Önceki

Gaybetin Tesirleri

 

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’a iman etmek ümidin artması ve fikrin gelişmesine sebep olur. Geleceği vaad edilen Mehdi aleyhi’s-selâm’a inanmanın ve onun her zaman zuhur edebileceği ihtimalinin iyi kalpli ve liyakatli kimselerde derin ve yapıcı etkisi vardır. Onlar, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’a yardım etmeye muvaffak olmak, huzurunu derk edebilmek, ziyaretinden mahrum kalmamak ve rızasını kazanabilmek için kendilerini tezkiye ederler, zulüm ve kötülükten kaçınır, adalet ve kardeşliğe sevgi beslerler. Hiç bir fasık ve zalim hükümetin boyunduruğu altına girmemiş olan Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’a inanmak, onu izleyenlerde öyle bir hal ve durum yaratır ki, bütün tağut ve zalimlerin karşısında direnirler, onların boyunduruğu altına girmez ve zulme karşı çıkarlar.

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhuruna inanmak, Müslümanların her şeyi oluruna bırakmalarına, köşeye çekilip işleri yarına ertelemelerine, kafir ve zalimlerin her şeye musallat olmalarını kabullenmelerine, ilim ve sanayide ilerlemelerini önlemeye ve sosyal ıslahlar için yapılan çalışmaları durdurmaya sebep olmamalıdır.

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’a inanmak, zaafa, ihmalkarlığa ve gevşekliğe sebep oluyor düşüncesi yanlıştır. Masum İmamlar aleyhumu’s-selâm ve onların yılmak bilmez gayretli öğrencilerinin, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhuruna inançları yok muydu? Büyük İslam alimlerinin o hazrete imanları yok muydu? Onlar bütün gayretlerini sarf ediyorlar ve İslam adının yücelmesi için hiçbir çaba ve fedakarlıktan çekinmiyorlardı ve her zaman mesuliyetlerini biliyor ve ağır vazifeleri yerine getiriyor, yapıcı projelerini büyük bir ümitle uyguluyorlardı.

İlk Müslümanlar, İslam’ın ilerleyeceğini ve önlerinde büyük zaferlerin olduğunu Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’ten duymuşlardı. Ama bu müjde, onların gevşeklik gösterip bir kenara çekilmelerine sebep olmayıp, bilakis çabalarını arttırmış, fedakarlık ve yardımlaşma ile hedefe ulaşmışlardır.

Bugün de Müslümanlar büyük mesuliyetlerden sorumludurlar ve bu sorumluluğu yılmadan yerine getirmeli, durumu bilmeli, fırsatlardan iyi yararlanmalı, düşmanın etkisini engellenmeli; düşmanın fikri, siyasi ve askeri saldırıları karşısında islamı ve müslümanları savunmalı ve kendilerin de İmam-ı Zaman'ı -af- derketeme kabiliyetinin tespit olması için ve yine o hazretin lütfüne şamil olmak ve ortamın o hazretin zuhuru için daha mûsait hale gelmesi için kendilerini daha eğitmelidirler.

Emir-ül Müminin Ali aleyhi’s-selâm, Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’den şöyle nakleder: “İbadetlerin en üstünü, Hazret-i Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhurunu beklemektir.”(1)

İmam Zeyn-ül Abidin aleyhi’s-selâm da buyurmuştur ki:

“On ikinci İmam aleyhi’s-selâm’ın gaybeti uzun sürecektir. Onun İmametine inancı olan ve gaybet zamanında zuhurunu bekleyen halk, diğer zamanlarda yaşayan halktan daha üstündür. Çünkü Allah Teala onlara öyle yüce bir akıl, düşünce ve marifet derecesi vermiştir ki, onlar için gaybet zamanı, İmam’ın hazır bulunduğu zaman gibidir ve Allah onları Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’ın huzurunda cihat eden mücahitler gibi kılmıştır, doğrusu onlar bizim samimi ve gerçek Şiilerimizdir. Onlar, gizli ve aşikar olarak insanları Allah’a yönelmeye çağırırlar. Zuhuru beklemek en büyük kurtuluştur.”(2)

Merhum Ayetullah Sadruddin-i Sadr yazıyor ki: Bekleyiş, beklenen şeyin gerçekleşmesini gözlemektir. Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhurunu bekleyişin sosyal ıslah yönündeki, özellikle İmamiyye (Ehl-i Beyt) toplumunun ıslahı üzerindeki tesirleri şunlardan ibarettir:

1) Bekleyiş, düşünce ve duyguyu beklenen şey üzerinde yoğunlaştırmaktır, bunun ister istemez iki faydası vardır:

a) İnsanın fikir ve iş gücünün çoğalmasına sebep olur.

b) İnsan, güç ve dikkatini bir tek şey üzerinde toplama kudret ve gücünü bulur. Her iki fayda insanın dünya ve ahirette ihtiyaç duyduğu en önemli şeylerdendir.

2) Bekleyiş, zorlukların insana kolay gelmesini sağlar. Çünkü zorlukların giderilme eşiğinde olduğunu bilir. Giderileceğini bildiği bir zorluk ile, giderilip giderilmeyeceği belli olmayan bir zorluk arasında çok fark vardır. Özellikle kesin olan şey, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhur edip, yeryüzünü adalet ile dolduracağı ve bütün zorlukları bertaraf edeceğidir.

 3) İnsanın, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın ashabı, yardımcıları ve dostlarından olma arzu ve isteğine sahip olması, bekleyişin gereğidir. Bu arzunun gereği, o hazretle dostluk ve huzurunda cihat etmek liyakatini kazanmak gayesiyle nefsi ıslah, ahlakını düzeltmek ve gerçek bir mümin olmak için çalışmaktır. Evet, bunun için, bu gün toplumumuzda bir eksiklik olan İslami ahlaka şiddetle ihtiyaç vardır.

4) Bekleyiş, nefsi ve hatta diğerlerini ıslah etmeyi gerektirdiği gibi, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın düşmanlarına galip gelmesini sağlamak için insanın ortamı hazırlaması, bu hedef için gerekli olan bilgi, ilim ve vesileleri tahsil etmesini de gerektirir. Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın düşmanlarına galip geleceği bilindikten sonra, bunlar gerçek bir bekleyişin sayısız sonuçlarından sadece bir kaçıdır.(3)

Merhum Muzaffer şöyle yazar: “Dünyayı ıslah edici ve hak yolda olanların kurtarıcısı Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ı beklemek, dini meselelerde elini kolunu bağlayıp bir şey yapmamak demek değildir. Bilhassa dini hükümleri uygulamak yolunda cihat, iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek gibi dini farizelere sımsıkı sarılmaktır. Çünkü Müslüman, ne durumda olursa olsun ilahi ahkamla amel etmek ve onu iyi tanımak için adım atmak ve mümkün olduğu kadar iyiliği emredip kötülükten nehyetmekle görevlidir. Islah ediciyi beklemek bahanesiyle farzları yerine getirmemek doğru değildir. Bekleyiş, Müslümanların üzerinden hiç bir dini vazifeyi kaldırmaz ve hiçbir ameli geciktirmez.”(4)

Kısacası, bekleyiş, beklenen şeyin gerçekleşmesini gözlemektir. Bekleyiş, düşünce ve duyguyu beklenen şey üzerinde yoğunlaştırmaktır. Bekleyiş, insanın fikir ve çabasının çoğalmasına sebep olur. Bekleyiş, zorlukların insana kolay gelmesini sağlar. Çünkü zorlukların giderilme eşiğinde olduğu bilincindedir. Bekleyiş, nefsi ve hatta diğerlerini ıslah etmeyi gerektirdiği gibi Hz. Mehdi (a.s)’ın düşmanlarına galip gelmesini sağlamak için insanın ortamı hazırlaması, bu hedef için gerekli olan bilgi, ilim ve vesileleri tahsil etmesini de gerektirir.

Böylece Ehl-i Beyt’nın gaybet zamanında dahi büyük bir imtihan verdiği açıktır. Bir taraftan dinini koruması ve diğer taraftan da hazretin zuhurunda İslam’a yardım etme şerefine varması için ortamı hazırlaması gerekir; halkın çoğunun bu imtihanı kazamaya muvaffak olmayacağı unutulmamalıdır.

Cabir-i Cu’fi diyor ki: İmam Bâkır aleyhi’s-selâm’a “Kurtuluşunuz ne zaman olacaktır?” dedim. Buyurdular ki:

“Heyhat! Heyhat! Bulanık olanlarınızla dupduru olanlarınızın birbirinden ayırt edilmesi için sizler kalbur ile iyice elenmeyinceye kadar bu iş olmayacaktır!” (İmam aleyhi’s-selâm bu cümleyi üç defa tekrarladı.)(5)

Evet, bekleyişin bir özelliği de, vazifeler yerine getirildikten ve çabalar harcandıktan sonra artık ümitsizlik diye bir şeyin kalmaması ve Allah tarafından kurtuluşun gelmesini ümitle beklemektir.

Yine gaybetin önemli tesirlerinden birisi de şudur ki, beşeriyet bu çağda var gücünü harcayarak vahiy ilham ve gaybi yardımlar dışında beşeriyet kervanını Allah’a yakın olan asıl ve son hedefe ulaştırmanın mümkün olmadığını tecrübe yoluyla anlayacak ve sonunda vahy ve ilahi öğretiler karşısında baş eğecektir.

 

Gaybet Zamanında İmam aleyhi’s-selâm’ın Varlığının Faydaları

 

Masum imamın varlığının hikmetini bilmeyen bazı kimseler; “İnsanların ulaşamadığı gaip imamın ne faydası var?” diye sorarlar. Oysa masum önderin varlığının hikmetini, sadece aşikar olup insanlara yol göstermek ve toplumsal sorunları çözmek gibi işlerle sınırlamak gerçekte masum önderin makamını idrak etmemekten kaynaklanmaktadır. Gerçek şudur ki, her ne kadar insanlar, masum önderin aşikar olmaması yüzünden gaybet döneminde birçok feyizden mahrum kalıyorlar, ama  bir çok yönden de masum önderin varlığından faydalanmaktadırlar. Allah Teala’nın yeryüzündeki halifesi olan masum imam gibi insan-ı kamil olan ilahi hüccetlerin varlığı ve hikmetleri Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan gelen hadislerde ele alınmış ve varlıklarının bazı hikmetlerine işaretle yeryüzünün ilahi hüccetten yoksun olmasının imkansız olduğu vurgulanmıştır. Bu hikmetlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

a) İnsan-ı kamil olan masum önder (a.s), madde alemi ile rububi alem arasında bir rabıtadır.

Hz. Resulullah (s.a.a) Allah’ın son hücceti olan Hz. Mehdi’nin gaybet edeceğinden söz edince, kendisine yöneltilen; “Gaybet döneminde Hz. Mehdi’nin varlığının ne gibi bir faydası olacaktır?” şeklindeki bir soruya:

“Beni peygamber olarak gönderen Allah’a ant olsun ki, insanlar gaybet döneminde, bulutların arkasında kalan güneşten faydalandıkları gibi ondan faydalanırlar” (6) cevabını vermiştir.

Yine “Yenabi’ul- Mevedde” adlı kitapta Süleyman A’meş bin Mehran yoluyla İmam Sadık (a.s)’dan nakleder ki, İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) şöyle buyurdu: “Biz, Müslümanların İmamı, dünya ehlinin hüccetiyiz. Yıldızların gök ehline güvence ve kurtuluş vesilesi olduğu gibi, bizler de yer ehlinin güvence kaynağı ve kurtuluş vesilesiyiz. Bizim hürmetimize, Allah istemedikçe gökten bir şey yere düşmez. Bizim vasıtamızla Hakkın rahmet yağmuru yağmakta ve yeryüzü bereketlerini çıkarmaktadır; eğer biz yeryüzünde olmasaydık,  yeryüzü üzerindekilerini   yutardı. Allah-u Teala, Adem (a.s)’ı yarattığı günden beri yeryüzü hiçbir zaman hüccetsiz kalmamıştır. Ama bu hüccet bazen zahirdir ve tanınır, bazen de gaip ve gizlidir. Kıyamete kadar da yeryüzü hüccetsiz kalmayacaktır. Eğer İmam olmazsa Allah’a (hakkıyla) ibadet edilmez.” (7)

b) Yaratılışın gayesi olan, tam bir marifetle her şeyin tek yaratıcısı olan yüce Allah’a ibadet etmek, ancak masum önderin varlığıyla gerçekleşir.

Bakınız; melekler insan türünün fesatlarıyla iyiliklerini mukayese ederek: “Biz seni övüp-yüceltir ve (sürekli) takdis edip dururken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan akıtacak birini mi var edeceksin?”(8) şeklindeki sözleriyle onun yaratılışına itiraz edip insanın yaratılışını istemediklerini izhar edince, Allah Teala, insan türünün babası olan Hz. Adem’in, Allah’ı kamil olarak tanımasına, O’na kulluk ve ibadet etmesine vesile olacak mülk ve melekut alemi hakkındaki kamil ilmini meleklere gösterip onların bundan aciz kaldıklarını kanıtlayarak, insan türünün nelere layık olduğunu ve ne kadar yüce bir makama ulaşabileceğini belgelemiş ve onların insan hakkındaki bilgilerinin yetersiz olduğunu gözleri önüne sererek yanıldıklarını kanıtlamıştır.

Böylece Hz. Adem aleyhi’s-selâm, alemlerin Rabbinin emriyle üstün bilgisini meleklere kanıtlayınca, melekler, insan türünden olan ilahi hüccetlerin varlığının hakikatini ve onların Allah yanındaki yüce makamını gördüler ve beşer türünden olan insan-ı kamilin Allah’ı hamd ve tesbih etmesiyle, kendilerinin tesbih ve kutsamalarının mukayese edilemeyeceğini, yaratılışından endişe duydukları beşer türünden böyle seçkin kişilerin de varolacağını, dolayısıyla da beşerin yaratılışının yerli yerinde, layık ve tercih edilir bir yaratılış olduğu bilincine vardılar.

Demek ki, aslında yaratılışın gaye ve felsefesini açıkça ortaya koyan şey, bütün meleklerin baş eğdiği bu seçkin kişilerin varlığıdır. Çünkü seçkin kişilerin ibadetleri eşsizdir ve hiçbir ibadet onların ibadetlerinin yerini dolduramaz. O halde ilahi hüccetlerin varlıkları, beşerin başlangıcı ve ilk yaratılışı için ikna edici bir delil olduğu gibi, hayatının ve beşeriyet silsilesinin devamı için de ikna edici yegane delildir. Sonuç olarak ilahi hüccet insanlık toplumunda daima mevcut olmalıdır.

Eğer varlık nimeti bizi de kapsıyorsa, bu, insan-ı kamil olan bu liyakatli kişilerin varlıklarının bereketindendir. Eğer insan-ı kamil olan bu değerli kişiler olmasaydı, biz de var olmazdık. Varlık elbisesini giymiş olduğumuz şu anda dahi, eğer onlardan biri aramızda olmazsa, varlık hikmetimizi kaybeder ve tekrar yokluk ve hiçe karışıp, yok olup gideriz; o halde insan-ı kamil olan ilahi hüccetler, yalnız maarif ve ilimlerde insan oğlunun velinimeti olmakla kalmayıp, varlık nimetinde de velinimetlerimiz, yine onlardır.

Ehl-i Beyt İmamları tarafından gelen Ziyaret-i Camia’de şöyle geçer:

“Ey velinimetlerim! Övgünüzü sayıp bitiremem ve hakikatinizi gerçek anlamıyla övemem, makam ve mevkinizi nitelendirmekten acizim, iyilerin nuru ve salihlerin hidayet edicisi sizsinizdir; siz, her şeye gücü yeten Allah’ın hüccetlerisiniz. Allah, yaratılışı sizinle başlattı ve sizinle bitirecektir. O, sizin hatırınız için yağmur yağdırır ve sizin hatırınız için gökyüzünün yere kapanmasını engeller ve sizin hatırınız için üzüntüleri giderir, zorlukları bertaraf eder.”

İmam Sadık aleyhi’s-selâm değerli babaları İmam Bakır aleyhi’s-selâm’dan naklediyorlar ki:

“... Bizim ibadetlerimizle aziz ve celil Allah’a ibadet edilir, eğer biz olmasaydık Allah’a hakkıyla ibadet edilmezdi.”(9)

Yine birçok rivayetlerde buyurmuşlardır ki: “Yeryüzü hiç bir zaman masum bir öndersiz bırakılmaz.”(10)

İmam Bâkır aleyhi’s-selâm buyurmuşlardır ki: "Vallahi, Allah Hz. Adem'in ruhunu aldığı vakitten itibaren yeryüzünüi masum imamdan mahrum bırakmamıştır. Halk onun vasıtasıyla Allah'a doğru hidayet bulurdu ve o, Allah'ın halka hûccetidir ve yeryüzü Allah'ın halka hücceti olan imam olmaksızın bir an bile bâki kalmaz.(11)

c) Diğer bir mesele de, İmam aleyhi’s-selâm’ın manevi hidayetidir. Masum imam, zahiri ameller merhalesinde hidayet edici ve kılavuz olduğu gibi, manevi hayat aşamasında da hidayet edicidir ve amellerin hakikati onun hidayetiyle birliktedir. Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki: “Onları öyle rehberler kıldık ki emrimizle halkı doğru yola sevk ederler ve onlara hayırlı işleri vahyettik”.(12) Başka bir yerde de buyuruyor ki: “Ve içlerinden, sabrettikleri için onları emrimizle doğru yola sevk edecek rehberler tayin etmiştik.”(13)

Allame Tabatabai şöyle yazar: “Bu ve benzeri ayetlerden şu anlaşılmaktadır ki İmam aleyhi’s-selâm, zahiri hidayet ve aydınlatmanın yanısıra soyut ve melekler alemi cinsinden olan bir çeşit manevi hidayete de sahiptir. Onlar, batini hakikat ve nuraniyetleri ile halktan iyi kimselerin kalbinde tesir ve tasarruf eder ve onları yaratılışlarının son hedefi olan kemal derecelerine doğru cezbederler.”(14)

Demek ki, ilahi hüccet ve halkın hidayetçisi olarak Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm'ın varlığını gerekli gören biz Ehl-i Beyt dostlarının bu inancına: "Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm'ın gaybeti bu maksadı bozuyor, gaybeti nedeniyle halkın ulaşma imkanı olmayan bir imamın varlığının ne faydası var?" şeklinde itiraz edenler, gerçekte imametin gerçek manasının bilincine varmamışlardır.

Çünkü İmamet bahsinde; imamın vazifesinin yalnızca maariflerin dış yüzünü açıklamak ve halkın zahiri kılavuzu olmak olmadığını, halkın zahiri hidayetinin yanısıra, batini velayet ve amellerin manevi rehberliğinin de masum öndere ait olduğunu ispatlamışızdır. O halde halkın manevi hayatını düzene sokan, amellerin hakikatlarını Allah'a yönelten de odur. Masum imamın fizikî huzuru veya gaybet'inin ise, bu konuda bir tesiri yoktur. İmam her ne kadar halkın cismî gözlerinden gizliyse de batını yolla onların nefisleri ve ruhlarıyla bağlantısı vardır ve her ne kadar şimdiye dek zahir olup evrensel ıslahını yapma vakti gelmemişse de, ama varlığının daima gerekli olduğu açıktır.

Merhum Hace Nesir-i Tusi (r.a) diyor ki: “Onun varlığı bir lütuftur, hakimiyeti de başka bir lütuf... Şu anda görünürde olmayışı ise bizim yüzümüzdendir.”

Eğer halk, faydasında şüphe olmayan güneşten uzaklaşmışsa, güneşin varlığında hata yoktur; hata güneşten uzaklaşan ve onun nurundan kendini gizleyen halktadır. Halk, güneşten hiç bir fayda almadığını zannetmemelidir. Çünkü güneş olmasaydı, halk sığınaklarında dahi yaşayamazlardı. Yine de varlığından uzaklaştıkları ve mustakim parıltısından kendilerini gizledikleri bu güneş, onlar için çalışma, beslenme ve hayat imkanını sağlamaktadır.

Nitekim bazı hadislerde gaip İmam aleyhi’s-selâm, bulut ardındaki güneşe benzetilmiştir. Süleyman-ı A’maş, İmam Sadık aleyhi’s-selâm’dan: “Halk Allah’ın gaip olan hüccetinden nasıl yararlanacak?” diye sorduğunda, İmam aleyhi's-selâm: “Bulutlar güneşi örtmüş olduğu halde insanların güneşten yararlanması gibi.” buyurdular.(15)

Cabir bin Abdullah-i Ensari de Peygamber’den sallâ’llâhu aleyhi ve alih’: “Acaba insanlar gaybet zamanında imamdan bir fayda görecekler mi?” diye sorduğunda, Hz. Peygamber-i Ekrem sallâ’llâhu aleyhi ve alih:

“Evet, beni peygamberliğe gönderene andolsun ki, onlar güneşten nasıl yararlanıyorlarsa ondan da öylece yararlanacak ve nurundan faydalanacaklardır. O, bulutlar ardında gizli kalsa da insanlar onun vücudundan faydalanacaklardır”(16) cevabını vermişlerdir.

d) Musum imam ümit kaynağıdır. 

Gaip İmam’a inanmak, kurtuluşu beklemek ve onun zuhurunu gözlemek, insanlara büyük bir ümit vermektedir. Ümit, başarı ve ilerlemede en büyük etkenlerden biridir. Ümitlerini yitiren bir topluluk ise, asla başarıya ulaşamaz. Nitekim karargahta  bulunan bir komutanın varlığı, askerlere ümit verir ve onların çaba göstermelerini sağlar. Komutanının ölüm haberini duyan bir ordu ise, ileri teknikle donanmış olsa dahi bozkona uğrayıp dağılıverir.

İşte bu yüzden, Ehl-i Beyt’ten nakledilen hadislerde, kurtuluşu beklemek en büyük ibadet ve hak yolunda şahadete erişmeye eşdeğer sayılmıştır.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim, biz Ehl-i Beyt’in velayetiyle kurtuluşu bekler bir halde ölürse, Kâim’in (Mehdi’nin) ordusunda yer alan kimse gibi olur.” (17)

Hz. Ali (a.s) da şöyle buyurmuştur:

“Bizim devletimizi bekleyen kimse, Allah yolunda kanını döken ve canını veren kimse gibidir.” (18)

e) İmam dinin korunmasına vesiledir.

Hz. Ali (a.s), her dönemde insanların İlahi önderlere olan ihtiyaçlarını şöyle açıklıyor:

“ Yeryüzü Allah için hüccet ve burhanla kıyam eden İmam’dan boş kalmaz. Bazen O İmam zahir ve açık, bazen de gizlidir. Allah’ın yeryüzündeki hüccet ve delilleri yok olmasın diye böyle takdir edilmiştir. Onlar kaç kişi ve nerededirler?(veya ne zamana kadar korku içerisinde ve gizlidirler?) Allah’a ant olsun ki, sayı açısından azdırlar, ama değer ve makam açısından büyüktürler. Allah Teala, onlar vasıtasıyla kendi hüccet ve burhanlarını korumaktadır...” (19) 

 Zamanın geçmesi, şahsi fikir ve değerlendirmelerin dini konulara karıştırılıp din adına sunulması, sapık mekteplerin aldatıcı ve çekici propogandalarını din gılıfında sunmaları, fasit ellerin semavi öğretilere uzanması, İslam kanunlarının pratik alandan uzaklaştırılması gibi binlerce faktörler el ele vererek, İslam kanunlarından bazılarının unutulmasına, asaletini yitirmesine ve tahrif edilmesine neden olur. Vahiy olarak inen bu öğretiler, onun bunun beyinleriyle temas etme sonucu siyahlaşır ve ilk günkü parlaklığını yitirir. Bu nurun, karanlık fikirlerin çerçevesinden geçmesi sonucunda, ışığı azalır ve yansıması zayıflar.

Durum böyleyken acaba müslümanlar içinde, İslam’ın yasa ve öğretilerini gelecek nesiller için olduğu gibi koruyacak birinin bulunması gerekmez mi? Acaba yeniden mi vahiy inecektir?! Kesinlikle hayır. Çünkü vahiy kapısı ebediyete dek kapanmıştır. Öyleyse asıl din nasıl korunmalı? Tahrifler ve hurafeler nasıl önlenmeli? Bu, ancak masum bir İmam vasıtasıyla gerçekleşir.

Buna ilaveten, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm her yıl hac törenine katılır, toplantılara gider, çoğu zaman bazı müminlerin meselelerini bir vasıtayla veya vasıtasız olarak halleder, hatta bazılarının onu görmesi ama tanımaması da mümkündür. İmam aleyhi’s-selâm ise onları görür ve tanır, lütfü bazı iyi kimselere şamil olur. Gaybet-i Suğra ve Kübra zamanında halktan birçok kimse onunla görüşme şerefine ulaşmış, kerametini görmüş ve sorunlarını halletmişlerdir.

Merhum Ayetullah Seyyid Sadruddin-i Sadr şöyle yazar:

"İhtiyar" kitabı gaybet zamanında bir cemaatin Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm'ı gördüğünü ve onunla buluşup görüştüğünü yazar. Bunun, "hazret gördüğünü iddia edeni yalanlayın" diye gelen hadisle çelişir yanı yoktur. Çünkü bu rivayetten maksat, aynı rivayetin başından da anlaşıldığı gibi, hususi sefirlik iddiasında bulunanı yalanlamaktır.

İmam Mehdi aleyhi’s-selâm gaybet döneminde pek çok soruları cevaplandırmış, dini ve dünyevi sorunlardan halkı kurtarmış ve çoğu hastalara şifa vermiş, çaresiz ve acizlere hayat vermiş ve ne kadar yolunu yitirmiş varsa onları hidayet etmiş ve susuzları suya kandırmış, zayıfların elinden tutmuştur.

Bu, muhtelif zamanlarda ve muhtelif  mekanlarda biribirini tanımayan güvenilir ve kimseler tarafından yazılmış kitap ve defterlerdir. Onlarda, sözümüze şahid olan sayılmayacak kadar çok vak'a ve hadise zikrolunmuştur, çoğu kez insan onları okuyup da onlardaki hususiyat ve şahitleri tam anlayınca meseleye kesinlikle yakin etmektedir."(20)

 

“Gaybet-i Suğra”da İmam (a.s)’ın Kerametleri

Şeyh Tusi (r.a) şöyle der: “Gaybet zamanında İmam Mehdi’den görülen kerametler, sayılmayacak kadar çoktur.”(21)

Burada örnek olarak bunlardan bir kaçını naklediyoruz:

1- İsa bin Nasr şöyle anlatır: Ali bin Semeri, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’a bir mektup yazarak o hazretten kendisi için bir kefen istedi. İmam’dan; “Senin seksen yılında (280 hicri yılında veya 80 yaşında) ihtiyacın olacak” diye cevap geldi. Gerçekten de İmam aleyhi’s-selâm’ın buyurduğu gibi, o seksen yılında vefat etti ve vefatından önce İmam Mehdi aleyhi’s-selâm ona istediği kefeni gönderdi.(22)

2- Ali bin Muhammed der ki: Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm tarafından gelen bir fermanla Ehl-i Beyt dostlarının Kazımeyn ve Kerbela'daki imamların mezarlarını ziyaret etmeleri yasaklandı; bir kaç ay geçmemişti ki halife, veziri Baktani'yi çağırttı ve ona, (vezirin akrabalarından olan) Fırat ve Bersoğulları, (Hille ve Kufe arasında bir yer) ahalisi ile görüşüp onlara Kureyş'in Kazimeyn'deki kabirlerini ziyaret etmemelerini, çünkü buralara gözcü memurlar yerleştirdiğini ve masum imamların mezarlarını ziyarete gidenleri tutuklamaları yolunda emir vermiş olduğunu söyledi.(23)

3- Ebu Cafer Muhammed bin Osman, (Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm'ın ikinci sefirinin torunu) Ebu Cafer bin Kesir-i Nevbehti (r.a) Ebu Muhammed bin Osman'ın kızı Ümm-ü Külsüm de olmak üzere Nevbehti soyundan bir grup bana şöyle naklettiler, der: "Kum kenti ve çevresinden Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm'a ulaştırması için Ebu Cafer'e bir miktar hums ve zekat gönderdiler. Onu getiren, Bağdat'ta babam Ebu Cafer'in evine geldi ve halkın gönderdiği şeyleri ona teslim etti; kalkıp gitmek isteyince Ebu Cafer dedi ki: Sana, yerine ulaştırman için verdikleri emanetin hepsi bu değil... Gerisi nerede?

-Efendim, hiçbir şey kalmadı, hepsini size teslim ettim.

-Birşey kaldı! Eşyalarının yanına geri dön ve sana emanet bıraktıkları şeyi hatırla...

Eşyaları getiren gitti ve bir kaç gün hatırlmaya çalıştı, düşündü taşındı, eşyaları iyice aradı ama bir şey bulamadı, onun yanında olanlar da birşey bulamadılar. Ebu Cafer'in yanına dönerek dedi ki: Benim yanımda hiçbir şey kalmamış, bana verdikleri herşeyi sizin yanınıza getirdim.

-Sana, falan şahsın verdiği iki serdani elbise (batı denizinde ki bir adada dokunan kumaştan bir çeşit elbise) ne oldu?

-Evet, vallahi doğrudur, ben onları tamamen unutmuştum, fakat şimdi nereye bıraktığımı bilmiyorum.

İkinci kez giderek eşylarını açtı, yoklamaya koyuldu ve eşya götürdüğü herkesten de yoklamalarını istedi, ama elbiseleri bulamadı.

Ebu Cafer'in yanına dönerek elbisenin kaybolduğunu söyledi. Ebu Cafer dedi ki:

-Kendisi için iki balya pamuk götürdüğün falan pamuk satıcısının yanına git ve üzerine şöyle şöyle yazılan iki balyadan birisini aç, o iki elbise o iki balyanın içindedir.

O adam Ebu-l Cafer'in bu bilgisine hayret etti ve kendisi oraya giderek balyayı açıp ve iki elbiseyi bularak Ebu Cafer'in yanına getirip teslim ettikten sonr dedi ki: Ben onları unutmuştum, yükleri bağlaldığım zaman bu ik elbise kaldı, ben onları pamuk balyasının bir tarafında yerleştirdim."

Allah tarfından bu gibi şeylerden haberdar olan peygamberler ve İmamlardan başkasının bilmediği bu acayip konuyu Ebu Cafer'den görüp duyan bu kişi her yerde bunu naklediyordu. O, Ebu Cafer'i tanımıyordu, ancak, tacirlerin karşı sahilde güvenilir kimselere gönderdikleri şeyler gibi mallar onun vasıtasıyla gönderilmişti ve yanında Ebu Cafer'e vermesi için ne bir yük mektubu vardı ne de başka bir şey. Çünkü Mu'tazad-ı Abbasi'nin zamanında durum sıkıydı, İmamın adamları acımasızca katlediliyordu ve İmam'ın -af- işleri hususi şahısların arasında sırlı ve gizliydi, bu sebeple de getiricilerin Ebu Cafer'in yanına gönderilen şeylerden haberleri yoktu. Hiç kimsenin eşyaları gönderenlerden haberleri olmaması için onları hiçbir şeydan haberdar etmeden ve onlarla bir mektup dahi göndermeden sadece "bu eşyayı falan yere götür ve teslim et" deniliyordu(24)

4- Muhammed bin İbrahim bin Mehziyar-i Ahvazi der ki: İmam Hasan Askeri dünyadan göçtükten sonra Gaip İmam aleyhi’s-selâm hakkında şüpheye düştüm. O zaman babamın yanında halkın verdiği humus ve zekatlardan çok miktarda mal birikmişti. Babam onları aldı (ve İmam’a ulaştırmak için) yola koyuldu, gemiye bindi, ben de onu uğurlamak için dışarı çıkmıştım. O sırada babamda şiddetli bir ağrı başladı. Bana dedi ki: “Oğlum beni geri götür. Ölüm zamanım geldi, beni geri götür ve bu mallar hakkında Allah’tan kork.” Sonra bana vasiyet etti ve vefat etti.

Ben içimden dedim ki: Babam boş yere vasiyet edecek birisi değildi, bu malları Irak’a götürüp, nehrin kenarında bir ev kiralayacağım ve hiç kimseye haber vermeyeceğim, eğer İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın zamanında görülen şeyler gibi bir şey görülürse onları göndereceğim ve eğer böyle bir şey görülmezse malların hepsini sadaka vereceğim.

Irak’a gelerek nehir kenarında bir ev kiraladım, bir kaç gün sonra birisi elinde şu mazmunda bir mektupla geldi: “Ey Muhammed! Senin yanında şu mallar vardır ve yüklerin içi şöyledir.” Mektupta, getirdiğim bütün şeyler benim bile bilmediğim teferruatıyla açıklamıştı. Malları, mektubu getirene teslim ettikten sonra bir kaç gün yine orada kaldım. Hiç kimse beni aramıyordu, mahzun olmuştum. Bir müddet sonra bana başka bir mektup geldi. Onda şöyle yazılıydı: “Seni babanın yerine seçtik. Allah’a şükret.”(25)

5- Hasan bin Fazl-i Yemeni der ki: Samırra'ya geldim, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm tarafından bana içinden bir kaç dinar ve iki bez parçası olan bir kese geldi, ben kendi  kendime: Onların yanında benim makamım bu kadar mı?! diyerek kibirlenip onları geri gönderdim. Ancak, sonra pişman oldum, bir mektup yazarak özür ve af diledim yalnız olduğum bir yerde kendi kendime vallahi dedim eğer dinar kesesini bana geri gönderirlerse ben onun ağzını, benden daha biligili olan babamın yanına götürünceye kadar açmıyacağım ve onları harcamayacağım.

Çok geçmeden İmam tarafından (keseyi getiren) haberciye "Sen hata ettin, bizim bazen dost ve izleyicilerimize böyle davrandığımızı ve bazen teberrük diye bizden böyle şeyler istediklerini söylemedin" diye bir haber geldi. Şöyle bir haberde bana geldi:

"Sen bizim hediye ve ihsanımızı kabul etmeyerek hata ettin, ama Allah'tan af dilediğin için Allah seni affedecek. Dinarda tasarruf etmek istemediğinden ve yolda da harcamaya niyetin olmadığından artık onları sana geri gödermedik. Ama ihrma girmek için iki bez parçasına ihtiyacın var, onları kendin için ihram elbisesi edersin...(26)

6- Muhammed bin Sure el-Kummi (Kum kentinin büyük ulemasından) şöyle nakleder: Ali bin Hüseyn-i Babeveyh, amcası Muhammed bin Musa Babeveyh’in kızı ile evlendi, ama ondan evlat sahibi olmadı. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın üçüncü sefiri -Hüseyin bin Ruh’a bir mektup yazarak onun vasıtasıyla İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’dan Allah’a, ona fakih evlatlar vermesi için dua etmesini rica etti.

İmam aleyhi’s-selâm tarafından şu cevap geldi: “Şimdiki hanımından evladın olmayacak, ama yakında sahip olacağın Deylemli bir cariyeden iki fakih erkek çocuğun olacak.”

İbn-i Babeveyh “Muhammed* , Hasan ve Hüseyin” adında üç çocuk sahibi oldu, Muhammed ve Hüseyn parlak hafızalı iki fakih oldular, Kum kentinde hiç kimsenin belleyemediği konuları bellemişlerdi. Üçüncü kardeşleri Hasan ibadet ve zahitlikle meşgul idi. Halk ile hiçbir irtibatı yoktu, fıkıhtan da nasibi yoktu.

Halk, rivayet ve hadislerin naklinde Ali bin Hüseyn bin Babeveyh’in iki oğlu Ebu Cafer (Muhammed) ve Ebu Abdullah (Hüseyn)in hafızalarına hayret eder ve bu makam İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın duasıyla size nasip oldu, derlerdi. Bu hadise Kum ahalisi arasında pek meşhurdur.(27)

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm ile Görüşme

Merhum Şeyh Tabersi “İ’lam’ul Vera” adındaki kitabında İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ı ziyaret ve onun kerametlerini görmeye muvaffak olan bazı kimselerden söz eder. Onlardan 13 kişi İmam aleyhi’s-selâm’ın Bağdat, Kufe, Ahvaz, Kum, Hemedan, Rey, Azerbaycan ve Nişabur’daki vekilleri ve yaklaşık elli kişi Bağdat, Hamdan, Dinever, İsfahan, Saymere, Rey, Kazvin ve diğer yerlerin ahalisindendir.(28)

Merhum Hacı Nuri öndördüncü asrın büyük alimleirnden ve sağlam kaynaklı "El Müstedrek'ul vesail" kitabının yazarı Necm'us sakib kitabında, merhum Tebeisi'nin naklettiğine ek olarak Hz. Mehdi ile -af- görüşen, yahut ondan bir keramet gören, yada her iki feyze nail olan 120 kişinin ismini zikreder ve şöyle der: Bunların çoğusu muhtemelen her iki feyze de nail olan kişilerdendir, bu şahısların yaşadığı olaylar muhtelif senetlerle ashabın kitaplarında bolca mevcuttur. Nitekim bu kitapların sahiplerinin durumundan haberdar olan ve onların takva, fazilet, güvenilirliği ve ihtiyat makamını elde eden insaflı hiçkimse manevi tevatürûn oluşunda, hazretin kerametlerinde ve bütün bu olaylarda yalan ihtimali vermenin caiz olmayışında şühe etmez. O hazretin babalarında da aynı kerametler görülmüş, müşahede edilmiştir.(29)

Bazı büyük alimler Gaybet-i Kübra zamanında İmam aleyhi’s-selâm’ın huzuruna giden veya uykuda ya da uyanıkken birtakım kerametler gören kişilerin adlarını ve başından geçenleri kitaplarında toplamış ve zikretmişlerdir. Örneğin, Keşf-ul Estar, Bihar-ul Envar gibi. Merhum hacı Nuri, Necm-us Sakıb kitabında bu konuda yüz olay nakleder ve şöyle der: “Herkesten duyduğumuz her şeyi burada nakletmedik. Allah’ın yardımıyla sadece doğruluğuna güvendiğimiz olayları, güvenilir kişilerden aktardık.” (30)

Hacı Nuri'den sonra da bu şahıslar için diğer teşrifatlar belirmiştir. Değerli alim Latufulah-i Safi "Esalet-i Mehdeviyye" adlı kitabında onlardan birkaç nümune nakletmiş ve yazmıştır ki: Biz meseleyi mümkün mertebe özeltle vermeye çalıştığımızdan asrımızda görülen birkaç keramet ile yetiniyoruz.(31)

Biz de bu yazımızda Necm-us Sakıb kitabından bir olay nakletmekle yetiniyor ve okuyuculardan, bu kitapları araştırmalarını rica ediyoruz:

“Faziletli alim “Ali bin İsa Erbili”(32) “Keşf-ul Gumme” adlı kitabında diyor ki: Güvenilir kardeşlerimden bir grup, Hille bölgesinde Hırkal köyü ahalisinden “İsmail bin İsa bin Hasan Hırkalı” adında bir kişinin benim zamanımda vefat ettiğini bana haber verdiler. Ben onu görmemiştim. Onun oğlu Şemseddin bana dedi ki:

Babam bana şöyle bir olay anlattı: Gençliğinde sol bacağında, Tuse denilen yumruk büyüklüğünde bir yara çıkmış ve her bahar mevsimi patlıyor, ondan kan ve irin akıyormuş. Bu dert onu her şeyden alıkoyuyormuş. O Hille’ye gelip ve Raziyyuddin Ali bin Tavus’un* yanına giderek ona bu yarasından bahsetmiş ki, Seyyid bin Tavus, Hille cerrahlarını çağırmış, onu muayene etmiş ve demişler ki: “Bu, toplar damar üzerinde çıkmıştır ve kesmekten başka çaresi yoktur. Ancak, eğer bunu kesersek toplar damar da kesilebilir ki bu damar kesilirse İsmail sağ kalmaz. Onu kesmek çok tehlikelidir, biz bu işe girişemeyiz.”

Seyyid İbn-i Tavus, İsmail’e: “Ben Bağdat’a gidiyorum, gel seni de götüreyim ve oradaki cerrahlara göstereyim, belki onlar bir çare bulurlar.” demiş. Bağdat’a gitmiş, tabipleri çağırmışlar. Onlar da aynı teşhisi koyuş ve aynı özrü getirmişler. İsmail bu duruma üzülmüş, Seyyid ona; “Allah Teala üzerindeki bu necasetle kılacağın namazı kabul eder, bu derde sabretmek mükafatsız değildir” demiş. Bunun üzerine İsmail, “Öyleyse Samerra’ya ziyarete gideceğim ve İmamlar aleyhi’s-selâm’dan yardım isteyeceğim” demiş ve yola çıkmış.

Şemseddin diyor ki: Babam; o nurlu Hareme ulaştığım zaman iki yüce imam, İmam Ali Naki ve İmam Hasan Askeri aleyhuma selâm’ı ziyaret ettikten sonra Serdab’a* gittim. Geceleyin orada Allah’a çok yalvardım ve İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’dan yardım diledim, sabahleyin Dicle nehrine gittim, elbisemi yıkadım ve ziyaret guslü aldım. İbriğimi su ile doldurarak bir kere daha ziyaret etmek için İmamların Haremine geri döndüm, kaleye varmadan bir kaç atlının bana doğru geldiğini gördüm. Samerra’nın etrafında bazı soylu ailelerin evleri olduğundan, bunların mezkur eşraftan olduğunu sandım. Bana yetiştiklerinde, bunlardan biri, sakalı yeni-yeni çıkmış kılıç kuşanmış iki genç, nur yüzlü ve elinde bir mızrak ve kılıç kuşanmış yaşlı bir adam, üzerine de fereci(33) giymiş, teht’ul henek(34) bağlamış, elinde mızrak taşıyan birisi olmak üzere dört kişi olduğunu gördüm, O ihtiyar adam sağ tarafa ve iki genç de sol tarafa geçtiler. Fereci giymiş kişi onların ortasında kaldı, bana selam verdi, ben de cevap verdim; fereci giyinmiş kişi: “Yarın yola mı çıkacaksın?” diye sordu.

- “Evet” dedim.

- Yaklaş bakayım, sana eziyet eden şu yara neymiş bir görelim, dedi. Ben bu sırada “Bedeviler necasetten kaçınmazlar, ben de demin gusül aldım, elbisemi henüz yeni yıkadım, elbisem hala ıslak... Keşke bu bedevi bana dokunmasa...” diye düşünürken o eğildi ve beni kendine doğru çekerek elini yaramın üzerine koyup kuvvetle sıktı, canım pek yanmıştı... Sonra doğruldu, bu haldeyken yaşlı adam dedi ki: “Kurtuldun İsmail!”

Ben, “Siz de felaha ve kurtuluşa erişin” dedim. Bu sırada birden, onun adımı bildiği düşüncesiyle şaşırdım, bana, kurtuluşa erdin diyen yaşlı adam bu sefer: “İmamdır o, İmam...” dedi.

Ben koşarak ayağının üzengisini öptüm, İmam aleyhi’s-selâm yola koyuldu, ben de ardından gidiyor ve feryat ediyordum, İmam aleyhi’s-selâm bana “Geri dön” dedi.

Ben: “Sizi bırakmam, mümkün değil! diye inledim.

İmam aleyhi’s-selâm tekrar:

“Geri dönmek senin için daha hayırlıdır, geri dön!” dedi. Ben aynı sözü tekrarlayınca yaşlı adam dedi ki: “Ey İsmail! İmam iki defa geri dön dediği halde onu dinlememekten utanmıyor musun?

Bu sözler üzerine olduğum yerde kalakaldım, birkaç adım uzaklaştıktan sonra yine bana dönerek dedi ki: “Bağdat’a döndüğün zaman Mustansır(35) seni isteyecek ve sana bir hediye verecek, o hediyeyi geri çevir ve oğlum Razi’ye(36) de ki, senin için Ali bin Arz’a bir şeyler yazsın, sana istediğin her şeyi vermesini söyleyeceğim.”

Onlar gözden iyice uzaklaşıncaya kadar öylece orada kaldım, çok gıbta ettim. Bir saat kadar orada oturdum, sonra Hareme(37) geri döndüm, Harem’dekiler beni görünce:

- “Durumun değişmiş, yaran ağrı yapıyor mu?” diye sordular,

- “Hayır” dedim.

- Birisiyle kavga mı ettin?

- Hayır, Allah aşkına söyleyin, buradan geçen atlıları gördünüz mü?

- Onlar buranın büyüklerinden olsa gerek...

- Hayır, onlardan birisi İmam aleyhi’s-selâm’dı.

- O yaşlı mı, fereci giyen mi?

- Fereci giyen!..

- Yaranı gösterdin mi?

- Evet, onu öyle sıktı ki canım yandı.

Sonra sağ bacağımı açtıklarında yaradan hiçbir eser kalmadığını gördüler. Ben de dehşete kapıldım, diğer bacağımı da açtım, onda da bir şey göremedim. İşte o zaman halk başıma toplanarak elbiselerimi parçaladılar. Haremdekiler beni kurtarmasaydı ayaklar altında çiğnenip ölmüştüm. Bağırıp çağırmam üzerine “Beyn-en Nehreyn Nazıri”(38) gelip macerayı öğrendi ve olayı yazmak için gitti. Ben geceyi orada geçirdim. Sabahleyin bir grup gelip beni uğurladı. Yanıma iki kişi verip geri döndüler. Ertesi sabah Bağdat kapısına vardığımızda şehire gelen herkesin adını ve nesebini soran büyük bir cemaat köprünün başında toplanmıştı. Oraya vardığımızda benim adımı duyunca başıma üşüştüler ve giyindiğim ikinci elbiseyi de parça-parça ettiler. Öyle ki neredeyse ruhum bedenimden ayrılacaktı. O sırada “Seyyid Raziyyuddin” bir cemaatle geldi. Halkı benden uzaklaştırdı. Beyn-en Nehreyn Nazıri durumu yazmış, Bağdat’a göndermiş ve onlara bildirmişti. Seyyid, “Şifa bulduğu söylenilen, bu şehirde kargaşalık çıkaran adam sen misin?” diye sordu.

- “Evet”dedim.

Attan indi, bacağımı açtı, önceden bacağımdaki yarayı görmüştü, şimdi o yaradan hiçbir iz kalmadığını görünce bayıldı, bir saat sonra kendine gelince dedi ki: Vezir beni çağırmış. Samerra’dan gelen habere göre o adamın sizinle ilişkisi varmış, durumu çabuk bize bildir, demiş.”

Sonra beni Kum ahalisinden olan vezirin yanına götürdü ve dedi ki: “Bu benim kardeşim ve yakın dostumdur.” Vezir, “Hikayeyi anlat” dedi. Ben baştan sona başımdan geçenleri anlattım, vezir hekimleri ve cerrahları çağırmaları için memur gönderdi, onlar da gelince dedi ki: Siz bu adamın yarasını görmüş müydünüz?

- Evet.

- Onun çaresi nedir?

- Onu kesmekten başka çaresi yoktur, ancak eğer kesilirse sağ kalma ihtimali de çok zayıftır.

- Eğer ölmezse bu yara ne zamana kadar iyileşir?

- En azından iki ay yaranın izi kalır, ondan sonra çıban çıkması mümkündür, ama onun yerinde beyaz bir çukur kalır ve oradan tüy bitmez.

- Siz onu göreli kaç gün oldu?

- Bu günle birlikte on gün oldu.

Sonra vezir onları yakına çağırdı ve benim bacağımı açtı. Onlar, bunun diğer bacağımla hiçbir farkı olmadığını ve o çıbandan hiçbir eser kalmadığını gördüler. Hıristiyan cerrahlardan biri acı bir feryad kopararak: “Vallahi bu Hz. İsa’nın mucizelerindendir.” diye haykırdı. Vezir; “Bu iş sizlerden hiçbirinin işi olmadığından, ben bunu kimin yaptığını biliyorum” dedi. Bu haber halifeye de ulaştı. Halife, veziri çağırdı, vezir beni halifenin yanına götürdü, halife “Mustansır” bana olup bitenleri anlatmamı emretti. Ben başımdan geçenleri anlatınca halife oradaki hizmetçilerden birini çağırarak içinde bin dinar olan bir kese getirtti ve; “Al bunu, güle-güle harca!” dedi.

- Kabul edemem.

- Kimden korkuyorsun?

- Bu kerameti gösteren kimseden! Çünkü, Ebu Cafer’den(39) hiçbir şey kabul etme, diye buyurdu, dedim.

Bunun üzerine halife üzüldü ve ağladı.

Keşf-ul Gumme’nin sahibi der ki: İyi bir raslantı sonucu, bir gün ben bu olayı bir toplumda naklediyordum, macerayı anlatıp bitirdikten sonra, İsmail’in oğlu Şemseddin’in de onların arasında olduğunu öğrendim. Ben onu tanımıyordum, bu tesadüfe şaşırarak dedim ki: Sen babanın bacağını yaralı olduğu vakit görmüş müydün?

- O zaman küçüktüm, dedi; ama iyileştikten sonra gördüm. Yerinden kıl çıkmış ve yaradan eser kalmamıştı. Babam her yıl Bağdat’a geliyor, Samerra’ya gidiyor ve uzun müddet orada kalıp ağlıyordu. Pek hayıflanıyor ve bir kere daha İmam’ı görmek arzusuyla oralarda gezinip duruyordu, ama o gün bir daha kendisine nasip olmadı; benim bildiğim kadarıyla kırk defa Samerra’ya ziyarete gitti. Sonunda İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın hasretiyle dünyadan göçtü.

Bu hikayenin sonunda “Necm-us Sakıb”in yazarı “Şeyh Hürr-i Amili”nin “Emel-ül Amil” kitabından, “İsmail-i Hırkali”nin oğlunun faziletli bir alim ve Allame Hilli’nin öğrencilerinden olduğunu nakletmiştir.(40)

"Seyyid bin Tavus" der ki: Ben kendi zamanımda Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm'ı gördüklerin söyleyen bir kaç kişiyi gördüm, bazıları o hazretten bazı şahıslar için mektup ve bir takım meselelerin cevabını taşıyorlardı.(41)

Hicretin on birinci yüzyılının Beyt mektebinin büyük alimlerinden olan rahmetli "Şeyh Hürr-i A'mili" Hirkalı'nın macerasına benzer bir hikaye naklettikten sonra yazıyor ki: Bu olayın benzeri bizim günümüzde ve geçmişte mütevatir ve kesindir.(42)

Ve yine diyor ki: Güvenilir dostlarımdan bir grubu bana Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm'ı gördüklerini ve çeşitli kerametlerine şahit olduklarını ve o hazretin gizli ve gaybî şeylerden bir kısmını onlara bildirdiğini söyledi. Onlar için duâ etti, duâsı kabul oldu ve onları, satırların şerh ve açıklamaya gücü yeteceği tehlikelerden kurtardı ve onların hepsi en açık mucizelerden sayılır.(43)

Ve yine yazıyorki: "Ben dahi rüya aleminde Hz. Mehdi'den -af- bir takım mucizeler gördüm"148 ve sonra onları nakletti.

Zuhur Vaktini Belirtmek

İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın dördüncü özel naibi Ali bin Muhammed-i Semeri’nin vefatından sonra, Gaybet-i Kübra devri başladı. Şimdiye kadar da devam etmekte... İmam Mehdi aleyhi’s-selâm Allah Teala’nın emriyle kıyam ve zuhur edecektir. Ehl-i Beyt İmamları birçok hadislerde zuhur vaktinin belirtilemeyeceğini ve bunu ancak Allah’ın bileceğini, ansızın Allah’ın emriyle vuku bulacağını ve zuhur için bir vakit belirten kimselerin yalancı olduğunu açıklamışlardır.

“Fuzeyl” İmam Bâkır aleyhi’s-selâm’dan “Acaba bu iş için bir zaman belirtilecek mi?” diye sorunca İmam üç defa şöyle buyurdu: “Vakit belirtenler yalancıdırlar.”(44)

“İshak bin Yakup” Muhammed bin Osman-i Amri vasıtasıyla İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’a bir mektup yazarak birkaç soru sordu, İmam aleyhi’s-selâm soruları cevaplandırırken zuhur vakti hakkında buyurdu ki: “Zuhur vakti Allah’ın emrine bağlıdır ve vakit belirtenler yalancıdırlar.(45)

Vakti belirtmekten maksat, zuhur vaktinin dakik olarak belirtilmesidir ve bu gibi şeylerin vaktini belirtmeyi İmamlar aleyhi’s-selâm asla caiz bilmemiş ve Allah’ın sırlarından saymışlardır. Ama birtakım alametler de belirtilmiştir ki, onlar vuku bulursa, zuhur vaktinin yakın olduğu anlamına gelir.

Zuhur Alametleri

Zuhurdan önceki hadiseler ve zuhur alametleri hakkında çok çeşitli rivayetler vardır. Bu hadislerden bazıları toplumların, özellikle İslami toplumların durumunu açıklar, bazıları zuhura yakın meydana gelecek olayları, bazıları da şaşırtıcı şeylerin meydana gelişini anlatır.

Bütün bu hadisleri incelemek için, ayrıntılı kitaplara ihtiyaç vardır. İlgi duyanlar bu hadisleri nakleden makale ve kitaplara müracaat edebilirler. Biz burada açık ve idraki kesin olan birkaç alameti zikrediyoruz.

A)Zuhur Öncesinin Durumunu Bildiren hadisler

1) Bütün dünyada ve İslam toplumlarında zulüm, kötülük, fesat, günah ve dinsizliğin çoğalması.

İslam önderleri İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın mübarek kıyamlarını müjdeledikleri birçok hadiste onun, dünya zulüm ve kötülükle dolduğu bir zamanda zuhur edeceğini vurgulamışlardır. Hadislerin bir kısmında da Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın kıyamından önce, özellikle zuhuruna yakın bir vakitte, Müslüman toplumlarda bile sapıklık, sefahat, çeşitli günah ve kötülüklerin tamamen yaygınlaşacağını hatırlatmış ve şu kötülüklere işaret etmişlerdir:

Açıkça sarhoş edici maddeler alınıp satılacak, şarap içilecek, faiz yemek, zina ve diğer kötü işler yaygın bir şekilde yapılacak; katı kalplilik, sahtekârlık, nifak, rüşvet yemek, riya etmek, bidat, gıybet, dedi kodu çoğalacak, iffetsizlik, hayasızlık, zulüm, haksızlık umumileşecek ve hicapsız kadınlar çekici elbiselerle ortalıkta dolaşacak, elbise ve makyajda kadınlar erkeklere, erkekler de kadınlara benzeyecekler, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak terk edilecek ve müminler hakir, naçiz ve mahzun olup, günah ve kötülükleri engelleme kudretine sahip olmayacaklar. İmansızlık, sapıklık, dinsizlik yaygınlaşacak, İslam ve Kur’an’a amel edilmeyecek, evlatlar baba ve annelerine eziyet edecek, saygı göstermeyecek, küçükler büyüklerine saygı göstermeyecek, büyükler küçüklere acımayacak ve akrabalık bağları gözetilmeyecek. Humus ve zekat ödenmeyecek, veyahut masraf edilmesi gereken yere ulaşmayacak; yabancılar, kafirler ve sapıklar Müslümanlara galip gelecek ve Müslümanlar kendini kaybederek bütün işlerde; giyimlerinde, konuşmalarında ve hareketlerinde onları taklit edecek ve onları izleyecekler, ilahi hüküm ve cezalar uygulanmayacak...

Ve İmamlarımızın çeşitli hadislerinde zikredilen diğer birçok facialar vuku bulacaktır.(46)

B) Zuhurdan Önceki Olaylar

2 ve 3- Sufyani’nin ortaya çıkışı ve yerin yarılarak Süfyani’nin ordusunu içine alması.

Ehl-i Beyt İmamlarının aleyhum’us-selâm önemle vurgulayıp apaçık beyan ettikleri alametlerden birisi de Sufyani’nin hurucudur, Sufyani, bazı rivayetler gereğince Emevilerden, Yezid bin Muaviye bin Sufyan’ın neslinden ve halkın en kötüsüdür, adı Osman bin Anbese’dir. Nübuvvet ve İmamet sülalesi ve Ehl-i Beyt dostlarına karşı özel bir düşmanlığı vardır; kızıl suratlı, mavi gözlü, çirkin yüzlü, zalim ve hiyanetkardır, (Dimeşk, Filistin, Ürdün, Hams ve Kanserin’i içine alan eski) Şam’da kıyam edecek ve kısa bir süre beş şehri tasarrufu altına alacak ve büyük bir orduyla Irak’ta Kufe üzerine hareket edecek ve Irak şehirlerinden özellikle Necef ve Kufe’de büyük cinayetler işleyecek ve diğer bir orduyu da Arabistan’da Medine’ye gönderecektir. Sufyani’nin ordusu Medine’de nice cinayetler işleyip şehri yağma ettikten sonra Mekke’ye doğru hareket edecek, Medine ve Mekke arasında Allah’ın emriyle yer yarılacak ve onlar yerin dibine gömülecek, işte o zaman Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm, birtakım olaylardan sonra Mekke’den Medine’ye ve Medine’den Irak’a ve Kufe’ye gelecek ve Sufyani Irak’tan Şam’a kaçacak, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm onu takip etmesi için bir ordu gönderecek ve nihayet onu Beyt’ul Mukaddes’te helak edip başını vücudundan ayıracaklar.(47)

4- Seyyid Hasani’nin Çıkışı

Ehl-i Beyt İmamlarından aleyhi’s-selâm ulaşan hadislere göre, Seyyid Hasani, İran’da ve “Deylem ve Kazvin” nahiyesinden (Kazvin’in kuzey dağlık bölgesinden bir bölümünün adı Deyleman’dır) huruç ve kıyam edecek Ehl-i Beyt büyüklerindendir. Bu dindar şahıs İmamet ve Mehdilik iddiasında bulunmayacak, değerli bir kişidir, halkı İslam’a ve Ehl-i Beyt İmamlarının aleyhi’s-selâm yoluna davet edecek, işi büyüyecek ve birçok izleyici bulacak ve kendi bölgesinden Kufe’ye kadar olan yerleri zulüm, kötülük ve sapıklıktan temizleyecek, itaat olunan bir hakimdir ve adaletli bir sultan gibi hükümet edecektir. Ordusu ve dostlarıyla Kufe’de olduğu bir zamanda İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın dost ve izleyicileriyle Kufe’nin etrafına geldiğini ona bildirecekler, Seyyid Hasani ordusuyla birlikte İmam Mehdi aleyhi’s-selâm ile görüşecektir.

İmam Sadık aleyhi’s-selâm bu konuda şöyle buyurmuştur: “Seyyid Hasani İmam aleyhi’s-selâm’ı tanıyacak, fakat dost ve izleyicilerine onun imamet ve faziletini ispatlamak için onu tanıdığını bildirmeyecek ve İmam aleyhi’s-selâm’dan İmamet delillerini ve Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’den ona ulaşan mirasları göstermesini isteyecek, bunun üzerine İmam aleyhi’s-selâm birtakım keramet ve mucizeler gösterecek, sonra Seyyid Hasani İmam aleyhi’s-selâm’a biat edecek, ardından izleyicileri biat edeceklerdir.

Ancak bunlardan 4000 kadarı kabul etmeyecek ve İmam aleyhi’s-selâm’a sihir iftirasında bulunacaktır ki İmam aleyhi’s-selâm 3 gün nasihat ve öğütten sonra, hakikati kabullenmeyip iman etmedikleri için onların ölüm fermanını çıkaracak ve hepsi İmam aleyhi’s-selâm’ın emriyle öldürülecektir.(48)

5) Yüksek Ses

Maruf alametlerden biri de gökyüzünden yüksek bir sesin duyulmasıdır. Olay şöyle olacaktır: İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhurundan önce Mekke’de gökyüzünden her kesin duyacağı çok yüksek ve müthiş bir ses duyulacaktır, bu ses ilahi ayetlerdendir. Bu seste insanlara, hidayete erişmeleri, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’a biat etmeleri ve haktan sapmamaları için onun hükmüne karşı çıkmamaları tavsiye edilecektir.(49) Zuhurdan önce diğer bir ses de Hz. Ali aleyhi’s-selâm’ın ve onun takipçilerinin hakkaniyeti için vuku bulacaktır.(50)

6) Hz. İsa Mesih’in İnişi ve Hz. Mehdi (a.s)’ın Arkasında Namaz Kılması

Hadislerin bir kısmında da, Hz. İsa Mesih’in gökten inerek namazda Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’a iktida edeceği zikredilmiştir. İslam Peygamberi sallâ’llâhu aleyhi ve alih kızları Fatımat-uz Zehra’ya buyurmuşlardır ki: “Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a andolsun ki, Hz. İsa bin Meryem’in, arkasında namaz kılacağı bu ümmetin Mehdi’si bizdendir.”(51)

Kitaplarda bunlardan başka birçok diğer alamet ve nişaneler nakledilmiştir, ama bu alametlerin hepsi vukû bulacak mı, yoksa onlarda bir takım değişikliklerin de olabilir mi? sorusu gündeme gelmiş ve neticede alametlerin iki kısım olduğu söylenmiştir: Kesin olanlar ve kesin olmayanlar. Kesin olanlar vukû bulacaktır.

Bazı rivayetlerde, kesinlerin dahi değişebileceği hatırlatılmıştır, yanlızca Allah'ın vaadını verdiği şeyler değişmez ve "Allah Teala vaadına aykırı davranmaz."(52)

Kesin alametlerin dahi değimesini mümkün bilen rivayetler daima bekleyip kendilerini hazırlamaları için Şiâ toplumunda bekleyişi daha bir güçlendiriyor. Çünkü alametler vukû bulmadığı halde de o hazret zahur edebilir.

İmam (a.s)’ın Kıyamı

Ehl-i Beyt İmamlarının Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın kıyamı hakkında buyurdukları sözlerinden şu anlaşılmaktadır:

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm uzun bir gaybetten sonra, Mekke’de Kabe’nin kenarında (Rükn ve Makam arasında) zuhur edecektir. Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in bayrağı, kılıcı, sarığı ve gömleği ondadır ve melekler vasıtasıyla ona yardım edilecek, Allah’ın ve İslam’ın imansız düşmanlarını öldürecek ve zalimlerden intikam alacaktır.

Özel ashabı ona Mekke’de biat edecek olan 313 kişidir. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm bir müddet Mekke’de kaldıktan sonra Medine’ye gelecek, dostları savaşçı, silahşör, salih, imanlı, gece abidleri ve gündüz aslanlarıdır; kalpleri demir gibi sert, ona itaatte çok gayretlidirler. Nereye ve hangi işe yönelseler mutlaka zafere ulaşırlar.

İmam aleyhi’s-selâm Medine’de birtakım savaşlardan sonra ordusuyla Irak’a ve Kufe’ye gelecek ve Kufe’de Seyyid Hasani ile görüşecek, Seyyid Hasani ve ordusu ona biat edecekler, Hz. İsa Mesih aleyhi’s-selâm gökyüzünden inerek, İmam’a yardım edecek ve namazda İmam’a iktida edecektir.

İmam’ın hükümetinin merkezi Kufe’dir. İmam dünyanın doğu ve batısını fethedip, İslam’ı dünyanın dört bir yanına egemen kılacak ve gerçek İslam’ın üzerinden sahtekarlık tozunu temizleyecektir. Allah’ın kitabı, Peygamberin sünnetine göre amel ve hükümet edecektir. Emir-ül Müminin Ali aleyhi’s-selâm gibi yemeği sade ve elbisesi serttir.

İmam aleyhi’s-selâm’ın hükümetinde yeryüzünün tüm bereketleri ortaya çıkacak; servet, nimet, meyve ve mahsuller çoğalacak, fakirlik ortadan kalkacak ve herkes öyle refah ve nimette boğulacak ki, zekat ve sadaka vermek için fakir bulunmayacak ve müracaat edilen kimse zekatı kabul etmeyecektir. İmam aleyhi’s-selâm’la komşu olmak arzusuyla İmam’ın dost ve izleyicilerinden o kadar çok insan Kufe’de ikamet edecektir ki, namazda İmam’a iktida edenler için bin kapısı olan çok büyük bir mescid yapılacaktır.

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın kurduğu nizamda adalet ve emniyet her yerde öyle yerleşecek ki, ihtiyar bir kadın altın ve mücevher dolu bir sepeti alır ve tek başına yaya olarak bir şehirden diğerine gidecek olsa, hiç kimse onu rahatsız etmeyecek, servetine göz dikmeyecektir.

Yeryüzü hazine ve definelerini Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’a gösterecek, İmam zulme uğramışların bütün yıkıntılarını onaracaktır. O kıyam edeceği zaman Allah Teala insanlarla İmamları arasında bir perde olmaması için izleyicilerinin göz ve kulaklarına basiret verecek, İmam kendi yerinde olduğu halde onun sözlerini duyacaklar ve onu görecekler; o zuhur ettiği zaman Allah lütuf ve rahmetini kullarına yayacak ve onların akılları kamil olacak, o Hazret halk arasında Hz. Davud aleyhi’s-selâm ve Hz. Muhammed sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in tavrıyla hakemlik edecek ve Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in yaptığı her şeyi o da yapacak, Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih gibi o da cahiliye sünnetlerini ortadan kaldıracak ve İslam’a hayat verecektir.(53)

 

 

(1) - Yenabi’ul Mevedde, s. 493, el-Mehdi, s. 201.

(2) - Bihar-ul Envar, c. 52, s. 122.

(3) - Kitab-ul Mehdi, s. 201-202.

(4) - Der İntizarı İmam, s. 54.

(5) - el-Mehdi, s.172, Ravzat-ul Vaizin’den.

(6) - Bihar-ül Envar c. 52 s. 93

(7) - Yenabi-ül Mevedde c. 2 s. 217

(8) - Bakara, 30.

(9) - Usul-u Kafi, c. 1, s. 193.

(10) - Usul-u Kafi, c. 1, s. 178 h.2.

(11) - Usul-u Kâfi, c.1, s. 178, h.8.

(12) - Enbiya ,73.

(13) - Secde/24.

(14) - İslam’da Ehl-i Beyt, s. 260.

(15) - Muntehab’ul Eser, s. 271.

(16) - Kemal-ud Din, c. 1, s. 265.

(17) - İkmal-üd Din c. 2 s. 357

(18) - İkmal-üd Din c. 2 s. 327

(19) - Nehc-ül Belağa kısa sözler no: 139

(20) - el-Mehdi, s.178- 179.

(21) - Gaybet-i Şeyh Tusi, s. 170.

(22) - Gaybet-i Şeyh Tusi, s. 172.

(23) - Gaybet-i Şeyh Tusi, s.172, Tahran basımı, Bihar-ul Envar, c.51, s.312.

(24) - Gaybet-i Şeyh Tusi, s. 178- 180 Tehran baskısı-; Bihar-ul Envar, c. 51, s. 316- 317.

(25) - Gaybet-i Şeyh Tusi, s. 170-171. Bihar-ul Envar, c. 51, s. 310-311.

(26) - Bihar-ul Envar, c. 51, s. 328.

* Muhammed, Ali bin Huseyn bin Babeveyhin oğludur. İmam-ı zaman'ın -af- duasıyla dünyaya gelmişti. Hicretin 4. asrının büyük alimlerinden olan ve çok sayıda değerli kitaplar yazmış bulunan şeyh Saduk-ra- İbn-i Babeveyh adıyla maaruftur, merhum muheddis Kumi derki: 300 civarında kitap yamıştır. Onlardan bazıları şunlardır: "Men'la yahzuruhul-Fakih, Tevhid-u Saduk, Hisal, İkmal'ud-Din, U'yun-i Ahbar'ir Rıza, vb. Merhum Saduk hicretin 381 yılında vefat etti ve şimdi Rey şehrinde "İbni Babeveyh" adıyla meşhur olan mezarlığa defnedildi. Kabri, müslümanların ziyaretgâhıdır.

(27) - Gaybet-i Şeyh Tusi, 188, Tahran baskısı, Bihar, c.51, s.324-325.

(28) -İ’lam’ul Vera, s. 425.

(29) - Necm'us-Sakib, s. 209- 211.

(30) - Necm-us Sakib, s. 209-211.

(31) - Esalet'u Mehdiviyye, s.70.

(32) - Ehl-i Beyt alimlerinin büyüklerinden ö: hicretin 692. yılı ve Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih ve Ehl-i Beyt İmamlarının aleyhimu’s-selâm Tarih ve Faziletleriyle ilgili muteber Keşf'ul Gumme kitabının yazarıdır. Reyhanet'ul Edeb, c.7, 3. baskı, s. 101-102.

* Seyyid bin Tavus adıyla maruf Hicretin yedinci yüzyılı şiâ alimlerinin büyüklerinden (ö. Hicri 664) olup çok sayıda kitap yazmıştır.

* Samırra'da Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm'ın görüldüğü, Askeriyeyn'in Hareminde Hz. Hâdi aleyhi’s-selâm ve Hz. Askeri'nin aleyhi’s-selâm evlerinin bir kısmı.

(33) - Bir çeşit elbise ve cübbe.

(34) - Sarığın çene altından geçirilip arkaya atılan son kısmı.

(35) - Hicretin 623 yılından 640 yılına kadar hükümet etmiş Abbasi halifesidir. (Tetimmet-ul Munteha, s. 369-370).

(36) - Maksat, Seyyid bin Tavus’dur.

(37) - Maksat Samerra’da İmam Ali Naki aleyhi’s-selâm ile İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm Haremidir.

(38) - Fırat ve Dicle arasındaki bölgede olup bitenleri merkeze bildiren devlet memuru.

(39) - Maksat Mustansır’dır.

(40) - Necm-us Sakıb, s. 228-231.

(41) - İsbat'ul Hudah, c. 7 s. 363 Merhum Seyyid bin Tavus'un Risalet'un Nucum kitabından naklen.

(42) - İsbat'ul Hudah, c. 7, s. 355.

(43) - İsbat'ul Hudah, c.7, s. 383

(44) - Gaybet-i Şeyh Tusi, s. 261-262.

(45) - Kemal-ud Din, c. 2, s. 160, 4. Hadis.

(46) - Ravzat-ul Kafi, s. 36-42 ve İsbat-ul Hudat, c. 7, s. 390.-391. Bihar-ul Envar, c.52 s254 ve Kifayet'ul Muvehhidin, c.2 s. 844- 846 ve Muhtehal A'mal, 12. İmam aleyhiselam'ın  hayatı s. 106- 107 ve Alametler ve nişaneleri zikreden birçok diğer kitaplar müracat edilsin.

(47) - Muntehe’l Amal 12. İmam’ın hayatı, s. 102 - 103. İsbat-ul Hudat, c. 7, s. 398 ve 417. Gaybet-i Nu’mani 14. Babin s. 247-283. Gaybet-i Tusi zuhur, zuhur alametleri, s. 265-280; Ravzat-ul Kafi, s. 310 hadis 483, Bihar; c. 52, s. 186 ve 237-239 ve Zuhur Alametleri babının diğer sayfaları, s. 181- 278. Kifayet-ul Muvahhidin, c. 2, s. 841-842.

(48) - Munteha’l A’mal, 12. İmam aleyhi’s-selâm’ın hayatı, s.103-104, Bihar-ul Envar, c. 53, s. 15-16, Kifayet-ul Muvahhidin, c. 2, s. 842-843.

(49) - Muntehe’l A’mal, 12. İmam aleyhi’s-selâm’ın hayatı, s. 102; Gaybet-i Şeyh Tusi, s. 2744- İsbat-ul Hudat, c. 7, s. 424, Gaybet-i Numani, s. 257, hadis 14,15 ve bu kitabın 14. babının diğer hadisleri; Kifayet-ul Muvahhiddin, c. 2, s. 740, Ravzat-ul Kafi, s. 209-210, hadis 255 ve s. 310, hadis 483, Bihar-ul Envar, c. 52, s. 181-278

(50) - İsbat-ul Hudat, c. 7, s. 399.

(51) - İsbat-ul Hudat, c. 7, s. 14

(52) - İsbat'ul Hudah, c. 7, s. 431.

(53) - Bihar-ul Envar, c. 52, s. 279 ve 283 ve 305-308 ve 310 ve 311 ve 340 ve 346 ve 352 ve 354 ve 360 ve 361 ve 364 ve 367 ve 368 ve 378 ve c. 53, s. 12. İkmal-ud Din, c. 2, s. 367 ve 368. Keşf-ul Gumme, c. 3, s. 360-363 ve 365, İrşad-i Müfid, s. 341-344. Gaybet-i Numani, s. 231 ve 233 ve 234 ve 238 ve 243 ve 281-282, Gaybet-i Şeyh Tusi, s. 280-286, Muntahab-ul Eser, s. 482.

Önceki