TEMEL ÇİZGİLERİYLE EKONOMİMİZ

1   — İslâm ekonomisinin genel yapısı.

2   — İslâm ekonomisi, bütünden bir parçadır.

3   — İslâm ekonomisinin genel çerçevesi.

4   — İslâm ekonomisi ilim değildir.[1]

5   —Dağıtım ilişkileri, üretim şeklinden ayrıdır.

6-İslâm'a göre ekonomi problemi ve çözümü.

 

— İSLÂM EKONOMİSİNİN GENEL YAPISI —

İslâm ekonomisinin genel yapısı üç temel unsurdan oluşmaktadır. Ki İslâm ekonomisinin doktrinler içeriği, bu unsurlara göre belirlenmekte, genel çizgileri bakımından diğer ekonomik doktrinler arasında temayüz etmektedir. Bu unsurları şöylece sıralayabiliriz:

1  — Karma mülkiyet ilkesi

2  — Sınırlı bir çerçeve içinde ekonomik özgürlük ilkesi.

3  — Sosyal adalet ilkesi.

Bu temel unsurları detaylarıyla birlikte geniş bir şekilde ele alıp açıklayacağız. İslâm ekonomisi hakkında genel bir düşünce oluşturacağız. Ki doktrinler özellikleri ve detayları ile birlikte konuyu geniş bir şekilde ele alma imkânını bulabile­lim.

l — KARMA MÜLKİYET İLKESİ

İslâmiyet, esas olarak kabul ettiği mülkiyet türü bakı­mından sosyalizm ve kapitalizmden temelde ayrılmaktadır.

Kapitalist toplum, genel bir kural olarak, bireysel mülki­yete yani özel mülkiyete inanmaktadır. Kapitalizm, bireyle­rin çalışmalarına ve içinde bulundukları ortama bağlı olarak özel mülkiyet yoluyla ülkenin çeşitli alandaki servetler ile sahip olmalarına müsamaha göstermektedir. Toplum mülki­yetini temel bir esas olarak kabul etmemektedir.

Ancak sosyal alanda bir zorunluluk baş gösterdiğinde toplumsal mülkiyeti kabul eder. Denemeler bazen şu veya bu mülkün kamulaştırılmasını gerektirebilir. Fakat bu zaru­retler istisnaî yani kural dışıdırlar. Kapitalist toplum bu zo­runlulukları esas alarak bazen özel mülkiyet ilkesini çiğne­mek zorunluluğunda kalmaktadır. Belirli bir mülk veya ser­veti, eski durumundan saptırmaktadır.

Sosyalist toplum ise bunun tam tersi bir tutuma sahiptir. Sosyalist toplum, toplumsal mülkiyet ilkesini,   ülkenin tüm servetlerine uygulamaktadır. Bu ilkeyi ancak, bazı ezici sos yal zorunluluklar karşısında uygulamak mecburiyetinde kal­maktadır.

Kapitalizm ve sosyalizmin bu iki zıt görüşlerini esas ola­rak alacak olursak; özel mülkiyete yegâne ilke olarak inanan, kamulaştırmayı ise sosyal zorunlulukların ortaya koyduğu bir istisna olarak kabul eden toplumlara kapitalist; toplumsal mülkiyete ilke olarak inanan özel mülkiyeti ise istisna olarak kabul eden toplumlara ise sosyalist diyebiliriz.

İslâm toplumuna gelince bu damgalardan hiç birini ona vuramayız. İslâm doktrini; ne özel mülkiyeti ilke olarak sa­vunan kapitalizmle ve ne de toplumsal mülkiyeti ilke olarak savunan sosyalizmle asla bağdaşmamaktadır. İslam doktrini karma mülkiyet sistemini (yani çeşitli şekillerdeki bir mül­kiyeli) ilke olarak kabul etmektedir. Kapitalizm ve sosyaliz­min savunduktan tek tip mülkiyeti (Bireysel veya toplumsal mülkiyeti) benimsemektedir. İslâmiyet; bireysel mülkiyeti, toplumsal mülkiyeti ve devlet mülkiyetini kabul etmektedir. Bu üç mülkiyet türünden her birinizi ayrı ayrı işlerlik alan­ları vardır. Bu mülkiyetlerden hiç birini istisna yani kural dışı olarak kabul etmez. Veya bu mülkiyetlerden hiç birini, ortamın gerektirdiği geçici bir hal çaresi olarak kabul etmez.

Bu nedenle İslâm toplumunu; her ne kadar bazı üretim araçlarının ve sermayelerin özel mülkiyette kalmasına müsamaha gösteriyorsa da kapitalizm damgasıyla damgalandırmak hatalı bir harekettir.

Çünkü İslâm göre özel mülkiyet genel bir kural olarak kabul edilmemektedir. Fakat bunun yanında İslâm toplumu­nu; her ne kadar bazı servetlerin toplumsal mülkiyete veya devlet mülkiyetine geçmesini kabul ediyorsa bile sosyalistlik­le damgalamak da doğru olmaz. Çünkü toplumsal mülkiyet ilkesi, Islama göre genel bir kural değildir. Bütün bunlardan ayrı atarak İslâmiyet; şu veya bu doktrinden oluşan bir bi­leşim olarak kabul etmek de doğru değildir. İslâm toplumundaki mülkiyetin karma bir sistem oluşu; islâmın kapitalizm­le sosyalizmi birleştirdiği, kapitalizmin bir bölümünü, sos­yalizmin de bir- bölümünü aldığı anlamına gelmez. Tersine bu, islimin; belirli fikri kural ve temellere belli değer ve kav­ramlar çerçevesinde bulunan bir konuya dayalı olan orijinal bir doktrinler yapaya sahip olduğunun bir ifadesidir. Bu ku­rallar, bu değer ve kavramlar, özgürlükçü kapitalizmle marxçı sosyalizmin dayanmakta olduğu kural, kavram ve değerle­re ters düşmektedir.

İslâmın mülkiyet karşısında karma bir sisteme dayalı tu­tumunun doğruluğunu, kapitalizm ve sosyalizmin realitesin­den daha güzel bir şekilde ispatlayan hiç bir şey yoktur. Sos­yalizmle kapitalizm, bir başka mülkiyet sistemini kabullen­mektedirler. Bu sistem, her iki doktrinin genel kurallarıyla ters düşmektedir. Çünkü realite, ters mülkiyet sistemini ka­bullenmenin hatalı olduğunu ispatlamıştır. Epey bir zaman­dan beri kapitalist toplum, kamulaştırma düşüncesini benim­semeye başlamış, bazı alanlarda özel mülkiyet ilkesini kabullenmez olmuştur. Bu kamulaştırma hareketi, kapitalist top­lumların; kapitalizmin mülkiyet sisteminin sağlam temelle­re dayalı olmadığını itiraf etmelerinden başka bir şey değildir. Bu hareketleriyle kapitalistler, kapitalizmin mülkiyet siste­minin bazı kusurlarla aksaklık doğurduğunu ispatlamış­lardır.

Diğer taraftan sosyalist toplum, -yeni meydana gelişine rağmen- kendini bazen legal bazen İllegal olarak özel mülki­yeti kabullenmek zorunluluğu karşısında bulmuştur. Sosya­list toplumun özel mülkiyeti legal olarak kabullenmesine ör­nek olarak, Sovyet anayasasının 7. maddesini gösterebiliriz. Sovyet anayasasının bu maddesi şöyle demektedir: Kolhozlara bağlı çiftçi ailelerinden her birine müşterek kolhoz ekono­misinden gelen esas gelire ek olarak özel mülk olarak bir top­rak parçası ve lojman verilecektir.

Ayrıca bu ailelere kendi arazilerinde İzafi bir ekonomi hakkı, konut yeri, hayvansal Üretim için bazı davarlar, kuşlar ve basit tarım aletleri de verilecektir. Anayasanın 9. mad­desi, bireysel olarak çiftçilik ve zanaatkârlık yapanlara küçük ekonomik kuruluşlar kurmak ve yürürlükte olan sosya­lizm düzeninin yanında küçük mülklere sahip olmak hakkı­nın verilmesini emretmektedir.

2 — BELLİ SINIRLAR ÇERÇEVESİNDE EKONOMİK ÖZGÜRLÜK İLKESİ.

İslâm ekonomisinin ikinci temel unsuru, bireylere eko­nomi alanında bir özgürlük tanımaktır. Ancak verilecek olan bu özgürlük, islâmın inanmakta olduğu ahlâkî ve manevî de­ğerlerle sınırlıdır. Bu temel unsur bakımından da İslâm eko­nomisi ile kapitalist ve sosyalist ekonomi arasında açık bir ayrıklık görülmektedir. Bireyler, kapitalist ekonominin gölgesinde sınırsız bir özgürlüğü elde edebilmektedirler. Buna Karşılık sosyalist ekonomi, tüm bireylerin özgürlüğünü kısıt­lamaktadır. Bu hususta İslâmiyet, kendi genel karakteriyle uyuşan bir tavır takınmaktadır. İslâmın gölgesinde bireyler, hürriyeti güzelleştiren, onu insanlık için hayırlı bir araç ha­line getiren ideal ve değerlerle sınırlı bir hürriyete sahip ol­maktadırlar.

İslâmın ekonomik alanda sosyal özgürlüğü sınırlandır­ması iki bölümde mütalea edilebilir.

a — Sübjektif sınırlama: Bu sınırlama, ruhun derinlik­lerinden doğmaktadır. Bu sınırlama; gücünü, İslâm şahsiyeti­nin sübjektif ve fikri muhtevasından almaktadır.

b — Objektif sınırlama: Bu sınırlama, bir dış gücün ifa­desidir. Bu güç, bireyin sosyal yaşayışını düzenleyip sınırlar.

Sübjektif sınırlamaya gelince bu sınırlama; tabiî olarak islâmın, hayatının bütün alanlarında egemen olduğu Müslüman bir toplumda, bireyi eğitmekte olduğu özel terbiyenin gölgesinde oluşmaktadır. İslâm şahsiyetinin oluşmasında ka­lıp teşkil eden ruhî ve fikri çevrenin, hayat realitesiyle hem­hal olmasına fırsat verilir, tarih de bu esasa göre oluşturu­lursa o zaman bu ruhî ve fikrî çevre manevî bir güce, hem de muazzam bir güce sahip olur? İslâm toplumunun bireylerine bir bağış olarak verilen özgürlüğün sübjektif ve tabii sınırla­masına da etkide bulunur. Kendi özgürlüklerinin kısıtlandı­ğının farkına varmaksızın, bireyleri ince ve derin bir şekilde idare eder.

Çünkü bu şekildeki bir sınırlama, bireylerin ruhî ve fikri realitelerinden doğmaktadır. Dolayısıyla bu tip bir sı­nırlama ile özgürlüklerinin kısıtlandığının farkına bile var­mazlar. Bu sebepledir ki sübjektif sınırlama, gerçekten hürri­yetin kısıtlanması demek değildir. Aslında bu sınırlama; in­sanın özgür bir havaya sahip olan, içinde sağlıklı ve manevî bir yapının kurulması, manasını ifade etmektedir. Çünkü an­cak bu yapının kurulması sayesinde hürriyet, kendi aslî ve orijinal değerine kavuşabilmektedir.

Bu sübjektif sınırlamanın bazı parlak sonuçlan ve İslâm toplumunun genel karakterinin oluşumunda büyük etkileri olmuştur, İslâm denemesinin kısa süreli oluşuna rağmen bu deneme, kendisinden beklenen sonucu vermiştir, insanların gönlünde üstün imkânlara yüce idealleri pırıldatmıştır İnsan­ların gönlünü hayır, adalet ve ihsan duygulan ile yüklü süb­jektif bir güçle güçlendirmiştir, İslâmiyet denemesinin tarih bakımından kısa süreli oluşuna rağmen, insanlığın hayatı bo­yunca devam ettiğine tanık oluyoruz. Bu deneme; insanların, yeryüzünün halifeleri olmaya lâyık olduklarını ispatlamıştır. Bu deneme, adalet ve doğruluk duygularıyla yüklü olan yep­yeni bir dünya getirmiştir, insanların gönüllerinde gizli bu­lunan kötülük unsurlarını, zulüm ve bozgunculuk güdüleri­ni kökten yok etmiştir. Sübjektif sınırlamanın sonuçlarım in­celemeye gerek yoktur. Bu sınırlama; Islâmiyetin hayattan koparılmasından islâmın sosyal önderliği yitirmesinden, Müslümanların yöneticilik ve komuta ruhundan uzun süre yoksun oluşundan, ruhî ve fikrî düzeylerinin alçalmasından, sosyal ve siyasal hayatın diğer türlerine alışmalarından bu yana yine de iyilik ve hayır amellerinin devamını sağlayan yegâne garanti unsuru olmuştur? Bütün bunlara rağmen İs­lâmın ortaya koymuş olduğu bu sınırlama, yaşantının tüm alanlarına tohum saçmıştır. Milyonlarca müslümanın bu sı­nırlama çerçevesinde billurlaşan hürriyetleri oranında ilerlemeleriyle, iyilik ve hayır amellerinin devamını garantilemek hususunda bu sınırlamanın olumlu ve faal bir rolü olmuştur. Bu sebeple Müslümanlar: zekâtlarını fakirlere ödemekte, diğer ilâhi haklan ifa etmekte, sosyal adalet ilkesini uygulama çabalarına katkıda bulunmaktadırlar. Eğer Müslümanlar İslâmiyet’i tam olarak yaşamış olsalardı. Müslüman toplum; düşüncesi, değerleri ve politikasıyla tam olarak İslâmiyet so­mutlaştırmış olsaydı İslâmlığın kavram ve ideallerini prati­ğe dökmüş olsaydı o zaman bu sübjektif sınırlamanın ne gi­bi sonuçlar doğurmuş olacağını artık varın siz tahmin edin.

***

Objektif sınırlamadan maksadımız, İslâm toplumunda yaşamakta olan bireye seri güçle dıştan yapılan bir baskı­nın sonucu meydana gelen bir sınırlamadır. Objektif sınırla­ma; «İslâmlığın zorunlu olarak varlığına inandığı ideal ve amaçlarla çelişen hususlarda kutsal şeriat bireylere asla öz­gürlük tanımamıştır.» ilkesi uyarınca uygulanmaktadır.

Bu ilkenin islâmiyetteki uygulaması şu şekilde olmuştur:

a — Genel kaynaklarında İslâm şeriatı, İslamiyet’in te­melini oluşturan ideal ve değerlerin gerçekleştirilmesini en­gelleyen sosyal ve ekonomik alandaki faiz ve karaborsacılık gibi çeşitli faaliyetlerin tümünü yasaklamıştır.

b — İslâm şeriatı; idare amirinin; genel gelişmeleri ve faaliyetleri kontrol etmesi, bireylerin gerekli alanlardaki öz­gürlüklerini sınırlayarak toplumsal çıkarların korunması için devletin müdahalesi ilkesini esas olarak kabul etmiştir. İslâ­miyet, sosyal adalet hakkındaki anlayış ve ideallerini zaman boyunca garantilemek için zorunlu olarak bu ilkeyi ortaya kovmuştur. Islâmiyetin propagandasını yapmakta olduğu sosyal adaletin gerekleri toplumun ekonomik ortamlarıyla maddi kondisyonuna göre değişmektedir. Bir işin yapılması, topluma ve toplumun zorunlu yapısına bazen zarar getirece­ği gibi bazen fayda da getirebilir. Şu halde bunu detaylı bir şekilde anayasal bir kalıba dökmeye imkân yoktur. Tek çıkar yol, idare amirinin bu husustaki yetkilerini genişletmektir. Ki toplumdaki İslâm! ideallere uygun olarak şeriatın mubah kıldığı işlerden bireylerin dilediklerini yapıp dilediklerini yap-mamaları hususundaki hürriyetlerini kontrol eden bir yetki­li olarak görevini başarıyla yürütebilsin.

Kontrol ve müdahale ilkesinin sert delili Kur'an-ı Ke­rimdir. «Allaha itaat edin. Resule ve sizden olan emir sahip­lerine itaat edin.» -Nisa: 59.- Bu ayet, emir sahiplerine itaat etmenin vacip olduğunu açıkça kanıtlamaktadır. İslâm toplu­munda emir sahiplerinin şer'i yönden yönetim hakkına sa­hip oldukları konusunda Müslümanlar arasında herhangi bir anlaşmazlık yoktur. Müslümanlar, emir sahiplerinin atanmaları, şartlan ve şartlarının belirlenmesi hususunda her ne kadar anlaşmazlığa düşmüşlerse de bunun, konuy­la hiçbir ilgisi yoktur. Yüksek İslâmi bir iktidara Müslüman­ların itaat etmeleri vacip olduğu gibi; Müslüman toplumun korunması ve bu toplumda İslâmî dengenin gerçekleştiril­mesi için iktidarın, toplumun işlerine müdahalede bulun­maya da yetkisi vardır. Ancak bu müdahalenin, Mukaddes Şeriatın ölçüleri çerçevesinde olması gerekmektedir. Mese­lâ devletin veya emir sahibinin faizi helâl kılması, hileciliği serbest bırakması, miras hukukunu ortadan kaldırması ve­ya toplumda İslâmi esaslara göre elde edilmiş bir mülkiyeti geçersiz kılması imkânsızdır. Emir sahipleri ancak şeriatın mubah kıldığı hususlarda tasarrufta bulunabilir ve müda­hale edebilir. Toplumun İslâmi ideallerine uygun olarak emir ve yasaklamalarda bulunabilir, ölü arazilerin ihya edilmesi madenlerin çıkarılması, nehir yataklarının kazıl­ması ve bunlara benzer ticarî faaliyetler, şeriatın genel olarak, teşvik etmiş olduğu faaliyetlerdir. Şeriat, bütün bu faaliyetlerin şer'i sonuçlarını da ortaya koymuş­tur. Sözünü ettiğimiz bu faaliyetlerin yapılıp yapılmaması hususunda emir sahipleri, yukarıda geçen ilke gereğince emir veya yasaklama yetkisine sahiptir.

Resulûllah (S.A.S) Efendimiz, ortamın gerektirdiği zamanlarda kontrol ve yönetme ilkesini uygulamaktaydı. Buna örnek olarak sahih bir hadisi gösterebiliriz: Resulûllah efendimiz hurmalıkların suyu hususunda Medineliler için şu hükmü vermişti Bir şeyin başkalarına fayda sağlaması engellenemezdi. Çöl ahalisi için de şu hükmü vermiş; Su ve çimenlerin fazlalığından başkalarının faydalanmasına engel olunmaz.  ve şöyle demişti: «Başkalarına zarar vermek caiz olmadığı gibi başkalarının verdiği zarara kat­lanmak da caiz değildir.»[2] Fıkıhçılara göre; "bir şeyin başkalarına yarar sallamasını engellemek ve suyun fazlalı­ğından başkalarının faydalanmasını engellemek genel olarak şeriat açısından sakıncalı değildir. Bu hususu Müslümanlar açıkça kabullenmektedirler.

Bu anlatılanların ışığında anlamış oluyoruz ki; Peygam­ber Efendimiz, bir şeyin başkalarına yarar sağlamasını en­gellemeyi, suyun fazlalığından başkalarının faydalanmasını engellemeyi, Şeriatın genel hükümlerinin bir tebliğcisi ol­ması niteliğiyle Medineliler için yasaklamamıştır. Ancak toplumun ekonomik hayatını düzenlemekten, toplumu ge­nel toplumsal çıkarlarla çelişmeyecek bir şekilde yönetmek­ten, sorumlu bir idareci olması niteliğiyle yasaklamıştır. İşte bu sebepten ötürü Peygamber Efendimizin (S.A.S.) bu konudaki hükmü, şeriat esasına dayalı bir yasaklama de­ğil de, yargılama esasına dayaklar hüküm olmuştur.

Kontrol ve müdahale ilkesini, gelecek bölümde daha detaylı olarak ele almaya çalışacağız.

3- SOSYAL ADALET İLKESİ

İslâm ekonomisinin üçüncü temel unsuru da sosyal ada­let ilkesidir. İslâmiyet bu ilkeyi, İslâm toplumundaki servet dağılımı düzeninin yüklendiği unsur ve garantilerde tecessüd ettirmiştir. Bu garantiler sayesinde dağıtım sistemi, İslamî adaleti gerçekleştirebilmekte, İslâm toplumunun da­yanmakta olduğu değerlerle uyuşmaktadır. İslâmiyet sos­yal adalet ilkesini islâmın ekonomik doktrinini oluşturan esas ilkeler arasına yerleştirmekle yetinerek onu genel nite­likteki soyut anlamıyla dondurmuş… her türlü yoruma açık bir adalet olarak nitelendirmiş ve kapsamının tayinini uy­garlık düşüncesi ve hayat anlayışı bakımından İslâm top­lumundan ayrılan ve apayrı bir sosyal adalet görüşüne sa­hip olan toplumlara da bırakmış değildir. İslâmiyet, sosyal adalet anlayışını belli bir sosyal planda belirleyip billurlaştırmıştır.

Bundan sonra da bu anlayış canlı bir sosyal realitede cisimlendirmiştir. Öyle ki cemiyetin bütün atar ve toplardamarları, İslâmın adalet kanıyla kaynamıştır. İslâmın sadece sosyal adaleti savunması hakkında bilgi sahibi olmamız yetmez. Ayrıca islâmın adalet hakkındaki düşünceleri ve adaletin İslâm literatüründeki öze] manası hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekmektedir.

İslâmın rengiyle boyanmış olan sosyal adalet iki genel ilkeye sahiptir.

a — Genel dayanışma ilkesi:

b — Sosyal denge ilkesi.

Gelecek bölümde de göreceğimiz gibi İslâmi manalarıyla dayanışma ve denge ilkeleri sayesinde sosyal adaletin İs­lâmi ideal ve değerleri gerçekleşmektedir.

Parlak tarihî denemesi boyunca erdemli bir insan topluluğunu meydana getirmek uğruna İslâmın atmış ol­duğu adımlar, İslâmın kendi ekonomisinin temel ilkesi olan sosyal adalete ne kadar önem verdiğini açıkça ispatlamak­tadır.

İslâmiyetin sosyal adalet ilkesine önem verişi, Peygam­ber Efendimizin (S.A.S.) ilk devletini kurarken girişmiş olduğu ilk siyasi eylemde (Muhacirlerle Ensarı kardeş yapma eyleminde) irâd etmiş olduğu ilk nutukta açıkça belirmektedir.


Yüce Peygamberimiz, siyasî beyanlarını şu hitabında Müslümanlara iletmiştir:

«İnsanlar! Ahiret için bu dünyadayken hazırlığa girişin. Biliyorsunuz ki sizlerden biri ölünce koyunlarını çobansız bırakacak, sonra da Rabbi kendisine şöyle diyecektir: Re­sulüm sana gelip de tebligatta bulunmadı mı? Sana mal verdim. Malını gittikçe arttırdım. Dünyada iken kendin için neler yaptın? Bunun üzerine, hesaba çekilen adam, sağa ve sola bakacak. bir şey göremeyecek. Daha sonra önüne baka­cak. Cehennemden başka bir şey göremeyecektir. Bir hur­ma parçasıyla kendi yüzünü (bedenini) ateşten koruyabile­cek bir kimse varsa (bunu hemen) yapsın. (Hurma parça­sını) bulamayan, güzel bir sözle bunu yapsın. Bir iyilik, 10 misliye, hatta 700 küsur misliyle mükâfatlandırılacaktır.

Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.»

Peygamber Efendimiz (S.A.S.) Medine devletini kur­duktan sonra ilk siyasi hareketine muhacirlerle Ensâri kar­deş yapmak; îslâmın benimsediği sosyal adaleti gerçekleş­tirmek amacıyla bu kardeşler arasında dayanışma ilkesini uygulamakla başlamıştır.                       

İslâm ekonomisinin temi unsurları işte bunlardan iba­rettir:

a—Çeşitli statülere sahip bir mülkiyet. Bu mülkiye­tin ışığında dağıtım sistemi belirlenmektedir.

b—Üretim, tüketim ve mübadele alanlarında İslâmi değerlerle sınırlı bir özgürlük.

c— Temel fonksiyonları denge ve dayanışma olan, toplumun mutluluğunu garanti eden bir

 

 SOSYAL ADALET

İslâmın ekonomik doktrininin iki temel niteliği vardır. Ki bu nitelikler, doktrinin çeşitli plân ve detaylarına ışık saç­maktadır. Bu iki nitelik, gerçekçilik ve ahlâkîliktir. İslam ekonomisi ulaşmak istediği amaçlar ve bu amaçlara ulaşmak için uyguladığı yöntemler bakımından hem gerçekçi hem de ahlaki bir ekonomidir.

İslam ekonomisi, ulaşmak istediği amaçlar bakımından gerçekçi bir ekonomidir, demiştik. Çünkü İslâm ekonomisi, sistem ve kanunlarında, karakteri, içgüdüleri ve genel özel­likleri bakımından insanlık realitesiyle uyuşan amaçları hedef edinmektedir. Çünkü bu ekonomi her zaman, insanlığı sadece kanuni hesaplar uğruna yorup güçsüz hale getirmeye çabalamaz. İnsanları, insan güç ve imkânlarının üstünde yüksek bir hayal fezasında uçmaya zorlamaz... İslâm eko­nomisi, plânlarını, insan realitesi esasına göre uygular. Komünizm gibi hayalî reel olmayan amaçları hedef edinmemiştir. Komünizme göre benlik duygularından sıyrılmış servet da­ğıtımının anlaşmazlık ve çatışmalara meydan vermeksizin hiçbir hükümet mekanizmasına da ihtiyaç duymaksızın ger­çekleştirilebileceği bir insan toplumu mümkündür. Her şey bir yana komünizmin bu iddiası, İslâm hukukunun karak­teriyle ve İslâm ekonomisinin gerçekçilik niteliğiyle asla bağdaşmamaktadır.

İslâm ekonomisi, uyguladığı yöntem bakımından ger­çekçidir. İslâm ekonomisi, gerçekleştirilmesi mümkün olan reel amaçlan hedef edindiği gibi, bu amaçların gerçekleşti­rilmesi için maddî ve reel garantileri de sağlar. Vaiz ve mürşitlerin nasihat ve yol gösterme şeklindeki, garantileriyle ye­tinmez. Çünkü İslâm ekonomisi^bu amaçların gerçekleştiri­lip pratiğe aktarmasını hedef edinmiştir.

Bu amaçların gerçekleşmesini tesadüfün merhametine havale etmez- Sözgelimi İslâmın ekonomik doktrini, toplumda genel bir dayanışma gerçekleştirmek istediğinde sade­ce nasihatta bulunmak ve duyguları harekete geçirmekle yetinmez. Bunu yapmak için hukuki garantileri temin eder. Ki bu garantiler, sözgelimi dayanışmayı muhakkak surette gerçekleştirir garantiler olmalıdır.

İslâm ekonomisinin ikinci niteliği ahlâkîliktir. Bu de­mektir ki İslâmiyet amaç bakımından toplumun ekonomik hayatında gerçekleştirmeye çalıştığı hususları, insanı bir kenara bırakarak sırf tabiî şartların ve maddî ortamların oluşturulması olarak anlamaz. Marksizm gibi sırf üretim güçlerinin ortam ve konumunu hedef alarak insanı ihmal etmez. İslâm bu amaçlan, ahlâkî yönden gerçekleştirilmesi zorunlu olan pratik değerlerin bir ifadesi olması niteliğiyle ele alıp değerlendirir. Meselâ işçinin hayatım garantilemek işinde ortaya koymuş olduğu bu sosyal garantinin, üretimin maddî ortamları gereği olduğuna inanmaz. Ama bu garan­tinin gerçekleştirilmesi gereken pratik değerlerin bir ifadesi olduğuna inanır. Nitekim ileriki bölümlerde bu konuyu de­taylı bir şekilde ele alacağız.

Yöntem bakımından İslâm ekonomisinin ahlâkiliğini ise şöylece açıklayabiliriz: İslâmiyet, amaçlarını gerçekleş­tirmek için uyguladığı yöntemde sübjektif faktöre önem ve­rir. Sadece objektif faktöre önem vermez. Bu amaçları ger­çekleştirirken sübjektif ve objektif faktörleri birleştirir ve özel bir yöntem uygular. Bu yöntem gereğince yoksulların yaşamını garantilemek için zenginlerden vergi alınması hu­susunda zor kullanmak gerekmektedir. Problemin objektif yönü plan yoksulların doyurulması için her ne kadar bu yön­tem yeterli ise de, İslâmiyet bunu, problemin tümü için ye­terli görmemektedir. Çünkü dayanışmayı gerçekleştirmek için uygulanan bu yöntem, zenginin gönlündeki ahlâkî fak­törden ve hayırhahlık duygusundan yoksundur.

Bu sebeple İslâmiyet, bu görevleri meselâ zekât ve diğer görevleri şerii ibadetlerden saymıştır. Ki insanlar bu görev­lerini ateşli bir kalbî saikin etkisiyle yapsın, Allah'ın hoşnutluk ve rızasını elde etmek amacıyla şuurlu bir şekilde İslâmın ekonomik amaçlarının gerçekleşmesi için katkıda bulunmaya koşsunlar,               

İslâmın sübjektif faktöre önem vermesi acayiplikle nitelendirilmemelidir. İslâmın bu ruhî ve fikrî oluşum için titizlik göstermesi, onun amaç ve anlayışına uygun düşmektedir. İn­sanın gönlünde meydana gelen sübjektif faktörlerin; insan kişiliğinin oluşumunda insanın ruhî muhtevasının belirlen­mesinde büyük miktarda etkisi görülmektedir. Ayrıca sosyal hayatta ve hayatın problemleri ile bunların çözümünde de bu faktörün etkisi büyük bir oranda görülmektedir. Günümüzde insanların hemen hemen hepsi açıkça bilmektedir ki, ekonomi alanında sübjektif faktör başrolü oynamaktadır Bu faktör; Avrupa’nın, artık işkencesine dayanamayacak duruma geldiği periyodik buhranların meydana gelmesine de etkili ol­maktadır. Bütün bunlardan ayrı olarak sözkonusu faktör, arz ve talep gereğince, işçinin üretim yeterliliğine ve diğer ekonomi unsurlarına da etkide bulunmaktadır.

Buna göre metot ve doktrininde İslâmiyet, toplumun sadece dış görüntüsünü düzenlemekle yetinmemekte, tersine toplumun ruhî ve fikrî derinliklerine inmektedir. Ki çizmiş olduğu sosyal ve ekonomik plânlarla toplumun dahili içe­riği arasında bir uyum sağlayabilsin. İslâmiyet amaçlarını gerçekleştirmeyi garantileyen yöntemleri uygulamakla da yetinmez. Bu yöntemleri, Sözkonusu amaç ve anlayışlarla uyuşan, ruhî saiklerle birleştirerek bir bileşim meydana ge­tirmektedir.

 

İSLAM EKONOMİSİ BÜTÜNDEN BİR PARÇADIR.

İslâm ekonomisinin şuuruna sahip olduğumuza göre bu ekonomiyi birbirlerinden ayrı ayrı parçalar halinde incele­memiz doğru olmayacaktır. Meselâ faizin yasaklanışına ve­ya özel mülkiyete müsamaha gösterilmesine ilişkin İslâmın hükmünü, İslâmın genel plânından ayrı olarak incelememiz caiz değildir. Bu caiz olmadığı gibi, İslâmın ekonomik doktrinini, İslâmın sosyal ve siyasal doktrinlerden ve bu doktrin­ler arasındaki ilişkilerden ayrı olarak incelememiz de caiz de­ğildir. Şu halde İslâm ekonomisini, İslâmın hayatının bütün taraflarını düzenleyen genel kalıbı çerçevesinde ele alıp de­ğerlendirmeliyiz. Bunu bir örnekle açıklayalım: Duyulur bir şeyi, birçok eşyalar toplumundan oluşan genel bir kalıp içe­risinde idrak ediyoruz. Bu duyulur şey hakkındaki düşünce­miz, sözkonusu genel kalıp içindeyken başka, .genel kalıbın dışındayken daha başka olacaktır.

Bir çizgi, belli çizgiler bileşimi içinde kısa görünür. Bu çizgiler bileşimi değişince de aynı çizgi eskiye oranla daha uzun görünür. İşte bunun gibi sosyal doktrinlerin genel kalı­bı, bu doktrinlerin ekonomik ebatlarının uzunluk veya kısa­lığının takdir edilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu halde Islâmiyetin genel kalıbını önemsememiz, İslâm ekono­misiyle islâmın diğer şubeleri arasındaki ilişkilerin karakter­lerini ve aralarındaki karşılıklı etkileri hesaba katmamamız doğru değildir, diyebiliriz.

Bütün bunlardan ayrı olarak genel kalıbıyla islâmın eko­nomik doktrini ile bu doktrin için hazırlanmış olan özel mev­kii birbirinden ayırmamamız da gerekmektedir. İslâmın eko­nomik doktrini için hazırlanmış olan bu özel mevkide, doktri­nin sürekliliği ve güçlülüğü için bütün unsurlar mevcuttur.

Duyulur kalıplan çeşitli mevkilerde idrak ediyoruz. Her bir şekil, belirli bir mevki ile uyuşur. Fakat bazen bir mevki, kendi şeklinden başka şekillerle uyulmaz. Bu çekil de kendi mevkiinden başka diğer mevkilerle uyuşmaz. Yine aynı şekilde hangisi olursa olsun bir doktrinin: genel kalıbı; kendi karakteriyle uyuşan ve kendisini, kendisiyle uyuşan inanca, anlayış ve duygulara kavuşturan bir Mevki ye şiddetle muhtaçtır. Bir doktrinin genel kalıbını belirleyebilmek İçin o dok­trinin, kendisi için hazırlanan mevkiini, yani genel çerçevesini incelememiz gerekmektedir.

Böylece anlaşılmış oluyor ki İslâm ekonomisi, genel çiz­gileri ve detayları bakımından birbirine bağlı parçalardan meydana gelmiştir, İslâm ekonomisi, hayatın genel kalıbının "bir parçasıdır. Bu kalıbın da kendine özgü bir mevkii vardır. İslâm toplumu ancak, bu genel kalıpla bu kalıbın mevkiini birlikte elde edince mükemmel bir toplum haline gelebilir, İslâm ekonomisi; birbirine bağlı çizgilerden meydana gelen bir bütün ve hayatın genel İslâmi bir kalıbı olması niteliğiyle in­celenecek olursa ancak doğru ve dürüst bir şekilde incelenip araştırılabilir. Tabiî olarak hayat da İslâmın kendisi ve sağ­lıklı bir Müslüman toplum için hazırlamış olduğu mevkiye dayanmaktadır.                                                                                                  -

İslâm toplumunun mevkii ve sosyal doktrini, aşağıda sa­yacağımız unsurlardan oluşmaktadır.

a—inanç: Bu unsur, İslâm düşüncesinin temel bir kuralıdır. Bu kural, genel olarak Muslümanın evren hakkın­daki temel görüşlerini belirler.

b—Anlayış: inancın billûrlaştırdığı genel görüşlerin ışığında, İslâmın eşyayı yorumlama hususundaki görüşlerini yansıtan anlayışlar...

c—Duygu: İslâmın bu anlayışların safir a geçebilmesi için gelişmesine destek olan duygular. Belirli bir realiteden doğan İslâmi bir düşünce olması niteliğiyle söz konusu anla­yışlar, bu realite karşısında Muslümanın gönlünde özel bir şuur doğurur. Bu realite karşısında Muslümanın hissiyatını belirler.

İslâmi duygular, İslâmi anlayışın ürünüdürler. Tabiî ola­rak bu anlayışlar, İslamiyet’in temel inancının ışığında orta­ya konmuşlardır. Buna Takva (Allah'a itaat) yi örnek olarak gösterebiliriz. Tevhid inancının gölgesinde İslâmın takva hak­kında şu anlayışı doğar: Takva; insanlar arasında değer ve faziletin bir ölçüsüdür.

***

Bu anlayıştan da İslâmi bir duygu doğar. Bu duygu, baş­kalarını sayma ve ağırlama duygusudur.

Topluma mahsus elverişli bir ortamı hazırlamak için or­taklaşa bir çalışmaya giren, inanç, anlayış ve duygudan iba­ret olan bu üç unsur işte bunlardır.


Bundan sonra da hayat için islamın genel kalıbının rolü bölünmez bir bütün olarak devreye girmektedir. Bu kalıp, ha­yatın çeşitli kollarına kadar uzanmaktadır. İslâm toplumu kendisi için gerekli olan ortamı (mevkii) ve genel kalıbını ta­mamladıktan sonra ekonomik hayat alanında İslâm ekono­misinin esas görevini yapmasını, toplum için mutluluk ve re­fahın yollarını sağlamaya garanti altına almasını ve bu hu­susta en f azla ürünleri toplamasını bekleyebiliriz.

Ve yahutta Üstün İslâm fikriyatının, hayatın belli, bir yönünde bütün amaçlarını gerçekleştirmesini bekleyebiliriz. Tabii eğer hayatın sadece bir tek tarafında uygulanacak olur­sa... Ki bu da tamamen yanlıştır. İslâmın güçlü toplum yapı­sının üniteleri arasındaki bağlantı örgüsü, mutantan bir sara­yı yapmak için en yüksek mühendislerin ortaya koymuş ol­dukları bir haritayı anlın*. Bu haritanın, tamamıyla uygu­lanmaması halinde mühendisin dilediği şekilde, yapılması tasarlanan plânın üstünlük ve güzelliğini yansıtmasına im­kân yoktur- Bu haritayı, yapılması tasarlanan planın sadece bir kısmı üzerinde ele alacak olursak, mühendisin haritada meydana getirmek istediği düzeni bu kısmi haritada tam ma­nasıyla göremeyiz. İslâmiyet kendine özgü program ve me­todunu çizmiştir. İnsanlığı mutlu kılmak için bu metottan mükemmel bir araç elde etmiştir. Ama şu şartla: Bu İslâmi program, İslâmi bir ülkede uygulanacak... Bu ülke fikrî ve diğer tüm yönlerinin yapısı bakımından İslâmın rengine bo­yanmış olacaktır. Bu program, eksiksiz olarak uygulanacak­
tır. Böylece bu programın parçalan birbirlerini destekleye
cektir,

Bu program parçalarından birini yerinden oynatmak ve­ya diğer parçalardan ayırmak demek; bu parçaların, İslâmî amaçları gerçekleştirecek olan şartlardan ayrılması demek­tir. Bu, sözkonusu programın uygulanışı hususunda İslâmi yöntemleri kötülemek veya bu yöntemlerin yetersiz oldukla­rını söylemek veyahutta bu yöntemlerin toplumu yönetme­ye layık olmadıklarını ifade etmek anlamına gelmez. Çünkü bu yöntemler, ilmî kanunlar mesabesindedirler. Sözkonusu kanunların gerektirdikleri şartlar ne zaman gerçekleştirilecek olurlarsa o zaman bu yöntemlerin iyi sonuç vermelerini bek­leyebiliriz.

***

İslâm ekonomisindeki bağlantı örgüsünün bütün yönle­rini ve bu bağlantının diğer İslâmi unsur ve özelliklerle olan ilişkisini bu anlattıklarımızla tam olarak yansıtmış olamayız. Bu konuyu ancak özet olarak şu şekilde sunabiliriz.

a— İslâm ekonomisinin inançla olan bağlantısı: İslâ­mın ekonomik doktrininin ruhî azığının yegâne kaynağı da inançtır. Müslüman’ı, İslâmın ekonomik doktrinine göre ta­vır almaya İten unsur inançtır. Çünkü ekonomik doktrin de inançtan doğmaktadır. İnanç; ekonomik doktrine bir iman damgası ve aslî bir değer kazandırmaktadır. Ancak doktrinin pratik uygulama alanında ortaya koyduğu objektif sonuçlan ve Müslümanın gönlünde meydana getirdiği şuuru göz ardı etmememiz gerekmektedir. Bu şuur da, inançtan doğmaktadır. Yürütme garantisi gücü, sübjektif ve imanî karakter, gönül huzuru gibi özellikler, İslâm ekonomisinin ayırıcı özellikleri­dirler. İslâm ekonomisi, dayanmakta olduğu temel inanç yoluyla bu özelliklere sahip olmaktadır. Ayrıca İslâm ekono­misi bu inancın genel çerçevesi içinde oluşmaktadır. Bu se­beple de İslâm ekonomisi, ancak bu inancın ve bu inançla olan karşılıklı ilişkilerinin ışığında ele alınıp incelenebilir.

b—İslâm ekonomisinin islamın kâinat ve hayata iliş­kin anlayışı ve eşyayı yorumlama hususundaki özel yöntemi -tıpkı islamın özel mülkiyet ve kazanç hakkındaki anlayışı gibi- ile olan bağlantısı: İslamiyet, mülkiyeti, sorumsuz bir yetkiyi değil de tam bir sorumluluğu kapsayan ve korunması gereken bir hak olarak kabul eder. Ayrıca maddi kazanca maddi hesapta verdiği manadan çok daha geniş bir anlam ka­zandırmaktadır. İslami anlamdaki kazancın çerçevesine, İs­lâm dışı bir perspektiften bakıldığında zarar unsuru olarak kabul edilen birçok gelişme ve faaliyetler de girmektedir.

Tabiî olarak İslamın mülkiyet hakkındaki bu anlayışının, İslâmi kurallar çerçevesinde özel mülkiyet ye bu mülkiyetten yararlanma keyfiyetine de etkisi olmakladır. Ayrıca ekonomik ortamın, islamın kazanç hakkındaki anlayışından da etkilenmesi normaldir. Ancak bu etkileniş, kazanç kavra­mının derinliği ve köklülüğü oranında olacaktır. Dolayısıyla uygulama esnasında bu kavramın İslâm ekonomisine etkisi ol­maktadır. Şu halde uygulama esnasında İslâm ekonomisini
incelemek gerekmektedir. Bu uygulama esnasında İslâm ekonomisini, çeşitli İslâmi kavramların etkisinden ayrı tutmak doğru değildir.                                               

c—İslâm ekonomisinin, islâmın Müslüman çevreye yaymış olduğu kendi özel kavramlarına dayalı duygularla olan bağlantısı. Her Müslümanın kalbine başkalarını sevme, başkalarının kıvanç ve tasalarına ortak olma özünü akıtan bir pınarı fışkırtan genel kardeşlik duygusunu buna örnek olarak gösterebiliriz. Bu pınar: Müslümanın kardeşlik duy­gusunun şuuru oranında ve insanın ruhi yapısının İslâmi duygularla ve İslâm toplumunda-uyulması gereken terbiye kurallarına olan yakınlığı: 'nispetinde kaynayıp fışkır­maktadır. Ekonomik hayatın şekillenmesi ve doktrinin, güt­mekte olduğu amaçlarla bağlantı kurması hususunda bu duy­gularla Şuurun çok önemli rolleri olmaktadır.

d—Mali siyasetin İslâmın ekonomik doktrininin prog­ramından bir parça olarak kabul edilmesine müsaade edile­cek derecede ekonomik doktrin ile devletin mali siyaseti ara­sındaki bağlantı. Çünkü mali siyaset, genel ekonomik siyasetle birleşecek bir şekilde ortaya konmuştur, İsi âmin malî siya­seti, devletin gerekli harcamalarını sağlamakla yetinmez. Ay­nı zamanda sosyal denge ve genel dayanışmanın hâkim kılın­ması için yapılan çalışmalara da katkıda bulunur. Bu sebep­le malî siyasetin, genel ekonomi siyasetinden bir parça olarak kabul edilmesi zorunluluk haline gelmiştir, ileriki bölümlerde de göreceğimiz gibi devletin maliye düzenine ilişkin hüküm­lerin de genel olarak ekonomik hayatın kanunî yapısının kap­samına alınması gerekmektedir.

Bundan sonra da emir sahibine İslâmın, nasıl ve hangi sınırlar çerçevesinde tutsakları köleleştirme izni verdiğini öğrenmiş olacağız. Ganimetten sayılması niteliğiyle tutsak­ları köleleştirme yetkisine sahip olan emir sahibi kimdir? Bü­tün bunları öğrenip kapsadıktan sonra İslamın ganimete iliş­kin hükmüne sağlıklı bir bakışla bakabileceğiz.

İslâm açısından ganimet kavramının temel şartı; gani­metin meşru bir amaç ve inanç savaşmasında elde edilmesidir. Yapılan savaş, bir cihat karakteri taşımazsa o zaman elde edilen mal, ganimet sayılmamaktadır. Bu karakter de iki esasa dayanmaktadır.

1  —Savaş, İslâm ideolojisini yüceltmek ve egemen kıl­mak amacıyla devlet başkanının izniyle yapılmalıdır. Soygun­culuk ve yağmacılık savaşları cihattan sayılmaz. Cahiliye devrî savaşları gibi... Ülkelerin servetlerini ve pazarların, el­de etmek amacıyla yapılan savaşlar da cihattan sayılmaz. Ka­pitalistlerin savaşları gibi...

2  —İslâm davetçileri her şeyden önce kendi İslâmi ide­olojilerini dünyaya ilân etmeli sağlam delillere dayalı olarak bu ideolojilerinin temel çizgilerini açıklamalıdırlar. Ki İslâmiyet sağlam temellere dayandırabilsinler. Ve başkalarına
da akıl ve mantık ölçüleri çerçevesinde kaldıkça münakaşa
fırsatı kalmasın. İnsanlığın gerçek çıkarlarını amaç edinen evrensel ve fikrî bir çağrı olması niteliğiyle İslâm devleti silahlı bir mücadeleyle karşılaşma ihtimalindedir. İslâm düşmanları bu nuru söndürme çabasını ısrarla sürdürmektedirler. İşte yalnız bu gibi savaş ortamlarında elde edilen mallar ganimet sayılırlar.

Ganimetler arasındaki tutsakların hükmüne gelince, bu hususta üç alternatif vardır. Tutsak ya affedilip serbest bıra­kılır. Ya da fidye karşılığında salıverilir. Ya da köleleştirilir. Bu durumda köleleştirme, devlet başkanının uygulamakla yükümlü olduğu üç alternatiften sadece biri olmaktadır.

Bu arada devlet başkanının, tutsağa ilişkin sözkonusu üç alternatiften en uygunu ve toplum çıkarlarına en yakın olanını uygulamakla yükümlü olduğunu öğrendikten ve bu­na bir başka İslâmi gerçek olan; İslâmi yüceltmek amacıyla
küfür diyarına akın seklinde tanımlayabileceğimiz sa­vaş gerçeğini. Yalnız şunu da hatırda tutmak gerekir ki İslâmiyet, savaşa her zaman müsaade etmez. Ancak günah işlemekten sakınan bir Komutanın bulunması şartıyla savaşa
izin verir. Ki bu Komutan, cihat çarpışmalarında İslâm Ordusuna Komuta etsin ekledikten sonra şöyle bir sonuca varmış oluruz:

İslâmiyet tutsakların köleleştirilmesine; ancak köleleş­tirme, karşılıksız affedip salıvermekten ve fidye ile serbest bırakmaktan daha hayırlı olduğu bir zamanda izin vermiştir. Tutsakları köleleştirme yetkisini de maslahata en yakın olan işi yapmayı başaran ve günah işlemekten sakınan devlet baş­kanına vermiştir.

Bu hükümde, İslâmi hesaba çekmeyi gerektiren bir unsur yoktur. Her ne anlama gelirse gelsin sosyal doktrinler de bu hükümde birbirleriyle anlaşmazlığa düşmüş değildirler. Kö­leleştirme bazen, affedip salıvermekten ve fidye karşılığında serbest bırakmaktan da hayırlı olabilir. Tabii ki bu yöntem, düşmanın da tutsaktan köleleştirdiği bir zamanda uygulanır. Bu gibi durumlarda düşmana misillemede bulunmak ve onun uyguladığı yöntemin aynısını uygulamak zorunlu hale gel­mektedir. Eğer köleleştirme/karşılıksız salıvermekten ve fid­ye karşılığında serbest taramaktan daha yararlı olacak olur­sa o zaman İslâmiyet, köleleştirmeye niçin müsaade etmesin? Gerçekten de İslâmiyet, köleleştirmenin hangi durumlarda daha yararlı olacağını tam olarak açıklamamıştır. Fakat bu­nu tespiti de, siyasal yönden cihadı yöneten, günahtan ve kendi kaprislerinden korunan devlet başkanına bırakmıştır. köleleştirmenin yararlı olup olmadığını tespitten ve tespit edilen duruma göre tavır almaktan devlet başkanı sorumludur.

İslâm devletinin siyasal hayatında pratik itibariyle tut­saklara ilişkin İslâmın hükmü üzerinde düşünecek olursak, köleleştirmenin; söz konusu en uygun üç alternatiften sade­ce birinde meydana geldiğini görürüz. Çünkü İslâm devleti­nin, kendisiyle savaşmakta olduğu düşman devlet de savaşta «1de ettiği tutsaklara aynı muameleyi reva görmektedir.

Köleleştirmenin caiz olduğuna ilişkin genel hükmü eleş­tiriye tabi tutmaya gerek yok. Çünkü İslâmiyet, tutsağın köleleştirilmesine, ancak devlet başkanının toplum çıkarlarına uygun bulması halinde müsaade etmiştir. Köleleştirme uygu­lamalarına da itirazda bulunmaya gerek yoktur Çünkü bu uygulamalar, sözkonusu üç alternatiften en uygun olanının sınırlan çerçevesinde ol&aktadır.

h— İslâm ekonomisi ile İslâm Ceza Hukuku arasındaki bağlantı.

İslâm ekonomisindeki genel dayanışma ve sosyal garanti esasları, bazı suçlar için konulan cezaların karakterlerine de ışık tutmaktadırlar. Hırsız bir kimsenin eli kesilerek cezalan­dırılması, kapitalist çevrelerde bir dereceye kadar zalimlikle nitelendirilebilir. Oysaki kapitalist toplumun yoksul bireyle­ri, boğuşmaların darbelerine terkedilmişlerdir.

Ama eğer İslâmî bir çevre oluşturulur, İslâm ekonomisi için elverişli bir ortam hazırlanır, toplum ola İslâm dairesinde yaşayacak olursa o zaman hırsızın sert karakterli cezalarla cezalandırılması yadırganmaz. Çünkü İslâmiyet birey için, özgür ve insanca yaşama ortamını hazırlamış ve onu hırsız­lığa iten tüm iç ve dış faktörleri ferdin ve cemiyetin hayatın­dan uzaklaştırmıştır.

 

—İSLÂM EKONOMİSİNİN GENEL ÇERÇEVESİ—

Genel dini çerçevesiyle İslâmın ekonomik doktrini, incele­miş olduğumuz diğer doktrinlerden ayrılmaktadır. İsiâmda din, yaşantının tüm örgüsünü kapsamakta olan muhit bir çerçevedir. İslâmiyet, hayatın her bir yönünü ele aldığı za­man onu din ile birleştirir. Onu, insanın kendi yaratıcısı ve ahıretiyle olan dini bir bağlantı çerçevesinde kayıba döker.

İşte bu çerçevedir ki İslâm düzenine basan gücünü ver­miş insanın genel sosyal çıkarlarının gerçekleştirilmesini ga­rantilemiştir. Çünkü bu sosyal çıkarların gerçekleşmesini ga­ranti altına almak, ancak din yoluyla mümkün olmaktadır.

Bunu açıklığa kavuşturabilmek için insanın çıkarlarını geçim hayatında ele almamız ve bu çıkarların gerçekleştiril­mesinin garantisi oranını incelememiz gerekmektedir. Bu­nunla da az önce sözü geçen gerçeğe varmış olacağız. Bu ger­çeği şöylece dile getirebiliriz İnsanın sosyal çıkarlarının ger­çekleştirilmesinin garanti edilmesi ancak, sağlıklı dini kural­lara dayalı bir nizam sayesinde mümkün olacaktır.

Geçim alanında insanın çıkarlarım inceleyecek olursak bu çıkarları başlıca iki gurupta ele alabiliriz:

1  — Özel bir varlık olması niteliğiyle insana tabiat ta­rafından sunulan çıkarlar. Meselâ, tıbbî bitkiler, insanın bu bitkileri tabiattan alması kendi çıkarları gereğidir. Bu çıkar­ların insanın diğer bireylerle olan sosyal ilişkileriyle bir bağ­lantısı yoktur. İnsan, zararlı mikropların saldırısına maruz olan bir varlık olması niteliğiyle ister toplum içinde yaşasın ister tolum dışında yaşasın bu tıbbî bitkilere muhtaçtır

2  —Diğer insanlarla ilişkiler kuran ve sosyal bir varlık olan insana, sosyal düzenin tekeffül ettiği çıkarlar. Sosyal dü­zenin irana sağlamış olduğu bazı çıkarlara örnek olarak şun­ları gösterebiliriz: İnsan, kendi ürününü başkalarının ürünleriyle değiştirebilmektedir. İş yapama» duruma geldiği za­manda geçimini garantileyebilmektedir. İleride bu birinci gurup çıkarlara tabiî çıkarlar, ikinci gurup çıkarlara ise sosyal çıkarlar adını vereceğiz.

İnsan sosyal ve tabiî çıkarlarını gerçekleştirebilmek için bu çıkarlara ilişkin bilgilere sahip olmalı, bunları gerçekleş­tirmenin yollarını bilmeli ve bu çıkarları gerçekleştirmek için kendisini çalışmaya iten faktörlerden haberdar olmalıdır.
Sözgelimi veremin tedavisi için hazırlanan tıbbî bitkiler, verem ilâcı olduğu bilinir bilinmez hemen insan tarafından bulunur ve ne şekilde hazırlanacağı keşfedilir. Ayrıca insan, bu bitkileri hazırlayıp yararlanma saikine sahiptir. Acizlik ve iş
yapamaz duruma gelindiği zaman için hayat garantisi; sosyal bir çıkar olması niteliğiyle insanın bu garantinin yararı, kanunî keyfiyeti ve onun bir kanun olarak ortaya konulup yürütülmesi hakkında bilgi sahibi olmasına dayanmaktadır.
       
Şu halde burada İki temel şart sözkonusu olmaktadır. Ki bu şartlar gerçekleştirilmeksizin insanlar sosyal ve tabiî çıkarlarının sağlanmış olduğu mükemmel bir hayata kavuşa­mazlar. Bu iki şarttan biri; sözkonusu çıkarların bilinmesi ve ne şekilde gerçekleştirilebileceğin bilinmesi, diğeri ise; insanın bu çıkarları bildikten sonra kendisini bu çıkarları gerçekleştirmeye iten saiklere sahip olmasıdır.

***

İnsanın tabiî çıkarları -Veremin tedavisi için tıbbi bitki­lerin ilâç haline getirilmesi gibi- üzerinde düşünecek olursak insanlığın, bu çıkarları gerçekleştirme imkânına sahip oldu­ğunu görürüz, bütanlar fikri bir güce sahiptirler. Bu güçleri sayesinde tabiatın dış görüntülerini ve bu görüntüler altında gizli bulunan çıkarları idrâk edebilirler, insandaki bu güç her ne kadar zamanla birlikte ağır ağır gelişmekteyse de fa­kat yine de herhalde sağlam tecrübe ve maharetlerin ışığında mükemmel bir çizgi üzerinde gelişmeye devam eder.

Bu güç arttıkça inşan, kendi çıkarlarını daha bir idrâk edebilir. Tabiattan koparması mümkün olan yararlar hakkın da fazla bilgiye sahip olur.

Bu fikrî gücünün yanında insan, ayrıca şahsi bir insiya­ka da sahiptir. Bu insiyak, tabii çıkarlarını gerçekleştirme yolunda insanı çalışmaya itmeyi garanti eder. însanın tabiî çı­karları, onun insiyakıyla birleşir. Bu her fertte aynıdır. Sözge­limi tıbbî bitkileri elde etmek sadece bir ferdin veya bir top­lumun çıkan değildir. Bu çıkar, bütün fertlere ve toplumla­ra özgü bir çıkardır. İnsan toplumları her zaman, bireylerdeki şahsî insiyakların gücüyle kendi tabiî çıkarlarını gerçekleştir­me çalışmalarına yönelmektedirler. Bu insiyakların tümü, bütün bireylere kişisel yararlar dokundurmuş olması niteliğiyle tabiî çıkarlar ve bu çıkarların zorunlulukları için har­canmaktadır.

Böylece anlamış oluyoruz ki insan, özel bir ruhî ve fikri bileşimden meydana gelmiştir Ki bu bileşim onu, tabiî çıkar­ları gerçekleştirme, hayat ve tabiat tecrübesi boyunca yaşa­yışının bu yönünü tamamlama gücüne sahip kılmaktadır.

***

Sosyal çıkarlara gelince bunlar da bildiğimiz gibi insanın, kendi yapısına uygun sosyal düzeni ve insanı, bu düzeni ku­rup yürürlüğe koymaya iten saiki idrâkine dayanmaktadır. Sosyal çıkarlara nispetle insanın tabiî çıkarlarında sözünü et­tiğimiz iki temel şarttan payı acaba ne miktarda olacaktır? İnsan kendi sosyal çıkarlarını ve bu çıkarlarını gerçekleştirmeye iten insiyakları idrâk etmek için düşünce gücüyle cihazlanmış mıdır acaba?

Şimdi birinci temel şartı ele alalım... Herkesçe bilinen bir husustur ki insan, kendisine sosyal çıkarları tekeffül eden, kendisinin karakteri ve genel bileşimiyle uyuşan sosyal düze­ni ve bütün muhtevalarıyla birlikte insan karakterini kapsayabilmekten tamamen acizdir. Bu tezi ileri sürenler şöyle bir sonuca varmaktadırlar: İnsanlık için sosyal düzenin kurul­ması zorunludur. İnsanların, bu düzeni bizzat kendilerinin kurmalarına müsaade etmek mümkün değildir. Çünkü in­sanların bilgileri sınırlıdır… İnsanların fikrî şartlan, sosyal problemleri tamamıyla kavramaktan acizdir.

Sözkonusu tezi ileri sürenler bu esasa dayanarak, insan hayatında dinin zorunlu olarak bulunması gerektiğini ve insanların Peygamberlere muhtaç olduklarını ispatlamaktadır­lar. Çünkü Peygamberler; vahiy yoluyla sosyal hayatta insa­nın gerçek çıkarlarını- ortaya çıkarıp belirleme gücüne sahip­tirler.

İkinci şartı ele alırken sözkonusu problem, daha açık ve belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Problemin temel noktası; insanın kendi sosyal çıkarları­nı nasıl idrâk edeceği meselesi değildir. Tersine problemin te­mel noktası; bu çıkarları gerçekleştirmeye nasıl yöneleceği ve kendi varlığını garantileyecek sakilde toplumu nasıl dü­zenleyip örgütleyeceği meselesidir. Problemi asıl ortaya çıka­ran şey; sosyal çıkarların çoğu kez insanın insiyaklarıyla uyuşmamasıdır. Çünkü insiyaklar insanın özel çıkarlarıyla çelişmektedir. İnsiyaklar insana, kendi tabiî çıkarlarını gerçekleştirmeyi garanti eder. Ama bu saik, sosyal çıkarlar karşılı­ğında aynı tavrı takınmaz. Sözgelimi insiyaklar insanı, verem için bir ilâç bulma çabasına yöneltir. Çünkü bu ilâcın bulun­ması, bütün insanların çıkartan gereğidir. Ama buna karşı­lık insiyakların sosyal çıkarların gerçekleştirilmesine engel olduğunu görmekteyiz Bu saik, sosyal çıkarların gerçekleş­tirilmesini garanti edecek olan uygulamalara da engel ol­maktadır. Sözgelimi çalışamaz durumda bulunan bir işçi­nin geçimini garantilemek, zenginlerin çıkarlarına ters düş­mektedir. Oysaki zenginler, bu durumdaki yoksulların geçi­mini garantilemek için gerekli harcamayı yapmakla yüküm­lüdürler. Arazilerin kamulaştırılması, arazi istifçiliği yapanla­rın veya yapma imkânına sahip olanların çıkarlarıyla çeliş­mektedir.

İşte gördüğümüz gibi tüm sosyal çıkarlar, bireylerin in­siyaklarıyla çelişmektedir. Çünkü bireylerin çıkarları ayrı, genel sosyal çıkarlar ise apayrı bir şeydir.

Bu anlatılanların ışığında tabiî çıkarlarla sosyal çıkarlar arasındaki temel farkı anlamış oluyoruz. Çünkü bireylerin insiyakları insanların tabiî çıkarlarıyla çelişmektedirler. Bu saik insanları, sözkonusu çıkarları icat etmeye ve bu yoldaki fikrî potansiyeli işletmeye yöneltmektedir. Bu sayede insanlık tabiî çıkarları tedricî bir şekilde garantileyecek imkânla­ra sahip olmaktadır. Ancak bu çıkarların garantilenişi, tec­rübeler süresinde gelişmekte olan imkânlar derecesinde ol­maktadır. Bu sosyal çıkarların tersine insiyaklar, insanın ken­di kendine olan sevgisinden doğmaktadır. Bu saik, insanı, kendi çıkarını başkalarının çıkarına yeğlemeye itmekte, sos­yal çıkarların gerçekleştirilmesi; bu çıkarların gerçekleştiril­mesi amacıyla sosyal bir Örgütün kurulup yürürlük alanına aktarılması yolunda insanın amelî şuurunun özel "bir şekilde işlemesini engellemektedir.

Böylece açıkça anlaşılmış oluyor ki, insanlık ile insanlı­ğın sosyal alandaki evrimi arasına bir engel' olarak giren sos­yal problem; insiyaklarla sosyal çıkarlar arasındaki çelişkiler­dir, insanlık, sosyal çıkarlarla bireylere hâkim olan temel güdüler arasında bir uyum sağlamadıkça insanlık toplumu, sosyal alandaki bir evrimi gerçekleştiremez. Şu halde sözünü ettiğimiz imkânlar nelerdir? Tabiî çıkarların, kendileriyle uyuşum içinde bulunan insiyaklara sahip oluşları gibi insan­lık, kendi genel anlamdaki sosyal çıkarlarıyla uyuşacak olan bir saiki bulmak ihtiyacındadır.

İLİM BU SORUNU ÇÖZÜMLEYEBİLİR Mİ?

Bazıları, korkunç bir şekilde gelişmekte olan ilmin bu sosyal problemi çözümlemeye kefil olduğuna ilişkin sözleri mı­rıldanmaktadırlar. Güçlü inatçı ve dahî insan; hayat, düşün­ce ve tabiat alanında dev adımlar atmayı; tabaatın hayat ve düşüncenin en derin sırlarına vâkıf olmayı ve bu konulardaki tüm bilmeceleri çözümlemeyi becermiştir. Öyle ki insanoğlu atomu patlatma atomun korkunç gücünü etrafa salıverme, fezayı keşfetme, fezaya roketler atma, bombardıman uçakla­rına binme, meydana gelen olayları; yüz binlerce mil uzaktaki mesafelere duyulan ses ve görünen görüntüler şeklinde akta­rabilmek için tabiat güçlerini kendi emrine amade kılma im­kânlarını elde edebilmiştir.

Kısa bir sürede bu kadar ilmî, bulguları kaydeden, tabiat ile olan mücadelesinde muzaffer olan insan, sahibi bulundu­ğu bilgi ve ileri görüşlülüğü sayesinde birbirine bağlı mutlu bir toplumu oluşturma ve insanlığın sosyal çıkarlarını teke­ffül eden sosyal bir örgütü kurma gücüne sahiptir.  İnsanoğ­lu kendi sosyal mevkiini alacağı bir kaynağa sürekli olarak bir ihtiyaç duymaktadır. Ancak bu kaynak, ihsanı zaferden zafere koşturan ilimden başka bir şey olamaz, demekteler.

Bu görüş aslında, ilmin insan hayatındaki görevinin ne olduğunu bilmemekten başka bir şey değildir. Çünkü ilim, her ne kadar gelişip evrimleşmişse bile yine de, çeşitli alanlarda objektif gerçekleri keşfedecek olan bir aletten başka bir şey değildir. Bu alet realiteyi mümkün olan en ince ve dakik bir şekilde yorumlar. Sözgelimi sosyal alanda ilim bize şunları öğretir: Kapitalizm; ücret kanununun işçiler üzerinde hege­monya kurmasına, ücretlerin, işçiyi kıt kanaat geçindirecek bir düzeye inmesine yol açmaktadır.

İlim tabiat alanında da bizlere şunu öğretir: Belirli bir kimyasal maddenin kullanılması, tehlikeli bir hastalığın kişi yaşantısına musallat olmasına yol açar, îlim, şu veya bu ger­çeği bize açıkladığı zaman görevi yerine getirmiş ve insan­lığa yeni bilgiler sunmuş olur. Fakat bu tehlikeli hastalıkla korkunç ücret kanununun korkunçluğu sadece ilmin belirli kimyasal madde ile tehlikeli hastalık arasında veya ücret ka­nunuyla kapitalizm arasındaki ilişkiyi keşfetmiş olmasıyla ortadan kalkmış olmaz. Ancak insan bu tehlikeli hastalıktan, hastalığın etmenlerinden uzak durmakla korunmuş olur. De­mir gibi sert karakterli ücret kanununun baskısından da top­lumun kapitalist çemberini yırtmakla kurtulabilir. Bu arada şöyle bir soru sormak istiyoruz: İnsanın bu hastalıktan veya bu çerçeveden kurtuluşunu garantileyen unsur nedir? Bu so­runun hastalıkla ilgili cevabı gayet açıkçadır. İnsanda var olan insiyak (içgüdü) onu, ilmin tehlikeli sonuçlarını keşfetti­ği özel maddeden uzaklaştırmaya yetmektedir. Ve kapitalist çerçeveyle ilgili cevabına gelince şunu söylemek gerekir ki, ücret kanunuyla kapitalist çerçeve arasındaki ilgiyi orta­ya koyan ilmî gerçek, insanı çalışmaya ve kapitalist çer­çeveyi değiştirmeye yöneltmez. Çalışmanın olması için bir sübjektif faktöre ihtiyaç duyulmaktadır. Bireylerin iç şekille­ri her zaman birbirleriyle aynı olmaz. Tersine, özel çıkarların birbirlerinden ayrı oluşları sebebiyle bu şekiller de birbirin­den ayrılmaktadırlar.

İşte bu sebeple ilmî gerçeklerin ortaya çıkarılmasıyla bu gerçeklerin ışığında toplumu mutlu kılmak için yapılan ça­lışmalar arasında bir ayırım yapmamız zorunlu olmaktadır, îlim, ancak bir dereceye kadar gerçekleri keşfedebilir. :Fakat tekâmül ettiremez.

PROBLEM VE TARİHİ MADDECİLİK

Bu arada marksizm, tarihî maddecilik esasına dayanarak sorunu bizzat ele almaktadır : «Her ne zaman olursa olsun ta­rih kanunları bu sorunu çözümlemeyi üzerlerine almaktadır­lar. Asıl sorun, kişisel içgüdülerin (insiyaklar) toplum çıkar­larını ve mutluluğunu garanti edemedikleri sorunudur Çün­kü kişisel içgüdüler, çoğu kez genel toplumsal çıkarlarla ça­tışmakta olan özel çıkarlardan doğmaktadırlar.» Problem bu değildir, bu sadece tarihin başlangıcından bu yana insan top­larının gerçeğidir. Yine Marksizme göre: «Her şey, sınıflı bir şekilde topluma yansıyan kişisel içgüdülere göre hareket eder. Çeşitli sınıfların kişisel içgüdüleri arasında sürekli bir çarpış­ma yardır. Üretim araçlarına hâkim olan toplumun kişisel iç­güdüsü, her zaman galibiyeti elde eder. Ki bu da zorunlu ola­rak kişisel içgüdüyü etkiler Sınıfsız bir toplum oluşturarak tarih kanunlarının bu problemin köklü bir çözümünü ortaya koymalarına kadar bu durum devam eder. Sınıfsız toplumda kişisel içgüdüler tamamıyla ortadan kalkar. Kişisel içgüdüler yerine toplumsal faktörler hâkim olur. Çünkü böyle bir toplumda, mülkiyet türü yürürlükte olur.

Tarihî maddeciliği incelerken, tarihî maddeciliğin ileri sürmüş olduğu bu gibi kâhinliklerin ilmî temellere dayanma­dıklarını anlamıştık. Zaten bu kâhinliklerin gerisinden gele­cek olan kesin bir çözümü beklememiz de mümkün değildir.

***

Problem kişisel içgüdülerin egemen olduğu bir toplum­daki problem gibi olmakta devam etmektedir bu haliyle.

Her bireye kendi özel çıkarları tarafından kazandırılan içgüdüler en son söz hakkına sahip olduklarına göre egemenlik, yürütme gücüne sahip olan çıkarların olacaktır. Şu halde birbirleriyle çelişik olan egolar yığını arasında top­laman kanunlarını insanın sosyal çıkarlarına uygun bir şekil­de vazetmeyi garanti eden faktör nedir? Vazedilecek bu ka­nonlar, toplumdaki egemen güçlerin bir ifadesi olacaklardır.

Sosyal bir mekanizma olan hükümet mekanizmasının bu problemi güç kullanarak çözümlemesini ve kişisel içgüdüleri oldukları yerde durdurmasını beklememiz mümkün değildir. Çünkü bu mekanizma, toplumun kendisinden doğ­muştur: Şu halde bu mekanizmada meydana gelen bir prob­lem, toplumun kendisinde meydana gelen bir problemdir. Çünkü topluma egemen olan faktör, kişisel içgüdülerdir.

Özet olarak diyelim: Sosyal Problemleri ortaya çıkaran faktör, kişisel içgüdülerdir. Bu saik insanın aslî bir faktörü­dür. Çünkü insanın kerihine olan sevgisinden doğmaktadır.

Kendi kişisel içgüdülerinden ve yaratılışlarından doğan, insanların sürekli olarak bu sosyal problemlerle karşı karşıya kalacak bir şekilde yaşaması ve yaratılışlarından dolayı mut­suz olmaları zorunlu mudur?

Kâinat düzeni içinde bulunan her varlık, tekâmül imkân­larını elde etmiştir, özel bir şekilde evrimleşebilecek bir yara­tılışa sahiptir. Bu hususun doğruluğunu, felsefî delillerin yanında ilmî tecrübeler de ispatlamıştır işte böyle bir düzen­den insanlar ayrı tutulmuşlar mıdır? .

Bu arada Problemin yegâne çözümleyici olması niteli­ğiyle din devreye girmektedir. Din; sosyal problemin içinde sağlıklı bir çözüm yolunu bulabileceğine yegane bir çerçevedir. Şundan ki, sözkonusu problemin çözümü, kişisel içgüdülerle genel sosyal çıkarlar arasında bir uyum sağlamaya dayan-u uyumu da ancak din insanlara sağlayıp sunabilir. Çünkü din insana, dünya hayatındaki geçici lezzetle­rine karşılık sürekli bir hayat olan Ahiret umudunu verebile­cek olan sübjektif bir güçtür. Din, insanları, dünyadaki bu sınırlı varlıklarının feda edilişinin ebedî bir hayat ve sürekli bir var oluş için ön çalışma olduğuna inandırarak, onları kendi uğrunda canlarını feda ettirecek güce sahiptir. Din, insa­nın düşünce sisteminde, kendi çıkarları karşısındaki yepyeni bir görüşe sahip olmasını, kazanç ve zarar karşısında yepye­ni bir anlayışa sahip olmasını sağlar ki bu anlayış, insanın eski maddi ve ticari anlayışından çok daha üstün bir anlayış olacaktır.

Bu anlayışa göre eziyet çekmek, lezzet duymanın bir yolu olacaktır... Toplum hesabına zarara girmek aslında ka­zanmanın bir vasıtası olacaktır. Başkalarının çıkarlarını ko­rumak, aslında bireyin çıkarlarını korumak demektir. Bu ha­yat üstün ve değerli bir hayat olacaktır. İşte böylece toplumsal çıkarlar din açısından bireyin çıkarı olması niteliğiyle kişi­sel içgüdülerle birleşmiş olmaktadır.

Bu anlamın doğruluğunu Kur'an-ı Kerimin birçok ayet­leri ispatlamaktadır Bu ayetlerin tümü, bireyin kendi çıkar ve kazançlarına ilişkin yepyeni bir görüşünün oluşturulma­sını amaç edinmektedir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

«Kim iyi amel ederse bu kendi lehine, kim de kötülük ederse bu da kendi aleyhindedir.» el-Câsiye: 15.

«O gün insanlar, amelleri (nin-karşılığı) kendilerine gösterilmek için dağınık döneceklerdir, işte kim zerre ağırlı­ğınca bir hayır yapıyor (idiy)sa onun (sevabını) görecek. Kim de zerre ağırlığınca şer yapıyor (idiy) se onun (cezasını) gö­recek.» Zilzal. 6-7-8

«Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler. (Öyleki Allah'ın) fazlından, kendilerine verdiği (şehidlik mertebesi) ile hepsi de şad ola­rak (Cennet nimetleriyle) rızıklanırlar.» Al-i İmran (gerek Medineliler için gerek çevrelerindeki bedeviler için (Savaşta ve diğer hususlarda) Allah'ın Resulünden geri kalmaları ve bizzat kendisine onların da canla başla rağbet etmemeleri ya­saktır. Bunun sebebi şudur: (Çünkü onların) Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, bar açlık (çekmeleri), kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları, bir düşmana karşı muvaffakiyete erişmeleri (gibi hiç bir hal ve hareket) yoktur ki karşılığında kendileri için bu sebeple iyi bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah, iyi hareket edenlerin mükâfatını zayi etmez.

Onlar (Hak yolunda) gerek küçük, gerek büyük herhangi ur masraf yapmaya dursunlar, bir vadiyi geçmeye dursun­lar. İllâ Allah, o yapar olduklarının daha güzeliyle onlara mükâfat etmek için (bütün onlar) hesaplarına yazılmıştır.»

Dinin Kur'an ayetleriyle sunmuş olduğu bu berrak şe­killer kişisel içgüdülerle yaşantıdaki hayır yolları arasında bir bağlantı kurmakta ve ferdî çıkarları evrimleştirmektedir. Bu evrimleşme bireyi, kendi özel çıkarlarının: ve tüm insan­lığın gerçek çıkarlarının birbirlerine bağlı bir şekilde İslâmiyet tarafından belirlendiğine inanır hale getirmektedir.

Şu halde din, kişisel güdüleri genel toplumsal çıkarlar hesabına güçlendirerek sosyal problemi çözümleme konusunda başrolü oynamaktadır diyebiliriz.

Böylece anlamış oluyoruz ki din, insanın yaratılışından itibaren ihtiyaç duyduğu bir unsurdur. Çünkü insanın yaratı­lışı, sosyal problemi meydana getiren kişisel içgüdülerinin temelini oluşturmaktadır. Şu halde yaratılışında, söz konusu problemi çözümleme imkânlarına sahip olmalıdır. Ki in­san özel bir şekilde evrimleşme imkânlarına sahip olan diğer canlılardan ayrı bir kategoriye (Kuraldışı bir kategoriye) girsin. İnsan yaratılışının bu problemi çözümlemek için sahip olduğu imkânlar; insanın dindarlık insiyaklarından ve yaşayışını dine bağlayıp dinin kalıbına uydurması hususun­daki tabu yetisinden başka bir şey değildir.

Şu halde insan fıtratının iki yanı vardır: Bir yor ünü ki­şisel içgüdüler teşkil eder. Ki insan topluluklarının genel an­lamdaki gerçek çıkarlarıyla kişisel içgüdüler arasındaki çe­lişkiden ibaret olan insan yaşantısındaki büyük problemi do­ğar bu yönden. Diğer taraftan da dine olan tabu eğilim yo­luyla insana, problemi çözme imkânlarını getirir. Çünkü içgüdülerle genel çıkarlar arasında uyum sağlayarak problemi ilk din çözümler. Böylece yaratılış, insanın evrimleşme-yolunu bulması hususundaki görevini yerine getirmiş olmaktadır.

Eğer sosyal problem, olduğu gibi sürüncemede kalmış ve insan karakteri de bu problemin üzerine eğilmemiş olsaydı o zaman bu şu manaya gelirdi: İnsan varlığı, bu problemi ol­duğu gibi sürüncemede bırakmış ve bu sorunu çözmekten aciz kalmıştır. Kendi yaratılışı gereği, bu sorunu, çözümü daha da güçleşecek bir sorun haline getirmiştir. Bu hususu İslâmiyet, su aşağıdaki ayet-i kerimede gayet açıkça izah etmektedir:

«O halde (Habibim) sen yüzünü muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki o, insanları bunun üzerine yarat­mıştır. Allah'ın yaratışına (hiç bir şey) bedel olmaz. Bu, dim­dik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler» Rûm30

Bu ayet-i Kerime şu esasları ortaya koymaktadır:

1  —Din, tüm insanların üzerine yaratılmış oldukları fıtratın ayrılmaz bir unsurudur. Allah'ın yaratışına bedel ola­cak hiç bir şey yoktur.

2  —Tüm insanların, üzerine yaratılmış oldukları bu dini Hanif dininden başka bir din olamaz. Hanif dininden kasıt da; saf katıksız olan tevhîd dininden başka bir şey değildir.

Çünkü en büyük dinî görevi yerine getirecek olan ye­gâne din, tevhid dinidir. Bu din sayesinde insanlık; pratik bir ölçüye ve sosyal bir düzeye sahip olmaktadır. Bu düzende sos­yal çıkarlar koru nurlar. Allah'a ortak koşmayı öngören ve Kur'anın ifadesine göre birbirlerinden ayrı çok tanrılı din­ler aslında sosyal problemin bir sonucudurlar. Dolayısıyla da sosyal probleme çözüm getiremezler. Hz. Yusuf (A.S) iri zin­dandaki arkadaşına dediği gibi; «Sizin o'nu (Allah'ı) bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları (kuru) adlardan başkası değildir. Allah bunlara hiçbir bur­han indirmemiştir.» Yusuf Süresi: 40 Şirk esasına dayalı bu çok tanrılı politeist dinler kişisel içgüdülerin ürünleri­dirler. Bu kişisel içgüdüler, çeşitli kişisel çıkarlarına uygun olarak insanlara şirk dinlerini tikin etmektedirler. Ki insanların tabii eğilimlerini hanif dininden ters tarafa anormal bir şekilde saptırsınlar. Ve insanların sağlıklı aslî dinsel eği­limlerini hedefine ulaşmaktan alıkoysunlar.

3 — İnsanların üzerine yaratılmış oldukları hanif dini, yaşantıya dayalı dosdoğru bir dindir- Yaşantıya egemen olan ve yaşantıyı kendi genel kalıbına uyduran bir dindir. Yaşan­tıya önderlik etmeyen, yaşantıya yön vermeyen din, insanın dine olan aslî ihtiyacına tam olarak cevap verme gücüne sa­hip olmayan bir dindir. Dolayısıyla da insan yaşayışındaki temel problemi çözme imkânına sahip değildir.

***

İslâmın din ve hayat hakkındaki anlayışını şöylece özet­leyebiliriz: İnsanın hayatındaki temel problem, fıtratıyla ilgilidir.

Çünkü bu problem, kişisel güdülerin birbirlerinden ayrı olsunlar ve genel toplumsal çıkarlarla çelişmesinden doğmaktadır.

İnsanın fıtratı aynı zamanda insana, bu problemi çözme imkânını vermektedir.

Bu çözüm yolu da; dosdoğru bir din olan hanif dinidir. Sadece bu din, kişisel içgüdülerle genel çıkarlar ve pratik kriterler arasında bir uyum sağlamaktadır.

Şu halde hayat için hanif dini zorunludur.

Yaşantının çeşitli alanlarındaki sosyal düzenin, bu dinin çerçevesi içinde ele alınması zorunlu olarak gerekmektedir. Çünkü ancak bu din, insanın fıtratıyla bir uyum sağlayabilir. Ve insan yaşantısındaki temel soruna bir çözüm getirebilir.

***

Bütün bu anlatılanların ışığında anlamış oluyoruz ki, ha­yatı kapsayan sosyal düzenin bir parçası olması niteliğiyle İslâm ekonomisinin, bu düzenin genel çerçevesi içine girmesi zorunlu olmaktadır. Ki bu çerçeve de dindir. Şu halde diyebi­liriz ki bizim ekonomik doktrinimizin genel çerçevesi dindir. Sosyal düzenin ve İslâm ekonomisinin çerçevesi olması niteliğiyle dinin görevi; bir yandan kişisel güdülerle özel çı­karlar arasında, diğer yandan da Islama göre toplumun genel çıkarlarıyla kişisel içgüdüler arasında bir uyum sağlamak­tır.

 

İSLAM EKONOMİSİ İLİM DEĞİLDİR

Sizlere sunmuş olduğumuz ekonomik doktrinlerden her biri, hayatın çeşitli alanlarını ele alan tam bir doktrinin birer parçasını teşkil etmektedirler. Meselâ İslâm ekonomisi, hayatın çeşitli alanlarını kapsayan İslâm düzeninin bir parçasıdır.
Kapitalist ekonomi, kendi örgütsel görüşü açısından toplu
mun tümünü kapsayan demokratik kapitalizmin bir parçasıdır. Marxist ekonomi de sosyal yaşantının tümünü kendi özel perspektifinde şekillendiren marksizm doktrininin bir parça­sıdır.

Bu doktrinler, kendi temel fikri tohumları ve ruhlarıyla yapılarını almış oldukları kökleri bakanından birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Dolayısıyla da kendi özel karakterleri bakı­mından birbirlerinden ayrılmış olmaktadırlar. Marksistlere göre Marxist ekonomi ilmi bir karakter taşımak­tadır. Çünkü marksizm yanlılarına göre bu ekonomi, tarihe egemen olan ve tarihe hükmeden kanunların zorunlu bir so­nucudur.

Kapitalist doktrine gelince, bu doktrini benimseyenler -önceki bölümlerde de görmüş olduğumuz gibi- kapitalist ekonominin, tarihinin ve tarih kanunlarının karakterlerinin zorunlu bir sonucu olarak meydana geldiğini iddia etmemek­tedirler. Kapitalistler, bu doktrin sadece pratik değerler ve ideallerle uyuşan bîr sosyal düzenleme olduğunu ifade! etmek­tedirler.

îslâmın ekonomik doktrinine gelince, Marksizmde olduğu gibi bu doktrin, kendisinin ilmi bir karakter taşıdığını iddia etmez. Yalnız şunu da söylemek gerekir ki islâmın ekonomik doktrini belirli inanç esaslarından, evren ye hayata ilişkin temel görüşlerinden soyutlanmış değildir.[3]

İslâm ekonomisi ilim değildir derken biz islâmın; hayatın diğer alanlarını düzenlediği gibi ekonomik yaşantıyı düzenlemek için insanlara çağrıda bulunmayı; garanti eden bir din olduğunu söylemek istiyoruz. İslâmiyet, siyasal ekonomi
bilimi tipinde bir ekonomi bilimi değildir. Diğer bir anlatımla İslâm; bozuk realiteyi düzgün bir realiteye, kokuşmuş düze­ni sakin ye uyumlu bir düzene çeviren bir; inkılaptır; diyebiliriz. İslam realitenin objektif bir yorumu değildir.  Sözgelimi İslamiyet karma mülkiyet sistemini ortaya koyduğunda bu sistemle insan hayatının belirli bir aşamasının tarihî realitesinin yorumladığını veya tarihi kanunların doğal sonuçlarını yansıttığını iddia etmez. Ama Marksizm, toplumsal mülkiyet sistemini ortaya attığında bu sistemin, tarihin belirli bir aşa­masının zorunlu bir durumu ve durumun da yegâne bir yo­rum stili olduğunu iddia eder.

Bu bakımdan İslâm ekonomisi kapitalist ekonomiye ben­zemektedir. Yani İslâm ekonomisi, realiteyi değiştiren bir işlemdir. Realiteyi yorumlayan bir İslâm değil... İslâm ekonomisinin doktrinler görevi; İslâm yasalarına uygun olarak eko­nomik hayatın tam bir suretini ortaya çıkarması, bu suretin gerisinden ışık saçan genel kavram ve düşüncelerin -Meselâ dağıtım şeklinin üretim türünden ayrı oluşu düşüncesi- ince­lenmesidir.

Bundan sonra da İslâm ekonomisinin ilmi görevi devreye girmektedir. Bu görev; İslâm düzeninin tam olarak uygulan­dığı bir toplumdaki reel hayatın akışını ve kanunlarını keşfetmektir. İlmî bir araştırmacı, yorumlamaya çalıştığı ve içinde meydana gelen olayları birbirine bağlamak istediği top­lum için, islâmın ekonomik doktrinini sabit bir kural olarak ele alır. Bu durumuyla İslâm ekonomisi, kapitalist ekonomi bilginlerinin ortaya koymuş oldukları siyasal ekonomiyi an­dırmaktadır. Bu bilginler, kendi doktrinlerinin esaslarını or­taya koymuşlar. Sonra da realiteyi bu esaslara göre yorum­lamaya başlamışlardır. Topluma uygulanan kanunların karakterlerini incelemişlerdir. Bu incelemeleri sonucunda si­yasal ekonomi ilmini ortaya çıkarmışlardır.

İşte ancak bu şekilde, geniş çapta doktrinler bir inceleme­ye tabi tutulduktan sonra İslâm ekonomisi için bir ilim olu­şabilir. Bu çerçeveyi göz önünde tutarak realiteyi incelerken şöyle bir soru ile karşılaşıyoruz: Kapitalistlerin siyasal eko­nomi ilmini veya bir başka anlatımla kapitalist toplumda meydana gelen olayları yorumlayan bir ekonomi ilmini orta­ya koydukları gibi, İslâm ekonomisi ilmini ortaya koymak na­sıl ve ne zaman mümkün olacaktır?

Bu soruyu şu şekilde cevaplamak mümkündür: Ekonomik hayatta meydana gelen olayların ilmî yorumu iki şey­den birine dayanır.                                            .

l — Hayatın reel tecrübeleriyle ekonomik olayları bir araya toplayıp ilmi bir şekilde Düzenlemek. Bu düzenleme sayesinde ekonomik hayata ve bu hayatın özel şartlarına ege­men olan kanunlar keşfedilip ortaya çıkarılabilecektir.

2—- Varsayımlarla ortaya konacak belirli önermeler yönünden ilmi araştırmaya girişmek ve bu önermelerin ışığında bir ekonomik yöntem ve hadiselere bir mecra tespit etmek yani hadiseleri kanalize edecek prensiplerini istintaç etmek.

Birinci esasa dayalı ilmî yorum, doktrinin, yürürlükte bulunan realitenin yapısı içinde isimlendirilmesine dayan­maktadır. Araştırıcı ancak bu sayede sözkonusu realitenin olaylarını kaydetme ve bu olayların görüntüleriyle genel ka­nunlarını ortaya koyma imkânını bulmaktadır. Kapitalist ekonomiciler, kapitalizme inanan bir toplumda yaşadıkların­dan bunu başarabilmişlerdir. Bu ekonomiciler, içinde yaşa­makta oldukları sosyal realitenin tecrübeleri esasına dayana­rak teorilerini ortaya atma imkânını bulmuşlardır. Ama İslâm ekonomisi hayat sahnesinden uzak olduğu sürece İslâm eko­nomicileri bu gibi bir imkâna sahip olamamaktadırlar. İslâm ekonomicileri bu günkü hayatlarında uygulama esnasında İslâm ekonomisine ilişkin tecrübelere sahip değildirler. Ki bu tecrübelerin ışığında, İslâmi esaslara dayalı bir hayata egemen olan kanunların karakterlerini anlama imkânını bulabilsinler.

İkinci esasa dayalı ilmi yoruma gelince Müslüman bir toplumdaki ekonomik hayatın temayüz ettiği bazı gerçeklerin açıklanması konusunda bu yorum işe yarayabilir. Ama bunu yapabilmek için de belirli doktrinler noktalardan hareket et­mek, bu noktaların farazi uygulama alanındaki izlerini so­nuca bağlamak bu doktrinler noktaların ışığında İslâm toplu­mundaki hayata ilişkin genel teorileri ortaya koymak gerek­mektedir.

Meselâ bir İslâm araştırmacısı ticarî çıkarların İslâm toplumunda maliyecilerle, bankacıların çıkarlarıyla uyuşmakta olduğunu söyleyebilir. Zira İslam toplumundaki bankalar, faiz esasına değil de ortaklık esasına dayanmaktadır. İslâm toplumundaki bankalar, kendi ortaklarının mallarıyla ticaret yapar. Bu ticaretten elde edilen kazancı, kendisiyle ortaklar arasında belirli bir yüzde üzerinden paylaşırlar. Neticede bu bankaların akıbeti, verdiği borçlardan almış olduğu faiz mik­tarına değil de yaptığı ticaretten elde etmiş olduğu kazancın miktarına bağlıdır diyebiliriz.

Banka çıkarlarıyla ticarî çıkarlar arasındaki bu uyum ol­gusu, tabiatıyla pozitif bir olgudur bu olguyu sonuçlandır­mak için araştırıcı, «İslâm toplumundaki bankaların faiz sis­temini lağvetmek» noktasından işe başlamalıdır.

Araştırıcı bir başka objektif olguyu esas olarak göz önünde bulundurabilir. Bu olgu; İslâm toplumunun, kapitalist top­lumun ekonomik hayatında meydana gelen buhranların esas müessirinden kurtulmasıdır. Faiz esasına dayalı bir toplum­daki üretim ve tüketim dolaşımı, faizcilik için konan ser­vetin büyük bir kısmı tarafından engellenmektedir. Bu sebeple de servetin bir kısmı, üretimden ve tüketimden çekilmek­tedir. Toplum, İslâm ekonomisinin temellerine dayandırılır. Atıl (kullanılmayan) servet yasaklandığı gibi faiz de tama­mıyla yasaklanacak olur veya âtıl servetlere vergi vurulacak olursa o zaman bütün halk, servetlerini çalıştırmaya yönelir.

Bu yorumlarda belirli esaslara dayalı sosyal ve ekonomik bir realiteyi varsayabiliriz. Sözkonusu esasların ışığında bu varsayılan realiteyi yorumlamaya ve bu realitenin genel özel­liklerini ortaya koymaya çalışabiliriz.

Ama bu yorumlar bize, İslâm toplumundaki ekonomik hayat konusunda kapsamlı, ilmî bir anlayış inceliğini suna­mamaktadır- İlmî araştırmanın maddeleri, duyulur bir reali­tenin tecrübelerinden elde edilemediği sürece bu hal böylece sürüp gidecektir. Çoğu kez düzenin yaşayışı ile düzenin, var­sayımlara dayanarak bu reel hayat hususunda bize sunmuş olduğu yorumlar arasında bir ayrılık meydana gelmektedir. Nitekim birçok tahlilî teorilerini varsayımlara dayanarak or­taya koyan kapitalist ekonomistler de bu durumlarla karşı­laşmışlardır. Bu ekonomistler, yaşamakta oldukları realiteyle çelişen bazı sonuçlar elde etmişlerdir. Ki varsayımlar alanın­da ele alınmamış olan, hayatın reel alanındaki bazı faktörle­ri keşfedip ortaya çıkarabilsinler.

Şu hususu da ekleyelim: Ruhî ve fikrî unsur, diğer bir deyişle İslâm toplumunun genel sübjektif karakteri, eko­nomik hayatın akışında çok etkili olmaktadır. Şimdi bu ka­rakterin sınırlı bir derecesi veya belirli bir kalıbı yoktur ki bu karakter, önceden bir temel olarak kabul edilsin; diğer çeşitli teoriler de bu temele dayalı olarak ortaya konulsun.

İslâm ekonomi ilmî, toplum hayatında somutlaştırılmadığı takdirde gerçek şekliyle doğup ortaya çıkmaz. Bu ilmin doğabilmesi İçin İslâm ekonomisi; kökleriyle, yöntemleriyle, detaylarıyla, birlikte toplum hayatında somutlaşmalıdır. Ki ekonomik tecrübe ve olaylar düzenli bir biçimde incelenebil­sin.

—DAĞITIM İLİŞKİLERİ ÜRETİM ŞEKLİNDEN AYRIDIR—

Sosyal hayatlarında insanlar iki ayrı işleme girişirler:

a — Üretim işlemi

b — Dağıtım işlemi

İnsanlar, bir taraftan kendilerine uyması için tabiat ile mücadeleye girişirler. Bu mücadelede, üretim araçlarının kendilerine sunmuş olduğu imkânlarla silahlanırlar. Diğer ta­raftan da insanlar, kendi aralarında ilişkiler kurarlar. Bu ilişkiler, hayatın çeşitli alanlarında bireylerin birbirleriyle olan bağlarını belirlerler. İşte bireyler arasındaki bu ilişkilere sosyal düzen adını veriyor ve toplumun üretmiş olduğu servet dağıtımı ilişkilerini de bu ilişkiler kategorisine tabi tutu­yoruz. Üretim işlemini yürüten bireyler, tabiattan bazı ka­zançlar elde ederler. Bu kazancı da, birbirleri arasındaki iliş­kileri belirleyen sosyal düzende paylaşırlar.

Herkesçe bilinen bir husustur ki, üretim işlemleri, ilmin gelişip derinleşmesine paralel bir şekilde sürekli olarak te­melden değişir ve evrimleşir. Bir zamanlar üretimde kara sa­ban kullanan insanlar, bugün elektrik ve atom gücünü kul­lanmaktadırlar. Nitekim bunun gibi, insanlar arasındaki iliş­kileri belirleyen sosyal düzen de -tabi dağıtım ilişkilerini ile bu düzene tabi tutuyoruz- eskiye oranla daha da gelişip tekâmül etmiştir. Sosyal düzen, insanlık tarihi boyunca sabit ve statik bir kalıp içinde kalmış değildir.  Tersine sosyal düzeri ortamların değişmesiyle değişik kılıklara bürünmüştür.

Bu meyanda temel bir soru ile karşılaşıyoruz: Üretim şekillerinin evrimleşmesiyle -dağıtım ilişkileri de dahil olmak üzere- sosyal ilişkiler yani, sosyal düzen arasındaki bağıntı nedir?

Bu nokta Marxist ekonomi ile İslâm ekonomisi arasındaki ayrıklığın temel dayanağıdır. Hem bu nokta genel olarak, İslâmiyet ile maman arasındaki önemli ayrıklık noktalarından teridir.

Marxist ekonomiye göre üretim işlemleri ve şekillerinde ki tüm aşamalara paralel olarak genel bir şekilde sosyal ilişkilerde, özel bir şekilde de dağıtım ilişkilerinde zorunlu bir ev­rimleşme meydana gelir. Sosyal ilişkilerin eski şekillerini de­vam ettirerek üretim şekillerinde bir evrimleşmenin meyda­na gelmesine imkân yoktur. Bu böyle olduğu gibi evrimleşme hususunda sosyal ilişkilerin üretim şekillerini geçip geride bırakmasına da imkan yoktur. Marksizm, bundan şu sonucu çıkarmaktadır: Sosyal bir düzenin, uzun zaman varlığını ko­ruması mümkün değildir. Sosyal bir düzenin, üretimin çeşit­li aşamalarında insan yaşamına uygun gelmesi de mümkün değildir. Çünkü üretim şekilleri, beşerî tecrübeler süreci için­de sürekli olarak gelişirler. "Su gelişmeye bağlı olarak sosyal ilişkiler de gelişirler. Elektrik ve atom toplumuna uygun ge­len bir sosyal düzen ilkel üretim tarzının sosyal nizamından başkadır. Çünkü her iki toplumdaki üretim şekilleri birbirin­den ayrıdır. Bu esasa dayanarak marksizm; sosyalist doktrini tarihin belirli bir aşamasındaki sosyal problem için zorunlu bir ilâç olarak ileri sürmektedir. Bu ilâcı da, aynı aşamadaki üretim şeklinin bir gereği göstermektedir.

Islâma gelince o, üretimin evrimleşmesiyle sosyal düze­nin evrimleşmesi arasında zorunlu olduğu iddia edilen bağın­tıyı reddetmekte ve insan için iki alan kabul etmektedir: Birin­ci alanda insan, doğa ile çalışmakta ve onu çeşitli vasıtalarla kendi yararına. Kullanmaya ihtiyaçlarım giderme yolunda kendi emrine amade kılmaya çabalamaktadır. Hayatın çeşit­li alanlarında diğer bireylerle olan ilişikleri ise ikinci alanı oluşturmaktadır. İşte üretim şekilleri birinci alanın ürünü, sosyal düzenler ise ikinci alanın ürünüdür Tarihî varlıklarıyla her iki alan da, üretim şeklinde veya sosyal düzendeki bir­çok evrimleşmeye sebep niteliğindedir. Bu sebeple İslam üretim şekillerinde ki evrimleşme ile sosyal düzenin evrimleşmesi arasında zorunlu olduğu iddia edilen bağın varlığını kabul etmektedir. Ve İslamiyet üretim şekilleri her ne kadar de­ğişirse değişsin, tek sosyal düzenin uzun zaman kendi aslî yapısını ve topluma uygun olma yetkisini koruyabileceğine inanmaktadır.

«Sosyal düzenle üretim şekilleri arasındaki ayrılık» il­kesine dayanarak İslamiyet ekonomik doktrinde dâhil olmak üzere kendi sosyal düzenini insanlığa sunmaktadır. Bu sosyal düzen, üretimlerin her aşamasında insanlara, uygun gelebilen bir düzendir. Bu düzen sayesinde insanlar, elleriy­le çiftçilik yaptıkları zaman mutlu olabildikleri gibi; atomun, sırrına vakıf oldukları zaman da mutlu olabileceklerdir.

***


Sosyal düzen konusunda islâmiyetle marksizm arasın­daki temel ayrılık; örgütlenmesi ve bir formüle tabi tutul­ması hususunda sosyal düzene garanti veren sosyal hayatı genel olarak yorumlama hususunda da her iki doktrinin birbirlerinden ayrılmaları sonucunu doğurmaktadır. Marksizme göre insanın sosyal hayata üretim güçlerinin bir ürünü­dür. Üretim güçleri, insan tarihinin tümünde temel kural ve birinci plânda gelen bir faktördür. üretim güçlerinin sek­li değişince tabiî olarak buna bağlı bir şekilde sosyal hayat da değişir. Yürürlükte bulunan sosyal düzen, hayatın bir ifadesidir. Sosyal hayat, üretimin yeni şekline ayak uyduran yepyeni bir sosyal düzen meydana getirir, Marksizme göre.

Tarihî maddecilik üzerine yapmış olduğumuz geçmiş incelemelerimiz ve tarihî maddeciliğin kavramlarına iliş­kin geniş eleştirilerimiz, bu konuda yorum yapmamıza ihti­yaç, bırakmamaktadır. Geçen bölümlerde açıkça ispatlamıştık ki üretim güçleri, tarihte esas faktör değildir.

Ama Islama göre çeşitli şekilleriyle sosyal hayat, üre­timin çeşitli şekillerinden değil de insanın bizzat kendi ihti­yaçlarından doğmuştur. Çünkü tarihî hareket ettiren güç, üretim araçları değil de insandır. Sosyal hayatın kaynakla­rını insanda bulmaktayız. İnsan kendi kendini sevmek ve ihtiyaçları peşinde koşmak eğilimindedir. Etrafındaki tüm varlıkları bu amacı gerçekleştirmek için kullanmak ister. Bu amaç uğruna başka insanları da çalıştırmak arzusundadır.

Çünkü insan, ihtiyaçlarını ancak başka insanlarla yardımlaşma yoluyla gerçekleştirme imkanı bulabilir. Bu ihtiyaçlar esas alınarak insanlar arasında sosyal ilişkiler kurulmuş, bu ilişkiler gittikçe genişlemiştir. İnsanın uzun hayat tecrübeleri esnasında ihtiyaçlarının gelişip genişlemesi oranında bu ilişkiler de gelişip genişlerler. Şu halde diyebiliriz ki sosyal hayat, insanın ihtiyaçlarının ürünüdür. Sosyal düzende bu ihtiyaçlara uygun olarak sosyal hayatın örgütlenmesi şeklidir.

Hakikat bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Bende sizin Rabbinizim O halde (başkasına değil) değil bana kulluk edin. (Enbiya-92)

Diğer taraftan "ihtiyaçların birçoğunun, peyderpey in­san yaşamının çerçevesine girdiğini; yaşam tecrübeleri ve özellikleri ile geliştiğini görüyoruz. Şu halde diyebiliriz ki temel ihtiyaçlar sabit, ikinci derecedeki ihtiyaçlar ise hayatın tecrübeleri ve karmaşıklığın bağlı olarak yenileşip evrenleşmektedirler.                                      

İnsanın ihtiyaçlarını incelediğimizde bu ihtiyaçlarda bir taraftan zaman boyunca sabit kalan temel bir yanın bu­lunduğunu, diğer taraftan da durum ve ortama göre yenileşip evrimleşen bazı yanların bulunduğunu görürüz, insanın
organik yapısında, genel güçlerinde, insanın gıdalanma ve doyurma cihazlarında duyum ve algılama imkanlarında görülen bu sabitlik tüm insanların bazı genel sıfat özellik ve ihtiyaçlarda zorunlu olarak ortak olduklarını ifade eder. Bu durum, Cenap-ı Âllâh'ın kitabında da olduğu gibi tüm insanları bir tek ümmet haline getirmiştir.

Bütün bunlara ek olarak şu hususu da öğrenmiş olduk ki sosyal hayat insanların ihtiyaçlarından doğmaktadır. Sosyal düzen de önce anlatmış olduğumuz gibi sosyal hayatı ör­gütleyen bir şekildir. Bütün bunları öğrendikten sonra şu so­nuca varmış oluyoruz: İnsanlara uygulanması elverişli olan sosyal bir düzenin -sosyal hayata paralel olabilmesi için- ge­nel bir şekilde değişip evrimleşmesi zorunlu değildir. Bu dü­zenin; hayatın tümel yönlerini ve detaylarını sabit kalıplara dökmesi de akla uymaktadır. Tersine sosyal bir düzende hem sabit ve temel bir yan, hem de değişim ve evrimleşmeye açıklayanların bulunması gerekir. Çünkü sosyal hayatın esası olan insan ihtiyaçları, hem sabit hem de değişken yanları kapsa­maktadır. Bu ihtiyaçların her iki yanı da topluma uygulanan sosyal düzene yansımaktadır.

İslâmın sosyal düzenin realitesi tamamen bundan ibarettir. Bu nizam insan yaşamındaki temel ve sabit ihtiyaçları ele alan sabit bir yanı kapsamaktadır. Meselâ geçim, do­ğum ve güvenlik garantisi... Servet dağıtımı, evlenme, boşan­ma, hadleri kısas ye benzeri kitap ile sünnette kesinleşmiş hükümlerle ilgili ihtiyaçlar...

İslamın sosyal nizamı, yenilenen ihtiyaçlara bağlı olarak gelişim ve evrenselleşmeye açık olan yanları da kapsamaktadır. Bu gibi yanlarda İslâmiyet devlet başkanına düzenin sabit yanının ışığında çıkar ve ihtiyaçlara uygun olarak ictihad yapma müsaadesini vermiştir. Ayrıca düzenin sa­bit yanı da, yasal kalıplar içindeki şer'i kurallarla pekiştiril­miştir. Şunu da söylemek gerekir ki uygulama esnasın da bu sabit yan ortam ve şartlara göre de şekil alabilir. Böylece de sabit ihtiyaçların giderilmesi için sağlıklı bir yöntem be­lirlenmiş olmaktadır. Bu yan sabit olmasına rağmen, bu yan­da bulunan ihtiyaçların giderilmesi yöntemi çeşitlidir. Bu uygulama islâmdaki; zararın yok edilmesi ve dinde zorluğun olmaması kurallarına dayanmaktadır.


İşte böylece; dağıtım ilişkilerinin dolayısıyla tüm sosyal düzenlerin üretim şekillerine bağlı olduğunu savunan Marxîzmin tersine, dağıtım ilişkilerinin üretim şekillerinden ayrı olduğunu söyleme imkânını bulmuş olmaktayız. Bir sosyal düzen, çeşitli üretim ortamları ve şekilleri çerçevesinde in­sanlığa, yarayışlı dağıtım ilişkilerini sunabilir. Tüm dağıtım ilişkileri, Marksizmin iddia ettiği gibi; ne ileri ne de geri gide­bilecek şekilde üretim şekillerinden belirli bir şekle bağlı de­ğildir.

Bu esastan islâmiyetle marksizm, tarihte uygulanan di­ğer dağıtım ilişkilerine bakışları ve bu ilişkiler hakkında vermiş oldukları yargılan bakımından birbirlerinden ayrılmak­tadırlar.

Marksizm, toplumda yürürlükte bulunan üretim ortam­ları içindeki tüm dağıtım sistemlerim inceler. Üretim güç­lerinin gelişimine paralel olursa sistemin uygulanmaya el­verişli olduğuna hükmeder. İlerlemeye engel olup kendisine karşı ayaklanılması gereken sistemin ise bozuk olduğuna hükmeder. Bu sebeple marksizmin, elle üretim yaparak geçi­mini sağlayan toplumlarda köleliği, ısrarla ve de vicdansız bir şekilde kutsadığını görmekteyiz. Çünkü Marksizme göre bu gibi toplumlarda, ezici çoğunluğun tepesine kırbaçlar in-dirilmedikçe üretim faaliyetleri hızlanmaz. Bireyler kırbaç darbeleriyle ve hançer vuruşlarıyla sızlatılmadıkça üretim faaliyetlerini geliştirip hızlandırmazlar. Korkunç ürkütme harekâtına girişen, eline kırbacı alan kimse, ilerici bir kim­sedir ve toplumun devrim öncülerindendir. Çünkü bu adam, tarihî iradeyi şuursuz bir, şekilde gerçekleştirmek yolunda uykusunu kaçırmakta ve çalışıp çabalamaktadır. Köleleştirme işlerine katılmaktan kaçınan ve bu altın değerindeki fırsatı kaçıran birey, günümüzde sosyalizmin kapitalizme mal et­tiği niteliklerin tümüyle nitelendirilmeye müstahaktır. Çün­kü bu nitelikteki birey, beşeri ilerleme faaliyetlerine karşı çıkmaktadır.

Ama Islama gelince O; insanın çeşitli ihtiyaçlarıyla olan bağlantısının ışığında, bütün sistemlere hükmetmektedir. Sosyal hayatın geliştirilmesi için bir esas olması niteliğiyle sosyal düzen hayatı insanın ihtiyaçlarını gidermeyi garantileyecek bir biçimde düzenlemek zorunluluğundadır. Üretimin şu veya bu şekli, insanın ihtiyaçlarını gidermeyi tekeffül etmeyen dağıtım ilişkilerinin ve sosyal düzenin ayakta kalması için bir garanti unsuru kabul edilemez, Islama göre.
Çünkü İslâm üretim şekilleriyle sosyal düzen arasında varlığının zorunlu olduğu iddia edilen bağlantıyı asla kabul etmez.

***

İslâmiyet bu bağlantıyı tanımazken bunu sadece teorik plânda tutmaz. Tersine, bunun için tarihî gerçekçi deliller de ileri sürer. İslâmiyet, hayatın reel tecrübesinde; üretim ilişkileriyle sosyal düzen arasında var olduğu iddia edilen
bağın asılsız olduğu konusunda canlı deliller ileri sürmüş ve bu alanda fikrî zaferler kaydetmiştir. Ayrıca insanların kendi sosyal varlıklarını yeni bir devrimsel sekle uydurabil­me imkânına sahip olduklarını buna karşılık üretim yön­
temlerinin değişmeksizin eski haliyle devam edebileceğini de ispatlamıştır.            

İnsanlığın yaşamış olduğu İslâm realitesi uzun zama­nın çok kısa bir dönemine rastlamıştır. Bu kısa dönem için­de İslâmiyet, insanlık ailesinin tanık olduğu en parlak geliş­meleri kaydetmiştir. Bir ümmet getiren, bir uygarlık kuran tarihin akışını değiştiren bu büyük inkılâp, üretimdeki yeni yöntemlerin ve üretim güçleriyle üretim şekillerindeki deği­şimlerin bir ürünü değildir. Üretim araçlarıyla sosyal düzeni birbirine bağlayan sosyalist yorum mantığına göre de bu kapsamlı inkılâbın meydana gelmesine imkân yoktur. Daha önceden üretim alanında temelli hiçbir değişim olmadığı halde yaşantının bütün alanlarını kuşatan bu kapsamlı inkılap meydana gelmiştir.

Görüldüğü gibi İslâm realitesi, bütün hesaplarda ve bü­tün şeylere, evet bütün şeylerde marksizmin tarihî mantığı­na meydan okumaktadır. İslâmiyet, eşitlik konusunda marksizmin tarihi mantığına meydan okumaktadır. Çünkü marksizm, eşitlik düşüncesinin, sanayi toplumunun bir ürü­nü olduğu görüşünü ileri sürmektedir. Sanayi toplumu, eşit­lik bayrağını taşıyan burjuva sınıfının yolunu genişletmekte­dir. Mandzme göre eşitlik bayrağım taşımak, tarihî evrenselleşmenin bu sanayi aşamasına ulaşmasından önce mümkün değildir. İslâmiyet, üretimin evrimleşmesine ilişkin tüm dü­şünce ve bilinci yadsıyan bu Marxist mantığını gülünçlükle nitelemiştir. Zira islâmiyetin bizzat kendisi, eşitlik bayrağını kaldırıp dalgalandırabilmiş, insanlarda sağlıklı bir şuur ve kapsamlı bir idrâk gücünü meydana getirebilmiştir. Ayrıca kendi öz cevherini burjuvaların ulaşamayacağı derecede sos­yal ilişkiler realitesine de yansıtabilmiştir- Bütün bunları İslâmiyet, burjuva sınıfının doğuşundan ve burjuva sınıfının maddi şartlarının oluşumundan onlarca yüzyıl önce gerçek­leştirebilmiştir, İslâmiyet, aletin bulunuşundan önce şu kutsi nasslarla eşitliğe çağırmıştır, insanlığı: «Hepiniz adem'densiniz. Adem ise topraktandır» «insanlar bir taraftan dişleri gibi birbirlerine eşittirler.» «Bir Arabın bir Aceme üstünlüğü ancak takva iledir. »

Bu eşitliği İslâm toplumu, burjuvaların üretim araçla­rından esinlenerek mi meydana getirmiştir? Hayır. Çünkü burjuvaların üretim araçları, islâmiyetin doğuşundan 1000 yıl sonra ortalarda görünür olmuşlardır. Yoksa İslâmiyet bu eşitliği, hicaz toplumunun o zamanlar sayesinde yaşamakta olduğu ilkel tarım ve ticaret araçlarından esinlenerek mi mey­dana getirmiştir? Hayır; Çünkü o zaman hicaz toplumunda­ki araçlar, diğer arap toplumlarının ve dünyadaki başka top­lumların araçlarından çok\laha geri kalmış ve gelişmemiş bir durumdaydı.

Üretim araçları hicaz toplumuna eşitlik düşüncesini tel­kin ediyor ve bu toplumu, sözkonusu düşünceyi gerçekleştir­men için en parlak tarihî rolü yerine getirmek üzere bir takım imkânlarla güçlendiriyordu da; aynı kondüsyona sahip Ye­men, Hire ve Şam toplumlarına niçin aynı eşitlik düşüncesi­ni telkin etmiyor ve bu düşünceyi pratiğe aktarmaları için bir takım imkânlarla güçlendirmiyordu onları ?

İslâmiyet, tarihî maddeciliğin hesaplarına bir kez daha meydan okumaktadır. İslâmiyet, tüm insanlığı aynı sınıfta birleştirecek olan bir toplumun doğuşunu müjdelemiştir. Bu düşüncenin gerçekleştirilmesi için de; kabilecilik çarpışmalarıyla inleyen, birbiriyle ters düşen binlerce aşiret topluluk­larıyla dolup taşan bir bölgede var gücüyle çalışmıştır. Bu bölük pörçük birlikleri, büyük bir insan toplumu haline getirmiştir. Müslümanları; kan, hısımlık ve komşuluk bağlarıyla sınırlı olan kabilecilik toplumu düşüncesinden sözüne ettiğimiz bağlardan hiçbiriyle sınırlı olmayan sadece islamın fikri kurallarıyla sınırlı olan bir toplum düşüncesine yükseltmiştir. Akılları dar kapsamlı ve ırkçı toplum düşüncesiyle sıkışıp kalan hicazlılar, cihan- şumul toplum düşünce sinin bu kısa dönemdeki propagandacıları haline getiren unsur, hangi üretim aracıdır?

İslâmiyet, marksizmin tarihî olduğu iddia edilen ve dağıtım ilişkilerinde uygulanan Marxist mantığa üçüncü kez meydan okumaktadır. Sosyalist ekonominin hesabına göre; üretimde aletçilik ve sanayi aşamasına ulaşmayan bir toplumda dağıtım ilişkilerinin kurulması imkânsızdır. İslâmiyet özel mülkiyetin çerçevesini küçültmüş ve alanını daraltmış. Kavramını daha da güzelleştirmiş, bazı kayıtlarla sınırlandırmış, fakirlerin korunmasını zorunlu kılmıştır. Buna ek olarak da, dağıtımda adalet ve dengenin korunması için yeterli garantiler getirmiştir. Marxistlerin savına göre bütün bunların gerçekleştirilmesinin sebebi; bu tür ilişkilerin mad­di şartlarının daha önceden hazırlanmış olmasıdır. Bu meyanda XVIII. yüzyıl yazarlarından Arthur Yong şöyle der. «Aptal olan kimseden başka herkes bilir ki, dünyadaki insan sınıflarının fakîr olmakta devam etmeleri gerekir. Aksi tak­dirde insanlar çalışmazlar.» XIX. yüzyıl başlarında yaşamış olan Malthus'da bu konuda şöyle der: "Tam mülk sahibi olarak dünyaya gelen bir insan, kendisi veya ailesinin çalışarak geçim vasıtalarını elde etmeHşri imkânsız olursa o zaman bu insanın gıdalanma hakkı yoktur. Î3öyle birisi, toplumun sır­tından geçinen asalak bir insandır. Varlığının gerekli oluşu için değil... Bu gibi kimselerin doğa sofrasında yerleri yok­tur. Tabiat, böylelerinin kendi sofrasından kalkıp gitmeleri­ni emreder. İşlerini halletmez. Yüzlerine bakmaz...)

Evet adı geçen bilgin, bu sözlerini, islâmın doğuşundan yüzyıllar sonra söylemektedir. Oysaki İslâmiyet, sosyal garantisi ilkesini ilân ederek şu hadis  vasıtasıyla şöyle bir kuralı ortaya koymaktadır: «Bir yitiği bırakan kimsenin yitiği benîm üzerimedir bir borcu terk eden kimsenin borcu benim üzerimedir.  İslam ekonomisi açıkça ilân etmektedir ki fakirlik ve yoksulluk tabiatın bizzat kendisinin ürünü de­ğildir. Tersine servet dağıtımının bozukluğu ve zenginleri fa­kirlere bağlaması gereken elverişli ilişkilerden sapma neticesinde meydana gelmektedir. Tıpkı Hazreti Alinin (R.A.) buyurduğu gibi : «Fakir, ancak zenginin israfı nisbetinde aç ka­lır. [4]

Dağıtımda sosyal adalet sorununa ilişkin bu İslâmi şuu­run benzeri, maddi şartlar bakımından İslâm toplumundan daha ilerde olan toplumlarda görülmemiştir. Bu şuur ne ka­ra sabanın, ilkel ticaretin, el sanatlarının ve ne de tüm top­lumların bildiği diğer geçim araçlarının ürünü olmasına im­kân yoktur.

Derler ki bu şuur veya bu sosyal devrim, hatta tüm dünya tarihine uzanan bu korkunç İslâmi yükseliş, Mekke' deki ticarî kondüsyonun ve ticari gelişmelerin bir sonucu olarak meydana gelmiştir. Söylendiğine göre Mekke'nin ticarî kondüsyonu oturaklı bir devletin kurulmasını, bu devletin; Mekke'de yürürlükte bulunan ticarî kondüsyona uygun gelen tüm sosyal ve fikri gereklerinin yerine getirile­rek desteklenmesini zorumu kılıyordu.

Doğrusu insanların hayatında bu kapsamlı tarihi dö­nüşümün; tamamıyla Arap yarımadasının şehirlerinden bi­rinin ticarî ortam ve kondüsyonu ile yorumlanması insanın hayretime sebep olmaktadır.

Mekke'nin ticarî kondüsyonunun, bu zorlu tarihî rolün oynanmasına nasıl elverdiğini bir türlü aklım almıyor. Bu ta­rihî rol, niçin sadece Mekke'de oynanıyordu, da; daha büyük medeniyetlere sahne olan ve daha üstün maddî şartlara sa­hip olan dünyanın veya arapların diğer ülkelerinde oynan­mıyordu. Ayrıca siyasal ve ekonomik ortam bakımından Mekkeden daha üstün olan şehir ve ülkeler de o zamanlar mev­cuttu.

Tarihî maddecilik mantığına göre, yeni bir sosyal evrim­leşmenin, sözünü ettiğimiz ülkelerde doğması zorunlu de­ğil midir? Nasıl oluyor Mekke gibi bir şehirdeki ticarî kondüsyon, yeni bir insanlık tarihini ortaya koyabiliyor da; Mekke'ye benzer veya gelişme ve terakki bakımından Mekkeden daha ileri olan şehirler bunu yapmaktan aciz kalıyor­lar?

Mekke, Yemen ile Suriye arasında ticaretin sağlanması ve kervanların gelip geçmesi için münasip bur ticarî ortama sahip idiyse; aynı şekilde Enbatî'ler de önemli ticarî ortama ve kondüsyona sahip idiler. Enbatîler, batı bölgesini ticarî ker­vanlar için bir uğrak haline getirmişlerdi. Batra'da çok yük­sek bir arap uygarlığını kurmuşlardı, öyleki nüfuzları kom­şu ülkelere kadar uzanmıştı. Batra'da ticarî kervanlar için konaklar ve kervansaraylar inşâ ettiler. Batra şehri uzun za­man kervanların esas uğrak şehri ve önemli bir ticaret mer­kezi oldu. Enbati'lerin ticarî gelişmeleri, geniş bölgelere ka­dar uzandı. Öyleki onların ticarî izleri Suriye ve İskenderiye limanlarında bile görünür olmuştu. Yemen'den tuz biber, Çin'den ipek, Askalan'dan kına, Sayda ve sor'dan cam ile er­guvan boyası, Fars körfezinden inci, Roma'dan kiremit satın alıyorlardı. Kendileri de ülkelerinde altın, gümüş, zift ve su­sam yağı üretiyorlardı istihsali ve ticarî yönden Mekke'nin yükselemeyeceği bir düzeyde bulunan Enbat ülkesi, sosyal düzenini olduğu gibi devam ettirmiş; Mekke'nin, tarihi evrimleştirme hususunda ilâhî rolünü oynamasını beklemiştir.

Şimdi de gelelim Münzir oğulları zamanında sanat ve ti­caret alanında hayret verecek şekilde görülen gelişmelere. Münzir oğullarında dokumacılık, silahçılık kiremitçilik, sera­mik kaplar ve nakışçılık sanatı çok gelişmiş bir durumdaydı. Münzir oğullan, ticarî nüfuzlarını arap yarımadasının orta­larına, güneyine ve batısına kadar uzatmışlardı. Kendi ürün­lerini taşıyan ticarî kervanlarını meşhur pazarlara gönderiyorlardı.

Tedmürlülerin uygarlığı yüzyıllar boyu sürmüştür. Bu uygarlığın gölgesinde ticaret gelişmiş, çeşitli dünya ülkeleriyle -örneğin Hindistan, Babil, Fenike ve arap yarımadası ül­keleriyle- ticari ilişkiler kurulmuştu.

Yemen tarihinin baştanbaşa yüklü olduğu uygarlık çok eski asırlara dayanmaktaydı.

Bu medeniyetlerin ve ekonomik Ticarî ortamlarının in­celenmesi, Mekke'nin islamdan önceki uygar realitesiyle kar­şılaştırılması bize şunu ispatlamaktadır. Sosyal ilişkiler ve fikrî hayat alanındaki islam inkılâbı, maddi şartlar, ticarî ve ekonomik ortamlar meselesi değildir. Dolayısıyla dağıtım iliş­kileri de içinde olmak üzere sosyal ilişkiler, üretim şeklinden ve üretim güçlerinin ekonomik kondüsyönundan ayrıdır.

Bütün bunlardan sonra islam; büyük bir huzur ve kalp rahatlığıyla, dağıtım yöntemlerini Üretim yöntemlerine bağ­layan tarihî zorunluluğu (!) çürütmek hakkına sahip değil midir? Ve yine duyulur maddi bir delilin desteğiyle bir düze­nin, hayatın ihtiyaçlarını giderme hususundaki maddi yön­temlere değil de fikrî ve ruhî temellere dayanmakta olduğu­nu ilan etme hakkına sahip değil midir?

 

İSLÂMA GÖRE EKONOMİK PROBLEM VE ÇÖZÜMÜ


Ekonomik Problem Nedir?

Ekonomik alandaki tüm fikri kanatlar, ekonomik ha­yatta, ele alınıp çözümlenmesi gereken bir problemin varlığı hususunda birleşmektedirler. Ancak bu problemin karak­terinin belirlenmesi ve çözümü için uygulanacak genel yön­tem hususunda anlaşmazlığa düşmektedirler.

Kapitalizmin bu konudaki görüşlerini şöylece ifade edebiliriz: Ekonomideki temel problem, tabiatın sınırlı ol­ması sebebiyle tabiî kaynakların az oluşudur. Uygarlığın gelişip ilerlemesi probleminde insanın hayatî ihtiyaçlarının fazlalaşmasına karşılık insanların üzerinde yaşamakta ol­dukları toprağın genişliğini fazlalaştırmak ve bu toprak­larda gizli servetlerin miktarını arttırmak mümkün değil­dir. Bu durum tabiatı, bütün ihsanların tüm ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz bırakmaktadır. Tabiidir ki bu da, ihti­yaçlarını giderme hususunda bireyler arasında çatışmaya yol açmaktadır. Bu sebeple de ekonomik problem ortaya çık­maktadır.


Kapitalizmin iddiasına göre ekonomik problem şudur; Tabiatın servet kaynakları, uygarlığa ayak uydurmaya, uygar gelişmeler esnasında meydana gelen ihtiyaç ve arzuları elde etmeye güç yetirememektedirler.

Marksizmin bu konudaki görüşlerini şu şekilde ifade edebiliriz: her zaman karşılaşılan ekonomik problem, üretim şekilleriyle dağıtım ilişkileri arasındaki çelişki meselesidir.

Üretim şekilleriyle dağıtım ilişkileri arasında sağlanan uyumun bir ürünü olan sosyal düzenin türü ne olursa olsun; üretim şekilleriyle dağıtım ilişkileri arasında bir uyum sağlanabildiği bildiği zaman ekonomik hayata bir düzen egemen olur.

Islama gelince o, kapitalizmin iddia ettiği gibi; proble­min bir tabiî problem ve tabiat kaynaklarının azlığı meselesi olduğuna inanmamaktadır. Çünkü islam, tabiatın, karşı­lanmaması durumunda insan hayatında gerçek bir proble­min ortaya çıkmasına yol açan hayatî problemlerin karşı­lanmasını garantileyecek güce sahip olduğuna inanmaktadır.


İslamiyet marksizmin iddia ettiği gibi problemin, üretim şekilleri ile dağıtım ilişkileri arasındaki çelişme meselesi olduğunu da kabul etmez. Islama göre bu problem, her şey­den önce bizzat insanın kendi nefsinin problemidir. Tabiatın ve üretim şekillerinin problemi değildir, îslâmın bu konu­daki görüşlerini şu ayetlerle dile gelinebiliriz.

«Allah, gökleri ve yeri yaratandır. Üstten (bulutlardan) su indirip onunla size rızk olarak türlü mahsuller, meyveler çıkarandır. Emri ile gemileri denizde yürümek için size ram edendir. Akarsuları da yine size mûsahhar kılandır.

Güneşi, ayı, adetlerinde daim olarak, size amade kılan o, geceyi, gündüzü sizin, (faydanıza) tahsis eden odur.

O, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah' in (bunca) nimetini birer birer saymak isterseniz siz, icmal suretiyle bile sayamazsınız. Hakikat, insan çok zulümkârdır. Çok nankördür,» İbrahim 32-34

Bu ayet-i kerimeler açıkça ispatlamaktadır ki Allah Teala, bu engin kâinatta insan için tüm çıkar ve yararlarını bir araya getirip toparlamıştır.. Hayatında imdadına koş­mak ve maddi gereksilerini gidermek için yeter derecede (tabiî) kaynaklan kendisine vermiştir. Ama yine de insan, zalimliği ve nankörlüğü sebebiyle, Allah'ın kendisine vermiş olduğu bu fırsattan yararlanmamıştır. «Hakikat insan çok zulümkârdır. Çok nankördür.» İnsanın pratik hayatta za­lim oluşu ve Bazı nimetlere karşı nankörlük etmesi, insan hayatındaki ekonomik problemin iki temel sebebidir...

İnsanın zalimliği ekonomik alanda dağıtımı düzensiz olarak yapmasında görülmektedir. Nankörlüğü ise tabii servetleri işletmeyi ihmal etmesi ve tabiata karşı olumsuz bir tavır takınmasında somutlaşmaktadır.

Dağıtım konusundaki sosyal ilişkilerde mevcut zulüm ortadan kaldırılır. Tabiattan yararlanmak ve tabiî servet­leri işletmek için insana imkân verilirse işe o zaman ekono­mi alandaki gerçek problem ortadan kalkmış olur. İslâmiyet, dağıtım ve tedavül meselelerine getirmiş olduğu çözümlerle bu zulmü ortadan kaldırmıştır. Üretime ilişkin bazı yeni kav­ram ve hükümler getirerek de nimete karşı nankörlüğü orta­dan kaldırmıştır ki bunu aşağıdaki başlık altında, Islama göre sosyal problemin birinci sebebiyle ilgili olduğu kadarıyla açıklayıp izah edeceğiz. Sosyal problemin birinci sebebi, dağıtım ve tedavül alanındaki zulüm idi Sosyal problemin ikinci
sebebi olan nankörlük karşısında islamın tutumuna gelince bunu gelecek bölümde ele alacağız.  Gelecek bölümde islâmın, üretim hakkındaki yargı ve anlayışını size sunacağız.

— DAĞITIR SİSTEMİ —

Dağıtım sistemi yüzünden insanlık, tarih boyunca çe­şitli zulümler işlemiştir. Dağıtım sistemi bazen sırf ferdî esas üzerine kurulmuş bazen de ferdi tamamen ihmal eden bir esasa göre kurulmuştur. Birinci durumda toplum huku­kuna, ikinci durumda ise birey hukukuna tecavüzde bulu­nulmuştur.

İslâmiyet, İslâm toplumunun dağıtım sistemini, bireyin hukukunun toplumun hukukuyla birleşeceği esasa göre kur­muştur. Bireyin haklarını ve tabiî eğilimlerini doyurmasını engellememiştir. Bunun yanında toplumu, şeref ve itibarın­dan tecrit etmemiş ve toplumun hayatını da ihmal etmemiş­tir. Böylece islâmın dağıtım sistemi, insanlığın tarih boyun­ca denemiş, olduğu diğer tüm dağıtım sistemleri arasında liyakatıyla tamayüz etmektedir.

İslâmın dağıtım sistemi iki temel unsurdan oluşur: Emek ve ihtiyaç... Sosyal servetin genel alanında her iki unsurun da faal rolleri vardır.

Bu unsurların dağıtım alanındaki rollerini anlayabil­mek için ileride her ikisini de detaylarıyla birlikte ele alaca­ğız.

Ayrıca islâmın servet dağıtımı sisteminde emek ve ihtiyacın mevkileri arasında bir karışlaştırma yapacağız. Bununla da yetinmeyip komünist, sosyalist ve kapitalist esas­lara dayalı dağıtıma ilişkin diğer teori ve sistemlerde emek ile ihtiyacın sahip bulundukları statüler arasında da bir kar­şılaştırma yapacağız.

—DAĞITIMDA EMEĞİN ROLÜ—

Dağıtımda emeğin rolünü anlayabilmek için, emek ile emeğin üretmiş olduğu servet arasındaki sosyal bağlantıyı incelememiz gerekmektedir. Emek çeşitli doğa maddeleri üzerine sarf edilebilir. Emeğin sarf edilmesiyle; yeraltından maden çıkarılır, araçlardan kereste ve odun elde edilir, in­ci çıkarmak için denizin dibine dalınır, havada kuş avlanır... Emek sayesinde doğadan daha birçok servet ve maddeler elde edilir. Bu meyanda ele alacağımız soru şudur: Emek nedeniyle maddenin kazanmış olduğu sosyal karakter ne miktardadır ve nedir? Maddenin, işçinin emek sarfederek el­de etmiş olduğu servetle ilişkisi ne orandadır ve nedir?

Bir görüşe göre emek ile işçi ve emeğin konusu arasında­ki sosyal bağlantı kopmuştur. Emeği ne miktarda olursa ol­sun işçi ihtiyaçlarını gidermekten başka hiç bir hakka sa­hip değildir Çünkü emek; bireyin, topluma karsı yapmış ol­duğu sosyal bir ödevden başka hiç bir şey değildir. Bu Ödevi yerine getirmesine karşılık olarak da toplum, bireyin ihti­yaçlarını doyurmayı garanti eder.

Bu görüş, komünist ekonominin görüşlerine uymakta­dır. Çünkü komünist ekonomi, topluma şu gözle bakmakta­dır: Toplum; içinde bireylerin erimiş olduğu büyük bir var­lıktır. Bireyler, bir tek organik varlık olan toplumun hücreleri mesabesindedirler. Bireyleri büyük bir toplumsal potada eriten bu görüşe göre bireylerin yapmış oldukları işler, birey­sel işler olarak kabul edilmemektedir. Çünkü bireyler, bü­yük bir varlık olan toplumun içinde erimişlerdir.

İşte böylece işçinin kendi emeğinin sonucu (ürünü) ile ilişkisi kesilmiş olmakta; toplum, asıl gerçek işçi haline gelmekte, tüm bireylerin emeklerinin sonucuna (ürününe) sahip olmaktadır. Bu durumda birey, sadece ihtiyaçlarını gi­derme hakkına sahip olmaktadır. Tabiî tarihî maddeciliği incelerken ele almış olduğumuz komünist düşünceye göre, Herkesten gücü oranında iş istenir... Herkese de ihtiyaçlarına göre hak verilir.»

Komünist toplumdaki bireyler, mekanik bir cihazı oluşturan parçalara benzerler. Bu cihazın bütün parçalan, ge­reken miktarda petrol tüketme hakkına sahip oldukları gi­bi, üzerlerine düşen görevleri de yerine getirmek zorunluluğundadırlar. Böylece mekanik cihazın tüm parçaları; önemi ve karmaşıklığı hususunda görevlerinin birbirinden ayrı olmasına rağmen eşit miktarda petrol tüketirler. İşte böylece de komünist dağıtım sistemin de toplumun tüm bireyleri, servet üretimine olan pratik katkıları eşit miktarda olmasa bile ihtiyaçları oranında hak alabilmektedirler. Birey ça­lışır, emek sarf eder. Ama emeğinin ürününe ve sonuçlarına sahip olamaz. Sadece ihtiyaçlarım kıt kanaat giderebilir. İh­tiyaçları, emeğinden çok da olsa az da olsa değinen bir şey ol­maz.

Bu esasa göre emeğin dağıtım karşısındaki yeri olum­suz olmaktadır. Komünist, anlayışa göre emek, sadece eşya­nın üretimi için araçtır; eşyanın dağıtımı için değil. İhtiyaç ise; toplum bireylerine dağıtımı tamamlayacak olan yöntemi ortaya koyan yegâne bir unsurdur. Bu sebeple de, emekleri­nin değil de ihtiyaçlarının birbirinden ayrı miktarda oluşları için toplum bireylerinin dağıtımdaki paylan birbirinden ayrı olmaktadır.

Marxist sosyalist ekonomiye gelince o, değer hakkında­ki kendi özel anlayışının ışığında işçinin, kendi emeğinin so­nucu (ürünü) ile olan ilişkisini belirlemektedir. Marxist ekonomiye göre maddenin değiştirme değerini meydana getiren bizzat işçinin kendisidir... işçi madde üzerinde emek harcamaktadır. Bir madde, içinde insan emeği cisimleşmedikçe değiştirme değerine sahip olamaz. Değerin temel kaynağı emek olduğuna göre, servet alanlarında üretilen emeklerin dağıtımını da emek esasına göre yapılması gerekmektedir. Bütün işçiler, "kendi emeklerinin sonucuna (ürününe) ve özerinde emek harcamış oldukları maddeye sahip olacaklardır böylece. Çünkü madde, ancak emek sebebiyle bir değere
sahip olabilmiştir. Bundan da şu sonucu elde etmekteyiz: Herkese ihtiyaçları oranında değil de emeği oranında hak verilmelidir. Zira her bir işçi, meydana getirmiş olduğu değeri elde etme hakkına, sahiptir. Değeri meydana getiren bi­ricik unsur emek olduğuna göre, dağıtımı düzenleyen unsurun da emek olması gerekmektedir. Oysaki komünist toplumda dağıtımı esas olan unsur, ihtiyaçtır. Ancak emek, sosyalist bir toplumda dağıtımın esas unsuru olmaktadır.

Islama gelince o, hem komünist hem de sosyalist ekono­miden ayrılmaktadır, İslamiyet, komünizmin; bireyin eme­ği ile emeğinin ürünü arasındaki ilişkiyi kesmesine, tüm bi­reylerin emeklerinin ürününün yegâne sahibi olması niteli­ğiyle bu hakkı topluma mal etmesine tamamen karşıdır. Çünkü İslâm, toplumu, bireylerin ardında gizlenen büyük bir varlık olarak kabul etmemektedir. Toplumun, bireyi şu veya bu yöne doğru yönelttiği görüşünü de reddetmektedir. Islama göre toplum, bireylerin ezici bir çoğunluğundan başka bir şey değildir. Bireyler, çalışıp hareket eden birer varlık olmaları niteliğiyle reel görüş sahibi olabilirler. Hiç bir burumda, iş­çiyle işçinin üretmiş olduğu değer arasındaki ilişki koparıla-Bu mümkün değildir.

İslâmiyet bireyin kendi emeği ile maddeye değiştirme de­ğerini kazandır uığı görüşünü savuran sosyalist ekonomiye de karşı çıkmaktadır. Ağaç, maden ve diğer tabiî maddeler, -ilâm açısından- değerlerini ancak emek sayesinde elde etmez­ler. Bütün maddelerin değeri, o maddelerin elde edilmesi için gösterilen sosyal rağbetin bir ürünüdür. Nitekim bu hu­susu* tarihî maddeciliği incelerken açıklamıştık.

îslâm açısından emek, işçinin, kendi emeğinin ürününe sahip olmasının sebebidir. Emek esasına dayalı bu özel mül­kiyet, kendi emeğinin ürününü elde etmek için insanın tabiî eğiliminin bir ifadesidir. Bu eğilim, bireyin kendi emeğine egemen olması şuurunu doğurur. Dolayısıyla bu şuur, bireyin kendi emeğinin sonuç ve kazancına egemen olması şuurunu, ortaya koyar. Bu sebeple de emek esasına dayalı mülkiyet, in­sanın asli duygularından doğan bit hak haline gelmektedir. Komünizmin bize sözünü etmiş olduğu, bünyelerinde özel mülkiyet bulunmayan toplumlar bile; inamdaki aslî eğilimin bit ifadesi olması niteliğiyle emeğe dayalı mülkiyet hakkını tanımamazlık etmemektedirler. Komünizm bu toplumlardan, bahsederken bu toplumlarda emeğin sosyalist, bir karakter taşıdığını söylemek istemiş, emek esasına dayalı bir mülkiyet sosyalist bir mülkiyet türüdür demiştir. Oysaki gerçek şudur: İnşânın emek esasına dayalı mülkiyete doğru olan tabu eği­limi, hangi durumda; olursa olsun sabittir. Bireysel ve toplum­sal olma yönünden emek şekillerinin değişik olması sebebiyle mülkiyet türleri değişik olmuş olsa bile...

Şu halde İslâm açısından emek, işçinin mülk sahibi olma­sına esas olmaktadır. Bu sebeple de emek, İslâm dağıtım sis­teminde temel unsur haline gelmektedir. Çünkü her bir işçi, «Emek mülkiyetinin sebebidir» kuralı ayrıca emek harcaya­rak elde etmiş olduğu tabii servetlerden pay sahibi olmakta­dır.

İşte böylece son olarak işçiyle, işçinin emeğinin ürünü arasındaki sosyal ilişki karşısında çeşitli doktrinlerin takınmış oldukları tavırları özetleme imkanına sahip Olmuş durumdayız.

Komünizmin bu konudaki temek kuralı şudur; emek bireyin değilde toplumun mülk sahibi olmasının sebebidir.

Sosyalizmin temel kuralıda şudur: Emek maddenin değer kazanmasının dolayısıyla işçinin değerli maddeye sahip olmasının nedenidir.

İslâmın temel kuralı ise şudur: Emek; işçinin madde üzerinde mülkiyet salibi olmasının sebebidir. Ve emek maddenin değerinin sebebi değildir, örnek olarak işçi, denizin dibine dalıp da inci çıkardığında, çıkarmış olduğu bu inci, işçinin emeği ile değer kazanmamaktadır. Ama işçi, emek sebebiyle o inciye sahip olmaktadır.

—dağıtımda ihtiyacın bolü—

Biraz önce de görmüş olduğumuz gibi, mülkiyetin esas sebebi olması niteliğiyle emek, dağıtım sisteminde başrolü oynamaktadır. Dağıtım işlemine önemli oranda katkıda bu­lunan bir diğer unsur da ihtiyaçtır.

Emek ve ihtiyacın bu alanda oynamış oldukları ortak rol, İslâm toplumunda ki dağıtımın ilk ve genel şeklini belirlemektedir.

İhtiyacın da katkıda bulunduğu bu ortak rolün niteliğini açıklayabilmek için toplum bireylerini üç guruba ayırabiliriz: normal olarak bir toplum, fikri ve pratik güçleriyle yetenekleri sayesinde geçimini, müreffeh bir hayat düzeyine yükseltebilme gücüne sahip bireyleri kapsamında bulundurur. Bunun yanında çalışma gücüne sahip olan ve fakat sadece zorunlu ve temel ihtiyaçlarını giderebilmekten başka bir imkanı bulunmayan bireyleri de kapsamına almaktadır. Bir de bedeni zayıf: veya aklı kıt olduğu ve buna benzer insanın ça­lışmasını engelleyen, insanı çalışma ve üretim çerçevesinin dışına çıkaran çeşitli sebeplerle çalışmayan bireyleri kapsamında bulundurur.

İslâm ekonomisi dağıtım esasına göre birinci gurupta bu­lunan bireyler, dağıtımda başrolü oynaması ve mülkiyetin esa­sı olması niteliğiyle emeğe göre dağıtımdaki paylarını alırlar. Almış oldukları bu pay, ihtiyaçlarından fazla olsa bile... Çünkü bu gurupta bulunan bireyler, İslâm ekonomisinin bireysel eko­nomik faaliyetler için belirlemiş olduğu sınırlar çerçevesinde imkânları kullanmaktadırlar. Şu halde diyebiliriz ki ihtiyaç bu gurupta bulunan bireylere hiçbir şekilde etkide bulunma­maktadır. Dağıtımdan pay almalarının esası, emektir.

Birinci gurupta bulunan bireylerin, esas olarak emeğe-dayanmalarına karşılık, üçüncü gurupta bulunan bireylerin gelirleri ve ekonomik paylan ihtiyaç esasına dayanmaktadır, İslâm açısından. Bu bireyler çalışma gücünden yoksun olduk­ları için ancak ihtiyaç esasına dayalı olarak hayatını sürdür­meyi garanti edecek kadarıyla dağıtımdan pay alabilirler, İslâm toplumundaki sosyal garanti ve genel dayanışma ilkesi uya­rınca...

Çalışıp çabalamasına rağmen sadece en alt düzeyde bir geçime sahip olan ikinci gurubun bireylerine gelince bunlar, gelir bakımından hem emek ve hem de ihtiyaç esasına dayan­maktadırlar. Zorunlu geçim diyebileceğimiz en alt düzeydeki geçimlerini emekleri garanti eder. Dayanışma ve garanti ilke­si uyarınca ihtiyaçları da ilerde anlatacağımız gibi İslâm eko­nomisinde belirlenmiş olan yöntemlerle gelirlerinin arttırılma­sını gerektirir. Ki bu gurupta bulunan bireyler, genel refah düzeyindeki bir hayata sahip olma imkânı elde etsinler?

Bu arada dağıtım unsuru olması niteliğiyle ihtiyacın İslâm ekonomisindeki rolü ile diğer ekonomik doktrinlerdeki rolü arasında bulunan ayrıklık yönlerini anlama ve kavrama im­kânını da elde etmekleyiz. Şöyle ki;

—İSLAMİYET VE KOMÜNİZM AÇISINDAN İHTİYAÇ—

Herkesten gücüne göre iş Herkese ihtiyacına göre hak... ilkesini savunan komünizme göre ihtiyaç, ürünlerin toplumdaki işçi bireylere dağıtımında temel ölçü olarak kabul edil­mektedir. Emeğin, işçinin ihtiyaçlarından daha geniş kapsamlı bir mülkiyeti meydana getirmesine asla müsaade edilmez; komünist toplumlarda.

Buna karşılık İslâmiyet, dağıtımda ihtiyacın yanında bir unsur olması niteliğiyle emeği tanımakta ve bu alanda emeğe olumlu bir rol yermektedir. Böylece de ekonomik hayat ala­nında tüm güç ve yeteneklerin meydana çıkıp gelişmesine yol açmaktadır. Yetenek sahibi olan bireyleri de uygarlık ve? ekonomi alanında tüm imkânları seferber etmeye yöneltmektedir. Komünizm ise, bunun tam tersi bir tutuma sahiptir. Çünkü Komünizm işçinin emek ve faaliyetlerinin türünü göz önüne almaksızın dağıtımı sadece işçinin ihtiyaçlarını esas alarak düzenlemektedir. Tabiîdir ki insanı çalışıp faa­liyet göstermeye iten unsur, aslında kişinin özel çıkarlarıdır. Eğer emek, dağıtım unsuru olma ve komünizmin yaptığı gibi, her bireyin dağıtımdaki pay­larını almakta yegane ölçü olarak îhtiyâçlar esas alınacak olursa o zaman; ekonomik düzeni ileriye doğru iten ye onu yükselişe doğru hareket ettiren güçler yıkılır gider.

— İSLÂMİYET VE MARXÇI SOSYALİZM AÇISINDAN İHTİYAÇ —

«Herkesten gücü oranında iş, herkese emeğine göre hak. . .» görüşünü savunan sosyalizm," dağıtımda temel bir unsur olma­sı niteliğiyle emeğe dayanır ve emeği esas olarak kabul eder. Sosyalizme göre az da olsa çok da olsa her işçi, emeğinin sonu­cu (ürünü) üzerinde hak sahibidir. Böylece de dağıtımda ih­tiyacın rolü ortadan kalkmış olmaktadır. İşçi, ihtiyacından fazla miktarda ürün elde etmiş ise o zaman ihtiyacından faz­la da olsa dağıtımdaki payını alma hakkına sahip olur. Ama üretmiş olduğu ürün, ihtiyacından az ise, o zaman ihtiyaçla­rını tam, olarak tatmin hakkına sahip olamaz. Şu halde ihtiyaç miktarı ne olursa olsun her birey, kendi emeği ile üret­miş olduğu değeri elde etme hakkına sahiptir.

İhtiyaçlara bakış açısından sosyalizm, islâmiyetle uyuş­mamaktadır. Sosyalizme göre ihtiyaç dağıtımda önemli ve olumlu bir role sahip değildir. Her ne kadar, ihtiyaç, yetenek­li işçinin -ihtiyacından fazla olsa bile- kendi emeğinin ürünü­nü elde etmesini engellemiyorsa da, biraz önce açıklamasını yapmış olduğumuz toplum guruplarının ikincisine nispetle dağıtımda faal bir rol oynamaktadır. Bu ikinci gurup, zorun­lu hayat diyebileceğimiz en alt düzeydeki bir geçime sahip olabilecek derecede bedenî ve fikrî güce sahiptir.

Marxçı sosyalizmin ekonomi esaslarına göre bu gurubun, kendi cılız emeklerinin ürünüyle yetinmesi gerekmektedir. Ve yine Marxçı sosyalizm; bu gurubun geçim seviyesi ile müref­feh bir geçimi elde etme gücüne sahip olan birinci gurubun geçim seviyesi arasındaki büyük farkları normal olarak kabul etmektedir. Sosyalist düzende emek, dağıtım işlemlerini tek başına yürütmektedir. Dolayısıyla işçi, emeğinin kendisine sunmuş olduğu değerden daha üst düzeydeki bir geçimi iste­meye yeltenme imkânına sahip olmamaktadır. Ama islâmın ekonomik düzeninde durum, bambaşka bir şekil almaktadır. Çünkü İslâmiyet işçiler arasında dağıtımı Örgütlemek için sadece emek ile yetinmemekte ihtiyacıda bu alanda rol sahibi kılmaktadır. İkinci gruptaki bireylerin genel refah düzeyine ulaşmaktan aciz olmalarını ise bir çeşit ihtiyaç olarak kabul etmekte ve bu ihtiyacın karşılanması içinde belirli yöntemler ortaya koymaktadır. Islama göre, güzel şanslı ve yetenekli işçi kendi emeğiyle elde etmiş olduğu ürünlerden daha fazla olacaktır.

Bu arada bedenî ve fikrî oluşumlarının karakteri sebe­biyle iş yapamaz durumda ola^ toplumdaki üçüncü guruba ilişkin, islâmiyetle Marxçı sosyalizm arasında bir başka an­laşmazlık noktasına da değinmemiz gerekmektedir, îş yap­maktan Ve ihtiyaçlarını giderebilmekten aciz olan bu üçün­cü guruba ilişkin anlaşmazlık, islâmiyetle marxçı sosyalizmin dağıtım ilişkileri hakkındaki anlayışları arasında bulunan farklılıktan doğmaktadır.

Bu münasebetle ben, günümüz sosyalist dünyasının üçün­cü gurup karşısındaki tutumunu ele almak istemiyorum. Ayrıca iş yapma gücünden yoksun olan birey sosyalist toplumlarda açlıktan ölmeye mahkûmdur. Diye iddiada bulunan görüşleri tekrarlamayı da istemiyorum. Ben; sorunu pratik yönden değil de teorik yönden incelemek istiyorum. Sosyalist dünyanın düşmanları tarafından tekrarlanan iddiaların so­rumluluğunu yüklenmek de istemiyorum.

Marxçı sosyalizmin, üçüncü gurup bireylerinin yaşama haklarını yorumlamasına ve dağıtım işleminde genel üründen pay alabilmelerinin haklılığını söylemesine ekonomik yönden imkan yoktur. Zira Marksizme göre dağıtım, esasına sabit bir ahlâkî göre düzenlenemez. Dağıtım ilişkileri, yürürlükte bulunan üretim şeklinin yönettiği toplumlarda sınıfsal çelişki du­rumuna göre belirlenmektedir. İşte bu sebepledir ki marksizm, kölelerle efendiler arasındaki sınıfsal çarpışmalar ortamında köleliğin ve kölelerin kırbaç altında ölüp, emeklerinin ürü­nünden yoksun olmalarını normal olarak kabul etmektedir.

Bu Marxist esasa göre üçüncü gurubun dağıtımdaki pa­yını, bu gurubun sınıfsal merkezînin ışığında incelemek ge­rekmektedir. Çünkü bireylerin dağıtımdaki paylan, onların sosyal çarpışmadaki sınıfsal merkezlerine göre belirlenmek­tedir. Üçüncü gurupta bulunan bireyler, üretim araçları mül­kiyetinden ve üretim yapabilmek için çalışma gücünden yok­sun oluşları dolayısıyla, hiç birisinin kapsamına girmemekte­dirler. Sosyalist bir toplumun kurulması ve işçilerin muzaffer
olmaları işinde, işçi sınıfının bir parçasını oluşturmaktadır­lar.                               

Bedenî ve fikrî karakterleri gereği iş yapamaz durumda olan bireyler, sermayecileri e işçiler arasındaki sınıfsal çarpış­manın, dolayısıyla da sosyalist aşamada üretim araçlarına hâkim olan işçi sınıfının dışında kaldıklarına göre; dağıtım­dan pay alma, yaşayabilme ve emekçi sınıfın egemen olduğu servette pay alma hakkına sahip olduklarını Marxist yöntem­lere uygun olarak ilmî bir şekilde yorumlamak mümkün de­ğildir. Çünkü bunlar, sınıfsal çarpışma çemberinin dışında kalmaktadırlar. İşte böylece marksizmin üçüncü gurubun haya­tının ve sosyalist aşamadaki geçimlerinin garanti edilmesinin haklılığını kendi yöntemleriyle ispatlamaktadır.

İslamiyete gelince o, dağıtım işlemini toplumdaki sınıfsal çarpışma esasına göre düzenlemez. Tersine mutlu bir toplumun en yüce idealinin ışığında ve sabit bazı ahlâkî değerleri esas alarak düzenlemektedir. Bu ahlaki değerler, servet dağıtımının sözkonusu değerleri gerçekleştirmeyi garanti edecek, ideallere vücut verecek ve mümkün olan en büyük derecede yoksunluk üzüntülerini giderecek şekilde düzenlenmesini gerektiril. Zorunlu kılar.

Bu anlayış esasına dayalı dağıtım işlemi durum gereği; kendilerine servet dağıtımının yapılması gereken insanlar topluluğunun bir parçası olması niteliğiyle üçüncü gurubu da kapsamına almaktadır. Hem de mümkün olan en yüksek oranda yoksunluk üzüntülerini giderecek şekilde.. Tabiî; İs-lamın, sosyal ilişkileri dayandırdığı ahlâki değerleri ve mutlu toplumun yüce ideallerini gerçekleştirmek için... Tabiî olarak bu durumda sözkonusu üçüncü gurubun yoksunluk ihtiyaç­ları, onların yaşama hakkına sahip olmaları için yeter bir se­bep olmakta ve bu ihtiyaçları, dağıtım unsurlarından bir un­sur haline gelmektedir;

— İSLÂMİYET VE KAPİTALİZM AÇISINDAN İHTİYAÇ —

Açık şekliyle kapitalist ekonomi, ihtiyaç karşısındaki tu­tumu dolayısıyla islâmiyetle tamamen çatışmaktadır. Çünkü kapitalist toplumda ihtiyaç dağıtımın olumlu unsurlarından biri değildir, İslâm toplumundaki rolünün tam tersi bir role ve çelişik bir niteliğe sahip b|r unsurdur. Bireylerin ihtiyacı şiddetlendikçe dağıtımdaki paylan azalır, öyleki bu durum eninde sonunda çok sayıda bireyin çalışma ve dağıtım alanın­dan çekilmesine yol açacaktır. Bunun nedenini şöylece açık­layabiliriz: İhtiyacın şiddetlenerek yaygın hale gelmesi; kapitalist pazarlarına sürülen (arzedilen) iş gücünün, işverenlerin istediği miktardan çok daha fazla olduğunu ifade eder. Şu hususu da göz önünde bulundurmak gerekir: İnsanın işçi gü­cü, sermayesel bir eşya gibidir. Bu eşya da diğer eşyalar gibi sürüm ve aranım kanunun etkisi altındadır. İşgücü sürümü­nün, aranım miktarından fazla olması durumunda işçi ücret­leri tabiî olarak alt düzeylere iner. Sürüm miktarı fazlalaştığı sürece ücretlerin düşmesi de devam eder. Kapitalist pazarlar, pazarlara sürülen bu iş güçlerinin tümünü sindiremediği takdirde ihtiyaç sahiplerinden bir çoğu, işsizlik yüzünden ölüme mahkum olurlar. Dolayısıyla da çok sayıda işçi: hayatla­
rını sürdürebilmek yoksunluk üzüntülerini ve açlıktan ölüm korkularına dayanabilmek için imkansız olan işleri yapmaya yeltenirler.

Görüldüğü gibi ihtiyaç, kapitalist dağıtan sisteminde hiçbir şey ifade etmemektedir. Sadece işgücünün fazla miktarda sürümünü ifade eder. Hiç bir şeyin fazla miktarda sürümü, talebini artırmaz. Sadece fiyatını düşürür. Ve tükeninceye kadar üretimi durdurur. Ta ki arz ve talep arasındaki nisbet dengelensin.

Kapitalist toplumda ihtiyacın asıl ifadesi; bireylerin da­ğıtım alanından çekilmesidir. Yoksa İhtiyaç dağıtım unsuru değildir.

 

ÖZEL MÜLKİYET

İslâmiyet, emeğin, insanın kendi emeğinin ürününe sa­hip olması hususundaki doğal eğilimi uyarınca mülkiyetin esası olduğunu, dolayısıyla da emeğin dağıtımda bir unsur olduğunu ortaya koyarken şu iki prensibe sonuç olarak var­mıştır:

l — Ekonomi alanında özel mülkiyetin ortaya çıkmasına müsaade etmek. Mülkiyetin esası emek olduğuna göre tabii olarak işçinin de; ekin, dokuma ve benzeri, meydana gelme­sine katkıda bulunduğu eşyalar üzerinde bir özel mülkiyeti­nin bulunması gerekmektedir.

Emekçinin üretmiş olduğu eşyaya sahip olması; insanın mülk edinmeye olan tabiî eğiliminin bir ifadesidir, demekle biz şunu kastediyoruz: İnsan kendi emeğinin ürününe baş­kalarının değil de kendisinin sahip olmasını ister. Bu onun tabiî bir eğilimidir. Sosyal literatürde, bu eğilimi mülkiyet ke­limesi karşılamaktadır. Ama bu mülkiyetle ilgili hukukun türü, sözkonusu tabiî eğilim tarafından belirlenmemektedir. Hukukun türünü dayanmakta olduğu düşünce ve çıkarlara uy­gun olarak sosyal düzen belirler. Meselâ bir işçi; emeğiyle el­de etmiş olduğu ürünü, kendisinin özel mülküdür diye diledi­ği gibi har vurup harman savurabilir mi ? Veya bu ürünü baş­ka bir ürünle değiştirebilir mi ? Veyahutta bu ürünle ticaret yaparak bu ürünü ticarî veya faizsel sermaye yerine koyarak servetini arttırabilir mi ? Bu ve buna benzer sorunların ceva­bını özel mülkiyet hukukunu belirleyen sosyal düzen vermek­tedir. Bu soruların cevabı yaratılış ve karakter ile ilgili değil­dir.

Bu sebeple İslâmiyet bu mülkiyet hukukunu belirleme işine müdahalede bulunmaktadır. Temel olarak dayanmakta olduğu değer ve ideallere uygun olarak bu hakların bir kısmını reddetmekte, diğer bir kısmım da kabullenmektedir. Me­selâ işçiye harcama hususunda malını israf ederek dağıtma hakkını vermemektedir. Ama israf etmeksizin malını harcama hakkını tanımaktadır. İşçinin elinde bulunan mülkünü faiz yoluyla fazlalaştırmasını kabul etmemektedir. Ama bazı özel şart ve sınırlar çerçevesinde ve dağıtım konusundaki genel teorilerine uygun olarak ticaret yoluyla servetini fazlalaştırmasına müsaade etmektedir.

***

2 — «Emek, mülkiyetin sebebidir.» kuralından doğan ikinci prensip ise şudur: Bu kural uyarınca özel mülkiyet alanında bir sınırlama yapılmalıdır.

Emek, özel mülkiyetin esası olunca bu durumda özel mül­kiyete bazı sınırlar getirmek gerekmektedir. Buna göre mey­dana gelmesi veya monte edilmesinde emeğin katkısı olma­yan mallar, özel mülkiyetin kapsamına giremeyecektir. Fakat meydana gelişi veya monte edilmesinde emeğin katkısı olan mallar özel mülkiyetin kapsamına girecektir.

Bu esasa göre, oluşumu ve hazırlanması bakımından mal­lar, genel ve özel servetler olmak üzere iki kısma ayrılmakta­dırlar.

ÖZEL SERVETLER: meydana gelmesi için harcanan in san emeğine göre oluşup şekil alan Meselâ ekinler ve dokuma­lar mallar; yeraltından, deniz dibinden, çıkarılması, havadan elde edilmesi için emek harcanan servetler bu kısma girmek­tedir. Bu servetlere harcanan insan emeği; ya malın bizzat oluşturulmasına katkıda bulunur (Ziraî ürün fide etmek için tarım işçisinin emek sarf etmesi gibi) ya da eşyanın maddesini şekillendirme, onu yarayışlı hale getirmeye katkıda bulu­nur. (Tabiatta yaygın güçlerden elektrik elde etmek için, ye­rin dibinden şu veya bu petrolün çıkarılması için emek sarf etmek gibi...) Elektrik enerjisi, yerden çıkarılan su veya pet­rol miktarları, insanın emeği tarafından ortaya konulmuş değillerdir. Sadece emek, bunları şekillendirmiş ve yararlan­maya elverişli hale getirmiştir.

Elde edilmelerine insan emeğinin katkıda bulunduğu bu servetler, özel mülkiyet için belirlenmiş olan sınırın içine gir­mektedirler. Yani islâmın, özel mülkiyetin meydana gelmesi­ne müsaade etmiş olduğu çerçevenin içine girmektedirler. Çünkü mülkiyetin esası, emektir. Bu mülkler de insan eme­ğiyle birleşmiş olduklarına göre işçiler bu mülklere sahip ola­bilir, yararlanma ve ticaret yapma gibi haklarını kullanabi­lir.

GENEL SERVETLER: Meydana gelişinde insan emeği­nin eseri olmayan servetler, genel servetler kısmına girerler. Meselâ arazi... Bu servetin meydana gelişine insan emeğinin katkısı olmamıştır. Her ne kadar insan, bazen araziyi şekil­lendirerek işletim ve tarıma elverişli hale getiriyorsa da onun bu şekillendirmesi kendi yaşamının gerektirdiği oranla sınır­lıdır. Fakat arazinin ömrü, insanın ömründen çok daha uzun­dur, insanın şekillendirişi, arifinin çok uzun olan ömrünün sadece belirli bir dönemi ile sınırlıdır. Bu bakımdan arazi, yer­altından çıkarılan madenlere ve diğer tabiî servetlere benze­mektedir.

Çünkü bu madenlerin maddesi yeraltında gizlidir. Dola-yasıyla da oluşum ve şekillenmesi hususunda insan emeğine muhtaç değildir. Emeğin katkısı, sadece bu madenlerin yer­altından çıkarılmasında görülmektedir. Bu madenlerin yer­altından çıkarılması ve yeraltındaki diğer madenlerden ayrış­tırılması için emek harcanmaktadır.

Bu genel servetler, karakterleri veya birinci nitelikleri dolayısıyla fıkıhçıların da dediği gibi bireylerin Özel mülk­leri olamazlar. Çünkü mülkiyetin esası emektir. Emek ile birleşmeyen malların, özel mülkiyet için belirlenmiş olan çerçe­venin içine girmeleri imkânsızdır. Bu mallar, herkesin yarar­lanabileceği toplumsal mülkiyet çerçevesine girerler.

Meselâ arazi... Meydana gelmesi için insan emeğinin kat­kısı olmayan bir mal olması niteliğiyle özel mülkiyet altına alınmaz. Arazinin ihya edilip tarıma elverişli hale getirilmesi için harcanan emek, geçici ve sınırlı bir zaman için araziyi şekillendirmekten başka bir şey için değildir. Bu uğraş süresi ise arazinin ömrüne nispetle çok daha kısadır. Dolayısıyla bu emek, araziyi özel mülkiyet çerçevesine sokmamaktadır. Bu emek işçiye, araziden yararlanma ve başkalarının araziye mü­dahale etmesini engelleme hakkım vermektedir sadece; Çün­kü bu işçi emek harcamış olduğu için, bu araziden yararlan­ma hakkı konusunda başkalarından önde gelmektedir. Bu sebeple arazi 'için emek harcamış olan kimseyle, hiç emek har­camamış ve bu uğurda yorulup alın teri dökmemiş kimseler a, ısında bir farklılığın bulunmaması, doğrusu zülümkârlık olur. İşte bu sebepten emek harcamış olan işçi arazinin ihya edilmesi için emek harcamamış olan kimselere oranla, arazi­den yararlanma hakkı hususunda daha önde gelmekte ve ön­celik hakkına sahip olmaktadır. Ancak araziyi kendi özel mül­kiyetine geçirme hakkına sahip olamamaktadır. Araziden ya­rarlanma hakkı, arazinin ihya edilip şekillendirilmesi için emek harcadığı sürece geçerlidir. Ama araziyi ihmal eder ve bakımsız bırakacak olursa o zaman bu hakkı da düşer.[5]

Böylece islâmın bu alandaki genel kuralı açığa çıkmış ol­maktadır. Şöyle ki: oluşturulması ve şekillendirilmesine insan emeğinin katkıda bulunmadığı mallar, özel mülkiyetin kap­samına alınmaz. Meydana gelmesine insan emeğinin katkıda bulunmadığı tabiî mallar ve servetler ise, hiç mi hiç özel mülkiyetin çerçevesine sokulamazlar. Şu halde diyebiliriz ki; in­san emeğinin sınırları çerçevesine girmeyen mallar, kesinlikle özel mülkiyetin kapsamına girmezler.

Bütün bunlara rağmen, İslâm devletinin yararlarıyla il­gili bazı durumlarda bu genel kuralın bazı istisnaları olmaktadır ki ileride buna değineceğiz.                      

 

 

— MÜLKİYET DAĞITIMIN İKİNCİL UNSURUDUR —

Emek ve ihtiyaçtan sonra dağıtımın ikincil unsuru olarak mülkiyet gelmektedir. Şundan ki; İslâmiyet, emek esasına dayalı bir özel mülkiyetin ortaya çıkmasına müsaade ettiğin­de mal sahibine vermiş olduğu haklar bakımından hem kapi­talizme hem de marksizme muhalefet etmektedir Mal sahibi­nin, bu hakları kullanabileceği alanlar da islâmiyette ayrı, ka­pitalizm ve marksizmde ise apayrıdır. Kapitalizmin yaptığı gibi, mülk sahibinin, kendi servetini çoğaltmak için mutlak ve sınırsız bir şekilde mülkünü kullanmasına müsaade etme­miştir İslâmiyet. Çünkü kapitalizm, mülk sahibine kazancın bütün türlerini helâl kılmıştır. İslâmiyet bu alanda marksizmin takındığı tavırdan da ayrı tavır takınmaktadır. Çünkü marksizm, çeşitli şekilleriyle bireysel mülkün işletilmesini ve bu yollarla kazanç sağlandırılmasını yasaklamıştır. İslâmiyet, bu her ikisi arasında adaletli bir yolu izlemiştir: Faizsel ka­zanç gibi kazancın bazısını yasaklamış, ticari kazanç gibi ka­zancın diğer kısmını ise helâl kılmıştır.

Islâmiyetin, kazancın bir kısmını yasaklaması; ekonomik özgürlük konusunda onun kapitalizmle olan ayrıklığını ifade etmektedir. Ki bunu kapitalist doktrinin fikrî temeli olması niteliğiyle «Kapitalizmle birlikte» bölümünde ele almıştık.

İleriki bölümlerde, islâmca yasaklanmış olan bazı kazanç türlerini (Meselâ faizsel kazanç) ele alacak ve bu kazanç tü­rünün yasaklanışı hususunda islâmın görüşünü sizlere yan­sıtacağız.

Islâmiyetin ticari kazanca müsaade etmesi; Onun değer ve artık değer anlayışı, sermayesel kazancı yorumlamada uy­guladığı özel yöntem bakımından marksizmle olan temel ayrık­lığını ifade etmektedir. Nitekim bu konuyu tarihî maddecili­ği incelerken ele almıştık.

Islâmiyetin ticarî kazanca müsaade etmesi dolaysıyla özel mülkiyet, yasal sınırlara ve şartlara uygun bir ticaret yoluyla servetin arttırılması ve dağıtımın hakça yapılması için bir unsur haline gelmektedir. Tabii ki bütün bunlar, islâmiyetin kendine temel edinmiş olduğu manevî değerler ve sosyal çıkarlarla sınırlandırılmıştır.

***

İşte size, dağıtıma ilişkin isiâmi görüşler. Bütün bu an­latılanlardan Özet şu olacaktır:

Emek mülkiyetin esası olması niteliğiyle dağıtımın temel bir unsurudur. Tabiat alanında çalışıp emek sarf eden kişi, kendi emeğinin ürününü elde eder ve bu ürüne sahip olur.

İhtiyaç, insanın insanca yaşamasında sabit bir hakkını ifade etmesi niteliğiyle dağıtımın temel bir unsurudur. İşte bu suretle İslâm toplumunda ihtiyaçlar tekeffül edilmekte ve doyurumları garanti edilmektedir.

Mülkiyet, islâmın müsaade ettiği özel şartlar çerçevesin­deki ticarî faaliyetler yoluyla dağıtımın ikincil bir unsurudur. Mülkiyet, islâmın gerçekleştirmeyi garanti ettiği sosyal ada­let prensipleriyle çelişmemelidir. Nitekim ileride bunu detay­larıyla ele alacağız.

—TEDAVÜL—

Tedavül (Değiştirim), ekonomik hayatın temel unsurla­rından biridir. Bu unsur, zaman bakımından her ne kadar üretim ve dağıtımdan sonra ise de önem bakımından sonra gelmemektedir. Üretim ve dağıtımın tarihî varlıkları her zaman insanın sosyal varlığına bitişik olmuştur. Ne zaman ve nerede bir insan topluluğu bulunursa bulunsun, bu toplum -hayat ve geçimini sürdürebilmek için- üretim çeşitlerinden biriyle uğraşmak ve kendi yapısına uygun gelen dağıtım şe­killerinden biri ile serveti, toplum bireylerine dağıtmak zo­runluluğundadır. Üretim ve dağıtım olmayınca insanın sosyal hayatı da olamaz. Çünkü oluşumlarının başlangıç döneminde toplumlar, çoğunlukla ilkel ve kapalı bir ekonomik hayat şek­lini yaşarlar Şöyle ki; toplumun her ailesi başkalarının eme­ğinden yararlanmaksızın ihtiyaç duydukları her şeyi bizzat kendileri üretirler. Bu tür bir kapalı ekonomi mübadeleye yer vermez. Çünkü ailelerin ürettikleri her şey, ailelerin basit ihtiyaçlarını giderir. Böylece de aileler, kendi ürettikleri şey­lerle yetinirler, insan ihtiyacının gelişip çoğalması ve insanın, hayatında ihtiyaç duyduğu eşyaların çeşitlenmesi döneminde mübadele, ekonomik alanda faal rolünü oynamaya başlamış­tır. İşte sözünü ettiğimiz bu dönemde bireyler, ihtiyaç duyduk­ları çeşitli eşyaları üretmekten aciz kalmışlar; dolayısıyla da toplum, kendi bireyleri arasında bir iş bölümü yapmak zorun­luluğunda kalmıştır.

Her bir üretici veya üreticiler gurubu, üretimi diğer ürün­lerin üretimine nispetle daha hoş karşılanan gelirli ürünleri üretmekte uzmanlaşmışlardır. Bu ürünlerin fazlalığını mü­badeleye koyarak kendi ihtiyaçlarının diğer çeşitlerini de do­yurmuşlardır. Çünkü başkalarımda bu ürünlerin fazlalığına muhtaçtırlar. Her yöneticinin, kendi ihtiyaçlarını bizzat ken­di üretimleriyle karşılama zorunluluğunda bırakılmalarına karşılık; üreticilerin ihtiyaçlarını doyurma aracı olması nite­liğiyle mübadele, ekonomik hayatta boy göstermeye başlamış­tır.

İşte böylece görüldüğü gibi ekonomik hayatı kolaylaş­tırmak, ihtiyaçların genişlemesi, üretimin evrimleşme ve uz­manlaşmaya olan yönelimine destek olmak amacıyla müba­dele de, ortalarda görünür hale gelmiştir.

Bu esastan hareket ederek anlamış oluyoruz ki, gerçekte mübadele üretimle tüketim arasında veya başka bir deyişle, üreticilerle tüketiciler arasında bir vasıta olması niteliğiyle toplumun ekonomik hayatında faaliyet göstermektedir. Mübadele yoluyla üretici, kendi üretmiş olduğu eşyaya ihtiyaç duyan bir tüketiciyi her zaman bulabilir. Bu tüketici de bir ürün üretmekte ve bu ürünü karşılığında başka bir tüketim eşyasını elde edebilmektedir.

Ama şunu söylemek gerekir ki insan -Kur'an-ı Kerimin de ifade ettiği gibi- zulümkârlık yapmıştır. Diğer insanları, hayatın hayır ve bereketlerinden yoksun bırakmıştır. Dağı­lım alanında, şunun bunun hakkına müdahalelerini mübadele alanına da bulaştırmış, onu değiştirmiş bozmuş sömürü ve karmaşıklık unsuru haline getirmiştir. Hayatı kolaylaştırma ve ihtiyaçları doyurma unsuru değil... Mübadeleyi, üretimle spekülasyon arasında bir vasıta haline getirmiştir.. Üretimle tüketim arasında bir vasıta olarak değil... Kölelik ve feodali­te toplumlarında veyahutta kapitalist ve komünist toplum­larındaki zulümkâr dağıtım sisteminden doğan yolsuzlukla­ra benzer olarak, zulümkâr mübadele sisteminden bazı zehirli durumlar ve sömürü türleri doğmaktadır.

İslâmın mübadeleye ilişkin görüşlerini öğrenebilmek için her şeyden önce islâmın; mübadeleyi, sömürünün zalim bir unsur haline getiren sebep ve mübadeleden doğan sonuçlar hakkındaki görüşlerini öğrenmeliyiz. Sonra da islâmın bu meseleye getirmiş olduğu çözüm yolu üzerinde bir inceleme yapmalıyız, İslâmın mübadeleye kazandırmış olduğu genel kapsamın ve mübadelenin hayattaki sağlıklı amaçlarına pa­ralel kanunların özellik ve nitelikleri üzerinde bir inceleme yapmalıyız.

Her şeyden önce mübadelenin iki şekli olduğunu göz önüne getirmeliyiz:        

1   — Karşılıklı değiştirme yoluyla mübadele.

2   — Para ödeyerek mübadele

Karşılıklı değiştirme yoluyla mübadele: Bir şeyi, karşılı­ğında bir başka şey alarak değiştirmek. Bu tür mübadele, za­man bakımından en eski olan bir mübadeledir. Uzmanlaşma ve iş bölümü esasına dayalı olan toplumlardaki her üretici kendisinin üretmemiş olduğu bir eşyayı, kendi ürünü sayesin­de elde eder. örneğin bu toplumlarda yaşayan bir üretici 100 kilogram buğday üretmiş olsun.. Bu miktarın yansı 50 kilog­ram buğdayı kendi ihtiyaçlarını gidermek için ayırmış olsun.. Geri kalan ikinci yarısı olan 50 kilogram buğdayı, mübadele yoluyla, başkasının üretmiş olduğu pamuğun belirli bir mik­tarı ile değiştirebilir.

Ama bu tür mübadele, ekonomik hayatta mübadeleyi kolaylaştırabilmiş değildir. Tersine zaman boyunca, uzmanlaş­manın ve ihtiyaçların çeşidinin artması oranında bu tür mübadele, işi daha fazla zorlaştırmış ve karmaşık hale getirmiş­tir. Çünkü bu tür mübadele; buğday üreticisi bir kimsenin pamuğa olan ihtiyacını ancak buğdaya ihtiyaç duyan ve fazla pamuğu olan bir kimseden pamuk alarak doyurmak zorunlu­luğunda bırakmıştır. Ama eğer pamuk sahibi olan kişi, buğda­ya değil de meyveye ihtiyaç duyarsa ve buğday sahibinin ya­nında da meyve bulunmazsa o saman, buğday sahibinin, ken­di pamuk ihtiyacım karşılaması mümkün olmayacaktır. Ve böylece de satıcı ile müşterinin ihtiyaçları arasındaki uyuma az rastlanabildiği için çeşitli zorluklar doğmuştur.

Mübadele edilecek eşyaların değerleri arasında bir eşit­lik olmaması da ayrı bir zorluk.. Sözgelimi bir atı olan kişi, bu at karşılığında tavuk alamaz. Çünkü tavuğun değeri, atın-kinden çok daha azdır. At sahibi tabii olarak atı karşılığında bir tavuğu elde edemeyecektir. Atı, kısımlara ayırarak bir tavuğun değerine eşit bir parçasını ayırmak da mümkün de­ğildir ki bu parça karışlığında bir tavuk elde edebilsin.

Mübadele edilecek malların değerini takdir etme zorlu­ğu da mübadele işleminin karşısına çıkan bir başka problem­dir. Bir şeyin değerini ölçebilmek için diğer eşyalarla karşılaş­tırılması gerekir. Ki bütün o eşyalara göre o eşyanın değeri anlaşılmış olsun.

Sözkonusu mübadele esasına dayalı olan toplumlar, bu sebeplerden ötürü adı geçen mübadeleyi tüm problemleri çö­zümleyecek şekilde değiştirmeyi kafalarına koydular. Bu se­beple de mübadelenin ikinci şekli doğdu. Bir malı alabilmek için müşterinin satıcıya sunması gereken malın yerme para geçmiş oldu. Önceki sayfada yer vermiş olduğumuz örnekte­ki buğday sahibinin, pamuk alabilmek için satıcıya meyve vermesi zorunluluğu vardı. İşte meyve vermek yerine buğday sahibi buğdayı önce para karşılığında başkasına satar. Sonra da ihtiyaç duyduğu pamuğu alabilmek için pamuk sahibine para öder ve pamuğu satın almış olur. Parayı teslim alan pa­muk sahibi de elde etmiş olduğu parayı meyve sahibine ödeyerek meyveyi satın alır.

***

Tedavülde (Mübadelede) paranın eşya yerine geçmesi, mübadeleden doğan problemlerin çözümünü ve yine müba­deleden dolayı zorlukları yumuşatmayı garanti etmiştir.

Meselâ satıcı ile müşterinin ihtiyaçları arasında uyum sağlama zorluğu ortadan kalkmıştır. Çünkü müşterinin, sa­tıcıya ihtiyaç duyduğu malı sunması zorunlu değildir. Sade­ce parayı ödemesi yeterlidir. Ki satıcı da sonra bu parayı baş­kasına ödeyerek istediği malı üreticilerden satın alma imkâ­nına sahiptir.

Eşyaların değerleri arasında uyum ve denge sağlama güç­lüğü de ortadan kalkmıştır artık. Çünkü bir eşyanın değeri parayla ölçülmekte, para ise (en küçük parçasına kadar) bölünebilmektedir.

Eşyaların değerini takdir etmekte kolay bir çözüm gel­miştir. Çünkü bütün eşyalar, bir tek şeye göre değerlendiril­mektedir. Ki bu şey de değerin genel bir ölçüsü olması niteli­ğiyle paradır.

Bütün bu kolaylıklar, mübadelede paranın eşya yerine geçmesinin sonucu olarak doğmuştur.

Mübadelede paranın eşya yerine geçmesinin sakıncalı ta­rafını ise şöylece açıklayabiliriz: Para sosyal bir görev olan eşyanın yerine geçme görevini nasıl yerine getirecektir? Ni­tekim para, bilindiği gibi, mübadeleyi kolaylaştırmak için icat edilmiştir. Ama zamanla görev sınırını aşmıştır. Ekonomik hayat alanında tehlikeli roller oynamaya başlamıştır.

Öyleki bu sebeple birinci mübadele türünün doğurduğun­dan daha az olmayan zorluklar ve problemler doğmuştur. Yal­nız şunu söylemek gerekir ki bu problemler, tabiî problemler­dir. Ama mübadelede paranın eşya yerine geçmesi sebebiyle doğan yem problemler, insanı ilgilendiren problemler olup çe­şitli zulüm ve sömürülerin bîr ifadesidirler. Bütün bunlara yol açan sebep, paranın eşya yerine geçmesi olmuştur.

Bunu anlayabilmek için, karşılıklı değiştirme yerine de­ğiştirmede paranın eşya yerine geçmesi ve mübadele şeklinin değişmesi sebebiyle mübadele işlemlerinde meydana gelen ev­rimleşme üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.

Karşılıklı değiştirme esasına dayalı mübadelede satıcıyla müşteri arasında kesin ayırım yapan bir çizgi yoktur. Müba­dele işlemini yapan her iki kişi de aynı anda hem satıcı hem de müşteri durumundadırlar. Çünkü mübadeleci karşısındaki mübadeleciye bir mal veriyor, karşılığında ise bir başka mal alıyor. Bu sebeple karşılıklı değiştirme esasına dayalı müba­dele, direkt olarak her iki mübadelecinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Mübadelecilerin her ikisi de üretimi veya tüketi­mine ihtiyaç duyduğu (Meselâ kara saban ve buğday) eşya­yı teslim alarak mübadele işlemini bitirmiş olmaktadırlar. Bu anlatılanların ışığında anlamış oluyoruz ki; karşılıklı değiş­tirme esasına dayalı mübadele döneminde kişi, aynı anda müşteri olmaksızın sadece satıcı durumunda bulunma imkânına ihtiyaç duyduğu (Meselâ kara saban ve buğday) eşya müşteriye eşya teslim ederken satıcıdır; diğer eliyle de karşı­sındaki mübadeleciden eşyayı teslim alırken müşteridir. Böy­lece hem satış, hem de satın alma aynı işlemde birleşebilmek­tedir. Para yoluyla mübadelelerde ise durum bambaşka bir hal almaktadır. Çünkü para satıcı ile müşteri arasını ayıran ke­sin bir çizgi ortaya koymaktadır. Satıcı, eşyanın sahibidir. Müşteri ise bu eşya karşılığında para ödeyen kişidir. Birinci mübadele esasına dayalı olarak, pamuk elde etmek cin buğ­day satan satıcı; Bir tek mübadele ile buğday vererek karşı­lığında pamuk alabiliyor ve pamuğa olan ihtiyacını giderebiliyor. Aynı kişi ikinci mübadele sistemine göre, pamuğa olan ihtiyacını giderebilmek için iki mübadele işlemi yapmak zo­runluluğunda kalmaktadır. Şöyle ki: Birinci mübadelede sa­tıcı durumunda olup belirli bir para karşılığında buğdayını birisine satar, ikinci mübadele işleminde ise müşteri duru­munda olup bu parayı başka birisine ödeyerek pamuk satın alır. İşte satıcı ile müşteri arasındaki kesin ayırma çizgisi bu­dur. Oysaki birinci tür mübadelede satıcı ile müşteriyi ayırt etmek mümkün değildir.

Para esasına dayalı mübadelede satışın satın almadan ayrı oluşu, satın almanın satıştan sonraya kalmasına yol aç­maktadır. Bu durumda satıcı, başkasının üretmiş olduğu pa­muğu satın alabilmek için, pamuk karşılığında buğday ver­mek zorunluluğunda değildir. Tersine, buğdayı belli bir para karşılığında satmak, elde etmiş olduğu aynı parayı muhafa­za etmek ve pamuğu satın almayı da başka bir zamana erte­lemek imkânına sahiptir.

Satıcıların kendi hizmetleri karşılığında elde etmiş ol­dukları bu yeni fırsat, satın almanın satıştan sonraya erte­lenmesi fırsatı- satım ve mübadelelerin genel karakterlerini değiştirmiştir. Karşılıklı değiştirme yoluyla yapılan mübade­leler zamanında amaç, satıcının ihtiyaç duyduğu eşyaları el­de etmesi idi. Ama paranın bulunuşundan sonra bu amacın yerini yepyeni bir amaç aldı. Bu durumda satıcı, malını baş­kasına verirken karşılığında başka bir mal elde etmeyi amaç edinmiyor. Tersine amaç edindiği tek şey; bütün eşyaların yerine geçerli olması niteliğiyle bol miktarda para elde etmek­tir. Parayı elde edince de dilediği zamanda dilediği eşyayı sa­tın alma imkânına sahip olmaktadır. Görüldüğü gibi böylece karşılıklı değiştirme esası, para ile değiştirme esasına dönüş­müş olmakta ve malın, parada speküle edilip dondurulması gerçeği ortaya çıkmış olmaktadır. Çünkü para paradan özel­likle madeni ve kağıt paralan kast ediyoruz diğer eşyalara oranla daha fazla temayüz etmiş durumdadır. Çünkü eşyala­rın birçoğu, zaman asimi sebebiyle değerlerini yitirebilirler veya değerleri azalabilir. Dolayısıyla speküle edilmeleri doğru ol­maz. Değerlerinin korunabilmesi için çeşitli harcama yerle­rine sarf edilmesi gerekmektedir. Diğer taraftan bu stok edil­miş eşyaların sahipleri, ihtiyaç duydukları anda bu eşyaları vererek başka eşyaları elde edemezler. Şu halde mal sahibinin, eşyalarını stok etmesi, ihtiyaç duyduğu eşyaları dilediği anda elde edebilmesini garanti etmez.

Bütün bunların tersine para sürekli olarak bekletilme ve speküle edilme imkânlarına sahiptir. Para, tüm eşyaların yerine geçerli olması niteliğiyle stokçuya; dilediği anda dile­diği eşyayı satın alma gücünü kazandırır.

İşte böylece para esasına özellikle altın ve gümüş para esasına dayalı mübadele işlemlerine girişine toplumlar bir çok spekülasyon imkânlarına sahip olmuşlardır.

Bundan da şöyle bir sonuç ortaya çıkmış olmaktadır: Üretimle tüketim arasında bir ara unsuru olan mübadele, eko­nomik yaşantıdaki yarayışlı görevini yapmaz olmuş ve üre­tim ile spekülasyon arasında bir ara unsun haline gelmiştir.

Satıcı, önce üretim yapıyor… Elde ettiği ürünü para ile satıyor. Bu satıştan elde ettiği parayı speküle ederek yığılmış servetine ekliyor. Müşteri de, satmakta olduğu eşyayı elde etmek için satıcıya para takdim ediyor. Sonra da tabiî olarak tümünü satma imkânını elde edemiyor. Çünkü satıcı, parayı stok etmiş ve tedavülden çekmiştir.

Bu sebeple de sürüm ve talep oranlan arasındaki denge­de büyük bir karmaşıklık meydana gelmiştir. Şundan ki Kar­şılıklı değiştirme yoluyla mübadeleler devrinde sürüm ve ta­lep, her zaman birbirlerine eşit olma eğilimi içindeydiler. Çünkü üretici, kendi ihtiyaçlarını doyurmak ve arta kalan ürününü de hayatında ihtiyaç duyduğu başka türden eşyalar­la değiştirmek için üretim yapar. Ürün, her zaman üreticinin ihtiyaçlarına eşit olur. Yani sürüm, kendine eşit orandaki ta­lebi her zaman bulabilirdi. Böylece borsalardaki paralar kendi tabiî derecelerine yönelirler ki bu da eşyanın gerçek değerinin ve tüketicilerin hayatındaki reel öneminin bir ifadesi olmaktadır. Para devrinin başlaması, paranın ticarî işlemlere egemen olması, üretim ve satıştan yepyeni bir yöne koyulması, bu se­beple de üretim ve satışın ihtiyaçları doyurmak için değil de serveti bollaştırmak ve parayı speküle etmek amacına yönel­mesi; tabiî olarak sürüm ile talep arasındaki dengeyi sarsmış, spekülasyon sebepleri de sürüm ile talep arasındaki bu çeliş­kiyi daha da derinleştirmek için Önemli roller oynamışlardır, öyleki spekülasyoncular bazen aslı olmayan bir talep meyda­na getirmişler, bireylerden ihtiyaç duydukları için değil, fiyatları yükseltmek veya eşyaları asıl fiyatlarından çok daha yük­sek bir fiyatla piyasaya sürmek için eşyaları satın almışlardır. Yegâne amaçlan ise üreticileri ve kendileri dışındaki satıcı­ları rekabet meydanından çekilmeye ve iflâs ettiklerini ilân etmeye zorlamaktır. Bu sebeple de fiyatlar anormal bir hal alacak, borsalar spekülasyoncuların tuzaklarına düşmüş ola­caklardır.

Peki bundan sona ne olacak? Bundan sonra ekonomik alanda sadece güçlülerin paranın kendilerine vermiş oldukla­rı fırsatlardan yararlanmakta olduklarını; bütün güçleriyle spekülasyona yani, spekülasyon için satışa yöneldiklerini gör­müş olacağız. Başka hiç bir şey olmayacaktır. Bu güçlerin, toplum içinde tedavülde bulunan parayı kendi stoklarına ek­lemek için üretim ve satış işlemlerine girişirler. Parayı peyderpey emerler... Üretimle tüketim arasında bir ara unsuru olan mübadelenin görevini dumura uğratırlar. Toplumun ezici ço­ğunluğunu yoksulluk ve perişanlık çukuruna iterler. Toplu­mun ekonomik formasyonunun düşmesi ve tüketicilerin sa­tım gücünden yoksun olmakları sebebiyle tüketim de durur.

Buna ek olarak üretim hareketi de duraklar. Çünkü müşterilerin alım gücünden yoksun oluşları veya onlardaki bu gücün azalması, üretimi kazançtan eder, ekonomik haya­tın tüm alanlarında zararın görülmesine yol açar.

***

Para meselesi bu noktada da durmamaktadır. Hatta para, size anlatmış olduğumuz bu problemlerden daha da teh­likeli bir mesele ortaya çıkarmaktadır. Para bir spekülasyon unsuru olmakla kalmamakta; borçlu sahiplerinin borçluların­dan faiz alarak veya sermayeyi bankalarına yatıran mudilerin bankadan faiz alarak servetlerini bollaştırmaları için bir un­sur haline gelmektedir. Böylece kapitalist çevrelerde üretim değil de spekülasyon, servetin arttırılması için bir unsur ha­line gelmektedir. Bu sebeple büyük bir sermaye kesimi, üre­tim alanından çekilerek bankalardaki spekülasyon kasalarına yerleşmiş olmaktadır. Tüccarlar da üretim ve ticaret alanları­na yatırım yapmamaktadırlar. Ancak bir ticaret ve üretim projesi kendilerine, bankadan veya kendileriyle faizcilik yap­tıkları yoksul kimselerden daha fazla kazanç sağlayacak ve buna da gönül rahatlığıyla inanacak olurlarsa o zaman bu gi­bi projelere yatırım yaparlar.

Kapitalist çağın başlangıcından beri paralar, faizcilik iş­lemleri dolayısıyla bankalara akın eder olmuştur. Bankalar da, bireyler yanında birikmiş olan büyük miktarda stok edil­miş paraları kendi kasalarına doldurmuşlar. Para sahipleri­ne, tevdiatları karşılığında bankacılar yıllık faiz vererek bir nevi aldatmışlardır. Bu külliyetli miktardaki paralar, üretim alanlarında işletilecekleri yerde banka veznelerinde yığılır bale gelmişlerdir. Bu yığılma sebebiyle, ülke servetleri üze­rinde söz sahibi olan büyük bankalar ve mâli müesseseler ku­rulmuştur. Ki bu müesseseler, ekonomik hayattaki dengeyi alt üst etmişlerdir.

***

Bu anlattıklarımız, tedavül ve mübadele meselelerine iliş­kin seri bir sunudur. Bu anlattıklarımız açıkça ifade edi­yor ki problemlerin tümü paradan ve paranın tedavülde kö­tüye kullanılmasından doğmaktadırlar. Çünkü para, servetin spekülasyon yoluyla arttırılması için bir unsur olarak kulla­nılmıştır.

Bu anlattıklarımız, şu aşağıdaki hadis-i şerifin manası­nın anlaşılması için bize ışık tutmaktadır. Şöyle ki: Resulullah (s.a.a) Efendimiz buyurdular ki: «Sarı dinarlar (altınlar) ve beyaz dirhemler (gümüşler), sizden öncekileri helak ettikleri gibi sizleri de helak edeceklerdir.»

Her ne halde ne olursa olsun İslâmiyet, paradan doğan bü­tün bu problemleri çözümleyebilmiş, tedavüle; normal kondüsyonunu ve üretim ile tüketim arasındaki aracılık görevini getirmiştir.

Tedavül problemi karşısında islâmın takındığı tavrı şu noktalarla özetleyebiliriz.

l — İslâmiyet, paranın stok edilmesini yasaklamıştır. Şöyle ki: Durgun paraya her yılın bitiminde yeniden tekrar­lanan, bir zekât vergisini yüklemiştir. Para, çalıştırılmadığı takdirde, bu her yıl tekrarlanan zekât sebebiyle bitip tükene­cek duruma gelir. Tabii eğer para, uzun yıllar çalıştırılmazsa… Bu sebeple Kur'an-ı Kerim altın ve gümüş stokçuluğunun, ateşle cezalandırılması gereken bir suç olarak kabul etmekte­dir. Çünkü paranın stok edilmesi, durum gereği şeriatın zo­runlu kıldığı vergiyi ödemekten kaçmak anlamına gelmekte­dir. Şu halde Kur'an-ı Kerimin, altın ve gümüşü biriktirip stok etmesi ve Cehennemle korkutmasında şaşılacak bir taraf ol­mamalıdır.

Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yo­lunda harcamayanlar (yok mu?) işte bunlara pek acıklı bir azabı müjdele… O gün ki bunlar, üzerlerinde (yakılacak) Cehennem ate­şinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak. «İşte bu (denilecek) nefislerini­zin için toplayıp sakladıklarınız. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!"» et-tevbe. 34 -35.

İslâmiyet işte bu yolla malların sürekli varlıklarını; üre­tim mübadele ve tüketim alanlarında kalmasını garantilemiş; paranın kasalara akın etmesini engellemiştir.

2—İslamiyet, faizi kesinlikle yasaklamıştır. Geçici de olsa bu yasağın kaldırılmasına ve yumuşatılmasına imkân yoktur. Bu suretle faizi; dağıtım alanındaki tehlikeli sonuç­larını ve faizin genel ekonomik dengeyi sarsacak olaylara yol açmasını önlemiştir. Parayı, bizzat kendi başına bağımsız olarak serveti arttıran bir unsur olma niteliğinden uzaklaştırmış. Paraya; tüm eşyaların yerine geçen, eşyaların ölçümü ve tedavülünün kolaylaştırmasında kullanılan bir unsur olma niteliğini kazandırmıştır.

Kapitalist denemeyi yaşayan, kapitalizmin şekil ve türle­rine alışan kimselerin çoğu zannetmektedir ki; faizi yok et­mek demek, bankaları yok etmek, ekonomik hayatın tüm or­ganlarını dumura uğratmak ve bu hayatın bankaları gelişti­ren tüm damarlarım işlemezimle getirmek demektir. Ama bu kimselerin zannı bankaların ekonomik hayatta oynadık­ları rolün realitesi, faizi yok etmekten doğan diğer problemle­ri çözümlemeyi garanti eden İslâmın ekonomik örgütlemesi­nin realitesi hakkında bilgi sahibi olmamalarından ileri gel­mektedir. Ki ileriki bölümlerde bunu etraflı bir şekilde inceleyeceğiz.


3 — Devlet Başkanına bazı yetkiler verilmiştir. Ki bu yetkileri sayesinde devlet başkanı, tedavülün akışını tam bir şekilde kontrol edebilmekte ve borsaları tan* bir denetim al­tonda bulundurabilmektedir. Bununla da zararla sonuçlanan tasarruflar, ekonomik hayatı sarsan olaylar, bireyin illegal bir şekilde borsalara ve tedavül alanlarına egemen olmasına en­gel olabilmektedir

Kitabın ileriki bölümlerinde bu noktaları açıklayacak ve geniş bir şekilde inceleyeceğiz. Gelecek bölümlerde İslâm eko­nomisinin tafsilatlarını ele alacağız...



[1]Bu ifade islâm Ekonomisinin ilmi yanının bulunmadığım "kasdetmez, Kasdedilen, bu kitapta araştırmanın, islâm ekonomisinin ilmî yanı değil de doktrin yanının olduğudur. Yazar islâm ekonomi­sinin ilmi yanının kâmil manada bir uygulanma olmaksızın mümkün olmayacağı kanaatindedir. Çünkü ilim, ancak realitenin yorumlan­masından doğar. Hicret Yayınları

[2] El-Vesâil. C.3 îhyâû'l - Mevât bölümü.
[3] Doktrinler arasında bu yöndeki ayrılık için, Felsefetûna ad­lı kitabımızın giriş kısmında geniş bilgiler verilmiştir. . 
[4] Hazreti Ali'nin (R.A) bu sözü zamanımızın büyük islâm alimi Saddreddin Yüksel Hoca'ya arz olunmuş: ve Muhterem Hoca­mız bu sözün sıhhatini tasdik ettikten sonra tamamını da ifade bu­yurmuşlardır:Cenab-ı Hak zenginlerin servetinde fakirlerin yiyeceklerini farz kılmıştır. Fakir ancak zenginin israfı nisbetinde aç kalır.»
 

Hicret Yayınları
[5] Hz. Ömer (r.a.) ve Osmanlı devrinde bu tarz bir uygulama mevcuttu. Ayrıca Ömer N. Bilmen'in H. Islâmiye Kamusu 4. cilt 85. sahife pr : 84 de «Araz-i emiriyye uhdelerine tevdi edilen kimseler bu arazinin sahibi değil müsteciridirler diyerek bu arazilerin özel mül­kiyet konusu olamayacaklarını ifade etmektedir. Bkz: H. Islâmiye kamusu 4. cilt 9. kitapta araziler hakkında geniş bilgi mevcuttur. Hicret Yayınlan