Mert ve özgür insanların en önemli özelliklerinden biri, kerem ve cömertliktir. İşte bu bağlılıklardan özgürlük, cömertlik ve bağış huyu, başkalarını muhabbet ve iyiliklerin esiri haline getirmektedir.
Ziyafet, açık bir ele sahip olmak, açık sofra, sürekli bağış, misafir ağırlamak ve misafirperverlik, cömertlik ile yiğitlik ruhunun alamet ve cilvelerindendirler. Sosyal ilişkiler, görme-görüşme ve gidiş-gelişler, bazen misafirlik şeklindedir. Bunun için, ziyafetin âdabı ve misafirliğin dinî kaidelerini tanıma, muaşeret ahlâkının sınırları içerisine girer. Bu konu iki yönlü ve iki taraflıdır. Bir yönü, misafir ağırlama, diğer yönü de gelen misafirdir. Bunların her biri için açıklanması gereken bazı âdap, ahlâk ve sınırlar vardır.
Kimileri misafirden kaçarlar, kimileri de misafiri severler. Bunların her biri kişilerin iç hasletlerinin göstergesidir. Bir gün Hz. Ali (a.s)’ı üzgün görünce; “Ya Ali, üzüntünün sebebi nedir?” diye sordular.
İmam (a.s) şöyle buyurdu:
“Bir haftadır bana misafir gelmemiş...”[1]
Bu nere ve misafirin gelişini musibetin inişi sayarak yüreğine bela dağı düşen ve onu taziye sayanlar nere!..
Evin bereketi, misafirin gidiş-gelişindedir. Misafir ilahî bir nimet ve misafire ikram büyük bir başarıdır ki herkese nasip olmaz. Misafir, Allah’ın dostu ve sevgilisidir. İran’ın darbımesellerinde, “Misafir rızkını beraberinde getirir”[2] diye bir söz var.
Elbette darbımesel, islamî hadislerden alınmış din kökenli bir sözdür. Hz. Peygamber (s.a.a)’den rivayet edilmiştir ki: “Misafir, kendi rızkıyla gelmektedir.”[3]
Elbette bunun dışında, ev sahibi ve misafir besleyenin günahlarını da temizler ve bu ilginç bir berekettir. Yine bu konuda, İmam Sadık (a.s)’dan bir hadis dinleyelim ki yaranlarından olan Hüseyin b. Nuaym’e şöyle buyurdular:
- Müslüman kardeşlerini seviyor musun?
- Evet
- Eli darda olanlara menfaatin dokunuyor mu?
- Evet
- Allah’ın sevdiklerini sevmen ne güzeldir! Allah’a ant olsun ki, senin menfaatin, onları sevmedikçe onlardan hiçbirine ulaşmaz. Sahi onları evine davet ediyor musun?
- Evet! Birkaç arkadaş yanımda olmazsa ben asla yemek yemem.
Hazret buyurdu:
- Bil ki, onların senin üzerindeki iyilikleri, senin onların üzerindeki iyiliklerden daha çoktur. (Ravi bu sözleri duyunca çok hayret etti ve sordu:)
- Sana feda olayım! Ben onlara yemek veriyorum, kendi bineğimi emirleri altına veriyorum. Bu durumda bile onlar benden üstün müdürler?
- Evet! Zira onlar senin evine geldikleri zaman, senin ve ailenin affedilişlerini de beraberlerinde getiriyorlar. Ayrıldıkları zaman da, senin ve ailenin günahlarını beraberlerinde götürüyorlar.”[4]
Geniş bir eve, birçok imkana ve cömert bir ele sahip olan biri, bu ilahî nimetlerin şükrü için, bazen infak ve sadaka, bazen de yemek ve misafiri ağırlama, hediye, yetimleri himaye ve mahrumlara yardımda bulunma yoluyla eda etmelidir. Aksi takdirde, şöhret, servet ve mal, ona vebâl olacaktır.
Velîme ve ziyafetin ne zaman verileceği, kimlere ve ne şekilde verileceği hakkında, dinî emirlerde gelen birçok âdap ve nüktelerden bazılarına işaret etmeye çalışacağız.
Resulullah (s.a.a)’in Emir’ul-Mümin Ali (a.s)’a yaptığı tavsiyelerden biri de şuydu:
“Ya Ali! Bu beş yer dışında velîme ve yemek verme yoktur: Evlilikte, bebek doğumunda, çocuk sünnet edildiğinde, ev yapma ve almada ve hacc yolculuğundan dönüşte.”[5]
Bu münasebetlerde, insanın bir sofra açması, bir kurban kesmesi ve müminleri misafirliğe davet etmesi uygundur.
Başka bir hadiste Allah Resulü’nün şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Her kim bir mescit yaparsa, semiz bir koyun kessin ve onun etinden yoksul ve mahrumlara yedirsin ve Allah’tan; cin, insan ve şeytanların şerrinden kendisini uzaklaştırması için Allah’a dua etsin.”[6]
Zikredilen münasebetlerin her birinde verilen ziyafet, kalpleri birbirine daha çok bağlayan, toplum arasında sevgi ve samimiyetin daha çok artmasına sebep olan, akraba ve dostların birbirlerini görüp daha iyi tanımalarını sağlayan, ruhları daha çok mutlu ve yaşamları daha neşeli kılan islamî bir sünnettir
Din evliyaları ve masum önderlerin hayatında, bu ziyafet çeşitleri ile ilgili birçok örnek göze çarpmaktadır. Bu cümleden şu numuneye dikkat edelim.
Yedinci İmam, Hz. İmam Kazım (a.s), bir çocuğunun doğumu münasebetiyle yemek verdi. Üç gün boyunca mescit ve sokaklarda, falude (bir çeşit yaz yiyeceği) verildi. Hatta bazıları, bu işinden dolayı O’nu ayıpladılar. İmam Kazım (a.s) bunu duyunca, bu ayıplamaların cevabında, enbiya ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sünnet ve ahlâkına uyarak böyle hareket ettiğini ifade ettiler.[7]
Gerçi çölde yaşayan Arap göçebeleri misafirperverlikte çok meşhurdurlar. Aynı şekilde bizim İran’daki aşiretlerimizde de, hatta birçok şehir ve mıntıkalarda, çok güzel tavırlar ve misafirperverliklerle karşılaşıyorsunuz. Siz, misafirperver, misafir seven, bu unvanlarıyla tanınan ve halk diline düşen bazı şehir ve mıntıkaları duymuş olabilirsiniz. Bunun da kökü, din kültürü ve mezhebi inanışlara dayanmaktadır. Kur’ân ve dinin talimatlarındandır.
Aslında bizim dinimiz, İran ve İslam toplumunun genel kültürünün şekillenmesinde en etkili sebeplerden biridir.
İslamî rivayetlerde, hatta “Misafiri Ağırlama ve Ona İkramda Bulunma”[8] unvanında bir bölüm vardır. Bu babda misafire ihtiram etme ve ona ikramda bulunmakla ilgili birçok tavsiyeler vardır. Misafir severliği güzel bir haslet, misafirlerin gelişiyle sevinmeyi çok iyi bir ahlâk saymakta ve misafirsiz bir evden meleklerin uzak durduklarını bildirmektedirler.
İmam Bakır (a.s), babaları vasıtasıyla Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
“Birisi bir şehre girdiği zaman, o şehirden ayrılana kadar, kendi dininden olan kişilerin misafiridir.”[9]
İnsan bir şehre girdiği zaman, o şehirdeki tüm insanların misafiri durumundadır. Onlar, misafirperverlik yapmak ve ikramda bulunmakla görevlidirler. Müslümanın evine bir misafirin gelmesi durumunda ise, o müslümanın daha çok ikram ve cömertlikte bulunma zorunluluğu vardır.
Bunun için, herhangi bir şehir, dışardan gelen misafirleri karşılamak durumunda kalırsa, örneğin; sel zedeler, savaş mağdurları, depremden zarar görenler veya komşu bir ülkenin başına gelen bir vakıanın mağdurlarına karşı, insanî bir vazife olarak ve İslam ahlâkının kaideleri gereği, o şehirdeki insanlar, sıcak ve açık bir kucakla, cömert bir karşılama ile ve büyüklere yakışan şekilde davranarak misafirperverlik göstermeleri gerekir. Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Misafirlere ikramda bulunun; onları ağırlayın.”[10]
Her hayırlı ve değerli amel, bazen bazı âfetlere duçar olmaktadır. Misafiri güzel ağırlamanın beğenilmesine rağmen, eğer dengeye riayet edilmezse; kıskançlıktan dolayı rekabet etme, gösteriş ve övünme gayesiyle israfa varan aşırı harcamalar yapılırsa, hiç de beğenilen bir davranış türü sayılmaz ve Allah’ın beğendiği bu mukaddes işler kutsallıktan ve Allah katındaki sevgisini kaybeder.
Ziyafetin bütün değeri, Allah için ve Allah yolunda; aç karınları doyurmak, mümin kardeşleri sevindirmek, akrabaların ilişkilerini pekiştirmek ya da akrabaları ziyaret etmek maksadıyla verilmesindedir.
Allah’ın nimetlerinden yararlanmanın herhangi bir sakıncası yoktur. Ama onların değerinin sınır ve ölçülerinin korunması, itidalden dışarı çıkmaması, makul, meşru ve örflere uygun bir çerçevede olması gerekir.
Bir gün Hz. Ali (a.s), kendisi için büyük ve süslü bir ev yapmış olan Ala b. Ziyad’a buyurdu:
“Bu büyük evle, bu dünyada ne yapmak istiyorsun? Sen, böyle geniş bir eve, dünyadan daha ziyade ahirette muhtaçsın. Bu geniş dünyevî evle ahirete ulaşmak istersen; bu evde misafir ağırlar, sıla-yı rahim yapar, akrabalarına bakar ve bu evden boynunda hakkı olanların haklarını eda ederek ahirete ulaşırsın!”[11]
Bazen ziyafetler gösteriş içindir. Bazen yemek çeşitleri, ziyafet yeri, sofra kurma şekli riya ve gösteriş amaçlıdır. Bazen özel misafir ve davetliler yemek verilmeye layık olmayan kimselerdir. Ya da riyakar amaçla, menfaat sağlama ve işlerini yola koyma sebebiyle davet ediliyorlar.
Bütün bunlar, ilahî nimetlerin boşuna akıtılması ve heder edilmesidir. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Her kim, bir yemeği, riya ve gösteriş amacıyla verirse, kıyamet günün Allah-u Teala, cehennem yemeklerinden o miktarda olan bir yemeği ona yedirir.”[12]
İmam Bakır (a.s) buyurmuştur:
“Ziyafet bir veya iki güne kadar olursa cömertlik ve büyüklüktür. Ondan fazlası riya ve gösteriştir.”[13]
Elbette bunlar, revaçta olan ve gelenek haline gelmiş bulunan yemek vermeler ve ziyafetler için hatırlatılmıştır. Ama misafir severliğin, mahrumlara yemek verme ve ikramda bulunmanın aslı, ne kadar çok ve devamlı olursa, o kadar iyi ve güzeldir.
Resulullah (s.a.a)’in büyük dedesi Haşim, sürekli serili bir sofraya sahipti; onun, halkın geneli için hazırda bulundurduğu yemeği ve evi, Kureyşlilerin arasında onu efendilik ve yüce bir konuma ulaştırmıştı.
Arapların meşhur cömerdi olan Hatem-i Tayi’nin evi; halkın sığınağı, yoksulların ümit yeri, değişik yolcuların ve misafirlerin konağı durumundaydı
İmam Hasan-ı Mücteba (a.s)’ın evinde, genelde, değişik sınıflardan olan insanların, özellikle yabancı olanların, evsiz olanların, yoksulların, yolcuların, yetimlerin ve mahrumların, sürekli oradan nasiplendikleri bir misafirhane vardı.
Yüce himmetli kerim insanlar için yemek yedirmenin lezzeti, yemek yeme lezzetinden daha büyüktür ve onların aldıkları ruhî lezzet, bu yoldandır.
Mevla İmam Ali (a.s)’ın şu sözü ne kadar da güzeldir. O şöyle buyurmuştur:
“Bedenin gıdası, yemektir; ruhun gıdası ise ziyafet vermektir.”[14]
Biri şöyle derdi: Benim en büyük ruhî lezzetim; bir grup muhtaç ve yoksul insanı eve davet ettiğimde, onlar sofrada oturup yemek yerlerken uzaktan bu sahneye bakarak aldığım lezzettir.
Kabusnamede şöyle tavsiye edilmektedir:
“Misafir sana geldiği vakit, yemeklerin iyi veya kötülüğü dolayısıyla özür isteme ki bu, tüccarların tabiatıdır. Sürekli “falan şey güzeldir, onu ye” veya “niye yemiyorsun?” ya da “sana layık bir yemek hazırlayamadım” deme. Zira böyle sözler, bir defalık için ziyafet veren kimselerin sözleridir.”[15]
Ziyafet ve yemek vermenin iki tarafı vardır:
Biri misafir, diğeri ise ev sahibidir. Biri başkasının sofasının başında oturan ve yemek yiyen, diğeri ise sofrayı açan ve yemek verendir. Birinin lezzeti yemek yemede, diğerinin lezzeti ise yemek vermededir.
İslam’da tavsiye edilen ziyafeti, yemek verme ve ziyafet münasebetlerini açıkladık ve ev sahipleri için birkaç söz söyledik. Bundan sonraki sözlerimiz ise misafirler içindir ve misafirliğe gitmenin âdabı ile ilgilidir.
Dinî kültürümüzde misafir, Allah’ın dostudur ve bereketin mayasıdır. Allah’tan gelen bir hediye, rızkın artış sebebi, ev sahibinin günahlarının affedilme nedeni ve ilahî mağfiretin iniş vesilesidir.
Bütün bunlar yerinde ve doğru şeylerdir. Çünkü, İslam mektebinin talimatları ve masumların buyruklarıdır. Ama burada kıldan ince binlerce nükte vardır. Misafirliğe gidişimiz bir zahmet sebebi, ev sahibinin sıkıntı vesilesi ve baş belası olursa, o zaman nasıl? Yine de misafir rahmet midir?
Elbette herkes aynı değil ve ruhlar farklıdır. Bazıları misafir kabul etmeye hazır değiller, bazıları mali açıdan misafir çağırmaya ve ziyafet masraflarını karşılamaya müsait değiller. Bazıları; yer, ev ve içinde bulundukları imkanlar açısından, misafiri iyi bir şekilde ağırlama hususunda karşılama noktasında darlık ve sıkıntıdadırlar. Bazıları sahip oldukları yoğun işler dolayısıyla misafir ağırlamaya vakit bulamamaktalar. İşte burada misafir, karşı tarafın durumunu göz önünde bulundurması gerekir. Aşırı beklentide olmamalı, habersiz ve davetsiz gitmemeli, geç vakitlerde ve rasgele ev sahibinin üstüne çullanmamalı, ona yük olmamalı ve onu zahmete sokmamalıdır. (Elbette zaruret halleri hariç.)
Kur’ân’ın müminlere Peygamber’in evinde misafir olma âdabı ile ilgili tavsiyesi şöyledir:
“Ey inananlar! Peygamber’in evlerine, yemeğe çağrılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat davet edilirseniz girin ve yemeği yiyince dağılın. Sohbet etmek için de gidip oturmayın. Bu haliniz Peygamber’i üzüyor, o da size bir şey söylemeye çekiniyor. Allah gerçeği söylemekten çekinmez.”[16]
Eğer misafirlikte, islamî sünnet ve âdaplara riayet edilirse, misafirler, zahmet sebebi ve yük sayılmayacak, belki bereketin mayası ve mutluluğun vesilesi olacaklar. Bu yüzden burada, kötü sonuçları olan ve yaşamda tatsız şeylere yol açan yük olma meselesiyle karşılaşıyoruz.
Yük Olma Yahut Hazır Olanla Yetinme
Farsların ata sözlerinde şöyle bir söz vardır:
“Yetişen, hazır olanı yer.”
Ya da:
“Misafir her kimse, evde her ne varsa.”[17]
Kimileri, onurlarını korumak ya da haysiyetlerini muhafaza etmek için bazı zor ve meşakkatli yükümlülüklerin altına girer ve neye mal olursa olsun, misafir kabul etmekten geri kalmazlar. Zira kendileri, saygınlıklarının kaybolmasını istemezler. Elbette kimi misafirlerin yersiz beklentileri de bu konuyla yakından ilintilidir.
Ev sahibine yük olan ve ona zahmet veren böyle bir misafir, sadece rahmet olmamakla kalmıyor, beraberinde uğursuzluk da getiriyorlar. Eğer halkın ve akrabaların arasında yerleşmiş bir sevgi, sadakat ve samimiyet varsa; geç vakitte yahut vakitsiz olarak yoldan gelen bir misafir, var olanla kanaat etmelidir. Böyle bir durumda ne misafirin fazla beklentisi olmalıdır, ne de ev sahibi kendini zorlamalıdır. Bu durumda dostluklar, gidiş-gelişler süreklilik kazanırlar.
Ama masraflı, harcamalara yol açan ve yükümlülükler getiren gidiş-geliş ve misafirliklerin azalmasına, ilişkilerin kesilmesine, gevşemesine veya soğumasına sebep olur.
Emir’ül-Müminin Ali’den bir ders öğrenelim.
“Bir adam Hz. Ali (a.s)’ı evine davet ettiğinde Hz. şöyle buyurdu: “Üç şartla gelirim.” O adam sordu: “O şartlar nedir?” İmam cevap verdi:
“Birincisi, evin dışından benim için bir şey getirip hazırlamaman; ikincisi, evde hazır olan ne varsa benden saklamaman (evde neyin varsa getirmen); üçüncüsü, ailene sıkıntı ve zahmet vermemendir.”
Adam: “Tamam kabul ediyorum” dedi.
Hazret davetini kabul etti ve evine misafir oldu.”[18]
Bu hadis, bize büyük dersler ve zarif nükteler açıklamaktadır. Bazıları, kendi ailelerine büyük zahmetler veriyorlar. Mükemmel bir sofra ve göze hoş gelen bir ziyafetin hazırlanması için her şeyi ona yüklüyorlar. Zahmeti ev hanımı çeker fakat pozu beyefendi verir! Evin erkeğinin bu tutumu, aileye bir çeşit haksızlıktır ve doğru bir davranış değildir.
Misafirliğe giderken, kendisi için şöyle veya böyle yapılsın diye misafirin herhangi bir beklentisi olmamalı ve hazır olan şeylerle -her ne varsa- kanaat etmeli ve ev sahibi de kendisini masrafa sokmamalı ve ailesine eziyet etmemelidir.
Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
“Misafir iki geceye kadar ağırlanır ve ikram görür. Üçüncü gece artık ev halkından sayılır ve her ne olursa ondan yer.”[19]
Yine İslam Peygamberi’nden şöyle rivayet edilmiştir:
“Harcayacak ve infakta bulunacak şeyleri olmayan kimselerin evine gelişi güzel gitmeyin ve misafir kalmayın.”[20]
Bu, ev sahibinin, misafirin yanında izzet ve onurunun korunması ve başı aşağı olmaması içindir. Farsların darbımesellerindendir ki:
“Vakitsiz (ya da davetsiz) gelen misafirin masrafı kendi üzerinedir.”
İslam ahlâkını; kanaat ehli, yük olmaktan kaçınan ve sade bir hayata sahip olan Hz. Selman’dan öğrenmek gerekir. Bundan dolayı Selman-ı Farisi, fazilet ve değerlerde Ehl-i Beyt’ten sayılmıştır. (Selman Biz Ehl-i Beyt’tendir). Doğrusu, Selman’dan bir hatıranın nakledilmesi bu konuya münasiptir:
İslam’ın ilk dönemindeki müslümanlardan biri olan Ebu Vail şöyle anlatır:
“Ben bir dostumla beraber Selman-ı Farisi’nin evine gittik ve bir müddet oturduk. Yemek vakti gelince Selman şöyle dedi:
“Eğer Allah Resulü (s.a.a), insanın kendisini zorlamasından ve zahmete düşürmesinden nehyetmeseydi, sizin için daha iyi bir yemek hazırlardım.”
Sonra kalkıp bir miktar normal ekmek ve tuz getirerek önümüze koydu. Arkadaşım dedi:
“Keşke bu tuzun yanında biraz da yeşillik olsaydı.”
Selman gitti ve kendi su kabını rehin vererek yeşillik getirdi ve sofraya bıraktı. Yemek yediğimizde dostum:
“Allah’a şükür ki, O’nun rızkına kaniiyiz!” dedi. Selman:
“Eğer Allah’ın rızkına kani olmasaydın şimdi su kabım rehin olmazdı” diye cevap verdi.”[21]
Selman tekellüf ehli değildi. Ancak misafir, bir isteğini dile getirdiği vakit, onun hatırı için kendi özel ev eşyasını bile rehin bırakma uğruna söz konusu isteğini yerine getirmeye mecbur kaldı..
Çoğu vakitler, sadece misafirlikte değil, belki bir topluma gidiş-gelişlerde ve sosyal alakalarda, insanların birbirlerinden yersiz beklentiler içerisinde olmaları ve başkalarının omzuna ağır yükler yüklemeleri beğenilen islamî bir tutum değildir. İyi misafir; bir eve giderken -özellikle ev sahibine haber vermeden gitmişse- yüreğine hiçbir kırgınlığın gelmemesi için kapının dışında ayakkabılarını çıkardığı gibi, ümit ve beklentilerini de kendinden uzaklaştırmalıdır. Ev sahibinin omzunda ağırlık etmeyecek bir misafirlik, zahmetsiz ve eziyetsizdir. Bununla beraber eğer Allah Teala yardım eder de, misafirle beraber onun rızkını da gönderirse ne ala!
Hadiste şöyle geçmektedir:
“Misafire ziyafet vermek için, gücünüzü aşan bir zahmet ve meşakkate girmeyiniz.”[22]
Meselenin zarif olmasına rağmen bazen sınırların çiğnendiğini görüyorsunuz. Hem misafire ikramda bulunmaya davet edilmiş, hem de masraftan kaçınmaya; hem misafir Allah’ın vergisi sayılarak rızkın mayası ve evin bereketi olarak görülmüş, hem de ev sahibine eziyet ve zorluk oluşturmaktan nehyedilmiştir. Sorumlulukları doğru tanımak, hem misafir hem de ev sahibi için dikkat ve zarafet gerektirmektedir.
İslamî toplumlarda, müslüman kardeşler ve aileler arsında, muhabbet oluşturan alakalar öyle bir düzeyde olmalıdır ki, gidiş-gelişler sıcak, ziyafet vermeler içten, misafirlikler ve gidişler zahmetsiz, ikramlar doğal ve şikayetlerden uzak olmalı. Bu, istenilen bir şeydir. Fakat, özel âdaplara dikkat etmek, özellikle eğer muhabbetler ve samimiyetler, pek ölçü ve kural gerektirmediği bir seviyeye ulaşmamışsa zaruridir.
Bu nüktelerden biri, davetsiz olarak misafirliğe gitmemektir. Diğer bir nükte ise, davet edilen yere, kendisiyle beraber birilerini götürmemektir. Gerçi ev sahipleri genelde: “Ne olurdu misafirlerinizi de getirseydiniz, yabancı ki değilsiniz, getirseydiniz, birlikte oturup konuşsaydık ve…” derler.
Ama islamî tavsiye, bu meseleden kaçınmaktır. Hatta, beraberinde çocukları bile misafirliğe götürmek -eğer davet edilmemişlerse- bazen şer’i olarak da sakıncalıdır. Özellikle eğer davetnamede; “lütfen çocukları getirmeyiniz” gibi sınırlar da belirlenmişse.
İmam Sadık (a.s), Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
“Sizden biri misafirliğe ya da yemeğe davet edildiğinde, beraberinde çocuğunu götürmesin. Eğer böyle yaparsanız, uygun olmayan ve gaspça bir iş yapmış olursunuz.”[23]
İşte bu beğenilmeyen adet; çocuğunu ya da arkadaşını beraberinde götürmedir. Yani, nasıl olsa ev sahibi, davet ettiği kişiyi tanıyor diye, ev sahibinin tanımadığı kişileri onun evine götürmedir.
Başka bir hadiste İslam Peygamberi (s.a.a), Hz. Ali’ye yaptığı tavsiyelerin birinde şöyle buyurmuştur:
“Ya Ali! Hakarete uğradıklarında, diğerlerini (kınamaları) değil, kendilerini kınamaları gereken sekiz grup vardır. Onlardan biri; davet edilmediği ziyafete katılan ve çağırılmadığı sofraya oturandır.”[24]
“Serilmeyen sofranın bir ayıbı, serilen sofranın bin ayıbı vardır” sözü meşhurdur. Bu söz aynen şu söz gibidir: “Yazılmayan yazının hatası yoktur.”
Birisi ziyafet verdiği zaman, özellikle, halka açık ve genel bir ziyafet olduğunda, şikayet diye bir mesele meydana gelir. Elbette biz şikayet ehli olmamalıyız. Örneğin: “Niye bizi haberdar etmediler? Demek biz yabancıymışız ki daveti işitmedik ve…”
Diğer taraftan ev sahibinin kendisi de şikayetlerin gelme ihtimaline hazırlanmalıdır.
Ama başkaları için en çok gerekli olan, herhangi bir beklenti içerisinde olmamalarıdır. Bu yapıya sahip olmanın neticesi; vicdanî rahatlık ve ruhun huzura ermesidir.
Dostlar, arkadaşlar, komşular ya da iş arkadaşlarından herhangi biri tarafından bir ziyafet verildiğinde ve biz davet edilenler arsında olmadığımızda, şikayete ne gerek var? Bize borçlu mudur? Belki imkanı olmamış, haber vermeyi unutmuş; belki de yer, mekan, imkan ve güç açısından müsait olmamış veya herhangi bir sebepten dolayı bize söyleyememiş?…
Neden alınalım ve dostluk aynamıza sıkıntı ve kaygı tozu konduralım? Dostluk ve akrabalık bağları ve ölçülerinin bu tür meselelerle perişan edilmesi ne kadar yazık?!
Dili şikayetle açmak; hem karşı tarafı utandırır ve rencide eder, hem de şikayetçinin kapasitesizliğini, seviyesizliğini ve hakirliğini gösterir.
Yüce tabiatlı olmak, bir cevherdir. Onu küçük beklentiler taşıyla kırmamak gerekir.
Herhangi bir ziyafete gittiğimizde; yemek, yer ve şartlar, istediğimiz ve beklediğimiz gibi olmasa dahi yine de ayıplama ve şikayet yoluna gitmemiz uygun değildir. Çünkü, sonradan yapılan şikayetler, ne geçmiş olan ayıpları ve eksiklikleri telafi eder, ne de bize herhangi bir şey kazandırır. Bu işle, sadece düşünce seviyemizin ve kültürel bakış açımızın ne kadar düşük olduğunu göstermiş oluruz.
Fedakarlık, affetmek, geniş düşünmek ve olgun davranmak özellikle bu yerler içindir. O halde yüce himmetli ol… Sakın, dostluk ve akrabalık sefası, böyle beklentilerle bulanıklığa dönüştürülmesin! Yazıktır!
[1] Mizan’ul-Hikme, c. 5, s. 521
[2] Emsal ve Hikem, c. 4, mim harfi
[3] Mizan’ul-Hikme, c. 5, s. 520; Vesail’uş-Şia, c. 16, s. 459
[4] Kafi, c. 2, s. 201, H: 8-9
[5] Vesail’uş-Şia, c. 16, s. 454
[6] a. g. e, H: 4
[7] a. g. e, s. 452, H: 2
[8] Bihar, c. 72, s. 458
[9] a. g. e, 462
[10] Kenz’ul-Ummal, c. 9, s. 245
[11] Nehc’ul-Belağa, hutbe: 209
[12] Veasil’uş-Şia, c. 16, s. 455
[13] a. g. e, 456
[14] Bihar, c. 72, s. 456
[15] Rehnumun, s. 748
[16] Ahzap / 53
[17] Emsal ve Hikem, c. 4, Mihman sözcüğü
[18] Bihar, c. 72, s. 451
[19] Vesail’uş-Şia, c. 16, s. 456
[20] a. g. e, H: 2
[21] Mizan’ul-Hikme, c. 5, s. 525 (Bihar’dan naklen, c. 22, s. 384)
[22] Kenz’ul-Ummal, c. 16, s. 248
[23] Bihar, c. 72, s. 445
[24] a. g. e, 444, H: 1; s. 452, H: 6