onlara katılanlar arasında bir sözleşme yazdığını okudum…"[1162]

Yine İmam Sadık (a.s) Ali (a.s)'ın kitabından şu meseleler hakkında rivayet etmiştir: Hilali görmekle ayın başladığının anlaşılması,[1163] öğlenin fazilet vaktinin beyanı,[1164] muhaliflerle Cuma namazı kılmanın hükmü,[1165] kedi yemeğinden artakalanın hükmü,[1166] ihram halinde ölen kimsenin hükmü,[1167] lübade* giyen ihramlı kişinin hükmü (iki hadiste),[1168] bağırtlak kuşunu avlamanın kefareti (iki hadis),[1169] bağırtlak kuşunun yumurtasının kefareti (üç hadis),[1170] Ka'be'yi belli sayısından fazla tavaf etmek (bir hadis),[1171] umre-i mufrede,[1172] büyük günahların sayısı (iki hadis),[1173] yetimin malını yeme (bir hadis),[1174] dedeleri olduğu halde erkek kardeşlerin anneden miras almaları hükmü (iki hadis),[1175] delil ve yemin hükmü (iki hadis),[1176] dünya misali (bir hadis),[1177] yaşa göre had uygulamada kırbaç vurma şekli,[1178] livat (oğlancılık) haddi (cezası),[1179] içki ve şarap içene had uygulanmasının isbatı,[1180] şarap ve içki içenin haddi,[1181] av köpeğinin diyeti,[1182] kadınların avret mahallini kesmenin haddi,[1183] kesilen hayvanın kesildikten sonra can verme hali (iki hadis),[1184] ölen kişinin terekesinde payı belli olmayan kişinin mirastan hakkı,[1185] evcil eşek etinin yenmesinin keraheti,[1186] yenmesi haram olan balık çeşitleri (altı hadis);[1187] amcalarla birlikte dayıların mirası,[1188] iddet günlerinde rücu etmeksizin talak,[1189] suda boğulan ve enkaz altında kalanın mirası.[1190]

Yine o hazret, "Biz Ali (a.s)'ın kitabında eli kesik bir kişiyi öldürenin hükmünü gördük" buyurmuştur.[1191]

Bu konuda İmam Sadık (a.s)'dan nakledeceğimiz son konu o hazretin şu buyruğudur: "Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Hz. Ali (a.s)'a imla ettiği kitapta, Allah Teala'nın namaz ve orucunun çokluğundan dolayı azaplandırmayacağı, aksine onun ecir ve mükafatını artıracağı geçmiştir."[1192]

* * *

Buraya kadar Ehlibeyt İmamlarının (a.s) İmam Ali (a.s)'ın kitabından naklettikleri ve o hazrete isnat ettikleri bazı hadislere değindik. Biz bu konudaki tüm hadisleri rivayet etmek istemedik; aksine sadece konumuz için bazı örneklere değindik.

Şimdi aşağıda İmam Ali (a.s)'ın kitabını kendi gözleriyle gören, onu okuyan ve tavsif eden Ehlibeyt İmamlarının (a.s) ashabının rivayetlerine değineceğiz.

Ehlibeyt İmamlarının Ashabından Ali (a.s)'ın Kitabını Görenler

1- Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir: İmam Muhammed Bâkır (a.s) bana üzerinde helal ve haramlar ve miras hissesi yazılmış olan bir kitap gösterdi. Ben o hazretten, "Bu nedir?" diye sordum. İmam (a.s), "Bu Resulullah (s.a.a)'in imlasıdır; Ali (a.s) onu kendi eliyle yazmıştır" buyurdu. Ben, "Bu kitap çürümez mi?" dedim. İmam, "Neden çürüsün ki?" buyurdu. Ben, "Eskimez mi?" diye sordum. İmam (a.s), "Niye eskisin ki?" buyurdu ve daha sonra, "Bu Câmia'dır (veya Câmia'nın bir parçasıdır)" şeklinde ekledi.[1193]

2- İki senetle Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet edilmiştir: Ebu Cafer -İmam Sadık- (a.s) bana Ali (a.s)'ın kitabından biraz okudu. Okuduğunun bir bölümü şöyleydi: "Pulsuz balık, zimmir balığı*, yılan balığı, su yüzünde yüzenler ve dalak yemeniz yasaklanmıştır." Ben, Ey Resulullah (s.a.a)'in torunu! Allah'ın rahmeti sizin üzerinize olsun; biz derisi olmayan bir balık gördük" dedim. İmam (a.s), "Derisi olan balıkları ye; fakat derisi olmayan balıkları yemekten sakın" buyurdu.

Yukarıda çeşitli senetlerle İmam Sadık (a.s)'dan naklettiğimiz altı hadiste İmam (a.s) hükümleri İmam Ali (a.s)'ın kitabından rivayet etmişti; biz bu hadislerin kaynağını, yenmesi haram olan balıklar dipnotunda getirmiştik.[1194]

3- Besairu'd - Derecat kitabında Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir: Ben İmam Bâkır (a.s)'ın huzurundayken Câmia'yı getirmelerini emretti, Câmia'yı getirdiklerinde İmam (a.s) onun, "Bir kadın ölür de kocasından başka mirasçısı olmazsa, terekesinin hepsi kocasını ulaşır" konusunu okumaya başladı.[1195]

4- Abdumelik b. A'yun'dan[1196] şöyle rivayet edilmiştir: "Ebu Cafer (a.s) bana Ali (a.s)'ın kitabının bir kısmını gösterdi…"[1197]

5- Ve yine Besairu'd - Derecat kitabında Abdulmelik'ten şöyle rivayet edilmektedir: "İmam Bâkır (a.s) Ali (a.s)'ın kitabını getirmelerini emretti. İmam Sadık (a.s) onu getirdi. İnsan bacağı büyüklüğünde dürülmüş bir kitap olan bu kitapta şunlar geçmişti…"[1198]

6- Kâfî ve Tehzib'de Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet edilmiştir: İmam Bâkır (a.s)'ın okuduğu kitaba bakınca onda şöyle yazıldığını gördüm: "Erkek kardeşin oğluyla dede mirasta eşit paya sahiptirler." İmam Bâkır (a.s)'a, "Bizim tanıdığımız bu adamlar böyle bir hüküm vermezler; onlar dedeyle birlikte erkek kardeşin oğlunun bir şey almasını kabul etmezler" dedim. İmam (a.s), "Bu okuduğun Resulullah (s.a.a)'in imlası ve Ali (a.s)'ın yazısıdır" buyurdu.

7- Başka bir rivayette Muhammed b. Müslim'den şöyle nakledilmiştir: İmam Sadık (a.s) miras kitabını açıp karşıma koyunca ilk karşılaştığım şey erkek kardeşin oğluyla dedenin miras payıydı…[1199]

Muhammed b. Müslim'in bu soru ve cevaptan sonra bu kitabın miras hisseleri konusundan önemli şeyler elde ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Kâfî, Men La Yehzuruhu'l - Fakih, ve Tehzib'de Muhammed b. Müslim'den bir çok rivayet nakledilmiştir:

8- İmam Bâkır (a.s), bana, Resulullah (s.a.a)'in imlası ve Ali (a.s)'ın el yazısıyla yazılmış olan miras kitabını okuttu. Ben bu kitapta ölen kişiden geriye kalan kızı ve annesinden, terekesinin yarısını kızının alacağını gördüm… (hadis uzundur).[1200]

9- Tehzib'de Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet edilmiştir: İmam Muhammed Bâkır (a.s) bana Resulullah (s.a.a)'in imlası ve Ali (a.s)'ın yazısıyla yazılmış olan miras kitabını okuttu. Ben o kitapta miras hissesinin avl'ı[1201] olmayacağını gördüm.[1202]

Zurare de İmam Ali (a.s)'ın miras kitabıyla Hulefa Mektebi fakihlerinin görüş farklılığını görünce hayrete düşmüştür. Ömer b. Uzeyne bu konuyu rivayet eder:

10- Ömer b. Uzeyne Zurare'den şöyle rivayet eder: Eba Cafer'den -İmam Muhammed Bâkır (a.s)- dedenin miras payını sorunca İmam (a.s) bana, "Emirulmüminin Ali (a.s) dışında gördüğüm herkes bu konuda kendi reyini söylemiştir" buyurdu. Ben, "Allah hayrınızı versin; Emirulmüminin Ali (a.s) bu konuda ne söylemiştir?" diye arzettim. İmam (a.s), "Yarın gel de Ali (a.s)'ın kitabında yazılanı kendin oku" buyurdu. Fakat ben, "Allah size hayır versin; kendiniz buyurun; ben kendim kitaptan okumaktansa sizin sözünüzü duymayı daha çok seviyorum" dedim. Ama İmam (a.s) tekrar, "Sana ne söylüyorsam onu dinle! Yarın gel de onu kitaptan kendin oku" buyurdu.

Ertesi gün öğleden sonra İmam (a.s)'ın huzuruna gittim. Normalde öğle ve ikindi namazı arasında bir süre İmam (a.s)'la bir köşeye çekilip konuşuyorduk. Fakat ben huzuruna gelen kişiler nedeniyle İmam (a.s)'ın bana takiyye yaparak cevap vermesinden endişelendiğim için sorumu yalnız olmadığımız zaman sormak istemiyordum!

İmam (a.s)'ın evine girdiğimizde oğlu İmam Sadık (a.s)'a dönerek, "Miras kitabını okuması için Zurare'ye ver" buyurdu ve sonra kendisi uyumak için kalkıp gitti. Odada İmam Sadık (a.s)'la yalnız kaldık. İmam Sadık (a.s) kalkarak deve bacağı gibi büyük olan sahifeyi getirip karşıma bırakarak, "Bunda gördüklerini hiç kimseye anlatmayacağına dair yemin etmedikçe onu okumana müsaade etmem" buyurdu, ama, "Babam sana müsaade etmez" buyurmadı. Ben, "Allah size hayır versin; neden bu kadar sıkı tutuyorsunuz; babanız da size böyle bir şey emretmedi?!" dedim Fakat İmam (a.s), "Söylediğim gibi sen ancak bu şartla kitabı görebilirsin" buyurdu. Ben, "Dediğinizi gibi olsun; kabul ediyorum" dedim. Ben miras hissesini bölüştürmek ve vasiyet konusunu iyi bilen bir kişiydim; bilinçli ve bu konuda hesabı güçlü olan biriydim; bir süredir miras ve vasiyet konusunda yeni bir şeyle karşılaşmak istiyordum. Dolayısıyla büyük bir iştiyakla gözelerimi bu kitaba diktim. Bu kitabın bir bölümünü açınca geçmişlere ait olduğunu gösteren çok büyük bir kitap olduğunu gördüm. Kitabı okumaya başladım ve hayretle bağışta bulunmaktan marufu emretme konusuna kadar bu kitapta geçenlerin halk arasında yaygın olan kesin şeylerin tam aksine olduğunu gördüm; bu nedenle rahatsız olarak onları önemsemeden, düşüncesiz ve dikkatsiz bir şekilde baştan sonuna kara okudum ve kendi kendime, "Yanlıştır!" dedim. Sonra onu yeniden eskisi gibi sarıp İmam Sadık (a.s)'a teslim ettim. Ertesi gün İmam Bâkır (a.s)'ın huzuruna varınca benden, "Miras kitabını okudun mu?" diye sordu. Ben, "Evet" dedim. İmam (a.s), "Onu nasıl buldun?" diye sordu. Ben, "Yanlış ve değersiz; hepsi halkın kabul ettiklerinin tam tersineydi!" dedim. İmam (a.s), "Hayır vallahi" buyurdu, "Ey Zurare! O gördüklerinin tümü haktır. O yazılar Resulullah (s.a.a)'in imlası ve Ali (a.s)'ın yazısıdır."

Şeytan içimden beni vesvese edip, "İmam onların Resulullah (s.a.a)'in imlası ve Ali (a.s)'ın kendi eliyle yazdığı yazısı olduğunu nereden biliyor?" diye düşünmeye başladım. Daha konuşmaya başlamadan İmam (a.s), "Ey Zurare!" buyurdu, "Şüphe etme; Şeytanı kendinden uzaklaştır; vallahi sen şüpheye düştün. Ben bu yazının Resulullah (s.a.a)'in imlası ve Ali (a.s)'ın yazısı olduğunu nasıl bilmem?! Oysa babam dedemden bunları Emirulmüminin Ali (a.s)'ın buyurduğunu nakletmiştir." Ben, "Hayır! Nasıl olur?" dedim; "Allah beni size feda etsin; şimdi o kitaptan bir şey aklımda kalmadığı için pişmanım. Eğer onu okumadan önce makam ve önemini bilecek olsaydım, onun bir harfini bile kaçırmazdım…"[1203]

Bu rivayetlerden o dönemde İslam toplumu miras hissesini bölüştürme konusunda tamamen Hulefa Mektebinin fakihlerinin içtihad ve reyine göre davranıp ona alışmış, Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) mirasın taksimini Ali (a.s)'ın kitabının Resulullah (s.a.a)'ten açıkladığı şekilde yayma konusunda oldukça çaba harcadıkları anlaşılmaktadır. İşte bu konuda Zurare ve Muhammed b. Müslim şaşırmış, daha sonra tövbe ederek miras sahifesinde okudukları şeye müracaat edip onu rivayet etmeye başladılar. Bu konuda Zurare'nin kendisi şöyle rivayet etmiştir:

11- İmam Bâkır (a.s), İmam Sadık (a.s)'a miras sayfasını okumama müsaade etmesini emretti. Bu sahifede gördük ki…[1204]

İki hisse hakkında ise (iki hadisle) şöyle diyor:

12- İmam Sadık (a.s) miras sahifesini bana gösterdi…[1205]

Ve yine diyordu ki…

13- Ben miras sahifesinde şu konuyu okudum:…[1206]

14- İmam Sadık (a.s)ın sahifeyi gösterdiği kimselerden biri de Ebu Basir'dir.

Kâfî ve Tehzib'de Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir: İmam Sadık (a.s)'dan miras hakkında bir meseleyi sordum. O hazret bana, "Ali (a.s)'ın kitabını görmek istiyor musun?" buyurdu. Ben, "Ali (a.s)'ın kitabı yıpranmamış mı?" diye sordum. İmam (a.s), "Ey Ebu Muhammed! Ali (a.s)'ın kitabı yıpranmamıştır -başka bir nüshada ise 'yıpranmaz'-" buyurdu. Sonra İmam Sadık (a.s) Ali (a.s)'ın kitabını getirdi. Büyük ve değerli bir kitaptı. O kitapta şöyle yazıldığını gördüm: "Eğer biri ölür de kendisinden geriye amca ve dayısı kalırsa. Mirasından amcasına üçte iki, dayısına ise üçte bir verilir."[1207]

Bu hadiste Ebu Basir, Ali (a.s)'ın kitabının üzerinden bir asır geçmesine rağmen yıpranmayışına şaşırıyor; oysa şimdi üzerinden asırlar geçtiği halde yeniliğini koruyan kitaplar görmekteyiz. Buna rağmen Ebu Basir diğer rivayetlerinde böyle şaşkın görünmüyor. Örneğin:

15- Kâfî'de Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir: İmam Sadık (a.s), Ali (a.s)'ın miras kitabını(n bir bölümünü) bana okudu. Onda geçen hisselerin çoğu beş ve dört ve en fazlası ise altı hisseydi.[1208]

Meclisî, Mir'atu'l - Ukul'da şöyle yazıyor: Kız çocuğuyla ebeveynden biri kalırsa Şia Mektebine göre miras dört kısma ayrılır.

16- Yine Kâfî ve Tehzib'de Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir:

Ben İmam Sadık (a.s)'ın huzurunda oturmuştum. O sırada Câmia'yı getirmelerini emretti. İmam (a.s) o kitabı okumaya başladı. İmam (a.s) bu kitapta, "Eğer bir kadın ölür de tek mirasçısı kocası olursa, mirasının hepsi kocasına verilir" konusunu okuyordu.[1209]

17- Muatteb'dan[1210] şöyle rivayet edilmiştir: İmam Sadık (a.s), Ali (a.s)'ın kitaplarından olan eski bir sahife getirdi; bu sahifede şahitlik yaparken ne söylememiz gerektiğinden bahsedilmişti.[1211]

18- İbn-i Bukeyr'den[1212] ise şöyle rivayet edilmiştir: Zurare, İmam Sadık (a.s)'dan tilki, sansar, sincap ve… kürkü üzerinde namaz kılmanın hükmünü sordu. İmam (a.s) bir kitap getirerek, "Bu kitap Resulullah (s.a.a)'ın sözleridir" buyurdu ve sonra onu açarak şöyle okudu: "Etinin yenmesi haram olan her hayvanın kürkü, kılı, derisi, idrarı ve pisliğiyle namaz kılmak batıldır. Etinin yenmesi helal olan başka bir hayvana ait bu şeyler üzerine yenilemedikçe böyle bir namaz kabul değildir." İmam (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Zurare! Bu Resulullah (s.a.a)'tendir; bunu ezberle…"[1213]

Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) bazen vuku bulacak olaylar hakkında bilgi edinmek için Cefr kitabı ve Fatıma'nın Mushafına müracaat ediyorlardı. İslam hükümleri ve adabını beyan etmek için de Câmia kitabına müracaat ediyorlardı; Câmia'dan da bazen senedini kaydederek ve bazen de senedine değinmeden rivayet ediyorlardı. Aşağıdaki iki örnek bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

A- Erkek Kardeşin Oğluyla Dedenin Miras Hissesi

Muhammed b. Müslim yukarıdaki rivayette demiştir ki: İmam Sadık (a.s) miras sahifesini getirip önüme açtı. Bu sahifede gözüme çarpan ilk şey mirasın erkek kardeşin oğlu ve dede arasında eşit olarak bölüştürülüp her birine malın yarınının verilmesi gerektiğiydi. Bu nedenle İmam (a.s)'a, "Fedanız olayım!" dedim; "Kadılar böyle hükmetmiyorlar ve ölenin dedesi olursa erkek kardeşin oğluna bir şey vermiyorlar!" İmam (a.s), "Bu kitap Ali (a.s)'ın yazısı ve Resulullah (s.a.a)'in imlasıyla yazılmıştır" buyurdu.

Ve yine bu konuda, Kâfî'deki diğer iki rivayet de Ali (a.s)'ın kitabına işaret etmeksizin bu anlamda gelmiştir:

Eban b. Tağlib'den olan birinci rivayette şöyle geçer: İmam Sadık (a.s)'dan, erkek kardeşin oğlu ve dedenin mirastan payını sorduğumda, "Mal aralarında yarı yarıya bölüştürülür" buyurdu.

Ebu Basir'den olan ikinci rivayette ise şöyle geçmiştir: Biri İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık (a.s)'dan erkek kardeşin oğlu ve dedenin hissesinin ne kadar olduğunu sorduğunda, "Malın tamamı o ikisi arasında ikiye bölünür" buyurduğunu duydum.

Aynı sonuca sahip olan üçüncü rivayeti Kasım b. Süleyman İmam Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet eder: Ali (a.s) dedeyle birlikte olan erkek kardeşin oğlu babasının mirasını vermiştir.

B- Ehlibeyt İmamları (a.s) "Avl"ı Batıl Biliyorlar

Avl fıkıhta, mirasçıların hissesinin mirastan fazla olmasıdır. Bu ise eşlerden birinin ölen kişinin mirasçılarından olması durumunda söz konusu olmaktadır. Örneğin, eğer biri ölür de ondan geriye iki kızı, babası, annesi ve karısı olursa, mirasından kızların her birine üçte bir, babasıyla annesinin her birine altıda bir ve karısını ise sekizde bir verilir. Paylar en fazla altı olduğu için farz gereği sekizde bir miktarı fazla geliyor. Bu durumda miras payını denkleyenler bu miktarı Hulefa Mektebi fıkhı gereğince mirasçıların her birinin payından düşürmektedirler. Fakat Ehlibeyt Mektebinde böyle değildir; Ehlibeyt Mektebinde eksiltme Allah Teala'nın kendisi için başka bir pay belirtmediği mirasçının payında yapılır.

Dolayısıyla, bazı şartlarda karısının mirasının yarısını alan ve şartlar değişince de payı yarıdan dörtte bire dünüşen, yani iki hisseye düşen erkekten bir şey eksilmez. Yine kocasının mirasının dörtte birini alan ve şartlar değiştiğinde payı sekizde bire düşen kadından da bir şey eksiltilmez. Çocuklarının mirasının üçte birini alan ve şartlar değiştiğinde payları altıda bire düşen baba ve annenin payından da bu azaltma yapılmaz.

Dolayısıyla, bu saydıklarımızın hisselerinden azaltma yapılmaz; bu örnekle bu eksiltme kızı ve kız kardeşinden yapılır. Şöyle ki, bir kişi olursa yarı ve eğer birden fazla olurlarsa üçte iki ve eğer mirasçılarını hisselerinin fazla olması nedeniyle onlara mirastan bu kadarı ulaşmazsa, geriye kalan onların malı olur. Buna göre miras, yukarıdaki örnekteki mirasçılar arasında şu şekilde taksim edilir:

Baba ve annenin her birini mirastan altıda bir ve karısına ise sekizde bir verilir. Mirastan geriye kalanı ölen kişinin iki kızına verilir.[1214]

Şimdi aşağıda, avl konusunda Ehlibeyt İmamlarından (a.s) nakledilen rivayetleri gözden geçirelim.

1- Muhammed b. Müslim, Fuzeyl b. Yesar, Bureyd-i İclî ve Zurare b. A'yen Ebu Cafer -İmam Bâkır- (a.s)'dan şöyle rivayet etmişlerdir. "Miras payları avl kabul etmezler ve altı payı da geçmez."[1215]

2- Ebu Meryem Ensarî, İmam Bâkır (a.s)'dan şöyle rivayet etmiştir: "Biriken kumların sayısının bilen kimse* mirasın altı paydan fazla olmadığını kesinlikle biliyordur."[1216]

3- Bukeyr,[1217]'den şöyle rivayet edilmişti: "Miras altı paydan oluşur; bu sayıyı geçmez; avl da kabul etmez; ölen kişinin mirası Allah'ın Kitabında geçtiği üzere pay sahiplerine aittir."[1218]

4- İbn-i Ebi Umeyr[1219] ve diğer birkaç kişi kanalıyla İmam Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Miras payı altıdır; bu sayıyı geçmez…"[1220]

5- Ali b. Said'den şöyle rivayet edilmiştir: Zurare'ye, "Bukeyr b. A'yen, İmam Bâkır (a.s)'dan bana, miras paylarının avl kabul etmediğini ve altıdan da fazla olmayacağını rivayet etti" dedim. Zurare, "Bu, İmam Bâkır ve İmam Sadık (a.s)'dan rivayet edilen doğru bir konudur; bizim dostlarımız bunun doğruluğunda şüphe etmezler" dedi.[1221]

İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık (a.s) senedine değinmeksizin bu konuda Allah'ın hükmünü bu şekilde beyan etmişlerdir. Fakat bu pâk imamlar aşağıda zikredeceğimiz rivayetlerde onların senetlerini de belirtmişlerdir:

6- Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir: İmam Bâkır (a.s)'a, "Bazen mirasta hisseler yüze varmakta ve hatta yüzü de geçmektedir" diye arzettim. İmam (a.s), "Altı hisseden fazla olmaz" buyurdu ve sonra şöyle devam etti: "Emirulmüminin Ali (a.s), 'Üst üste biriken kumları sayan -Allah-, -mirasta- hissenin altıdan fazla olmayacağını biliyordur; onun çeşitli yönlerine dikkat edecek olurlarsa onun altıyı geçmediğini görürler' buyurmuştur."[1222]

7- Yine Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir: İmam Sadık (a.s) bana Ali (a.s)'ın miras kitabını okudu; ondaki hisselerin çoğu dört, beş ve en fazla altıydı.[1223]

8- Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet edilmiştir: İmam Bâkır (a.s) Resulullah (s.a.a)'in imlası ve Ali (a.s)'ın yazısıyla yazılmış olan miras kitabını okumamı emretti. Ben o kitapta hisselerin avl kabul etmediğini gördüm.[1224]

İkinci örnekte İmam Bâkır ve İmam Sadık (Allah'ın selamı onların üzerine olsun), çeşitli rivayetlerde miras hisselerinde avl'ın olmayacağını ve altı hisseyi de geçmeyeceğini bildirmişlerdir. Ve bu rivayetlerin birinde de, "Üst üste birikmiş kum tanelerini sayan -Allah-ın hisselerde avl'ın olmayacağını kesin olarak biliyordur" şeklinde vurgulanmıştır.[1225]

Bu rivayetlerde meselenin hükmü senedine işaret edilmeden açıklanmışken altıncı hadiste Emirulmüminin Ali (a.s)'a isnat edilmiştir. Yedinci hadiste İmam (a.s)'ın kendisi Ali (a.s)'ın miras kitabını istenilen konuda raviye okumuş, sekizinci rivayette ise ravinin kendisi o konuda Resulullah (s.a.a)'in imlası ve Ali (a.s)'ın yazısıyla yazılmış olan miras sahifesini okumuştur; bütün bu rivayetlerde meselenin hükmü aynı şekilde beyan edilmiştir.

İmam Rıza (a.s)'ın miras konusunda Me'mun'a yazmış olduğu mektupta da yine aynı durumla karşılaşmaktayız. İmam (a.s) bu mektupta şöyle buyurmuştur: "Miras Allah Teala'nın kendi Kitabında da buyurduğu gibi avl kabul etmez."

Bu iki durum dışında ve Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) şerî hükmü açıklarken de durum aynen böyledir. Çünkü onlar bütün her şeyde dedeleri Resul-i Ekrem (s.a.a)'in buyruklarına müracaat etmektedirler. Öyle bir resul ki "kendi nefsinden, heva ve hevesinden konuşmaz; konuştuğu her şey vahiydir." İşte bu nedenle Ehlibeyt İmamlarının (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) hadislerinin senedi birdir. Onların hadisleri bir olduğu gibi sözleri de birdir.

İşte bu nedenledir ki İbn-i Sinan'ın dediğine göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Benden duyduğunuz bir şeyi babam adına ve babamdan duyduğunuz bir şeyi de benden rivayet etmeniz sakıncasızdır ve bu isimlerin değiştirmenizin bir mahzuru yoktur."[1226]

Ve yine o hazretten, "Acaba sizden duyduğum bir hadisi babanızdan veya babanızdan duyduğum bir hadisi sizden rivayet edebilir miyim?" diye soran Ebu Basir'e, "İkisi de birdir; ancak onu babamdan rivayet etmeni daha çok isterim" buyurmuştur.[1227] Veya Cemil'e,[1228] "Benden duyduklarını babamdan rivayet et" buyurmuştur.[1229]

Ve yine bu nedenledir ki, "Sizden duyduğum bir hadisi, -bir süre sonra- sizden mi, yoksa babanızdan mı duyduğumu bilemiyorum. Bu konuda vazifem nedir?" diye soran Hafs-ı Bahterî'e,[1230] "Benden duyduğunu babamdan rivayet et; benden duyduğun hadisi Resulullah (s.a.a)'ten rivayet et" buyurmuştur.[1231]

Hişam b. Salim,[1232] Hammad b. Osman ve diğerlerinin o hazretten rivayet ettikleri şu rivayet de bu esasa dayanmaktadır: "Benim hadisim babamın hadisidir, babamın hadisi dedemin hadisidir, dedemin hadisi Hüseyin'in hadisidir, Hüseyin'in hadisi Hasan'ın hadisidir; Hasan'ın hadisi Emirulmüminin Ali'nin hadisidir; Emirulmüminin Ali'nin hadisi Resulullah (s.a.a)'in hadisidir ve Resulullah (s.a.a)'in de hadisi Allah Teala'nın buyruğudur."[1233]

Ve yine bu nedenledir ki Ebu Cafer -İmam Bâkır- (a.s), "Bana bir hadis buyurduğunuzda onun senedini de buyurun" söyleyen Cabir'e, "Babam bana Resulullah (s.a.a)'ten, Cebrail'den ve Allah Teala'dan rivayet etmiştir. Sana söylediğim hadislerin hepsinin senedi budur…" buyurmuştur.[1234]

Sure b. Kelib'le Zeyd b. Ali b. Hüseyin (a.s) arasında geçen aşağıdaki konuşma da buna dayanmaktadır. Keşşi, Sure'den şöyle rivayet eder: Zeyd b. Ali benden şöyle sordu:

- Ey Sure! -İmam- Sadık'ın senin söylediğin gibi olduğunu nasıl anladın?

- Bu konuda bilgili birisiyle karşılaştın.

- O halde söyle de görelim.

- Biz kardeşin Muhammed b. Ali'nin (İmam Bâkır) huzuruna çıkıp ondan sorularımızı soruyorduk. O, "Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur ve Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de böyle buyurmuştur" söylüyordu. Kardeşin Muhammed'den sonra siz Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeytine geldik; sen de onların arasındaydın. Siz onların bir bölümünü cevapladınız; fakat sorduklarımızın hepsini cevaplamadınız. Nihayet kardeşinizin oğlu Cafer'e gittik. Cafer bize babası gibi, "Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur ve Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de böyle buyurmuştur" şeklinde cevap verdi.

Bunun üzerine Zeyd tebessüm ederek şöyle dedi:

- Vallahi bunun nedeni Ali (a.s)'ın kitaplarının onun yanında olmasıdır.[1235]

Ve yine bu nedenledir ki İbn-i Şibrime şöyle demiştir: Hiç unutmam; Cafer b. Muhammed -İmam Sadık- ne zaman, "Babam bana dedemden ve Resulullah'tan şöyle rivayet etmiştir" söyleseydi -bu senedin yüceliğinden dolayı- neredeyse kalbi yarılacaktı. Vallahi o hazretin babası dedesine ve dedesi de Resulullah (s.a.a)'e yalan bağlamamıştır.

İbn-i Şimbirme daha sonra şöyle devam ediyor: İmam (a.s), Resulullah (s.a.a)'ten şöyle rivayet etmiştir: "Kıyas ilkesine göre davranan kendisi helak olduğu gibi diğerlerini de helakete sürüklemiş olur; bilgisi olmadan, nasih ve mensuh*, muhkem ve müteşabihi bilmeden fetva veren kimse de kendisi helak olduğu gibi diğerlerini de helakete çekmiş olur."[1236]

Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) hükümleri açıklarken Allah ve Resulü (s.a.a)'in buyruklarına, Hulefa Mektebi ulaması ise rey ve kıyasa dayandıkları için hükümlerin beyanında bu iki mektep arasından ihtilafın baş göstermesi kaçınılmazdır. Nitekim aşağıdaki hadis de bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

Azafir Sayrefî'den[1237] şöyle rivayet edilmektedir: Hakem b. Uteybe'yle[1238] birlikte Ebu Cafer (İmam Bâkır) -a.s-'ın huzurundaydık. Hakem sürekli İmam (a.s)'dan soru soruyor ve İmam (a.s) da ona ikramda bulunuyor, sorularını cevaplıyordu. Bir ara bir konuda ihtilaf ettiklerinde İmam Bâkır (a.s) oğluna dönerek, "Oğulcağızım! Kalk, şu kitabı getir" buyurdu. Oğlu kalkarak büyük bir sahifeyi getirip babasının önüne bıraktı. İmam (a.s) o sahifeyi açıp okumaya başladı. Nihayet aradığını bularak, "Bu yazılar Resulullah (s.a.a)'in imlası ve Ali (a.s)'ın eliyle yazılmıştır" buyurdu. Sonra Hekem'e dönerek şöyle buyurdu: "Ey Eba Muhammed! Sen, Seleme[1239] ve Ebu Mikdam[1240] ister sağa gidin ister sola; nereye giderseniz gidin, vallahi Cebrail'in kendilerine nazil olduğu kişiler arasında bundan daha güvenilir bir bilgi bulamazsınız."[1241]

Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) her zaman Resul-i Ekrem (s.a.a)'den kendilerine ulaşan ve Hulefa Mektebinin görüşüne ters düşen hükümleri rahat bir şekilde beyan etme imkanına sahip değillerdi. Bu konuda İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

"Babam doğan ve şahinle avlanan hayvanlar hakkında fetva verirken çekiniyor ve biz de korkuyorduk. Fakat şimdi hiç çekinmeden bu kuşların avladıkları hayvanlar ölmeden şerî üsluba göre kesilmezse helal olmadığını ilan ediyoruz. Çünkü Ali (a.s)'ın kitabında Allah Teala'nın şöyle buyurduğu geçer: Yetiştirdiğiniz avcı hayvanların…"[1242]

Ali (a.s)'ın Resulullah (s.a.a)'in Sünnetinin Değiştirilmesinden Yakınışı

İmam Sadık (a.s) hükümleri Emirulmüminin Ali (a.s)'ın kitabında olduğu şekilde açıklamaktan endişelenmediklerini beyan edişi, Emevilerin hükümetinin sonlarına ve Abbasilerin hükümetinin başlarına rastlıyor. Fakat bu tarihten önce Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) Hulefa Mektebinin kabul etmediği bir şeyi dile getiremiyorlardı. Ancak Ali b. Ebutalib (a.s)'ın döneminde bazı hükümleri açıklarken onlara değinmişlerdir; ve bu yüzden o hazretin hilafeti döneminde kendisi ve ashaptan olan izleyicileri o konuların doğru hükmünü ve Kur'an'ın o konudaki doğru tefsirini açıklarken o konular üzerinde iki mektep arasında ihtilaf çıkmıştır. Nitekim bu ihtilaf Kâfî, İhticac, Vesail, Müstedrek-i Vesail kitaplarında ve özet olarak Nehcu'l - Belaga'da (ifade Kâfî'nindir) şöyle yansımıştır:

Kuleynî "Kâfî" adlı eserinde Suleym b. Kays-i Hilalî'den şöyle rivayet etmiştir: Emirulmüminin Ali (a.s)'a şöyle dedim: "Selman, Mikdad ve Ebuzer'den halkın söylediklerinden farklı olan Kur'an-ı Kerim tefsiri ve Resulullah (s.a.a)'in rivayetlerini duydum. Daha sonra sizin onlardan bu duyduklarımı tasdik ettiğinizi gördüm. Ve yine halın elindeki çok miktardaki Kur'an-ı Kerim tefsirine ve Resulullah (s.a.a)'in hadislerine sizin muhalif olduğunuzu ve onların hepsini batıl bildiğinizi gördüm. Acaba sizce insanlar bilerek ve kasıtlı olarak Resulullah (s.a.a)'e yalan bağlayıp Kur'an'ı kendi reylerine göre mi tefsir etmişlerdir?!"

Bunun üzerine Ali bana dönerek şöyle buyurdu: "Bu soruyu sorduğun için cevabını da iyi dinle: Halkın elinde hakla batıl, doğruyla yalan, nasihle mensuh, genelle özel, muhkemle müteşabih, doğru ezberlenenle hayal ve kuruntu karıştırılmıştır. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in kendi döneminde o hazrete o kadar yalan bağladılar ki nihayet ayağa kalkarak şöyle buyurdu: 'Ey insanlar! Bana çok miktarda yalan isnat ettiler. Bilerek ve kasıtlı olarak bana yalan isnat edenin yeri cehennemdir.' Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra yine o hazrete yalan isnat ettiler. -Bunu göz önünde bulundurarak- hadis size ancak dört kişi tarafından ulaşmaktadır; beşinci kişi söz konusu değildir:

Görünüşte iman getirdiğini söyleyen münafık, ne yaptığı işi günah bilen ve ne de kasıtlı olarak Resulullah (s.a.a)'e yalan isnat etmekten çekinen İslam'da hile yapan kişiden; halbuki insanlar onun münafık ve yalancı olduğunu bilselerdi ne hadisini kabul ederler ve ne de sözlerine inanırlardı. İnsanlar bundan gafil oldukları için, "O, Resulullah (s.a.a)'in sahabesidir, o hazretin huzuruna çıkmış, onu görmüş ve vasıtasız olarak onun buyruklarını duymuştur" derler. İşte bu nedenle durumuna vakıf olmadan sözlerini dinleyip rivayetlerini kabul ediyorlar. Allah Teala, Resulünü münafıklardan haberdar etmiş, onların sıfatlarını sayarak şöyle buyurmuştur: "Onları gördüğün zaman cisimleri hoşuna gider, konuşsalar sözlerini dinlersin."

Münafıklar o hazretten sonra -nifakları üzerine- kaldılar. Hile, yalan ve iftirayla dalalet önderlerine ve cehennem ateşine davet edenlere yaklaştılar. Onlar da ülkenin hassas makamların onlara bırakıp onları insanların boynuna bindirdiler ve onların vasıtasıyla dünyayı aşırdılar. Çünkü Allah'ın kendisini koruduğu dışında insanlar padişahlar ve dünyayla birliktedirler. İşte bu o dördünden biridir.

Diğeri Resulullah (s.a.a)'ten bir şey duyup da onun anlamayan ve ondan sadece kendi hayalinde bir şeyler canlandıran kimseden. Bu adam Resulullah (s.a.a)'e yalan isnat etmek istememesine rağmen kendi hayalinde canlandırdığı şeyleri söyler, rivayet eder ve kendisi de amel eder. "Resulullah (s.a.a)'ten kendim duydum!" der. Eğer Müslümanlar onun kendi hayallerine esir olduğunu, söylediklerinin sadece bir hayal ve kuruntu olduğunu bilselerdi kabul etmez ve onu terk ederlerdi.

Üçüncüsü, Resulullah (s.a.a)'in bir şeyi emrettiğini duyduğu halde daha sonra onu yasakladığından haberi olmayan veya o hazretin bir şeyi yasakladığını duyduğu halde daha sonra onun yapılmasını emrettiğinden haberi olmayan, hükmü kaldırılan şeyi aklına yerleştirdiği halde onu kaldıran hükmü aklına yerleştirmeyen kimseden; böyle birisi eğer onun hükmünün kaldırıldığını bilseydi onu terk eder, yanaşmazdı; Müslümanlar da ondan onu duyunca hükmünün kaldırıldığını bilselerdi onu kabul etmezlerdi.

Dördüncüsü ve sonuncusu, Allah'tan korktuğu ve Resulullah (s.a.a)'in yüce makamına saygı duyduğu için o hazrete yalan isnat etmekten nefret eden, Resulullah (s.a.a)'ten duyduğunu iyice aklına yerleştiren, unutmayan, onu artırıp eksiltmeyen, nasihile mensuhu tanıdığı için nasihe amel eden ve mensuhu bırakan kimsedir. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in emirlerinde de nasih ve mensuh, (genel ve özel,) muhkem ve müteşabih vardır. Onun için Resulullah (s.a.a)'in sözü iki yönlü olup Kur'an-ı Kerim gibi genel ve özel anlam ifade edebilir. Ve Allah Teala, "Resulün size getirdiğini alın ve sizi sakındırdığı şeyden sakındırın" buyurmuştur. Bunu bilmeyen bir kişi konuyu karıştırıp Resulullah (s.a.a)'in maksadını anlamayabilir. Resulullah (s.a.a)'ten bir şey soran ashabın hepsi onu anlamıyorlardı; onlar arasında o hazretten bir şey sordukları halde onu anlamayan kimseler vardı; öyle ki yoldan bir garibin gelip o hazretten bir şey sormasını ve kendilerinin de onun cevabını dinlemesini arzuluyorlardı.

Fakat ben bir defa gündüz ve bir defa da gece -olmak üzere her gün iki defa- Resulullah (s.a.a)'ın huzuruna gidiyordum ve o hazret benimle yalnız konuşuyordu; nereye gitse peşice gider, konuştuğu her konuya dikkat ederdim. Resulullah (s.a.a)'in ashabı o hazretin benden başka hiç kimseyle böyle yapmadığını bilirlerdi; bazen bu iş benim evimde olurdu; Resulullah (a.s) daha fazla benim evime gelirdi. Bazı evlerinde o hazretin huzuruna gittiğimde eşlerini uzaklaştırıp benimle yalnız kalır ve benden başka yanında kimse kalmazdı. Fakat benimle yalnız kalmak için evime geldiğinde ne Fatıma'yı yanımdan uzaklaştırırdı ve ne de çocuklarımdan biri. Ne zaman ondan sorsaydım bana cevap verir, sorumun bitmesi üzerine susunca da o konuşmaya başlıyordu. Resulullah (s.a.a)'e ne zaman bir ayet indiyse onu bana okudu ve imla etti ve ben de onu kendi hattımla yazdım. Nazil olan o ayetin tevilini, tefsirini, nasihini, mensuhunu, muhkemini, müteşabihini, genelini ve özelini bana öğretti ve Allah Teala'dan bana kavrama ve onları ezberleme gücü vermesini istedi. Ve o hazretin duası nedeniyle Allah'ın Kitabından bir ayeti bile unutmadım, bana imla ettiği ve benim de yazdığım bir ilmi bile unutmadım.

Resul-i Ekrem (s.a.a) Allah Teala'nın kendisine öğrettiği helal ve haram, emir ve nehiy, geçmiş ve gelecekle ilgili her şeyi veya kendisinden önce birine nazil olmuş kitabı, itaat, ibadet ve günahların hiç birini kalemden düşürmeden hepsini bana öğretti. Ben de onları ezberlerdim; bir tek harfini bile unutmadım; daha sonra elini göğsüme bıraktı ve kalbimi ilim, anlayış, hikmet ve nurla doldurması için Allah'a dua etti. Ben o hazrete, "Ya Resulullah! Anam babam feda olsun size. Benim hakkımda böyle bir dua ettikten sonra artık ne bir şeyi unuttum ve ne de yazmadığım bir şey aklımdan çıktı. Acaba buna rağmen yine de unutacağımdan endişeleniyor musunuz?!" dedim. O hazret, "Hayır" buyurdu; "Ben senin unutmandan veya kavrayamamandan endişelenmiyorum" buyurdu.[1243]

* * *

İmam Ali (a.s)'ın bu buyruğundan ve ashabına yönelik bunun benzeri diğer buyruklarından ve soyundan gelen diğer Ehlibeyt İmamlarının (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) kendi ashab ve dostlarına buyruklarından, özellikle İmam Bâkır ve İmam Sadık'ın (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) buyruklarından onların yanındaki Kur'an-ı Kerim tefsiri ve hadislerin Hulefa Mektebi izleyicilerinin yanında bulunanların aksine olduğu anlaşılmaktadır. Bunun nedeni ise, ilk üç halifenin, ashabı, Resulullah (s.a.a)'in hadislerini yaymaktan engellemeleri ve meydanı Yahudi ulemasının ileri gelenlerinden Hıristiyan rahip Temim-i Darî ve Ka'b-i Ahbar gibi kişilerin at koşturmaları ve hikaye uydurmaları için boş bırakmalarıdır. Onlar da hiçbir şeyden çekinmeden kendi israiliyatlarını yayabildikçe yaydılar. Bazı sahabeler de bu israiliyatı onlardan alıp geniş bir şekilde halk arasında yayıp doğruyla yalanı iyice birbirine karıştırdılar! Böyle çökürtücü bir faaliyet karşısında Emirulmüminin Ali (a.s) ve Selman, Ebuzer, Ammar ve Mikdad gibi takipçileri Resul-i Ekrem (s.a.a)'in siret ve hadislerini yaymada oldukça fazla çaba harcadılar; bu yolda eziyet ve işkencelere maruz kaldılar ve bu konuda bu iki mektep arasında ihtilaf meydana geldi.

Ayrıca, önceki halifeler Resulullah (s.a.a)'in kendi siyasetlerine aykırı olan bazı sünnetlerini değiştirmiş ve izleyicileri de daha sonraları onların bu girişimlerini "içtihad" diye adlandırmışlardır; bunun örneğini daha önce "halifelerin içtihadları" konusunda açıklamıştık. Onlardan sonra -uzun bir zaman sonra- Emirulmüminin Ali (a.s) hükümete geçince Resulullah (s.a.a)'in sünnetini yeniden topluma geri çevirmeye ve ilk üç halifenin çıkardığı gidişatları değiştirmeye çalıştı. Fakat o hazret kendi özel dostlarına buyurduğu gibi bu konuda pek başarılı olamadı. Hz. Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Her zaman fitne, heva ve hevesleri izleyip din hükümlerinde bidat çıkararak Allah'ın hükümlerine muhalefet etmekle başlar. Bazı kişiler de onları teyit edip desteklerler. Eğer hak batıla bulaşmaktan kurtulsaydı bir tek ihtilaf çıkmazdır; eğer batıl hak örtüsünden dışarı çıkıp çıplak olarak görünseydi, hakkı arayanlara onun batıl olduğu gizli kalmazdı. Fakat hakkın bir bölümü batılın bir bölümüyle karışıp örtülür. Böylece şeytan kendi dostlarına sulta kurar ve ondan yalnız Allah'ın rahmetine mahzar olanlar kurtulurlar. Ben Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu duydum: Bir fitne sizi kaplayıp çocuğu yaşlandırıp, yaşlıları yıpratınca, insanlar bidatleri sünnet sanıp onlara amel edince ve onlardan biri değiştirildiğinde, "Resulullah'ın sünneti değiştirildi" diyerek rahatsız olunca, sonra insanlara çirkinlikler ve kötülükler ulaşıp bela ve musibetler şiddetlenince, çocuklar esri düşünce, ateşin odunu ve değirmen taşının taneyi ezdiği gibi fitneler onları ezince haliniz ne olacak? İşte böyle bir durumda Allah'tan başkası için fıkıh edinir ve ilimi öğrenirler, fakat amel etmek için değil; ahiret işleriyle tezahür yaparak onları dünya işleri için vesile ederler!"

Emirulmüninin Ali (a.s) daha sonra etrafını saran Ehlibeyt, özel ashabı ve Şiilerine dönerek şöyle buyurdu: "Benden önceki yöneticiler kasıtlı olarak ve bilerek Resulullah (s.a.a)'e ters düşen işler yaptılar, ahdini bozdular, sünnetini değiştirdiler; öyle ki bugün insanları onları terk etmeye davet edip durumu Resulullah (s.a.a)'in dönemine döndürmek istesem ordum etrafımdan dağılır, beni yalnız başıma veya Allah'ın Kitabından ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetinden benim fazilet ve üstünlüğümü ve imametimin kendilerine farz olduğunu bilen Şiilerimden az bir grupla yalnız bırakırlar. Örneğin, eğer makam-ı İbrahim'i Resulullah (s.a.a)'in bıraktığı asıl yerine döndürmelerini[1244] veya Fedek'i Fatıma (s.a)'in mirasçılarına iade etmelerini,[1245] Resulullah (s.a.a)'in ölçüsünün daha önce olduğu gibi vermelerini,[1246] Resulullah (s.a.a)'in bazı kişilere verilmesini emrettiği halde onlara verilmeyen yerlerin onlara verilmesini ve o hazretin itaat edilmeyen bu emrine itaat edilmesini, Cafer'in evini mescidden ayırarak onun mirasçılarına vermelerini,[1247] haksız yere verilen bazı hükümlerin eski hallerine döndürülmesini,[1248] haksız yere yabancı erkeklere verilen kadınları asıl kocalarına döndürüp onlar hakkında evlilik ve miras hükümlerini yeniden uygulamak,[1249] Beni Teğleb oğullarını esir almak,[1250] Hayber'in bölüştürülen topraklarını geri almak istesem, bağış divanlarını kaldırmak[1251] ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yaptığı gibi herkese eşit olarak ödemek,[1252] zenginlerin daha zengin olması için bir kaynak kılınan bu düzeni ve yüz ölçüme göre değerlendirmeyi kaldırmak istesem,[1253] evliliği insanların eşitliği üzerine kılmak,[1254] Resulullah (s.a.a)'in humsunu Allah Teala'nın nazil ettiği ve farz kıldığı şekilde geçerli kılmak,[1255] Resulullah (s.a.a)'in mescidine açılan kapıları kapatıp kapatılan kapıyı açarak onu eski haline döndürmek,[1256] -abdestte- mestliklere meshetmeyi haram kılmak ve şarap içmeye had uygulamak,[1257] iki mut'ayı helal etmek,[1258] cenazelere beş tekbir söylenmesini emretmek istesem,[1259] halkı namazda "besleme"yi sesli söylemeye mecbur etmek istesem,[1260] Resulullah (s.a.a)'in mescidden kovduğu halde o hazretten sonra tekrar mescide gelen kimseleri oradan kovmak ve Resulullah (s.a.a) mescide yerleştirdiği halde o hazretten sonra mescidden çıkarılan kimseleri tekrar mescide getirmek istesem,[1261] insanları Kur'an'ın hükmü karşısında teslim olmaya zorlayıp talakı Resulullah (s.a.a)'in sünneti gereğince kılmak,[1262] zekat alınması gereken şeylerden kurallarına göre zekat almak,[1263] abdest, gusül ve namazı kendi vakitlerine ve kurallarına döndürmek,[1264] Necran halkını kendi yerlerine,[1265] Fars ve diğer milletlerini esirlerini Allah'ın Kitabı ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetine döndürmek istesem insanlar etrafımdan dağılır, beni yalnız bırakırlar. Çünkü Allah'a andolsun ki ben halka ramazan ayında farz namazı eda etmek dışında cemaat oluşturmamalarını emrettim ve sünnet namazını cemaatle kılmanın bidat olduğunu söyledim. Fakat benimle birlikte savaşan ordumdan bazıları, "Ey Müslümanlar! Eyvah! Ömer'in sünneti değiştirildi. Ramazan ayında bizi cemaatle sünnet namazı kılmaktan alıkoyuyorlar" diye haykırdılar. Ordumun bir köşesinde fitne ve isyan çıkmasından endişelendim!!![1266] Ben, bu ümmetin benimle uyumsuzluğundan ve diğerlerine itaatlerinden neler gördüm, neler…!!!"[1267]

İmam (a.s)'ın, İslam ümmetini Resulullah (s.a.a)'in sünnetine çekmeye muvaffak olmayışından yakındığı bu hutbenin sonuna kadar böyle devam ediyor; nihayet bu yolda üzüntüleri yudumlayarak ölümü arzulayıp şöyle buyurmuştur:

"O kalbi katılaşmış eşkıyanızı gelip beni öldürmekten engelleyen şey nedir?! Allah'ım! Onlar benden ve ben de onlardan yoruldum; onları benden ve beni de onlardan kurtar!"[1268]

İmam Ali (a.s)'ın böyle konuşmasının nedeni şudur: Resulullah (s.a.a) kendisine, "Ey Ali! Geçmiştekilerin ve gelecektekilerin en şekavetlisinin kim olduğunu biliyor musun?" buyurunca İmam (a.s), "Allah ve Resulü daha iyi bilirler" cevabını verdi. Bunun üzerine o hazret, "-Ali'nin sakalına işaret ederek- Bunu -yine Ali'nin başına işaret ederek- bununla boyayacak olan kimsedir!" buyurdu. Resulullah (s.a.a), insanların en şakisinin Ali (a.s)'ın sakalını başının kanıyla boyayacak olan kimsenin olduğunu vurgulamak istemiştir.[1269]

İbn-i Mulcem-i Muradî Kufe mescidinde Ali (a.s)'ın şehid etmesi üzerine nihayet Muaviye İslam hükümetini ele geçirmeyi başarınca İmam (a.s)'ın bir kenara bıraktığı geçmiş halifelerin tüm sünnetlerini ihya etti ve bunun dışında onlara cahiliye adet ve sünnetlerini ve kabilecilik düşüncesini de ekledi. Daha kötüsü; bir grup ashap ve tabiini daha önce değindiğimiz gibi kendisinin siyasetini destekleme doğrultusunda Resulullah (s.a.a)'in dilinden hadis rivayet etmeye yönlendirdi. Onu bu işe sevkeden şey ise hükümeti kendi ailesi arasında babadan oğla geçen bir miras haline getirmek istemesi dışında Haşim oğullarına karşı öteden beri beslediği düşmanlığıydı. Nitekim Zübeyr b. Bekkar "el-Muvaffakiyyat" adlı kitabında bu konuyu Mutrif b. Muğire b. Şu'be'den şöyle rivayet etmektedir:

Babamla birlikte Muaviye'nin yanına gittik. Babam yanına gidip onunla konuşuyor, dönüp gelince Muaviye'yi ve onun akıl ve zekası övüp övüp bitiremiyor, ondan gördüğü şeylere şaşırıp kalıyordu. Bir gece Muaviye'nin yanından üzgün bir halde geldi; sofrada elini bile yemeğe sürmedi! Bir süre bekledikten sonra başımıza bir bela geldiğini düşürerek, "Bu akşam neden seni üzgün görüyorum?" diye sordum. Bunun üzerine, "Oğulcağızım! Ben şimdi insanların en kafiri, en kötüsünün yanından geldim!" dedi. "Ben, "Ne oldu ki?" diye sordum. Babam, "Muaviye'yle yalnız oturmuştuk. Ben ona, Ey müminlerin emiri! Şimdi bütün arzularına ulaştın ve yaşlanmaya başladın; ne olur adaletli davranıp hayırda bulunsan, Haşim oğullarından olan kardeşlerine şefkat ve muhabbet göstersen ve onlarla akrabalık bağlarını sağlamlaştırsan; vallahi bugün onlardan korkmanı gerektirecek bir şeyleri kalmamıştır. Şüphesiz onların hakkında hayırda bulunman isminin iyi anılmasına ve ahiret sevabına ulaşmana neden olacaktır", dedim. Fakat Muaviye, "Heyhat, heyhat!" dedi, "Hangi iyi anılmayı umabilirim? O Timî'nin kardeşi Ebubekir hükümete geçip adaleti uyguladı ve yaptı yapacağını. Fakat ölünce adı da öldü! Sadece bazen, "Ebubekir" diye adı söylenmektedir! Ondan sonra Adiy'nin kardeşi Ömer hilafete geçip on yıl boyunca ciddi bir şekilde çalışıp çaba harcadı. Fakat o da ölünce adı da yok olup gitti. Sadece bazen biri, "Ömer" diye anmaktadır onu. Fakat bu Ebu Kebeş'in (koç) oğlunun her gün beş defa adı anılarak 'Eşhedu enne Muhammeden Resulullah' denilmektedir. O halde ey babasız! O var oldukça hangi amel kalır ve hangi isim anılır?! Hayır vallahi! Bu adı toprağa gömmedikçe asla boş durmayacağım!"[1270]

Evet; işte bu yüzden bir çok hadisler uydurulup, yalan ve iftiralar yayıldı.[1271] Bundan daha fecisi Müslümanların hilafet makamına karşı edindikleri bakış açısıydı. Müslümanlar bu makama, karşılarında, "Allah'a itaat edin, Resüle itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de" ayetindeki emir sahiplerinin en bariz örneği durmuş gibi baktılar. Onlar halifelere karşı o kadar büyük bir sevgi beslediler ki onların Kur'an hükümleri ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetine muhalefetlerini "içtihad" diye adlandırdılar. Zaman geçtikçe hilafet makamı onların gözünde öyle büyüdü ki onları ilk başta Resulullah (s.a.a)'in halifeleri saymaları halde daha sonraları Allah'ın yeryüzündeki halifeleri olarak kabul ettiler! Örneğin:

Ermeniyye valisi Mervan b. Muhammed, fasık bir kişi olan Velid b. Yezid b. Abdulmelik hakkında, "Allah'ın kullarına halifeliği ona mübarek olsun" şeklinde yazmıştır.[1272]

Velid o kadar fasık birisiydi ki kardeşi Süleyman onu öldürmeye çalışarak onun hakkında, "Şehadet ederim ki o çokça şarap içen, açıkça fısk-u fücur işleyen ve benden murad almak isteyen bir kişidir!" demiştir.

Velid Ka'be'nin damına çıkarak orada şarap içmek istiyordu! Mehdî Abbasî'nin meclisinde Velid'in zındık olduğu söylenince Abbasî halifesi Mehdi, "Allah yanında halifetullah makamı onu bir zındığa bırakmayacak kadar yücedir" dedi.[1273]

Ebu Davud kendi Sünen'inde Süleyman-ı A'meş'ten şöyle rivayet etmiştir: Cuma günü Cuma namazını Haccac b. Yusuf'la birlikte kıldım. Haccac bir hutbe okudur… ve hutbesinde şöyle dedi: "Dinleyin ve itaat edin Allah'ın halifesi ve seçtiği kulu Abdulmelik b. Mervan'a."[1274]

Ebu Davud, Mes'udî ve İbn-i Abdurabbih, Rabi' b. Halid-i Zabbiy'den şöyle rivayet etmiştir: Haccac b. Yusuf'un konuşmasında oturmuştum. Haccac hutbesinde şöyle dedi: "Bir iş için gönderdiğiniz elçi mi sizin yanınızda daha değerlidir yoksa sizin halifeniz ve yerinize oturan kimse mi?" Haccac bu sözleriyle Abdulmelik Mervan'ın Allah yanında Resul-i Ekrem (s.a.a)'ten daha değerli olduğunu söylemek istiyor!![1275]

Haccac, Abdulmelik Mervan'a yazdığı mektupta hilafet makamını yücelterek göklerin ve yerin sadece onun için yaratıldığını, Allah yanında halifenin makamının mukarreb meleklerden ve mürsel peygamberlerden çok üstün olduğunu iddia etmiş ve demiştir ki: Çünkü Allah Teala kendi eliyle Adem'i yaratmış, meleklerini ona secde ettirmiş ve onu cennetine yerleştirmiş, sonra da onu yeryüzüne indirerek orada kendi halifesi kılmış ve melekleri onun elçileri kılmıştır.

Abdulmelik Mervan böyle bir övgüden dolayı şaşırıp sevinmiş ve, "Keşke Haricilerden bazısı burada olsaydı da onlarla bu delille tartışsaydım…"demiştir.[1276]

Bir defasında da halifeyi çıkardığı bu yüce makamdan aşağı düşürerek hutbesinde onu peygamberle eşit kılmıştır. Bu konu Sünen-i Ebu Davud ve Ikdu'l - Ferid'de şöyle geçer: Haccac bir hutbesinde şöyle dedi:

Allah Teala'nın yanında Osman, hakkında, "Allâh demişti ki: "Ey Îsâ, ben senin canını alacağım, seni kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyâmet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım"[1277] buyrulan İsa b. Meryem gibidir.

Ikdu'l - Ferid'de, "Seni inkâr edenlerden temizleyeceğim" cümlesinden sonra şöyle geçmiştir: Haccac buraya ulaşınca Şam halkına işaret etti.[1278] Yani Şam halkı Osman'ı izlemiş ve Allah onların makamını inkâr eden Irak halkından üstün kılmıştır.

Velid b. Abdulmelik, Halid b. Abdullah-i Kasrî'ye Mekke'de bir su kuyusu kazmasını emretti. Bunun üzerine Abdullah Mekke'de bir kuyu kazdı; o kuyudan tatlı bir su çıktı ve halk o sudan istifade ettiler. Bunun üzerine Abdullah Mekke'de minbere çıkarak şöyle konuştu: "Ey insanlar! Sizce kim daha üstündür: Kişinin ailesi arasındaki halifesi mi, yoksa elçisi mi? Vallahi siz daha halifenin makam ve mevkisinin yüceliğini anlamış değilsiniz! Dikkat edin; İbrahim Halilullah Allah'tan su istedi; Allah da ona acı ve tuzlu bir su verdi; bu halife de Allah'tan su istedi; fakat Allah ona tatlı bir su verdi!"

Abdullah-i Kasri bu sözleriyle Zemzem suyuyla Velid b. Abdulmelik'in emriyle Tuva ve Hacun boğazındaki kazdığı kuyudan çıkardığı suya işaret etmektedir. Halkın bu kuyu suyunun Zemzem suyundan daha üstün olduğuna görmeleri için onu getirerek Zemzem yanında deri bir kaba boşaltıyorlardı!

Ravi diyor ki: Çok geçmeden o kuyunun suyu kurudu ve bir müddet sonra onun eseri bile kayboldu; bugün onun nerede olduğu bilinmemektedir.[1279]

* * *

Hilafet düzeni yöneticileri öyle bir yere vardılar ki, İslam ümmetinin hilafet makamını, özellikle ilk iki halife Ebubekir ve Ömer'in makamını takdis etmeye sevfettiler. Ve yine Ömer'in hilafetinin sonlarında halkın zihniyeti ve düşünce tarzı öyle bir hadde vardı ki, bu kutsallığı kabullenmekle genel olarak Müslümanlar ve özellikle Resulullah (s.a.a)'in ashabı bu iki halifenin siret ve gidişatının Resulullah (s.a.a)'in sünnetiyle eş değer olduğunu ve İslam toplumunun uyması gereken kurallardan olması gerektiğini kabul ettiler. Dolayısıyla Osman'a, Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünneti ve bu iki halifenin gidişatına uyması şartıyla hilafete getirildi![1280]

Daha önce Ebubekir ve Ömer'in İslam hükümlerinin icrasında kendi rey ve görüşlerine göre davrandıklarına ve Allah'ın Kitabı ve Resulullah (s.a.a)'in sünnetinde açıkça belirtilmesine rağmen humustan genel olarak Haşim oğullarının ve özellikle Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeyt'inin hissesini attıklarına değindik.

Ebubekir kendi reyine göre ve şerî nassa aykırı olarak Halid b. Velid'de had ve kısas uygulanmasını kaldırdılar.

Ömer, temettü umresi ve mut'a nikahını kendi rey ve içtihadıyla yasakladı ve beytülmalın bölüştürülmesinde tabaka sistemini oluşturdu. Ve bu iki halife özel veya genel maslahatlarla İslam hükümlerinin bir çoğunu kendi reylerine göre değiştirdiler.

Üçüncü halife Osman b. Affan da bu iki halifeyi izleyerek onların gidişatını teyit etti.

Hilafet Emirulmüminin Ali (a.s)'a ulaşınca İslam hükümlerinde yapılan onca değişikliklerden yakındı; ama bu hükümleri Resulullah (s.a.a)'in dönemindeki hallerine döndürmeyi başaramadı.

Daha sonra hilafet Muaviye'nin eline geçince elinden geldiği kadar bidatler çıkardı, İslam hükümlerini değiştirdi ve yerine başka şeyler çıkardı.

Sonuçta, İslam hükümleri perde arkasında gizli kaldı ve Müslümanlar gerçek hükümleri karıştırdılar. Öyle ki Müslümanların halifeleri takdis etme düşüncesiyle halifelerin İslam toplumunda değiştirdikleri hükümleri yeniden eski haline döndürmek mümkün olmadı. Böyle bir durumda Ehlibeyt İmamları (a.s) ne yaptılar? İslam hükümlerini topluma tekrar nasıl kazandırdılar? Bunlar ilerideki inceleyeceğimiz sorulardır.

 

5. Bölüm

İslam Dininin Kaynakları Konusunda İki Mektep Konusunun Özeti

 

* Halifelerin Kitab ve Sünnetin Nassı Karşısında İçtihadlarından Örnekler

* Halifelerini Girişimlerine Geçerlilik Kazandırmak İçin Hadis Uydurmak

* Müslümanların Vahdet ve Söz Birliği İçerisinde Olmalarının Yolu

 



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kur'an, sünnet, fıkıh, ve içtihad İslam ve Müslümanların kavramlarındandır. Kur'an Allah'ın kitabıdır. Allah Teala onu Arapça olarak peygamberlerinin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.a)'e indirmiştir. Arapça'da onun karşısında şiir ve nesir yer almıştır. Dolayısıyla, Arapça olan her söz ya Kur'an'dır, ya şiirdir, ya da nesirdir.

Kur'an'ın tümüne "Kur'an" dendiği gibi onun bir suresine, bir ayetine ve hatta bir ayetinin bir bölümüne bile Kur'an denmektedir; nitekim bir şiir divanı, bir kaside, gazel, dörtlük ve hatta bir şiirin bir beytine bile "şiir" denmektedir.

Kur'an-ı Kerim Allah Teala'nın kelamı ve Resulullah (s.a.a)'in sözlerinde geçtiği için İslamî bir kavramdır. Ulema, Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'i vasfetmek ve tanımlamak için kullandığı, Kur'an'da sıfat olarak geçen "Kitab" ve "Zikir" gibi bazı sözcükleri bu ilahî kitabın diğer isimleri saymışlardır.

Halife Ebubekir Kur'an-ı Kerim'i "Mushaf" diye adlandırmıştır. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de ve Resulullah (s.a.a)'in buyruklarında böyle bir isim geçmemiştir; bu nedenle biz "Mushaf" sözcüğünü İslamî bir kavram değil, Müslümanların kavramı bilmemekteyiz.

Resul-i Ekrem (s.a.a) kendisine nazil olan Kur'an-ı Kerim ayetlerini etrafındaki Müslümanlara öğretiyordu. Medine'de Müslümanlara Kur'an'ı yazmalarını ve Allah Teala'nın buyruğunu ezberlemelerini emretti. İşte bu nedenle Müslümanlar iştiyakla Kur'an'ı ezberleme ve onu deri, sayfa ve omuz kemiği gibi ellerinde bulunan her şeyin üzerine yazmaya yöneldiler; Resulullah (s.a.a) vefat edince Emirulmüminin Ali (a.s) Kur'an-ı Kerim'i ayrı ve müstakil bir kitapta topladı. İbn-i Mesud gibi ashaptan bazılarında da kendilerine has bir Kur'an nüshası vardı.

Ebubekir onu bir nüshada toplamalarını emretti ve sonra onu Ümmü'l - Müminin Hafsa'nın yanına bıraktılar.

Osman da Hafsa'nın yanındaki nüshanın üzerinden birkaç nüsha çıkarmalarını emretti ve onları Müslümanların çeşitli şehirlerine gönderdi. Müslümanlar da onların üzerinden binlerce nüsha çıkardılar. Bu nüshalar yüz binlere ve milyonlara ulaştı ve tıpkı şair tarafından yazıldığı günden bugüne kadar hiçbir değişikliğe uğramayan İbn-i Malik'in Elifiyesi gibi eksiltilip artırılmadan sapasağlam bir şekilde günümüze kadar ulaştı. Çünkü Kur'an-ı Kerim talimi uzun yıllar boyu ilmiye havzalarında tatil olmuş ve durdurulmuş değildir. Ve yine bugüne kadar tarihin hiç bir döneminde hiç bir Müslüman'ın yanında elimizdeki Kur'an'la hatta bir kelimesi bile farklı başka bir Kur'an nüshasının olduğu duyulmuş değildir.

Hulefa Mektebi veya Ehlibeyt (a.s) Mektebinde geçen bazı hadislerde Kur'an'da eksiltme veya artırma olduğu yönündeki söylentilere gelince; hiçbir asırda, hiçbir Müslüman bu rivayetleri kaile almamış ve onlar hadis kitaplarında öylece kalmışlardır.

Fatıma (s.a)'in Mushafına gelince; Ehlibeyt İmamları (a.s) bu kitapta İslam ümmetini yönetecek yöneticilerin isimlerinin bulunduğuna ve onda Kur'an-ı Kerim'den bir şey bulunmadığına tasrih etmişlerdir. Hz. Fatıma (s.a)'in bu kitabına "Mushaf" denilmesi ise tıpkı Sibeveyh'in nahivdeki kitabına "el-Kitap" denilmesi gibidir; "Kitap" sözcüğü orada Kur'an anlamında kullanılmadığı gibi burada da "Mushaf" Kur'an anlamında değildir.

Sünnet ise lügatte yol ve gidişat, İslam örfünde de Resulullah (s.a.a)'in ameli, hadisi ve onayı anlamında kullanılmıştır. Resulullah (s.a.a)'in hadisinde o hazretin sünnetinin alınması ve tutulmasına teşvik edildiği için "sünnet", Resulullah (s.a.a)'in hadis ve onayına zımnen delalet etse bile İslamî bir kavramdır.

Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünneti ancak o hazretten rivayet edilen hadisi, ameli ve onayıyla elde edilebilir.

Fıkıh ise lügatte, anlama ve kavrama, Kur'an ve hadiste İslam dini bilgisi ve İslam uleması kavramında ise din hükümleri bilgisi anlamındadır. Bu sözcük Kur'an-ı Kerim ve hadislerde genel din bilgisi anlamında kullanıldığı için özel olarak din hükümleri bilgisi anlamında kullanılması onu İslamî bir kavram olmaktan çıkarmaz.

İçtihada gelince; Hulefa Mektebi örfünde Kitab, sünnet ve kıyas yoluyla İslam hükümlerini  elde etmek anlamındadır.

Ehlibeyt (a.s) Mektebi uleması örfünde ise fıkıh sözcüğüyle aynı anlamdadır.

Kur'an-ı Kerim'de ve kendi yanlarında sabit olan Resulullah (s.a.a)'in sünnetinde geçen her şeye sarılmak gerektiğinde iki mektep arasında görüş birliği olmasına rağmen sünnetin kimden alınması gerektiği konusunda ihtilaf vardır.

Hulefa Mektebi izleyicileri İslam hükümlerinin sahabe denilen herkesten alınabileceği görüşünü savunurken, Ehlibeyt (a.s) Mektebi izleyicileri ister sahabe olsun, ister tabiinden ve ister onlardan sonra gelenlerden, Hz. Ali (a.s)'a düşmanlık eden harici İmran b. Hattan gibi kimselerin rivayetini kabul etmemekteler. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.a) Ali (a.s)'a şöyle buyurmuştur: "Ey Ali! Seni ancak mümin sever ve sana ancak münafık buğzeder." Allah Teala ise şöyle buyurmuştur: "Ve Medine halkından iki yüzlülüğe iyice alışmış münâfıklar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz…" (Tevbe, 101)

Yine iki mektep Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonra o hazretin hadislerinin yayılaması ve yazılmasında ihtilaf etmişlerdir. İlk halifeleri Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hadislerinin yayılmasını ciddi bir şekilde engelleyip onların yazılmasını yasaklamış ve hadis yazma yasağı Ömer b. Abdulaziz'in dönemine kadar devam etmiştir; Ehlibeyt (a.s) Mektebi ise nesilden nesle Resulullah (s.a.a)'in hadislerini yayma ve yazma konusunda ciddi bir şekilde çaba harcamışlardır.

Yine iki mektep şerî hükümlerde içtihad ve reye göre amel etme noktasında da ihtilaf etmişlerdir. Çünkü Ehlibeyt (a.s) Mektebi var gücüyle şerî hükümlerde rey ve içtihada amel etmeyi engellerken Hulefa Mektebi izleyicileri de şerî hükümlerden kendi rey ve içtihadlarına amel ediyorlardı; biz bunlardan bir kısmına kendi yerine değinmiştik.

ALLAH'IN KİTABI VE SÜNNETİN APAÇIK NASSI KARŞISINDA HALİFELERİN İÇTİHADLARINDAN ÖRNEKLER

1- Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size ne yasakladıysa ondan da sakının."[1281]

Yine şöyle buyurmuştur: "O hevâ'dan konuşmaz. Onun konuştukları kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir."[1282]

Başka bir yerde ise şöyle buyurmuştur: "Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana Zikr'i indirdik."[1283]

Resul-i Ekrem (s.a.a) Müslümanları hadislerini yaymaya teşvik etmiş, onları yazmayı emretmiş ve bu konuyu önemle vurgulamıştır. Fakat halifeler içtihad ederek Resulullah (s.a.a)'in hadislerinin yayılmasını önleyip, yazılmasını yasakladılar ve onların bu içtihadları İslamî bir hüküm haline geldi. Daha sonra halifelerin konumunu korumak için Resulullah (s.a.a)'tan hadis yazımını yasakladığını rivayet ettiler!

Duru bu şekilde devam etti ve doksan yıl boyunca Müslümanların Resulullah (s.a.a)'in hadislerini yazmalarını engellediler. Nitekim Emevî halifesi Ömer b. Abdulaziz hilafete geçince Resulullah (s.a.a)'in hadislerinin toplanıp yazılmasını emretti. İşte o zaman Hulefa Mektebi izleyicileri Resulullah (s.a.a)'in hadislerini yazmaya başladılar ve onlardan çok sayıda Sihah, Müsned ve Musnefler telif ettiler.

2- Allah Teala, "Kazandığınız şeylerin beşte biri Allah'a, Resulüne, onun yakınlarına… aittir"[1284] buyurmuştur ve Resulullah (s.a.a) de humus (beşte bir) ödemeyi sünnet etmiş ve kendi döneminde bunu yapmıştır. Fakat halifeler içtihad yaparak Resulullah (s.a.a) ve yakınlarının hissesini ödemeyerek onu hayvan ve savaş malzemeleri temin etmek için kullanmışlardır. Onların bu içtihadı da bir İslam hükmü sayılmıştır!

3- Allah Teala, "Hac (zamanın)a kadar umre ile faydalanmak isteyen kimse"[1285] buyurarak temettü umresi yapılmasını emretmiş, Resul-i Ekrem (s.a.a) bunu bir sünnet etmiş ve Müslümanlar da Veda Haccından ona amel etmişlerdir. Daha sonra halifeler içtihad ederek temettü umresini yasaklayarak haccın ifrad şeklinde (umresiz) yapılmasını emretmişler. Onların bu içtihadları da İslamî bir hüküm olarak kabul edilmiştir. Daha sonra halifelerin bu girişimini onaylamak için Resulullah (s.a.a)'ten haccın ifrad olarak yapılmasını emrettiğini ve temettü umresini yasakladığını rivayet etmişlerdir! Müslümanlar da umresiz hac yapmışlar ve onlardan bazıları bugüne kadar böyle yapmaya devam etmişlerdir.

4- Allah Teala, "Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin"[1286] buyurarak mut'a nikahına izin vermiş; Resulullah (s.a.a) onu sünnet etmiş ve dönemindeki Müslümanlar da ondan yararlanmışlar. Fakat Resulullah (s.a.a)'ten sonra halifeler içtihad yaparak mut'a nikahını haram etmişler ve onların bu içtihadları da İslamî bir hüküm olarak kabul edilmiştir. Halifelerin bu içdihadını desteklemek için de yine Resulullah (s.a.a)'in dilinden mut'a nikahını yasakladığına dair rivayetler nakletmişlerdir! Böylece Hulefa Mektebi izleyicileri bugüne kadar mut'a nikahından sakınmışlardır!

5- Allah Teala, "Allâh Beytu'l - Haram (saygıdeğer ev) olan Ka'be'yi, insanlar için ayakta kurma vesilesi kıldı."[1287] Buyurarak Mekke ve etrafını güvenli bir yer kıldı ve Resulullah (s.a.a) de bunu bir sünnet edip Allah'ın hareminin sınırlarını belirtti. Fakat halifeler içtihad ederek Ka'be'nin saygınlığını çiğneyip onu mancanıkla taş yağmuruna tuttular!

6- Allah Teala, peygamberine hitaben, "De ki: Ben ona (risaletime) karşılık sizden yakınlarıma sevgi göstermekten başka bir ücret istemiyorum" buyurdu,[1288] Resul-i Ekrem (s.a.a) de Ehlibeytinin (a.s) hak ve hukukunun gözetilmesini tavsiye etti. Faka daha sonra halifeler içtihad ederek o hazretin torununu ve ailesini öldürüp kadınlarını esir ettiler!

Bunun gibi Allah ve Resulünün buyurduğu bir çok şeyi halifeler içtihad ederek aksini yapmışlar, onların bu içtihadları bunların bir bölümünde İslamî bir hüküm sayılmış ve Hulefa Mektebinin takipçileri de onları izlemişlerdir.

Buraya kadar kaydettiklerimizin tümü sadece birer örnektir; halifelerin Kitab ve sünneti açık nassı karşısında içtihadları bunlarla sınırlı değildir. Çünkü halifelerin, tarihçiler tarafından "evveliyat" diye adlandırılan bunlar dışında diğer içtihadları da vardı. Örneğin, Siyutî kendi kitabında Ömer'in eveliyatıyla ilgili şöyle yazar:

 

Back Index Next