0-06   6-65   65-110   110-160   160-210   210-265   265-320   320-375   375-423
    Yazdır
 

4. Oturum

 

 

İNSANDA ALLAH'I ARAMA
SORUNU VE DERDİ

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

"Ey iman edenler, sabretmek ve namaz kılmak hususunda Allah'tan yardım dileyin. Bunlar ağır ve büyük şeylerdir, ama Allah'tan çekinen saygılı kimseler için -ağır- değil..."[1]

 

İnsan her zaman için kendi kendisinin maneviyat kapısıdır.[2] İnsan, bizzat kendisinin maneviyata açılan kapısıdır, bu kapıdan maneviyat alemi ne girer, kendisine aşina olunca maneviyata da aşina olur ve bu muazzam alemi keşfeder derken, insanda, madde alemiyle uyuşmayan, bu alemin nevinden olmayan bir takım hususiyatların var olduğu kastedilmektedir. Yalnızca geçmiş çağlardaki insanbilimcileri ya da eski ruh bilimcilerinin kabul ettiği bir gerçek değildir bu. Muasır ruh bilimcileri de bu gerçeği kabul eder ve insanın, maddi dünyanın kanun ve kurallarıyla bağdaşmayan bazı özellikler taşıdığını itiraf ederler. Bu da insan ve onun gerçek dünyasıyla ilgili apayrı muhasebeleri gündeme getirmektedir kaçınılmaz olarak.

Emir-ül Mü'minin Ali (a.s) "Kendisini tanıyan, Allah'ı da tanır, kendisini bilen O'nu da bilir"[3] buyururlar.

Kur'an-ı Kerim insanı, alemdeki bütün mevcudattan farklı bir şekilde ele alır, onun konumu hepsinden farklıdır. Kur'an'daki şu tabire dikkat ediniz:

"Yakında delillerimizi alemde de göstereceğiz, kendi varlıklarında da; böylece sonucu onlarca da apaçık anlaşılacaktır ki O, gerçektir şüphesiz; her şeye tanık olan Rabbin yetmez mi sana? "[4]

Görüldüğü gibi ayet-i kerimede özel bir beyan kullanılmakta, Allah'ın ayetleri olan delillerin "alem"de ve "insanların kendi varlıkları"nda gösterileceği buyrulmaktadır. Bu ayet-i kerimede geçen mezkur kelimelerin Arapça'sı olan "afak ve "enfus" tabirleri İran edebiyatına da geçmiştir bugün; "afaki" ya da "enfusi meseleler" bahisleri vardır edebiyatımızda. Burada haklı olarak "İnsanda ve insan nefsinde var olan, ancak maddi usullerle açıklanmayan ve maddeden farklı bir yapı arz eden şey veya şeyler nelerdir?" sorusu gelecektir akla. Bunun açıklaması bir hayli uzun... Burada kısaca değinmekle yetineceğiz:

İNSANLIĞIN İNSANDAN AYRILABİLİRLİĞİ

Söz konusu "maddi muhasebelerle açıklanmayan ve maddi hesaplara uymayan şeyler"den biri de insani değerlerdir, başka bir deyişle insanın insanlığıdır, insan olma vasfıdır. Başlı başına bir konudur bu, gayet ilginçtir de! Hangi yaratığa bakarsanız bakın, kendisini kendisinden ayıracak, özünden soyutlayacak bir özelliği bünyesi kabul etmez. Mesela kaplanın kaplanlığından söz ederiz; köpeklik sıfatı köpeğe mahsus, atlık sıfatı ata hastır deriz. Bu hayvanlar bu sıfatlarıyla vardırlar, onların öz sıfatlarını kendilerinden ayırabilmek mümkün değildir. Yâni "at"lığını yitirmiş bir ata, ya da artık kaplan olmayan bir kaplana rastlayabilmek kabil değildir.

Halbuki insanlığını yitirmiş bir insana rastlayabilmek pekala mümkündür; insan olmayan insanlar pekala vardır. Yâni mevcudat içinde ancak insanoğludur ki kendi özüne mahsus benliğini teşkil eden sıfatından soyutlanabilir.

İnsanın insanlığını teşkil eden, ona insaniyet bahşeden ve insani kişilik kazandıran şahsiyet unsurları (şahsi unsurlar değil, şahsiyet unsurları) insanın maddi yapısıyla ilgili değildir; bu özellikler maddi şeyler değildir çünkü, beş duyu organıyla hissedilemez, algılanamazlar. İnsana mahsus oldukları halde, insani ve insanın yaşadığı bu alemde var oldukları halde hissedilebilir, algılanabilir şeyler değildirler. Başka bir deyişle maddi değil, manevi yapıdadırlar.

Öte yandan insanı insan kılan, ona insani şahsiyet ve fazilet kazandıran, kısacası insan olma ölçüsü olarak kabul edilen bu erdem ve değerler tabiat aracılığıyla meydana gelmezler, tabiat vergisi değildirler; esasen hiç kimsenin dahliyle meydana gelebilecek şeyler değildir bunlar, insan bunları bizzat meydana getirir kendisinde, kendisini insanileştirecek olan yine onun kendisidir. Kısacası insanın maneviyata açılan penceresi yine kendi varlığıdır; o, kendi vasıtasıyla manâ aleminden haberdar olabilir ancak.

Ehl-i Beyt-i Mutahhar'ın (a.s) sekizinci imamı Hz. Ali b. Musa er-Rıza (a.s) "Orada -öbür alemde- mevcut olan şeyler, burada -bu alemde- mevcut olanlar vasıtasıyla tanınır." buyururlar.

İnsan maneviyatı ve insaniyet ölçüsü olan; kendisinden, "insanlık değerleri" tabiriyle söz edilen şeyler pek fazladır. Ancak bütün bu değerleri bir tek değerde özetlemek mümkündür: "Dert taşımak" ya da "Dertten haberdar olmak" değeridir bu!

İnsani değerlerden söz eden her ideoloji ve okul, bu konuya değinmiştir İnsanda var olan bir dert vardır ki bütün insani ve hayvani değerlerin üstünde ve ötesindedir denmiştir. Nedir bu dert? Söz konusu insani dert nedir, hangi derttir bu?

Önceki bahislerimizde bu derdi kimilerinin "insanın bu dünyada gurbette oluşu ve yaşadığı yeryüzü hayatını yadırgayışı "olarak tespit ettiğini belirttik. Bu görüşte olanlara göre insan, dünyada yabancılık hissetmekte ve mevcut tabiat ve ilişkileri yadırgamaktadır; çünkü apayrı bir dünyadan belli bir risalet, görev ve mesajla gelmiştir o, aslında ayrı düşmüştür; bu ayrılık onda fevkalade duygular yaratmış, onun varlığında aşk, şevk ve gurbet duyguları meydana getirmiştir. Bu ayrılık derdi "aslına dönüş" duygusu doğurmuştur onda; vatana, yâni Hakka, Allah'a dönüş arzusu yaratmıştır varlığında. Cennetten kovulmuş, toprak alemine sürülmüştür; bütün arzusu, vadedilen cennetine tekrar dönebilmektir; ancak -dünyaya- gelişi boşuna ve beyhude yere değildir aslında; bir mesaj taşımaktadır o; bu mesajı iletmek ve bu risaleti tamamlamak üzere gönderilmiştir dünya yuvarlağına.

Velhasıl bu hicran ve bu ayrılık derdi sürekli rahatsız etmektedir onu.

Bu görüşe göre insanın derdi "Rabbi"dir, O'na kavuşmak, O'nun yakınlığını ve rızasını kazanmaktır; Hakk'tan uzak kalış yegane derdidir insanın, O'na dönüş özlemiyle yanıp tutuşur insan, kim olursa olsun, hangi makam ya da konumda bulunursa bulunsun istediğini elde edemediğini, gerçek sevgilisine kavuşmadığını hep hissedecektir.

İNSAN MUTLAK KEMAL PEŞİNDE

"İnsan daima sahip olamadığı şeylere taliptir" derler; kendisinde olmayan, maliki olmadığı şeylere malik olmak ister hep... Sahip olmadığı sürece ister onu; ancak sahip olduktan sonra çok geçmeden soğuyuverir o şeyden... Neden böyledir bu? Bir yaratığın bir şeyi onca istemesine rağmen onu elde ettikten sonra ondan soğuması ve artık istememesi mantıksız değil midir?

Yurt dışındaki yabancı müzelerden birini ziyarete giden birisi bu müzede bir heykel gördüğünü anlatır. Bir sedire, uzanmış güzel bir kadınla; bir ayağı sedirde diğer ayağı yerde, yüzünü sedirden çevirmiş, oradan kaçmak üzere olan yakışlıklı bir delikanlının heykelidir bu. Müzeyi gezmekte olan şahıs, heykeltıraşın bu eserle neyi anlatmaya çalıştığını kavrayamaz; alışılanın aksine, kavuşma değil bir kaçış sahnesidir çünkü bu. Müzedeki yetkililerden izah alır; heykeltıraşın bu heykeli, Eflatun'un bir görüşünden ilham alarak yaptığını, Eflatunun bu meşhur görüşünü yansıtmayı amaçladığını söylerler. Eflatuna göre insan bir şeye sahip olmadığı sürece onu ister; büyük bir aşk, hırs ve şevkle ona koşar. Ancak ona kavuştuktan, istediğini elde ettikten sonra bu hırs ve aşk bitiverir, "Kavuşma, aşkın sonudur, arzunun ölüp gömülüverdiği; bıkkınlık ve usancın dirildiği andır; kavuşma aşkın sonu, bezginliğin başlangıcıdır" der Eflatun.

Mesele ilk bakışta bir hayli ters görünmesine rağmen dikkatlice ele alındığında su sonuç çıkar ortaya:

İnsan, yaratılışı itibarıyla "sınırlı", "geçici" ve "fani" şeylere aşık olamaz; belli bir zaman ve mekanla sınırlı sevgiler insanı doyuramaz. Çünkü insan mutlak kemale, aşıktır yalnızca; bundan başka bir şeye değil. Yâni Hakka aşıktır insan, O'nun zat-ı akdesine meftundur, Allah'a vurgundur gerçekte. Allah'ı inkar eden kişi de Allah'a aşıktır. İnkar eder ama fıtratının derinliklerinde mutlak kemale aşık olduğunu bilmez. Kemalden gafildir, maşukunu yitirmiştir.

Muhyiddin Arabi'nin de dediği gibi: "Hiç bir insan yaratıcısından başkasını sevmemiştir, sevememiştir; O'ndan başkasına gönül veren bir insan dünyaya gelmiş değildir henüz; ancak, Allah-u Teala bir takım isimlerin ardında gizlidir; mesela Mecnun, Leyla'ya aşık oluğunu zanneder ama vicdanının ve fıtratının derinliklerinde olup bitenlerden habersiz oluşundandır bu."[5]

Peygamberlerin gönderiliş sebebi insanlara Allah'ın adını ve Allah'a ibadet etmeği öğretmek değildir; bu esas insanların fıtratında zaten mevcuttu. Onlar, yol göstermek, yanlış yolu doğru yoldan ayırıp insanlara doğru teşhiste yardımcı olabilmek maksadıyla gönderilmişlerdir. Ona -insana- mutlak kemale aşık olduğunu, asıl onu araması gerektiğini; onun dışında peşinde koştuğu her şeyin ancak bir aldatmacadan ibaret olduğunu hatırlatırlar. Mutlak kemalin teşhisinde yanılır insan genellikle. Mesela kimi zaman paraya tutuluverir, mutlak kemalin servet olduğunu sandığındandır bu... Kimi zaman makamı, kimi zaman da canını mutlak kemal zanneder ve dört elle sarılır bu aldatmacalara. İnsanın bütün arzusu, mutlak kemaldir aslında, onu elde etmek ve ona ulaşabilmektir ondaki bunca çırpınışın gayesi. Ancak neyin mutlak kemal olduğu hususunda yanılır insan; bu yüzden servet, makam can vb. şeylere eğilim gösterir, gerçekte bu eğilimler büyük bir yanılgının eseridirler. Peygamberler ve ilahi öncüler, insana bu yanılgıyı anlatmak ve yol göstericilikte bulunmak amacıyla gönderilmişlerdir toplumlara.

İnsana türlü heyecan ve hazlar veren asıl "insani dert" budur, "ilahi dert"tir, Rabbine kavuşma arzusu, ayrılık hasretidir. Basiretine engel olan perdeler sıyrılıverdiğinde, insan gerçek sevdiğinin ne olduğunu fark ettiğinde Ali b. Ebu Talib'de (a.s) örneğini verdiğimiz gibi bir ibadete yönelebilecek ve bütün varlığıyla O'na dönecektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de "Kalpler yalnızca Allah'ı anmakla huzur bulur, gönüller ancak ve ancak O'nu yad etmekle yatışır"[6] buyurmaktadır. İnsan, Rabbini bilerek O'na yöneldiğinde bütün bu keşmekeş ve iç huzursuzluklar da son bulacaktır elbet! Bu ayet-i kerimede insanoğlunun mal, servet, umumi refah vb. imkanlarla aradığı mutlak huzura kavuşamayacağı, kimilerinin iddia ettiği gibi mesela bütün toplumun maddi refaha kavuşması halinde insanların iç huzursuzluk ve tedirginliklerden tamamen kurtulacağı görüşünün bir yanılgıdan ibaret olduğu hatırlatılmaktadır. Kur'an, bunların hedef olarak telakki edilmesini bir hata olarak yorumlar; bunların gereksiz olduğunu söylemez, insanın elbette bir ölçüye kadar maddi ihtiyaçları vardır; ancak bunlar, insanın amacı değildir ve olmamalıdır. Yâni bunları elde etmekle kemale ermez insan, aradığı mutlak kemal ve iç huzur bunlara ulaşmak değildir.

Evet, kalpler ancak Allah'ı anmakla yatışır, gönüller ancak O'na yönelmek ve O'nu yad etmekle huzur bulur... Başkaca hiçbir şey ve durum bu huzur ve sükunu veremez insana. Meseleyi böyle yorumlayan düşünceler dışında olaya "halk" açısından bakan düşünceler de vardır. Bu görüşte olanlara göre insanın derdi "Hakk" derdi değil, "halk" derdidir; halkla oluş onun bütün iç huzursuzluklarını ve temel kaygılarını yok edecektir.

Hatta kimileri "Hakk derdi" de neymiş? derler, bu derdi yadırgarlar...

İnsan Allah'a yönelmedikçe içinde taşımaya mahkumdur bu derdi. Başka yollarla, başka yönlere yönelmekle hallolunacak bir dert değildir "insanoğlu olma derdi"... İnsanın insan oluşu bu ilahi derdi kazandırır ona; "Hakk"tan yanalığın ve O'na yönelişin hissettirdiği dertle insan "insan" olur.

ARİFLER AÇISINDAN KAMİL İNSANIN SEYRİ

Arifler bunu pek güzel ifade ederler; kamil insan oluşun merhalelerini şu dört seyirde toplarlar:

1- İnsanın kendi "ben"liğinden "Allah"a gidişi.

2- Allah'ta; Allah'la birlikte yolculuk (yâni Allah'ı tanımak)

3- Allah'tan halkullah'a; yaradandan yaradılana, ama yalnız değil, Allah'la birlikte halka doğru yolculuk (yâni Allah'ı tanıma ve Hakkı bilişten sonra bu gerçeği halka götürüş)

4- Hak'la birlikte halkın arasında oluş: Hak'la birlikte halkın arasında yapılan yolculuk (halkı da Hakka yaklaştırmak, yâni halkı kurtuluşa götürmek amacıyla halkın arasında yaşamak)

Meseleyi bundan daha sarih ve daha güzel açıklayabilmek kabil değil... İnsanoğlu Allah'tan uzak bulunduğu sürece O'na yönelmez, O'na doğru gidemez; gerisi boştur, bunun aksini kabul etmek gerçekten büyük bir hatadır.

Allah'ı andığından; O'nu kabul edip Rabbini tanıdığından kendisini Allah'a yakın hissedecek, O'nun da kendisiyle olduğunu fark edecektir. İşte o zaman - bu merhaleye varmış olan insan yaratıcısını -ve dolayısıyla yaratılış gayesini- tanımış ve idrak etmiş olmanın mesuliyetiyle halka gidecek ve Hak'la beraber ve halkla birlikte olacaktır. Böyle bir insan "rabbani"dir, "ilahi"dir, Allah'a aittir. Böylesi bir insan bir lahzacık olsun Rabbini unutmaz, O'ndan gafil olmaz, halkın arasında bulunan böyle bir insan, onları da kendisiyle birlikte -Hakka- götürür; onları kurtuluşa hidayet eder, Allah'a yaklaştırır.

İnsan bu merhaleleri kat etmedikçe ne kendi derdine çözüm bulabilir, ne de halk için bir şeyler yapabilir... İnsanın yolculuğu halktan Allah'a doğrudur derseniz oracıkta kalır, bir adım öteye gidemezsiniz. Bazı maddeci ekoller gibi "insan Allah'a yönelmeden, O'nu tanımadan insanlara yönelip onları kurtarabilir" denilirse sadece yalan söylenmiş olur; bu haliyle topluma hiçbir faydası dokunmaz insanın. Zira tarih boyunca insanları ve toplumları kurtarabilmeyi başaranlar, öncelikle kendilerini kurtarabilmiş olanlardır!!.. Hatalar ve yanılgılar içinde yüzen bir insanın topluma hiçbir şey veremeyeceği, henüz kendisini ıslah etmemiş olanın hiç kimseyi ıslah edemeyeceği aşikardır.

Sahi; insanı kurtarmak derken ne kastedilir? Neden kurtarış, hangi şey ya da şeylerden kurtuluş? Mesele, neden ya da nerelerden kurtulmasıdır onun? Tabiatın esaretinden, doğaya bağımlılıktan mı? İnsanın diğer insanların esaretinden kurtuluşu mu yoksa? Başka bir deyişle insanın hemcinslerinden bağımsızlığı anlamında bir "hür oluş" mu? İnsanın kurtuluşundan, bağımsızlık ve hürriyetinden söz ederken kastedilen şey nedir?

Doğrusu; insanın kendisinden kurutuluşudur, kendi benliğinden, nefs-i emmaresinden, kendi "sınırlılığından" kurtulmasıdır. İnsan, kendi "sınırlı benlik"inden kurtulamadıkça tabiatın esaretinden ve doğaya tam bağımlı olmaktan da kurtulamaz; böyle bir insan diğer insanların esaretinden de kurtulamayacaktır.

İÇSEL VE DIŞSAL EĞİLİMLERİN BİRLİKTELİĞİNİN GEREKLİLİĞİ

İşlemek istediğimiz konunun daha ilk merhalesindeyiz. Bu gece Ramazanın 21. gecesi; son on gecenin ilki... Ramazanın son on gecesine girildiğinde, yâni bu geceden itibaren, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) yatak -yorganını dürüp bir köşeye kaldırır, Şevval ayı girinceye dek de onlara elini sürmezdi. Yâni Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ramazanın son on gecesi asla uyumazdı; bu on gece ibadet gecesidir çünkü; Rabbiyle halvet ediş, O'na yakarış, dua ve münacat gecesidir...

Bunu zikretmemin sebebi; daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi değerlerde ifrata kaçılmaması gerektiğini hatırlatmaktır. Bazen bir değerde aşırıya kaçma yüzünden bütün diğer değerler mahvolup gitmektedir.

Evvelce de belirtmiş olduğumuz gibi, geçmişte Müslümanlar, ibadet değerine aşırı bir eğilim göstermiş, neticede diğer değerler bütünüyle unutulup gitmişti. Her şey ibadetten ibaret bir hal alır olmuştu, tek hareket ibadetti, tek olay ibadetti, tek ölçü ibadet, tek değer ibadetti... Bugün de başka bir eğilim ortaya çıkmakta yavaş-yavaş... Başka bir ifrat baş göstermede şimdi de... Bir gurup insan, İslam'ın içtimai yönüne aşırı temayül göstererek onun ilahi boyutunu giderek unutmada;[7] başka bir deyişle yeni bir yanlışlığa irtikap olunmada; diğer bir "aşırılık" gündeme gelmede.

Adamın biri merkebe binemeyince gerilemiş, var gücüyle koşup sıçramış; ama hayvanın sırtına oturacağı yerde öbür tarafa, yere düşünce şaşkınlıkla" Hay Allah !" demiş "Yine önceki gibi -yaya- kaldık!..."

Esas olan ölçülü ve dengeli olmaktır. İslami ölçü ve dengeyi kaçırdıktan sonra toplumdan uzaklaşan bir "abid"le "Allah'tan uzaklaşan bir toplumcu" arasında ne fark kalır? İslam nazarında ikisi de ifrat, ikisi de yanlıştır bunların; "İbadete eğilim gösteren, fakat halktan uzak yaşayan" birisiyle "Halka eğilim gösteren, fakat Hak'tan uzak yaşayan" birisi arasında hiçbir fark olmayacaktır:

Feth suresinin sonunda yer alan ayetlere dikkat ediniz:

"Muhammed, Allah'ın peygamberidir ve onunla beraber bulunanlar, kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler."[8]

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ashabı, onun yetiştirmiş olduğu kimseler nasıl insanlardı? Evet; inananlar, Hakk ve hakikat düşmanlarına[9] karşı böyledirler işte... Yerinden sarsmayan bir duvar gibi serttirler.

"Şüphe yok ki Allah, kendi yolunda yan yana, omuz omuza, kurşunla kenetlenip kurulmuş bir duvar gibi saf kurarak savaşanları sever..."[10]

Evet, inanan ve hakikati kabullenenlere karşı şefkatli, merhametlidirler; kendi aralarında vahdet, birlik, beraberlik ve sevgi hakimdir, haktan yana olanlara karşı yumuşak, kafirlere karşıysa sert ve çetindirler. İslami toplumun özellikleridir bunlar; yüzyıllardır unuttuğumuz hasletlerimizdir bizim...

Devamında şöyle açıklanır onların durumu:

"Onları görürsün ki rüku etmedeler, secdeye kapanmadalar Allah'tan lütuf, ihsan ve razılık dileyerek; yüzlerinde secde eserinin alametleri görünmededir."

Burada Kur'an-ı Kerim, mezkur ilahi değeri anlatır; topluma en yakın olanları, gerçekten insanları düşünenleri, bu hususta "en iyi" olanları vasfeder... Onlar Rablerinden kendilerine daima "daha iyi" ve "daha ileride" olmayı nasip etmesini isterler; bulundukları yer ve durumu yeterli bulmazlar, günden güne ilerlemek, her geçen gün Allah'a biraz daha yakın olmak ve O'nun rızasını daha fazla kazanabilmek arzusundadırlar. İbadetin en ileri derecesi, en yüce çeşididir bu; bütün ibadetleri Allah rızasına nail olabilmek içindir yalnızca; yegane amaçları O, yegane endişeleri O'dur..."onların bu vasıfları Tevrat'ta da vardır; ve onlara ait bu vasıflar İncil'de de var.

Allah-u Teala daha sonra İslami toplumu örneklendiriyor:

"Adeta ekilmiş bir taneye benzer ki filiz vermiştir, derken filizi kuvvetlenmiştir, derken kalınlaşmıştır da dümdüz boy vermiştir, gövdelerine dayanıp yücelmiştir; ekincileri şaşırtır, sevindirir..."[11]

Ayet-i kerimede İslami toplum bir filize benzetilmektedir; yeşeren ve gelişen bir filizdir bu; bir tohumken yeşermiş ve böylesine gelişmiştir; bütün ekincileri hayrette bırakan bir gelişmeyle hem de!

Kur'an-ı Kerim, bu iki eğilimi bir arada ve İslami toplumdaki insanları pek güzel bir ifadeyle beyan eder:

"Tövbe edenler, ibadette bulunanlar, hamdedenler, oruç tutanlar, -savaşmak veya bilgi elde etmek için- yurttan yurda gezenler, rüku edenler, secdeye kapananlar, iyiliği emredenler, kötülüğü nehyedenler ve Allah sınırlarını koruyanlar... İşte bu inanmış kişileri de müjdele."[12]

Görüldüğü gibi ayet-i kerimede, inananların ilahi boyutları zikredilmektedir; onlar: Tövbe edenler, istiğfarda bulunanlar, ibadet edenler, oruç tutanlar, rükua ve secdeye varanlar ve toplumu ıslah edenler olan "iyiliği emredip, kötülüğü nehyedenler"dirler. Keza:

"Onlar sabredenler, doğru sözlü olanlar, alçak gönüllü olup -Allah'a- itaat edenler, cömert olup -mallarını yoksullara ve Allah yolunda- harcayanlar ve seher çağlarında suçlarının bağışlanmasını dileyenlerdir."[13]

Evet, ayet-i kerimede inananların belirgin vasıfları böylece sarih bir ifadeyle açıklanmaktadır. Burada şu noktayı da hemen hatırlatalım ki Kur'an-ı Kerim'de "sabır" kelimesi daima "dayanma ve yılmaksızın mukavemet gösterme" anlamında geçer, özellikle savaş meydanlarında sabır ve mukavemet zikredilir; ayet-i kerimenin sonunda ise "seher çağlarında Allah'ı anma ve O'ndan mağfirette ve bağışlanmada bulunma" vasfından söz edilir.

İslam'da bu eğilimlerin birbirinden tefkiki mümkün değildir; inanan, bütün bunları bir arada kabul etmek ve kendisinde bulundurmak durumundadır. Bu temayüllerden birini hafife alan, diğerlerini de hafife almış olacaktır.

Hz. Mehdi (Allah zuhurunu çabuklaştırsın) hazretlerinin ashabını anlatan pek çok hadis-i şerifte "Geceleri bir rahip, gündüzleri bir aslan kesilir onlar" buyrulur.[14]

İSLAM TARİHİNDEN BİR ÖRNEK

 Hz. Mehdi'nin (a.f) ashabı hakkında böyle buyrulduğuna göre Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ashabının nasıl insanlar olduklarını kestirebilmek güç olmasa gerek.

Usul-ü Kafi'de geçen ve Mevlana'nın da Mesnevisinde şiire döktüğü meşhur bir hadis vardır ki Sünni ve Şii muhaddislerce sıhhatinde muvafakat edilmiştir. Rivayete göre Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bir gün Ashab-ı Suffe'nin ziyaretine giderler Hz. Resulullah (s.a.a) mescidin avlusunda yaşadıkları için kendilerine bu adın verildiği mezkur yoksulları sık-sık ziyaret ederdi.[15]. Sabahın alaca karanlığıdır, gözü bu ashap arasında bir gence takılır; fevkalade bir haleti vardır bu gencin. Onun durumu Hz. Resulullah'ın (s.a.a) dikkatini celbeder; gözleri çukura inmiş, rengi sararmıştır; normalin dışında bir görünüşü vardır bu gencin. Hz. Resulullah (s.a.a) "Bu geceyi nasıl sabahladın?"[16] diye sorar gence, delikanlı cevap verir: "Yakin bulmuş olarak sabahladım ya Resulullah!" Bu; "sizin beyan buyurduğunuz, insanlarca ancak sizin ağzınızdan duyulabilen gerçekleri ben basiretle gördüm" manâsına geliyordu. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) onun ağzından biraz daha laf alabilmek için "Her şeyin bir alameti vardır" buyurdular, "Sen de yakin ehli olduğunu iddia ettiğine göre yakininin alameti nedir, söyler misin? Delikanlı "Alameti odur ki" dedi, "Geceleri uykusuz, gündüzleri susuz bırakır beni." Bunun anlamı şuydu: Gecelerimi ibadetle geçirip gündüzleri oruç tutmuş olmam, yakinimin delilidir. Bu yakin, geceleri yastığa baş koyup uyumama engel olmakta, bir gün olsun gündüzün iftar etmekten beni alıkoymakta... Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) "Bu yetmez" buyurdular, "Yakin etmiş olduğuna dair daha fazla delil göstermeni isterim." Genç adam "Ya Resulullah" dedi, "Bu dünyada yaşadığım halde öbür dünyada olup bitenleri görür gibiyim ben; oradan gelen sesler kulağıma çalınmada adeta...[17] Cennet ve cehennem ehlinin seslerini duyuyorum. Eğer izin verecek olsanız ashabınızı da teker-teker söylerim size; hangisi cennetlik, hangisi cehennemlik, anlatırım..." Söz buraya gelince Hz. Resul-i Ekrem "Sus" buyurdular, "Bu kadarı kafi..."[18] Daha sonra "Delikanlı" buyurdular, "Arzun nedir?" Genç adam "Şehadet ya Resulullah! ...Allah yolunda şehit olmaktır arzum." diye cevap verdi...

Evet... Gecesi ve gündüzü böyle bir gencin arzusu şehadet... İslam'a iman eden insan budur işte; mü'min budur; İslam'ın insanı budur. Her iki derde de sahiptir, ancak; ikinci derdi, birinci derdinden neşet bulmuştur onun; taşıdığı ilahi dert bu ikinci derdi meydana getirmiştir. Kur'an-ı Kerim "Ey inananlar, sabır ve namazdan yardım alın; şüphesiz ki Allah, sabredenlerledir..."[19] buyurur. Daha sonraki ayet oruçla ilgili olarak da sabır ve yardımdan söz eder... Oruç nasıl yardım edebilir bize? Allah'a ibadetten, O'na tapınma ve O'na yönelişten nasıl bir yardım almamız söz konusudur?...

Toplumda gerçek ve güçlü bir Müslüman olmayı dileyen, hakiki bir mücahit olmayı arzu eden birisi her şeyden önce tam bir ihlasla namaz kılmalıdır, namazını hakkıyla eda etmelidir...[20]

Kimileri namazı küçümserler, "Namaz da neyin nesi oluyor yâni?" derler, "İbadet vb. şeyler kocakarılara düşer; insan sosyal olmalıdır, aydın olmalıdır biraz..." derler... Hayır... Aydınlık bu değildir asla...

Hattaboğlu Ömer de kendi döneminde "Hayye ala hayr-il amel" (haydin, hayırlı amele -namaz- koşun) ibaresini ezandan kaldırırken böyle bir aydınlık fikirlikle düşünmüştü. Fakat büyük bir hataydı bu... Bilindiği üzere onun dönemi fütühat dönemiydi, üst üste fetihlerin yapıldığı, cihad ve mücahede ile iç içe olunan bir dönemdi... Müslüman savaşçılar akın-akın cepheye gidiyor; küfre ve şirke karşı savaşıyorlardı... Sayıları az olduğu halde büyük orduları dize getirmiş, yenilgiye uğratmışlardı. İslam orduları sayıca toplum 50-60 bin civarında oldukları halde her biri yüz binlerce askerden müteşekkil ordulara sahip olan iki büyük imparatorluğa karşı savaşmada ve onları bozguna uğratmadaydılar. Rum ve İran imparatorlukları yüz binlerce savaşçıyla Müslümanlara saldırdıklarında İslam askerleri sayıca yüz bini bulmadıkları halde her iki cephede de onları bozguna uğratmış ve savaştan muzaffer olarak çıkabilmişlerdir. Cihadın yerli yerince anlaşıldığı ve tam manasıyla Müslümanların hayatının bir parçası olduğu bir dönemdi bu, İslam'ın nice mücahitler, nice savaşçılar yetiştirebileceği gözler önüne serilmişti artık.

Böyle bir dönemde halife "hayye ala hayr-il amel" ibaresinin ezandan kaldırılmasını önermekte... Neden? Nedeni şudur: Müezzin ezan okuduğunda tekbir ve ardından şahadetleri getirdikten sonra "hayye ale's-salat" (namaza koşun ve "hayye ale'l felah" (felaha, kurtuluşa koşun, namaz kurtuluştur) demekte ve bu ibareler hiçbir sakıncaya yol açmamaktadır. Ancak bu ibarelerden sonra söylenen "hayye ala hayr-il amel" (namaz en hayırlı ameldir; en hayırlı amel olan namaza koşun) ibaresi sakınca yaratmakta; zira bu cümle cihada giden mücahitlerin moralini bozmaktadır. İstidlal şudur: Bu cümleyi duyan mücahit, ister istemez duraklamakta ve kendi kendisine "Namaza mı yönelmeli, yoksa cihada mı? "diye sormaktadır. Çünkü müezzin "Namaz en hayırlı ameldir, en hayırlı amel olan namaza koşun !" diye haykırmaktadır ona. Bunu duyan mücahit elbette amellerin en hayırlısına -madem ki bu namazdır, o halde namaza- koşacak ve savaş meydanına gidip cihad etmektense Medine'de; Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kabr-i mutahharı civarında kalıp mescidde namaz kılmayı ve amellerin en hayırlısını işlemeyi tercih edecektir... Varsın diğerleri cihad ede dursun; ölsün, öldürsün, yaralansın, güzü kör olsun, kolu- bacağı kesilsin, karnı deşilsin... ben buracıkta kalır, günde bir kaç rekat namaz kılar ve onlardan daha hayırlı bir amel işlemiş olurum!... Üstelik çoluk çocuğum da yanı başımda bulunmuş olur! düşüncesiyle hareket edecek ve cihattan vazgeçecektir... Hayır, bu apaçık yanlış düşüncelere yol açmakta; öyleyse "hayye ala hayr-il amel" ibaresini ezan-ı Muhammedi'den kaldırmalı ve onun yerine "esselat-u hayrun min'en nevm!" (namaz, uykudan daha hayırlıdır) ibaresini koymalıdır. Zira "En hayırlı amel olan namaza koşun!" cümlesi, mücahitleri cihattan caydırmakta, savaştan soğutmakta ve namazın cihada tercih edilmesine yol açmaktadır!...[21]

Halbuki sayıları yüz bini aşmayan İslam savaşçıları, kendilerinden kat-kat üstün ordulara sahip olan her iki imparatorluğu da yenilgiye uğratabiliyorduysa bunun bir nedeni vardı... Sahi, sayıca az oldukları halde Müslümanların zafer kazanmalarının, fetihten fetihe koşmalarının sebebi neydi?

Neye dayanıyordu bu fetihler?

Silah üstünlüğüne mi?

Arap silahları Romalılar ve İranlıların silahlarından daha etkin ve daha üstün müydü?

Hayır.

İranlılar ve Romalılar, devrin en ileri medeniyetine sahip iki büyük imparatorluğu teşkil ediyorlardı; savaş teçhizatı bakımından en ileri teknik ve en iyi silahlara sahiptiler. Romalılar ve İranlıların kullandıkları silahlar karşısında Arap kılıcı köhne bir demir parçası olarak telakki edilmedeydi...

Arap ırkı, Pers ve Roma ırkından daha güçlü ve daha kuvvetli miydi yoksa?

Hayır!...

İslam'dan önce Araplar müteaddit kere her iki imparatorluğa yenik düşmüşlerdi; mesela Sasani imparatorlarından Şahpur Zulektaf Arapları şiddetli bir bozguna uğratmış, savaşçıları zincirlere bağlayıp esir etmişti. Arabın fevkalade bir gücü söz konusu değildir. Pers ve Roma imparatorlukları karşısında siliktiler daima...

O halde nasıl oldu da Araplar hem İran, hem Roma imparatorluğunu yenilgiye uğrattılar? Hangi güçle başardılar bunu?..

Elbette ki iman gücüyle... "Haydin, hayırlı amele koşun" ibaresinin kazandırdığı güçtür ki Müslüman Arapları muzaffer kılmış, düşman ordularını dize getirmiştir.

Namazın gücüdür bu... Allah Teala'ya dayanış, O'na güveniş ve Kur'an'ın tabiriyle; gece vakti namaza durduğunda, ellerini açıp duaya koyulduğunda, Rabbinden medet umduğunda güç kazanır Müslüman! B güç moral verir ona, ruhunu kavi eder. Roma ve İran imparatorluklarını alt eden bu moral ve bu ruhi üstünlüktü işte...

Arap, nereden almaktaydı bu morali?

İmanından...

Namaz nedir peki?

İmanı tazelemek değil midir? Namaz kılan kişi imanını tazelemektedir. Allah-u Ekber diyen kişi tekbir getirdikçe korkusuzlaşmakta ve "Allah'tan büyük yoktur" demektedir."Allah büyüktür", "O, en büyüktür" dedikçe O'nun dışındaki her şey gözünde küçülmekte, naçiz oluvermektedir... Bir tek tekbir; bütün zahiri görkem şaşaa ve heybetleri silip götürmeye yetmektedir. Tekbir getirildiğinde O'ndan başka her şey ve herkes bir "hiç" oluverir... Mü'min, yüz binlerce düşman askerini karşısında görünce "La havle ve la kuvvete illa billah-il aliyyil azim" ve "Allah-u Ekber"le korkusuzca dikiliverir orduların karşısına... "Allah büyüktür... Allah'a dayanın, Allah'a güvenin; O'ndan yardım dileyip O'ndan güç alın"...Mücahide bu gücü veren onun namazıdır işte... "Hayye ala hayr-il amel" (En hayırlı amel olan namaza koşun) cümlesinin mücahit bir insanı cihattan alıkoyacağını, cihadı bırakarak evinde oturup namaz kılmayı tercih etmesine sebep olacağını sanmak büyük bir hata, büyük bir yanılgıdır. Böyle bir zanna kapılan kişi, cihadın kendisine farz olduğu kimsenin mutlaka cepheye gitmesi ve savaşa katılması gerektiğini; bu durumda namaz için Medine camiinde kalmanın o kimseye haram olduğunu bilmektedir. Namazın kabulünün şartı cihad; cihadın kabulünün şartı da namazdır; bunları yekdiğerinden ayrı mütalaa etmek, böyle bir zanna kapılmak çok büyük bir hatadır. Cihatsız namaz batıldır; namaz eksi cihad denklemi sıfıra eşittir; cihadı olmayan bir namaz "hayr-ul amel" olamayacağı gibi, "şerr-ul amel"dir de aynı zamanda!... Namaz bu değildir! Kişiyi cihattan alıkoyan şey namaz olamaz, İslam'ın namazı değildir bu; eğer böyle birisi varsa ona İslam'da namazın ne olduğunu açıklayıp öğretmek gerekir. Müslüman'a namazın en hayırlı amel olduğunu öğreten ve hatırlatan ibareyi kaldırmak değil; namazı doğru tebliğ edebilmektir doğru olan. İslam'ın buyurduğu namaz, kişiyi cihattan alıkoyup camilerde inzivaya çeken namaz değildir; İslam'ın namazı, amellerin en hayırlısıdır, "hayr-ul amel"dir,

Namazın, Müslümanı cihattan alıkoyacağını zanneden kişi, bu yanlış düşünceyi silip atmalıdır aklından. Şunu bilmelidir ki İslam mantığında ve İslam nizamında değerlerin değeri ibadettir; evet ibadettir ama söz konusu edilen şey "İslami ibadettir ancak; şartları vardır, en sarih ve en gerekli şartı da "Kur'ani" olmasıdır, yâni Kur'an'ın ölçülerine mutabık kalmasıdır. Bu ölçüyse Kur'an'da açıkça belirtilmiştir. Kur'an; namazın ancak etkisini gösterebildiği zaman namaz olabileceğini söyler. Namazın etkisi nedir:

"Namaz insanları kötülükten alıkoyar..."[22]

Evet, namazın en belirgin vasfı, insanı kötü ve yanlış şeylerden alıkoyucu olmasıdır. Kişi eğer namaz kılıyor, fakat buna rağmen yine de kötü ve çirkin şeyler yapıyorsa bu, namazın etkisizliğinden değil, "onun kıldığı namazın namaz olmayışından"dır. Böyle birisi hatayı kendisinde aramalı ve her şeyden önce nasıl ve niçin namaz kıldığını yeniden gözden geçirerek namazını düzeltmelidir.

Namaz...

Namaz, insanı bütün insani ve İslami değerlere ulaştırabilir... Yeter ki doğru kılınsın; hakkıyla eda edilmiş olsun.

Ebu Talib oğlu Ali'den öğrenilecek çok şey var gerçekten. İslami değerleri bütünüyle görebilmek mümkündür onda. Onun Nehc-ül Belağa'sının her sayfasında ayrı bir insan bulursunuz karşınızda; çeşitli İslami boyutların hepsini taşımaktadır o zira.

Her yerde ayrı bir kişiliktir o, çünkü bütün İslami değerleri bir arada kendisinde toplamış bir bütündür onun kişiliği.

Bir yerde, bir bakarsınız tepeden tırnağa kahramanlık mantığı kesilmiş... Bütün hayatını askeri meşgalelerle geçirmiş, tepeden tırnağa savaş tecrübeleriyle donanmış mükemmel bir askeri mantığa sahip biri vardır karşınızda adeta... Başka bir yerde ise başka bir insan, apayrı bir kişilikle karşınıza dikilir; bu da Ali'dir (a.s); fakat bu defa bütün varlığıyla kendisini ibadete adamış, ilahi aşktan başka bir şey düşünmeyen bir arif oluvermiştir her şeyiyle!...

HZ. ALİ'NİN (A.S) MERTLİĞİ VE MÜRÜVVETİ

Nehc-ül Belağa, onun bu çok yönlü kişiliğini yansıtan konuşmalarla doludur. Ancak biz konumuzun sınırlarında kalmak durumunda olduğumuzdan İslami mantık ve bu mantıktaki çok yönlü kişiliğe örnek olması için bu konuşmalardan sadece birini vermekle yetiniyoruz burada:

Sıffin savaşında -savaş fiilen başlamadan önce- Hz. Ali (a.s) ile Muaviye orduları arasındaki ilk çarpışma Fırat kıyılarında olmuştur. Taraflar savaşa girişmeden önce öncü kuvvetler gönderilmişti; Muaviye, komutanları ve danışmanlarının da fikir birliğiyle Fırat kıyılarını işgal etmişti. Böylece Hz. Ali'nin (a.s) ordusunun su yolunu keserek onları hayati bir ihtiyaçtan mahrum bıraktıklarını; neticede susuz olarak savaşı sürdürmeyecekleri için de geriye dönüp yenilgiyi kabul edeceklerini hesaplamışlardı...[23]

Ali (a.s) savaşa girişmeden önce taraflar arasında müzakerelerde bulunulmasının faydalı olduğunu söyleyerek meseleyi kan dökmeden, görüşme yoluyla hayırlı bir sonuca bağlamayı teklif etti. Görüşme ve müzakereyle hallolunabilecek bir meseleyi savaş ateşine sürüklemenin; arada Müslüman kanı dökülmesine sebebiyet vermenin vebali olacağı inancındaydı. Bu cihetle Muaviye ordularının Fırat kıyılarını işgal ettiklerini haber aldığında Muaviye'ye bir haberci gönderip "Henüz biz karşı karşıya gelmeden, bir mahalde karşılaşıp görüşmeden siz su yolunu bize kapadınız!" dedi -bu da Muaviye'nin savaş kışkırtıcılığında bulunduğunu gösteriyordu-.

Hz. Ali'nin mesajını alan Muaviye savaş erkanını toplantıya çağırarak kendileriyle görüşüp danıştı, fikirlerini aldı "Mesele budur, Ali suyu bırakmayı istiyor ne dersiniz?" dedi. Toplantıda bulunanlar muhtelif görüşlerdeydiler; kimi serbest bırakılmasından, kimi de aksinden yanaydı. Amr b. As, birinci grubun görüşüne katılmıştı "Suyu bırakın" dedi "Çünkü bırakmazsanız zorla alacaklar; o zaman da el aleme rezil olacağız..."Fakat ötekiler buna karşı çıktılar, suyu bırakmanın büyük hata olacağını, Ali ordularının bu kıyıları, ele geçiremeyeceğini öne sürüyorlardı. Sonunda ikinci grubun görüşü benimsendi ve Fırat suyunun Ali (a.s) ordularına kapatılması kararlaştırıldı. Ali (a.s) haberi aldığında karşı tarafın savaşı körüklemeye, kan dökmeye azmettiğini sezdi, işi ancak kılıç halledecektir. Savaşı Ali'ye (a.s) tahmil etmişlerdi, savaşmaya zorluyorlardı onu. Başka çare kalmadığını gören İmam (a.s), ordunun karşısına geçip bir konuşma yaptı; baştan sona yiğitlik terennüm eden; binlerce kös, binlerce savaş marşından daha etkin olan bir hitabeydi bu:

"Askerler! Muaviye bir bölük azgını etrafına toplamış ve size karşı çıkmış durumda! Fırat'ın suyunu kapatmışlar size; kıyıları tutmuşlar, sizi sudan mahrum bırakmaya niyetlenmişler!...

Ne yapmalı dersiniz?

İki yol var karşımızda şimdi: Ya alçakça yaşamak, yada vuruşarak şerefle ölmek!

Dostlar! Su mu istiyorsunuz? Doyasıya, kana-kana Fırat'ın suyundan susuzluğunuzu gidermek mi istiyorsunuz?...

Pekala... O halde evvela şu alçakların kanına susayan kılıçlarınızı sulayın...

Su istiyorsanız, kılıçlarınızı, size su yolunu kapatan bu sapkınların kanıyla bir güzel yıkayın önce... Sonra dilediğiniz suya kavuşacaksınızdır! Susuzluğumuzu mertçe vuruşarak giderebiliriz ancak; başka yolu yok bunun!..."

Ardından, bütün orduyu coşturan, damarlarına, iliklerine değin yiğitçe bir heyecan ve feveranla kasıp kavuran bir cümle söyledi; bu cümle hayat ve ölümün , Hz. Ali'ye (a.s) göre askeri yorumuydu:

"Dostlarım! Hayat nedir sizce?!

Yeryüzünde yürümek, adım atıp hareket etmek, yiyip içmek ve yatıp uyumak mıdır hayat?

Ya ölüm... Ölüm nedir sizce?!

Toprağın altına gidivermek mi?..

Hayır!

Elbette ki hayır!

Hayat ve ölüm, bunlar değildir asla!

Hayat; ölerek de olsa muzaffer olmaktır!

Ölümse, yenilgi ve esaretle yaşamaktır!

Kahrolarak, alçalarak yaşamadır ölüm kahrederek, yiğitçe yücelerek ölmekse hayattır![24]

Evet... Ali'nin konuşmasıdır bu... Bir yiğitlik destanı, bir kahramanlık deyimidir sanki...

Yüz binlerce savaş marşından daha etkin bir cümledir bu...

"Ölüm, esareti kabullenip kahrolarak alçakça yaşamakta,

Hayat; kahrederek, yiğitçe vuruşarak yücelip şerefle ölmektedir!.."

Bu inançla savaşa giren elbette zafer kazanacaktır...

Nitekim Ali (a.s) orduları çok kısa süren bir çarpışmadan sonra Fırat kıyılarını ele geçirdiler, Muaviye ve ordusu susuz kalıvermişti şimdi!...

Muaviye, kendilerine biraz su verilmesini rica eden bir mektup gönderdi Hz. Ali'ye (a.s). Hz. Ali'nin (a.s) adamları bunu kabul edemeyeceklerini söylediler, gönderilen habercilere, "Su yolunu ilkin siz kestiniz, size su vermeyiz dediniz; şimdi nasıl su istersiniz bizden?" dediler.

Fakat Hz. Ali (a.s) onları yatıştırdı, bunun doğru olmadığını söyleyerek "Onların yaptığı hataydı, bizim böyle bir hataya, böyle bir alçaklığa tevessül etmemiz düşünülemez, mertlik değildir bu... Ben düşmanımla savaş meydanında vuruşur, zaferi savaş meydanında ararım. Bu gibi baskılara tenezzül etmek ne bizim ne de izzet ve keramet sahibi başka bir Müslüman'ın şanına yakışmaz dedi ve gönderilen habercilere diledikleri kadar su alabileceklerini söyledi!...

Mertlik ve mürüvvet denilen şey budur işte!...

Mertlik, cesaretten çok daha üstün bir vasıftır.

Mevlana Celaleddin-i Rumi, Hz. Ali'ye hitaben şöyle der Mesnevi'de:

"Der şecâat şir-i rabbanisti

Der muruvvet-i hod ki daned kisti"[25]

Evet, Hz. Ali'yi (a.s) böyle tavsif eder Mevlana:

"Cesarette Allah'ın aslanısın

Mertlikteyse ancak sen bilirsin kendini..."

Cesaret ve şecaatle rabbani aslansın sen, Allah'ın aslanısın. Mertliğiniyse anlatabilmek mümkün değil, dile sığmaz, kelimelerle anlatılmaz mürüvvetin...

Ali'nin binlerce boyutundan biridir bu yalnızca...

HZ. ALİ'NİN (A.S) MÜNACATI

Kimi zaman da sosyal faaliyetlerden fırsat bulduğunda Rabbiyle baş başa kalır, uzlet eder; tarifi imkansız bir aşk ve şevkle raz-u niyaz eder, Rabbine ibadete koyulur. Nehc-ül Belağa'da bu kişiliğine rastlayabilirisiniz onun.[26]

"Allah'ım! Senin evliyaların için yakınların en yakını, dostların en iyisisin sen. Senden daha yakın yok bana, senden daha yakınını görmedim kendime. Allah'ım! Yalnızım ben, dostum ve yakınım yok senden başka... Ancak seninle hissetmedeyim ben. Allah'ım! Sana güvenenler için herkesten daha güvenilirsin sen; çağırana ilk koşan, daima hazır olansın sen. Allah'ım ! Sen, dostlarının, seni seven aşıklarının kalplerinde yatanı bilirsin; batınlarından haberdarsın; içyüzlerini görür, bilirsin onların... İrfan ve basiretlerinin derecesinden tamamıyla haberdarsındır; kim ne kadar arif, kim ne kadar basiretlidir en iyi sen bilirsin. Sırları senin indinde açık, gizlilikleri senin nezdinde aşikardır; gönülleri sana doğru kanatlanmadadır onların..."[27]

Burada bütün Müslümanlara "Kumeyl Duası"nı ısrarla okumalarını tavsiye ederim. Ali'nin (a.s) duasıdır bu, Kumeyl'e o öğretmiştir bu duayı. İrfani açıdan fevkalade mükemmel bir duadır bu, irfanın doruğuna ulaşılmıştır bu duada. Bu duayı baştan sona okuyan bir kişi onda ne dünyayı bulacaktır ne ahireti (ahiret derken cennet ve cehennemi kastediyorum.) O halde nasıl bir duadır bu; ne vardır onda dünya ve ahiret yoksa eğer?!

Bu duada dünya ve ahiretin ötesi, çok-çok ötesi bir şey vardır.

Kumeyl duasında yalnız ve yalnız "Allah"vardır. Bu muazzam dua, baştan sona Allah'ı anış ve sırf O'na yöneliştir. İhlasla dolup taşan bir kulun, O'nun azamet ve celali karşısında coşa gelip taşmasıdır; ihlasla dolup taşan bir kulun Rabbiyle irtibatıdır.

Kumeyl duasında gerçek ibadeti ve Ali'nin (a.s) Rabbine karşı kulluğunun ihlasını ve bu kulluğun fevkalade mahiyetini sergiler Kumeyl duası.

İmam Zeynelabidin (a.s) Ramazan sabahları duasında, Ebu Hamza Sumali duasında Rabbine nasıl münacat eder, nasıl yakarır ona ? Bunu, mezkur duayı tam bir ihlasla okurken hissedebilir insan ancak...

Dua...

Müslümanlığımızın ilk adımıdır bu. Dinimizde ileri atacağımız ilk adım Rabbimize yönelik, O'na yakın olmaya çalışmaktır, O'nun yakınlığını kazandıktan, tam bir ihlasla O'na yöneldikten sonradır ki ferdi, içtimai vb. mesuliyetlerimizin farkına varırız ve bu mesuliyetleri hakkıyla ifa edebilmemiz bu durumda mümkün olacaktır.

Tek yönlü eğilimlerimizden bir an önce uzaklaşmamız zaruridir. İslam ümmeti bu tek yönlü ve tek boyutlu eğilimlerin müptelası olmuştur her zaman. Bu "tek yönlülük" ve "tek boyutluluk" doğuran eğilimlerin başka çeşitlerine duçar olmamak ve aynı hatayı yeniden, ama başka şekliyle tekrarlamamak için duanın değerini çok iyi bilmemiz ve duaya gereken önemi vererek bu aslı hafife almamamız gerekmektedir.

Çok önemli bir noktadır bu...

İmam Cafer Sadık (a.s) hazretleri vefatlarından çok kısa bir süre önce, ölüm döşeğinde yattıkları bir sırada bütün yakınlarını yanına çağırır. Herkes gelir, imamın emri üzere o odada toplanırlar. İmam, son defa gözlerini açıp onlara bakar ve son nefesini vermeden önce son nasihatını, inananlara ilk tavsiyesi olan buyruğunu hatırlatır:

"Namazı küçümseyenler, bizim şefaatimize nail olamayacaklardır!..."[28]

Hz. Ali'nin (a.s) ömrünün en ilginç ve şaşırtıcı kesiti, hayatının son 45 saatidir. Onun hayatını muhtelif safhalarda mütalaa etmek mümkündür. Doğumundan Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bisetine kadar geçen yıllar onun hayatının ilk devresini teşkil eder. İkinci devre, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bisetinde hicrete kadar ki dönem; hicretten Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vefatına kadar geçen süreyse onun hayatının üçüncü dönemine başlangıç teşkil eder, ki bu dönem onun hayatının yine en ilginç ve apayrı hadiselerle dolu dönemidir. Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) vefatlarından kendi hilafetinin başlangıcına kadar geçen 25 yıllık bir süre de vardır ki kendine has özellikler taşır. Dört buçuk yıl süren hilafet dönemiyse Hz. Ali'nin (a.s) hayatının bir başka safhasıdır. Ömrünün son safhası, yaralanışından şahadetine kadar geçen 48 saatten az bir süredir ki onun hayatının en hayret verici dönemidir bu.

Hz. Ali'nin (a.s) kamil insan olduğu, bu son safhada daha belirgin bir şekilde müşahede edilmektedir. Ömrünün son lahzalarını yaşamaktadır artık, ölüm kapıyı çalmaktadır. Kamil insanı tanımanın en sarih ölçülerinden biri de, ölümle yüz yüze geldiğinde nasıl bir tepki gösterdiğine bakmaktır. Yâni insanın ölümü karşılama şekli, onun insanlığının bir ölçüsüdür ve bulduğu son şeklin açık bir ifadesidir. O halde "Hz. Ali (a.s) ölümü nasıl karşıladı?" sorusu onu daha iyi tanımamıza yardımcı olacaktır:

Ölümüne sebep olacak olan kılıç darbesi başına indiği an iki cümle söyler Ali (a.s):

1- Katilin yakalanmasını ister.

2- "Andolsun Kabe'nin Rabbine, kurtuldum, şahadete nail oldum." der. Şehadet, kurtuluştur onun nazarında...

Hz. Ali (a.s) ağır bir yara almıştı. Onu evine taşıdılar, yatağa yatırdılar, Kufe'de yaşayan, devrin tanınmış doktorlarından olan Useyd b. Amr adlı tabibi imamın başucuna getirdiler. Tabip kısa bir muayeneden sonra ümit kalmadığını anladı...[29]

Genelde tedavinin mümkün olmadığı hastaya söylenmez. Ancak Ali'nin öyle birisi olmadığını bildiğinden "Ey mü'minlerin emiri" dedi, "Eğer vasiyetiniz varsa vasiyetinizi yapın artık..."

Bu sırada Hz. Ali'nin (a.s) küçük kızı Ümm-ü Gülsüm babasını yaralayanın -ezelden ebede dek lanet olsun ona- yanına gider ve ona serzenişte bulunur, "Babam sana ne yaptı ki ona bu kötülüğü reva gördün?" der ve ekler: "Umarım babam iyileşir de sen ettiğinden utana kalırsın hep..." Bunun üzerine katil İbn-i Mülcem, küçücük yavrucağın bu umudunu da boşa çıkarmaya çalışarak "Boş yere ümitlenme"der, "Ben o kılıcı bin dirheme (ya da dinar) aldım, bin dirhem de (ya da dinar) verip en kuvvetli zehirle bilettim... Bu zehir, değil babanın başına, bütün Küfe halkının başına bir anda indirilecek olsa, hepsini öldürebilecek güçtedir. O halde boşuna ümitlenme, bu durumda kurtulması imkansız artık onun..."

Hz. Ali'nin (a.s) insanı hayrette bırakan diğer bir davranışı da kendi katiline karşı tutumudur... O durumda yemek yiyemeyeceği için kendisine biraz süt getirirler. Sütü gördüğünde katilini hatırlar ve "Bana verdiğiniz yiyeceklerden ona da verin." der. Vasiyetini yaparken, ona iyi davranmalarını, aşırıya kaçmamalarını öğütler "Ey Abd'ul Muttaliboğulları!" der. "Ben öldükten sonra halka Emir-ül Mü'minin şöyle oldu, onun katlinde filancanın parmağı vardı deyip şunu bunu suçlamayın sakın... Beni öldüren ancak bir kişidir."

Sonra İmam Hasan'a (a.s) dönüp, "Oğulcağızım" der, "O bana bir kılıç darbesi vurmuştur sadece; iki ya da daha fazla değil, yalnızca bir darbe..."[30] Benden sonra bu iş senin elinde; dilersen onu serbest bırakır, dilersen kısas edersin... Ancak kısas edecek olursan şunu unutma ki o bana yalnızca bir kılıç darbesi vurmuştur, çok değil; sen de ancak bir darbe vurabilirsin ona; ölürse ölür; ölmezse kalır, kurtulur.

Bunları söyledikten sonra yine tutuklunun -İbn-i Mülcem- halini sorar "Yemeğini verin; aç ve susuz bırakmayın sakın" der. Kendisine bir şey getirdiğinde "Ona da verdiniz mi bundan? diye sorar ve "Bana getirdiklerinizden ona da verin mutlaka." buyurur...

Evet... Ali'dir (a.s) bu... Düşmanına, katiline karşı tavrı ve tutumu böyledir onun... Ne de güzel demiş Mevlana:

"Cesarette Allah'ın aslanısın sen, Mertlikte, kendinden başka kim bilebilir kim olduğunu?"

Onun mertlik ve insanlığına verilebilecek binlerce örnekten biridir bu yalnızca...

Ölüm döşeğinde yatmaktadır... Her dakika durumu daha kötüleşmekte, vücuduna yayılan o korkunç zehir her lahza etkisini daha çok göstermektedir. Olayı duyan koşmuş; dostları başucunda, kapı eşiğinde beklemeye koyulmuştur. Bütün şehir mateme bürünmüş durumdadır, herkes mahzun, herkes üzgündür; her yerden ağlama sesleri çalınmadadır kulağa... Fakat bu sırada başucunda bekleşmekte olanlar İmamın (a.s) huzur ve mutlulukla tebessüm etmekte olduğunu görürler; o mutebessim haliyle "Andolsun Allah'a; başıma gelen bu iş hiç de tatsız gelmiyor bana" der, "Bu şahadetin ta kendisidir işte; Allah yolunda şehit olmaksa en büyük arzumdu her zaman... Hele ibadet sırasında şehit olmak... Bundan daha güzel ne olabilir?"[31]

Bunları söyledikten sonra Arapça'da meşhur olan bir deyim kullanır: Bilindiği üzere o zamanlar Araplar çölde, çok zor şartlar altında yaşarlardı. En büyük problemleri suydu; bu yüzden sulak ve yeşillik bölgelerde çadır kurarlar, sular çekilip otlar kuruyunca başka bir saha ararlardı. Ancak, gündüzleri çöl sıcağı dayanılmaz şiddette olduğundan bu arayış havanın biraz da olsa serinlediği akşam karanlığından sonra başlar ve su bulununcaya kadar bütün gece sürerdi. Bu cihetle, o günün Araplarınca sık kullanılan ve manası pek iyi anlaşılan bu deyimi kullanır ve "Dostlarım" der"Gecenin karanlığında su arayan birisi ansızın karşısında bir pınar bulur da nasıl sevinirse, ben de öyle sevinmedeyim işte... Aradığımı bulmuşluğun, sevgilime kavuşuyor oluşun sevincini tatmadayım şimdi!..."

Hafız, "Andolsun Kabe'nin Rabbine kurtuldum" terennümünü bakın nasıl seslendiriyor:

"Dün gece seher vaktine doğru dertten kederden kurtardılar beni.

Gecenin o zifiri karanlığında ab-ı hayat verdiler bana...

Ne kadar kutlu geceydi o; seher, ne kadar da mübarek ve sevindiriciydi

O kadir gecesinde ben berat aldım işte!"

Evet, onun en ilginç ve etkili konuşmaları, hayatının son 45 saatinde yaptığı konuşmalardır!!...

Hz. Ali (a.s) Ramazanın on dokuzuncu günü tan yeri henüz ağarmaya başladığında yaralanmış ve aldığı öldürücü yara neticesinde Ramazanın 21. gecesinin bitimine doğru şahadet şerbetini içerek melekut alemine doğru kanatlanmıştır.

Son lahzalardı... Herkes başucuna toplanmıştı İmamın... Kuvvetli zehir, giderek daha fazla yayılıyor ve bütün vücudunu etkisi altına alıyordu... İmam, zehrin etkisiyle bazen kendisinden geçip komaya giriyor; kısa bir süre sonra yine kendisine gelir gelmez inciler saçıp nasihatlerde bulunarak her biri nice hikmetler taşıyan son derece kıymetli öğütlerde bulunuyordu. Onun son nasihati yirmi madde[32] halinde sıraladığı meşhur tavsiyeleridir. Ehl-i Beyt'ini yanına çağırır; önce Hz. Hasan ve Hüseyin'e (a.s); daha sonra da diğer evlatlarına tek-tek hitap eder ve ardından bu nasihati, tarih boyunca yaşayan ve yaşayacak olan bütün nesillere yöneltir ve muntazam bir sıralamayla öğüdüne başlar:

"...İkinize -Hz. Hasan ve Hüseyin- bütün evladıma, Ehl-i Beytime ve bu sözlerim kime ulaşırsa ona, Allah'tan çekinmeyi, işlerinizi düzene koymayı, aranızı uzlaştırmayı vasiyet ederim. Allah'ın salatı ona ve soyuna olsun; ceddinizden duydum, derdi ki: İki kişinin arasını bulmak bütün -nafile- namazlardan ve oruçlardan üstündür.

Allah için, Allah için yetimleri koruyun; bazen aç, bazen tok bırakmayın, size emanet edilen haklarını yitirmeyin onların... Allah için, Allah için Kur'an'a riayet edin... Allah için, Allah için namazı bırakmayın, çünkü namaz, dininizin direğidir..."[33]

Böylece söz konusu yirmi maddelik vasiyetini teker teker sıralayıp bitirdi. Bu sırada başucunda durup dikkatle onu dinleyenler, birdenbire halinin değiştiğini, bitkince gözlerini yumduğunu gördüler; alnına iri ter damlaları birikmişti, dudakları kıpırdıyor, bir şeyler söylüyordu o haliyle. Onun ne dediğini duymak için iyice eğildiler, dikkatle kulak verip dinlediler, İmam son lahzalarında kelime-i şahadeti terennüm etmekteydi "Eşhed-u enla ilahe illallah ve eşhed-u enne Muhammeden abduhu ve Resulühu..."

 

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)

 

 

5. Oturum

 

 

MUHTELİF EKOLLERE GÖRE
İNSAN-I KAMİLİN TANIMI

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Şüphesiz onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."[34]

 

İnsanoğlu için bir ekol ya da bir ideoloji öne süren herkes "kemal" ve "kamil insan" konularında da belli bir görüş taşır. Bu ideolojilere göre "ahlak" denilen şey bilimle değil, fenle ilgilidir; yâni ahlak; var olan haliyle var olan bir şey değil, "olması gereken"ler statüsüne giren bir kavramdır.

Ahlak, insanda var olması gereken birtakım hasletler bütünüdür. Öyle ki bunlara sahip olması halinde insan, insanlığın yüce mevkiine erişebilecektir. Başka bir deyişle; kamil ve üstün insan bu vasıflar toplamıdır.

AKIL EKOLÜ

Muhtelif ideoloji ve dünya görüşlerinin kamil insan konusunda öne sürdükleri nazariyeleri belli birkaç ana başlık altında hülasa edebilmek mümkündür:

Bunlardan biri "akliyyun=akılcılar"ın görüşüdür. Bu görüşün öncüleri insana akıl açısından yaklaşır ve aklı, insanın ana cevheri olarak kabul ederler; insanın insanlığı, onun aklında ve akıllılığındadır derler. Akıl da, fikir ve düşünce gücüdür...

Geçmişte yaşamış kimi filozofların -ki bunların arasında bizimkiler de vardır- öne sürdüğü bu görüşün temsilcilerinden biri de tanınmış bilimadamı Ebu Ali Sina'dır, Onlara göre kamil insan, hekim-bilgili ve akıllı- insan demekti; başka bir deyişle insanın kemali, onun hikmet ve bilgisiydi. Onların "hikmet"ten kastettikleri şey neydi peki? Bugünkü anlamda "ilim" denilen şey mi? Hayır, hikmetten kasıtları, varlık aleminin bütününün doğru ve genel bir yorumuydu, bu ise bilinen anlamdaki bilimden farklı bir şeydi. Meselenin daha iyi anlaşılması için burada ilimle felsefe arasındaki farkı kısaca açıklamanın faydalı olacağı kanaatindeyim:

Tahran şehrini tanımak ve bu şehir hakkında bilgi edinmek isteyen birisini ele alalım. Bu şahıs için mezbur şehir hakkında iki tür bilgi elde etmek mümkündür: 1) Genel ve yüzeysel, fakat muhkem bir bilgi. 2) Kısmi, fakat belirli ve detaylı bir bilgi. Birinci durumdaki bilgi, mesela Tahran belediyesinde çalışan bir harita mühendisinin sahip olduğu bilgidir. Böyle bir şahsa "Tahran'ın haritasını çiz", ya da "Tahran'ı bana tanıt" derseniz bir kağıt üzerine şehrin genel bir haritasını çizebilir; bu haritada şehrin doğu, batı, kuzey ve güney yön ve il sınırlarını iyice belirler; şehrin anayollarını, ana caddelerini, parkları ve meydanlarını gösterir; mesela şurası Tecriş, şu taraf Hz. Abdülazim mıntıkasıdır der. Böylece söz konusu mühendis, Tahran hakkında size genel bir bilgi vermiş ve bu şehrin bütününü genel bir çerçevede tanıtmıştır. Fakat bu haritada, sizin evinizin yerini göstermesi ya da onun vermiş olduğu bilgiyle o haritada sizin evinizin yerini tam olarak işaretleyebilmeniz mümkün değildir.

İkinci yol olarak "kısmi, fakat belirgin ve detaylı bir bilgi" dedik. Bu da, Tahran hakkında bu bilgilere sahip olmayan, mezkur mühendis gibi bu büyük şehrin genel durumundan söz edecek kadar bilgisi bulunmayan, ancak şehrin belli semtlerini çok iyi bilen birisinin sahip olduğu bilgidir. Söz konusu şahıs, o mühendis gibi şehrin bütün anayollarını, parklarını, cadde ve meydanlarını eksiksiz olarak sayıp dökemez, belki çoğunun yerini ve adını bile duymamıştır; ancak bazı semtler vardır ki avucunun içi gibi bilir. Mesela onun bildiği bir semti soracak olursanız mahallesinden yollarına, yollarından sokaklarına kadar sayıp döker size; şu sokak falan yere çıkar der; hatta falan sokakta şu kadar ev, şu kadar mağaza vardır, falan evin kapısı mavi, filan mağazanın kapısı şu renktir diyerek o mahalleyi bütün ayrıntılarıyla anlatıverir!...

O halde bütün şehir hakkında genel bilgiye sahip birisi, şehrin küçük semtlerinden herhangi birini ayrıntılarıyla bilemeyecek, bu küçük semti bütün ayrıntılarıyla bilen birisi de şehrin genel durumu konusunda pekala bilgisiz olabilecektir!

Felsefeyle ilgilenenin durumu da birinci şahıs gibidir. Filozof ya da felsefeci, varlık aleminin genel yapısını kavramaya çalışan kişiye denir. Onun amacı varlığın başlangıç ve sonunu anlamak, varlığın safhaları ve varlık aleminin kendine has kurallarını keşfedebilmektir. O, genel kurallarla ilgilenir; bu yüzden de parçaların teferruatına vakıf değildir; mesela falan bitki ya da filan hayvan, taş veya güneş konusunda -ilmi konular olduğundan- teferruatlı bilgisi yoktur onun.

Filezofun nazarında "hikmet", varlık alemi konusunda genel ve geniş bilgidir. O, bütün varlık alemini belli sınırlarla zihninde tasavvur etmeye yâni bütün varlık alemini aklıyla tasavvur ve teşhise çalışır; ancak onun zihninde şekil bulan bu portre müşahhas ve belirgin değil, müphem ve belirsizdir, nazaridir.

Onlara göre insanın kemali, varlık aleminin bütün sınırlarıyla onun zihnine yansımasıdır. Bu cihetle eski dönem felsefecileri bunu şöyle tabir etmekteydiler: "İnsanın ayni alemle mutabık bir akıl alemi olması. Bu durumda insanın özü bir alem oluverir, ancak akılsal ve fikirsel bir alem." Şairin de demiş olduğu gibi:

"Bilgiden azıcık nasibini alan kişi

Bizzat bir dünya olur, kendisi küçük bir alem kesilir."

Evet, felsefecilere göre kamil insan, aklen kemale ermiş olan insandır. Bu akli kemalin manası ise, o kişinin zihninde varlık aleminin bütün boyutları ve bütün çerçevesiyle şekillenmiş olmasıdır. Bu şekil ve tasavvur; düşünce, istidlal ve akıl yoluyla meydana gelir onun zihninde; yâni aklını kullanarak ve düşünerek varlık aleminin aslını kavrar. Ancak, felsefeciler bununla da yetinmeyerek hikmeti iki planda ele aldılar:

1- Nazari hikmet, ya da teorik bilgi: Bununla kastedilen, varlık dünyasını yukarıda anlatmış olduğumuz şekilde tanımaktı.

2- Ameli hikmet, ya da pratik bilgi:[35] Bundan kastedilen de insan aklının tam anlamıyla varlığının güdü, güç ve donanımlarına hakim olabilmesidir.[36]

Daha sonra şu neticeyi ortaya koyar felsefeciler: Varlık alemini nazari hikmetle yukarıda anlatıldığı gibi, düşünce ve istidlal yoluyla idrak edip kavrar ve ameli hikmetle de ilerleyip nefsinizi, bütün nefsi istek ve güçler akla tabi olacak şekilde aklın kontrolüne sokabilirseniz, kamil insan olabilirsiniz...

Bu ekol, akıl ve hikmet; başka bir deyişle düşünce ve genel bilgi ekolüdür.

AŞK EKOLÜ

İnsan-ı kamil[37] konusunu ele alan diğer bir ekol ise "aşk" ekolüdür.

İrfan ekolünden ibaret olan aşk ekolü ise insanın kemalinin "aşk"a ve aşkının onu ulaştırdığı varlığa -ki bu da Hakk Teala'nın Zat-ı Akdesinden başka şey değildir- bağlı olduğunu söyler. Bu ekol, hareket ekolüdür; akıl ekolü gibi düşünce ekolü değildir. Akıl ekolünde hekim hareketten değil, düşünceden söz eder. Akılcılık ideolojisinde hareket, ancak zihin ve düşünce hareketidir. Halbuki aşk ekolü, bir hareket ve aksiyon ekolüdür. Ancak bu hareket yatay değil, dikeydir, giderek yükselen, yükseldikçe daha da yüceleşen bir harekettir. Bu hareket de daha sonra yatay harekete dönüşmektedir, ama, kemale ermek isteyen insanın hareketi ilkin dikeydir, Yâni Hakk Teala'ya doğrudur; O'na doğru komutlanış, O'na doğru yüceliş. "Aşk" yolunun yolcusuna göre hakikatleri anlayabilmek için akıl, düşünce ve istidlal yeterli değildir; O'na yaklaşabilmek için daha çok ruha önem vermek gerekir, zira insan ruhu gerçekten manevi bir hareket halindedir; onun bu hareketi, Allah'a varışa değin sürecektir. Bu cihetle "aşk" öğretisine inananlar, akılcılığı yererler daima.

Edebiyatımızın[38] en ilginç bölümlerinden biri "aşk"la "akıl" üzerine yapılan münazara ve tartışmalardır. Bu münazaralar, genellikle irfan ehli tarafından yapılmış ve aşkın akla galip geldiği ilan edilmiştir. Zira bu düşünce ekolünün temsilcileri insanın kemale erebilmesi için akıl ve düşüncenin yeterli olamayacağı görüşündedirler. Onlar "Akıl, insanın bütün varlığı değil, varlığının bir parçasıdır, akıl da göz gibi bir vesileden ibarettir" derler. Son yüzyıl düşünürlerinden Breston da bu konu üzerinde önemle durarak insanın varlık cevherinin akıl değil, ruh olduğunu, ruhun aşk ve sevgi dünyasına ait olup Allah'a doğru hareketten başka bir eylemi olmadığını söyler. Bu cihetle aşk ve onu ihtiva eden ruh, akıl ve düşünceden üstün tutulur ve ona tercih edilir.

Aşk ve onun ilahi potasında eriyişi akla ve aklın istidlallerine tercih edişin örnekleri, Hafız'ın bazı şiirlerinde belirgin bir tarzda göze çarpar. Onların "tevhid" inançları apayrı bir manâ taşır; "vahdet-i vücud" tevhididir bu; böylesine tevhidi bir merhalede her şeyin şekli değişir, her şey "hakkani" bir şekle bürünüverir. Sonra da insan ve Allah ilişkisi çıkar ortaya. Bu ekolün ortaya koyduğu kamil insan modeli, sonunda tanrılaşır, ilahlaşır ve "Allah" oluverir; onlara göre gerçek "kamil insan" tanrıdan başka bir şey değildir. Bu anlamda kemale ulaşan insan kendisini aşar, benliği fani olur ve Allah'a erişir.

KUDRET EKOLÜ

Kamil insandan söz eden diğer bir ideoloji ve okul da ne akla, ne de aşka yer vermeyen, ancak ve ancak "kuvvet" ve "kudret"e inanan düşünce okuludur.

Bu görüşe göre kamil insan "kudret ve güç" sahibi olan insandır; çünkü kemal denilen şey "güç ve kudret"tir ancak; kuvvet ve iktidardır; hangi yolla, hangi surette olursa olsun, hangi anlama yorumlanırsa yorumlansın.

Eski Yunan'da kendilerine "sofist" denilen bu akımın öncüleri söz konusu düşünceyi sarih bir şekilde gündeme getirmiş ve "hak, kuvvettir!" diyecek kadar ileriye gitmişlerdir. Onlara göre kudret ve güç "hak"kın ta kendisidir; bu anlamda güçlü insan, ne olursa olsun "haklı" insandır, güçlü olmayan "zayıf" insansa aynı düşünceden hareketle neticede "haksız"dır.

Bu düşünce okuluna göre esasen adalet ve zulmün mefhumu yoktur, anlamsız birer kelimedir bunlar; aslolan kuvvettir ve hak da kuvvetten doğar; yâni güçlülük, haklılıktır. O halde insan bütün çabasını güçlü ve kudretli olmaya sarf etmeli, olabildiğince güçlenmeli ve bunun belli bir sınırı, ya da yolları olduğunu da düşünmemelidir.

Son iki yüzyılın tanınmış düşünürlerinden olan Alman felsefeci Nietsche bu düşünce okulunu, sözüm ona, ihya edenlerin başında gelir. Sofizmin yeni uygulayıcısı diyebileceğimiz bu düşünür adeta büyük bir marifetmiş gibi bu okulun ana görüşlerini belirgin hatlarda topladı. Bu düşünce okuluna göre "doğru olmak, dürüst davranmak, emanete hıyanet etmemek vb. iyi şeyler ve insani vasıflardır" gibi düşünceler tamamen yanlıştır, "insanilik ve iyilik" terimleri saçmalıktan başka bir şey değildir. Düşkünün elinden tutmak, zayıfa yardımcı olmak anlamsızdır; bilâkis, zayıfı daha da ezmek ve düşenin elinden tutacağına beline bir tekme indirmek gerekir. Çünkü zayıf olmak en büyük suçtur zaten! O halde zayıfı cezalandırmak, düşmek üzere olana yardımcı olup elinden tutmak yerine, ayağına çelme takıp yere kapaklanmasına sebep olmak gerekir!...

Din düşmanı olan ve hiçbir tanrı inancı taşımayan Nietsche'e göre "din", zayıfların icadı olan bir inançtır. Karl Marx'ın görüşünün tam tersi bir düşüncedir bu. Marxızme göre din, güçlülerin icadıdır; güçlüler, zayıfları kandırmak ve köleleştirip sömürebilmek için din düşüncesini ortaya atmışlardır

...Nietsche ise bunun tam tersini söyler ve "Dini zayıflar icad etmişlerdir"der. Ona göre zayıflar, güçlülerin gücünü sınırlamak amacıyla bu çareye başvurmuşlardır. Yeterince güçlü olmayanlar "af, bağış, cömertlik, ruh, mertlik, insanlık, iyilik, adalet" vb. kavramları ortaya atarak güçlüleri kandırmış, gerçekte insanoğluna ihanet etmiş; onların bu "iyilik mefhumlarıyla kurdukları oyun"a gelen güçlüler, neticede güçlerini sınırlamak zorunda kalmışlardır...

Onlara göre "nefisle mücadele" denilen şey yanlış ve bir kandırmacadan ibarettir; aksine, nefsini alabildiğine tatmin etmek, tenperver ve canına düşkün olmak gerekir. Aynı şekilde "eşitlik" de saçmadır. Ne demek "eşitlik"?!... Egemen ve ezilen, ezen ve ezilen vardır ve olmalıdır da!... Bir grup (zayıflar), diğer bir grubun (güçlüler) egemenliği altında bulunmaya mecburdur; zayıflar güçlülerin egemenliğine boyun eğmeli, onlar için çalışmalı ve onlara hizmeti bir görev bilmelidirler, çalışmaktan, ezilip horlanmaktan canları çıkıyor olabilir, çıkmalıdır da!...Onların görevi, güçlülerin daha da güçlenmesine yardımcı olmaktır! Zira ancak bu şekilde "en üstün -en güçlü- insan" meydana çıkabilecektir!...

Bu düşünce okuluna göre kadın erkek eşitliği de yanlış ve anlamsız bir kavramdır, kadın haklarından söz edilemez; çünkü erkek güçlü, kadınsa zayıftır. O halde erkek kadından daha üstündür ve kadın, ancak erkeğe -erkek daha güçlü olduğu için- hizmet etmek için vardır, onun yaratılışının tek sebebi de budur zaten!...

Bu düşünce okulunun görüşleri kısaca bunlar... Bu okula inananlara göre üstün insan, kamil ve yüce insan, güçlü olan insandır. Başka bir deyişle üstünlük ve kemalin ölçüsü "güç"tür, "güçlülük"tür.

 


[1]- Bakara, 45.

[2]- Kendisini biliş vasıtasıyla maneviyat alemini de bilir; her insan, kendisi için maneviyata açılan bir kapıdır aslında, "kendisini biliş"le maneviyatı idrak edebilir en azından.

[3]- Gurer-ul Hikem, c.2, s.301

[4]- Fussilet, 52.

[5]- O, bu vb. sözleri söylediğinden dolayı bazıları tarafından tekfir edilmiştir.

[6]- Ra'd, 28.

[7]- Şehit Mutahhari'nin bu konuşmasının İslam inkılabı öncesi dönemlerde olduğu hatırlanmalıdır -çevirenin notu-

[8]- Bu ayet-i kerimede maksat Hz. Resul-i Ekrem'le (s.a.a) ashabı mıdır, yoksa yalnızca ashap mıdır sorusuna verilecek cevap ele aldığımız konu itibariyle meselenin yönünü değiştirmeyecektir.

[9]- Kur'an'da "kafir" kelimesi geçer. Kafir; gerçeği örtmeye; hakikati gizlemeye çalışan kimseye denir. Bu cihetledir ki gerçeğe düşmanlık güdenler karşısında yılmak nedir bilmeyen bir azimle, sarahat ve şecaatle durmak ve savaşmak gerekir:

[10]- Saff, 4.

[11]- Feth, 29.

[12]- Tevbe, 112.

[13]- Al-i İmrân, 17.

[14]- Sefinet-ül Bihar, "sahebe" maddesi.

[15]- Usul-ü Kafi, c.2, s.53.

[16]- Usul-ü Kafi, c.2, el-İmam ve'l-küfr, Hakikat-ül iman ve'l-yakın babı, 2. Hadis.

[17]- Cennet ve cehennem yaratılmıştır ve şimdi mevcuttur..

[18]- Mevlana bu hadiseyi Mesnevi'sinde pek güzel bir tarzla açıklar. Bkz: Mesnevi, s. 96.

[19]- Bakara, 153.

[20]- Kasette düşüklük var.

[21]- Bkz: Ali Kuşçunun Şerh-üt Tecrid'inde imamet bahsi. Ayrıca: en-Nassu ve'l içtihad, 1946- 1383, s. 199-220 (çevirenin notu)

[22]- Ankebut, 45.

[23]- Kasette düşüklük var.

[24]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 51. (Ayrıca bkz. Nehc-ul Belağa Türkçe tercüme ve şerhi 51. hutbe. 56. başlık, s.222.)

[25]- Mesnevi, s.97.

[26]- Bu boyutunu gözler önüne seren konuşma ve hutbelerinin, özellikle bugünün din aşığı gençlere faydalı olacağı inancındayız.

[27]- Nehc-ül Belağa, Hutbe:225.

[28]- Vesail-üş Şia, c.3, s.16.

[29]- Kasette düşüklük var.

[30]- Nehc-ül Belağa, Mektup: 47.

[31]- Nehc-ül Belağa, Mektup: 23.

[32]- Tuhef-ul Ukul, s.135.

[33]- Nehc-ül Belağa, Mektup: 47. Ayrıca bu vasiyetin tam metni bkz: Nehc-ül Belağa'nın Türkçe tercümesi, s.292, 293 ve 294.

[34]- Cum'a, 2.

[35]-Elbette ameli hikmet de akla aittir.

[36]- Ahlak kitapları da bu konu üzerinde durur genellikle, aklı öncü kabul ederler; yâni bizim ahlakımız Sokratçı bir ahlaktır derler, Sokratçı ahlak ise akılcılıktır, yâni her şeyin değer ve mefhumu akılla tespit edilir; akıl, yegane ölçüdür. Senin aklın mı şehvetine hakimdir, yoksa şehvetin mi aklına? Aklın mı öfkene egemendir, öfken mi aklına? Hangisi üst gelir sende? Aklın mı kuruntu ve korkularına egemendir, yoksa kuruntu ve korkuların mı aklına? 

[37]- Daha önce de değindiğimiz gibi "insan-ı kamil" ibaresini ilk olarak arifler söz konusu etmişlerdir.

[38]- Ne yazık ki edebiyatımızda bunlar tanınmayan şeylerdir. Hatta edebiyat fakültelerinde bile bu tür sözler kavranamıyor; dolayısıyla olduğundan tamamen değiştiriliyor.