Index

GENÇ DEVLETİN SAVUNULMASI

1- Büyük Bedir Savaşı

Savaşmaya ilişkin ilâhî emrin inmesi ile İslâm risaletinin şirk ve sapıklık güçleri arasındaki çatışma yeni bir aşamaya girdi. Muhacirlerin gönüllerinde, daha önce kendilerinden gasp edilmiş haklarının geri alınması konusunda ciddi bir arzu uyandı. Kureyşliler onların bu haklarını sadece tek Allah'a inandılar diye gasp etmişlerdi.

Hz. Peygamber (s.a.a) Zatu'l-Uşeyre Gazvesi'nde gözden kaybettikleri Kureyşlilerin Şam'a giderken gözden kaybettikleri kervanlarını gözetim altına aldı. O, bu gözetmeye hafif teçhizatlı ve az sayıda kişiden oluşan bir birlikle çıktı. Beklediği şey, Mekkelilerin çoğunluğunun büyük ticarî hisselerini taşıyan kervanla karşılaşmaktı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu hareketi gizli kalmadı. Haberi Mekke'ye ve söz konusu kervanın komutanı olan Ebu Süfyan'a ulaştı. Ebu Süfyan bu haberi alınca, kafilenin yolunu Müslümanlara yakalanmaktan kurtulacak şekilde başka bir yöne çevirdi... Haberi alan Kureyşliler paniğe kapılmış hâlde mallarını almak için harekete geçtiler. Müslümanlara yönelik kin ve kıskançlık duygularının ateşi ile tutuşmuşlardı. Bu arada Kureyş kabilesinin birkaç ileri geleni meseleye daha temkinli ve serinkanlı bir şekilde bakarak özellikle Ebu Süfyan'ın kervanla birlikte yakalanmaktan kurtulduğunun haberi gelince, yola çıkmamayı Müslümanlar ile karşılaşmamaya tercih ettiler.

Kureyş kabilesi bu sefere, ağır silâh ve teçhizatla donanmış bin kişiye yakın bir birlikle çıktı. Temel dürtüsü, zorbalığı ve Araplar arasındaki itibarından kaynaklanan gururu idi. Başka kabilelerden gelen birlikler de yardımına koşmuştu. Ya Müslümanlar ile karşılaşmakta veya kervanlarını korumasız bırakmayacağını kanıtlamakta ısrarlı idi. Böylece Müslümanların ikinci bir sataşmasına uğramayı önleyeceğini hesap ediyordu. Çünkü Kureyş kabilesi, üstünlük kurduğundan beri hiç alçalma yüzü görmemişti. Nitekim Resulullah (s.a.a) ilk defa Kureyş kabilesi ile karşılaşmak isteyince, bazı sahabîleri bu hususu ona ifade etmişlerdi.

Kureyşliler Bedir suyu yakınlarına inerek savaşmak üzere saflarını düzenlediler. Üç yüz on üç kişiden oluşan Müslümanlar ise Kureyşlilerden önce savaş yerine gelmişlerdi. Yüce Allah, Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar için zaferin ön imkânlarını ve sebeplerini hazırladı. Onların savaş yerine kolayca ulaşmalarını sağladı. Gönüllerine güven ve sükûnet duygusu doldurdu. Onlara düşmanlarına karşı zafer ve hak dini üstün getirmeyi vaat etti.[1]

Gerçi Müslümanlar Kureyşlilerin kendileri ile karşılaşmak için sefere çıkacaklarını beklemiyorlardı; fakat kervan ellerinden çıkıp yolunu şaşırıp da hedef savaşa dönüşünce, Peygamber efendimiz (s.a.a) muhacirlerin ve ensarın niyetlerini öğrenmek istedi. Bu maksatla ayağa kalktı ve "Ey insanlar, bana görüşünüzü söyleyin!" dedi.

Muhacirlerden biri ayağa kalktı ve düşmanla karşılaşmaktan çekinmeyi ve korkmayı ifade eden bir konuşma yaptı. Arkasından Mikdad b. Amr ayağa kalktı ve şunları söyledi: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın emri uyarınca hareket et. Vallahi, biz İsrailoğulları'nın peygamberlerine: 'Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız.”[2] şeklinde söyledikleri sözün benzerini sana söylemeyiz. Biz: 'Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz de sizinle birlikte savaşmaya hazırız!' diyoruz. Seni hak üzere peygamber gönderen Allah adına yemin ederim ki, eğer bizi Birku'l-Gimad'a götürsen seninle birlikte geliriz."

Resulullah (s.a.a) Mikdad'a: "İyi, güzel." dedi ve az önceki: "Ey insanlar, bana görüşünüzü söyleyin!" sözünü tekrarladı. Bu tekrarlamaktaki maksadı, ensar Müslümanlarının görüşünü işitmekti. Çünkü onlar hicretten önce Akabe'de canları ve malları ile Peygamber'i desteleyeceklerine, savunacaklarına dair ona biat etmişlerdi.

Bunun üzerine Sa'd b. Muaz ayağa kalkarak: "Ensar adına ben cevap vereceğim. Ey Allah'ın Resulü, bizi kastediyor gibisin." dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a): "Evet." demesi üzerine Sa'd sözlerine şöyle devam etti: "Biz sana inandık, senin söylediklerini onayladık. Bize getirip duyurduğun her mesajın doğru olduğuna tanıklık ettik. Sözünü dinleyeceğimize ve emirlerine uyacağımıza dair sana söz verdik ve taahhütte bulunduk. Ey Allah'ın peygamberi, yoluna devam et. Seni hak üzere peygamber gönderen Allah adı üzerine yemin ederim ki, eğer şu denizin karşısına insen de oraya dalsan, seninle birlikte biz de oraya dalarız ve bir tek kişimiz bile geri kalmaz. Yarın düşmanımızın bizimle karşılaşmasından  çıkmasından hoşnutsuz değiliz. Biz savaşta sabırlı ve düşmanla karşılaşma sırasında sözünde duran kişileriz. Umuyorum ki, yüce Allah bizden yana sana gözünü aydınlatan bir sonuç gösterir."

Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: "Allah'ın bereketi üzerine yürüyün. Zira Allah bana iki topluluktan (kervan veya Kureyş ordusundan) birisinin bizim olacağını vaat etti. Vallahi, ben Kureyşlilerin yere serilmiş ölülerini görür gibiyim."

Müslümanlar, savaşmak için uygun olan yeri seçmekle, su hazırlamakla ve düşmanla karşılaşmak ile ilgili koruyucu tedbirleri almakla işe başlayarak savaşa hazırlanıp gerekli hazırlıkları tamamladılar. Resulullah (s.a.a) da her durumda ve her vesile ile dua ediyor, Allah'tan zafer istiyordu. Önder Peygamber (s.a.a), Müslümanların gönüllerine daima sabır, yiğitlik ve güven aşılayan coşturucu bir güç idi. Ayrıca onlarda heyecan cesaret veriyor ve ilâhî desteğin geleceğini bildiriyordu haberini veriyordu.

Müslümanlar, Hz. Peygamber'in etrafını sardılar. Onlar inanç uğruna fedakârlığa hazır olmanın en çarpıcı tablosunu ortaya koyuyorlardı. Ayrıca savaşın istemedikleri şekilde gelişmesi ihtimaline karşı alternatif plân üzerine düşünüyorlardı. Hz. Peygamber'ein (s.a.a) komuta merkezi olarak bir gölgelik hazırladılar. Peygamber savaşı buradan gözetleyecekti. Kureyşlilerin durumu hakkında bilgi almak için bir haber alma birliği çıktı. Bu birlik Hz. Peygamber'e (s.a.a) getirdiği gerekli haberler ile döndü. Kureyşli savaşçıların sayısı dokuz yüz elli ile bin kişi arasında tahmin edildi.

Resulullah (s.a.a) ayağa kalkarak Müslümanların saflarını düzenleyerek savaşta nasıl dizileceklerini belirledi. Büyük sancağı Hz. Ali'ye (a.s) verdi. Kureyşlilere birini göndererek geri dönmelerini teklif etti. Çünkü savaştan hoşlanmıyordu. Bu teklif müşrikler arasında görüş ayrılığına yol açtı. Kimi barış isteklisi olurken, kimi de saldırganlığın ısrarlısı oldu.

Resul-i Ekrem (s.a.a) Müslümanlara savaşın başlatıcıları olmamalarını emretti ve dua etmeye koyuldu. Şöyle diyordu: "Allah'ım, eğer bu cemaat yok olursa, artık sana hiçbir kulluk eden kalmayacak."

Eski savaşlarda âdet olduğu üzere müşriklerden Utbe b. Rabia, kardeşi Şeybe ve oğlu Velid ileri atılarak Kureyşli Müslümanlardan kendileri ile teke tek dövüşecek dengeleri olan rakipler istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber Ubeyde b. Haris'e, Hamza b. Abdulmuttalib'e ve Ali b. Ebu Talib'e şöyle dedi: "Ey Haşimoğulları, kalkın Peygamberinizin getirdiği hakkınızla savaşın. Çünkü onlar Allah'ın nurunu söndürmek için batılları ile geldiler."

Teke tek dövüşmek için öne çıkan Kureyşlilerin her üçü de öldürüldü. Arkasından iki ordu savaşa tutuştu. Resulullah (s.a.a) sürekli olarak Müslümanların gönüllerine cesaret ve kahramanlık aşılıyordu. Bir süre sonra Hz. Peygamber (s.a.a) avucuna kum tanecikleri doldurdu ve: "Yüzleri çirkinleşsin!" diyerek Kureyşlilerin yüzlerine doğru attı. Bütün Kureyşliler savaşmayı bırakarak gözlerini ovmaya mecbur kaldılar. Bu olay Kureyşlilerin bozguna uğramalarının sebebi oldu. Resulullah (s.a.a) müşriklerin cesetlerinin Bedir Kuyusu'na atılmalarından sonra kuyunun başına dikilerek ve Kureyş ölülerine isimleri ile seslenerek şunları söyledi: "Rabbinizin size vermiş olduğu sözlerin doğru olduğunu gördünüz mü? Ben Rabbimin bana vaat ettiklerinin doğru olduğunu gördüm." Müslümanların: "Ey Allah'ın Resulü, ölmüş olan bir topluluğa mı sesleniyorsun?" diye sormaları üzerine: "Onlar tıpkı sizler gibi (söylenenleri) işitirler, fakat cevap vermeleri engellenmiştir." dedi.

Savaşın Sonuçları

Bedir Savaşı, geride büyük sonuçlar bıraktı. Müşrikler her yandan hayal kırıklığı ve zilletle kuşatılmış olarak Mekke'ye doğru kaçtılar. Arkalarında yetmiş ölü, yetmiş esir ve çok sayıda savaş ganimeti bırakmışlardı... Muzaffer Müslümanların safları arasında savaş ganimetlerinin nasıl bölüşüleceği üzerinde görüş ayrılıkları görülmeye başladı. Hz. Peygamber bu konudaki görüşünü daha sonra açıklamak üzere ele geçen ganimetlerin bir yere toplanmasını emretti. Bu sırada ganimetlerin bölüştürülmesini düzenleyen ve humus ile ilgili hükümleri yasallaştıran Enfâl Suresi'nin ilâhî emri bildiren ayetleri indi. Bu emir üzerine Hz. Peygamber her savaşçıya, diğer arkadaşları ile eşit olacak şekilde, payına düşen ganimeti verdi.

Resulullah (s.a.a) müşrik esirlerle ilgili özel bir açıklama yaptı. Bu açıklamaya göre on tane Müslüman çocuğa okuma-yazma öğreten esirler bu hizmetleri ile fidyelerini ödemiş sayılarak serbest kalacaklardı. Böylelikle Hz. Peygamber İslâm inancının hoşgörüsünü, eğitime ve uygar insan yetiştirmeye yönelik teşvik edici tutumunu kanıtlıyordu. Geride kalan esirlerin ise kurtarmalık fidyelerini dört bin dirhem olarak belirledi. Bu karar, Resulullah'ın (s.a.a) kızı Zeyneb'in kocası olan Ebu'l-As'ı da kapsıyordu. Hz. Peygamber onu diğer müşrik esirlerden ayrı tutmamıştı.

Resulullah'ın (s.a.a) kızı Zeynep, esir kocasını serbest bıraktırmanın fidyesi olsun diye gerdanlığını gönderdi. Hz. Peygamber kızının gönderdiği gerdanlığı görünce eşi Hz. Hatice'yi hatırlayarak ağladı ve Müslümanlara dönerek: "Eğer bu kızımın esirini serbest bırakmayı ve gerdanlığını geri vermeyi uygun görüyorsanız öyle yapın!" dedi.

Rahmet Peygamberi'nin Müslümanlara yönelik bu talebi ne kadar kolaydı. Serbest kalan Ebu'l-As, Resulullah'a (s.a.a) verdiği söz uyarınca Zeyneb'i Medine'ye göndermek üzere hemen Mekke'ye hareket etti.

Zafer ve açık fetih müjdesi Medine'ye doğru dalga dalga yayıldı. Yahudilerin ve münafıkların kalpleri endişe ve korku ile titredi. Zafer haberini yalanlamaya çalıştılar. Öte yandan Müslümanlar sevinç ve sürurla coşarak savaşın muzaffer önderi olan Hz. Peygamber'i karşılamaya çıktılar.

Mekkeliler ise derin bir acıya gömülmüşlerdi. Şehrin havası üzerine hüzün çökmüştü. Yedikleri darbenin etkisi ile müşrikler kendilerinden geçmiş, akıllarını yitirmişlerdi. Mekke'nin bütün evleri ile çevresi mateme bürünmüştü.

Kur'ân-ı Kerim'in ayetleri bu kader belirleyici savaş ile ilgili açık naslar içerir. Bu ayetler olayların ayrıntılarını anlatır, Rabbine samimiyetle bağlı Müslüman ümmetin, ilâhî risaleti yayma yolunda gördüğü ilâhî desteği açık bir dille ifade eder.

Hz. Ali (a.s) bu büyük savaşta İslâm'ı savunmak için olanca gücünü ortaya koydu, ya zafer ya ölüm, diyerek kendini savaşa attı. Savaş başlamadan önce Velid b. Utbe'yi ikili dövüşmede öldürdü. Ayrıca amcası Hamza ile Ubeyde b. Haris'e rakipleri Şeybe ve Utbe'yi öldürmede yardımcı oldu. Şeyh Mufid, Hz. Ali'nin (a.s) Bedir Savaşı'nda öldürdüğü otuz altı kişinin adını sayar. Öldürülmelerine katkıda bulunduğu kişiler bu hesabın dışındadır. İbn-i İshak: "Bedir Savaşı'nda ölen müşriklerin çoğunluğunu Hz. Ali öldürdü." diyor.

Bu hezimet, Kureyş kabilesini ticaret güzergâhını Şam'dan Irak yönüne değiştirmeye başvurmak zorunda bıraktı. Çünkü artık Müslümanlar güçlü bir varlık oldular ve bu varlık Arap Yarımadası toplumunun birleşimi üzerinde etkili bir konum kazanmıştı. Öyle ki, bu varlık yavaş yavaş gücünü gösterirken, Kureyş kabilesi Arap kabileleri arasında sahip olduğu ürkütücü imajını günden güne kaybediyordu. Bu arada gerek Müslümanlar arasında ve gerekse Müslümanlar ile önderleri Resulullah (s.a.a) arasındaki bağlar güçlenmeye başlamıştı.

2- Hz. Peygamber'in Hz. Fatıma'nın Evlenmesine Önem Vermesi

Hz. Fatıma (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) kalbinde yüksek bir konuma derecenin sahip idi. Çünkü Hz. Peygamber onun şahsında teselliyi, gönül okşamayı, Hz. Hatice'nin (a.s) bıraktığı hoş simayı ve gelecekteki temiz soyunu buluyordu. Hz. Fatıma (a.s), risaletin sıkıntılarını Hz. Peygamber (s.a.a) ile paylaştı ve bu sıkıntıları hafifletmek için çok çaba harcadı. Bu yüzden Hz. Peygamber, Hz. Fatıam onun için: "O, babasının anasıdır." dedi.

Hz. Fatıma (a.s) nübüvvet evinde kadınlık çağına girince, nübüvvet kaynağından ve risalet pınarından beslenmiş bir genç kız olarak fazileti, İslâm'daki geçmişi, şerefi ve serveti ile tanınan Kureyş ileri gelenleri onu Hz. Peygamber'den (s.a.a) istediler. Hz. Peygamber bu teklifleri anlamlı sözlerle ve nazik bir şekilde reddederken ya: "Onun hakkında takdirin kararını bekliyorum." veya: "Gökten gelecek emri bekliyorum." derdi.

Hz. Peygamber (s.a.a) Ali b. Ebu Talib'in (a.s) öne atılıp Hz. Fatıma'ya talip olması ile rahatladı. Hz. Ali'ye şöyle dedi: "Ey Ali, müjdeler olsun sana. Ben yeryüzünde onu seninle evlendirmeden önce yüce Allah onu seninle gökyüzünde evlendirdi. Sen gelmeden önce gökten bir melek inerek bana dedi ki: Ey Muhammed, -yüce- Allah yeryüzüne bir kere baktı ve kulları arasından seni seçerek risaleti ile görevlendirdi. Sonra ikinci bir kere yeryüzüne baktı ve oradan sana bir kardeş, bir yardımcı, bir dost ve bir damat seçti. Kızın Fatıma'yı onunla evlendir. Gökteki melekler bu evliliği törenle kutladılar. Ey Muhammed, -yüce- Allah sana, yeryüzünde Ali'yi Fatıma ile evlendirmeni ve onlara dünyada ve ahirette temiz, soylu, arınmış, hayırlı ve faziletli iki evlâtları olacağı müjdesini vermeni emretmemi emretti."

Resulullah (s.a.a) Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın nikâhlarını muhacirler ile ensardan oluşmuş bir cemaatin huzurunda kıydı. Nikâh sırasında küçük ve az bir mihir belirlendi. Böylece Hz. Peygamber pahalı mihirden kaçınmanın ümmet tarafından uyulacak bir sünnet olması yolundaki arzusunu göstermiş oldu. Hz. Fatıma'nın (a.s) ev eşyası Resulullah'ın (s.a.a) önüne konduğu zaman -ki, yemek kaplarının çoğu çömlektendi- yaşlı gözleri yaşla doldu ve ile şöyle dedi: "Allah'ım, kap-kacağının çoğunluğu çömlekten olan bu ev halkına bereket ihsan eyle."

Hz. Peygamber (s.a.a) kızı Hz. Fatıma'nın evliliğine, bütün ayrıntılarında son derece büyük bir önem verdi. Bu önemin bir göstergesi, zifaf gecesi bu eşler için yapmış olduğu duadır. O duada şöyle dedi: "Allah'ım, iki yakalarını bir arada tut; kalplerini uzlaştır, onları ve soylarından gelecek olanları nimet dolu cennetinin vârislerinden eyle. Onlara temiz, pak ve mübarek zürriyet nasip et, zürriyetlerini bereketli kıl ve onları senin emrin uyarınca insanları itaatine yönlendiren ve senin razı olduğun şeyleri emreden imamlar yap!"

Başka bir duasında da şöyle dedi: "Ey Rabbim, sen gönderdiğin her peygambere bir Ehl-i Beyt nasip ettin. Allah'ım, benim doğru yola iletici Ehl-i Beytimi de Ali'den ve Fatıma'dan karar kıl." Sonra da şunları söyledi: "Allah sizi tertemiz kıldı ve soyunuzu tertemiz kıldı. Sizinle barışık olan ile ben de barışığım. Sizin ile savaşanla ben de savaştayım."

3- Yahudiler ile Sıcak Çatışma ve Benî Kaynuka'nın Sürgün Edilmesi

Yahudiler İslâm'ın ve Müslümanların güçlenmesinin kendileri için taşıdığı tehlikeyi somut olarak idrak ettiler. Çünkü yeni oluşmuş bu yapı artık köklü ve sağlam bir ağaç, güçlü bir bilek olmuş ve İslâm risaleti, isteğince hükmeden bir güce dönüşmüştü.

Aradaki barış anlaşması, Bedir Savaşı'ndan önce çatışmanın her iki tarafını frenleyen ve patlama tehlikesini önleyen bir emniyet supabı idi. Fakat Müslümanları güçlendiren Bedir zaferi, Yahudilerdeki düşmanlık ruhunu körükledi ve kötülük dürtüsünü alevlendirdi. Münafık unsurlar da onlara yardımcı oluyordu. Bu destekle iyice şımaran Yahudiler, Müslümanlara kötü sözler dokundurmaya, aleyhlerinde entrika çevirmeye, hiciv içerikli şiirler göndermeye başladılar. Yeni dinlerinin yanı sıra yeni bir otorite sahibi de olan Müslümanları kışkırtmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlardı.

Onlardan gelen bu yoldaki haberler Resulullah (s.a.a) için gizli bir şey değildi. O nedenle Müslümanlarda İslâm'ı ve Hz. Peygamber'i (s.a.a) savunma cesareti, hatta hırsı uyandı. Nitekim Müslüman bir fedaî olan Salim b. Umeyr, kendini tutamayarak Hz. Peygamber hakkında hakaret içerikli sözler sarf eden Avfoğulları'ndan Ebu Afek adındaki bir müşriki öldürüverdi. Aynı girişim, müşrik ve kindar bir kadın olan Asma bint-i Mervan hakkında da tekerrür etti. Müslümanlar ayrıca kendilerine sürekli biçimde sataşan, onlarla alay eden ve namuslarına dil uzatan Kâ'b b. Eşref adındaki kişiyi suikast yolu ile öldürmeyi gerçekleştirdiler.

Yahudilerin tahrikçi davranışları, asılsız olayları yaymaları, yalan propagandaları, Müslümanlara meydan okumaları durmak bilmiyordu. Böylece barış içinde bir arada yaşama anlaşmasını çiğnemiş oluyorlardı. Bu nedenle rahmet peygamberi olan Resulullah (s.a.a) onlarla aradaki ilişkileri istikrara kavuşturmak düşüncesi ile Kaynukaoğulları adı ile bilinen Yahudi kabilesi ile görüşmeye gitti. Onlara hikmetle ve güzel öğütle bir çağrı yaptı. Ayrıca kendilerini hoşnutsuzluk doğuran siyasetlerinin ve hareketlerinin kötü akıbeti hakkında uyardı. Pazaryerlerinde onları toparladı ve şunları söyledi: "Ey Yahudi topluluğu, Kureyş kabilesinin başına gelen felâketin bir benzerinin sizin de başınıza gelmesi hususunda Allah'tan sakının ve Müslüman olun! Çünkü siz benim Allah'ın gönderdiği bir peygamber olduğumu öteden beri biliyorsunuz. Zira bu gerçeği kutsal kitabınızda ve Allah'ın size yönelik ahdinde buluyorsunuz."

Hz. Peygamber'in bu sözleri onların böbürlenmelerini ve büyüklük taslamalarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Hz. Peygamber'e şu karşılığı verdiler: "Ey Muhammed, savaşta karşılaştığın kimseler seni aldatmasın. Sen ham, cahil ve tecrübesiz adamlardan oluşmuş kavimleri mağlup ettin. Ama biz, vallahi, savaş ustası bir kavimiz. Eğer bizimle savaşırsan şimdiye kadar bizim gibi birileri ile savaşmadığını öğrenirsin."

Yahudilerin pisliklerini ortaya seren son hareketleri, Müslüman bir kadına sataşıp ırzına geçmeleri oldu. Bu olay, bir Yahudi ile bir Müslüman'ın öldürülmesine yol açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a), Müslümanlar ile birlikte harekete geçerek Kaynukaoğulları diye anılan bu Yahudi kabilesini evlerinde kuşatmaya aldı. Bu kuşatma ara vermeksizin on beş gün sürdü. Öyle ki bu kabilenin ne bir ferdi kabile sınırları dışına çıkabiliyordu ve ne dışardan biri onların yanına gidebiliyordu. Netice itibariyle teslim olmaktan ve Hz. Peygamber'in (s.a.a), silâhlarını ve teçhizatlarını bırakarak Medine'yi terk etmeleri yolundaki kararına boyun eğmekten başka yapacakları bir şey kalmadı. Böylece Medine, en önemli kötülük unsurlarının birisinden boşaltıldı ve şehirde siyasî istikrar ve sükûnet hâkim oldu. Çünkü bu boşaltma işlemi, Müslümanların gücünü, yönetim sistemindeki gelişmeyi, hikmet dolu bir plân uyarınca çalışan önderlik makamı ile İslâm devletinin gücünün arttığını gördükten sonra Müslüman olmayanların varlığı ve fonksiyonu azaldı.

4- Müslümanların Zaferlerinden Sonra Kureyşlilerin Tepkisi

Ebu Süfyan, Kureyşli süvarilerden oluşan bir grubun başına geçerek Medine'ye doğru yola çıktı. Bunları harekete geçiren dürtü, Müslümanları fırsatını gözeterek pusuya düşürüp ansızın öldürme ve Bedir'de kaybolmuş olan kabilelerinin itibarını geri alma yönündeki gaddarca düşünceleri idi. Medine yakınlarında birtakım karışıklıklar çıkardılar; fakat Müslümanların kılıçları başlarına iner korkusu ile geri dönüp kaçtılar.

Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar hemen bu saldırgan müşriklerin peşine düştüler. Onları karşılık vermeye sevk eden faktör ise dinlerine bağlılıkları idi. Böylece genç devletin egemenliğini savunmaya kararlı olduklarını, onu kötü ellerden korumaktan asla geri durmayacaklarını pekiştirmek istiyorlardı.

Müşrikler kaçarken kendilerine lâzım olan her şeyi geride bıraktılar. Yanlarında yemeklik olarak taşıdıkları kavut torbalarını attılar. Arkalarından gelen Müslümanlar yere atılan bu kavutları topladılar. O yüzden bu savaşa "Sevik=Kavut Savaşı" adı verildi. Bu savaş, Kureyşliler için bir başka zillet olduğu gibi, düzenli bir güç olarak İslâm varlığının artık somut ve inkâr edilmez bir gerçek olduğu haberi ile çalkalanan diğer Arap kabileleri için de pekiştirici bir kanıt oldu.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu aşamada en çok önem verdiği şey, Medine'deki Müslüman toplumun çeşitli katmanlarında güvenliğin tam olarak sağlanması ve herhangi bir muhtemel saldırının önlenmesi idi. Üstelik İslâm'a girmeye yanaşmamış olan ve içlerinden ona karşı düşmanlık besleyen bazı kabileler Resulullah'a ve Müslümanlara karşı uygun bir tutum takınma yoluna girmiş değillerdi. Bunlar Medine'ye saldırmak üzere askerî hazırlık yapıyorlar ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendilerine karşı koymaya çıktığını işitince kaçıyorlardı.

Bu sıralarda Hz. Peygamber (s.a.a) Zeyd b. Harise komutasında bir başka seriyeyi sefere çıkardı. Görevi, Kureyşlilerin Irak üzerinden işleyen yeni ticaret yolunu kesmekti. Seriye bu görevini başarı ile gerçekleştirdi.

5- Uhud Savaşı[3]

Bedir Savaşı'nı izleyen günler Kureyşliler ve müşrikler için ağır oldu. Medine'de ise Hz. Peygamber (s.a.a) yeni Müslüman bireyleri eğitmeye insan tipini oluşturmaya ve devleti yapılandırmaya aralıksız devam ediyordu. Bu arada ilâhî ayetler birbiri peşi sıra iniyor ve bu inen ayetler insanın davranışlarını ve hayatlarını yasal ilkelere bağlarken Hz. Peygamber (s.a.a) gelen direktifleri açıklıyor, hükümleri uyguluyor ve herkesi Allah'a itaat etmeye yönlendiriyordu.

Diğer taraftan Mekke müşrikleri ile yandaşlarının kafalarında Müslümanlara karşı yeni bir savaşa girmenin sebepleri ve faktörleri yoğunlaşmaya başlamıştı. Böylece omuzlarına çöken Bedir hezimetinin kâbusunu dağıtmayı ve Bedir'de en büyük zarara uğramış olan Emevî ailesinin lideri Ebu Süfyan'ın körüklemeyi sürdürdüğü kinin ateşini söndürmeyi dindirmeği hesap ediyorlardı. Savaşta yakınları ölen kadınların yas tutup ağlamaları ile bütün ticaret yollarını kaybeden tüccarların hırsları da bu savaş isteğini körükleyen iki diğer faktör idi.

Dolayısıyla, başlatılmak istenen yeni savaş Müslümanları zayıflatarak Şam'a giden ticaret yollarını güven kazandırmaya yönelik bir girişimdi. Öte yandan Müslümanların askerî gücünün gelişmesi durdurularak, Mekke'nin istilâ edilmesi ve bu şehre egemen olan müşriklik inancının ortadan kaldırılması tehlikesi bertaraf edilmiş olacaktı. Harp hazırlığına katkıda bulunan bir başka faktör de, Medine'deki Yahudilerin ve münafıkların Kureyş kabilesi ile yandaşlarının Medine'yi ele geçirip İslâmiyet'i ortadan kaldırmaya yönelik teşvikleri idi.

Mekke'de bulunan Abdulmuttalip oğlu Abbas, Hz. Peygamber'e (s.a.a) derhal bir mektup yazarak Kureyşlilerin savaş için söz birliği ettiklerini; silâh, teçhizat ve asker hazırlığına giriştiklerini haber verdi. Mektupta verilen bilgiye göre, Kureyşliler kadınlarını da kendileri ile birlikte sefere çıkarmayı plânlayarak başka kabilelere de kendileri ile birlikte savaşmak için çağrı yapmış, savaşı ve çatışma azmini kışkırtmak için çeşitli yöntemlere başvurmuşlardı.

Bu mektup gizli yollardan Hz. Peygamber'e (s.a.a) ulaştı. Fakat Peygamber durum açıklık kazanıncaya ve savaş için gerekli hazırlıklar yapılıncaya kadar bu haberi Müslümanlardan sakladı.

Atlı çok büyük atlı şirk ordusu, yürüyüşünü sürdürerek Medine'ye yaklaştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) Enes ile Munis adlarındaki Fudale'nin iki oğlundan sonra düşmanın durumu hakkında bilgi almak üzere Hubab b. Munzir'i gizlice müşrik ordusunun yakınlarına gönderdi. Hubab'ın getirdiği haber ve düşmanla ilgili verdiği ayrıntılı bilgiler Abbas'ın mektubunda verilen bilgiler ve Fudale'nin iki oğlunun getirdiği haberlerle uyuşuyordu. Resulullah'ın (s.a.a) bu haberi kendileri ile paylaştığı Müslümanlardan birkaçı düşmanın baskınına uğrama korkusu ile tedbirli olmak için uyanık olmaya yöneldiler.

Resulullah (s.a.a) bir süre sonra Kureyşlilerin savaşmak için Medine'ye doğru geldiklerini açıkladı ve sahabîleri ile istişare etmeye girişti. Sahabîlerin görüşleri farklı oldu. Kimi Medine'de kalıp savunma yapmayı, kimi de düşmanı Medine dışında karşılamayı uygun gördü. Savaş plânını önceden belirlemek Hz. Peygamber (s.a.a) için zor değildi. Fakat o, Müslümanlara sorumluluklarını hissettirmeyi istiyordu. Müzakereler sonunda dışarı çıkıp düşmanı karşılamak ve onunla şehir dışında savaşmak şıkkı üzerinde ortak görüşe varıldı. Karara varıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) cuma namazını kıldırdı, arkasından minbere çıkarak cemaate bir konuşma yaptı. Konuşmasında cemaate öğütler verdi, onlara Allah'a itaat etmelerini hatırlattı, kendilerine ciddi gayret göstermelerini, cihat etmelerini ve sabırlı olmalarını emretti. Sonra minberden inip evine girdi ve zırhını giydi. Bu olay, Müslümanları heyecanlandırdı ve onları şiddetle sarstı. Çünkü Medine dışına çıkmaya Resulullah'ı (s.a.a) kendilerinin zorladıklarını sandılar ve bu düşünce ile ona: "Ey Allah'ın Resulü, sana karşı çıkmak bizim haddimiz değildir; sen neyi uygun görüyorsan onu yap." dediler. Hz. Peygamber (s.a.a) onlara şu karşılığı verdi: "Bir peygamber zırhını giyince, savaşmadan onu çıkarması kendisine yakışmaz."

Ardından Hz. Peygamber (s.a.a) bin Müslüman savaşçının başında sefere çıktı. Müşriklere karşı Yahudilerden yardım almayı reddetti. Bu kararının gerekçesini: "Şirk ehline karşı şirk ehlinden yardım istemeyin!" şeklindeki sözleriyle açıkladı. Münafıklar, Müslümanlara karşı besledikleri kini saklamayı başaramadılar. Nitekim Abdullah b. Ubey üç yüz kişilik savaşçısı ile yarı yolda Resulullah'tan ayrıldı. Böylece Resulullah'ın yanında yedi yüz savaşçı kaldı. Oysa müşrik savaşçıların sayısı üç binden fazla idi.

Uhud tepesinin eteğinde Hz. Peygamber (s.a.a), desteklenen zaferi garantiye bağlamak amacı ile sağlam bir yerleşme düzeni hazırladı. Sonra ayağa kalkarak Müslüman savaşçılar önünde şu konuşmayı yaptı:

"Ey insanlar, size Allah'ın bana kitabında tavsiye ettiğini tavsiye ediyorum. O da O'na itaat etmek ve O'nun haram ettiği şeylerden uzak durmaktır. İmdi, siz bugün ödül ve birikim yurdundasınız. Bu ödül ve birikim, üzerindeki yükümlülüğü hatırlayanlar ve sabır, kesin inanç, ciddiyet ve şevk üzere nefsini bu yükümlülüğe adayanlar içindir. Zira düşmana karşı cihat etmek, nefsin hoşlanmadığı ağır bir iştir. Buna sabreden az olur. Yalnız Allah'ın rüştünü pekiştirdiği kimseler bu sabrı gösterir. Çünkü Allah kendisine itaat edenlerle beraberdir, şeytan da ona asi olanlarla beraberdir. Amellerinizi cihada sabretmek ile açın. Bununla Allah'ın size vaat ettiği ödüle talip olun. Size düşen, Allah'ın size emrettiğini yapmaktır. Ben sizin rüştünüze büyük önem veriyorum. Çünkü ihtilâf, sürtüşme, başkalarını işinden alıkoyma gibi davranışlar âcizlik ve zayıflık göstergesidirler ki, Allah bunu sevmez ve böylesine destek ve zafer vermez."

Müşrikler savaşmak üzere saf tuttular. Savaş başlar başlamaz, çok bir zaman geçmeden müşrik güçler geri dönüp kaçmaya başladılar. Kadınları Müslümanların ellerine esir düşmek üzere idi. Müslümanların zafer kazandığı gerçeği savaş alanında açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Fakat tam bu sırada şeytan bazı Müslüman okçuların kalplerine vesvese saldı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu okçuları tepenin üzerindeki bir geçide yerleştirmiş ve kendilerine, kendisinden yeni bir emir almadıkça savaşın sonucu ne olursa olsun mevzilerini terk etmemelerini emretmişti. Fakat Resulullah'ın (s.a.a) bu emrini dinlemeyerek mevkilerini terk edip ganimet peşine düştüler. Bunun üzerine Halid b. Velid komutası altındaki müşrik güçler geri dönerek Resulullah'ın (s.a.a) terk edilmemesini emrettiği geçitten ikinci defa Müslüman güçlere karşı saldırıya geçtiler.

Müslümanlar bu yeni saldırı karşısında gafil avlandılar ve birlikleri dağıldı. Böylece bozguna uğramış Kureyş askerleri yeniden savaşmaya dönerek çok sayıda Müslümanı öldürdüler. Ardından da müşrikler tarafından Resulullah'ın (s.a.a) öldüğü haberi yayıldı. Hz. Ali'nin, Hamza b. Abdulmuttalib'in, Sehl b. Huneyf'in ve yerini terk etmeyerek savaş alanında kalan çok az sayıda savaşçının kahramanca direnişi olmasaydı, müşrik kıtalar Hz. Peygamber'e (s.a.a) ulaşmak üzere idi. Zira önde gelen sahabîler de dahil olmak üzere Müslüman askerlerin geride kalan çoğunluğu mevzilerini terk edip kaçmıştı. Hatta bu önde gelen sahabîlerden biri İslâm'la ilgisini kesmeyi bile düşündü ve şöyle dedi: "Keşke, birini bulup Abdullah b. Ubeyy'e elçi göndersek de, o bize Ebu Süfyan'dan aman (can güvenliği belgesi) alsa!"[4]

Bu savaşta Hz. Peygamber'in (s.a.a) amcası Hamza b. Abdulmuttalip şehit oldu. Hz. Peygamber (s.a.a) de yüzünden isabet aldı ve alt çenesindeki iki azı dişi kırıldı. Ayrıca dudağı da yarıldı ve kan yüzüne aktı. Yüzündeki kanı silerken: "Kendilerini Allah'a davet ettiği hâlde Peygamberlerinin yüzünü kan ile boyayan bir kavim nasıl iflâh olabilir?" dedi. Ardından ok atmak için kullandığı yay parçalanıncaya kadar savaştı. Bir ara onu öldürmek için üzerine saldıran Ubeyy b. Halef'e mızrak darbesi indirdi ve Ubeyy bu darbeden aldığı yara sonucunda öldü. Hz. Ali bu sırada benzeri görülmemiş bir kahramanlık gösterdi. Resulullah'a (s.a.a) doğru ilerleyen her düşman askerini geri püskürtüyor ve kılıcı ile yere seriyordu. Bunun üzerine Cebrail, Resulullah'ın (s.a.a) yanına inerek: "Ey Allah'ın Resulü, bu gerçek fedakârlıktır." dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a): "O bendendir, ben de ondanım." diye karşılık vermesi üzerine Cebrail: "Ben de sizdenim." dedi. Bu sırada şöyle diyen bir ses işittiler: "Zülfikâr'dan başka kılıç ve Ali'den başka delikanlı yiğit yoktur.[5]

Resulullah (s.a.a) yanında kalan az sayıda Müslüman savaşçı ile birlikte Uhud tepesine çekildi. Böylece savaş duruldu. Bir süre sonra Ebu Süfyan oraya geldi, Müslümanlar ile alay ve istihza ederek: "Yücelsin Hubel!" dedi. Resulullah (s.a.a) savaş alanında uğranılan yenilgiye rağmen inançla ilgili kararlılığın kırılmadığını göstermek amacıyla bu küfür ifade eden söze, Müslümanların şu sözle karşılık vermesini emretti: "Allah en büyük ve en yücedir!"

Ebu Süfyan kâfirinin: "Biz o kişileriz ki, bizim Uzza'mız var; ama sizin Uzza'nız yok." şeklinde bir slogan atması üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ona ikinci kez karşılık verilmesini emrederek: "Allah bizim mevlâmızdır, sizinse mevlânız yok, deyin." talimatını verdi.

Bir süre geçtikten sonra müşrikler Mekke'ye döndü ve Hz. Peygamber (s.a.a) ile Müslümanlar şehitleri toprağa vermeye başladılar. Kureyşlilerin geride bıraktıkları fecî tablo Müslümanları dehşete düşürdü. Çünkü şehitlerin vücutları parçalara ayrılmıştı. Hz. Peygamber (s.a.a) amcası Hamza b. Abdulmuttalib'in bedenini vadinin ortalarında buldu. Ciğeri çıkarılmış, diğer organları vahşice ve kindarca parçalanmıştı. Bu acıklı manzarayı görünce: "Benim için bunun kadar bana öfke uyandırıcı bir durum karşısında hiç kalmadım." dedi.

Savaş alanında verilen büyük sayıdaki kurbanlar ve karşılaşılan ağır yıkım, inanç sahibi Müslümanlar ile önder Resulullah'ı (s.a.a) İslâm'ın varlığını ve genç devletin yapısını savunmaya devam etmekten alıkoyacak değildi. Nitekim Medine'ye dönüşlerinin ertesi günü Hz. Peygamber (s.a.a), düşmanın peşine düşüp onu kovalamak amacıyla Müslümanları tekrar harbe çağırdı ve bu sefere ancak Uhud Savaşı'na katılan Müslümanların çıkmalarını emretti. Bu emir üzerine Müslümanlar vücutlarındaki yaralara rağmen Hamrau'l-Esed denen mıntıkaya kadar vardılar. Önder Peygamber (s.a.a) bu çıkışı ile düşmanın canına korku salma amacı taşıyan yeni bir yöntemi devreye sokuyordu. Nitekim bu yöntemin uyandırdığı korkunun etkisi ile Kureyşliler Mekke'ye dönüş yolculuklarını hızlandırdılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar kaybolan morallerinin çoğunu geri kazanmış olarak Medine'ye döndüler.

6- Müslümanlara Yönelik İhanet Girişimleri

Kaba gücün ve kılıç üstünlüğünün hükmettiği bir toplumda Uhud'da uğranılan yenilgi ve âcizlikten sonra müşriklerin Müslümanlara yönelik kötü emellerinin yoğunlaşması doğaldı. Fakat önder Peygamber (s.a.a) bütün değişikliklere karşı uyanık ve kavrayıcı idi. İslâm risaletinin selâmeti ve güçlenmesi konusunda kararlı idi. Devleti yapılandırmak ve bu yapıyı korumak hususunda gayretli idi. Bu yüzden titizlikle haberleri öğrenmeyebilmek için çalışır, niyetler hakkında bilgi edinmeye çalışır ve müşrikler hedeflerine ulaşmadan önce gereken karşılığı hızlı bir şekilde verirdi. Bu bağlamda Esedoğulları'nın Medine'ye yönelik ihanet girişimlerini geri püskürtmek üzere Ebu Seleme komutasında bir seriye görevlendirdi ve bu seriye görevini başarı ile yerine getirdi. Ayrıca Müslümanlar Medine'ye saldırı hazırlığı niteliğindeki bir müşrikin komplosunu önlemeyi de başardılar.

Bütün bunlara rağmen müşriklerden bir grup Müslümanlara karşı bir komplo gerçekleştirdi. Olay şöyle oldu: Azal ve Kare kabilelerine mensup bir heyet Resulullah'a (s.a.a) gelerek kendilerini dinî konularda eğitecek bir adam istediler. Rahmet nebisi olan Hz. Peygamber (s.a.a) İslâm risaletini yaymaya yönelik bir çaba olur düşüncesi ile bu isteğe olumlu cevap verdi. Fakat komplocu eller Müslüman çağrı görevlilerini öldürmek için "Mau'r-Reci" denen yerde saldırıya geçti.

Arka arkaya Müslümanların başlarına gelen belâlar, münafıklarda ve Medine Yahudilerinde onların heybetlerini kaybettikleri imajının belirmesine yol açtı. Buna karşılık olarak Hz. Peygamber (s.a.a) ise, siyasî bilgeliği ile Beni'n-Nadîr Yahudilerine karşı takınacağı sağlıklı tutumun ana hatlarını onların niyetlerini ortaya çıkararak belirlemek istedi. Bu düşünce ile öldürülen iki kişinin diyetlerini ödeme konusunda onların katkıda bulunmalarını istedi. Beni'n-Nadîr Yahudileri Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve beraberindeki Müslüman heyetini evlerinin yakınında hoş görmüşlük ifade eden gösteriler ile karşıladılar. Oysa içlerinde kötülük düşünüyorlardı. Kötü niyetlerini saklı tutarak Peygamber'in isteğini gerçekleştirmek üzere ondan oturmasını istediler. Hz. Peygamber de evlerinden birinin duvarına yaslanarak oturdu. Bu durumu fırsat bilen Yahudiler yukarıdan bir taş düşürerek onu öldürmeye koştular. Fakat o anda kendisine bu sinsi komployu haber veren bir vahiy indi. Bunun üzerine sahabîleri Yahudilerin yanında bırakarak aralarından hemen ayrıldı. Hz. Peygamber'in bu tutumunu gören Beni'n-Nadîr Yahudileri sarsıldılar ve neye uğradıklarını şaşırdılar. Ayrıca yapmayı kurdukları kötü eylemin şiddeti ile endişeye ve üzüntüye kapıldılar. Oradaki sahabîler hemen mescide Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına gittiler. Kendisine niçin Yahudi mahallesinden döndüğünü sormaları üzerine ondan şu cevabı aldılar: "Yahudiler bana suikast düzenlemek istediler; fakat Allah bana bunu haber verdi. Ben de kalkıp oradan ayrıldım."

Bu olayın ortaya çıkması ile Allah onların kanlarını helâl kıldı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) ile yaptıkları saldırmazlık sözleşmesini çiğneyerek ona suikast düzenlemeyi plânladılar. Dolayısıyla yaptıklarına karşılık Medine'den sürülmeyi hak etmişlerdi. Fakat münafıkların elebaşı Abdullah b. Ubey ve başkaları işe karışarak Beni'n-Nadîr Yahudilerini Hz. Peygamber'in (s.a.a) emrini dinlemeyip ona karşı direnmeye teşvik etti. Onlara kendisinin ve cemaatinin onlara Hz. Peygamber'e (s.a.a) karşı yardım edeceklerini, onları yarı yolda bırakmayacaklarını vaat etti. Bu kışkırtmalara güvenen Beni'n-Nadîr Yahudileri Hz. Peygamber'in (s.a.a) emrine karşı çıkarak kalelerinin içine kapanıp direnişe geçtiler.

Hz. Peygamber (s.a.a) münafıkların sinsi gayretlerini öğrenince, İbn-i Umm-i Mektum'u Medine'de yerine bırakarak Beni'n-Nadîr Yahudilerini kuşatmaya çıktı. Onlara karşı öyle bir yöntem kullandı ki, teslim olmaya ve sadece develere yükleyebileceklerini alarak zillet ve aşağılık hâlinde bölgelerinden çıkmaya mecbur oldular.

Müslümanlar bu Yahudi sürgünü sonucunda birçok mal ve silâhı ganimet olarak aldılar. Fakat Resulullah (s.a.a) düzenlediği bir toplantıda bu ganimetlerin, ensardan Sehl b. Huneyf ile Ebu Dücane hariç sadece muhacirlere dağıtılması, böylece onların ekonomik bağımsızlığının gerçekleşmesi yolundaki görüşünü Müslümanlara sundu. Çünkü ensar kesiminden olan bu iki kişi yoksul kimselerdi. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a), bu ganimetlerden onlara da pay verdi.

8- Uhud'dan Sonraki Askerî Harekât

Beni'n-Nadîr Yahudilerinin sürgün edilmelerinden sonra Medine'ye sakin ve istikrarlı bir atmosfer hâkim oldu. Münafıklar kirli oyunlarının açığa çıkmasından dolayı endişeye kapıldılar ve gelecek dönemin onların bastırma belini kırma dönemi olacağını iyice anladılar. İşte bu ortamda Gatafan kabilesinin Medine'ye saldırmak için hazırlık yaptığı haberleri Hz. Peygamber'in (s.a.a) kulağına geldi. Bu haberler üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar hemen bu kabile üzerine yürümeye giriştiler. Fakat yolda aniden Gatafanlılar ile karşılaştılar. Çünkü onlar Müslümanlarla karşılaşmanın hazırlıklarını daha önce yapmışlar ve onları beklemekteydiler. Ancak taraflar birbirlerinin gözünü korkuttukları için çatışma olmadı. Bu savaşta Hz. Peygamber (s.a.a) namazları korku namazı şeklinde kıldı. Çünkü düşmanın saldırı tehlikesine ihtimal veremedikleri kısa bir süreleri hiç olmadı. Böylece Müslümanlar çatışmaya girmeden Medine'ye döndüler. Bu savaşa Zatu'r-Rika Savaşı adı verildi.

İkinci Bedir

Müslümanlar zor günlerini hızla geride bıraktılar ve gün geçtikçe savaş tecrübeleri arttı. Bu arada peyderpey şeriat hükümleri iniyor ve bu sayede sosyal ilişkilerini kötülüklerden arındırıp hayatlarının gelişmeleri bütün yönleri ile düzene giriyor, imanları kökleşip sağlamlaşıyordu., Öyle ki son derece parlak direniş, fedakârlık, İslâm dinine ve İslâm ümmetine samimiyetle bağlılık örnekleri ortaya çıkıyordu.

Artık Uhud'daki yenilginin izlerinin silinmesinin eşiğine yaklaşılmıştı. Böylece Bedir'de öldürülen müşriklerin intikamını almak azminde olduğunu belirtmek amacıyla Uhud'da: "Sizinle buluşacağımız yer Bedir'dir." diyen kâfirlerin elebaşı Ebu Süfyan'ın tehdidinin vadesi gelmişti. İşte bu buluşmanın vadesinin geldiği düşüncesi ile Hz. Peygamber (s.a.a) bin beş yüz savaşçının komutasında sefere çıktı ve orada sekiz gün konakladı. Müşriklerin gayretleri Müslümanları korkutup seferden alıkoymayı başaramadı. Tersine, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve Müslümanların kesin kararlılıkla bu buluşma tehdidinin üzerine vardıklarını öğrenen müşriklerin kendilerini korku sardı. Ancak Hz. Peygamber'in bu kararlılığı üzerine Ebu Süfyan kendisi tarafından belirlenmiş olan buluşma yerine doğru sefer düzenlemek zorunda kaldı. Fakat askerî hazırlıkları etkileyen kuraklığı ve kıtlığı gerekçe göstererek bu seferi yarıda kesip Mekke'ye geri döndü. Bu geri dönüş Kureyşlilerin alınlarına bir hezimet ve korkaklık aybı damgası kazmış oldu. Müslümanların ise moralleri yükseldi, mutluluklarını ve neşelerini geri almış oldular.

Kısa bir süre sonra Dûmetu'l-Cendel denen bölgenin sakinlerinin yolları kestikleri ve Medine'ye saldırma hazırlığı yaptıkları yolunda haberler alındı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) bu saldırganları karşılamak için bin kadar Müslümanın komutasında sefere çıktı. Dûmetu'l-Cendelliler Hz. Peygamber'in sefere çıktığını işitir işitmez apar topar kaçtılar. Kaçarken yanlarındaki bütün ganimetleri geride bıraktılar. Böylece Müslümanlar savaşsız olarak bırakılan ganimetleri ele geçirmiş oldular.

9- Beni'l-Mustalak Savaşı ve Münafıklığın Rolü

Beni'l-Mustalak kabilesinin lideri Haris b. Ebu Dirar'ın Medine'ye saldırma hazırlığı yaptığı yolunda yeni haberler geldi. Hz. Peygamber (s.a.a) her askerî harekât öncesinde yaptığı gibi soruşturma yaparak haberin doğruluğundan emin oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber Müslümanlara çağrı yaptı. Müslümanlar da sefere çıkarak Beni'l-Mustalak kabilesinin askerleri ile Mureysi' adı ile anılan kuyunun yanında karşılaştılar. Taraflar savaşa tutuştu. Savaşta Beni'l-Mustalak kabilesinden on kişinin öldürülmesi üzerine müşrikler vuruşmayı yarıda bırakarak kaçtılar. Bu savaşta Müslümanlar çok miktarda ganimet elde ettiler. Ayrıca kabilenin çok sayıda kadını esir alındı. Bunlar arasında Haris kızı Cuveyriye de vardı. Hz. Peygamber (s.a.a) onu azat etti ve arkasından onunla evlendi. Bunun üzerine Müslümanlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve sözü edilen Cüveyriye'nin hatırı için ellerindeki Beni'l-Mustalak kabilesinden alınmış esirleri serbest bıraktılar.

Bu savaşta kabile taassubundan kaynaklanan kibir yüzünden az kalsın muhacirler ile ensar arasında fitne çıkacaktı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu tür sloganların atıldığını öğrenince Müslümanlara: "Bırakın onları, onlar fitnedir." dedi. Fakat münafıkların elebaşı Abdullah b. Ubeyy, hemen fitne çıkarmaya ve tartışmayı alevlendirmeye girişti. Muhacirleri koruyup onlara yardım ettikleri için çevresindeki Medine yerlisi Müslümanlara kınamalar yöneltti. Sonra: "Vallahi, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır." dedi. Abdullah b. Ubeyy'in bu yıkıcı gayretleri az kalsın başarıya ulaşacaktı. Bereket versin ki, Hz. Peygamber (s.a.a) Abdullah b. Ubeyy'in tahriklerinden ve münafıklığından emin olduktan sonra hemen Medine'ye dönme emri verdi. Hz. Peygamber (s.a.a) bir gün bir gece süren dönüş yolculuğu boyunca askerlerinin dinlenmesine izin vermedi. Bu yüzden Medine'ye varıldığında aşırı yorgunluktan hâlsiz düşen Müslümanlar uykuya daldılar. Böylece karşılıklı konuşmalara ve tartışmanın derinleşmesine fırsat verilmemiş oldu. Medine'nin kapılarına gelindiğinde Abdullah b. Ubeyy'in oğlu Abdullah, başka hiçbir Müslüman işe karışmadan babasını kendi elleri ile öldürmesi yolunda Hz. Peygamber'den (s.a.a) izin istedi. Çünkü eğer Müslümanlardan biri babasını öldürme işine katılacak olursa, öfkeye kapılıp babasının intikamını almaya kalkışacağından endişe ediyordu. Fakat rahmet nebisi olan Hz. Peygamber (s.a.a) ona: "Hayır, öyle şey olmaz. Tersine, bizimle beraber oldukça ona yumuşak ve arkadaşça davranacağız." dedi. Arkasından oğul Abdullah şehir kapısında durarak, Resul-i Ekram (s.a.a) izin vermedikçe babasının şehre girmesini engellemek amacıyla harekete geçti. İşte bu ortamda münafıkların davranışlarını ve gizli niyetlerini açıklayan Münafıkûn Suresi indi.

10- Cahiliye Geleneklerinin Kaldırılması

Hz. Peygamber (s.a.a) bir defasında o engin merhameti ve insan sevgisi ile dolu temiz kalbi ile Kureyşliler karşısında ayağa kalkarak: "Ey burada bulunanlar, şahit olun ki, şu Zeyd benim oğlumdur." dedi. Böylece Zeyd, kölelik konumundan Allah kullarının en üstünü olan Hz. Peygamber'in oğlu olma mertebesine geçti. Sözü edilen Zeyd, peygamberliğin daha ilk günlerinde Resulullah'a (s.a.a) samimî bir yönelişle iman etmişti. Günler geçti ve Zeyd, yüce Peygamber'in (s.a.a) gözetimi altında erkeklik çağına girdi. Büyük bir devrimcinin ve yüce bir ıslahatçının ancak gösterebileceği bir cesaretle Hz. Peygamber (s.a.a) halasının kızı Zeynep bint-i Cahş'ı bu Zeyd'e eş olarak seçti. Zeynep, itibarlı sosyal konumundan ve yüksek düzeyli soyluluğundan vazgeçerek, bu konumunun ayrıcalığını gözden çıkararak vaktiyle köle olan bir erkekle evlenmeyi ilk başta reddetti. Fakat samimî imanı onu yüce Allah'ın emrine olumlu karşılık vermeye sevk etti. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah ve Resulü, bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek veya kadın o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”[6]

Bu uygulama ile Resulullah (s.a.a) ölümsüz risaletin değerlerini uygulamak üzere köhne cahiliye geleneklerine son vermenin parlak ve şaheser bir örneğini verdi. Fakat aradaki kültür farkı ile huy uyuşmazlığı, cahiliye tortularından yana hâlâ sıkıntı çeken bir toplumda bu ufuk açıcı tecrübenin başarılı olmasına engel oldu. Hz. Peygamber (s.a.a) bu ilişkide beliren geçimsizleri düzeltmek için araya girdi. Böylece işin bir çıkmaz sokağa girmesine meydan vermemeye çalıştı. Bu amaçla Zeyd'e: "Eşini yanında tut ve Allah'tan kork." diyerek nasihat verdi. Fakat Zeyd'in Zeynep'ten şikâyet etmesinin ardı arkası kesilmedi. Nihayet bu şikâyetler Zeyd'in Zeyneb'i boşaması ile sonuçlandı.

Bir süre sonra evlâtlık edinilen çocukların öz evlât gibi sayılmaları yolundaki yaygın Arap geleneğinin kaldırılması ile ilgili ilâhî emir indi. Bu emri içeren ayette şöyle buyruluyor: "Allah... evlâtlıklarınızı da (öz) çocuklarınız gibi saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allahise hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltip iletir.”[7] Ancak yüce Allah, evlâtlıklar için velilik hakkı ile din kardeşliğini geçerli saydı.

Yüce Allah ayetler indirerek bu batıl geleneği yıkma bağlamında Peygamberi'ne (s.a.a) Zeyd tarafından boşandıktan ve bekleme süresini tamamladıktan sonra Zeynep ile evlenmesini emretti. Mesele ile ilgili az önce okuduğumuz ayetlerde yüce Allah Hz. Peygamber'i (s.a.a) söz konusu cahiliye geleneğini kaldırmaya, insanlardan korkmayarak tam bir cesaretle yüce Allah'ın hükümlerini uygulamayı sürdürmeye teşvik etmiştir.[8]

MÜŞRİKLERİN güç gösterisi VE sert ilâhî ceza

Müşrik Güçlerin İttifakı ve Hendek Savaşı

Hicret'in beşinci yılı sona ermek üzereydi. Müslümanların karşılaştıkları bütün olaylar, yaptıkları bütün savaşlar, genç devleti savunma ve Medine çevresinde emniyeti daha da yerleşik kılma amacına yönelikti. İslâm dinine ve İslâm devletine düşman çevreler ve odaklar tarafından meydana gelen olaylar, tür ve sayı bakımından daha önceki yıllara göre farklılık gösteriyordu. Yahudiler bu olay çeşitliliğini lehlerine kullanarak bunları bir noktada merkezleştirmeye, zenginleştirmeye, güçlendirmeye ve düşmanlık dürtüsünün kışkırtıcı unsuru yapmaya çalışıyorlardı. Tek amaçları bu yolla İslâmiyet'in varlığının köklerini Arap Yarımadası'ndan söküp çıkarmaktı. Bu gayretlerinin bir örneği şu oldu: Müşrikler bunlara gelerek İslâm dininin mi, yoksa putperestliğin mi daha üstün olduğunu sordular. Yahudiler bu soruyu fırsat bilerek putperestliğin İslâm dininden daha üstün olduğunu ileri sürmekten, müşriklerin kafalarında çöreklenen ve bu vehmi pekiştirmekten geri kalmadılar.[9]

Bunlara ek olarak müşrik kabileleri birleştirip kendilerine askerî taktikler verdikten sonra onları İslâm devletinin başkenti olan Medine'ye doğru sefere çıkarmayı başardılar. Bu haber tedbirli, uyanık ve her türlü siyasî hareketi güvenilir gözlerle (casuslarıyla) yakından izleyen bir başkomutan olan Hz. Peygamber'in (s.a.a) kulağına çok çabuk ulaştı.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu ani gelişme karşısında ne yapılması gerektiği konusunda sahabîlerle istişarelerde bulundu. Müzakereler sonunda Medine'nin açık (sursuz) tarafının önünde hendek kazılmasına karar verildi. Hendeğin kazılması işlemi iş bölümüne bağlandıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) bu kazı işine Müslümanlarla birlikte bizzat katıldı. Onları şu sözleri ile çalışmaya teşvik ediyordu: "Ahiret hayatından başka hayat yoktur. Allah'ım, ensarı ve muhacirleri bağışla!"

Samimî Müslümanların gösterdikleri gayrete ve heyecana rağmen işlerin ilerlemesini engellemede de münafıkların ve görev kaçaklarının rolü de önemsenmeyecek kadar az değildi.

Sayıları on bin kadar savaşçıya ulaşan müşrik müttefik güçler Medine'nin etrafını sardı. Şehrin sursuz tarafı önüne kazılan hendek içeri girmelerine engel olduğu kadar daha önce hiçbir yerde görmedikleri bu savunma yöntemi onları dehşete düşürdü. Hz. Peygamber (s.a.a) üç bin savaşçı ile Sel’i tepesine çıktı. Buradan sürpriz gelişmelere karşı koymak için görevleri ve vazifeleri savaşçılar arasında dağıttı.

Müttefik güçler bir aya yakın bir süre boyunca Medine'yi kuşatma altında tuttular, fakat birkaç kişi hariç hendeği geçmeyi bir türlü başaramadılar. Bu süreçte Müslümanlar parlak tutumlar sergilediler. Bu direnişin başta gelen kahramanı Ebu Talip oğlu Ali (a.s) idi. Hz. Ali Müslümanların, karşısına çıkmaktan çekindikleri, tanınmış bir Arap kahramanı olan Amr b. Abdevud adında bir savaşçı ile teke tek dövüşmeye çıktığı zaman Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından cesur tutumu şu sözlerle taçlandırıldı: "İmanın bütünü şirkin bütününün karşısına çıktı." Çünkü Müslümanlar bu müşrik dövüşçünün karşısına çıkmaktan kaçınmışlardı.

Benî Kurayza Yahudileri Müslümanlara karşı herhangi bir savaşa girmeyeceklerine dair Resulullah (s.a.a) ile anlaşma yapmış oldukları hâlde müşrikler onlardan yardım isteme girişiminde bulundular. Önder Resul (s.a.a), Yahudilerin savaşa katılma ve Müslümanlara karşı bir iç cephe açma kararında olduklarını kesin olarak anladı. Fakat yine de Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubade'yi Benî Kurayza Yahudilerinin tutumunu öğrenmeye gönderdi. Bu iki sahabînin dönüşte daha önce gelen haberleri pekiştirmeleri üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allahu ekber. Ey Müslümanlar, fetih ile müjdelenin."

Müslümanlara Yönelik Baskı

Müslümanlar Medine kuşatması sırasında çeşitli baskılara maruz kaldılar. Bu baskıları şöyle sıralayabiliriz:

1- Besin maddesinin kıtlaşması: Öyle ki, açlığın kara bulutunun Müslümanların üzerine çökmesine ramak kaldı.

2- Ağır hava şartları: Uzun kış gecelerinin dondurucu soğuğu iliklere kadar işliyordu.

3- Münafık şebekelerin, Müslümanların safları arasında yürüttükleri amansız psikolojik savaş, Müslümanları savaşmaktan caydırma girişimleri ve onları direnmeye devam etmenin kötü sonuçlar doğuracağı yolundaki korkutmaları.

4- Kuşatma süresi boyunca sürpriz bir saldırıya uğramak endişesi ile katlanılan sürekli gece uykusuzluğu. Bu durum Müslümanları bitkin düşürmüştü. Çünkü müttefik güçlerin çokluğu ile karşılaştırıldığı zaman sayıları azdı.

5- Benî Kurayza Yahudilerinin arkadan vurma girişimleri: Öyle ki, bunların bu ihaneti, Müslüman güçleri içeriden tehdit eden ve Medine'de yaşayan ailelerinin güvenliği ile ilgili endişelerini arttıran ciddi bir tehlike idi.

Düşmanın Hezimeti

Müttefik güçlerin farklı niyetleri ve değişik hedefleri vardı. Kureyş kabilesi Resulullah'a (s.a.a) ve ilâhî risalete yönelik düşmanlığının dürtüsü ile hareket ederken, Yahudiler Medine üzerinde nüfuzlarını geri alma peşinde idiler. Gatafan, Fezare ve diğer kabileler de Yahudilerin kendilerine vaat ettikleri Hayber mahsullerine göz dikmişlerdi. Bunlar bir yana, öbür yandan kuşatma şartlarının sertliği, müttefik savaşçıların gönüllerinde bıkkınlık ve isteksizlik meydana getirmişti. Ayrıca Müslümanların gösterdikleri dayanıklılığın ve güçlülüğün yanı sıra Nuaym b. Mesud'un müttefik güçlerin savaşçıları ile Yahudiler arasında gerçekleştirdiği bölücülük faaliyetleri de bellerini büküyordu. Sözü geçen Nuaym Müslüman olduktan sonra Resulullah'a (s.a.a) gelerek: "Ne istersen bana emret." dedi. Hz. Peygamber ona şu karşılığı verdi: "Sen bizim aramızda tek bir kişisin. (Bizimle savaşa katılmanın fazla bir önemi olmaz) En iyisi sen elinden geldiği kadar düşman askerlerini bizimle savaşmaktan vazgeçir. Zira savaş hiledir."

Bütün bunlara ek olarak yüce Allah müttefik güçler üzerine sert ve soğuk bir rüzgâr gönderdi. Bu güçlü rüzgâr müttefik savaşçılarda korku ve kaygı meydana getirdiği gibi çadırlarını söktü ve içlerinde yemek pişirdikleri kazanlarını devirdi. Bunun üzerine Ebu Süfyan yüksek sesli bir çağrı ile Kureyşlilere geri dönme emri verdi. Bu emri alan Kureyşliler taşıyabilecekleri eşyalarını yanlarına alarak apar topar kaçtılar. Diğer kabileler de onları izledi. Öyle ki, sabahleyin gün ağardığında müttefik savaşçılardan tek bir kişi bile yerinde kalmamıştı. “Allah savaşı kazanmada müminlere yetti ve üstün iradelidir.”

Benî Kurayza Savaşı ve Medine Yahudilerinin Tasfiyesi

Benî Kurayza Yahudileri, Müslümanlara karşı besledikleri gizli kin ve düşmanlığı Hendek Savaşı'nda açığa vurdular. Eğer yüce Allah bu savaşta müttefik güçleri perişan etmemiş olsaydı, Benî Kurayza Yahudileri, Müslümanları arkadan vurmayı başaracaklardı. Bu yüzden Resulullah'ın (s.a.a), onların haince davranışlarına mutlaka bir karşılık vermesi gerekirdi. Bu yüzden Müslümanların dinlenmelerine fırsat vermeden Yahudileri kalelerinde kuşatmak üzere onlara hemen hareket etmelerini emretti. Böylece yeni askerî hareketin önemini vurgulamış oldu. Nitekim müezzin Müslümanlara şöyle seslendi: "Kim emir dinleyen ve aldığı emre itaat eden biri ise, ikindi namazını mutlaka Benî Kurayza Yahudilerinin bölgesinde kılsın."

Hz. Peygamber (s.a.a) sancağını Hz. Ali'ye (a.s) verdi ve Müslümanlar çekmekte oldukları açlığın, uykusuzluğun ve müttefik kuşatmasının yol açtığı yorgunluğun acısı ile birlikte Hz. Ali'nin peşinden gittiler... Yahudiler Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar tarafından kuşatıldıklarını gördüklerinde, paniğe ve korkuya kapıldılar ve Hz. Peygamber'in onların varlıklarına son vermeden geri dönmeyeceğini iyice anladılar.

Yahudiler, müttefikleri Evs kabilesinin mensuplarından olan Ebu Lubabe b. Munzir'e gidip durumları hakkında görüşünü sordular. Fakat Ebu Lubabe, küçükleri ve yaşlıları ile ağlaya ağlaya kapısına dayanan Yahudilere hakkında bilgi sahibi olduğu ve akıbetlerini açıkladı. Hz. Peygamber Benî Kurayza Yahudilerinden gelen ve daha önceki haince tutumları sebebi ile cezalandırılmaksızın Medine'yi terk edip gitmelerini içeren teklifi reddetti ve Allah'ın ve O'nun Resulü'nün hükmüne boyun eğmekten başka bir çareleri olmadığını söyledi. Evs kabilesi, Yahudilerinin talebi üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) nezdinde arabuluculuk girişiminde bulundu. Hz. Peygamber (s.a.a) Evs kabilesinin temsilcilerine: "Benimle müttefikleriniz arasında sizden birinin hakem olmasına razı olmaz mısınız?" diye sordu. Evs kabilesi temsilcilerinin: "Razıyız." diye karşılık vermeleri üzerine Hz. Peygamber (s.a.a): "O hâlde onlara söyleyin de Evs kabilesinden istedikleri bir kişiyi seçsinler." dedi. Yahudiler de Sa'd b. Muaz'ı hakem olarak seçtiler.

Bu tercih, Yahudiler hesabına talihsiz bir seçimdi. Çünkü tercih ettikleri Sa'd b. Muaz, müttefiklerin toplantı düzenledikleri gün onlara gelerek Müslümanlar ile müttefikler arasında tarafsız bir tutum benimsemelerini istemişti; fakat Yahudiler buna yanaşmamıştı.

Sa'd hakem olarak belirlendiği zaman yaralı idi. Onu taşıyarak Resulullah'ın (s.a.a) yanına götürdüler. Hz. Peygamber onu karşıladı ve çevresindekilere: "Efendiniz için ayağa kalkın." dedi. Resulullah'ın (s.a.a) bu direktifi üzerine orada bulunanlar Sa'd'ı ayakta karşıladılar. Arkasından Sa'd, Yahudi erkeklerin öldürülmesine, kadınları ile çocuklarının esir alınmasına ve mallarının Müslümanlar arasında bölüştürülmesine hüküm verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ona: "Onlar hakkında yedi göğün üzerinde bulunan Allah'ın hükmü ile hüküm verdin." dedi.

Bu karar üzerine Resulullah (s.a.a), Benî Kurayza kabilesinin mallarını, beşte birlik bölümünü humus olarak çıkardıktan sonra, kadınları ve çocukları ile birlikte Müslümanlar arasında bölüştürdü. Atlı savaşçılara üç, piyade savaşçılara bir pay verdi. Arkasından humus olarak ayırdığı beşte birlik payı ilerdeki savunma görevlerine hazırlık yapmak üzere binek hayvanı, silâh ve başka teçhizat satın almak için Zeyd b. Harise'ye teslim etti.

 

 

 

 

FETİH AŞAMASI

1- Hudeybiye Barışı

Hicret'in altıncı yılının sonuna yaklaşılmıştı. O sene Müslümanlar için sürekli bir cihat ve yıpratıcı bir savunma yılı oldu. Müslümanlar bu yılı İslâm risaletini yaymak, İslâm'ın hedeflediği insanı ve toplumu oluşturmak, İslâm medeniyetini meydana getirmek gayreti ile geçirdiler. Arap Yarımadası'nda yaşayan herkes bu dinin yüceliğini idrak etmişti; yine herkes onu yok etmenin, ortadan kaldırmanın imkânsız olduğunu fark etmişti. O dönemim en büyük siyasî ve askerî gücü olan Kureyş kabilesinin yanı sıra Yahudiler ve diğer müşrik güçlerle girişilen sıcak savaşlar İslâm'ın yayılmasına, öğretilerinin yaygınlaşmasına ve hedeflerine ulaşmasına engel olmadı.

Beytu'l-Haram hiç kimsenin özel mülkü veya belirli bir mezhebin ya da inanç grubunun ticaret ve geçim kaynağı değildi. Hatta orada çeşitli heykeller ve putlar vardı. Bunlara inananlar onları ziyaret ederlerdi. Fakat Kureyş kabilesinin azgınlığı ve zorbalığı, Hz. Peygamber'i (s.a.a) Beytu'l-Haram'ı ziyaret etmekten alıkoymuştu.

Hz. Peygamber (s.a.a) o sırada Kureyş kabilesinin İslâm'a karşı takındığı tutumu sürdürme konusunda zora girdiğini anladı. Bu bilinçle Müslümanlar ile beraber umre görevini yerine getirmek üzere ibadet amaçlı bir yolculuk düzenlemeyi kararlaştırdı. Aynı zamanda bu fırsattan yararlanarak İslâm çağrısını devam ettirmeyi, imkân bulduğu oranda İslâm inancının temel kavramlarını, ayırıcı özelliklerini açıklamayı ve bunların yanı sıra Beytu'l-Haram'a yönelik saygısını ve kutsama içerikli yaklaşımını ifade etmeyi tasarlıyordu. Onun bu hareketi İslâm risaleti ile ilgili yeni bir açılım dönemi, savunma aşamasından yayılma ve saldırı aşamasına geçiş dönemi olacaktı.

Hz. Peygamber (s.a.a) ve sahabîleri sarp bir yolu aştıktan sonra Hudeybiye diye adlandırılan düz bir bölgeye indiler. Bu düzlüğe indiklerinde Hz. Peygamber'in devesi yere çöktü. Bunun üzerine Peygamber: "Böyle yapmak onun alışık olduğu bir şey değildi. Onu yürümekten alıkoyan güç, Mekke'de fili yürümekten alıkoyan güçtür." dedi.

Arkasından Hz. Peygamber (s.a.a) orada konaklamayı emretti ve şöyle dedi: "Bugün eğer Kureyş kabilesi beni sıla-i rahim (akraba ziyareti) içeren bir plânı kabul etmeye çağırsalar, bu izni onlara veririm." Fakat Kureyşliler Müslümanları gözetlemeye aldılar ve atlı askerleri de geçecekleri yolu tuttular. Arkasından da Hz. Peygamber'in (a.s) amacını öğrenmek ve onu Mekke'ye girmekten vazgeçirmek maksadı ile Huzaa kabilesinden bir heyetin başında Budeyl b. Verka'yı aracı olarak gönderdiler. Heyet, Hz. Peygamber (s.a.a) ile görüştükten sonra onun amacının barış ve umre ziyareti olduğu konusunda Kureyşlileri ikna etmek üzere geri döndü. Fakat Kureyşliler ikna olmaya yanaşmayarak Habeşlilerin lideri olan Huleys'in başkanlığında başka bir heyet gönderdiler. Hz. Peygamber Huleys'in gelmekte olduğunu gördüğünde: "Bu gelen adam Allah'ın yüceliğini kabul eden bir kavimdendir." dedi. Huleys, konaklama yerinin çevresindeki kurbanlık hayvanları görünce, Hz. Peygamber ile görüşme gereğini duymadan Kureyşlileri onun ve diğer Müslümanların umre yapmak amacı ile geldikleri hususunda ikna etmek üzere geri döndü. Fakat Kureyşliler yine ikna olmayarak Sakıf kabilesinden Mesut b. Urve'yi elçi olarak gönderdi. Mesut, Hudeybiye'ye vardığında gördüğü manzara karşısında şaşkınlıktan donakaldı. Çünkü Müslümanlar, Hz. Peygamber'in abdest alırken yıkadığı azalarından akan suyunun dağılan damlalarını toplamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu manzarayı gördükten sonra geri dönen Mesut, Kureyşlilere şöyle dedi: "Ey Kureyşliler, ben Kisra'nın sarayına da, Kayser'in sarayına da, Necaşî'nin sarayına da gittim. Vallahi, Muhammed'in sahabîlerinin ona olan bağlılıkları gibi hiç kavmin hükümdarına bağlı olduğunu görmüş değilim. Ben öyle bir kavim gördüm ki, onlar Muhammed'i hiç sebeple teslim etmezler. Görüşlerinizi buna göre ortaya koyun."

Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanların bu ibadet amaçlı yolculuğu sırasında haram aylara saygı gösterdiğini fiilen ifade etti. Çünkü Müslümanlar yolcular tarafından taşınması gereken silâhlar dışında hiçbir silâh yanlarına almamışlardı. Ayrıca Medine civarında yaşayan kabileleri Müslümanlığı kabul etmemiş olmalarına rağmen bu yolculukta Müslümanlar ile birlikte olmak için çağırmıştı. Böylece İslâm ile diğer güçler arasındaki ilişkinin savaş esasına dayanmadığını vurgulamak istemişti.

Hz. Peygamber (s.a.a) asgarî bir tahmine göre bin dört yüz kişilik bir Müslüman cemaatle yola çıktı. Yetmiş deveden oluşan kurbanlıkları önden göndermişti. Hz. Peygamber'in (s.a.a) umre ziyareti yapmak amacı ile Müslümanlarla birlikte yola çıktığı haberi Kureyşlilere ulaştı. Önlerinde iki yol vardı. Ya Müslümanların Umre ziyareti yapmalarını hoşgörü ile karşılayacaklardı. O takdirde Müslümanların Beytü'l-Haram'ı ziyaret etmek şeklindeki arzuları gerçekleşecek, muhacirler ailelerini ve akrabalarını görme mutluluğuna kavuşacak ve imkân olursa onları İslâm'a çağıracaklardı. Ya da Kureyşliler, Müslümanların Mekke'ye girmelerine engel olacaklardı. O takdirde Kureyş kabilesinin itibarı sarsılacaktı. Sadece umre ziyareti yapmak ve kutsal Kâbe'ye saygılarını ifade etmek isteyen barışçı bir topluluğa kötü davranması sebebi ile diğer kabilelerin kınanmalarına hedef olacaktı.

Kureyşliler sertlik ve inatçılık dışında kalan her yaklaşımı reddederek Halid b. Velid komutasında yaklaşık iki yüz kadar atlıyı Peygamber'i ve Müslümanları karşılamak üzere yola çıkardılar. Hz. Peygamber (s.a.a) savaşçı olarak değil de ihrama girmiş olarak yola çıktığı için Kureyşlilerin bu tavırları karşısında şöyle dedi: "Yazıklar olsun şu Kureyşlilere, savaş onları yedi bitirdi. Benimle Araplar arasından çıksalar ne kaybederler? Eğer Araplar beni ortadan kaldırsalar, istedikleri olmuş olurdu. Eğer Allah beni onlar karşısında üstün getirse, bol servete kavuşmuş olarak İslâm'a girerlerdi. Yok, eğer böyle yapmak istemeseler, güçlü oldukları hâlde savaşırlardı. Kureyşliler ne sanıyorlar? Vallahi, Allah'ın benimle gönderdiği din uğruna cihat etmeye devam edeceğim. Ya Allah bu dini üstün getirir veya şu bindiğim deve yalnız kalır [canımı bu yolda veririm.]"

Bunları söyledikten sonra Kureyşli atlıların yolundan saparak başka bir yola girdi. Böylece bir çatışma çıkmasından kaçınmak istedi. Çünkü Kureyşliler çıkabilecek olan çatışmayı tutumlarının doğruluğunu kanıtlayan bir bahane ve övünme sebebi olarak kullanacaklardı. Hz. Peygamber (s.a.a) Huzaa kabilesinden Hıraş b. Ümeyye'yi durum hakkında müzakere yapsın diye Kureyşlilere gönderdi. Fakat adamın devesinin ayaklarını keserek öldürdüler. Az kalsın kendisini de öldürüyorlardı. Kureyşliler örflere ve geleneklere saygıyı ve yükümlülüğü gözetmiyorlardı. Kureyşliler müzakere teklifini reddetmelerinin hemen arkasından elli kişilik bir grubu Müslümanları kışkırtmak için görevlendirdiler. Bunlar aracılığı ile Müslümanlardan barış sıfatı ile çelişen bir tepki almayı umuyorlardı. Fakat plânları başarısız oldu. Müslümanlar, üzerlerine gönderilen kışkırtıcıları esir almayı başardı; ancak Resulullah (s.a.a) onları affetti. Böylece barışçı amacını vurgulamış oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a) Kureyşlilere başka bir elçi göndermek istedi. Hz. Ali'yi kendisini temsil etmek üzere elçi olarak göndermeyi uygun görmedi. Çünkü Hz. Ali İslâm'ı savunmak için yapılan savaşlarda Kureyş kabilesinin büyüklerini öldürerek canlarını yakmıştı. Bu yüzden Emevî kökenli  ve Ebu Süfyan'ın akrabası olan Osman’ı gönderdi. Kureyşliler ile görüşmeye giden Osman'ın dönüşü gecikti ve öldürüldüğü haberi yayıldı. Bu haber Mekke'ye girmek için harcanan barışçı çabaların başarısızlığını gösteren bir uyarı idi. Hz. Peygamber'in savaşmaya hazırlanmaktan başka bir çaresi kalmamıştı. İşte Rıdvan Biati o sırada gerçekleşti. Peygamber bir ağacın altında oturdu ve sahabîleri ne pahasına olursa olsun kararlı ve sebatkâr davranacaklarına dair kendisine biat ettiler. Fakat Osman'ın dönmesi ile Müslümanların öfkesi yatıştı. Kureyşliler Peygamber (s.a.a) ile müzakere yapmak üzere Süheyl b. Amr'ı gönderdiler.

Barış Şartları

Kureyşlilerin temsilcisi Süheyl'in barış şartları konusunda katı davranması sebebi ile az kalsın müzakereler başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Fakat sonunda birtakım şartlar üzerinde anlaşma oldu. Bu şartları şöyle sıralayabiliriz:

1- Her iki taraf on yıl boyunca savaştan uzak duracaklarını taahhüt ettiler. Bu süre içinde insanlar güvene kavuşacaklar ve birbirlerinden uzak duracaklardı.

2- Herhangi bir Kureyşli velisinden izinsiz olarak Muhammed'e gelirse, Muhammed onu Kureyşlilere geri verecek; buna karşılık Muhammed'in yanındakilerden biri Kureyşlilerin yanına giderse, Kureyşliler onu geri vermeyeceklerdi.

3- Kim Muhammed'in akdi ve ahdi altına girmek isterse, buna girer. Kim Kureyş kabilesinin akdi ve ahdi altına girmek isterse, buna girer.

4- Muhammed, sahabîleri ile birlikte bu yıl Mekke'ye girmeyerek Medine'ye dönecek. Gelecek yıl Mekke'ye girecek ve orada üç gün kalacak. Mekke'ye gelişinde yanında hayvan sırtında yolculuk edenlerin taşıyabilecekleri dışında başka silâh bulundurmayacak ve kılıçlar kınlarında olacak.

5- Hiç kimse dinini terk etmeye zorlanmayacak. Müslümanlar Mekke'de açıkça ve özgürlük içinde Allah'a ibadet edecekler. İslâm Mekke'de açıkça uygulanacak. Hiç kimse eziyet edilmeyecek ve hiç kimse kınanmayacak.

6- Hırsızlık ve vurgunculuk olmayacak. Her iki taraf karşı tarafın mülkiyetine saygı gösterecek.

7- Kureyş kabilesi hiç kimseyi Muhammed'e karşı insanla veya silâhla desteklemeyecek.

Barış anlaşmasının maddeleri bazı Müslümanların hoşuna gitmedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) Kureyş karşısında geri adım attığı düşüncesi ile ona itiraz ettiler. Oysa onun Allah tarafından yönlendirildiğini, İslâm risaletinin geleceğine ve yüce çıkarlarına dört gözle baktığını kavrayamadılar. Hz. Peygamber (s.a.a) kendisine itiraz edenlere: "Ben Allah'ın kulu ve elçisiyim. O'nun emrine karşı gelmem ve O da beni yüzüstü bırakmaz." diyerek karşılık verdi. Hz. Peygamber bu sözüyle bazı Müslümanların hoşuna gitmeyen anlaşma maddelerini onayladı.

Diğer taraftan Ebu Cendel'in Kureyş kabilesine teslim edilmesi meselesi, bazı Müslümanların içerisinde ki bazı kimselerin sinirlerinin gergin olduğu bu ortamda yeni bir sert itiraz konusu oldu.

Fakat bu barış, anlaşma maddelerinin bazı Müslümanlara verdiği görüntünün tersine, aslında Müslümanlar için açık ve büyük bir fetih niteliği taşıyordu. Çünkü çok geçmeden anlaşmanın şartları Müslümanların lehine döndü.

Bu arada Medine'ye dönüş yolunda putperestliğin önder gücü ile yapılan bu anlaşmanın gerçek boyutunu vurgulayan ve Müslümanlara yakında Mekke'ye girecekleri müjdesini veren Kur'ân ayetleri indi.

Hudeybiye Barış Anlaşması'nın Sonuçları

1- Kureyş kabilesi, düzenli bir askerî ve siyasî güç olarak ve gerçek bir yeni bir devlet olarak Müslümanların varlığını kabul etti.

2- Müşriklerin ve münafıkların kalplerine korku girdi, fonksiyonları azalma yoluna girdi ve karşılaşmada  karşıya gelme durumunda zayıflıkları ortaya çıktı.

3- Barış ortamı İslâm'ın yayılmasına fırsat verdi. Çok sayıda kabile İslâm'a girdi. Çünkü Resulullah (s.a.a) İslâm risaleti hareketinin başlangıcından beri Kureyş kabilesinin kendisine karşı tutumunu İslâm'ı özgürce anlatabileceği ve güvenlik ortamında İslâm'ı açıklayabileceği bir fırsat vermesini bekliyordu.

4- Müslümanlar Kureyş kabilesinden yana güvene kavuştular ve bu rahatlığın sonucu olarak bütün ağırlıklarını ve gayretlerini Yahudilere ve diğer İslâm karşıtlarına karşı koymaya yönelttiler.

5- Barış müzakereleri sayesinde Kureyş kabilesinin müttefikleri, Müslümanların tavrını anlamaya ve onlara karşı eğilim göstermeye başladılar.

6- Barış anlaşması, Hz. Peygamber'e (s.a.a) Arap Yarımadası dışındaki hükümdarlara ve devlet başkanlarına mektup ve elçi gönderme ve İslâmiyet'i Arap Yarımadası bölgesinin dışına taşımayı sağlayacak bir adım olarak Mute Savaşı'na hazırlanma imkânı verdi.

7- Barış anlaşması, putperestliğin en önemli kalesi olan Mekke'yi ilerdeki aşamalarda fethetmenin zeminini hazırladı.

2- İslâmî Risaletin Medine Dışına Adım Atması

Kureyş kabilesinin geçmişte İslâm'a son verme girişimleri, Hz. Peygamber'in devletin temellerini ve İslâm toplumunu sağlamlaştırmak, pekiştirmek ve savunmak uğruna verilen savaşlarla yıllar boyunca meşgul olmasına yol açan başlıca faktör oldu. Bu savaşlar sırasında Hz. Peygamber cihanşümul ve bütün dinlere son veren ilâhî mesajını tam bir özgürlük içinde tebliğ edememişti. Fakat Hudeybiye Barışı'nın imzalanması sayesinde Hz. Peygamber Kureyş kabilesinden yana güvene kavuştu. Bu güven ortamı, Hz. Peygamber'e (s.a.a) Arap Yarımadası'nı çevreleyen büyük güçlerin liderlerine ve gerek Arap Yarımadası'nda, gerekse dışında yaşayan toplumların başkanlarına elçilerini göndererek ilâhî direktifleri kendilerine açıkladıktan sonra onları İslâm'a çağırmak için uygun bir fırsat sağladı.

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.a) bir defasında sahabîlerine: "Ey insanlar, Allah beni rahmet olarak ve herkese hitap etmekle görevlendirerek gönderdi. Havarilerin İsa Peygamber'e karşı çıktıkları tarzda bana karşı çıkmayın!" dedi.

Sahabîlerin: "Havariler İsa Peygamber'e nasıl karşı çıktılar?" diye sormaları üzere Hz. Peygamber (s.a.a) şu cevabı verdi: "İsa Peygamber havarilerini benim sizi çağırdığım görevin aynısına çağırdı. Ama aralarında yakın bir yere gönderileni razı oldu ve aldığı emre teslim oldu. Uzak bir yere gönderileni ise yüzünü ekşitti ve gevşek davrandı."

Bunun üzerine çağrı ve hidayet elçileri Allah Resulü'nün emrini dünyanın çeşitli yörelerine ulaştırmak üzere yollara koyuldular.

3- Hayber Savaşı

Hz. Peygamber (s.a.a) samimî gayretleri, büyük tecrübesi, üstün cesareti ve ilâhî yönlendirme sayesinde Müslümanlara risalet bilinci, direniş ve iyilik merdiveninin basamaklarını bir bir tırmandırdı. Onların ruhlarına sabır ve birbirleriyle iyi ve kardeşçe geçinme tohumları ekti. İlâhî mesajı, mektupları ve elçileri aracılığı ile Arap Yarımadası dışındaki insanlık âlemine ve civardaki güçlerin liderlerine ulaştırmayı başardı.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu tebliğ kampanyasını başlatırken, farklı tepkiler ile karşılaşabileceğini önceden hesap etti. Çağrıya muhatap olan liderlerin bazısının tepkisi, münafık grupların kalıntılarının ve özellikle tarihleri ihanetle ve arkadan vurma eylemleriyle dolu olan Yahudilerin yardımı ile girişeceği Medine'ye yönelik bir askerî saldırı olabilirdi.

Hayber, Yahudiler için güçlü bir kale ve büyük bir merkez konumunda idi. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) geride kalmış bu gücü ortadan kaldırmaya karar verdi. Bu düşünce ile Hudeybiye dönüşünün üzerinden sadece birkaç gün geçer geçmez bin altı yüz kişiye ulaşan bir Müslüman ordusu hazırladı. Bu ordunun savaşçılarına şu sözleri ile asla ganimet elde etmek için sefere çıkmamalarını tembih etti: "İçinde sadece cihat arzusu olanlar dışında hiç kimse sakın bizimle sefere çıkmasın."

Hz. Peygamber (s.a.a) bu sefere çıkmadan önce Yahudilerin müttefiklerini vehme düşürüp yanıltarak Yahudileri desteklemeye koşmalarını engelleyen bir yöntem izledi. Böylece savaşın uzamasını önlemeyi hesap etmişti.

Müslüman güçler, Yahudilerin kalelerine ve surlarına sürpriz bir saldırı düzenlediler. En önde Hz. Peygamber'in (s.a.a) sancağını taşıyan Hz. Ali (a.s) yürüyordu.

Yahudiler öteden beri sağlam bir plâna göre korunmuş kalelerine kapandılar. Sonra iki taraf arasında arka arkaya silâhlı atışmalar meydana geldi. Müslümanlar bu atışmalar sırasında birkaç önemli mevzii ele geçirmeyi başardılar. Bununla birlikte çatışmalar şiddetli oldu ve kuşatma süresi uzadı. Müslümanlar bu kuşatma sırasında çok açlık çektiler. Hatta bu yüzden normal durumda yenmeyecek maddeleri yemek zorunda kaldılar.

Resulullah (s.a.a) sancağını, fetih ellerinde gerçekleşsin diye, birkaç sahabîye verdi. Fakat ellerine sancak alanların girişimleri ya kaçışla ya da başarısızlıkla sonuçlandı. Müslümanların bitkinliği son noktaya ulaşınca, Hz. Peygamber (s.a.a): "Yarın bu sancağı Allah ve Resulü'nü seven, Allah'ın ve Resulü'nün de onu sevdiği, ısrarla öne atılan, asla kaçmayan, birine vereceğim. Allah onun eliyle Allah fetih nasip etmedikçe o geri dönmez birine vereceğim." dedi.

Hz. Peygamber (s.a.a) ertesi gün Hz. Ali'yi çağırarak sancağı ona verdi ve fetih onun ellerinde gerçekleşti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar sevindiler. Resulullah (s.a.a) geride kalan Yahudiler ile teslim olmalarından sonra artık Müslümanların mülkü olan tarlalarının ürününün yarısı kendilerine kalmak üzere barış anlaşması yaptı. Buranın geride kalan Yahudilerine Beni'-Nadîr, Benî Kaynuka ve Benî Kurayza Yahudilerine davrandığı gibi sert davranmadı. Çünkü geride kalan bu Yahudilerin gücü Medine'de önemli bir etki meydana getirecek nitelikte değildi.

4- Hz. Peygamber'e (s.a.a) Suikast Girişimi

Bir grup, gizli kinlerini yatıştırmak ve düşmanca duygularını tatmin etmek için Hz. Peygamber'e (s.a.a) suikast düzenleyerek onu öldürmeye karar verdi. Bu maksatla Yahudi Selâm b. Muişkiem'in eşi Zeynep bint-i Haris, Hz. Peygamber'e kızarmış bir koyun ikram etti. Kadın, koyuna zehir katmış ve zehirin en çoğunu koyunun ön butlarına aşılamıştı. Çünkü Resulullah'ın (s.a.a) koyunun en çok ön butlarını sevdiğini biliyordu.

Kadın, koyunu Resulullah'ın (s.a.a) önüne koyunca Hz. Peygamber ön budunu alarak ondan bir lokma ağzına alıp çiğnedi; ama yutmadan ağzından çıkardı. Fakat bu koyundan kopardığı bir diğer lokmayı da çiğneyip yutmuş olan Bişr b. Bera' b. Ma'rur, zehirlenerek öldü.

Hz. Peygamber (s.a.a) işlemek istediği bu cinayeti itiraf eden kadını affetti. Çünkü kadın, Hz. Peygamber'in gerçekten peygamber olup olmadığını denemek için bu işe giriştiğini ileri sürdü. Aynı şekilde kadın ile birlikte bu suikastın düzenlenmesine katılanları araştırıp kovuşturmaya da girişmedi.

5- Fedek Halkının Teslim Olması

Hakkın ve adaletin hücumları önünde ihanet yuvaları birbiri peşi sıra düştü. Yüce Allah'ın yardımı ile Hayber'in fethi gerçekleşir gerçekleşmez Allah, Fedek halkının kalplerine korku saldı. Bu korkunun etkisi ile Resulullah'a (s.a.a) bir heyet göndererek barış anlaşması imzalamak istediklerini bildirdiler. Peşin olarak kabul ettikleri şartlara göre Fedek bahçelerinden elde edilen ürünün yarısını Hz. Peygamber'e verecekler ve itaatkâr ve barışa sadık kişiler olarak İslâm egemenliğinin sancağı altında yaşayacaklardı. Resulullah (s.a.a) bu şartlar üzerine barış teklifini kabul etti.

Böylece Fedek bölgesi, Kur'ân'ın hükmüne göre Resulullah'ın (s.a.a) özel mülkü oldu. Çünkü buraya hiçbir atın ayağı basmamış ve alınması için hiçbir silâh kullanılmamıştı. Zira buranın halkı tehditsiz ve savaşsız olarak Hz. Peygamber'e teslim olduğunu ilân etmişti. Resulullah (s.a.a) da burayı kızı Fatıma'ya (a.s) bağışladı.

Fedek yöresinin teslim olması ile Arap Yarımadası'nın ihanet odaklarından temizlenmesi işi tamamlandı. Böylece Yarımada, silâhlarından arındırılarak İslâm devletinin kanunlarının koruması altına alınan Yahudilerin fitnelerinden, ortalığı karıştırma girişimlerinden kurtuldu.

Hayber'in fethedildiği gün, Cafer b. Ebu Talip, Habeşistan'dan döndü. Hz. Peygamber (s.a.a) onu karşılayarak alnından öptü ve "Bu iki olayın hangisine sevineyim? Hayber'in fethedilmesine mi, yoksa Cafer'in gelmesine mi?" dedi.

6- Kaza Umresi

Hudeybiye Barışı'yla geçen süreçte Müslümanların İslâm egemenliğinin dayanaklarını sürekli pekiştirme gayretleri devam etti. Geçen süreçte Hudeybiye Barışı'nın günleri doldu. Hayber kalesinin fethedilmesinden sonra önemli bir askerî harekât olmadı. Sadece karışıklık çıkaran bazı unsurlar üzerine tebliğ veya bastırma amaçlı birkaç seriye sefere çıkarıldı.

Hudeybiye Barışı'nın üzerinden bir yıl geçti. Bu süre zarfında her iki taraf da anlaşmanın şartlarına uydular. Şimdi Hz. Peygamber'in ve Müslümanların anlaşmaya göre Beytü'l-Haram'ı serbestçe ziyaret etmelerinin vakti gelmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in münadisi Müslümanların kaza umresini yerine getirmek için hazırlık yapmaları yolunda çağrıda bulundu. Hz. Peygamber'le birlikte iki bin kadar Müslüman yola çıktı. Müslümanların yanlarında silâh yoktu, sadece kınlarında olan kılıçlarını götürmüşlerdi. Ama yine de Hz. Peygamber (s.a.a) bir arkadan vurma girişiminin olabileceğinden çekiniyordu. Bunun için beklenmedik gelişmeler karşısında savunma yapmaya hazır hâlde beklesinler diye silâhlı bir birliği Merru'zd-DZahran denen yere yerleştirdi.

Hz. Peygamber (s.a.a) Zu'l-Huleyfe'ye varınca kendisi ve beraberindeki sahabîleri ihrama girdiler. Yanına kurbanlık olarak altmış büyük baş hayvan aldı. Atlılar kafilenin önünden gidiyordu. Sayıları yüz kadar olan bu hayvanlar kervanının başında Muhammed b. Mesleme vardı. Bu arada Mekke şefleri ile onların peşlerinden giden halk da Mekke yakınlarındaki şehre bakan dağlara ve tepelere çıktılar. Böylece Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve ashabını görmek, onları seyretmek istemediklerini kanıtlamak istiyorlardı. Fakat Hz. Peygamber'in (s.a.a) azameti ve Müslümanların, Resulullah'ın çevresini sararak yüksek sesli telbiyeleri ile etrafı çınlatan görüntülerinin heybeti gözlerini kamaştırdı ve onları, ziyaret görevlerinin gereklerini yerine getiren Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve Müslümanları kendilerini kaybetmiş bir şaşkınlık hâlinde seyretmeye sevk etti.

Hz. Peygamber (s.a.a) Beytullah'ın çevresini, yularını Abdullah b. Revaha'nın tuttuğu binek hayvanının sırtında tavaf etti ve Müslümanların yüksek sesle şunları haykırmalarını emretti: "Tek Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun vaadi gerçekleşti. O kulunu destekledi, ordusunu üstün getirdi ve tek başına müttefikleri bozguna uğrattı."

Bu sözlerin nidaları Mekke'de ve şehrin vadilerinde çınladı. Müşriklerin kalpleri korkudan çarpmaya başladı ve yedi yıl önce bu şehirden kovulup bir kaçak olarak çıkan Hz. Peygamber'e yönelik ilâhî destek tablosu gönüllerini kin ve öfke ile doldurdu.

Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar, umre ibadetinin gereklerini tamamladılar. Onları istemeyerek izleyen Kureyşliler, İslâm'ın ve Müslümanların ne kadar güçlü olduğunu yakından gördüler. Böylece Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve beraberindekilerin Medine'ye göç etmiş olmaları sebebi ile sıkıntıda, darda ve çaresizlik içinde oldukları yolunda aldıkları haberlerin yalan olduğunu kesinlikle anladılar.

Bilal Kâbe'nin damına çıkarak Kureyşli kâfirleri kine boğan çarpıcı bir manevî atmosfer içinde öğle ezanını okuyarak tevhit çağrısını ilân etti... Artık Mekke bütünü ile Müslümanların tasarrufu altında idi.

Muhacirler Allah yolunda terk etmiş oldukları evlerini ziyaret etmek ve uzun bir ayrılıktan sonra aileleri ve akrabaları ile buluşup görüşmek üzere ensardan kardeşlerinin eşliğinde şehre dağıldılar.

Müslümanlar Mekke'de üç gün kaldıktan sonra Kureyş kabilesi ile yapmış oldukları anlaşma gereğince şehirden ayrıldılar. Ayrılmadan önce Hz. Peygamber'in (s.a.a) Meymune ile evlenme töreninin burada yapılması yolundaki isteğini Kureyşliler reddettiler. Çünkü eğer Hz. Peygamber'in (s.a.a) Mekke'de kalışı uzayacak olursa, gücünün artacağından ve İslâm'ın Mekke toplumunu karıştıracağından korktular.

Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a) yeni eşi Meymune'yi o gece alıp yanına getirmesi işi ile Ebu Rafi'i görevlendirerek öğle namazından önce Müslümanları yanına alarak Mekke'den ayrıldı.



[1]- Enfâl, 7-16

[2]- Mâide, 24

[3]- Uhud Savaşı, Hicret'in üçüncü yılının şevval ayında vuku bulmuştur.

[4]- Biharu'l-Envar, c.20, s.27. Kur'ân-ı Kerim'in Âl-i İmrân Suresi'nde yer alan birkaç ayette bu savaşın ayrıntıları ile Müslümanların savaşla ilgili duyguları anlatılmaktadır. Âl-i İmrân, 121-180

[5]- Tarih-i Taberî, c.3, s.116; Mecmau'z-Zevaid, c.6, s.114; Biharu'l-Envar, c.20, s.71

[6]- Ahzâb, 36

[7]- Ahzâb, 4

[8]- Ahzâb, 37-40; Tefsiru'l-Mizan, c.16, s.290; Mefatihu'l-Gayb, c.25, s.212; Ruhu'l-Maani, c.22, s.23

[9]- Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de onların bu destekleyici tavırlarıgayretkeşlikleri şöyle anlatılıyor: "Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Bunlar puta ve tağuta inanıyorlar ve kâfirler için; 'Bunlar, (Allah'a) inananlardan daha doğru yoldadır.' diyorlar." (Nisâ, 51)

Index