KULLUK VE ÖZGÜRLÜK

 

Sosyal hayattaki ahlâkî sınırlar kimi zaman peri­şan olmaktadır. İnsanlar, alçakgönüllülük ve tevazu adına, zillet ve aşağılık bataklığına düşer; vakar ve izzet adıyla da, kibir ve gurura duçar olurlar. Bu yüz­den, bu sınırların tanınması ve bu sıfatların her biri­nin yerinin tespit edilmesi önemlidir.

İzzet ve Minnet

Kulluk kötüdür, ama Allah’a karşı iyidir.

Özgürlük kutsal  ve istenilen bir şeydir, ama Al­lah’a ve kulluk harîmine oranla, kulluk ve itaatin kutsallığı vardır.

Boyun eğmek, sevilmeyen bir haslettir. Fakat, Allah’ın, Allah’ın velilerinin ve değerli salih kulların karşısında olursa beğenilen bir davranıştır.

Kendini küçük görmek, ruhî za’fiyetin nişanesidir. Ama, Allah’a karşı olursa, insanı yüceltir; ubudiyet sayesinde büyüklük ve izzet getirir.

Tevazu güzel bir şeydir. Ama ihtiyacı, alçakların yanına götürmek, namertlerin minnet yükünü yalva­rarak çekmek, çok çirkin ve hakarettir.

Bu nükteyi belirtmek, izzetli ve onurlu olmak için; alçaklık, diz çökmek ve eğilmekten kaçınma gerekliliğini, Allah-u Teâla’ya karşı bile düşünme ve uygulama yanlışına düşülmemesi içindir. Çünkü bu alanda; her kim daha iyi kulluk yapar, daha çok eğilir ve daha çok dilenirse, Allah’a daha yakın ve daha sevgilidir.

Allah’ın yanında ve Zü’l-Celal âsitânesinde, baş eğil­meli ve muhtaç olarak görülmelidir. Çünkü, kim O’nun dergahında kulluk yaparsa, emirlerine itaat ederse, O’nun önünde secdeye kapanırsa, başkalarının minnet yükünü çekmekten,  alçakların zillet ve minnetini tahammül etmekten kurtulur.

İmam Sadık (a.s)’ın buyurduğu gibi:

Eğer aşiretsiz izzetli olmayı, saltanatsız da heybetli (güçlü ve azametli) görünmeyi istiyorsan, Allah’ın emirlerine itaat etmemek zilletinden kendini kurtar ve Allah’a itaat etme izzetine doğru hareket et.” [1]

Allah’ın kulu, kendini öyle aziz ve saygın görmeli ki, acizlere karşı dalkavukluğa ve tevazua bir ihtiyaç duymamalı; kendini öyle büyük görmeli­ ki, dünyevi meseleler için nefsini küçültmeyi ka­bul etmemeli ve Allah’ın kulu olduğu için kendini öyle şerif saymalı ki, izze­tini, aşağılık kimselerin ayakları altına bırakmamalı. İkbal-i Lahuri’nin de­diği gibi:

İnsan basiretsizlikten insana kulluk etti,

Sahip olduğu cevheri Kubat ve Cem’e nezir etti.

Yani hizmette köpekten bile daha alçaktır,

Bir köpeğin diğer bir köpeğe baş eğdiğini görme­dim.

Gerçek Serfirazlık

Gerçi dalkavukluk, ihtiras ve hizmetçilik hasle­tiyle, insanın ekmek ve azuığa ulaşabilmesi mümkündür. Ancak, onunla beraber bazen özgürlük, istiklal ve şeref de elden gidebilir. Bu yüzden, akıllı insanlar sürekli, kanaat etmek, zorluklara katlanmak ve mahrumiyetlere sabretmekle, kendilerini alçakların minnetlerine müptela etmemişlerdir. Sadî’nin dediği gibi:

Kanaat edelim kuru ekmeğe ve köhne elbiseye,

Kendi sıkıntımızın yükü, halkın minnetinden iyidir.

Yine onun dediği gibi:  

Kendi köhne elbisesiyle örtünmek,

Emanet alınan elbiseden daha iyidir.

Çünkü ödünç almak, borç istemek ve borçlu ol­mak da, kimi zaman zilleti beraberinde getirir. Özgür insanlar, böyle yüklerin altına girmekten bile çekinirler. Nerde kaldı ki, başkaları, yardım etmek ve bağışta bulunmakla onları minnetleri altına alsınlar.

Nehc’ül-Belağa’nın derleyicisi olan Merhum Seyyid Rezi’nin hayatında şöyle gelmiştir: Allah-u Teâla, ona yeni bir çocuk ihsan etti. Onun muasır vezirlerinden biri, bin dinarı bir tabağa koyup hediye adıyla onun yanına gönderdi. Seyyid onu reddetti ve dedi: “Ben kimseden bir şey kabul etmiyorum.” Yine tabağı göndererek “Bu, çocuğun hediyesidir” dedi. Seyyid yine reddetti ve dedi: “Çocuklarımız da kabul etmiyorlar.” Üçüncü kez gönderdi ve dedi: “Onu, ebesine verin.” Bu defa da reddetti ve dedi: “Kadınlarımıza yabancı kadınlar ebelik yapmazlar. Ebe kendi kadınlarımız­dandır ve bir şey kabul etmezler.” Vezir daha sonra şöyle dedi: “Onu, sizin yanı­nızda ders okuyan talebelere veriniz.” Seyyid şöyle dedi: “Talebelerin hepsi hazırdırlar. Her kim ne kadar istiyorsa, alabilir.” Talebelerden sadece bir tanesi bir dinar aldı. O da önceki gece, lamba için yağ lazım olmuş ve Seyyid’in hazinesi kilitli olduğundan bakkaldan yağ borç almış ve bu dinarla onu ödemek istemişti. Seyyid artık ondan sonra, içerisinde dini vücuhatlar bulunan hazinenin anahtarını, istedikleri zaman ondan isti­fade etmeleri için bütün talebelerin ihtiyarına bırakılmasını emretti.[2]

Seyyid Rezi bu şekilde onları, yüksek görüşlülük ahlâkıyla yetiştirdi, kendisi ve ailesi de izzet-i nefse sahiplerdi. Minnet altına girmemek için, kimseden hediye bile kabul etmezlerdi.

Pervin-i İ’tisamî şöyle der:

Felek ve yer senin tedbirinin kölesidir,

O halde dinar ve dirhemin kölesi olma.

Perhizin eşi tamah olamaz,

Arı(utanılacak şeyi) hünere ortak yapma.

İlahî mektebin öğrencileri, izzetle olan açlığı, zilletle olan tokluğa tercih ederler ve şerafet ve serfirazlıkla olan meşakkatli bir yaşamı, alçaklık sayesinde gelen bir refahtan üstün sayarlar. Hatta onlara göre, izzetle ölüm, zilletle yaşamaktan daha iyidir. Bu, Allah evliyalarının talim ve şiarıdır. Onların öğrencileri de, ekonomik sıkıntı­ları, baskıları, dünyevi mahrumiyetleri çekerler ama zilleti asla kabul etmezler.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“İzzetle yosulluğa sabretmek, zilletle oalan zenginlikten daha güzeldir.”[3]

Bu da yine O’nun sözüdür:

“Açlık, başkalarına boyun eğme zilletinden daha iyidir.”[4]

Özgür insan; açlık çeker, yoksulluğa sabreder, an­cak tamah ve niyaz elini bunun onun önüne uzatmaz.

Özgürlük

O kimsenin hizmetçisiyim ki, mavi çark[5] altında,

Bağlılık rengi kabul eden her şeyden özgürdür.

Lokman-ı Hekim oğluna şöyle tavsiyede bulundu:

“Eğer dünya izzetine sahip olmak istiyorsan, başkalarının elinde olan şeylerden tamahı kes. Zira peygamberler ve sıdıklar her neye ulaşmış­larsa, işte bu tamahı kesmenin sayesinde ulaş­mışlardır.”[6]

İlim ve amel ehli olan büyüklerin hayatlarında, bü­yük ve çok örneklerle karşılaşıyoruz, ki asla izzet ve onurlarını kaybetmeye yanaşmamışlardır. Adsız, nişansız ve son derece sıkıntılar içerisinde yaşamışlar ama kimseden yardım talebinde bulunmamışlardır.

Merhum Şeyh Agabozork, zorluk ve darlık içerisinde yaşadığı bir vakitte, onun durumundan haberdar olan bazı büyükler, onun için büyük bir miktarda para gönderdiler. O, paketin üzerine: “Biz, yoksulluk ve kanaat haysiyetini gidermeyiz” yazarak paketi içinde­kilerle geri gönderdi. Bu da geniş bakış, ruhî zen­ginlik ve bilinçli bir özgürlük örneğidir. Bunlar, ka­naat mesnedine dayanmış ve fakirlik ülkesinde saltanat ve hükümet ederler. Saib-i Tebrizi’nin dediği gibi:

Yüz suyu, tekrar kanala gelmeyecek bir sudur,

Susuzluktan öl ve yüz suyunu dökme. [7]

İnsan tamah ve ihtirasın köklerini kendinden sökmediği müddetçe böyle bir özgürlüğe ulaşamaz. Dünya sevgisi ve mala düşkünlüğün, kendisini al­çaklığa çekmesi mümkündür.

Ben yüz suyumu bir parça ekmeğe satmam.

Ben kendi irademi alçakların eline vermem.

Ben Yusuf’um, Züleyha’nın esiri olmam.

Ben yakamı uğursuz nefsin eline vermem.

Bazı edipler, insanın dikkatini bu ruhî zenginliğe çekmek için, bazen temsillerden ve hayvan dilleriyle oluşturulmuş hikayelerden de faydalan­mışlardır.

 Edebi temsiller ve kinayelerle işlenen karınca ve Süleyman’ın hikayesi de,  bu hikayelerin örneklerin­den görülebilir.

Pervin-i İ’tisamî, hikmetli şiirlerinden birinde, ka­rınca ve Süleyman arasında karşılıklı konuşma şek­linde ele alınan diyalogda, bu özgürlüğe ve yüksek görüşlülüğe işaret etmiştir. Süleyman yolda, binlerce zahmetle bir çekirgenin ayağını kendi yuvasına çekmeye çalışan bir karınca görür. Ona şöyle der:

“Bunca zahmet yerine, neden Süleyman’ın sa­rayına gelmiyor ve bu zahmetlerden rahatlamak için Süleymanî sofranın başında yer almıyorsun?”

Karınca ce­vabında şöyle der:

“Karıncalar için, kanaat, başkaların artığından daha iyidir. Kendilerinin efendisidirler, başkalarının emir, yasak, ferman ve minnetleri altında değillerdir;

Kendi yuvalarında padişah oldukları için,

Padişahların bağışını istemezler.”

Şunu da ekliyor: “Biz Süleyman’dan müstağniyiz, rızkımız, ambarımız, sıcak yerimiz ve emniyetimiz vardır; hem kendimizin hizmetçisiyiz hem de kendi­mizin efendisiyiz.”[8]

Bu özgürlük, kanaat sayesinde meydana gelir. Kendi nefsinin o bitimsiz isteklerini gemleyemeyen, sürekli ona buna muhtaç olur ve ihtiyaçlıkta kaybedilen şey, izzet, büyüklük ve insanın şahsiyeti olur. Sadî’nin dediği gibi:

İsteme kapısını yüzüne açan,

Ölene dek muhtaç olur.

Kendine Borçlu Olmak

Borçlu olmak, hem insanın düşüncesini meşgul ve perişan eder, hem de insanı, istekler karşısında mahcup veya hakir eder. Özellikle eğer, borç sahibi borcunu ister ve borçlu da borcunu ödeyemezse, o zaman daha kötü bir duru­munda kalabilir. Bazen de, bağlılık ve hizmetçilik ahlâkı, işte bu yerlerden kaynaklanır.

Harcama dairesi dar tutulur, zaruri olma­yan masraflara göz yumulur ve kanaat sermayesine sahip olunursa, borç almaya ve gereksiz programlara harcama yapmaya da mecbur kalınmaz.  İnsan başkalarına borçlu olacağına, kendi nefsine borçlu olursa, daha rahat tahammül edebilir.

Derler ki: Hz. Ali (a.s) bir kasabın önünden ge­çerken, kasap ondan, yanındaki taze etlerden almasını istedi. Hazret buyurdular ki: “Yanımda para yok.” Kasap dedi ki: “Borçla götür, sonra parasını getirirsin.” Haz­ret cevabında şöyle buyurdu:

“Kendi karnıma borçlu olmam, başka birine borçlu olmamdan daha iyidir.”

Bu, izzet-i nefisten diğer bir derstir. Ta ki, karın, nefsani istekler ve maddi temenniler, izzet cevherini kırmasınlar ve mümin aziz ve efendi olarak kalabil­sin.

Sabır hamurunun mayası; dünyevi işlerde insanın kendisinden aşağıya bakması ve sahip olduklarına kanaat ve şükür etmesidir. İnsan, kendisinden daha zengin olanlara bakmamalıdır. Zira hem ruhî azap ve ebedi sıkıntılara duçar olur, hem de şeytan, fazla isteme vesveseleri verir.

Doğrusu kanaat, bir saltanat, bir sermaye ve tükenme­yen bir hazinedir.

İmam Rıza (a.s), bir hadiste şöyle buyurmuştur:

“Kanaat; nefsin korunmasını, kudretin izzetini, fazla harcamaların hazinesini atmayı, dünya ehline kul olmaktan uzaklaşmayı bir araya toplar. İki kişi­den başka hiç kimse kanaat yoluna giremez: Biri, ahiret mükafatını dileyip de Allah’a kulluk eden; diğeri ise, alçak insan­lardan uzaklaşan kerim (cömert ve büyük) insan.”[9]

Bu hadisin içeriği gösteriyor ki, insanın mahvolması, onun zaaf, bitkinlik ve hakirliği, eğilmesi, fazla isteme hazinesinin temin sıkıntısı ve dünyaperestlerin yanında küçük düşmesi, insanın, büyük bir sermaye olan kanaatten yoksun olma armağanıdır. Eğer insan müslüman bile olmazsa, yine onun izzet ve değeri kanaatle sağlanır ve nefse kulluk, başkalarına kulluğu da bera­berinde getirir.

 

 


[1] - Bihar’ul- Envar, c. 44, s. 139

[2] Siyma-yi Ferzanegan, s. 401

[3] Gurer’ul-Hikem

[4] a. g. e

[5] Gök yüzü

[6] Bihar, c. 13, s. 120

[7] Külliyat-i Sâib, s. 822

[8] Bkz. Divan-ı Pervin-i İ’tisami, s. 160

[9] Bihar, c. 75, s. 353

index