Ana Sayfa > Oniki İmam > İmam Mehdi > Kur’an’da Hz. Mehdi (a.s)

 

Kur’an’da Hz. Mehdi (a.s)

Kur’an-ı Kerim, hangi renk ve ırktan olursa olsun tüm insanları bütün çirkinliklerden arındırmak ve doğru yola hidayet etmek için Kadir-i Zü’l-Celâl tarafından en son elçisine gönderilen en son ilâhî kitaptır. Bunda hiçbir Müslümanın kuşkusu söz konusu olamaz. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim nüzul vakti olan Asr-ı Saadet’ten kıyamete kadar insanoğlunun ihtiyaç duyduğu tüm itikadî, hukukî, kanunî ve ahlakî ihtiyaçlarına cevap verecek bütün materyalleri kendinde barındırmaktadır.

Kur’an; “Allah’ın ilmini içeren”, [1]  “Allah’ın kelamı”,[2] “ağır sözü”, [3] “hak vahyi”[4] ve  “aziz kitabı”dır.[5] Zaman zaman, hazarda veya seferde, gece veya gündüz, camide veya evde, çarşıda veya savaş meydanında, bir sorunun cevabında veya bir gelişme üzerine; insanları bilgilendirmek, onlara yol göstermek, onları aydınlatmak, müjdelemek, uyarmak ve gönüllerde olan hastalıklara şifa vermek için inmiştir. Ne buyurmuşsa haktır hakikattir. “Ne önünden, ne de arkasından hiçbir batıl ona bulaşamaz.” [6] Geçmişte ve gelecekte hiçbir ekol, hiçbir düşünce ve ilim onun gerçeklerini iptal edemez, onun yanlışını çıkaramaz. “Onun ihtiva ettiği sözlerin diğer sözlere üstünlüğü Allah’ın yaratıklarına olan üstünlüğü gibidir.” [7]

Onun, müşfik ve uzman bir doktorun çeşitli hastalıklara tutulmuş bir hastaya verdiği reçete gibi, hem geçici ilaçları vardır, hem de daimi dermanları. “O, Allah’ın rahmet sofrasıdır.” [8] O sofra başında oturan hiç kimse eli boş kalkmaz. Bununla birlikte Yaratan’ın emriyle onun aslı “lehv-i mahfuz”da[9] ve “kitab-ı meknun”da[10] korunmuş ve “saygın sahifelerde yüce ve temiz kılınmıştır” [11] ki, hakikatleri ve ilim cevherleri ehil olmayandan uzak kalsın. Çünkü “Ona temizlerden başkası dokunamaz.” [12] “Onun bir zahiri vardır, bir de batını.” [13] “Onun batının da bir batını vardır.” [14] Yüce Yaratıcı onun bir kısım ayetlerini muhkem kılarken, bir kısmını da müteşabih kılmıştır ki, kalplerinde eğrilik olanlar denenip tanınsın ve onda tevil arayanlar bilsinler ki, “Onun tevilini ancak Allah ve ilimde kök salmış kişiler bilebilir.” [15]

Bu ilâhî kitapla azıcık aşinalığı olan herkes, onun ilâhî hüküm ve esasları açıklarken, kendine özgü bir yöntem izlediğini ve birtakım değişmez prensiplere dayandığını bilmektedir.

Kimse, Kur’an-ı Kerim’in dinî esas ve hükümleri açıklarken onları genel çerçevesiyle belirtmekle yetindiğini, ilgili teferruatın beyanını ise Hz. Resulullah (s.a.a)’a havale ettiğini inkar edemez.

Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de namaza, oruca, zekata, hacca, cihada, emr-i bi’l-marufa, humusa vs. gibi birçok şeye emredilmiş, ama bunlarla ilgili detaylı açıklamalar Allah Resulü'ne havale edilmiştir.

Keza, Kur’an-ı Kerim’de birçok yasaklardan bahsedilmiş, ama onlarla ilgili teferruatın, özellikle de hukuksal ve cezaî yönlerinin açıklanması Allah Resulü tarafından yapılmıştır.

Yine Kur’an-ı Kerim’de devlet ve millet ilişkisinden, toplumsal yaşamın gereği olan hukukî ve ekonomik sistemden söz edilmiş, bunlarla ilgili detaylar yine Allah Resulü’nün sünnetine bırakılmıştır.

Aynı şekilde, Kur’an-ı Kerim’de kalu bela, berzah ve mead gibi birçok itikadî mevzular ana hatlarıyla vurgulanmış, bunlarla ilgili detaylı bilgiler Allah Resulü tarafından verilmiştir.

Bütün bu konularda Allah Resulü’nün beyanı olmaksızın, Müslümanların İslâm dininin neye emrettiğini, neden sakındırdığını ve neye itikat etmeleri gerektiğini buyurduğunu anlamları imkansızdır.

Bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisi, Kur’an ayetlerinin açıklamasını yapmayı Allah Resulü’nün başta gelen görevlerinden saymıştır.

Allah Teala buyurmuştur ki: “Sana da, insanlara indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik. Belki düşünürler.” [16]

Yine Allah Teala Resulü’nün Kur’an ayetlerini tilavet etmekle birlikte insanları tezkiye ettiğini, onlara hikmeti ve bilmediklerini öğrettiğini beyan ederek buyurmuştur ki: “Nitekim biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitab'ı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir peygamber gönderdik.” [17]

Sonra Allah Teala Aziz Elçisi’nin bütün konuşmalarının ilâhî menşeli olup vahiy olduğunu, onun kendi yanından bir şey söylemediğini garanti altına alarak buyurmuştur ki: “Arkadaşınız (Muhammed) ne saptı, ne de yanlış yaptı. O, heva ve hevesine uyarak konuşmaz. Onun konuştukları kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.” [18]

Yine buyurmuştur ki: “Eğer o, bize karşı bazı sözler uydurmuş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.” [19]

Buna göre Allah Resulü, sözüyle, eylemiyle ve taşıdığı bütün özellikleriyle ümmet için kamil bir örnek durumundadır. Ümmetin her konuda onu baz alması ve onun bütün açıklamalarına ve icraatına canı gönülden inanıp itaat etmesi gerekmektedir.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Allah Resulü’nde güzel bir örnek vardır.” [20] 

Yine buyurmuştur: “Elçi size neyi emrederse tutun ve sizi neden sakındırırsa sakının.” [21]

Yine buyurmuştur: “Ey iman edenler, Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı za­man icabet edin...” [22]

Yine buyurmuştur: “De ki: Eğer gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışla­sın. Allah affeden ve merhamet edendir.” [23]

Yine buyurmuştur: “De ki: ‘Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin.’ Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber, kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlu­sunuz. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz, Peygambere düşen, sa­dece apaçık tebliğdir.” [24]

Bu açıklamalardan “Allaah’ın kitabı bize yeter” veya “Açıkça Allah’ın kitabında olmayan bir konuyu kabul etmem” sloganı ile yola çıkıp da Allah Resulü’nün, Kur’an-ı Kerim’de geçen genel mevzulara dair olan tefsir niteliğindeki sünnetini görmezlikten gelmenin, bizzat Kur’an’ın kendisiyle çelişmekle birlikte, İslâm’ın ruhuna da aykırı olduğu apaçık ortaya çıkmıştır. 

O hâlde itikadî konular da dahil olmak üzere İslâmî mevzuların tamamında Resulullah’ın sünnetini dikkate almak zorundayız. Nitekim Allah Resulü de, ümmetinde bu gibi iddialarda bulunacak olanların var olacağını önceden görmüş ve onların yanlış yolda olduklarını ortaya koyarak şöyle buyurmuştur: “Biliniz ki, kuşkusuz bana Kur’an ve yanında onunla aynı olan bir şey verilmiştir. Uyanık olun ki, karnına düşkün olan biri gelecek ve makamına oturduğunda: “Bizimle sizin aranızda yüce Allah’ın kitabı vardır; onda helâl bulduğumuzu helâl, haram bulduğumuzu da haram biliriz” diyecektir. Biliniz ki, Allah Resulü’nün haram kıldığı, Allah’ın haram kıldığı gibidir.” [25]

Yine buyurmuştur: “Yakındır ki, sizden birisi, makamına oturup arkasına yaslanmış iken, benden bir hadis ona nakledildiğinde, beni yalanlamaya kalkışıp da: “Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onda helâl bulduğumuzu helâl, haram bulduğumuzu da haram sayarız” der. Bilin ki, Resulullah’ın da haram kıldığı Allah’ın haram kıldığı gibidir.” [26]

Allah Resulü’nün, sünnetinin yazılıp kaydedilmesi ve sonraki nesillere ulaştırılmasına dair olan teşvik ve emirleri de sünnetin İslâmî mevzuların ikinci temeli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bakınız, Allah Resulü (s.a.a), Kureyş’in: “Bu da bir beşerdir, bizim gibi öfkelenir, bizim gibi duygusallığa kapılır ve birileri hakkında öfke ve rıza içerisinde bir şeyler söyler, ondan duyduğun her şeyi yazıp kaydetme” uyarısı üzerine sözlerini yazmaktan vazgeçen Abdullah bin Amir’e, yemin ederek ağzından haktan gayri bir sözün çıkmadığını ve çıkamayacağını belirterek, kendisinden duyduğu her şeyi yazmasını emrediyor. [27]

Yine, kendisinden duyduğu hadisleri ezberlemediğinden şikâyet eden ashabının eline işaret ederek duyduğunu unutmaması için onları yazmasını emrediyor. [28]

Keza, kendisinden dinledikleri hadisleri yazma müsaadesi isteyen ashabına yazma emri vererek onların hadis yazmalarına izin veriyor. [29]

Sonra da: “Allah, benim sözlerimi dinleyip, onları koruyarak duymayanlara ulaştıran kulu mutlu kılsın. Birçok fıkıh taşıyan var ki, kendinden daha bilgilisine onu ulaştırır.” [30] ve: “Hazır olan sözümü hazır olmayana da ulaştırsın ki, şayet kendinden daha bilgilisine ulaştırabilir.” [31] buyurarak ümmete sünnete de sarılmaları gerektiği mesajını veriyor.

Sonuç: Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin tefsirinde Allah Resulü’nün sünneti esas teşkil etmektedir. Mutlaka Kur’an-ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alan mevzularda Allah Resulü’nün açıklayıcı sünnetine başvurmalı ve bu gibi ayetleri Allah Resulü’nün sünnetinin ışığında tefsir etmeliyiz. Zaten İslâm ümmeti de böyle yapmış ve Allah Resulü’nün hayatı döneminde Kur’an ayetlerini tefsir etmekte ona müracaat etmiştir.

Peki, Allah Resulü’nden sonraki dönemlerde Kur’an’ı tefsir etmekte öncelik hakkı olan başka kimseler var mıdır? Yoksa Allah Resulü’nden sonra Kur’an-ı tefsir etmekte bütün müminler eşit seviyede olup hepsi aynı mevkiye mi sahiptirler?

Bu hususta da yine Kur’an-ı Kerim’in kendisi ve Allah Resulü’nden gayrisi, bize yol gösterici ve aydınlatıcı olamaz.

Kur’an-ı Kerim’e müracaat ettiğimizde, bize bilmediğimiz mevzular ve Kur’an’ın tefsirinde müracaat edebileceğimiz merci olarak ilimde kök salmış ve zikir ehlini gösterdiğini görüyoruz. Allah Resulü’ne müracaat ettiğimizde de Allah Resulü’nün zikir ehline ve ilimde kök salmışlara adres olarak ümmeti içerisinden Ehl-i Beyt’ini gösterdiğine şahit oluyoruz.

Evet, Hz. Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra ümmete merci olarak Kur’an’la birlikte Ehl-i Beyt’ini göstermiş ve buyurmuştur ki: “Benden sonra aranızda iki değerli ve ağır emanet bırakıyorum; biri Allah’ın kitabı, diğeri de benim soyum olan Ehl-i Beyt’im! Bu ikisine sarılırsanız asla sapmazsınız. Bu ikisi Havuz (Havz-u Kevser) başında bana dönünceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar.” [32]

Yine buyurmuştur: “Benim Ehl-i Beyt’im sizin aranızda Nuh’un gemisine benzer; kim o gemiye bindiyse kurtuldu, kim de geri durduysa boğulup helâk oldu.” [33]

Yine buyurmuştur: “Onlardan (Ehl-i Beyt’imden) öne geçmeyin ki, helâk olursunuz; geri de kalmayın yine helâk olursunuz. Ve onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın ki, onlar sizden daha bilgilidirler.” [34]

Yine buyurmuştur: “Benim Ehl-i Beyt’im İsrailoğullarının Hıtta kapısına benzer kim o kapıdan girdiyse bağışlandı.” [35]

Yine buyurmuştur: “Yıldızlar yer halkının boğulmaktan kurtulma vesilesidir; benim Ehl-i Beyt’im de ümmetime ihtilâftan kurtulma vesilesidir. Eğer Arap’tan bir kabile onlara karşı çıkarsa, ihtilâfa düşer ve Şeytan’ın taraftarı olurlar.” [36]

Yine buyurmuştur: “Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabb’imin diktiği Adn cennetinde oturmayı arzuluyorsa, benden sonra Ali’yi ve onu sevenleri sevmeli ve benden sonra Ehl-i Beyt’ime iktida etmelidir. Çünkü onlar benim balçığımdan yaratılmışlar, benim anlayış ve ilmimi almışlardır. Yazıklar olsun ümmetimden onların fazlını inkar edenlere, onlar hakkında benim akrabalık bağımı kesenlere! Allah onlara şefaatimi ulaştırmasın.” [37]

Yine buyurmuştur: “Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabb’imin bana vadettiği Huld cennetine girmeyi arzuluyorsa, benden sonra Ali’yi, ondan sonra da zürreyitini sevmelidir. Çünkü onlar, sizi hidayet kapısından çıkarmaz ve sapıklık kapısına da sokmazlar.” [38] 

Yine buyurmuştur: “Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabb’imin bana vadettiği cennete girmeyi arzuluyorsa, Ali bin Ebu Talib’i sevmelidir. Çünkü o sizi hidayetten çıkarmaz ve sapıklığa da sokmaz.” [39]

Yine buyurmuştur: “Havuz başında bana dönünceye kadar Ali Kur’an’la, Kur’an da Ali iledir.” [40]

Yine buyurmuştur: “Ali hak iledir, hak da Ali ile. Hak Ali ekseninde döner.” [41]

Yine Hz. Ali’ye hitaben buyurmuştur: “Benden sonra ümmetime ihtilâf ettikleri hususları açıklayacak olan, sensin.” [42]

Yine buyurmuştur: “Ben Ali’denim, Ali de benden; bana ait bir hususu, yalnızca ben ya da Ali ulaştırabilir.” [43]

Yine buyurmuştur: “Bana iman edip beni tasdik edeni Ali bin Ebu Talib’in velâyetini kabul etmeye tavsiye ediyorum. Kim, onun velâyetini kabul ederse, benim velâyetimi kabul eder; kim de benim velâyetimi kabul ederse, Allah’ın velâyetini kabul eder. Kim, onu severse, beni sever, kim de beni severse, Allah’ı sever. Kim, ona buğz ederse, bana buğz eder, kim de bana buğz ederse, Allah Azze ve Celle’ye buğz eder.” [44]

Yine buyurmuştur: “Allah’ım, kim bana iman eder ve beni tasdik ederse, Ali bin Ebu Talib’in velâyetini kabul etmelidir. Çünkü onun velâyeti benim velâyetimdir; benim velâyetim ise, Allah’ın velâyetidir.” [45]

Yine buyurmuştur: “Ey insanlar, fazilet, şeref ve menzilet Allah Resulü’nün ve zürriyetinin velâyetini kabul etmektedir. Öyleyse, batıl yollar sizi kapıp almasın.” [46]

Yine buyurmuştur: “Ümmetimin her nesli içerisinde Ehl-i Beyt’imden adil bir grup vardır ki, sapıkların bu dinde yaptıkları tahriflerine, batıl yolda gidenlerin uydurma yollarına ve cahillerin tevillerine karşı koyarlar. Bilin ki, imamlarınız, sizin Allah’a olan elçilerinizdir. Öyleyse Allah’a kimi elçi gönderdiğinize bakınız.” [47]

Yine buyurmuştur: “Benim Ehl-i Beyt’imi, bedende baş, başta da gözler yerine koyun. Baş ancak gözlerle yolunu bulur.” [48] ve...

Sonuç itibariyle İslâmî akidelerin tümünü bütün ayrıntılarıyla Kur’an-ı Kerim’de aramak doğru değildir. İster itikadî bir mevzu olsun, ister gayri itikadî, eğer İslâmî bir mevzu ana hatlarıyla Kur’an’da yer alır ve Allah Resulü’nün sünnetinde ve keza Kur’an-ı tefsir etmeye yetkili olduğu ispatlanan Ehl-i Beyt İmamları’nın beyanlarında detayları açıklanırsa, bütün Müslümanların o mevzua iman edip teslim olmaları gerekmektedir.

İşte Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde ana çerçevesiyle beyan edilmiş bulunan “Mehdilik” akidesi, yani Hz. Mehdi’ye iman olayı da bu İslâmî mevzulardan biridir. O hâlde hiçbir kimsenin; “Ben bu mevzuu bütün detaylarıyla Kur’an’da bulmuyorum, dolaysıyla da ona inanmam” demesi doğru olamaz, hatta böyle bir şey söyleyen bir kimse, bizzat Kur’an’ı Kerim ile çelişir ve onu reddetmiş sayılır.

Nitekim, Ehl-i Sünnet’in ön