İmam Humeyni'nin (r.a) Hayatı

                                            Hamid Ensârî


Önsöz:
"Kevser Günü"ydü.... Doğumu
Doğumundan Kum'a Hicretine Kadar İmam Humeyni -ks-
Kum'a Hicret, Yüksek Medrese Tahsili Ve İslâmî Bilimler Hocalığı
Mücadele ve Kıyam Siperinde İmam Humeyni -ks-
15 Hordad Kıyamı
Kapitülasyonların Yeniden Gündeme Getirilmesi Karşısında İmam'ın -ks-
Tekrar Kıyam Etmesi ve Türkiye'ye Sürgün

İmam'ın -ks- Türkiye'den Irak'a Sürgünü
15 Hordad Kıyamından İslam İnkılabının Zaferine Kadarki Süreçte Yeralan Siyasi Grup Ve Hizipler
İmam Humeyni -ks- ve Mücadelenin Sürekliliği
İslam İnkılabının hş. 1356 (1977)'de Doruğa Yükselmesi ve Halkın Toplu Kıyamı
İmam Humeyni'nin -ks- Irak'tan Paris'e Hicreti
14 Yıllık Sürgünden Sonra İmam İran'a Dönüyor
Şehinşahlık Rejimi Yıkılıyor Ve İslam İnkılâbı Zaferle Sonuçlanıyor:
İslam Devleti Kurulunca Sömürücü ve Sömürgeci Devletler Hemen Cephe Alıyor
Onun ana sloganı "kanın kılıca galebe çalması"ydı.
İkinci İnkılâb: Amerika'nın İran'daki Casusluk Yuvası Ele Geçiriliyor
Münafıklar
Tahmîlî Savaş Sürecinde İmam ve İran Milletinin Müdafaa Mücadelesi
Miladi tarihle 22 Eylül 1980'e rastlayan 31 Şehriver 1359
Savaş Neden Sürdü?
Süper güçlerin hızla artan silah ve para yardımları
Bu inanılmaz cinayet...
Batılı ülkelerin Fars Körfezi'ne ard arda düzenledikleri haçlı seferleri
İmam Humeynî -ks- marxist blokun çöküşünü seziyor
İmam'ın Gorbaçof'a Mesajı
İmam Humeyni, İslâmi Değerler Ve İslam Peygamberinin Onurunu Müdafaa Uğruna Tekrar Batının Karşısına Dikiliyor
İmam Humeyni'nin -ks- Son Yılları Ve Acı Hadiseler
"İbrâhimî Hacc İbadeti"
"Amerikancı islam" ve "Muhammedî öz islam"
İmam Humeyni'nin -ks- İnanç, İdeal Ve Hedefleri Nelerdi?
İmam Humeyni'nin inanç, akide ve ideallerinin neler olduğu...
"İslam, medeniyetin en zirve noktasıdır"
İmam Humeyni'nin Vefatı:Büyük Dost'a Kavuşma...
Kamerî tarihle 27 Muharrem, miladi tarihle 3 Haziran 1989... Günlerden Cumartesi...
İran'ın yeni lideri...







Önsöz:


Elinizdeki eserde; rahmetli İmam Humeyni'nin -ks- doğuşundan dâr-ı bekâ'ya göçüşüne kadar yaşadığı önemli olaylardan bir derleme yapılmış ve mümkün mertebe özetle aktarılmaya çalışılan bir biyografi incelemesi yapılmıştı. Rahmetli İmam'ın hayatını bir kitaba sığdırmak ve asırlar sonra islam tarihinde yeni bir çağ başlatarak hak aşıklarının ümitlerini tecelli yağmurunun bereketiyle sulayıp yeşerten o büyük insanın bereketler dolu ömrünü birkaç sayfayla dile getirebilmek her ne kadar mümkün değilse de, deryadan testi misali, elden geldiğince onu anlatmaya ve bilhassa onun İran dışındaki aşıklarının niceden beridir isteyip durdukları bir biyografik eseri hülasa da olsa, hazırlamaya çalıştık. Bu nedenle, elden geldiğince hülasa edilen bu eserde olayların teferruatı ve kavillerle nakillerin belgelerine -çok zaruri bazı konular dışında- girmekten kaçınılmış; ama İmam'ın -ks- kendisi veya başlattığı hareketle olaylara şu veya bu şekilde damgasını vurmuş olan önemli olay ve vak'aların tamamına değinilmeye özen gösterilmiştir.

Bu özlü eserde İmam'ın -ks- yaşadığı önemli olaylar anlatılırken onun yaşamında inancın önceliğine, fikir ve düşüncenin asaletine; eğitim, terbiye ve ahlâkî yetişme ve olgunluğun vazgeçilmezliğine bilhassa önem verilmiş ve o büyük mücahidin hayatında manevî ve ilmi boyutun bıraktığı derin iz ve tartışılmaz etkiler vurgulanmaya çalışılmıştır.



Onun muazzam kıyamı ve gerçekleştirdiği islam inkılabını belli bir ülke ve belli bir toplumun mahdut sınırlarından çok ötelere taşıyan gerçek, hiç şüphesiz yine onun tutarlı ve tek kişilikli bir karakter taşıması, inanç, düşünce ve davasında kaypaklık ve tavize asla yer vermemesidir. Bu nedenledir ki hayatının belli bir kesitini incelemek veya kişiliğinin sadece bir boyutunu büyüteç altına almak, onun fikir, yöntem ve davasını tanımak için yeterli olmayacaktır. O büyük insanı tanımanın tek yolu akide, iman ve amellerini bir bütün olarak ele almak ve hayatının bütün kesitlerini kapsayan bir mütalaa yoluna gitmektir.

Elinizdeki eser bu derya insanın şaşırtıcı hayat sürecine özlü ve geçici bir bakıştır sadece.

Bu eseri hazırlarken olayları, olaylardaki kişi ve şahısların çizgi ve tavırlarını, siyasi ve fikri akımların gerçek mahiyet ve özelliklerini aktarmada rahmetli İmam'ın -ks- bakış açısı ve değerlendirmelerinden faydalanmaya ve mümkün mertebe herşeye onun ölçek ve penceresinden yaklaşmaya çalıştık. Yine de bu eserin yanlış ve eksiklikten kesinlikle arınmış olduğunu iddia etmiyor ve o büyük insanın kendisine, davasına ve fikirlerine yakından âşina olan dindar araştırmacı ve tarihçilerin herhangi bir kusur ve hatayı müşahede halinde gerekli uyarıda bulunarak yardımlarını esirgemeyeceklerini umuyoruz.

Çaba bizden, tevfik Allah'tandır.

Hamid Ensâri

Hş. 1373- Âzer



***



"Kevser Günü"ydü.

Hicri kameri 1320'nin yarıları geride bırakılırken İran'da bir bebek geliyordu dünyaya.

Başlatacağı ilâhî kıyamla sadece İran'ın değil, bütün islam dünyasının alınyazısını değiştirecek ve milletlerin hürriyet ve bağımsızlığına düşman olan tüm güçlerle dünyaya egemen tüm kudretlerin daha ilk adımda karşısına dikilip ortadan kaldırabilmek için vargüçlerini harcadıkları halde başedemeyecekleri bir inkılaba imzasını atacak olan bebek...

Evet... Bugün aradan geçen bunca zamana rağmen onun karşısına dikilen güçlerin tüm uğraşları boşa çıkmış; onun becerdiği bu büyük iş karşısında, onun fikir, dava, inanç ve çizgisi karşısında hepsi çaresiz kalakalmıştır.

Henüz dünyaya gelen bu bebeğin daha sonraları tüm dünya tarafından "İmam Humeyni" olarak adlandırılacağını kimse bilmiyordu o gün. Onun, başlatacağı kıyamla dünyanın tüm süper güçlerinin karşısına dikileceğini, sadece kendi ülkesinin değil, tüm müslümanların bağımsızlık, izzet ve onuru için muazzam bir mücadele verip, insanî değerlerin topyekün yozlaştırıldığı bir çağda Allah'ın dinini yeniden diriltip ihya edeceğini kimse bilemezdi o gün...



***


Tarihî Özgeçmiş
Cemadiussani'nin 20. günü "Kevser Günü"dür...

Allah Tealâ'nın en sevgili kulu olan biricik peygamberinin -sav- çocukları öldüğünde Kureyşli müşrikler "Muhammedin soyu kurudu!" diyerek sevinip arsızca şenlikler düzenlediler. Ne var ki bu sırada Yüceler Yücesi sevgili Rahman'dan şu haber geldi: "Bismillahirrahmanirrahiym. Şüphesiz, biz sana Kevser'i verdik. Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu, asıl ebter (soyu kurumuş) olan, sana kin duyandır"(1) İşte o gün pek büyük bir gündü; çünkü velayet ve imamet kevseri o gün yeryüzüne akmış; iffet ve iman timsali Sıddıka-i Tahire hz. Fâtımâ-ı Zehra selamullah aleyhâ; adalet ve insanlığın daimi imamının eşi ve hemdemi olmak ve kıyamete dek insanoğluna yürümesi gereken yolu gösterecek olan bereketli nesli, 11 imamet yıldızını insanlığa hediye etmek üzere dünyaya gelmişti. Savaşı ve barışı, münacaatı ve sükutu, hilmi ve ilmi, baştanbaşa direnç ve çile dolu hayatı ve şehadeti ve nihayet vaadolunan günde zuhuru gerçekleşecek olan gaybetiyle hep ilahî hikmetler ve Rahmânî sırlar deryası olan nurlu ve bereketli nesil...

Düşüş ve alçalış çağında zaman ve tabiat duvarlarıyla çepeçevre kuşatılan insanoğlunun kendi başına bırakılmadığını, hakkı ve hakikati arayan aşıklara hidayet yolunu gösterecek birilerinin mutlaka bulunduğunu ve yeryüzünün bir lâhza olsun Hakk'ın hücceti ve kesin delilinden mahrum edilmediğini ispatlayan nur nesli...

Gaybet devri başlarken iyiyle kötü arasında hiç bitmeyen mücadele ve çekişme olduğu gibi devam ediyordu.

Rabbine isyan eden tuğyankar zorbalarla fesad ashabı zulmet ve zulüm cephesinde; müminler ve salihlerle tıyneti ve özü doğru olan "mert insanlar"da nur cephesinde biraraya gelip karşı karşıya saflaştılar.

Vahyin nurları yeryüzüne vurmuştu, artık. Allah'ın iyi kullarının gönlünü fetheden islam günden güne yayılarak Doğu'dan Batı'nın en uzak köşelerine kadar hayat bahşeden ilerlemesini sürdürmedeydi. Büyük ve emsalsiz bir medeniyet oluşuyordu yeryüzünde şimdi. İnsanoğlu ilim, edebiyat, teknik, kültür, sanat ve medeniyetin tüm dallarında iman ve ahlaka dayalı görülmemiş bir eserin yaratılışını izlemedeydi hayranlıkla.

"Emîn" peygamberin getirdiği ilâhi kurtuluş mesajına koşan uyanmış gönüllerin coşkusu öylesine derin ve fazlaydı ki, liyakatsiz ve kifayetsiz yöneticilerin zaaf ve zulümleri de Allah'ın dininin ilerlemesini durduramıyordu. Avrupa Ortaçağ barbarlığının pençesi altında inlemekte, o beldelerde Allah'ın mazlum kullarına musallat olan maddeperestler zuhur ve geleceğini bizzat hz. İsa'nın -as- müjdelemiş olduğu o büyük insanın zuhur edip onların karanlık dünyasını aydınlatarak bugün bile Avrupa'nın yüzkarası olan engizisyon mahkemelerinin kendilerine sağladığı çıkarları kaybetmemek için mukaddes görünümlerle "haç"ın ardına gizlenmekte ve hz. İsa'yla -as- asla bağdaşmayan iğrenç emellerini İseviliğin kılıfında meşrulaştırmaktaydılar. İşte işin en üzücü tarafı zamanın bu diliminde vuku buluyor ve engizisyoncu Avrupa, Muhammedî dinin kökünü kazımaya azmettiği sırada islam ülkelerinde, herşeyi yokedebilecek büyüklükte bir tehlike başgöstererek nifak, bozgunculuk ve iktidar hırsı hızla gözleri bürümeye başlıyordu.

Yine bu dönemlerdeydi ki elele veren birçok faktör, o günün tamamen gerici ve tutucu Avrupa'sında bir dizi ilmî ve teknik gelişmelere ortam hazırlayarak makina ve teknolojinin düşman devletlerin eline geçmesini sağlamış oldu. Oluşumunda islam medeniyetinin çok büyük tesiri bulunan bilim ve teknoloji dallarındaki bu hızlı ilerlemeler, ilkel, tutucu ve donuklaşmış Avrupa toplumuna yepyeni bir canlılık getirdi.

İslam ülkelerinin başında bulunanlar bu yeni ve ibret verici gelişme üzerine ciddi bir çözüm yolu arayacakları yerde; gaflet, gericilik ve taklitçiliği gayret, çaba ve cihada tercih ederek müslümana yakışmayan tavırlar sergilediler ki onların bu gaflet ve ihanetleri neticesinde düşman, günden güne hızla ve hiç rahatsız edilmeden ilerleyip kalkınmasını sürdürdü, iktidarını ve iktidar sahasını da aynı hızla genişletmeye ve toprak sınırlarını yaymaya başladı ve bu üzücü gelişmelerin seyrinde islam dünyasının önemli bir kısmı bilfiil sömürü devletlerinin birer sömürgesi haline geliverdi. İşte o gün bugündür kimi zaman açıkça, kimi zaman gizlice sömürü devletleri islam milletinin kaderine müdahele eder oldu ve para, güç, şiddet ve ateizmin asırlarca sürecek acı egemenliği başlamış oldu.

İran'da artık padişahlar silsilesi hükmediyor, bir hanedan yıkılınca yerine bir başka hanedan taht kuruyordu. İslam peygamberinin ilahi çağrısına daha ilk baştan canla başla "lebbeyk" diyerek islam ve tevhid davetine teslim olan İran milleti, bu şahlar ve sultanlardan gördüğü türlü baskı ve zulümlere rağmen nice yıllar boyu islam kültür ve medeniyetinin sancaktarlığını yaptı. Ne var ki şahların zulmü ve çağdaş sömürücülerin nifak ve bölücükleri giderek artmadaydı, çünkü bu kez düşman "bayındırlık, imâr, kalkınma ve gelişme" gibi sloganlar altında müslüman ülkelere sızmış, bu cafcaflı kelimelerin ardına gizlenmişti. Bu dönemde İran'da Kâcâr sultanlarının(*) başlattığı inanılmaz ihanet, ecnebi uşaklığı ve zulümler; İngilizlerle çarlık Rusyasının İran'a açıkça ve resmen müdahelede bulunmasını da beraberinde getirmiş ve bölgedeki birçok islam ülkesi gibi İran da, kendi tarihinin en acı kesitlerinden birini yaşamaya başlamıştı. Korkunç bir batı hayranlığının aşılanmaya başladığı bu acı günlerde sömürü devletlerinin büyükelçilikleri, memleketin bütün işlerine açıkça müdahele etmekte, hatta saray ve ordu erkanıyla meclis üyeleri ve bakanların atama ve azlleri bile bu sözde "diplomat"ların küstah emirleriyle yapılmaktaydı! Bu acı olaylar sürerken felaketin daha büyüğü yaşandı ve bu islami beldeye ait toprakların önemli bir bölümü, ihanet antlaşmaları neticesinde islam düşmanı ecnebi ülkelere bırakıldı; bütün bunlar olup biterken ülke tam bir kaas yaşıyor, adaletsizlik, zulüm ve istikrarsızlık içinde kıvranıyordu. Büyük islam alimi ve eşsiz mücahid Ayetullah'il uzmâ Şîrazi'nin -ra- başlattığı tönbeki -tütün- kıyamı, Seyyid Cemaleddin Esedâbâdi'nin ıslahatçı feryat ve çağrıları, İngiliz sömürüsüne karşı İran ve Necef'teki islam alimlerinin muazzam kıyamları müslüman halkın islam ulemasının rehberliğinde hareket ettiğini göstermekte ve dört bir taraftan ihanete uğrayan islam ümmetinin yegane ümidinin, candan bağlanmış bulunduğu islam uleması ve dinadamları olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı. İslam alimlerinin yiğit ve tavizsiz direnişi düşmanı şaşkına çevirmiş, İngiltere krallığı başta gelmek üzere, islam düşmanı güçlerle sömürü odakları, kendilerini tehdit eden ve çıkarlarını tehlikeye düşüren asıl tehlikenin farkına varmışlardı. Nitekim bir merkezden yürütüldüğü apaçık belli olan geniş çaplı bir "dinadamlarını alaya alma", "ulemayı küçük düşürüp karalama" ve "dinin siyasete karışmaması gerektiği", hele islamın siyasete hiç karışmayacak kadar cici(!) bir din olduğu" propagandaları dört bir koldan ve türlü ağızlar, çeşitli yöntemerle bütün islam ülkelerinde yaygın hale getirilmeye başlandı.

Bu tür lâik ve "ulema karşıtı" propagandaların birçok islam ülkesinde aynı tarihlerde ve benzeri yöntemlerle yapılmış olması bir hayli düşündürücüdür.

Bu ihanet odaklarının başında masonlarla, sözde "aydın ve entellektüel" geçinen kör taklitçi yerli batı hayranı "garbzedeler" gelmedeydi.

Aynı yıllarda İran'da halkın kendisini zerrece desteklemediğini bilen batı hayranı Kacar şahi Muzaffereddin bütün umudunu İngiltere krallığıyla Rus imparatorluğuna başlamış ve tahtını koruyabilmek için her ihanete boyun eğer hale gelmişti.

Bölgedeki diğer müslüman ülkelerde de aynı acı ve elîm vaziyet yaşanmaktaydı.



***



Doğumundan Kum'a Hicretine Kadar İmam Humeyni -ks-

İşte bu şartlar altında İran'ın merkez eyaletine bağlı Humeyn kasabasında hicri kameri 1320 Cemadiussani'sinin 20'sine rastlayan hş. 30 Şehriver 1281'e mesadıf 24 Eylül 1902'de; hz. Resulullah'ın -sav- mutahhar soyu hz. Fâtımâ-ı Zehra'nın -sa- pâk zürriyesinden gelen dindan, takvalı, mücahid, ilim ve hicret ehli bir ailede nurlu bir bebek geldi dünyaya.

Adını Ruhullah koydular.

Yarınların "Ruhullah'il Museviyy'il Humeyni"sinden başkası değildi bu...

Nesilden nesile, insanların hidayeti ve islami maarifle uğraşan bir ailenin yolunu sürdüren vâristi o. İmam Humeyni'nin -ks- değerli babası merhum Ayetullah Seyyid Mustafa Musevî, tanınmış islam alimi merhum Ayetullah'il uzmâ Mirza Şirâzî'yle aynı dönemde yaşayan seçkin alimlerdendi; Necef-i Eşref'te uzun yıllar islami bilimler dalında tahsil ettikten sonra içtihad payesine ermiş ve müçtehid olarak İran'a dönünce kendi kasabası olan humeyn'de müslüman halkın dini ve siyâsî konulardan pek güvenip sevdiği bir dönadamı olarak hizmete başlamıştı. Ne var ki Ruhullah'ın dünyaya gelişinden henüz 5 ay bile geçmemişken, dönemin hükumetine uşaklık eden hanlarla tağutlara başeğmeyen ve onların zorbalıkları karşısında pervasızca yiğitçe direnen Ayetullah Seyyid Mustafa Musevî, humeyn-Erak yolunda kalleşçe pusuya düşürülecek ve sırtından kurşunlanarak şehadet şerbetini içecekti.

Şehidin ailesi, kısas için dönemin başkenti olan Tahran'a gidip şikayette bulunacak ve bütün yıldırımlara rağmen, katil idam edilip kısas uygulanmadıkça Humeyn'e dönmeyecekti.

Böylece İmam Humeyni henüz küçük yaşta yetimliğin acısını tadıyor ve "şehadet" teriminin mefhumuyla çok yakından tanışmış oluyordu.

Babasının şehid edilmesi üzerine o yılların tanınmış alimlerinden merhum Ayetullah Hânsarî (Zubde't Tesânif'in yazarı)nin torunlarından olup dindan bir ailede ve yine âlim olan babasından islami bilimleri öğrenerek yetişen âlime annesi rahmetli Hacer Hatun'la, yine bir âlime olup bilgi, cesaret ve haktan yana oluşuyla tanınan değerli halası merhume Sahibe Hatun tarafından yetiştirilen Seyyid Ruhullah, çocukluk yıllarıyla gençlik döneminin ilk yıllarını bu iki âlimle ve yiğit kadının eğitim ve desteğiyle geride bıraktıysa da henüz 15 yaşındayken bu iki azizini de kaybetti.

Henüz çocukluk ve gençlik yıllarında fevkalâde bir zeka ve çalışkanlık örneği sergileyen İmam -ks- dönemin dînî ve pozitif bilim dallında kısa zamanda önemli bir mesafe kaydetti ve arap dili edebiyatı, mantık, fıkıh ve usul branşlarında dönemin bölgedeki seçkin alimlerinden olan Ağa Mirza Mahmud İftihâr'ul Ulema, Mirza Rıza Necefi Humeynî, Ağa Şeyh Ali Mahmud Brucerdî, Ağa Şeyh Muhammed Gülpaygâni, Ağa Abbas Erâkî'yle, değerli ağabeyi Ayetullah seyyid Murtaza Pesendide'den -Allah cümlesine rahmet etsin- ders aldı ki, bu alimler arasında rahmetli ağabeyi Ayetullah Seyyid Pesendide'nin apayrı bir yeri vardı.

İmam -ks- medrese tahsilinin ilk kısmını tamamladıktan sonra yüksek medrese tahsiline başlamak üzere hş. 1298'de Erak'taki Yüksek İslâmi Bilimler Medresesi'ne girdi.



***





Kum'a Hicret, Yüksek Medrese Tahsili Ve İslâmî Bilimler Hocalığı
Ayetullah'il Uzmâ Hacı Şeyh Abdulkerim Hayri Yezdî hazretlerinin -ra- hş. 1300'e musadıf hk. 1340'ının Receb'inde Kum'a hicretinden kısa bir süre sonra İmam Humeyni de -ks- Kum'a hicret ederek Yüksek Dînî İlmiye Medresesi'ne girdi ve burada dönemin en tanınmış üstadlarından ders alarak herkesi şaşırtan bir azim ve yetenekle, kısa sürede yüksek islâmî bilimlerle ilgili tahsilini tamamladı. Anlamlar ve beyan bilimleri dalındaki Mütevvel kitabın tekmil mübâhese tahsilini merhum Ağa Mirza Muhammed Ali Edîb Tahrânî'nin; sath dersleri tekmil tahsilini merhum Ayetullah Seyyid Muhammed Takiy Hansârî'yle bilhassa merhum Ayetullah Seyyid Ali Yesribî Kâşânî'nin, yüksek fıkıh ve usul tekmili derslerini de Kum Yüksek Medresesi'nin dönem başkanı olan Ayetullah'ul İzmâ Hacı Şeyh Abdulkerim Hayri Yezdî -rızvanullah aleyhim-nin yanında tamamladı.

Fevkalâde araştırmacı ve ince bir ruha sahip olan İmam, arap edebiyatıyla fıkıh ve usul dallarında kaydettiği şaşırtıcı ilerlemeyle yetinmeyecek ve dönemin diğer önemli bilim dallarına da yönelmeyi ihmal etmeyecekti. Nitekim bir yandan devrin tanınmış müçtehid alim ve üstadlarının nezdinde özel yüksek fıkıh ve usul dersleri alırken, bir yandan da merhum Hacı seyyid Ebu'l Hasan Refii Kazvînî'den yüksek matematik, geometri, astronomi ve felsefe dersleri aldı ve merhum Ağa Mirza Ali Ekber Hekemî Yezdî'den bu branşlarla ilgili yüksek tahsil derslerinin yanısıra manevî ve irfânî bilimlerle ilgili dersler almaya başladı; bu sırada âruz, kafiye ve islam felsefesiyle batı felsefesini merhum Ağa Şeyh Muhammed Rıza Mescidşâhî İsfahânî'den; ahlak ve irfan yüksek bilimlerini merhum Ayetullah Hacı Mirza Cevad Melekî Tebrizî'den ve yüksek pratik irfanla teorik irfanın en ileri eğitim derslerini de 6 yıl boyunca merhum Ayetullah Ağa Mirza Muhammedali Şahabâdî -ra-'den aldı.

Ayetullah'il uzmâ Hayri Yezdî hazretlerinin vefatından sonra başta İmam Humeyni -ks- gelmek üzere Kum Yüksek İlmiye Medresesi'nin diğer müçtehid ve alimlerinin yoğun çabasıyla Ayetullah'il uzmâ Burucerdî hazretleri -ra- Kum Medresesi'nin başkan ve sorumlusu olarak Kum'a yerleşti. Bu sırada İmam Humeynî -ks-, usul, felsefe, irfan ve ahlak dallarında Kum'un en ileri üstad ve müçtehidlerinden biri olarak tanınmada; zühdü, takvası, doğru sözlülüğü ve ibadete düşkünlüğü tüm medrese çevrelerinde dilden dile dolaşmadaydı. Bu yüce hasletler uzun yıllar süren nefis mücadelesi, şer'i kalıplar çerçevesinde çile çekmeler, irfan metin ve mefhumlarını bilfiil yaşayıp tecrübe edinmeler vb. gibi köklü sosyal ve ferdî zahmet ve emeklerin ürünüydü. Aynı şekilde; dini ilmiye medreselerinin mutlaka korunması, fonksiyonunu ve varlığını sürdürmesi, ulemanın yegane güvenilir sığınak ve üs olarak mesuliyetini ifaya devam etmesi gibi vazgeçilmez prensipleri onun samimi ulema çevresinde en sevilen ve sayılan alimlerden biri olmasını sağlamış, o tehlikeli, çetin ve karabasanlı günlerde hürriyet aşığı müminlerin bu ışıl ışıl parlayan hidayet meşalesinin etrafında toplanmasına neden olmuştu. Mevcut bütün buhranlar, muhalefetler ve zorluklara rağmen onu Ayetullah'il uzma Hayri'yle -ra- Brucerdi -ra- hazretlerinden ayrılmamaya ve bütün ilim, bilim, fazilet ve gayretini, henüz kurulmuş olan Kum Dîni İlmiye Yüksek Medresesi'nin muhafaza ve bekasına adamaya iten sebep bu yüksek kişilik ve karakteristik özelliklerinden başka birşey değildi. Hatta Ayetullah Brucerdi'nin -ra- vefatından sonra islam dünyasından birçok alim ve dinadamının bir taklid mercii olarak kendisine yönelip onu medreselerin başkan ve sorumlusu olarak kabul etmelerine rağmen İmam -ks- fevkalâde bir alçakgönüllülükle bunu reddedecek ve mevki, makam ve şöhret gibi şeylerden hiç hoşlanmadığını bilfiil ispatlayan bu davranışlarıyla gönüllere daha bir taht kuracaktı.

O, yakın dostlarına bu tür dünyevî şeylere asla itina göstermemelerini ve bu tür şeylerden daima uzak durmalarını nasihat ve tavsiye etmiş, hayatının sonuna kadar da bu tavrını zerrece değiştirmemiştir. Nitekim bilinçli müslümanlar gerçek ve samimi bir islam münâdisi olarak onu görüp bütün arzu ve emellerini onun samimi takva, derin bilgi, siyasi idrak ve korkusuz kişiliğinde bularak ışığa vurgun pervaneler misali onun etrafında kümelendiğinde bu emsalsiz teveccüh ve takdirlerden zerrece etkilenmemiş; inanç, prensip ve davranışlarında hiçbir değişiklik olmamıştır.

Onun hiçbir zaman dilinden düşürmediği bir sözü vardı, kalbinin ta derinliklerinden yükselen bir samimiyetle "Ben islam ve milletin hizmetçi bir neferi ve askeri olarak görmekteyim kendimi" derdi her zaman (2)... H.ş. 1357-1979- kışının 12 Behmen'inde (22 Şubat) onu karşılamak ve yıllardır hasretle beklediği rehberini görülmedik bir heyecanla karşılayabilmek için Tahran caddelerini dolduran milyonlarca müslüman, uğrunda can vermeye hazır halde kendisini beklerken, yabancı bir muhabirin "Onbeş yıl aradan sonra ülkenize böylesine görkemle döndüğünüz şu sırada neler hissediyorsunuz?" şeklindeki tepeden inme sorusuna verdiği tek kelimelik cevap, onun bu muazzam ve güçlü kişiliğinin bariz bir göstergesiydi:

"Hiç!"

Güç ve iktidar düşkünü politikacıların böylesine anlarda gurur ve sevincinden kabına sığamayıp neler hissettiğini bilen ve bunlara defalarca yakından şahid olan muhabir, duyduğu cevap karşısında şaşkına uğramış ve daha sonraları bunu defalarca anlatmaktan kendimi alamamıştı.

Bu kısa cevap bile, İmam Humeyni'yi -ks- tanıtmaya ve onun diferlerinden çok farklı olduğunu anlatmaya yetiyordu.

Evet, defalarca ameliyle de vurgulamış olduğu üzere, onun nazarında önemli olan tek şey Allah'ın rızası ve bu rızaya uygun davranabilmekti; bu "Humeyni görüşü"nde gaye Allah'ın rızası olduktan sonra hapiste olmakla iktidarın zirvesinde bulunmak aynı şeylerdi. Esasen o, bu hakikate yıllar önce iman etmiş ve henüz gençlik yıllarında bulunmasına rağmen başarıyla katettiği "amelî ve pratik irfan" merhalesinde dünya ve dünyalığı tamamen mağlub etmeyi başararak "Allah'tan gayrısından kopup sırf O'na doğru sonsuz yürüyüş"ünü azimle başlatmıştı. Nitekim İmam, kendi beyitlerinden birinde bu ipucunu şu mükemmel beyan tarzıyla dile getirir:

"Yaradan'dan gayrısını bıraktım, sildim

Takdir-i ilahiden başka herşeyi hiç bilirim!"(3)

İmam Humeyni -ks- Kum dinî ilmiye medresesinde din öğrencilerine yıllarca yüksek islâmi bilimler dersleri verdi; Feyziye Medresesi, Mescid-i A'zam, Muhammediye Mescidi, Hacı Molla Sadık Medresesi, Selmasî Hacı Molla Sadık Medresesi, Selmasî Camii... gibi birçok medrese ve camide fıkıh, usul, felsefe, islâmi ahlak ve islâmi irfan dersleri vererek binlerce öğrenci yetiştirdi. Aynı şekilde Necef-i Eşref Medresesinde de 14 yıl boyunca üstadlık yaptı ve Şeyh A'zam-i Ensari -ra- Camii'nde Ehl-i Beyt Bilimleri ve fıkıh dallarında en yüksek seviyede dersler verdi. Yine ilk kez Necef'te "Velayet-i Fakih" başlığı altında verdiği dizi derslerde ilk kez "islam devletinin temel prensipleri" konusunu işledi. O dönemde kendisinden ders alan alimler İmam'ın -ks- derslerinin bütün medreselerin en muteber ve en çok tutulan dersler olduğunu, hatta bazı dönemlerde (ör: Kum Medresesi'nde üstadlık yaptığı yıllarda) İmam'ın derslerine katılan din öğrencileriyle ulemanın sayısının 1200 kişiye ulaştığını belirtmişlerdir ki bu derslere katılanlar arasında onlarca müçtehid ve dönemin en tanınmış yüksek seviyeli alimlerinin de bulunduğu, rahmetli İmam'ın -ks- fıkıh ve usul derslerine çoğu müçtehidin de katıldığı bilinmektedir. İmam'ın -ks- uzun yıllar boyunca verdiği bu derslerde binlerce islam alimi yetişti; İmam'ın -ks- yetiştirdiği bu öğrenciler bugün başta Kum gelmek üzere çeşitli belde ve mekanlardaki ilmiye medreselerinin en tanınmış müçtehid, fakiyh ve arifleridirler. bu cümleden olmak üzere bugün hakkıyla, islam dünyasının en seçkin düşünürlerinden biri olarak tanınan Allame şehid üstad Mutahhari'yle mazlum şehid dr. Beheşti'nin en büyük iftiharı İmam'ın -ks- öğrencisi olup o büyük ârif, mükemmel mümin değerli insandan ders almış bulunmalarıydı. Yine bugün islam inkılabının başında bulunan ve İslam Cumhuriyeti nizamını idare etmekte olan tanınmış ulema ve dinadamları da hep rahmetli İmam'ın -ks- fıkhî ve siyasî okulunda yetişen öğrencilerdir.

İmam'ın -ks- çeşitli bilim dallarındaki eğitim ve öğretim üslubunun özelliklerine yine bu bahsimizde kısaca değinecek ve bahsimizin sonunda onun telif etmiş olduğu eser ve kitaplardan da özetle sözetmeye çalışacağız inşaallah.

***

Mücadele ve Kıyam Siperinde İmam Humeyni -ks-

Allah yolunda mücadele ve cihad ruhu; İmam Humeyni'nin -ks- yetişme tarzında, yetiştiği muhit ve aile ortamında ve esasen o büyük insanın sosyal ve siyasi hayatının bütün safhalarında kök salmış bir hakikatti. Onun mücadele hayatı, gençlik döneminin ilk yıllarından itibaen başlar ve kendisinin ruhî ve ilmî tekamül ve yetişmesine paralel olarak sürer ki İran'la diğer islam ülkelerindeki sosyal ve siyasi gelişmeler de bu mücadelenin akışına etkide bulunmuştur. Hicri şemsi 1340-1341'li yıllardan (miladi tarihle 1960-1962'li yıllar) İran'da başgösteren Vilayet ve Eyalet Encümenleri hadisesi onun, ulemanın kıyamında rehber ve lider olarak bilfiil sahnede görünmesine neden oldu. Bunu izleyen yılda, yani 15 Hordad 1342'de baştanbaşa bütün İran'da ulemanın öncülüğü ve liderliğinde müstebit rejime karşı muazzam bir başkaldırı ve kıyam yaşandı ki bu kıyamın en belirgin iki özelliği, İmam Humeyni'nin rehberlik ve liderliğini vurgulaması ve kıyamın sebep, saik, slogan ve hedeflerinin tamamen islâmi olmasıydı. Daha sonra bütün dünyada "İslam inkılâbı" adıyla tanınacak olan çağın emsalsiz inkılabının başlangıcı işte bu 15 Hordad kıyamıdır.

İmam Humeyni -ks- İran'ın, en zorlu ve çetin dönemlerinden birini yaşamakta olduğu yıllarda dünyaya gelmişti.

Meşrutiyet hareketi, İngilizlerin yerli uşakları aracılığıyla Kacar hanedanının sarayında oynadığı oyun ve entrikalar ve ülke içinde yaşanan dahili çekişmelerle bir grup batı hayranı kör taklitçinin "aydınlar" adı altında işlediği ihanetler neticesinde amacından saptırılmış ve hareketin yönü ve hedefi ustaca başka bir yatağa kaydırılmıştı. Ulema ve dinadamları bu hareketin bizzat öncüsü ve lideri olmasına rağmen türlü oyun ve entrikalarla devre dışı bırakılmış ve insiyatif laiklerin eline geçmiş ve yönetim tekrar müstebit bir krallığa dönüşüvermişti. Kacar padişahlarının kabilece mahiyeti ve yönetimdeki liyakatsizlik ve zaafları, İran'da ciddi sosyal ve ekonomik bozulmalar neticesinde hanlar, derebeyleri ve eşkıyalar millete musallat olmuş, memlekette huzur ve güvenlik kalmamıştı. İşte bu şartlar altında müslüman İran milletinin yegane sığınağı ve sadık dostu yine islam ulemasıydı. Nitekim bahsimizin başında da belirttiğimiz üzere İmam'ın -ks- babası da müslüman halkın hakkını savunma ve zorba hanların karşısına dikilme neticesinde şehid düşmüş ve bu ailenin Allah yolunda mücadele, hicret ve şehadet örfüne bilfiil imza atmıştı.

İmam Humeyni -ks- birinci dünya harbinde 12 yaşında olduğunu söyleyerek o dönemle ilgili hatıralarını şöyle anlatır: "... Ben dünya savaşlarının 2'sini de hatırlıyorum. Küçüktüm, okula gidiyordum. Humeyn'deki kasaba merkezinde Rus askerleri vardı; birinci dünya savaşında biz türlü saldırılara maruz kalıyorduk"(4).

Rahmetli İmam -ks- bir başka hatırasında da o günlerde merkezi yönetimin destek ve himayesiyle birçok han, eşkıya ve zorbanın her tarafa musallat olduğunu ve halkın malını yağmalayıp namusuna ve canına kastettiklerini anlatırken bazı isimler de verir:"... çocukluğumdan beri savaşı yaşamışımdır ben. Zulgiler saldırırdı bize, Recebalilerin saldırısına uğrardım sık sık. Bizim de silahımız, tüfeğimiz vardı, ben o yıllarda çocuktum, büluğçağlarında bir çocuk olmama rağmen; eşkıyaların saldırılarını püskürtmek için -Humeyn'deki- yapılmış olan siperlere başvururduk"(5).

İmam -ks- bir diğer hatırasında da şöyle anlatır: "... Humeyn'de bulunduğumuz mahalde siper kazardık; benim de tüfeğim vardı. Ama ben çocuktum henüz tabi; 16-17 yaşlarındaydım o sıralarda. Silah kullanmasını öğretirlerdi bize, eğitim alırdık... Siperlere giderdik; halkın malını ve ırzını yağmalamak için saldırıya geçen eşkiyalara karşı savaşırdık o siperlerde. Ortalık karışmıştı, memleket kargaşa içindeydi, hürumet iktidarını yitirmişti. Hatta bir defasında Humeyn'in bir mahallesini eşkıyalar ele geçirdiler, halk onlarla savaştı, herkes silahını alıp onlara karşı koydu, biz de silahımızı alıp onlara karşı koyduk"(6).

Mevcut tarihi belgelerin de açıkça ortaya koyduğu üzere hş. 3. İsfend 1299'da İngilizlerin destek ve planıyla gerçekleşen diktatör Rıza Han İhtiali, Kacar saltanatını devirip hanlık ve derebeylik sistemine son vererek en ücra köylerden şehirlere kadar heryeri sarmış olan eşkıya belasının önemli ölçüde kökünü kuruttuysa da, yağmurdan kaçan millet doluya tutulmuş oldu; zira bu kez bizzat devletin kendisi eşkıya alacak ve Rıza Han'ın binlerce akrabası hükumetin çeşitli noktalarına yerleşerek mazlum İran milletinin kanını emecekti. Böylece kırsal bölge eşkıyalığı devri kapanmış, onun yerine sistemli ve kanunlu bir "Pehlevi devlet eşkıyalığı" dönemi başlamıştı.

Rıza Han 20 yıllık istibdad ve padişahlığı sürecinde İran'ın verimli topraklarının yarısına yakın bir kısmını gasbederek bütün arazi tapularını resmen kendi adına geçirdi. Bu kabarık iştiha neticesinde, sarayın özel mülkiyet işlerinin takibi için kurulan teşkilat ve kuruluşlar, en büyük bakanlıklardan bile daha geniş ve daha kalabalık kadroluydu. Rıza Han diktatörlüğü işi öyle bir noktaya vardırdı ki bir arsa veya arazinin, hatta vakıf olarak resmen devri için bile göstermelik kukla meclisten onlarca kanun, tüzük ve madde onayı alındı. Nitekim Rıza Han'ın kendi adına geçirdiği tapular, edindiği menkul ve gayri menkuller, mücevherler, şirketler, ticari merkezler, sanayi birimleri, fabrikalar; onun hayatını kaleme alan dost-düşman herkesin mezbur hatıratındaki en kalabalık bölümleri işgal eder.

Rıza Han'ın ülke içi siyaseti üç temel prensip üzerine kuruluydu: Askeri-polisiye kökenli sert hükumetçilik, din ve dinadamlarına karşı tam bir düşmanlık, tam bir batı taraftarlığı!

Bu üç temel prensip, Rıza Han'ın saltanatı boyunca varlığını devam ettirmiştir.

Meşrutiyet olaylarından sonra bir taraftan İngiliz güdümlü hükumetlerin baskısı, bir taraftan da Batı çarpılmışı sözde aydınların olmadık ihanet, iftira ve karalamalarıyla karşı karşıya kalan İran uleması, bu zor şartlar altında yüce islam dini ve ulemanın izzet ve varlığını koruyabilmek için amansız bir mücadele vermekteydi. Bu gaye doğrultusunda Ayetullah'il uzma Hacı Şeyh Abdulkerim Hayri hazretleri, Kum ulemasının daveti üzerine Erak'tan Kum kentine hicret etti, ardından, fevkalâde bir çalışkanlık ve zeka örneği sergileyerek Humeyn ve Erak'ta medrese yüksek bilimleriyle ilgili mukaddemat ve sutuh derslerini bitiren İmam Humeyni de -ks- Kum'a hicret ederek henüz kurulmakta olan Kum yüksek medresesinin konumunu güçlendirmede fiilen katkıda bulundu. Çok geçmeden İmam -ks- Kum'un en seçkin uleması, ve tanınmış müçtehidler arasında yer alan isimlerden biri olacaktı.

Daha önce de belirttiğimiz üzere bu dönemde, Rıza Han'ın dini politika ve niticede hayattan dışlayan laik siyasetini akamete uğratabilmenin tek yolu; din, medrese ve ulemanın güçlü ve kararlı bir şekilde müdafaa edilmesiydi. Bu nedenledir ki İmam Humeyni -ks- sözkünusu şartlar ve olumsuz ortamda ulema, medrese ve taklid merciilerinin takınması gereken tavır ve izlenmesi gereken yöntemin niceliği ve niteliği konusunda bazı noktalarda Ayetullah'il uzmâ Hayri ve ondan sonraki dönemde de Ayetullah'il uzmâ Brucerdi'yle birtakım görüş ayrılıkları içinde bulunmasına rağmen her iki alim döneminde de rejim karşısında ulemanın ve dini ilmiye medreselerinin konum ve iktidarını var gücüyle savunmaktan bir lahza olsun geri durmamıştır.

İmam Humeyni -ks- islam ümmetinin sosyal ve siyasi meselelerine özel bir önemle eğilen nadir müçtehidlerdendi. Rıza Han, saltanatının temellerini sağlamlaştırır sağlamlaştımaz ilk iş olarak İran'da dinin ve ulemanın etkinliğini kırmaya çalıştı ve bu yolda gerekli gördüğü hiçbir girişimde bulunmaktan çekinmedi. İslam alimleri onun döneminde görülmedik baskılara maruz bırakıldı; bununla da yetinmeyerek dinî ağıt, mersiye, anma merasimleri ve hutbeleri yasakladı. Din dersleri ve Kur'an dersleri okulların müfredatından çıkarıldı, Cuma namazı kılınması yasaklandı; müslüman kadınların hicabına da el uzatmaktan çekinmeyen laik rejim, çarşaf ve örtünmeyi de yasaklayacağını duyurmaya ve kamuoyunu hazırlamaya başladı. Rıza Han bu hedef ve gayelerini bilfiil gerçekleştirmeden önce en ciddi ve önemli tepkiyi İran'ın bilinçli ve inkılâbî ulemasından aldı. İsfahan'ın bilinçli alimleri Ayetullah Hac Ağa Nurullah-i İsfahani öncülüğünde hş. 1306'da rejimi protesto gayesiyle İsfahan'dan Kum'a hicret ederek bu şehirde oturma eylemi başlattılar. Çok geçmeden diğer şehirler de bu protesto eylemine katılacak ve islam alimlerinin Kum'daki 105 gün süren oturma eylemi (Hş. 21 Şehriver'den 4 Dey'e kadar) Rıza Han'ın görünüşte geri adım atmasıyla sonuçlanacaktı. bu protesto neticesinde dönemin başbakanı Muhbirussaltanat, ulemanın öne sürdüğü şartları yerine getirmeye söz verdiyse de bu kıyamı başlatan kişinin 1306 Dey'inde Rıza Han'ın kiralık katilleri tarafından şehid edilmesi üzerine sözkonusu oturma eylemi fiilen bitmiş oldu.

Bu kanlı macera, o sıralarda genç bir dinadamı olan İmam Humeyni gibi mücadeleci ve korkusuz bir alimin meselelerle yakından tanışmasına ve ulemayla Rıza Han arasındaki mücadelenin nicelik ve niteliklerine iyice vakıf olmasına yardımcı olmuştu. Diğer taraftan bu hadiseden birkaç ay önce hş. 1306 Nevruz'unda Kum'da Ayetullah Bafkî Rıza Han'a karşı çıkmış, olay çatışmaya kadar gitmiş ve Rıza Han tam bir vahşilikle şehri askeri kuşatmaya almış ve çıkan çatışmada bu mücahid alim yakalanarak Rıza Han tarafından dövülmüş ve sonra da Rey şehrine sürgün edilmişti. İşte bu şartlar altında İran tam bir diktatörün pençesinde kıvranır ve meclisten islam dışı kanunlar çıkarılmaya çalışılırken dönemin yiğit mücahid alimi şehid Ayetullah Seyyid Hasan Müderris mecliste görülmemiş bir mücadele örneği sergileyip Rıza Han'ın laik isteklerine zerrece boyun eğmiyor ve bütün bu mücadeleler, genç İmam'ın ruhunda derin izler bırakarak onun mücadele azmini bileyip tecrübe ve tedebbürünü artırıyordu.

Rıza Han, Kum dinî ilmiye medresesini dağıtarak medreseleri devlet kontrolündeki okullar haline getirmek amacıyla ulemanın, devletçe düzenlenen resmi imtihanlara girmesi gerektiği yolunda emir verince İmam Humeyni -ks- bunun bir komplo olduğunu pervasızca haykırarak Rıza Han'a itiraz etti ve bu komployu gerçekten bir ıslah hareketi olarak görecek kadar safdil olan bazı alimleri uyandırmaya çalıştı. Ne yazık ki, rejimin uyguladığı yoğun sistematik propagandayla alçakta baskı ve eziyetler ve diğer yandan meşrutiyet hareketi sonrası yaşanan tatsiz olaylarla, devletçe körüklenen ihtilaf ve görüş ayrılıkları neticesinde İran uleması bu dönemde bir nevi inzivaya çekilmiş ve ülkeyi tam anlamıyla bir hafakan basmıştı. Hatta iş öyle bir noktaya vardırıldı ki; insanın iç dünyasının eğitimiyle ilgili olan ve neticede günlük meselelerin değerlendirilmesi gibi sohbetlerle noktalanan irfan ve felsefe dersleri bile, Rıza Han'dan çekinen korkak ve refahına düşkün dinadamı kılıklı sözde bazı alimler tarafından haram ve yasak ilan edildi. İmam Humeyni de bu baskıya uğrayan alimlerden biri olduysa da, bütün baskı ve tehditlere rağmen, öğrencilerine verdiği felsefe, irfan ve ahlâk derslerini tatil etmeyerek ders mahallini değiştirip başka bir yerde gizlice aynı derslerin devamını vermeyi sürdürdü. bu yılmaz çalışmaların ürünü, allame Şehid üstad Mutahhari gibi seçkin şahsiyetlerin yetişmesi olmuştur.

Ulema ve İran milletinin yılmadan direnmesi ve rejimin garazkar emellerine asla eğilmemesi neticesindeRıza Han'ın islamı toplumdan büsbütün silme, kadınların örtünmesine engelleme ve dini merasimleri yasaklama gibi emelleri önemli ölçüde akamete uğradı ve birçok defa laik Rıza Han rejimi islam uleması ve müslüman halkın sert ve yek vücut tepkileri karşısında geri adım atmak zorunda kaldı.

10 Behmen 1315 hş'de Ayetullah'il uzma Hayri'nin vefatı üzerine Kum dinî ilmiye yüksek medresesi yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıldı ama dinine bağlı ve inancında vefakar olan bir avuç alimin yiğitçe direnmesi sonucu bu tehlike atlatıldı ve 8 yıl boyunca Kum ilmiye medresesi Seyyid Muhammed Hüccet, Sey. sadreddin Sadr, Sey. Muhammed Takıy Hansâri -ra- gibi seçkin ayetullahlar tarafından idare edildi. bu süreçte, bilhassa Rıza Han'ın devrilmesinden sonra en yüksek din merciiliğinin tahakkuku için ortam oluşmuş oldu. Ayetullah'il uzmâ Brucerdi hazretleri, Ayetullah'il uzmâ Hayri'den sonra ulemanın sancağını taşıyacak ve din medreselerinin varlığını sürdürebilmesini sağlayabilecek değerli bir alimdi. Bu öneri, başta İmam Humeyni -ks- gelmek üzere Ayetullah Hayri'nin öğrencileri tarafından hemen ciddiyetle ele alınıp incelendi ve bizzat İmam'ın kendisi, Ayetullah Brucerdi'nin bu sorumluluğu üstlenmesi için çağrıda bulunup çaba gösterdi. Ötedenberi memleketin siyasi ve sosyal meselelerini yakından izleyen ve medreselerle ulemanın vaziyetini özenle tetkik etmekte olan İmam -ks- bıkıp usanmadan mütalaada bulunuyor, günlük dergi ve gazetelerden, en karmaşık dini ve tarihi kitaplara varıncaya kadar bu hususta faydalanılabilecek bütün eser ve yayınları tanıyor, gerektiğinde sık sık Tahran'a yolculuk ediyor (7) Ayetullah Müderris gibi büyük alimlerle görüşüp sürekli danışıyordu. Bütün bu ciddi çalışma ve tecrübeler neticesinde şu sonuca varmıştı: Meşrutiyet döneminde alınan hezimet ve bilhassa Rıza Han'dan sonra müslüman İran milletinin yaşadığı zillet ve yenilgilere bir son verebilmenin tek yolu dini ilmiye medreselerinin korunması, bu medreselerin bilinçlendirilmesi ve halkla ulema arasındaki yakın diyaloğun daha da yakın ve kesintisiz hale getirilmesiydi. Bu nedenle, kendisi Kum'un en tanınmış müçtehid ve üstadlarından olduğu halde, rahmetli İmam -ks- Ayetullah Brucerdi'nin Kum'daki konumunu güçlendirmek için elinden geleni yapacak, hatta daha sonra öğrencilerinin de açıklayacağı üzere, bir öğrenci gibi bizzat gidip onun usul ve fıkıh derslerine bile katılacaktı.

İmam Humeyni -ks- yüce hedeflerini gerçekleştirebilme yolunda önemli bir adım olarak gördüğü "medreselerde köklü bir bünye ıslahatına gidilmesi gerektiği" fikrini bir proje şeklinde geliştirerek hş. 1328'de Ayetullah Murtaza Hayri'yle birlikte Ayetullah Brucerdi hazretlerine -ra- sundu. İmam'ın -ks- öğrencileri başta gelmek üzere bu proje, medresedeki yiğit ve samimi öğrencilerle ulema tarafından büyük bir ilgi ve destek görmüştü.

Bu proje uygulanmaya konulur ve medrese, ilmî ve kültürel bir kuruluş olarak örgütlenen geniş çaplı bir faaliyet sahasına açılmaya doğru giderken, henüz ilk adımda; bu projenin günübirlik yaşamlarındaki rehavet ve refahlarını bozabileceğin endişesine kapılan dinadamı kılıklı bir grup pısırık azınlığın da etekleri tutuşmuş ve bu hannas tıynetliler sözkonusu projenin uygulanmaması için ellerinden gelen her hile ve desiseye başvurmuşlardı. Bu vesveseci hannasların uğursuz çalışmaları neticesinde, ilk başlarda sözkonusu projeyle muvafık olan Ayetullah Brucerdî, kalben ve projeyi desteklemesine rağmen, uygulanmasına izin vermedi. Ayetullah Hayri'nin oğlu Ayetullah Murtaza Hayri Efendi bu tutumdan pek rahatsız olarak Kum'dan ayrılmayı yeğleyip bir süre Meşhed'e hicret etti. Ama İmam Humeyni -ks- zerrece yılgınlık göstermeyip bu ve benzeri can sıkıcı birçok gelişmeye rağmen dînî ilmiye medresesinde uyanış hareketlerinin başlayacağı günleri sabırla bekledi.

Bu hadiseden 8 yıl önce, yani hş. 1320 Şehriver'inde İran, 2. dünya savaşı nedeniyle müttefik güçlerin işgaline uğramıştı. Kendi halkını baskı altında tutabilmek için 20 yıl boyunca astronomik harcamalarla kalabalık ordular kurup teçhizatlandıran diktatör Rıza Han'ın kukla askerleri, işgalci müttefikler karşısında hemencecik teslim olmuş ve daha sonraları bizzat oğlu Muhammed Rıza'nın da itiraf ettiği üzere, müttefik askerlerle karşılaşma cesareti bile gösteremeyerek kurusıkı kurşunlarını ateşledikten sonra silahlarını bırakıp kaçmışlardı(8). Rıza Han onca diktatörlük ve tekebbürüne rağmen aşağılık ve rezil bir şekilde tahttan indirilip yurtdışına sürüldi. Şahlık dönemi tarih kitaplarında ilginç bir çelişki yazılıdır bu hususta; ülkenin yabancı güçler tarafından işgali karşısında fevkalâde rahatsızlık duyan İran halkı, yine de Rıza Han gibi bir diktatörden kurtulmanın sevincini yaşamaktaydı. Halkına düşkünmüşçesine bir görüntü vermeye çalışan diktatör Rıza Han tahttan indirildiğinde, halkın yoksulluğu ve milli servetin yağmalanması pahasına biriktirdiği serveti, o günün şartlarında 680 milyon riyalı aşmadaydı (9) ki, kamuoyu önünde "millî" görünmeye çalışan benzeri diktatörlerin gerçek yüzünü göstermesi açısından bir hayli ibret vericidir.

İngilizler, diğer bir müttefik olan Ruslarla anlaşarak Rıza Han'ın yerine oğlu Muhammed Rıza'yı tahta geçirdiler. Böylece İran'ın mazlum halkı için uzun bir karanlık sayfa daha açılmada ve ülkenin bağımsızlığıyla halkın hak, hürriyet ve izzetinin pazara çıkarıldığı 38 yıllık yeni bir diktatörlük dönemi daha başlamadaydı şimdi. Şahın tahta geçtiği ilk iki yıl, rejim henüz pek zayıf olduğundan halkın rahat nefes alabildiği kısa bir dönem oldu, yeni politikalar neticesinde kimi insanlar fikir ve görüşlerini beyan edebilir olmuş, bazı partiler kurulmuştu. Kimi politikacılar, genç şahın da pek hoşlandığı birtakım milliyetçi ve nasyonalist ülkülü partiler kurdular, kimi de meclise girmeye ve devlet kadrosunda kendisinde bir yer edinmeye çalıştı. Bu şartlar altında müslüman halkın emellerini gerçekleştirip islami bir kıyama yardımcı olabilecek Ayetullah Müderris gibi yiğit ve politikacı alimler Rıza Han tarafından çok önceden şehid edilmişti. Komunistlerle kökü dışarıda bulunan diğer parti ve kuruluşlar ise Moskara ve diğer merkezlerden gönderilen direktifleri uygulamaktaydı sadece.

Dinî ilmiye medreseleriyse, daha önce de belirttiğimiz gibi, Rıza Han'ın vahşi saldırıları ve bazı korkakların suya sabuna dokunmama politikaları neticesinde tam bir inzivaya çekilmiş ve sosyal sorumlulukları üstlenemeyecek kadar tezyif edilmişti. Yine de, bu zor şartlar altında bile medreselerdeki kıpırdanma tam anlamıyla bitmemiş ve bir islam devleti kurma ülküsü uğruna can vermeye hazır Nevvab Safevî'yle arkadaşları gibi yiğit müslümanlar, islam düşmanı rejimi yıkabilmek için silahlı bir mücadeleye girmenin hazırlıklarını başlatmışlardı.

İmam Humeyni -ks- bir şiirinde Rıza Han ve onu izleyen ilk yıllardaki korkunç baskı, şiddet ve hafakan ortamında mücadele veren müslümanların mazlumiyetini tavsif ederken şöyle der:

"Rıza Şah'ın zulmünden kime şikayet edelim?

Bu canavarın zulmünden kime feryat edelim?

Nefesimiz varken, haykırmamızı önledi

Şimdi haykıracak nefes te kalmadı işte."

Bu geçici serbesti döneminde İmam Humeyni -ks- fırsatı ganimet sayarak Keşf'ul Esrâr adlı meşhur eserini kaleme aldı (hş. 1322, mil: 1943) ve Pehlevi hanedanının halka revâ gördüğü 20 yıllık diktatörlük ve cinayetleri açıkladı; bu arada bazı karanlık ellerin yüce islam dini hakkında zihinleri bulandırmaya çalıştığı konulara da girerek bu garazkâr şüpheleri giderici mükemmel incelemelerini yayınladı; islam devletinin kurulmasının zarureti ve bunu gerçekleştirebilmek için kıyam edilmesi gerektiği düşüncesini de yine bu eserinde açıkça yazacaktı. Bu olayın üzerinden henüz bir yıl geçmişti ki İmam -ks- hş. 1323 Ordibeheşt'inde (1944 baharı) müslüman halkı ve islam alimlerini rejime karşı ayaklanıp kıyam etmeye çağıran ilk siyasi bildirisini yayınladı. Bu bildirideki beyan tarzı, muhatab ve muhtevadan da anlaşılacağı üzre İmam -ks- o günkü şartlar altında öylesine üzücü hale getirilmiş bulunan medreselerden çabucak bir kıyam ve başkaldırı gerçekleştirmelerini beklememektedir; bilakis, sözkonusu bildiriyi yayınlayan İmam'ın amacı medreselerde okuyan genç dinadamlarını uyandırıp bilinçlendirmek ve onlara tehlike sinyallerini vermektir. Nitekim İmam'ın da önceden tahmin etmiş olduğu üzere ulemayı kıyama davet eden bu açık bildiri bir kıyam ve olumlu bir cevapla karşılaşmadıysa da, İmam'dan -ks- ders alan ve o hafakan günlerinde onun hakkın ve hakikatin yılmaz ve korkusuz bekçisi olduğuna bizzat şahid olan öğrenciler bu yiğitçe davet ve çağrıdan fevkalade etkilenmiş ve geleceğe daha bir umutla bakmaya başlamışlardı. İmam'ın -ks- siyasi tavrı, nadide şahsiyeti ve yiğit kişiliği gittikçe daha iyi anlaşılmakta ve daha net görülebilmekteydi. bu nedenle onun etrafında kümelenen hak ve hakikat aşıklarının sayısı da günden güne artmadaydı. Nitekim bu insanların büyük bir çoğunluğu daha sonra İmam'dan gördükleri aynı yiğitliği topluma yansıtacak ve 15 Hordad kıyamında, görülmemiş fedakarlık örnekleri sergileyecek, onu izleyen yıllardaki hafakan ortamında da yılmadan çalışmalarını sürdürecek, hapis ve işkenceli yıllardan sonra hayatta kalabilenler, İslam İnkılabı'nın zaferle sonuçlanmasının ardından, henüz kurulmuş olan İran İslam Cumhuriyeti'nde en zor şartlar altında kilit noktalarda vazifelerini ifa etmekten çekinmediler.. Dini ilmiye medreselerinin ıslah edilmesi gerektiği fikri de yine sadece bu kesim tarafından desteklenmedeydi, ama daha önce değinmiş olduğumuz şartlar altında bulunulduğu sürece bu fikrin tahakkuku mümkün olmamıştı. Mevcut belge ve hatıralardan da anlaşılacağı üzere İmam Humeyni -ks- Ayetullah Brucerdi'nin -ra- medrese başkanlığında bulunduğu yıllarda çeşitli dallarda ders verip inceleme ve ilmî tetkiklerde bulunmanın yanısıra vaktinin önemli bir bölümünü dinî merceiyet ve medreselerin konumunu muhafaza ve güçlendirmeye ayırmıştı; bununla da yetinmeyerek sürekli siyasi ve sosyal etüdlerde bulunuyor, günlük yayın dünyasını yakından izliyor, Pehlevi rejimin türlü siyasi ve kültürel plânları ve maksatlarını tespit edip bunlara karşı ulemayı ve halkı uyarıyor, ulema içine sızdırılmaya çalışan rahatına düşkün ve pasif unsurların önünü kesmeye çalışıyordu. Bu arada Tahran'daki olumlu siyasi çevrelerle de irtibatını korumakta, Ayetullah Kaşani gibi tanınmış alimlerle yakın irtibatını sürdürmekte ve şah dönemi meclisinin bütün çalışma faaliyetlerini ciddiyet ve dikkatle izlemekte İran'da ve dünyada olup biten gelişmeleri yakından takib etmekteydi.

Anayasanın değiştirilmesi ve şahın mutlak yetkilerle donatılması amacıyla bir kurucular meclisinin oluşturulmaya başlandığı (hş. 1328) günlerde Ayetullah'il uzmâ Brucerdi hazretlerinin -ra- bu gelişmelere olumlu baktığı, hatta bazı üst düzey yetkililerle bu konuda müşaverelere katıldığı yolunda bir söylentinin yayılması İmam Humeyni'yi -ks- fevkalâde üzmüş ve karşılıklı görüşmelerde gerekli uyarılarda bulunmanın yanısıra o dönemin önde gelen bazı müçtehid ve diğer dinadamlarıyla birlikte Ayetullah Brucerdi'ye açık bir mektup yazarak son günlerde ortalıkta dolaşan bu söylenti konusunda gerçeği açıklayıp açıkça tavır koymasını istemişti. Bu açık mektuba Ayetullah Bruverdi cevap verecek ve sözkonusu anayasa değişikliğine olumlu baktığı yolundaki söylendileri tekzipte bulunup yalanlayacaktı. Bu açıklamanın yapıldığı günlerde Lübnan'da sürgünde bulunan Ayetullah Kaşani de oradan yayınladığı bir bildiride şahın bu yeni kararlarından caydırılması gerektiğini vurgulamakta ve böyle bir girişime ciddiyetle karşı durulması gerektiğini hatırlatmaktaydı.

Meclisin 16. dönem seçimlerinde Ayetullah Kaşâni Tahran halkının oyunu alarak milletvekilliğini kazandı. Mücadeleci ve mücahid bir alim olan Ayetullah Kâşani liderliğindeki dinadamları kanadının Milli Cephe kanadıyla itilafta bulunup ortak bir siyaset izlemesi, siyasi terazi kefesinin "İran petrolünün millileştirilmesinden yana olan"lar lehine değişmesini sağlamış ve böylece şah, hem mecliste hem kamuoyunda büyük bir yenilgi almıştı. Bu arada, Ayetullah Kaşani'nin desteklediği "İslam Fedaileri" örgütü, şahın paravan ve kukla hükumetlerine ağır ve ürkütücü darbeler indiren muazzam operasyonlarda bulunmuş ve bu desteklerin gölgesinde yürüyen Milli Cephe lideri dr. Musaddık, nihayet başbakanlık koltuğuna oturmayı başarmıştı. Çok geçmeden Tahran hş. 1331 Tir'inde (1952 yazı) halkın toplu kıyamına şahid oldu. Artık İran halkı niceden beridir yüreğinde taşıdığı emellerinden birine kavuşmuş ve İngiltere tarafından hortumlanan İran petrolleri millileştirilmişti. Ne var ki çok geçmeden Musaddık-Ayetullah Kaşani koalisyonunda ciddi rahatsızlıklar görülmeye başladı; İslam Fedaileri, Ayetullah Kâşâni ve dr. Musaddık'la kurmay politikacıları arasındaki ihtilaflar bu grupları karşı karşıya getirecek noktaya ulaşmakta gecikmedi. Merhum Ayetullah Kâşâni, petrolün millileştirilmesine karşılık İngiltere'ye tazminat ödenmesine ısrarla karşı çıkmakta ve "asıl, İran'ın petrolünü 50 yıldır hortumlayıp yağmalamakta olan İngiltere'nin bize tazminat ödemisi gerekir!" demekteydi. Bu nedenle Ayetullah Kaşâni -ra- dr. Musaddık'ı tehditkar bir dille uyarmış ve bu konuda zerrece taviz vermemesine, hiçbir görüşme ve muzakereye katılmamasını istemişti.

Diğer taraftan Musaddık, İngiltere'nin yerini Amerika'ya bırakmaya ve İran petrolleriyle diğer ekonomik ve sınâî dallarda işlerin Amerikan şirketlerine devredilmesini sağlamaya çalışıyordu ki, Ayetullah Kaşânî -ra- buna da kesinlikle karşı çıkmadaydı.

İhtilaf konularından biri de, hareket ve hükumette laik ve din karşıtı grup ve şahıslara sıcak bakılmaya başlanması ve İran Komunist Partisi olan Tudeh'e güvenilmesiydi. Başbakan Musaddık'ın yetkileri arttıkça milli hükumet kabinesinde bu grupların nüfuz ve etkinliği de artmış ve yavaş yavaş iktidara konmaya başlayan laik güçler, buna paralel olarak, din ve ulema aleyhine önceden hesaplanmış zehirli propagandalarını da başlattılar. Tudeh Partisi'nin ihanetleri doruğa çıkmış, hareketin dinci kanadı iyice sahne dışı bırakılmıştı. Amerika bu fırsatı kaçırmayarak harekete geçti ve hş.1332 Hordad'ının 28'inde gerçekleştirdiği bir darbeyle şahı yeniden tahta oturtarak muhalifleri sindirip Pehlei hanedanının tekrar saltanat kurmasını sağladı.

Rahmetli İmam Humeyni'nin -ks- daha sonraları yaptığı konuşma ve mesajlar, onun bu birleşme ve koalisyonun hezimetle sonuçlanacağını daha ilk başlardan beri kuvvetle tahmin ettiğini gösterir niteliktedir. Nitekim milli hareket, sömürü karşıtı gayelerinin önemli bir kısmında başarılı olmuş, birçok amacına ulaşabilmişti; ama petrolün millileştirilmesi zaten belli bir zaman ve süreç için kısıtlılıklar getirecekti, bu nedenle de hareketin uzun süreçte idamesini garantilemesi beklenemezdi.

Hareketin milliyetçi kanadı, halkın bağrından gelen dinci kanadın gaye ve sloganlarına inanan insanlardan oluşmuyordu. Müşterek ve bir liderin olmayışı, garazkar ve maksatlı elemanların sızmış bulunması, müslüman İran milletinin uzun vadede desteğini arkasına alabilecek ortak siyasi ve kültürel hadefler taşımaması gibi faktörlerin yanısıra; Amerika'nın türlü komploları ve diğer ecnebi ülkelerden gelen çeşitli baskılar, hareketin aynı çizgide devam etmesini imkansız kılmadaydı. Petrolü Millileştirme Hareketi; aslında sosyal, siyasi ve kültürel açılardan Meşrutiyet hareketinin küçük bir kopyasıydı; nitekim onunla aynı zaaf ve güçleri paylaşan bu hareket, Meşrutiyet hareketinin uğradığı akibete uğramış, her iki hareket de aynı akıbetle son bulmuştur. Hatta hareketin dinci kanadında bile görüş birliği ve toplu destek yoktu. İslam Fedaileri ve Ayetullah Kâşani'nin faaliyet ve çalışmaları, o dönemin güçlü taklid mercii olan Ayetullah'il uzmâ Brucerdi tarafından destek görmediği gibi, yer yer çeşitli nedenlerle belirgin ihtilaflar bile göze çarpmadaydı.

Bu ağır ve kritik şartlar altında, Kum'da bulunan Ayetullah'il uzma Hansari'nin açık desteğiyle; İmam Humeyni -ks- gibi şahsiyetlerin zımnî desteklerinin mevcut gidişatı etkilemesi mümkün değildi.

Her hal-ü kârda, mazlum, İran milleti Milli Petrol Hareketi'nin tadını henüz alamamışken, kısa sürede başlayan ihtilaflar ve iktidar sonrası hızla artan anlaşmazlıklarla vuku bulan tatsız gelişmeler, 28 Mordad darbesinin olanca acılığıyla milletin midesine oturmasına neden oldu. İslam Fedaileri bu darbeden yılmadılar ve faaliyetlerini sürdürmeye devam ettiler, ama iki yıl sonra (hş. 25.8.1334'te) Cento İttifakını imzalamak için Bağdad'a gitmeye hazırlanan dönemin başbakanı Hüseyin Alâ'ya karşı giriştikleri terör eyleminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine örgütün liderleri tutuklanacak ve 1334 Dey ayında şahın gizli askerî mahkemesinde göstermelik bir şekilde yargılandıktan sonra idam mangasının önüne sürüldüler.

İmam Humeyni -ks- ve diğer ulemanın bütün girişimlerine rağmen bu yiğit müslümanların idamı engellenemedi. İslam Fedaileri'nin hiçbir ciddi engelle karşılaşılmaksızın kolayca idam sehpasına çıkarılması İmam'a çok ağır gelmiş, ancak fevkalade azimli ve sabırlı bir ruha sahip olan İmam için bu gelişme, mücadelesinin daha sonraki merhaleleri için kıymetli bir tecrübe olmuştur.

Şah ve saray erkanı, bu kanlı darbeden sonra, daha önceki dönemlerden çok farklı bir şekilde ve kelimenin tam anlamıyla Amerika'nın emrine girmiş, bu ülkenin tasmalı uşağı haline gelmişlerdi; şimdi İran'da İngilizlerin yerini tamamen Amerikalılar almıştı artık. Amerikalılar süratle işe başlamış; hş. 1336 (1957)'da İran gizli istihbaratı Savak'ı kurarak hemen faaliyete geçirip şahın muhaliflerini acımasızca ortadan kaldırmış ve Amerikancı bir takım reformlar için gerekli ortamı hazırlayabilmek maksadıyla ülkede korkunç bir baskı, polis rejimi ve Savaş kasırfası estirmeye başlamışlardı. Amerikan şirketleri, selefleri İngiltere'nin konumunu elde edip ondan boşalan yerleri doldurabilmek maksadıyla 1330-1340'lı yıllarda Fars Körfezi'ne akın ettiler. Bu arada Amerika'yla Sovyetler arasındaki şiddetli rekabet ve soğuk savaş, stratejik Fars Körfezi'ndeki hassasiyetlerin doruğa tırmanmasına neden olmuştu.

Beyaz saray, İran'ın ve Ortadoğu bölgesinin petrollerine tek başına sahiplenmeyi kurmadaydı. Bu amacını gerçekleştirme doğrultusunda, Fars Körfezi'nde ABD'nin jandarmalığını yapabilecek ve bölgede Batı'nın çıkarlarını koruma vazifesini üstlenebilecek kimse olarak şahı, bölgedeki diğer rejimlere tercih etmişti. Amerika'nın şaha bunca önem verip onu bunca desteklemesinin ardında yatan çok önemli bir neden de; bölgedeki arap ülkelerinin günün birinde işgalci siyonist İsrail'e mutlaka karşı çıkacaklarını ve bu ikisi arasında savaşın kaçınılmaz olacağını önceden hesaplamış ve buna büyük bir ihtimal payı vermiş olmasıydı. Şahın psikolojik yapısı ve Pehlevi hanedanının güdümlü ve bağımlı karakteri, islam dünyasında yaratılmak istenen çatlak ve uçurum için en uygun faktör durumundaydı ve ABD bu faktörü azami derecede kullanmaya kararlıydı. bu macerada petrolün çok önemli bir rol oynayacağı muhakkaktı. Bölgenin bütün petrollerini elinde bulunduran müslüman arap ülkeleriyle, Filistin topraklarını açıkça işgal etmeye başlayan yahudi siyonist İsrail arasında patlak vermesi kaçınılmaz görünen bu muhtemel savaş durumunda ne kadar ciddi bir enerji kriziyle karşı karşıya kalacağını çok iyi bilen batı; İran'daki petrol yataklarını bulup hemen kullanıma geçirmek için kolları sıvamış, yine aynı amaçla, sözkonusu muhtemel krizi asgariye indirebilmek için şah rejiminin istikrar ve güvenliğini sağlamaya öncelik vermişti.

İran geleneksel tarımcılığının ekonomik ve sosyal yapısı, Amerikalıların İran'daki çıkarlarını garantileyebilmek için gerçekleştirmeyi düşündükleri reform girişimleri önünde önemli bir engil teşkil etmedeydi. Bu şartlar altındaki bir İran; genellikle Amerika'dan satın alınacak askeri teçhizatla Amerikan şirketlerinin ürettikleri malların tüketimine harcanacak olan yüksek rakamlı petrol gelirlerini kendi iç piyasasında kullanabilecek durumda değildi elbet.

Binaenaleyh İran'ın şartlarını sözkonusu ABD sömürüsüne daha müsait bir doğrultuda değişime uğratabilmek amacıyla senato ve şûrâ meclislerine çeşitli projeler sunuldu, yasa tasarıları düzenlendi. Daha sonraları Pehlevi rejiminin üst düzey yetkililerinin de itiraf edeceği ve İran'daki ABD büyükelçiliği -casusluk yuvası-nda ele geçirilen gizli belgelerin de açıkça ortaya koyacağı üzere bu proje ve yasa tasarılarının önemli bir kısmı ya bizzat Amerika'da, ya da bu ülkenin Tahran'daki büyükelçiliğinde hazırlanıp düzenlenmişti!..

"Toprak Reformu" projesi, şahın Ak Devrimi'nin prensiplerini halka kabul ettirmek için ortam hazırlama yolunda atılmış bir deneme adımıydı. İnceden inceye hesaplanmış ilk adımdı bu. Toprak reformu yoğun propagandalarla halka sunuldu; "toprak ağalarına ve hanlığa karşı mücadele, yoksul çiftçilere toprak dağıtımı ve arazilerin köylüler arasında bölüştürülmesi, üretim ve mahsulün arttırılması" gibi çarpıcı sloganlarla desteklenip süslendi.

Bu reformun perde arkasını bilip de itiraza kalkışacak olanlar "feodallerden yana olmak"la suçlanıyor, kolayca zan altında bırakılıyordu. Amerika'yla şah rejiminin 1340'lı yıllardaki bu yeni girişim ve atakları sırasında İran halkı iki acı hadise daha yaşıyordu ki bunlardan biri hş. 10 Ferverdin'de (1340) Ayetullah'il uzma Bruverdi hazretlerinin vefatıydı. Bu alimin oldukça değerli ilmi ve sosyal çalışmaları, ulema kavramı ve müessesesinin bir kez daha en güvenilir ve dürüst sığınak olarak İran halkının gündemine gelmesini sağlamış, bu da şah rejimin iğrenç plânlarını gerçekleştirmesini engelleyin önemli bir faktör olmuştu. Bu nedenle onun ölümü, doldurulması imkansız bir boşluk sayılmadaydı. Yine aynı yılın İsfend ayında, bir zamanlar adı bile şahı dehşete uğratmaya yeten yiğit ve mücadeleci alim Ayetullah Kâşani de vefat etti. İmam Humeyni -ks- Ayetullah Brucerdi'nin rıhletinden sonra Kum medresesindeki birçok alim ve mukallidin, taklid merciiliğini kabullenmesi yolundaki bütün ısrarlarına, tıpkı geçmişte olduğu gibi red cevabı verdi ve bu konuda kendi mukallidlerinin yoğun çabaları karşısında direnerek fevkalâde bir zühd ve takva örneği sergileyih dünyevi makam ve itibarların kendisi için zerrece kıymet ifade etmediğini bir kez daha herkese görtermiş oldu. Oysa ki Ayetullah Brucerdi'nin rıhletinden 5 yıl önce İmam Humeyni, Urve't-il Vuska'nın bütün bablarına fetva yazmayı tamamlamış ve yine aynı yıllarda Vesile't-il Necât kitabına yazdığı haşiye de, bir ameli risale -tam ilmihal- olarak tamamlanmıştı. İmam'ın dünya ve dünyevî herşeye karşı sergilediği fevkalâde takvâ ve zühdü; onun Kırk Hadis Şerhi, Sırrususalât ve Namazın Âdabı gibi burcu burcu insanî kemal, ahlak ve irfan kokan derin anlamlı eserlerinde bariz bir şekilde müşahede edebilmek mümkündür ki, İmam'ın bu kitapları mezkur iki hadisenin vukuundan yıllar önce kaleme almış olduğu herkesçe bilinmektedir. Ayetullah Brucerdi'nin rıhletiyle birlikte islam dünyasının "En büyük taklid mercii müçtehidlik makamı"nın boşalması şahla Amerika'yı harekete geçirmiş ve niceden beridir icrası için uygun bir fırsatın kollandığı ABD güdümlü birtakım reformların uygulama safhasına konulma girişimleri süratle başlatılmıştı.

Bu girişimleri en başta geleni, "en büyük alim ve mercii"lik makamını İran dışına taşıma çabaları"oldu.

Ne var ki şah rejimi bu hesaplarında ne kadar yanıldığını anlamaktan fazla gecikmeyecekti.

Aday ve seçmenlerin müslüman ve erkek olma ve Kur'an-ı Kerim'e yemin etme" şartının değiştirilmesi amacıyla hş. 16 Mehr 1341'de Emir Esedullah Âlem kabinesine sunulan Eyalet ve Vilayet Encümenleri kanun tasarısı kabul edilmişti.

Bu tasarıda kadınlara da aday ve seçmen hakkının tanınması, aslında çok çirkin birtakım hedefleri kamufle etmek için düşünülmüş bir oyundu.

Yukarıda bahsi geçen ilk iki şartın kaldırılıp değiştirilmesi, gerçekte İran'da Bahailerin iktidar koltuklarına taşınmasını öngören bir projeden ibaretti. Nitekim daha önceki bahislerimizde de belirttiği üzere Amerikalılar Musaddık'ı devirmeden önce şaha bazı şeyleri kayıtsız şartsız kabul ettirmişlerdi ki bunların en başta gelini "siyonist İsrail rejimiyle iyi ilişkiler kurmak ve şartlar ne olursa olsun her zaman, İsrail'den yana tavır koymak"tı!

ABD'nin şaha verdiği güçlü desteğin ilk şartıydı bu!..

Nitekim İran'da yaşama, yürütme ve yargı güçlerinin başına, sömürü Bahai unsurların sızdırılması bu birincil şartın süratle yerine getirilmiş olduğunu gösteriyordu.

Sözkonusu yasa tasarısının onaylandığı haberini yayınlanır yayınlanmaz İmam Humeyni -ks- Kum'daki ulemanın en önde gelenleriyle acil bir müşaverede bulunduktan sonra onların da katılımıyla oldukça geniş çaplı bir itiraz ve protesto eylemi başlattı.

Bu çirkin oyunda şah rejiminin güttüğü hedefleri halka açıklayıp ifşa etme ve ulemayla dinî ilmiye medreselerinin ağır sorumluluk ve rolünü gündeme getirme hususunda İmam'ın -ks- o günkü şartlar altında ne kadar etkili bir rol oynadığı herkesçe bilinmektedir bugün. Tanınmış ulemanın şaha ve başbakan Esedullah Allem'e çektikleri açık protesto telgrafları ve açık mektuplar, müslüman için heyecanlandırıp harekete geçirmiş ve hemen ulemanın safında yer almalarını sağlamıştı.

Bu arada İmam Humeyni'nin -ks- şaha ve Esedullah Alem'e çektiği açık telgraflar çok sert ve tehditâmizdi. Bu telgraflardan birinde İmam -ks- şöyle diyordu: "Allah Teala'ya itaat etmeniz ve anayasaya saygılı olmanız için söze bir kez daha nasihatte bulunuyorum; Kur'an'a ve müslüman milletin güvenip dayandığı islam ulemasının hükümlerine ve anayasada belirtilen maddelere aykırı davranmaya yeltenmemenizi öğütlerim!... Gereksiz yere ve bile bile memleketi tehlikeye düşürmeyin; aksi takdirde islam uleması sizin hakkınızda görüş bildirip gerekli fetvayı sadır etmekten çekinmeyecektir!"(11).

Şah rejimi ilkin tehdit ve telkin propagandalarıyla işi halledeceğini sanarak ulema aleyhine kamuoyu oluşturmaya başladı ve bu arada başbakan Alem'i öne sürerek ona "hükumet, başlattığı reform projelerini uygulamaktan vazgeçirilemez!" dedirtti. ne var ki bu tutum halkın hıncını körükleyerek protesto ve kıyamın daha da yayılmasıyla sonuçlandı. Tahran, Kum ve diğer bazı şehirlerde halk çarşı-pazarı tamamen tatil etmiş, kepenkler indirilmiş ve ulemanın emrine amâde olarak camilerde toplanmıştı. Bu toplu direniş ve protesto eylemlerinden 1,5 ay sonra laik rejim geri adım atmak zorunda kaldı ve şahla başbakanı Alem'in imzasını taşıyan ve özenle çok saygılı bir üslubun kullanıldığ cevâbi mektuplar ulemaya gönderilerek gönülleri alınmaya çalışıldı. İmam Humeyni'nin -ks- bu kıyamdaki rolü ve etkinliğini bilen ve onun düşmana asla taviz vermeyen bir karaktere sahip olduğunu anlayan rejim, birçok alime gönderdiği halde, kasten, İmam'a -ks- böyle bir mektup göndermemeyi tercih etmişti. Medrese çevresindeki bazı alimler, bu tutum karşısında saflık gösterip hemen yumuşayarak hükumetin özrünün kabul edilmesi, kıyam ve protesto eylemlerine artık son verilmesi yolunda görüş bildirdiyse de İmam Humeyni -ks- tutumunu zerrece değiştirmeyerek muhalefetini sürdürmeye devam etti ve hükumetin bu mektuplarda samimi olduğunu bilfiil göstermesi ve bunun için de, onaylanan Eyalet ve Vilayet Encümenleri yeni kanun maddesinin iptal edildiğini resmen açıklaması girektiğini vurguladı. Kum esnafının soruları üzerine resmi bir bildiri yayınlayan İmam bu bildiride şah rejiminin mezkur yasa tasarısıyla neleri amaçladığını açıklayacak ve bu yeni yasal düzenlemelerle Bahai elemanlar ve İsrail casuslarının devlet kademelerine yerleştirilmek istendiğini ifşâ edecekti. İmam -ks- bu bildiride şöyle eklemedeydi: "Müslüman millet, bu tehlikeler tamamen giderilmedikçe sükut etmeyecek, sessiz kalmayacaktır; sessiz kalanlar Kâdir Allah Tealâ'nın huzurunda mesul ve bu alemde zevale mahkumdurlar!" Yine aynı bildiride İmam, hükumetin sözkonusu yasa tasarısını onaylaması konusunda senatoyla şûrâ meclisini de ciddi bir şekilde uyarmakta ve şöyle demekteydi: "Müslüman millet ve islam uleması dipdiri ve dimdik ayaktadır henüz; islamın temeline ve müslümanların ırzlarına uzanacak her hain eli derhal kesecektir!"(12).



Bu yılmaz ve korkusuz direniş karşısında şah rejimi nihayet gerilmek zorunda kalacak ve hş. 7 Azer 1341'de, hükumetin onaylamış olduğu tasarının iptal edildiği yolundaki resmi yazı Kum ve Tahran ulemasına resmen iblağ edilecekti. Ancak, bu ince hesapların farkına varan İmam -ks- fevkalâde ileri bir basiret örneği daha sergileyerek Kum ulemasıyla yaptığı bir toplantıda muhalefetin sürdürülmesi ve rejimin bu resmi kararının kapalı kapılar ardında bildirilmesiyle yetinilmemesi gerektiğini, alınan resmi kararın gazete, radyo ve televizyonlardan da açıkça halka ilan edilmesinin şart olduğunu, aksi takdirde kıyam ve protestolardan vazgeçilemeyeceğini bildirdi. Bu basiretli, kararlı ve cesur girişimin hemen ardından, ertesi gün, mezkur Eyalet ve Velayet Encümenleri yasasının iptal edildiği haberi resmi gazeteyle diğer kitle iletişim araçlarında yayınlandı. Petrolün millileştirilmesi hareketinden bu yana müslüman halkın laik şah rejimine karşı kazandığı ilk kesin ve büyük zaferdi bu; halk, geniş şenlikler tertiplemiş ve bu büyük zaferi coşkuyla kutlamıştı.

İmam Humeyni -ks- halkın bu şenlikleri tertiplediği günlerde yaptığı bir konuşmasında şöyle diyordu: "...Maddi yenilgi önemli değildir; önemli olan ruhî yenilgidir. Allah ile irtibatı bulunan kimseye ise yenilgi yoktur. Yenilgi, bütün arzuları dünyadan ibaret kimseler için sözkonusudur... Allah yenilgiye uğramaz asla; üzülmeyin, mahzun olmayın... Bu olayların vuku bulduğu şu iki ay zarfında benim 2 saatten fazla uyumadığım geceler oldu... Yurt dışından bir şeytanın memleketimize musallat olmaya kalkıştığını görürsek yine aynı şeyi yaparız; hükumet de öyle... Nasihat, farzlardandır, şahtan tutun da şu beylere varıncaya kadar, memleketin son ferdine kadar, ulemanın herkese nasihatte bulunup öğüt vermesi gerekir."(13).

Böylece Eyalet ve Vilayet Encümenleri macerası müslüman İran halkı için çok değerli bir tecrübe ve çok büyük bir zafer olmuştu. Bu tecrübe ve zaferin en önemli boyutu, müslüman İran halkının, islam ümmetinin rehberlik ve liderliğini üstlenme liyakatine her bakımdan sahip bulunan ve böylesine ağır bir mesuliyet için gerekli bütün şartları haiz bir karakter taşıyan İmam'ın nadide liderlik ve kişiliğine vakıf olması ve herkesin onu tanıma fırsatı bulmasıydı.

Encümenler macerasında şahın aldığı hezimete rağmen Amerika, önceden belirlemiş olduğu reform ve değişiklikleri gerçekleştirebilmek için baskıda bulunmayı sürdürdü. Böylelikle şah, hş. 1341 Dey ayında yayınladığı bir bildiriyle 6 maddelik roform önergesini gündeme getirerek bu maddelerin halkoylamasına sunulmasını teklif etti. bu teklifin hemen ardından milliyetçi hizip ve gruplar "reforma ecet, diktatörlüğe hayır!" sloganıyla şaha yeşil ışık yakmış oldular. Onlarla laik cephede birleşen komunistler de şahın reformlarının; feodal sistemden teknoloji ve kapitalizme geçiş sürecini hızlandırarak diyalektik materyalizme yardımcı olacağı şeklindeki sloganlara sarılan Moskova radyosuna tamamen uyumlu ve paralel bir tavır takınarak şahın önerdiği reform Ak Devrim ilkelerini "İlerici ilkeler" olarak tanımladıklarını açıkladılar. Nitekim aynı komunistler, daha sonra bizzat halkın bağrında yükselen 15 Hordad kıyamını "gerici, irticâi ve feodal bir hareket" şeklinde tanımlayacaklardı!(14)

Bu ihanet girişimleri karşısında İmam Humeyni -ks- Kum'daki müçtehid ve yüksek ulemayı bir kez daha toplantıya çağırarak meseleye hemen bir çözüm yolu bulunması gerektiğini hatırlatıp tekrar kıyam edilmesi teklifinde bulundu. Ulemanın liderliğini, suya sabuna dokunmadan halkın dini ihtiyaçlarının giderilmesi ve rahat ve refah içinde sürdürülebilecek bir sorumluluk şeklinde telakki edenler meseleye islam ümmetine karşı sorumluluk ve ümmetin dertlerini paylaşma açısından bakmadıkları için bu kıyam teklifini hiç de sıcak karşılamadılar. Şah rejiminin Ak devrim ve roform gibi oyunlarla neyi amaçladığını çok iyi bilen İmam, bunun günün birinde ulemayı rejimle karşı, karşıya getirmesinin kaçınılmaz olduğunun farkındaydı; ne var ki bu gerçek bazılarınca görülmediği veya görmezden gelindiğinden, sözkonusu toplantıda şahla görüşme yapılıp bu girişimlerle neyi amaçladığının bizzat kendisinden sorulmasına karar verildi. Bu müzakereler için, taraflar arasında belirlenen temsilciler vasıtasıyla mesajlar gidip geldi ve nihayet şah, Ayetullah Kemalvend'le yaptığı görüşmede Ak Devrim ve diğer reformları mutlaka uygulayacağını, hatta bunun için kan döküp camileri bile yıkabileceğini söyleyerek küstahça tehditte bulundu(15).

Kum ulemasıyla yapılan ikinci toplantıda rahmetli İmam -ks- şahın gerçekleştirmeyi düşündüğü referandum ve halkoylamasının resmen protesto edilmesi teklifinde bulundu ama bu sefer de toplantıda bulunan muhafazakarlar, bunun "mızrağa karşı yumruk sallamak" olacağını bahane ederek reddettiler! Ancak, İmam, bundan başka çözüm yolu kalmadığında ısrarlıydı, neticede islâmî hareketin izzetine yakışır bir kararla bu teklif onaylandı ve İmam'ın ısrarlı direnişi karşısında ulema, şahın halkoylamasının resmen protesto edilmesi konusunda fikir birliğine varmış oldu, böylece bu oylamaya katılmanın haram olduğu halka açıkça duyurulacaktı. Hş. 2 Behmen 1341'de (Şubat-1962) İmam'ın -ks- fevkalade çarpıcı bildirisi yayınlandı (16) ve bu bildirinin hemen ardından Tahran kapalıçarşısında kepenkler indirildi; polis gördüğü her kalabalığa saldırarak yürüyüş ve protesto eylemlerini engellemeye çalıştı. Rejim tarafından halka zorla yüklenmeye çalışılan oylamanın hemen eşiğinde halkın protesto eylemleri doruğa ulaştı, paniğe kapılan şah, durumu biraz yumuşatabilmek imacıyla 4 Behmen'de Kum'a gitmek zorunda kalmıştı. Şahın Kum'a geleceğini öğrenen İmam, ulemanın şahı karşılaması yolundaki çirkin teklife şiddetle karşı çıktı ve şahın Kum'a geldiği gün evlerden ve medreselerden dışarıya adım atmanın haram olacağını açıkladı. İmama'ın bu fetvası gereken etkiyi göstermiş ve sadece Kum ulemasıyla halk değil, o sırada en önemli resmi görev telakki edilen hz. Masume selamullah aleyha'nın mübarek makberinin mütevelliğini üstlenmiş olan görevliler bile şahı karşılamaya gelmemiş, bu yüzden de derhal görevden azledilmişlerdi. Şah, Tahran'dan kendisiyle Kum'a gelen bir avuç yaltakçıyla bu şehirdeki sivil emniyet mensuplarından müteşekkil memurlara yaptığı bir konuşmada öfkesini gizlemeyecek ve Kum halkıyla islam ulemasına karşı çok çirkin ve yakışıksız ifadeler kullanacaktı. İki gün sonra, hiçbir meşruluk taşımayan referanduma gidildi ve bomboş sokaklarda şahın görevli memurlarından başka halktan hiçkimsenin katılmadığı bir "halk oylaması"(!) yapıldı! Bu komik rezaleti gizleyebilmek için rejime bağlı güdümlü medya, Amerika ve Avrupa ülkelerinin üst makamlarından gelen tebrik ve kutlama mesajlarını büyük puntolarla aktararak kuru gürültü koparmaya başladı. Ne var ki İmam Humeyni -ks- korkusuzca minbere çıkıp gerçeği ifşa etmekte ve hakikatleri haykırmaktan çekinmemekteydi. O günlerde "9 imzalı bildiri" adıyla meşhur olan sert ve çarpıcı bildirisi bütün İran'da elden ele dolaşmakta ve ilgiyle okunmaktaydı (17) Şahın mevcut anayasaya aykırı girişimlerinin teker teker sıralandığı bu bildiride onun tayin ettiği kimselerden oluşan kukla hükumetin de aynı çizgide hareket ettiği vurgulanmakta ve Ak Devrim reformlarının ülkede tarımı felce uğratacağı, memleketin bağımsızlığını yokedeceği, fesad, fuhuş ve ahlaksızlığın kol gezeceğinin altı çizilmekteydi ki İmam'ın bu görüşlerinde ne kadar isabetli olduğu zamanla anlaşılacak ve müslüman İran milleti ABD ve İsrail güdümlü bu sözde reformların acısını olanca şiddetiyle tadacaktı.

İmam Humeyni'nin önerisiyle müslüman İran halkı 1342(1963) geleneksel Nevruz bayramını protesto ederek kutlamadı. Rahmetli İmam -ks- konuyla ilgili yayınladığı bildirisinde şahın "Ak Devrim"lerini "Kara Devrim" olarak tanımlamakta ve şahın tamamen ABD'yle İsrail'in güdümüne girmiş olduğunu ifşa etmekteydi. İmam bu çarpıcı bildiride şöyle diyordu: "...Bence tek çözüm yolu; bu zorba hükumetin islam hükümlerini çiğnediği ve anayasaya aykırı davrandığı gerekçesiyle derhal kenara çekilmesi ve onun yerine İslam ahkamına gönülden bağlı olup İran milletinin derdini kendisine dert edinecek yeni bir hükumetin işbaşına geçmesidir. Ya Rabbi! Şahid ol, ben üzerime düşen vazifeyi yaptım ve iblağ ettim! Sağ kalırsam, bundan sonraki vazifemi de yerine getireceğim Allah'ın izniyle!"(18).

En küçük bir eleştiriye bile rejimin tahammül gösteremediği ve en ufak bir itiraza bile sürgün, hapis ve işkencelerle karşılık verildiği şah döneminin korkunç işkence odaları ve zindanlarını görüp bizzat yaşayan insanlar, o şartlar altında İmam'ın haykırdığı bu sözlerin ne demek olduğunu bilir ancak...

Diğer taraftan şah, öngörülen ABD reformlarının uygulanması için İran toplumunun elverişli şartlar içinde bulunduğu hususunda Waşhington'a garanti vermiş ve, bu reformları Beyaz Saray'ı çağrıştıran "Ak Devrim" şeklinde adlandırmıştı. Buna rağmen ulemanın bu inkılaplara ciddiyetle karşı çıkmasını bir türlü içine sindiremiyordu. Bu nedenledir ki ulema aleyhine büyük bir kampanya başlattı ve güdümlü medya aracılığıyla başta İmam Humeyni gelmek üzere bütün ulemayı karalayıp milletin gözünden düşürmeye çalıştı. Şah, milletin kıyamını önlemeye, halka gözdağı verip sindirmeye karar vermişti. İmam sadık hazretlerinin -s- şehadet yıldönümünde alçakça bir plânı daha uygulama safhasına koyan şah, inanılmaz bir gözü dönmüşlükle sivil elbiseler giyen silahlı memurlarını, İmam'ın -ks- ders verdiği Feyziye Medresesi'ne göndererek burada toplanan dinadamlarıyla öğrencilerin üzerine saldırttı ve bu anlaşmalı vahşiyâne saldırının hemen ardından silahlı polis kuvvetleri medreseyi basarak önlerine çıkan herkesi kurşun yağmuruna tuttular. Aynı gün ve saatlerde Tebriz'deki Talebiye Medresesi de aynı şekilde vahşi bir saldırıya uğradı ve sivil kıyafetli devlet memurları bu cani girişimin bir benzerini de Tebriz'de gerçekleştirmiş oldular. Bu caniliklerin ardından, İmam Humeyni'nin evi, Tahran ve diğer şehirlerden akın akın kendisini ziyarete gelen inkılâbi müslümanlarla dolup taşmaya başladı; bu görüşmelerde insanlar laik şah rejimine duydukları nefreti dile getirmede ve yüce islam dininin hükümlerinin icrası için canlarını vermeye âmâde olduklarını haykırmadaydı. Rejimin kiralık cellatlarının işlediği cinayet mekanlarını gezip gören halkın kini daha da artmadaydı şimdi.

İmam Humeyni -ks- kendisini ziyarete gelen müslümanlara yaptığı konuşmalarda hiç çekinmeden bizzat şahı suçluyor ve bütün bu cinayetlerden sorumlu tuttuğu şahın Amerika ve İsrail'in dostu ve müttefiki olduğunu vurgulayarak açıkça herkesi şaha karşı kıyam edip başkaldırmaya çağırıyordu.

1963 baharına rastlayan hş. 1342 Ferverdin'inin 12. günü yaptığı inkılâbî konuşmada, şah rejiminin işlediği son cinayetler karşısında halâ sessizliğini bozmayan Kum, Necef ve diğer şehirlerin alimlerini sert bir dille eleştiren İmam "bugün susmanın anlamı, zorba rejimle aynı safta durmaktır!" diye haykırıyordu(19)

İmam Humeyni -ks- bu çarpıcı konuşmasının ardından, ertesi gün "şahı sevmek çapulculuktur!" başlıklı korkusuz bir bildiri yayınlayacaktı. İmam'ın en sert ve çarpıcı siyasi bildirilerinden biri olan bu metinde şah rejimi korkusuzca yargılanıp hesaba çekilmekte, bildirinin sonunda da bu şartlar altında takiyyenin haram olduğu, akibeti ne olursa olsun hakkı ve hakikatleri haykırmanın her müslümana farz olduğu duyurulmaktaydı. İmam, çarpıcı bu bildiride şahla onun kiralık uşaklarına hitaben şöyle haykırıyordu: "... Ben kalbimi memurlarınızın süngülerine hazırlamış durumdayım şimdi! Bilin ki bu kalp, sizin zorbalıklarınız karşısında eğilip despotluklarınızı kabullenmeye hazır olmayacak asla!"(20)

İmam Humeyni -ks- bilinçli olarak seçmiş, tercih etmişti bu yolu. Yığınlarca siyasi mücadele tecrübeleri vardı geride bıraktığı yolun... Acı-tatlı nice tecrübeleri geride bırakan İmam, şimdi önündeki yolun korkunç tehlikeler ve tahammülü aşan eziyetlerle dolu olduğunun da farkındaydı. Ama o ne geçmişten emir almadaydı, ne gelecekten; onun için önemli olan tek şey "şu anda üzerine düşen dînî vazifesinin ne olduğu ve bu vazifeyi en iyi şekilde yerine getirmesi gerektiği"ydi! Ne pahasına olursa olsun hemde...

İmam Humeyni'nin mantığındaki "zafer ve yenilgi", çağdaş profesyönel politikacılar için geçerli olan zafer ve yinilgiden çok farklı bir anlam taşımadaydı. Önce şu veya bu nedenle mücadeleye atılan ve daha sonra bu mücadele keşmekeşi içinde kendisini tanıyıp üstlendiği rolün farkına varan ve neticede sözkonusu mücadele sürecinde kişiliği şekillenen çoğu tanınmış liderler, politikacılar ve siyasilerin tersine; İmam, 1963'e musadıf hş. 1342'de islam inkılabının rehberi olarak sahneye çıktığında, bu tarihten yıllar önce kişiliğini bulup geliştirmiş ve nicelerinin aklından bile geçirmediği nefsî eğitim, ahlakî olgunlaşma, büyük cihad, manevî fazilet ve erdemlerle donanma, hakiki ilim ve maarife ulaşma gibi özbenlik eğitimlerinin bütün merhalelerini en mükemmel şekli ve başarıyla geride bırakarak "Allah rızasından başka hiçbir şey gözetmeyen" bir kişilik sahibi olmuştu. O, insanın kendisini eğitip yetiştirmesi ve kendi nefsiyle cihad etmesinin, dış dünyaya karşı verilecek mücadeleden daha önce geldiğine inanan biriydi. Hatta "Tevhid bilimi de dahil, çeşitli bilimleri öğrenip tahsil etmek, kişinin nefsini arıtıp kendisini ahlaki açıdan da eğitip yetiştirmesiyle birlikte ve içiçe olmazsa bir örtü ve hicabdan öteye geçmez ve öyle bir bilgi ve tahsilin insanı hakikate götürebilmesi mümkün değildir" diyordu o... İmam'ın 13 Ferverdin 1342 (1963 baharı) tarihli meşhur bildirisindeki korkusuz sözler ve diğer birçok eserinde bugün de göze çarpan "inancından taviz vermeyen tavrının göstergesi durumundaki çarpıcı ifadeler" rakibini siyaset sahnesinden dışlayabilmek için takınılmış siyasi jestler değildi asla. Bilakis, bütün bir varlık alemini "Allah'ın huzuru" olarak gören ve kendisini sürekli O'nun huzurunda bilen kararlı bir kişiliğin ifade ettiği birer gerçekti bunlar.

Ne şaha, ne Saddam'a, ne Carter'e, ne Reagan'a ve ne de hayatı boyunca karşısına dikildiği diğer zorbalara karşı özel bir kini ve şahsi bir düşmanlığı olmadı onun asla. İmam Humeyni'nin yegane düşüncesi insanlık ailesinin ıslahıydı; şeytanın ashabının sultasından insanoğlunun kurtarılması, onun ilahi ve rahmânî olan kendi fıtratı ve yaradılışına dönmesinin sağlanmasıydı. Onun mücadele nedeni ve mücadeleye bakış açısı buydu işte. İnsanları davet ettiği şeye herkesten önce kendi uyar, tavsiye ettiği inanç ve davranışlara önce kendisi inanmış ve amel etmiş olurdu. İmam Humeyni'nin -ks- gözalıcı başarılarının sırrını; onun kendi nefsine karşı sürekli ve yılmaz bir mücahede içinde olması ve hakikatin şuhûdî marifetine ulaşma amel ve azmi taşımasında aramak gerekir. İmam Humeyni'nin ruhi, manevî ve ilmî kişiliğinin tekamül sürecini mütalaa etmeden onun siyasi mücadelelerinin amaç ve saikini kavrayabilmek mümkün değildir.

Şüphesiz birçok inkılâbî ve mücadeleci seçkin şahsiyetler gelip geçmiştir şu yerküre yuvarlağından; ne var ki İmam'ın eylemini onlardan daha mümtaz ve farklı kılıp onun inkılabını diğer inkılaplardan ayırarak onun hareket ve kıyamını enbiyanın öncülüğünü yürütmüş olduğu harekete bağlaşan şey; 20. yüzyıl geride bırakılırken bütün dünyanın gözleri önünde bir islam inkılabını gerçekleştiren bu nadide şahsiyetin; kendisini yakından tanıyan herkesin de ifade ettiği üzere, farzlarla vacipler bir yana dursun; şer'an mükellef olduğu ilk çağdan, kıyamını başlattığı günlere ve kıyam günlerinden, dâr-ı fâniyi terkedip dâr-ı bekâda dosta doğru göçtüğü son güne kadar bir gece bile teheccüd namazıyla gece dualarını terketmemiş olmasıdır. Nitekim Paris'in Nofel Lâ Şato köyündeki son ikamet günlerinde, kendisiyle Fransa'daki son röportajı gerçekleştirebilmek için dünyanın dört bir yanından gelen yüzlerce gazete, dergi, radyo ve tv muhabirleriyle yaptığı röportaja henüz başlamışken, namaz vaktinin girmesi üzerine röportajı yarıda bırakıp giden insandır o...

Onun konuşma ve mesajlarının, luhatabını fevkalâde derinden etkilemesi ve kimi zaman uğruna can verecek bir raddeye getirmesinin sırrını yine onun fikir ve düşüncelerinin katıksızlığında, kararlılık ve azminde ve insanlara karşı katıksız bir dürüstlük ve samimiyet beslemesinde aramak gerekir.

İmam Humeyni'nin hareket ve kıyamında dost-düşman, herkesçe itiraf edilen birtakım özellikler vardır: Mücadelesinde belli prensipleri olması, bunları sarih bir şekilde açıklayıp söylemesi, tavrının daima net olması, prensip ve çizgisinden asla taviz vermemesi, kaypaklık göstermemesi ve gayelerin gerçekleşmesi için yılmadan, bıkıp usanmadan kararlılıkla çalışıp gerekeni yapması bu özelliklerin en başta gelenidir. İmam Humeyni'nin şaha ve Amerika'ya karşı verdiği mücadele sürecinde takındığı siyasi tavır, yaptığı tüm konuşma, eylem ve yayınladığı tüm yazı, mesaj, bildiri ve eserleri incelenir ve bütün bunlar, diğer ulema, siyasi grup ve hiziplerin tavır ve tutum süreçleriyle kıyaslanacak olursa İmam'ın damasına ne kadar bağlı ve kararlı olduğu, hareketini sürdürme azminin nerelere kadar varabildiği kolaylıkla görülecektir. Mevcut belge ve tarihi dökmanların da açıkça ortaya koyduğu üzere İmam'ın kıyamını başlattığı hş. 1340-1342'li yıllarda dînî ve siyasî birçok şahıs ve gruplar sahnede boy göstermiş, hatta bunlardan kimi, bazen en sert tavırları bile koymaktan çekinmemiş, ama şah rejiminin ilk saldırısı karşısında ne yazık ki hemen geri adım atmış, hatta bunlardan kimi; islam inkılabı kıyamının yeniden doruğa ulaştığı hş. 1357'ye (1979) kadar süren uzun bir inziva sürecine girip kendi köşesine çekilmiş; kimi de İmam'ın çizgisinden süratle uzaklaşarak Amerika'nın İran'daki müdaheleci ve sömürücü politikalarına karşı çıkıp şah rejimi ve saltanat düzeninin temeline karşı mücadele vereceği yerde ecnebilerin ülke içindeki tasallut ve egemenliğine yardım eden birer faktör olarak anayoldan arayollara sapıp "serbest seçim!" ve "şahlık anayasası uygulanmalıdır!" şeklindeki sloganlardan medet ummuşlardı!.. İran'ın o günkü şartlarında bu tür sloganlar vermenin, halkı asıl mücadele çizgisinden saptırarak heyecan sellerini ilgisiz yataklara taşımaktan başka işe yaramadığını, İran çağdaş tarihine vakıf herkes bilir; nitekim şahın gizli emniyeti Savak'ın bu tür akımlara destek vermesinin nedeni de budur! Bu uzun ve zorlu süreçte, kıyamın başından beri çizgi ve gayesinden sapmayarak yolunu sürdüren ve inzivaya çekilme, uzlaşma veya başka tavırlara girme yolunda pekalâ bahane teşkil edebilecek nice çetin dönemeçlerden geçtiği halde bir lâhza olsun sapmadan ve duraklamadan aynı azim ve kararlılıkla hedefe doğru ilerlemeye devam eden tek kişi İmam ve tek grup da ona bağlı müminler olmuştur; bu nadide grubun ilk hedefiyle son hedefi aynı olmuş, bu hedef uğruna hiçbir fedakarlık ve serdengeçtilikten kaçınmamıştır. Güncel şartların sosyal ve siyasi gereklerini aşan bir hakikat ve gayeye inanmaksızın böyle bir azim, irade, yılmazlık ve kararlıklık sergileyebilmek elbette ki mümkün değildir.

1963'e musadıf hş. 1342 yılına geleneksel Nevruz sbayramı kutlamalarının protesto edilmesiyle girilmiş ve Feyziye Medresesi mazlumlarının kanlarıyla bu yılın regi şehadet rengine boyanmıştı. Şah, Amerika'nın istedeği reform ve değişikliklerin gerçekleştirilmesi yolundaki ısrarlarını sürdürürken, İmam Humeyni halkın bilincini artırmaya çalışmakta ve Amerika'nın müdaheleleriyle şahın ihanet ve caniliklerinden toplumu haberdar edip kıyama girişmesini sağlamaktaydı.

Hş. 1342 Ferverdin ayının 14'ünde (1963 baharı) Ayetullah'il uzmâ Hekîm hazretleri Necef'ten İran ulemasına çektiği telgraflarda İran'daki bütün müçtehid ve alimlerden, topluca ülkeyi terkedip Necef'e hicret etmeleri teklifinde bulundu. Bu teklif, islam ulemasının can güvenliğini sağlamalı ve medreselerin varlığını koruyabilmek için yapılıyordu. Necef ve Kerbelâ ulemasıyla Ayetullah Hekim'in; İran ulemasının kıyamından yana tavır koyarak onları açıkça desteklemesi şahı çileden çıkarmaya yetmişti. İran ulemasını yıldırmak ve Ayetullah Hekim'in telgraflarına cevap verilmesini engellemek isteyen şah çok sayıda asker ve güvenlik görevlisini derhal Kum'a gönderecek, diğer taraftan Kum'daki müçtehidlere tehditkar mesajını iletmek üzere bir heyet görevlendirecekti. Ne var ki İmam Humeyni -ks- bu heyetle görüşmeyi reddetmiş ve heyet görevlilerini kabul etmemişti. İmam, bu olaydan kısa bir süre sonra hş. 12-2.1342 tarihli bir konuşmasında bütün perdeleri korkusuzca aralayacak ve açıkça şahı kastederken "herif" tabirini kullanıp şöyle diyecekti: "Herif tutmuş polis teşkilatının reisini gönderiyor, bu habis devletin emniyet reisini gönderiyor beyefendilerin evlerine!.. Ben kendilerini kabul etmedim tabi; ama keşke kabul etseydim o gün, kabul edip de ağızlarına yapıştırıverseydim keşke!.. Beyefendilerin evlerine gönderiyor bunları... !"Falan konuda gıkınızı çıkarırsanız..." diye... "Şehinşah hazretleri buyurdular ki, gıkınızı çıkarırsanız evinizi başınıza yıkar, canınızı alır, namuslarınızı da kirletiriz!" diye!..

İmam Humeyni -ks- şahın tehditlerine zerrece aldırmayarak Ayetullah'il uzmâ Hekim'in telgrafına gönderdiği cevapta mevcut şartlar altında ulemanın topluca hicret edip Kum medresesinin boş bırakılmasını uygun görmediğini vurgulayacak ve şöyle diyecekti: "..Biz Allah'ın üzerimize farz kıldığı vazifeyi yerine getirecek ve şu iki hasene -iyilik-den birine nail olacağız inşaallah: Ya hainlerin Kur'an-ı Kerim'e ve islama uzanan ellerini kıracağız ya da şanı yüce Rabbimiz Hakk'ın civar-ı rahmetine kavuşacağız! Şüphesiz, ölüm bizim için saadet, zalimlerle birlikte yaşamaksa ancak zillettir!"(21)

Feyziye faciasının 40. günü münasebetiyle İmam Humeyni hş. 12.2.1342'de yayınladığı mesajında islam ülkeleriyle arap devletlerinin başındaki yöneticilerin gâsıp ve işgalci siyonist İsrail'e karşı verdikleri savaşta İran milletiyle ulemasının da onlarla birlikte ve omuz omuza olduğunu vurgulayacak ve şah rejimiyle İsrail arasında imzalanan antlaşmaları geçersiz bulunduğunu hatırlatarak bu antlaşmaları kınayacaktı.(22). Böylece İmam Humeyni -ks- kıyamının daha ilk başlarında, İran'daki bu islami hareketin, tüm islam ümmetinin maslahatından ayrı düşünülemeyeceğini ve kendisinin başlattığı bu kıyamın bütün bir islam dünyasında köklü ıslahat ve düzelmeleri amaçladığını, bu nedenle de İran coğrafyasıyla sınırlandırılamayacağını bildirmiş oluyordu. Nitekim ulemaya hitaben yazdığı bir mektupta şöyle demekteydi: "İsrail tehlikesi islam ve İran için çok yakındır... İsrail'le antlaşma metni, islam ülkelerinin gözleri önünde imzalandı veya imzalanmak üzere... Bir kenara çekilip susacak olursak herşeyimizi kaybederiz. İslamın bizim üzerimizde hakkı var... İslam peygamberinin -her müslümanın üzerinde hakkı var... O gönüller sultanının çektiği bütün zahmetlerin boşa götürülme tehlikesiyle karşı karşıya bulunulduğu şu sırada islam alimleriyle bu yüce dine bağlı olanlar, bu mukaddes dine karşı vazifelerini yerine getirmelidirler. Ben, bozuk düzeni yerine oturtuncaya kadar mücadeleden vazgeçmemeye kararlıyım!"(23).

15 Hordad Kıyamı
Hicri şemsi tarihin Hordad ayına (1342) rastlayan hicri kameri Muharrem ayı gelip çatmıştı. İmam Humeyni, müslüman halkı zorba rejime karşı bilinçlendirip ayaklandırmak için bu fırsattan azami ölçüde faydalandı. Aşura günü ellerinde İmam Humeyni'nin fotoğraflarını taşıyan yüzbin kişilik bir kalabalık Tahran'da yürüyüş yapacak ve şahın ikamet mahalli olan Mermer Saray'ın önünde toplanıp Tahran'da ilk kez şaha hitaben "Diktatöre ölüm!" diye bağıracaktı. Bunu izleyen günlerde aynı gösteriler devam edecek ve büyük kalabalıklar bu kez de üniversitede, Tahran kapalıçarşısında ve İngiliz büyükelçiliği binasının önünde İmam Humeyni'nin başlattığı kıyamı desteklediklerini göstereceklerdi.

İmam Humeyni hş. 13 Hordad 1342'ye rastlayan hk. 1383 Aşura'sının ilkindi sonrası Feyziye Medresesi'nde yaptığı tarihi konuşmasıyla meşhur "15 Hordad Kıyamı"nın lokomatifini harekete geçirecek ve bu muazzam kıyamın başlangıç imzasını atmış olacaktı. İmam'ın bu tarihi konuşmasında Pehlevi rejiminin iç yüzünü ortaya koyan ifşaatlar ağır basıyordu; Pehlevi saltanatının ülkeye getirdiği felaketler ve şahın siyonist İsrail'le gizli ilişkilerinin vurgulandığı bu çarpıcı ve fevkalâde cesur konuşmada İmam Humeyni şaha hitaben şöyle haykıracaktı: "... Sana nasihatte bulunuyorum efendi! Sayın şah efendi!... Ey şah efendi... Bu işlerden el çekmeni öğütlerim sana!.. Oyuna geliyorsun!.. Günün birinde gitmen istenirse buna herkesin şükretmesini istemem!.. Eğer dikte ettiriyor ve yazıp senin eline tutuşturarak "oku" diyorlarsa, üzerinde düşün biraz... Nasihatimi dinle... Şahla İsrail arasında ne ilişki var ki emniyet teşkilatı "İsrail'ikonuşmayın!" diyor?!.. Şah, İsrailli mi ki ?!"(24).

İmam'ın bu konuşması; nasıl bir iktidar delisi olduğu herkesçe bilinen ve Firavunca kibiri dillere destan olan şahın ruhuna ve beynine balyoz gibi inmiş ve hemen o gün, bu kıyamın derhal bastırılması emrini vermişti. İşe İmam'ın -ks- yakın adamlarından başlandı ve 14 Hordad akşamı birçok inkılâbî müslüman tutuklanarak geceyarısı 03 sularında (hş. 1342 Hordad'ının sabah vakitlerinde) da merkezden gönderilen yüzlerce komandoyla İmam'ın evi kuşatmaya alındı ve gece -teheccüd- namazı kılmakla meşgul olan İmam -ks- seccade üzerinde tutuklanarak olağanüstü güvenlik tedbirleri içinde telaşla Tahran'a götürülüp Orduevi'nde nezarette tutulduktan sonra aynı gün gurup vaktine doğru Tahran Kasr Zindanı'na nakledildi.

İmam'ın -ks- tutuklandığı haberi, inanılmaz bir süratle Kum ve havalisine yayılmış ve kadınlı erkekli kalabalık gruplar çevre köylerle Kum'un uzak mahallelerinden yola çıkıp biricik rehberlerinin evine doğru yürümeye başlamıştı. "Ya Humeyni ya ölüm!" sloganıyla İmam'ın evine doğru akın eden kalabalıkların bu çarpıcı feryadı Kum'un dört bir yanından duyuluyordu. Kalabalıkların ciddi ve kararlı öfkesi karşısında polis kuvvetleri kaçıp gizlenmekten başka çare bulamamış, ancak çok sayıda ağır teçhizat ve yeni takviye birliklerinin desteğiyle tekrar barikatlar oluşturabilmişlerdi. Bunun da yetmeyeceği anlaşılacak ve çok geçmeden Kum'un havalisindeki kışlalarla garnizon ve tümenlerden gelen askeri birlikler şehrin dört bir yanını kuşatacaktı.

Kalabalık kitleler tekbir sesleri arasında Masume Hatun hazretlerinin -ra- türbesinden çıkarken yüzlerce makinalı tüfekten boşanan kurşunlarla ortalık bir anda kan gölüne dönüştü. Bu katliama rağmen müslüman halk dağılmamakta ısrar ediyordu; bu kıyasıya çatışma birkaç saat sürdü. Dehşete kapılan güvenlik güçleri tekrar yardım isteyince, Tahrandan havalanan savaş jestleri halkı yıldırabilmek amacıyla ses duvarını aşarak Kum kenti üzerinde alçaktan uçuşlara başladılar.

Korkunç bir katliam olmuş, kara, hava ve polis kuvvetlerinin halka ölüm kusturduğu silahlarıyla kıyam bastırılmıştı. Askeri kamyonlar dört bir yanı dolduran şehidlerin cesedleriyle yaralıları ölü-diri demeden süratle toplamış ve belirsiz yerlere götürmüşlerdi. O gün gurup vaktine doğru Kum kenti, kanlara bulanmış sokaklarıyla henüz savaştan çıkmış mazlum bir lale bahçesini andırıyordu.

15 Hordad sabahı, islam inkılabı rehberinin tutuklandığı haberi Tahran, Meşhed, Şiraz ve diğer şehirlere de yayıldı ve Kum'da yaşanan facianın bir benzeri de bu şehirlerde yaşandı. Veramin ve diğer çevre köylerle mahallelerin halkı haberi duyar duymaz Tahran'a akın etmeye başlamıştı. Şehrin girişlerinde barikat kuran tanklar, panzerler ve diğer zırhlılarla donanmış askeri birlikler öfkeli kalabalıkların şehir merkezine girebilmesini engelleyebilmek amacıyla Veramin kavşağında halkın üzerine ateş açarak ortalığı kan gölüne çevirdiler. Diğer taraftan Tahran kapalıçarşısıyla şehir merkezinde toplanan esnaf ve diğer ahali "Ya Humeyni ya ölüm!" sloganlarıyla şahın Mermer Saray'ına doğru yürümeye başlamıştı. Tahran'ın fakir mahallelerinden müteşekkil güney bölgesi halkı da yoğun kalabalıklar halinde aynı sloganlarla şehrin merkezine doğru ilerlemedeydi ki bunların başını, güneş Tahran'ın yiğit delikanlılarından Tayyib Hacı Rızai'yle Hacı İsmail Rızâi ve arkadaşları çekmedeydi. Bu iki yiğit insan bir süre sonra tutuklanacak hş. 11 Aban 1342'de idam edilecek, yakın adamlarıyla taraftarları ise benderabbas şehrine sürülecekti.

Şahın her zaman en yakın adamı olarak gençlik yıllarından itibaren Pehlevi rejimine hizmet veren general Hüseyin Ferdost yazdığı hâtıratında bu kıyamın bastırılması için Amerikalı emniyet görevlileriyle siyasi uzmanların en tanınmış elemanlarından nasıl yardım alındığını ve bizzat şah başta gelmek üzere ordu kurmaylarıyla Savak ve saray memurlarının nasıl korku ve dehşete kapılarak eteklerinin tutuştuğunu ve şahla generallerinin, halkın kıyamını bastırabilmek için topçu ve tankçı birliklere nasıl çılgınca ateş emri verdiklerini detaylarıyla anlatır. O sırada saraydaki durumun vehametini anlatması açısından general Ferdost'un şu sözleri bir hayli ilginçtir:"...Şahın Özel Muhafız Alayı komutanı general Üveysi'ye "Açısından hizmetçisine varıncaya kadar, alayda eli silah tutabilecek ne kadar adam varsa, hepsini silahlandır, başka kurtuluş yolu yok!" dedim..."(24).

Böylece şahın polis ve askeri güçleri, ellerindeki bütün imkanları seferber edip kadın-çocuk demeden, herkesi kurşun ve top mermileri yağmuruna tutarak bu büyük kıyamı güç belâ bastırabilmiştir.

Şahın başbakanı esedullah Alem hatıratında o günü anlatırken, şaha hitaben şöyle yazar:"...Eğer biz gerileyecek olsaydık bu kargaşa ve başkaldırılar İran'ın dört bir yanına yayılacak ve rejimimiz rezil bir şekilde yıkılıp gidecekti. Hatta o sırada size "Ben makamımdan alaşağı edilsem bile siz bunu rejim için kullanabilir ve beni bütün bu olayların sorumlusu olarak gösterip idam ederek kendinizi kurtarabilirsiniz!" demiştim."(25).

Onbeş Hordad günü Tahran ve Kum'da sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen ertesi gün ve onu izleyen diğer günlerde de geniş çaplı gösteriler devam etmiş ve bütün gösteriler çatışmalarla sonuçlanıp kanlı bir şekilde bastırılmıştı.

Hş. 1342'nin onbeş Hordad'ı (5 Haziran 1963) İran halkının islam inkılabının başlangıcıdır. İmam Humeyni 19 gün Kasr zindanında tutuklu kaldıktan sonra İşretâbâd askeri garnizon hapishanesine aktarıldı.

15 Hordad kıyamından iki gün sonra şah, bu kıyamı bir "başıbozukluk, anarşi ve vahşice girişim" olarak niteleyecek ve "kara yobazlarla kızıl yobazların elbirliği" şeklindeki tanımlamalarla meseleyi yurtdışından kaynaklanıyormuş gibi göstermeye çalışarak dönemin Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır'a maletme yoluna gidecekti.

Şahın bu iddialarının ne kadar asılsız ve kof olduğunu bilmeyen yoktu artık İran'da.

Nitekim şahın bu iddialarının tam tersine, onbeş Hordad kıyamında solcularla komunistler bir kez olsun halkın saflarına katılmamış, hatta Tudeh Partisi'yle, İran'daki diğer komunist ve solcu örgütlerle gruplar o günlerde Moskoca radyosunun ağzıyla diğer komunist yayınların papağanlığını yaparak 15 Hordad kıyamını onların ağzıyla tarif etmişti. Nitekim Sovyet komunist Parsiti 15 Hordad kıyamı için "şahın ilerici (!) reform hareketlerine karşı gerçekleştirilen kör ve gerici bir hareket" tabirini kullanacaktı(26).

Şahın bu kıyamı Mısır'a atfedip kökü dışardaymışçasına gösterme çabaları da, savak teşkilatının bütün hile ve komplolarına rağmen sonuç vermedi ve şah bu çirkin yalana kimseyi inandıramadı. On beş Hordad kıyamı bu tür lekeler yapıştırılamayacak kadar bariz ve net, bu tür komplolarla saptırılamayacak kadar güçlü ve etkindi.

15 Hordad 1342'de kıyamın rehberi olan imam'ın tutuklanması ve halkın kanlı bir şekilde dağıtılmasıyla kıyam zahiren bastırılmış ve halk sindirilmiş gibi görünüyordu.

İmam Humeyni sorgulamalarında kimseye cevap vermiyor, ve görülmemiş bir yiğitlik ve cesaret örneği sergileyerek İran'daki yönetici kadroyla yargı makamlarını resmiyete tanımadığını, meşru olarak görmediğini söylüyordu.

İmam Humeyni -ks- İşretabad kışlası hapishanesindeki tek kişilik hücresinde de vaktini azami şekilde değerlendirmeye özen göstermekte, bu hücrede çağdaş tarih kitaplarıyla, İran'da Meşrutiyet tarihi üzerine basılı eserleri mütalaa etmekteydi ki bu arada Cevahir La'il-i Nehru'nun bir eserini de mütalaa fırsatı bulabilmişti.

İmam Humeyni tutuklandıktan sonra İran ulema ve halkı tarafından bütün ülke çapında çeşitli protesto eylemlerine girişildi, göstericiler, İmam'ın derhal serbest bırakılmasını istiyorlardı. Bu arada ülkenin tanınmış alimlerinden bir grup, böyle bir protesto amacıyla Tahran'a hicret etti. İnkılabın rehberine suikast yapılabileceği endişesi müslüman halkı galeyana getirmekteydi. Tahran'a hicret eden protestocu muhacir alimlerin bir kısmı Savak'ın saldırısına uğrayarak tutuklanıp bir süre hapse atıldı. Onbeş Hordad hadisesini Amerika'ya verilen sözler ve rejimin prestiji açısından çok olumsuz bir gelişme olarak değerlendiren şah, iplerin henüz kendi kontrolönde olduğuna dair efendilerini ikna edip yatıştırabilmek için bu kıyamı önemsiz ve küçük bir vak'a gibi gösterebilme telaşındaydı. Ne var ki İmam'ın tutuklanmasına karşı çıkan halkın öfkesi her geçen artmada, şah yeni bir fırtına korkusunu iliklerine kadar hissetmedeydi. Bu nedenledir ki rejim hş. 11 Mordad 1342'de İmam'ı askeri hapishaneden çıkararak Davudiye mahallesinde tamamen emniyet güçlerinin kontrol ve gözetimi altında bulunan bir evde gözaltında tutmak zorunda kaldı.

İmam'ın -ks- Davudiye mahallesine aktarıldığını duan Tahran ahalisi bu mahalleye doğru akın etmeye başlamıştı. Birkaç saat geçmesine rağmen giderek artan izdiham ve heyecan karşısında telaşa kapılan rejim, halk, zorla dağıtarak evi güvenlik güçleri tarafından alenen ablukaya almak zorunda kaldı. 11 Mordad akşamı şah rejiminin gazete ve dergileri, yüksek ulema taklid mercii müçtehidlerle devlet yetkililerinin prensip anlaşmasına vardığı yolunda yalan bir haber yayınladılar. Çok sıkı bir denetim ve gözaltında bulunan İmam'ın bu haberi öğrenmesi ve dolaysıyle de tekzipte bulunması mümkün değildi. Ama diğer ulema bu vazifeyi yerine getirecek ve yayınladıkları bildirilerle bu çirkin haberi derhal tekzib edeceklerdi. Bu bildiriler arasında en sert, en etkili ve en ifşa edici olanı Ayetullah'il uzmâ Maraşî Necefî -ra- ninkiydi. Bu hadise üzerine İmam Humeyni çok sıkı güvenlik önlemleri altında Davudiye'den alınarak Kaytariye'deki bir eve aktarılacak ve serbest bırakılıp Kum'daki evine döneceği hş. 18. Ferverdin 1343'e kadar da burada tutuklu olarak alıkonulacaktı.

Onbeş Hordad kıyamının çok kanlı bir şekilde bastırılması ve kıyam liderinin tutuklanmasıyla birlikte halka gereken gözdağının verildiği ve İmam'ın taraftarlarının artık iyice sindirilmiş olduğu kanaatine varan rejim hş. 1343 yılına girilirken yeni bir projeyi uygulamaya koymakta ve geçen yıl yaşanan olayların adetâ unutulup gittiği şeklinde bir atmosfer yaratmaya çalışmaktaydı. Binaenaleyh hş. 1343 Ferverdin'inin 18. gününün akşamı İmam Humeyni serbest bırakılarak hiçbir ön bildirimde bulunmaksızın Kum'daki evine bırakıldı. Haber inanılmaz bir süratle Kum'da yayılmış ve bütün bir şehir bayram havasına bürünmüştü. Feyziye Medresesi'nden başlayan kutlama ve şenlikler 3 gün sürdü. İmam serbest bırakılışının 3. günü yaptığı inkılâb 18. gününün akşamı İmam Humeyni serbest bırakılarak hiçbir ön bildirimde bulunmaksızın Kum'daki evine bırakıldı. Haber inanılmaz bir süratle Kum'da yayılmış ve bütün bir şehir bayram havasına bürünmüştü. Feyziye Medresesi'nden başlayan kutlama ve şenlikler 3 gün sürdü. İmam serbest bırakılışının 3. günü yaptığı inkılâbî bir konuşmayla rejimin zihinlerde yaratmaya çalıştığı yanlış intibaları bir kalemde silip atacak ve Pehlevi rejiminin bütün oyunlarını alt üst ederek şöyle diyecekti: "Bugün kutlanmada bulunmanın anlamı yoktur. Bu millet yaşadığı sürece 15 Hordad faciasının kederini taşımaya devam edecektir!"

İslam inkılabının rehberi, bu çarpıcı konuşmasında 15 Hordad kıyamının boyut ve niteliklerini sıralamakta ve kendisinin rejimle uzlaştığına dair gazetelerde yayınlanan yalan ve iftiraları ifşa ederek şöyle haykırmaktaydı:"...Başmakalede ulemayla uzlaşmaya varıldığı ve şahla halkın Ak Devrimler'ini ulemanın kabul ettiğini yazmışlar... Hangi Ak Devrim? Hangi halk?!... Humeyni'yi darağacına çekseler de uzlaşmayacak onlarla! Süngü zoruyla reform yapılamaz!"(27).

Ulema ve taklid merci müçtehidler arasında ihtilaflar yaratmak suretiyle inkılabi ve mücadeleci elemanları medreselerden uzaklaştırmak; İmam Humeyni'yi serbest bıraktıktan sonra şahın Savak teşkilatının izlediği ana stratejilerden biri olmuştu. Bu komplonun farkına varan İmam -ks- hş. 26 Ferverdin 1343'te Kum'un Mescid'i A'zam'ında yaptığı tarihi konuşmasında "... Biri bana karşı terbiyesizlikte bulunup hakaret edecek olursa, bana tokat atacak olursa, benim evladımı tokatlayacak olursa Yüce Allah'a yemin ederim ki birilerinin kalkıp da ona karşı müdafaa etmesine razı değil gönlüm, ben razı değilim buna... Bazılarının cahillikten veya kasıtlı olarak şu topluluğun arasına ayrılık ve bozgunculuk sokmaya çalıştığını biliyorum. Şurada oturan şu bendeniz bütün taklid merciilerinin elini öperim; buradaki bütün taklid merciilerinin, Necef'teki, diğer beldelerdeki, Meşhed ve Tahran'daki, nerede bulunursa bulunsun, dünyadaki bütün islam alimlerinin elini öperim... Gayemiz böyle şeyleri aşacak kadar büyüktür bizim... Bütün müslüman milletlere kardeşçelik elimi uzatıyorum ben; dünyanın doğusundan batısına bütün müslümanlara elimi kardeşçe uzatıyorum"...(28).

İmam Humeyni -ks- bu konuşmasında da şahla İsrail arasındaki gizli anlaşma ve ilişkileri ifşa etmekte ve şöyle haykırmaktaydı:"...Ey ahali! Ey bütün dünya! Biliniz ki bizim halkımız, İsrail'le antlaşma yapılmasına karşıdır! Bize; islam düşmanıyla antlaşmada bulunmamamızı söyleyen milletimiz değil, ulemamız değil, bizzat dinimizdir, dinimiz böyle emretmektedir bize!"

İmam bu konuşmasında şahtan bahsederken "herif" tabirini kullanacak ve şöyle diyecekti:"...Yanılıyorsunuz; Humeyni bile sizinle uzlaşsa, müslüman halk uzlaşmayacaktır sizinle! Yanılıyorsunuz; biz siperimizi değişmedik, yine aynı siperdeyiz. İslama karşı olduğu halde onayınızdan geçmiş bulunan bütün antlaşma ve kararnamelere karşıyız. Bütün zorbalıklara karşıyız... Aziz milletimiz, İsrail'den ve ona uşaklık edenlerden şiddetle nefret etmektedir; İsrail'le uzlaşan devlet ve hükumetlerden nefret etmektedir!"

15 Hordad kıyamının ilk yıldönümü, miladi tarihle 1964'e rastlayan hş. 1343'te İmam Humeyni'yle diğer taklid mercii Müçtehidlerin müştereken yayınladığı bir bildiriyle anıldı; yine her medrese ayrıca yayınladığı bildirilerle bu anma törenlerine katılmış oldu ve 15 Hordad günü tüm ülkede "genel yas günü" ilan edildi(29). Hş. 1343'ün Tir ayında büyük mücahid Ayetullah Talagani'yle, İran Hürriyet Hareketi (Nehzet-i Azadi-ye İran) liderlerinden mühendis Mehdi bazergan Bey 15 Hordad kıyamını desteklemiş oldukları gerekçesiyle tutuklanarak şah rejiminin askeri mahkemelerinde yargılandıktan sonra uzun yıllar sürecek bir hapis hayatına mahkum edildiler. İmam Humeyni -ks- bu sırada bir bildiri yayınlayarak" -onları mahkum etmek için- haklarında karar verenler kendilerini çetin bir geleceğin beklediğini bilmelidirler!" cümlesiyle yetkilileri tehditkâr bir dille uyardı(30). Aynı şekilde İmam -ks- hareketin adım adım hedefe ulaşmasını sağlamak amacıyla İran'ın dört bir yanındaki alimlerin -kendi bölgelerinde- düzenli bir şekilde her hafta biraraya gelip toplantı yaparak halkın kıyamını yönlendirip idare etmesini önerdi.

Kapitülasyonların Yeniden Gündeme Getirilmesi Karşısında İmam'ın -ks- Tekrar Kıyam Etmesi ve Türkiye'ye Sürgün
Olaylar bu cihette cereyan ederken, kanlı katliamlar, baskılar, tutuklama ve zindanlarla halkı yıldırdığını ve asıl maniaları ortadan kaldırabildiğini zanneden şah, her zamanki mağrur haliyle ve gerçekte Amerika'nın sürekli baskıları karşısında, Beyaz Saray'dan kendisine dikte ettirilen reformları uygulama safhasına koymakta ısrarlıydı. Orduyla rejimin üst düzey yetkilileri, ekonomi ve diğer yapılanmalar sahasında gerçekleşmesi düşünülen bu reformlar neye mal olursa olsun Amerika'nın çok yönlü nüfuz ve baskılarıyla ve yine bizzat Amerikalı yetkililerin denetim ve kontrolü altında yaptırılacaktı. Bu nedenle Amerikalıların İran'da tam dokunulmazlık ve tam yetkilerle donanmasını engelleyen hukuki ve kanuni yapının yeniden düzenlenmesi ve onların güvenliklerinin garanti altına alınması bu işin en önemli şartıydı. Binaenaleyh İran'da bulunan bütün Amerikalıların tam bir diplomatik dokunulmazlık taşımalarını sağlama yönünde çalışmalar iredilikle başlatıldı ki buna "kapitülasyon sistemi" adı verilmişti. Kukla senatoyla şûrâ meclislerinin bu kapitulasyon yasa tasarısını onaylaması, İran'ın zaten bir pamuk ipliğine asılı bulunan bağımsızlığının artık tamamen ortadan kaldırılması anlamına geliyordu. Rejime karşı çıkan inkılabi insanların sesinin acımasız yöntemlerle bastırılması, hapis, işkence, sürgün ve şahın halkın ensesine tam bir polis rejimi oturtmuş olması kimsede eleştiri ve itiraz cüreti bırakmamıştı. Bu büyük ihanete de yine İmam Humeyni'den başka başkaldıran olmadı; kendisini bekleyen bütün tehlikeleri bile bile tağutun ihanetini ifşa eden İmam -ks- inanılması güç bir fedakarlık ve yiğitlik örneği daha sergileyecek ve herşeyini yitirme pahasına da olsa dinini ve ülkesinin bağımsızlığını savunabilmek için kez daha kıyam edecekti. Hş. Aban ayının 4. günü şahın doğum günüydü; bu gün her yıl astronomik harcamalarla kutlanır, göstermelik kalabalıklarla, halkın şahı güya nekadar çok sevdiği (!) telkin edilmeye çalışılırdı. İmam Humeyni -ks- şahın ihanetlerini ifşa edip kıyamını başlatmak için bu tarihi seçmişti. İmam, çeşitli bölgelerdeki ulemaya mektuplar ve haberciler göndererek açıkça kıyama girişeceğini bildirdi. Durumu öğrenen şah, İmam'ı tehdit etmek ve o gün sözkonusu mevzulardan konuşma yapmaktan kendisini vazgeçirebilmek amacıyla özel temsilcisini Kum'a gönderdi. İmam -ks- şahın temsilcisini kabul etmeyecek, bu nedenle de şahın özel mesajı, İmam'ın büyük oğlu Ayetullah Hacı Seyyid Mustafa'ya -ra- iblağ edilecekti.

İmam Humeyni -ks- tehditlere aldırmayarak önceden açıklamış olduğu gün minbere çıktı ve kendisini dinlemek üzere toplanan çok sayıda ulemayla diğer şehirlerden gelenlere ve Kum ahalisine karşı fevkalade çarpıcı bir hitabede bulundu; İmam'ın en kalıcı konuşmalarından biri olarak tarihe geçecek olan bu muazzam ve cesur hitabe, Amerikalı yöneticilerin İran'ın içişlerine karışmasını yargılayan ve bir islam ülkesi olan İran'da şahın işlediği ihanetleri işfa eden korkusuz bir mahkeme olmuştu. İmam, herkesi şaşkına uğratan soğukkanlı bir kararlılık ve pervasızlıkla konuşmasına şöyle başlıyordu: "İzzet ve onurumuz çiğnendi... İran'ın azamet ve büyüklüğü yok edildi. İran ordusunun izzet ve onuru ayaklar altına alındı. Meclise bir kanun götürdüler, o kanunla biz Viyana antlaşmasına katılmış oluyoruz... Bu kanun gereğince İran'daki Amerikalı askerî müsteşarlara aileleriyle, teknik memurlarıyla, idari memurlarıyla, müstahdem ve hizmetçileriyle birlikte dokunulmazlık getirilmiş oluyor; İran'da hangi cinayeti işlerlerse işlesinler, bunlara kimse dokunamayacak!! Beyler, bu tehlikedir, uyarıyorum ben! Ey İran ordusu, bu tehlikedir, uyarıyorum ben!... Ey İran'ın siyasileri bu tehlikedir, uyarıyorum ben!... Bu durumda haykırmayan vallahi günah işlemiş olur! Var gücüyle haykırmayan vallahi büyük günah işlemiş olur! Ey islam büyükleri, ey baştakiler, islamın feryadına yetişin! Ey Necef uleması, islamın feryadına yetişin! Ey Kum uleması, yetişin islamın feryadına!..."

Rahmetli İmam -ks- yine bu konuşmasında şu meşhur sözleri haykırıyordu: "Amerika İngiltere'den beter, İngiltere Amerikadan!... Sovyetler ikisinden de beter; biri diğerinden kötü kısacası!... her biri diğerinden daha aşağılık! Ama bugün bizim işimiz bu habislerle, yani Amerikalılarla!.. Amerika cumhurbaşkanı şunu bilsin ki kendisi, bizim halkımızın nazarında dünyanın en aşağılık insanıdır! Başımıza gelenlerin tamamı şu Amerika'dan gelmektedir, başımıza ne geliyorsa hep şu İsrail'den gelmektedir! İsrail de Amerika'dandır zaten!

İmam Humeyni -ks- bu çarpıcı konuşmayı yaptığı gün -hş. 4 Aban 1343- yayınladığı inkılâbi bir bildiride şöyle diyordu: "Dünya şunu bilsin ki İran ve diğer müslüman milletler ne çekiyorsa hep ecnebilerin elinden çekmektedir. Amerika'dan çekmektedir. Müslüman milletler, başka Amerika gelmek üzere, ecnebilerden nefret etmektedir! İsrail ve yandaşlarını destekleyen, Amerika'dır. Müslüman arapları evinden barkından, yerinden yurdundan edip avare hale getirmesi için İsrail'e güç veren, Amerika'dır."(32).

Kapitulasyonla ilgili yasa tasarısının kabul edildiğini İmam'ın ifşa etmesi, İran'ı hş. 1343 Aban'ında yeni bir kıyam ve başkaldırının eşiğine getirdi. Ne var ki rejim bir yıl önce 15 Hordad'da bu olayı yaşamış olmanın verdiği tecrübeyle bu kez çok çabuk harekete geçip tedbir almıştı. Diğer taraftan, İmam'ın kıyamını destekleyen tanınmış dinî ve siyasi çehrelerin çoğu bu yıl şalın zindanlarında veya sürgündeydiler. Bazı büyük ulema ve taklid mercii müçtehidler de 15 Hordad kıyamının başlarında harekete katılmış olmalarına rağmen zamanla tedricen -şu veya bu sebeple- maslahatçı bir tavır takınmayı yeğleyerek mücadele sahnesinden çekilmiş ve islam inkılabı kesin zafere ulaşıncaya (1357/1979) kadar da bu münzevî tavırlarını sürdürmüşlerdi. Diğer taraftan, inkılaptan sonra ele geçen belgelein de açıkça ortuya koyduğu üzere o günlerde (hş. 1343 Aban'ında) Şeriatmedari gibi bazı dinadamları, belli halk kesimleri üzerindeki etki ve nüfuzlarını olumsuz yönde kullanarak taraftarlarının İmam'ın kıyam çağrısına uymamasını ve İmam'ın çağrıları karşısında sessiz kalmalarını sağlamaya çalışıyorlardı. Şah rejimi için büyük tehlike İmam Humeyni'ydi; zira rejim elinden gelen her yola her komploya başvurmuş, ama İmam Humeyni'yi bir türlü yıldıramamış, onu susturamamıştı. İmam Humeyni -ks- şimdi bütün İran müslümanları tarafından tanınan ve en çok sevilen rehber ve birçok müslümanın da taklid mercii olan ileri bir müçtehiddi.

İmam'ı İran dahilinde tutuklayıp hapsetmenin, problemleri kat kat artırdığını daha önceden tecrübeyle tatmış olan şah rejimi, İmam'a bir suikast tertipleyip onu terör etmenin de, kontrolü imkansız bir genel ayaklanmaya yol açabileceği kanaatine varmıştı. Bu durumda şah rejimi için tek yol kalıyordu: İmam'ı İran dışına sürmek!

Böylece hş. 13 Aban 1343 günü geceyarısından sonra, Tahran'dan gönderilen özel komandolar bir kez daha İmam'ın Kum'daki evini kuşattılar. Bu gizli kuşatmada ilginç bir takdir-i ilahi vuku bulacak ve tıpkı bir yıl önce olduğu gibi, ansızın içeriye giren memurlar İmam'ı gece -teheccüd- ibadetiyle meşgul olduğu bir sırada tutuklayacaklardı. İmam hemen tutuklanacak ve hiç vakit geçirilmeden tam bir gizlilik içinde Tahran Mehrabad havaalanına götürülecek önceden hazırlanmış askeri bir jetle özel askerî ve diğer güvenlik görevlilerinin sıkı kontrolü altında Ankara'ya götürülecekti.

Ertesi günün akşam gazeteleri, Savak'tan aldıkları emirle "İmam'ın, ülkenin güvenliğine karşı eyleme girişme suçu"yla (!) sürgün edildiği haberini yayınlamışlardı. O günlerde İran'da estirilen hafakan ortamına rağmen bütün ülkede protesto ve itirazlar başladı; Tahran kapalıçarşı esnafı yürüyüş düzenleyerek olayı protesto etti, dînî ilmiye medreselerinde uzun bir süre ders yapılmadı, beynelmilel kuruluşlarla teşkilatlar ve taklid mercilerine binlerce imzalı mektuplar ve protesto yazıları gönderildi.

İmam'ın sürgüne gönderildiği gün Ayetullah Mustafa Humeyni de tutuklanarak hapsedildi ve hş. 13 Dey 1343'te o da Türkiye'ye, babasının yanına sürüldü. İmam'ın -ks- Türkiye'deki sürgün dönemi çok zor şartlar ve kırıcı baskılarla geçti; Türkiye'de İmam'ın -ks- âlim elbisesi giymesine bile izin verilmemiş, islam dünyasının yüzakı olan bu nadide alimin hz. Resulullah'ın -sav- sünnetine uygun elbiseleri zorla üzerinden çıkarılmıştı. Ne var ki bu psikolojik ve fizikî baskıların hiçbiri İmam'ı uzlaşmaya zorlayamadı.

Ankara'da İmam'ın -ks- ilk ikamet ettirildiği yer Ankara Bulvar Palas Oteli'ydi, İmam -ks- bu otelin 4. katında 514 numaralı odaya yerleştirildi. Ertesi gün, olayın gizliliğini koruyabilmek ve İmam'ın -ks- ikamet mahalliyle ilgili bütün izleri silebilmek için İmam'ı buradan alarak Atatürk caddesindeki bir mahalle götürdüler. Birkaç gün sonra (21 Aban 1343) güvenlik tedbirlerini iyice pekiştirebilmek ve muhtemel her nevi irtibatın önünü kesebilmek amacıyla İmam'ı buradan da alarak Ankara'nın 46 km. batısındaki Bursa'ya götürdüler. Bu süre zarfında İmam'ın -ks- herhangi bir siyasi girişimde bulunma imkanı tamamen sıfırlanmış ve İran'dan gönderilen özel memurlarla Türkiyeli memurlar tarafından geceli gündüzlü kontrol ve gözetime tabi tutulmuştur.

İmam'ın Türkiye sürgünü 11 ay sürdü ve şah rejimi bu süre zarfında İran'daki mukavemetin geri kalan kısmını şiddet kullanarak bastırıp iyice sindirdi ve İmam'ın İran'da bulunmayışından faydalanarak Amerika'nın istediği reformları süratle uygulama safhasına geçirdi. Bu arada rejim, ulemaya halkın yoğun baskıları sonucu, ulema tarafından seçilen bazi temsilcilerin, İmam'ın sağlık ve güvenlik durumundan yakından haberdar olmaları için onları İmam'ın yanına göndermek zorunda kalmış ve birkaç kez yakın mülakata izin verilmişti. Bu arada İmam -ks- yakınlarına ve medrese ulemasına yazdığı bazı mektuplarda dua ve temenni kalıplarında işare ve imâ yoluyla, direnmeye devam ettiğini, hareketin sürdürülmesi gerektiğini anlatabilmeyi başarmış ve kendisine bazı dua kitaplarıyla fıkhî eserler gönderilmesini istemişti.

Türkiye'deki sürgün ayları, İmam'a -ks- değerli eseri "Tahrir'ul Vesile"yi kaleme alma fırsatı kazandırdı. İmam Humeyni'nin fıkhî fetvalarını içeren bu eser cihad, savunma, emr-i bil maruf nehy-i an'il münker (iyiliği emredip kötülükten menetmek) ve günün meseleleri gibi genellikle unutulmaya yüztutan konularda islam fıkhının hükümlerini açıklayan ilk çağdaş kitap olma özelliğini taşıyordu. Bu arada, daha önce de değindiğimiz gibi; İmam'ın fıkıh ve usulle ilgili içtihâd ve görüşleri, Ayetullah Brucerdi'nin rıhletinden yıllar önce bizzat İmam tarafından çeşitli eserlerinde kaleme alınmış bulunuyordu ki, İmam'ın eserleriyle ilgili bahsimizde bunlara genişçe yer vermey çalışacağız inşaallah.

İmam'ın -ks- Türkiye'den Irak'a Sürgünü
Hş. 13 Mehr 1344 günü İmam Humeyni -ks- büyük oğlu Ayetullah Hacı Mustafa'yla birlikte ikinci sürgün beldesine, yani Irak'a götürüldü. İmam'ın -ks- niçin Türkiye'den Irak'a götürüldüğü sorusu uzunca cevapları gerektirse de bunları şu başlıklar altında toplayabilmek mümkündür: İran içinde ve dışındaki medrese ve diğer dini çevrelerin mükerrer baskısı, yurtdışında okuyan İranlı müslüman öğrencilerin, İmam'ın serbest bırakılması yolundaki yoğun çabalarıyla gösteri ve protesto eylemleri, Amerika'nın daha fazla güven ve desteğini kazanmak isteyen şahın İran'da kendisinin duruma hakim bulunduğunu ve memleketin güllük gülistanlık olduğunu göstermek istemesi, Türkiye devletinin güvenlik ve psikolojik sorunları, Türkiye'deki dinî çevrelerden gelen baskıların giderek artması ve bütün bunlardan daha önemlisi: O günlerde Necef medreselerine egemen olan sükut ce anti-Politik ortamla Bağdad rejiminin özel durumunun İmam'ı siyasi faliyette bulunmaktan alıkoyacağını zanneden şahın yanlış hesapları.

İmam Humeyni'nin -ks- Bağdad'a indikten sonra ilk işi bu beldede bulunan Ehl-i Beyt imamlarına -s- ait türbe ve mekanları ziyaret etmek oldu; böylece Kâzımeyn, Sâmıra ve Kerbelâ şehirlerine bir haftalık bir ziyaretten sonra İmam, Necef'te kalacağı sürgün mahalline döndü. Gittiği bu şehirlerde ulema, din öğrencileri ve halk tarafından çok yakın bir ilgiyle karşılanması, İmam'ın 15 Hordad kıyamının mesajının İran sınırlarını çoktan aşıp dünya müslümanlarının kulağına vardığın ve İmam'ın bu diyarlardaki müslümanların gönlünde yer etmiş olduğunu göstermeye yetiyordu.

Dönemin Irak cumhurbaşkanı Abdusselam Arif'in özel temsilcisiyle İmam Humeyni -ks- arasındaki kısa görüşme ve İmam'ın radyo televizyonlarla röportajda bulunma teklifini kesinlikle reddettiğini açıklaması; İmam'ın, başlattığı bu ilahi hareket ve kıyamı Bağdad rejimiyle Tahran rejimi arasında bir barış unsuruna indirgeyecek kadar basit ve uzlaşmacı bir lider olmadığını daha ilk günlerde Bağdad rejimine de ispatlamıştı. Bu yılmaz yöntem, İmam'ın Irak'ta sürgünde bulunduğu süre'ce hiç değişmedi. İmam'ı dünyanın tanınmış diğer inkılâbî ve siyasi çehrelerinden oldukça farklı ve üstün kılan bir diğer özelliği de buydu; birçok politikacının tam tersine o; en zor dönemler ve en çetin şartlarda dahi; nice kimseler için gayet normal karşılanan siyasi pazarlıklara asla girmemiş ve inandığı davanın kural ve prensiplerini asla pazarlık konusu etmemiştir. Oysa bugün herkes bunu bilmektedir ki İmam; Irak'la İran rejimleri arasında o günlerde vuku bulan sert sürtüşmelerden birinde Irak rejimine zerrece olsun yeşil ışık yakmış olsaydı Iraklılar, şaha karşı mücadelesini genişletebilmesi için İmam'ın istediği bütün imkanları seferber edecek ve onu sonuna kadar destekleyeceklerdi. Halbuki İmam -ks- böyle yapmamakla kalmadığı gibi; sözkonusu sürtüşme dönemlerinde her iki tarafla da mücadele etti ve hatta birkaç kez Irak rejimiyle karşı karşıya gelerek bu rejime karşı kıyama girişmenin eşiğine kadar geldi. İmam'ın -ks- nadide basireti ve fevkalade eğitimli kişiliği olmasaydı hiç şüphesiz İran'da daha önceki siyasi parti, hareket, kıyam ve grupların düştüğü hataya islam inkılabı da düşecek ve öncekiler gibi o da bağımlılık ve nihayet yenilginin acı akıbetinden kurtulamayacaktı.

İmam Humeyni'nin Necef'te 13 yıl süren sürgün hayatı boyunca çektiği sıkıntılar ve gösterdiği tahammül, İran ve Türkiye'dekinden çok daha fazlaydı. Her ne kadar Necef'te; görünüşte bu ülkelerdeki kadar direkt baskı ve kısıtlamalar yoktuysa da burada karşılaştığı muhalefetler, aldığı dil yaraları ve haksız eleştiriler düşman cephesinden değil, dost cephesinde görünen dinadamı kılığına bürünüp âlim elbisesi giymiş "dünyaperest"lerden geldiğinden tahammülü çok zor ve müşküldü. Nitekim sabrı ve tahammülü dillere destan olan rahmetli İmam -ks- Necef'te geçirdiği bu yılları "mücadelesinin pek zor ve pek acı dönemlerinden biri" olarak yâdeder. Ne var ki bütün bu zorluklara rağmen İmam -ks- bilinçli olarak seçmiş olduğu yoldan bir adım gerilemedi, davasından asla vazgeçmedi. Necef'teki sözkonusu ortamda mücadeleden bahsedip insanları kıyama çağırmanın hiçbir sonuç vermeyeceğini çok iyi bilen İmam -ks- şimdi burada da herşeyi baştan alacak ve tıpkı 15 Hordad'dan yıllar önce Kum'da medresede başladığı yerden başlayacaktı; yani ortamı yavaş yavaş düzeltip değiştirecek ve vereceği mesajı algılama kabiliyetine sahip yeni bir nesil yetiştirecekti. Bu nedenle İmam -ks- garazkâr unsurların bütün engelleme çabalarına rağmen hş. 1344 Aban'ında Necef'in Şeyh Ensârî Camii'nde yüksek fıkıh dersleri vermeye başladı ve Irak'tan Paris'e hicrette bulunmak zorunda kalıncaya kadar da bu dersleri kesintisiz olarak sürdürdü. Fıkıh ve usulde kullandığı kaynakların sağlamlığı ve islami bilim dallarının tamamına tam anlamıyla vakıf olması kısa sürede İmam'ın -ks- ders mahfilinin Necef'te de yankı bulmasını sağlamış ve kimi mürtecilerin aksi yöndeki bütün çabalarına rağmen İmam'ın ders mahfili Necef'in en tanınmış ve hem nitelik, hem nicelik açısından en ileri medreselerinden birine dönüşüvermişti. İranlı, Iraklı, pakistanlı, Afganistanlı, Hintli ve diğer Fars Körfezi ülkelerine mensup müslüman öğrenciler İmam'ın derslerine katılabilmek için adeta yarışıyorlardı. Bu arada İmam'ın İran'daki öğrencileri, İran'dan topluca Necef'e hicret etmek istemiş, ama İmam'ın İran medreselerinin boşaltılmaması gerektiği yolundaki tavsiye ve direktifleri üzerine bu isteklerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardı. Ne var ki daha ilk günlerde, İmam'ın davasına aşık müminlerin önemli bir kısmı soluğu Necef'te almış ve göz açıp kapayıncaya kadar Necef'te "İmam'ın yoluna gönül vermiş bir inkılâbî mümin grub oluşmuştu. İşte bu müslümanlar İmam'ın mücadeleyle ilgili mesajlarını o hafakan dolu yıllarda bireylere ve kitlelere ulaştırma sorumluluğunu üsleneceklerdi.

İmam Humeyni -ks- Necef'e adım atar atmaz mektup ve aracılar gönderme yoluyla İran'daki inkılâbi müslümanlarla irtibata geçip bu irtibatı sürekli korumuş ve onlardan, 15 Hordad kıyamının gaye ve amaçlarını gerçekleştirilmesi yolundaki çalışmaların aralıksız sürdürülmesini istemiştir. Bu mektupların çoğunda, pek yakın bir gelecekte İran'ın büyük bir siyasi ve sosyal patlamaya şahid olacağının vurgulanması ve İran ulemasına "gelecekte toplumun idare ve yönetimi vazifesini üstlenmeye hazırlanmaları"nın önemle tavsiye edilmiş olması son derece şaşırtıcıdır. Çünkü İmam'ın gelecek konusunda böyle düşündüğü ve bu düşüncesine de, açıkça beyan edecek kadar güven duyduğu o yıllarda hiçkimse böyle bir tahminde dahi bulunamıyordu; zira görünüşte ortam "hiçbir değişiklik olmayacak şekilde" ümit kırıcıydı ve şah rejimi de her zamankinden daha güçlü bir şekilde duruma hakim olmuş, bütün direnişleri kırmayı başarmıştı.

İmam Humeyni'nin -ks- sürgün edilip rejime muhalif tüm müslümanların en acımasız yöntemlerle sindirilmesiyle birlikte İran'ın şahın polis devletinin en karanlık dönemleri başlamış oluyordu. Savak, şahın mutlak otorite silahıydı. İş öyle bir noktaya vardırıldı ki memleketin en ücra köşelerinden birine alınacak en alt düzeydeki bir devlet memurunun bile gizli emniyet teşkilatı Savak tarafından onayı şart koşulur oldu. Bu dönem yasama, yürütme ve yargı güçlerinin bütün işlevlerini fiilen Savak'ın üstlenmiş olduğu bir dönemdir. Bizzat şahın kendisiyle, saray ekranından birkaç kadınla erkek, bütün ülkenin kaderini elinde tutmadaydı. Pehlevi krallığı yıkıldıktan sonra İran'da yayınlanan belgelerde de görüleceği üzere ve şahla Pehlevi ailesinin ve saray erkanıyla ordu ve emniyet üst düzey yetkililerinin hatırat, mektup ve röportajlarından ve keza ABD'nin Tahran büyükelçiliğinde ele geçirilen gizli belgelerin de ortaya koyduğu gibi, şahla ona yakın saray ve ordu erkanı da aslında kendiliğinden hiçbir iradesi olmayan güdümlü birer piyondan başka şey değildi ve saray içindeki en küçük değişiklikten ülke çapındaki en önemli kararlara varıncaya kadar herşey Amerika'nın elinde bulunuyor, hatta bakanlarla ordu komutanlarının tayini ve meclise gönderilecek önemli yasa tasarılarının tanzimi bile genellikle Amerika'nın Tahran büyükelçiliğinde, kimi zaman da İngiliz sefaretinde yapılıyordu. Bahsimizin bu noktasında, bizzat şaha ait olan şu iki beyanın meseleye yeterince açıklık getireceği kanaatindeyiz; şah şöyle yazıyor: "...Amerika ve İngiliz büyükelçileri, yaptığımız her görüşmede "sizi destekleyeceğiz" diyorlardı. 1978 sonbaharıyla 1979 kışı boyunca bu ikisi beni İran'da çok açık ve serbest bir siyasî ortam yaratmaya teşvik etti. Kabul ettiğim Amerikalı politikacılar veya oradan gönderilen kimseler beni genellikle direnmeye teşvik ediyorlardı. Ama bu hususta ABD büyükelçisine danıştığımda kendisine böyle bir emir gelmediğini söyledi. Birkaç hafta önce CIA'nın Tahran'daki yeni temsilcisini huzuruma kabul ettiğimde söylediklerinin pek bayağı ve üstünkörü şeyler olması karşısında hayret ettim. Kısa bir an "serbest siyasi ortam"dan sözettik, bu sırada hafifçe tebessüm ettiğini farkettim. Kısacası yıllarca bizim vefakar müttefiğimiz olanlar, şimdi beni şaşırtacak başka şeyler koyuyorlardı ortaya..."(33).

İlginç olanı, şahın bu kitapta, tahttan devrilmesinin sorumluluğunu bu yabancı ve şaşırtıcı faktörlere yüklemeye çalışması ve hava kuvvetleri komutanı general Rabii'nin, idamdan önce yargıçlara "General Haızer, şahı ölü bir fare gibi memleketten attı" dediğini açıkça belirtmesidir.(34).

Ne var ki şahın hatıratında geçen bu cümlelerin de kasıtlı olarak tarihi gerçekleri saptırmaya yönelik olduğu bugün bilinmektedir artık. Nitekim bugün bizzat Haızer'in kendi kitabında da geçtiği ve birço belgeyle de ispatlanmış olduğu üzere(35) general Haızer şah, devirmeye değil, bilakis, o buhranlı dönemlerde bir ihtilal yaparak şahın yıkılmak üzere olan saltanatını kurtarabilmek için gelmişti Tahran'a! Kaldı ki, şahın bu iddiası doğru kabul edilecek olsa bile bu durumda da kitabına verdiği adın dışında tarihe verebilecek hiçbir "cevab"ı kalmayacak ve onca debdebeyle kebkebe ve "Ey Kuroş! Sen rahat uyu, biz uyanığız!" gibi sloganlarla geçirdiği 37 yıllık saltanatı boyunca memleketin bağımsızlığını nasıl ecnebilere peşkeş çektiği ve basit bir Amerikalı generalin Tahran'da üç-beş günlük bir ikametle kendisini nasıl "ölü bir sıçan gibi" kuyruğundan tutup memleketten dışarı atabildiğini hiçbir mantıkla açılayamayacaktır!

Onbeş Hordad kıyamını bastıran şah, İmam'ı da sürgüne gönderdikten sonra önünde hiçbir engel görmüyordu artık. memleket öylesine içler acısı bir hale düşmüştü ki saraya mensup kadınlar hakim, bakan ve milletvekili tayin edebiliyor, istedikleri yetkiliyi kolayca azledebiliyorlardı. Nitekim işlediği ahlaksızlıklar, skandallar yolsuzluklar ve uyuşturucu şebekelerinin İran patroniçesi olduğu haberleri Avrupa basınına bile defalarca yansımış olan Eşref Pehlevi (şahın kızkardeşi) "sarayın asıl patronu" lâkabıyla ün yapmıştı. "Haşmetmeap hazretlerine canım feda!" lafını ağzından düşürmeyerek 13 yıl boyunca başbakan ünvanıyla kukla hükumet kabinelerinin başına geçirilen ve Bahai bir aileden gelen Emir Abbas Hüveydâ'nın iktidardaki etkinliği, memleketin bağımsızlığını büsbütün yitirdiği ve halkın iradesinin yönetimde zerrece dahli bulunmadığı gerçeğini olanca acılığıyla gözler önüne sermeye yetiyordu.

Bütün bunlara rağmen şah, kendi vehminde kurduğu "büyük uygarlık" hayaline doğru doludizgin koşmaktaydı. Ecnebi kültürünün yayılması, ahlaksızlık ve sorumsuzluğun geçer akçe haline getirilmesi, memleketin milli servetinin İran'daki yüzlerce Amerikalı ve Avrupalı şirketlerce yağmalanması, kısmen de olsa bağımsız bulunan tarım ve çiftçiliğin büsbütün felç edilmesi ve böylece, üretken olan köylü ve taşralı kesimin şehirlere göçüne yol açıp nüfusun bu kesiminin tüketici bir işsizler ordusuna dönüştürülmesi, zariri olmayan ve mantaja dayalı bağımlı bir sanayi kalkınması, İran ve Fars Körfesi topraklarında ve sularında Amerikalılara askerî, casusluk ve dinleme üsleri kurdurup bütün bunların masrafını mazlum İran milletinin kesesinden ödetilmesi gibi zulüm temellerine dayalı bir uygarlıktı şahın "büyük uygarlık" dediği...

İran'ın ucuz petrol karşılığı Amerika'dan aldığı silahların parası astronomik rakamlara ulaşıyordu, sadece 1970-77 yılları arasında silaha ödenen meblağ 26,4 milyar doları aşmadaydı ve sırf 1980 yılı için şah Amerika'dan 12 milyar dolarlık silah siparişinde bulunmuştu!(36). Beyaz Saray'ın malum politikası gereğince, bütün bu silahlar Amerika'yla İsrail'in stratejik bir bölge olan Fars Körfezi'ndeki çıkarlarının bekçiliğini yapması için şaha verilmedeydi, nitekim bunları kullanma ve kullandırma yetkisi de, İran'da yerleştirilmiş bulunan 60 bin Amerikalı müsteşarın elindeydi.

Şah, iktidarının doruğunda olup hiçbir dış baskıya maruz kalmadığı ve dış ülkelerle hiçbir problemi olmadığı bu dönemde İran günlük 6 milyon veril petrol ürettiği ve ülkenen nüfusu 33 milyonu aşmadığı ve İsrail'le araplar arasındaki savaştan ürken Batılıların, petrol üreten müslüman araplar elele vererek kendilerine ambargo uygular korkusuyla aldıkları petrolün önemli bir kısmını depoladıkları için petrol fiyatının varil başına 30 doları aştığı şartlarda; olması gereken bütün refah potansiyelleri ve kalkınma imkanlarına rağmen İran'ın şehir anayollarının birçoğu halâ asfaltlanmamış ülkenin önemli bir bölümü yol, elektrik, su ve benzeri en ilkel sağlık ve sosyal hizmetlerden mahrum bırakılmıştı. Hatta şahın boy gösterisi yaptığı ve dünyanın dört bir yanından davet edilen cumhurbaşkanı ve başbakanların katıldığı efsanevî 2500. yıl kraliyet şenlikleri astronomik harcamalarla kutlanırken bizzat başkent Tahran'da "dünün üretken çiftçi ve tarimcıları, şimdininse işsiz âvareler sürüsü" olan onbinlerce insan Tahran havaalanı çevresiyle şehrin doğu, güney ve batı mahalleleri etrafındaki gecekondularda tam bir fakr-u zaruret içinde yaşamaktaydılar. Bu gecekondu mahalleleri Tahran'ın şehir yapısında çok belirgin bir çirkinlik yarattığından 2500. yıl kraliyet şenliklerine çağrılan yabancı davetlilerin "şehinşah hazretlerinin (!) büyük uygarlık" dediği herzesinin ürünü olan bu keyif kaçırıcı manzarayı görmemeleri için güzergahlar üzerine düşen gecekondu mahalleleri yüksek duvarlarla çevrilecek, böylece resim ve boyalarla süslenen bu duvarlar sayesinde şah hazretlerinin (!) uygarlık yalanı ört-bas edilmeye çalışılacaktı.

Yine aynı günlerde başkent Tahran'ın güney ve batı mahallelerinin çoğunda içecek su sıkıntısı yaşanmakta, yaklaşık her birkaç yüz ev için basınçlı bir su musluğu bulunmaktaydı!! Ülke nüfusunun 7'den yukarı yaş seviyesinin % 52,9'u okur-yazarlık bilmiyordu!!. (37).

Hş. 1357-1979-da şah İran'dan kaçarken Amerikan asıllı "Ak Devrim" icraatlarının üzerinden onbeş yılı aşkın bir zaman geçmekte ve bu süre boyunca petrol üretim ve satışı fevkalâde büyük rakamlara ulaştığı, diğer milli servetler bolca kullanıldığı ve yabancı ülkeler şahı tam anlamıyla desteklediği halde İran, henüz dış ülkelere bağımlılıktan kurtulâmadığı gibi ekonomi, tarım ve sanayi dallarında dış ülkelere olan bağımlılığı günden güne artmaktaydı da!!.. Buna paralel olarak ülke tam bir ekonomik anarşiye sürüklenmiş, halk yoksullaşmış ve adaletsizlik alabildiğine artmaya başlamıştı. Şah, İran'ı, siyasi açıdan batıya ve özellikle de Amerika'ya en bağımlı olan ülke haline getirmiş durumdaydı.

İmam Humeyni -ks- sürgün hayatı boyunca yaşadığı bütün zorluklara rağmen bir an olsun mücadelesinden vazgeçmedi, konuşmaları ve mesajlarıyla çevresine ümit ışıkları saçmaya ve zaferin yakın olduğunu müjdelemeye devam etti. Hş. 1346 Ferverdin'inde İran medreselerine hitaben yazdığı bir mesajda şöyle diyecekti: "Siz değerli beyefendiler ve İran milletini, düzenin yenilgiye uğrayacağı konusunda temin ederim. Onlardan öncekiler islamın tokadını yediler... Bunlar da yiyecek!.. Dayanın, direnin. Zulüm karşısında teslimiyet göstermeyin. Bunlar gidicidir, ama siz kalırsınız. Şu suni ve ağzı artık körelmiş kılıçlar kınına girecektir elbet.(38).

İmam Humeyni -ks- yine aynı gün, şah rejiminin Bahai başbakanı Emir Abbas Hüveyda'ya açık bir mektup yazarak rejimin işlediği cinayetleri teker teker sayıp döktükten sonra şahın islam ülkeleri karşısında -ve ABD'yle İsrail'in yanında- yer almasını sert bir dille eleştirip şu ikazda bulunuyordu: "... İslamın ve müslümanların düşmanı olan ve bir milyondan fazla müslümanı evinden barkından ederek perişan hale gelmelerine sebebiyet veren İsrail'le kardeşlik antlaşmasında bulunmayın, müslümanların duygularını incitmeyin! İsrail'le onun hain uşaklarının elini müslüman ülkelerin piyasasına bu kadar sokmayın, memleketin ekonomisini İsrail'le onun uşakları uğruna tehlikeye düşürmeyin! Kültürü heva ve heveslere feda etmeyin... Allah'ın gazabından korkun. Milletin gazabından korkun. Rabbim elbette tuzak kurmuştur..."(39).

Ne var ki şah, İmam'ın -ks- bu uyarılarını ciddiye olmadı. İslam ülkeleri İsrail'le ciddi bir savaşın eşiğine geldiği halde şah halâ İsrail'i desteklemeye devam ediyordu; şahın tanıdığı özel kolaylıklar sayesinde İsrail malları İran piyasasını tıka basa doldurmuştu. İsrail'den ithal edilen çeşitli gıda maddeleri, meyve, yumurta, tavuk...vb. ürünler, İran'ın iç piyasasındaki üretim fiatının bile altında satılıyor, halkın İsrail malarına rağbet göstermesi için herşey yapılıyordu.

İmam Humeyni Araplarla İsrail arasında patlak veren 6 gün savaşları münasebetiyle yayınladığı bir bildiride (hş. 17 Hordad 1346) islam ülkelerinin İsrail'le her nevi ticari ve siyasi ilişkide bulunmasının ve müslümanların İsrail malları tüketmesinin haram olduğuna dair tarihi fetvasını verecek ve bu cesur fetvayla islam ümmetinin vücuduna taptaze bir ümit ve kam pompalayacaktı (40).

Bu fetva, şahla İsrail arasında süratle gelişmekte olan uğursuz ilişkiye ciddi bir darbe indirmişti. Medreselerdeki ulemayla din öğrencileri de ayrıca yayınladıkları bildiriler aracılığıyla şah rejimine baskıda bulundular. Bu baskılardan öfkeye kapılan rejim, usulsüz bir tepki daha gösterecek ve canice bir intikam hırsıyla İmam'ın Kum'daki evine ani bir baskın düzenleyip evdeki bütün kitap, yayın, yazı ve belgeleri toplayıp götürecek; bu arada Kum'daki diğer medreselere de aynı türden baskınlar yapılarak İmam'ın eserleri, resimleri ve bildirileri hınçla toplanacaktı. Bu saldırı ve baskınlar sırasında İmam'ın oğlu Hüccet'il islam Hacı Seyyid Ahmed, Hüccet'il islam Hacı Şeyh Hasan Sânei ve İmam'ın şer'i vekili olan merhum Ayetullah İslami Türbet'i de tutuklanmışlardı. Bu isimler ve İmam'ın diğer yakın adamlarının faaliyetleri neticesinde şahın Savak örgütü; İmam tarafından din öğrencilerine karşılıksız verilen harçlıkla -şehriye- müslümanların bir taklid mercii olarak İmam'a gönderdiği dini ve şer'i ödemeleri engelleme hususunda zerrece başarılı olamadı.

Bu olaydan bir süre önce, hareketin niteliği üzerine gerekli talimatları ve İmam'ın mesajlarını alıp halka iletme ve İmam'ın Kum'daki evinden yapılacak faaliyetler hakkında bizzat İmam'dan direktif almak üzere Necef'e gidip babasıyla görüşen Hüccet'il İslam Hacı Seyyid Ahmed Humeyni, Irak'tan dönüşü sırasında (hş. 1346'lı yılların başları) sınırda şahın emniyet görevlileri tarafından tutuklanıp bir süre Kızılkale Zindanı'na hapsedilmişti. İslam inkılabının zaferinden sonra ele geçirilen Savak belgelerinin de ortaya koyduğu üzere o dönemde Savak için en önemli strateji, İmam'la İran'daki mukallidleri arasındaki irtibatı kesmek ve İmam tarafından din öğrencilerine karşılıksız harçlık verilmesini engelleyebilmekti. Bu arada rejimin bütün baskılarına; tutuklama, sürgün ve sürekli tehditlerine rağmen İslami Türbeti, Hacı Şeyh Muhammed Sadık Tahranî (Kerbasçi) ve İmam'ın ağabeyi Ayetullah Pesendide gibi İmam'ın İran'daki şer'i vekillerinin çalışmaları kesintisiz sürmedeydi. Aynı şekilde, İmam'ın, 15 Hordad kıyamının merkezi olarak tanınmış bulunan Kum'daki evinde de, yine İmam'ın oğlu tarafından faaliyetler sürdürülmekteydi ki bu iki faaliyetin devam ediyor olması, rejimin sözkonusu menfur emellerini gerçekleştirmesine mani olmadaydı.

İmam'ın -ks- isim ve faaliyetlerinin zihin ve anılarda canlı tutulması ve onun Kum'daki evinin halâ faal olmayı sürdürmesi Savak için dehşet verici bir olaydı; bu nedenledir ki İmam'ın Kum'daki evi tam dört yıl boyunca sabahın erken saatlerinden geceyarılarına kadar gizli emniyet ve polis güçleri tarafından hem açık, hem gizli şekilde gözetime tabi tutuldu ve mukallidlerle diğer müracaat eden efradın içeriye girmesi önlendi. Ama bütün bu tehdit, engelleme ve yıldırmalara rağmen İmam'ın -ks- yoluna baş koyan müslümanlar, geceyarısı memurlar gittikten sonra İmam'ın evine geliyor ve İmam'la halk arasında köprü vazifesi görüyorlardı. Yine bu dönemdedir ki (hş. 1346 Hordad ayında) rejimin İmam'ı Necef'ten Hindistan'a sürme plânı, yurtiçi ve yurtdışındaki inkılâbî müslümanların yoğun ifşaat, itiraz ve çabaları sonucu suya düşürüldü.

Hş. 1347 Tir ayının 26'sında Irak'ta Baas Partisi'nin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte bu partinin her nevi islami harekete düşmanca bakması nedeniyle İmam'ın önündeki engeller ve problemler de artmış oldu, ima İmam -ks- herşeye rağmen çalışmalarını sürdürmeye devam ediyordu. İmam'ın Necef'te sürgünde bulunduğu yıllar arap -İsrail savaşlarına denk geldiği ve islam dünyası bu savaş nedeniyle o günlerde olumlu bir silkiniş yaşadığından rahmetli İmam -ks- bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirecek ve zihnindeki ideallere daha geniş bir çerçevede gündeme getirip; laiklik ve din düşmanlığının yayılmaya çalışıldığı öyle bir çağda dinî eğilimi gündemde canlı tutacak; islam ümmetinin birlik ve vahdete kavuşup tıpkı eskiden olduğu gibi, hakettiği onur ve izzet dolu bir gelecek kurması ve öz kimliğini bulması gerektiğini vurgulayacak ve böylece, başlattığı muazzam hareketi sadece İran dahilinde ve sırf şaha karşı verilen bir mücadele olarak sınırlamama yoluna gidecekti.

İmam Humeyni hş. 19 Mehr 1347'de -1968 sonbaharında- Filistin Kurtuluş Teşkilatı'nın temsilcisiyle yaptığı görüşmede islam dünyasının meseleleri ve Filistin halkının cihad hareketi konusundaki görüşlerini belirterek müslümanların şer'i vazifesi olan zekatın bir kısmının Filistin mücahidlerine ayrılmasının farz olduğu fetvasını verdi (41).

Hş. 1348'in başlarında (1969) Irak Baas rejimiyle şah arasında iki ülkenin karasuları sınırlı konusunda şiddetli bir anlaşmazlık başgösterdi. Bu anlaşmazlık üzerine Irak rejimi bu ülkede yaşayan İran asıllı müslümanların önemli bir bölümünü çok kötü şartlar altında Irak'tan sürdü. Bu buhranlı dönemlerde Irak Baas rejimi, İmam'ın -ks- şah rejimine karşı oluşundan kendi lehine bir pay çıkaracak şekilde faydalanabilmek için çok uğraştı, diğer taraftan şah da böyle bir fırsatı dört gözle kollamakta ve böylece İmam'ın kıyam hareketine "dışarıdan güdümlü" yaftası vurmaya çalışmaktaydı. İmam Humeyni -ks- fevkalade bir basiret örneği sergileyecek ve her iki rejimin de karşısına dikilmekten çekinmeyecekti. Nitekim İmam; büyük oğlu Ayetullah Hacı Seyyid Mustafa Humeyni'yi Irak devlet başkanına göndererek bu ülkede ikamet etmekte olan İranlı din öğrencileri ve diğer zevatın yurt dışı edilmesini sert bir dille kınadığını ve kendisinin Bağdad rejimiyle uzlaşmasının asla düşünülemeyeceğini resmi bir şekilde Irak cumhurbaşkanı Hasan'el Bekir'e bildirmiş, bu yiğitçe mesajı orada hazır bulunan diğer üst düzey yetkililer de şaşkınlıkla dinlemişlerdi.

Hş. 1348 Mordad'ının 30. günü Mescid'ul Aksa'nın bir bölümü aşırı siyonist yahudiler tarafından kundaklandı. Müslüman kamuoyunun yoğun baskılarına maruz kalan şah, müslümanların giderek artan öfkesini biraz olsun dindirebilmek için hemen İsrail'in yardımına koşacak "Mescid'ul Aksa'nın yeniden onarımı için gerekli bütün masrafları bizzat kendisinin üstlenmeye hazır olduğu"nu duyuracaktı. Ne var ki İmam Humeyni -ks- şahla İsrail'in müşterek planı olan bu oyunun farkına varıyor ve şahın himesini hemen ifşa ederek onun mezkur önerisi karşısında şöyle diyordu: "Siyonist İsrail tarafından işgal edilen Filistin toprakları kurtarılmadığı sürece müslümanlar Mecid-i Aksa'yı onarmamalıdırlar! Bırakın siyonistlerin yaptığı bu caniliğin izleri canlılığını koruyarak devamlı müslümanların gözleri önünde dursun ki, böylece Filistin'in kurtulması yolunda bir şahlanışa vesile olabilsin!"(42).

İmam Humeyni'nin 4 yıl boyunca yılmak bilmeyen faaliyet ve çalışma temposu, verdiği derslerin nitelikçe üstünlüğü ve bilinçlendirici olması gibi faktörler Necef Medresesi'nin atmosferini belli bir ölçüye kadar değiştirebilmişti. Bu nedenledir ki hş. 1348'li yıllarda İran'ın yanısıra Irak, Lübnan ve diğer islam beldelerinde de sayısız inkılâbi müslümanlar İmam'a Lebbeyk demeye hazır haldeydi ve dünyanın birçok yerindeki inkılâbi müslümanları, İmam Humeyni'nin -ks- inkılabî hareketini kendilerine örnek almış durumdaydı. Hş. 1348 Behmen'ine rastlayan 1970 kışında İmam Humeyni "Velayet-i Fakih ve İslam Devleti" başlıklı bir dizi ders başlattı. Bu dersler hemen derlenip yazılı hale getirilerek "Velayet-i Fakih" ve "İslam Devleti" adlı bir kitaba dönüştürüldü ve İran, Irak, Lübnan ve -hacc mevsimlerinde- Hicaz'da yaygın bir halde mütalaa edilmeye başlandı. İmam'ın başlattığı kıyam hareketine yepyeni bir hız ve heyecan kazandıran nadide bir eserdi bu- nitekim bu eser 1979'lu yıllarda Türkiye'de de çevrilip basılmış, daha sonra tam ve eksiksiz baskısı müessesemiz tarafından 1995'te türkçeye çevrilmiştir. Bu mükemmel eserde kıyam ve hareketin ileriye yönelik bir panoraması tasvil edilmekte, hareketin amaç ve gayeleri anlatılmakta ve islam devletinin fıkhî, usulî ve aklî kaynak ve dayanakları teker teker belirlenerek bizzat islam inkılabı rehberinin diliyle islam devletine dair yöntem ve metodlar üzerine teorik tespitlerde bulunulmaktaydı.

Hş. 1349 Ordibeheşt ayına rastlayan 1970 baharında Amerikan matbuatı, ABD'nin en büyük sermayedarlarından oluşan bir heyetin İran'a gittiğini yazıyordu, bu heyetin başını da uluşlararası kapitalleriyle tanınan Rock Fıller çekmedeydi. Bu heyetin İran'a geliş gayesi artan petrol fiatlarına paralel olarak İran'ın da petrolden elde ettiği astronomik gelirlerin tekrar Amerikalıların cebine akıtılma yollarını incelemek ve İran petrollerini Amerikalı dev şirketler arasında sessiz sedasız bölüştürebilmekti. Bu hadiseden aylar önce Savak, İmam'ın taraftarı olarak tanınan dinadamlarından çoğunun minbere çıkıp vaazde bulunmasını yasakladığı halde, İmam'ın -ks- islam devleti konusundaki çarpıcı görüşlerini mütalaa etmiş bulunan birçok dinadamı büyük bir şevk ve heyecanla İmam'ın safına katılmış ve bu hadisede hemen gerekli inkılâbî tavrı koyarak şahın yeni planlarını ifşa edip, Amerika'nın İran'daki nüfuz ve yayılmacılığının hızla artmasına göz yumulmasını sert bir dille eleştirmişlerdi. Bu hadiselerde en atak ve etkin davranan alim Ayetullah Seidî olmuştu, bu nedenle 1349 Ordibeheşt'inde Savak tarafından tutuklanarak meşhur Kızılkale zindanında on gün süren akılalmaz vahşice işkenceler altında şehadete kavuşmuştu. Bu yiğit alimin şehadeti üzerine özel bir bildiri yayınlayan İmam, onun samimi mücadelesini takdir ederek şöyle diyordu: "O esef verici halle hapishane köşelerinde can veren, merhum Saidi değil sadece (...) Amerika'nın tanınmış uzmanlarıyla dev sermaye sahipleri, "çağın en büyük dış yatırımı" adı altında mazlum milletimizi esarete düşürebilmek için İran'a akın etmiş durumdalar... Amerikalı sermaye sahipleri ve diğer sömürü odaklarıyla yapılacak her nevi anlaşma İran milletinin iradesine aykırı ve islam hükümlerine terstir!"(43).

15 Hordad Kıyamından İslam İnkılabının Zaferine Kadarki Süreçte Yeralan Siyasi Grup Ve Hizipler

Onbeş Hordad kıyamından sonra ciddi ve faal bir şekilde mücadele sahnesinde yeralıp islam inkılabının zaferine değin de yılmadan varlığını sürdürerek inkılabın hedeflerine ulaşmasında öncülük eden başlıca siyasi hareketler, bizzat halkın bağrından kopan İmam Humeyni -ks- taraftarı ulema, dinadamları ve din öğrencileriydi. Belli bir parti ve hizip şeklinde çalışmayan bu harekette yeralan alimler, halkın çeşitli kesimlerinde faaliyet göstermekte, bütün köy, şehir ve kasabalarda, zaman ve şartlara göre İmam tarafından belirlenen yöntem ve metodlarla çalışmaktaydılar. Bu yolda hutbe ve vaazden mahrum edilme, konuşma yasaklısı olma, yurdun ücra köşelerine sürülme, tahammülü aşan işkencelerle dolu hapis hayatları ve şahın kanlı zindanlarında şehadet şerbetini içme; İmam'ın -ks- davasına gönül veren dinadamları ve dindar gençlerin yılmadan katettiği yol ve bilinçli olarak bulundukları tercihti. İman dolu yürekler taşıyan bu insanlar bütün bunlara göğüs germekte, ama zulme ve tâğuta zerrece boyun eğmemekte, inanç ve davasından zerrece taviz vermemekteydi.

Diğer taraftan hş. 1342-15 Hordad'ından sonra, İmam Humeyni'yi taklid mercii ve rehber olarak kabul etmiş bulunan Tahran ulema ve esnafının katıldığı dini heyetler biraraya gelerek "İslamcı İtilaf Heyetleri"nin yöntemiyle çalışmadaydı. Kapitülasyonları onaylama gibi bir kara lekeyle dosyasını kirletmiş bulunan başbakan Hasan Ali Mansur, işte bu grup tarafından inkılâbî bir şekilde idam edilmişti. Şah rejimi bu cemiyetin etkin isimlerinden bir kısmını tutukladıktan sonra hemen idam etmiş, önemli bir kısmını da uzun süreli mahkumiyetlerle hapse atmıştı. İmam Humeyni'nin -ks- bildiri ve mesajlarının basılıp dağıtılması ve çarşı-pazar esnafının rejim karşıtı gösteri ve eylemlerinin organize ve teşkilatlandırılmasında bu cemiyetin çok etkili bir rolü olmuş, yine şah rejiminin son demlerini yaşadığı aylarda bütün ülke çapında halkın toplu grev, yürüyüş ve protesto eylemlerini de bu cemiyetin üye ve sempatizanları koordine etmişti.

Bir diğer örgüt te "İslam Milletleri Hizbi" (Hizb-i Milel-i İslami)ydi. 14 Hordad kıyamından sonra bilhassa dinadamlarıyla üniversiteliler ve diğer kesimlerden oluşturulan bu örgüt, şah rejimine karşı silahlı mücadele verme gayesiyle kuruldu ve süratle silahlanıp elemanlarına askerî eğitimler vermeye başladı. Ne var ki Savak'ın sıkı takibi sonucu bir süre sonra bu örgüt deşifre olacak ve örgütün bazı sorumlularıyla üye elemanları Tahran'ın kuzey bölgesindeki dağlara çekilecek, ancak askerî ve güvenlik güçlerinin bütün bölgeyi yoğun bir kuşatma altına almasıyla birlikte yakalanıp hüküm giyeceklerdi.

Hş. 1342 öncesinde kurulan ve geçmişleri 15 Hordad öncelerine dayanan grup, teşkilat ve partiler arasında Tudeh Partisi, Milli Cephe ve İran Hürriyet Hareketi (Nehzet-i Azadi-ye İran)'nden sözedilebilir.

Müslüman İran halkı nazarında ihanetle suçlanan komunist Tudeh Partisi 15 Hordad kıyamından yıllar önce şaha karşı mücadele sahnesinden bilfiil çekilmiş ve teşkilatlanmasını yurtdışına kaydırarak örgüt içi çekişmelerle uğraşır, olmuştu. Tudeh'in önde gelen bazı üye ve sorumluları tutuklandıkları zaman şah rejiminin safına geçmekte tereddüt etmeyecek, hatta bunların birçoğu, şah rejiminde kilit görevlere kadar yükseltileceklerdi!

Tudeh Partisi'nin bütün programları ve izlediği politika, Moskoca radyosunun telkin ve direktiflerinden ibaretti. Şahın saltanatının son 25 yılında Kremlin'in izlediği yegane politika ise şah rejimiyle iyi ilişkileri bozmamak ve İran'daki ekonomik fırsatları elden kaçırmamak esasına dayalıydı. Tudeh Partisi'nin bu dönemdeki faaliyetleri siyasi bildiriler yayınlamak ve yurt dışından radyo yayınında bulunmaktan ibaretti ki bunlar da Moskoca'nın çıkarlarının sağlanması yolunda kullanılan birer baskı unsuru ve yaptırım faktörlerinden başka bir rol oynamıyordu.

Milli Cephe hareketine gelince; İran petrol sanayiinin millileştirilmesi sırasında kazandığı önemli konuma rağmen şahın 28 Mordad'da gerçekleştirdiği ihtilalden sonra inzivaya çekilmiş ve iç çekişmelerle bölünmelere şahid olmuştu. Bu cephenin dağınık tebliğat faaliyetleri genellikle yurt dışındaki öğrencilerle sınırlıydı. bu cephenin taraftarı olan dindar üniversiteli kesim, baştakilerin olumsuz tavrına rağmen İmam Humeyni'nin -ks- kıyamını desteklemedeydi.

Ayetullah Talagani gibi mücadeleci ve inkılâbi bir alimin desteğine sahip bulunan İran Hürriyet Hareketi, İmam Humeyni'nin -ks- 15 Hordad kıyamını desteklemedeydi. Hürriyet Hareketi de üniversitelerde üstlenmeyi yeğlemişti; ülkedeki müslüman üniversitelilerle, yurtdışındaki öğrenciler üzerinde odaklaşan bu hareket, mücadele çizgisinde odaklaşan bu hareket, mücadele çizgisinde kendisini organize edebilecek bir siyasi teşkilatlanmaya sahip değildi.

Halkın Mücahidleri Teşkilatı hş. 1344-1346'lı yıllarda (1965-67) şah rejimine karşı silahlı mücadeleye girme amacıyla kuruldu. Ne var ki, kurucularının islam konusundaki görüş ve bilgilerin son derece sathi ve sığ olması nedeniyle bu teşkilat kısa sürede "karma ideoloji" tuzağına düşmekten kurtulamadı ve neticede kendisini "islamcı" bir örgüt olarak tanıtmasına rağmen özel toplantı ve eğitimlerinde verdiği ekonomi ve mücadele derslerinde üye ve sempatizanlarına marksizmi aşılar oldu.

İdeolojik sapmaları henüz açıkça ortaya çıkmadan önce İmam Humeyni -ks- bu örgütü onaylamadığını bildirmiş, örgütün temsilcisi İmam'ın -ks- destek ve onayını alabilmek için Necef'e gittiğinde İmam, içinde bulundukları fikrî ve ideolojik sapmayı kendilerine hatırlaarak kendisinin böyle bir örgütü desteklemesinin asla sözkonusu olamayacağını vurgulamıştı.

Halkın Fedaileri Gerilla Örgütü, küçük çaplı iki komunist grubun (44) hş. 1350'de (1971) birleşmesiyle varlığını ilan etmiş ve silahlı mücadele amacıyla kurulduğunu duyurmuştu. Bu örgütü ortaya çıkaran iki neden olmuştur: 1- İran Komunist Partisi olan Tudeh'in içine düştüğü durum ve şah rejimiyle uzlaşarak işlediği ihanetler karşısında komunistlerin duyduğu aşağılık komplexi ve ideolojik iflas duygusu. 2-Bilhassa 15 Hordad kıyamıyla birlikte islam uleması ve dinadamlarının şah rejimine karşı en etkin ve en güçlü hareketi ortaya koyarak "müslümanların, rejime karşı mücadele sancağını bilfiil ve şüheda kanlarıyla en ön saflarda taşıması" gerçeği!

Her iki örgüt te kuruluşundan sonraki ilk birkaç yılını adam toplayıp sempatizan kazanmaya çalışmak ve buldukları adamlara eğitim verip onları yetiştirmekle geçirdi (45) ve bu dönemden sonra gerçekleştirdikleri birkaç küçük ve fevrî silahlı eylemle birlikte Savak tarafından çözülerek çökertilip örgüt sorumluları yakalandı. Örgütün idam edilen birkaç üst düzey sorumlusu dışında, yakaanan diğer sorumlu ve üyelerin tamamına yakın bir kısmı, itirafçı ve işbirlikçi olarak rejimin yanında yeralmak suretiyle idamdan kurtuldu. Her ne kadar savak, bu itirafçı komunistlere yaptırdığı fevkalade onur kırıcı televizyon röportajlarıyla, aslında rejime muhalif olan müslüman inkılâbi insanlara karşı olumsuz bir kamuoyu oluşturma plânları peşindeydiyse de; bizzat bu haysiyetsiz ve ürpertici programlar sayesindedir ki sözkonusu komunist ve laik örgütlerin gerçek yüzleri ortaya çıkmada, ahlâkî ve ideolojik sapmaları daha bir sırıtmada ve örgüt içi kanlı hesaplaşmalarının iğrenç yüzü olanca çarpıklığıyla gözler önüne serilerek halkın onları daha iyi tanımasına yaramadaydı. Bu itirafçı örgüt elemanlarının hapishanelerde bulunan üyelerinin önemli bir kısmı da, İmam Humeyni -ks- taraftarı olan inkılâpçı siyasi mahkumların içine sızarak Savak'a ispiyonculuk yapmıştır.

İslamcı İtilaf Heyetleri'yle İslam Melletleri Hizbi'ne ilaveten; İmam Humeyni'nin hareketine silahlı mücadeleyle destek veren başka müslüman örgütler de vardı ki daha sonra "İslam İnkılabı Mücahîdleri Teşkilatı" adı altında birleşen 7 müslüman grupla (46) inkılâbî dinadamı "Şehid Ali Enderzgu" grubu bu camianın en tanınmışlarındandır.

15 Hordad 1342 kıyamından sonra faaliyet gösteren gruplardan biri de "Hüccetiye Encümeni"ydi. Onbeş Hordad hadisesinden yıllar öncesine dayalı bir geçmişi olan bu grubun faaliyet eksenini "Bahailiğin İran'daki koluna karşı fikrî mücadele oluşturuyordu. Her ne kadar bu grubun faaliyetleri, Bahailere destek verdiği için şahın gayeleriyle zıt gibi bir görünüm taşıyorduysa da pratikte durum hiç de böyle değildi. Nitekim Hüccetiye Encümeni'nin yapısı ve sorumlularının durumu, bu encümene girmenin ilk şartının dinle siyaseti birbirine karıştırmamak gerektiğini telkin edici nitelikteydi ki bu da laiklikten başka birşey değildi. Bu durum ise, şah rejimi için gayet faydalı ve rejimin lehineydi; zira böylece dinî heyecanla dolup taşan birçok müslüman genç, İran'daki bütün bozulma, ahlaksızlık ve fesadların asıl kaynağı olan ve ecnebilere bağımlı bulunan satılmış şah rejimiyle mücadele edeceği yerde, bizzat bu rejimin doğurduğu sonuçlardan sadece biri olun bir faktöre karşı mücadeleyle meşgul olmakta, hatta bunu bile gereğince ve etkili bir şekilde yerine getirememekteydi. Şahın gizli emniyet teşkilatı Savak'ın bu encümenin üzerine gitmemesi ve onların gizli teşkilatlarına hiç engel olmaması, hatta çoğu zaman bu teşkilatın yayılmasına yardımcı bile olmasının nedeni de buydu işte (47).

İmam Humeyni'nin -ks- gerçekleri ifşa etmesiyle birlikte, bilhassa islam inkılabının zaferin eşiğine geldiği günlerde bu encümene üye olan müslümanların büyük bir çoğunluğu encümenden ayrılarak İmam Humeyni'nin -ks- hareketinin saflarına katıldılar.

Hüccetiye Encümeni'nin Bahailiğe karşı mücadele yöntemi, üyelerine Bahailiği çürütebilecek kültürel ve akidevi eğitimler vermesi ve üyelerini sırf lafzî tartışmalara hazırlamasıydı; halbuki çeyrek yüzyılı aşkın bir zamandır ister İran'da, ister dünyanın başka ülkelerinde olsun, Bahailik İsrail'e bağlı siyasi bir teşkilat olarak çalışmalarını yürütmekte ve bugün de olduğu gibi, Amerika'da ikamet eden siyonistler tarafından doğrudan doğruya idare ve himaye edilmekteydi; böylesine siyasi mahiyetli bir teşkilatla yapılacak gerçek bir mücadelenin de aynı yöntemle yapılmasının kaçınılmaz olduğu apaçık ortadadır.

Hş. 1348'li yıllar (1970) dan sonra üstad Mutahhari, Dr. Mufattih, Dr. Bâhüner, Mühendis Bazergan ve Dr. Ali Şeriati gibi isimlerin konuşma ve seminerleri Tahran'daki Kuba Camii, Hidayet Camii, Kanun-i Tevhid ve bilhassa Hüseyniye-i İrşad gibi mekanların dindar aydınlarla müslüman üniversitelilerin bilinçlenme merkezleri haline gelmesine yolaçmıştı. İmam Humeyni'yle -ks- Allame Tabatabai'den yıllarca ders almış olan üstad Mutahhari, İran'ın en tanınmış felsefeci ve fakihlerinden biri olarak, Tahran'a hicretinden sonra vaktinin önemli bir kısmını güncel ve sade bir dille islam akidesinin temellerini açıklamaya ve ilhâdî ekollerle çağdaş karma düşünce ve ideolojilerin tutarsızlık ve batıllığı konusunda müslüman genç nesli uyarıp bilinçlendirmeye ayırmış e bu yöntem giderek onun çalışma ve semiverlerinin ana ekseni haline gelmişti.

Kendi dallarında tanınmış birer müslüman mütefekkir olan Dr. Mufattih'le Dr. Bâhüner'in çalışmaları da aynı doğrultudaydı ve biri aydın bir üniversiteli, diğeri de aydın ve inkılabi bir dinadamı olarak halkı bilinçlendirme yolunda yoğun faaliyetler içindeydi.

Üstad Mutahhari'nin şehadetinden sonra İmam Humeyni -ks- onun istisnasız bütün eserlerini "faydalı" olarak tanımlayacak, kendisini islam davasına adamış olan bu ünlü mütefekkirin yılmak bilmeyen uzun ve yorucu çalışmalarının "takdire şâyan" olduğunu vurgulayacaktı.

Dr. Ali Şeriati'nin eser ve konuşmaları edebî açıdan taşıdıkları çarpıcılık ve cazibenin yanısıra; müslüman İran toplumunun dînî, târihi ve sosyal meselelerini eleştirel ve radikal bir bakış açısıyla değerlendirdiği için ilgiyle izlenmekteydi. O günkü şartlarda İran'ın genç nesli için bu tür konuşma ve bahisler önemli bir boşluğu doldurmadaydı.

Dr. Şeriati'yle Savak arasındaki yazışmalar ve bununla ilgili olarak 1990'lı yıllarda yayınlanan belge ve senetler (48) dikkatli ve insaflı bir şekilde incelendiğinde ortaya çıkacak sonuç şudur: Dr. Şeriati'nin eser ve konuşmalarının o günün İran'ında gençlerin komunizm ve benzeri sol ekollere eğilim duymasını engelleyici nitelikte olması ve onun İran'ın geleneksel bünyeli uleması ve bu tür bir ulemacılığa karşı sürekli ve çok sert ifadeler kullanmasının müslüman kesim arasında görüş ayrılıkları ve ihtilaflar yaratma yolunda faydalı olabileceğini düşünen Savaş, onun çalışma ve faaliyetlerine uzun bir süre engel olmamayı tercih etmiş; ancak aynı Savak teşkilatı 1352'de (1973-4) Hüseyniye-i İrşad'ı kapattırmak ve Dr. Şeriati'yi de tutuklamak zorunda kalmıştır.

Diğer taraftan üstad Mutahhari'nin Hüseyniye-i İrşad'daki faaliyetlere artık katılmayıp bu mekandan niçin uzak durduğu hususu da, bugün ondan geriye kalan mektup ve belgelerde aydınlığa kavuşmuş durumdadır, sözkonusu mektup ve belgelerin net olarak ortaya koyduğu hakikat şudur: Üstad Mutahhari'ye göre kültürel ve sosyal bir inkılabın temelleri mutlaka vahy ve salt dînî düşünce temelleri üzerine kurulmalıdır. Bu nedenle de böyle bir temel üzerine kurulu bulunmayan ve dînî hükümlerindoğru olarak anlaşılabilmesi için gerekli olan uzmanlık ve inceleme yöntemlerinin görmezden gelindiği bir "dinî konular etrafında yürütülen inkılâbî fikirler, heyecanlı yorum ve çarpıcı yenilik"lerin etkisi ve bu tür eserlerin tesiri geçici olacak ve uzun vadede "karma ideolojiye geçiş" gibi bir tehlikeye yol açarak dinî konularla vahye dayalı olmayan fikir ve düşüncelerin aynı potalarda yoğrulup hiçbir şeye benzemeyen sentezler üremesine neden olacak ve neticede batı felsefe ve sosyolojilerine götüren gedikler açmış olacaktır islam toplumlarında.

İslam inkılabının zaferinden sonra aşırı gruplardan bir kısmı, Dr. Şeriati'yi savunma ve ondan yana çıkma bahanesiyle inkılab ve inkılab rehberinin karşısına dikildiler. Buna mukabil, eserleriyle ilgili görüş ve eleştiriler bir tarafa, eserlerini mütalaa ederek islam ve inkılabın yanında yeralan ve inkılaba hizmetler veren nice insanlar olduğu da inkar edilmez bir gerçektir. Bütün bu nedenlerledir ki Dr. Şeriati'nin kişiliği ve rolü konusunda çeşitli yargılarda bulunulmuş, muhtelif görüşler öne çıkmıştır. Bugün kimine göre Dr. Şeriati şah rejiminin kültürel emellerine hizmet eden bir işbirlikçiydi; kimine göreyse o, inkılâbî ve müslüman bir mütefekkir ve düşünürdü ve kendisinin geride bıraktığı son notlarla belgelerin de ortaya koyduğu üzere Dr. Şeriati, eser ve konuşmalarında doğru olmayan yorum ve fikirlerle sathi bazı noktalar bulunduğunu bizzat belirtmiş ve bunların gerekli çıkarma ve eklemelerle düzeltilmesi için bütün eser ve konuşmalarının mutlaka baştan sona gözden geçirilmesini önemle vurgulamıştır. İmam bu hususta da fevkalâde bir basiret örnegi sergileyerek makul bir tavır takınmış ve ömrünün son günlerine kadar da bu tavrını sürdürmüştür:

Rahmetli İmam -ks- o dönemlerde yaptığı konuşma ve yayınladığı mesajların pek çoğunda inkılâbî şia ulemasının tarih boyunca öncülüğünü savunmuş ve islam ulemasının büyüklerinden yana tavır koymuş ve ulema hakkında oluşturulan şüphe ve tereddütlere gereken cevapları vererek konunun aydınlığa kavuşmasını sağlamıştır. Bu cümleden olmak üzere yurtdışında tahsil etmekte olan İranlı öğrencilerin oluşturduğu islam encümenlerine yazdığı cevabi mektuplarda islamla ilgili hususlarda, uzmanca olmayan sathî ve yüzeysel yorumlarda bulunulmasından ciddiyetle sakınılmasını defalarca belirtmiş, bu hususta uyarılarda bulunmuş, aynı zamanda müslüman aydınlarla yazarların da çektikleri zahmetlere teşekkürde bulunarak onları da dinadamı kılıklı yobaz ve dogmatik kişilerin yaratabileceği tehlikelere karşı uyarmayı ihmal etmemiş; şunun veya bunun adına yaratılan ihtilaf ve anlaşmazlık getirici mevzulara girilmemesini ve gruplaşmalardan ciddiyetle sakınılmasını, aksi takdirde inkılabın maslahatlarına aykırı davranılmış olacağını vurgulamıştır.

İmam Humeyni -ks- ve Mücadelenin Sürekliliği

1350'li (1970-71) yılların 2. yarısında şah rejimiyle Irak Baas rejimi arasındaki anlaşmazlık iyice büyüdü, Irak'ta mukim bulunan İranlıların önemli bir kısmı yurtdışına sürülüp evinden barkından edildi. İmam Humeyni o günlerde Irak cumhurbaşkanına yazdığı bir telgrafta bu girişimi sert bir dille kınamaktaydı. Hatta bu gelişmeleri protesto amacısya İmam -ks- Irak'tan ayrılmaya karar vermiş, ne var ki o şartlar altında İmam'ın Irak'tan hicret etmesinin yolaçacağı sonuçları kestirebilen Irak yöneticileri onun Irak'tan ayrılmasına izin vermemişlerdi.

Diğer taraftan petrol fiatlarının ve satışının artmasıyla birlikte geliri artan şah, hş. 1350'den sonra kendisini daha güçlü hissetmeye başlamıştı. buna paralel olarak da rejime muhalif olanlar acımasızca sindiriliyor, en küçük bir muhalefet en sert şekilde bastırılıyordu. Rejim cinnet geçirircesine bir tutkuyla silah satın almaya başlamış, Amerikan ürünleri İran piyasasını adetâ işgal etmiş, ard arda Amerikan üsleri açılmış, İsrail'le askeri ve ticârî ilişkilere azamî derecede hız verilmişti. İran şahlarının 2500 yıllık imparatorluğunun yıldönümü adına birçok ülkenin devlet başkanları İran'a davet edilmiş, astronomik rakamlara varan harcamalar İran milletinin kursağından kesilerek gerçekleştirilmişti. Şah rejimi, gücünü ve iktidarını ispatlayabilmek için bu büyük gösterişlere gerek duyuyordu.

İmam Humeyni -ks- ard arda yayınladığı mesajlarla bu israfları kınayacak ve ülkenin geride kalmasına neden olan sebepleri açılayarak İran'ın içinde bulunduğu acı tabloyu gözler önüne sermekten çekinmeyecekti.

Araplarla İsrail arasında 4. savaşta sahş İsrail'in güçlü hâmisi olarak ortada boy gösterirken İmam hş. 1352 Aban'ında -1973 sonbaharında- yayınladığı bir bildiriyle İran halkından, siyonist İsrail'in saldırganlıkları karşısında kıyam etmesini istedi. İmam bu mesajında bütün müslüman milletlerin Filistinli savaşçılara maddi ve manevi yardımda bulunmasının farz olduğunu ve Filistin'in direnişine destek sağlayabilmek için kan, ilaç, silah, gıda ve benzeri yardımlar yapılması gerektiğini vurguluyordu(49). İmam Humeyni -ks- bir başka mesajında da şöyle demekteydi: "Şu fesad tümörünü kökünden söküp atmadıkça islam milletinin yüzü gülmeyecektir ve İran bu yüzkarası sülalenin (Pehlevi) pençesinde olduğu sürece hürriyetin yüzünü göremeyecektir!"(50)

Hş. 1353 İsfendi'nin sonlarında (1974 kışı) şah, saraya bağlı "Restahiz Partisi"ni kurdurarak demokratik bir görünüme bürünmeye çalıştıysa da diktatör yapısı bunu da yüzüne gözüne bulaştırmasına neden oldu; nitekim televizyonda yaptığı bir konuşmada bütün İran halkının bu tek partiye üye olması gerektiğini, üye olmak istemeyenlerin hemen pasaportlarını alıp ülkeyi terketmelerini emrediyordu!(51)

Bu konuşma üzerine İmam Humeyni -ks- derhal bir fetva yayınlayacak ve bu fetvada şöyle diyecekti: "İslama karşı olması ve müslüman İran milletinin maslahatlarına muhalefet göstermesi cihetiyle, bu partiye üye olmak bütün İran milleti için haram olup zulme yardım ve müslümanların bedbahtlığına sebebiyet sayılır ve bu partiye karşı olmak "kötülükten menetme (nehy-i an'il münker)" esasının en bâriz gereklerinden biridir."(52)

İmam Humeyni'yle -ks- diğer bazı islam ulemasının bu yöndeki fetvaları etkili olmuştu. Onca geniş propagandaya rağmen, şah rejimi birkaç yıl sonra Restahiz Partisi'ni resmen kapattığını açıklayarak yenilgiyi kabul etmiş olacaktı. İmam Humeyni -ks- sözkonusu mesajında "Gurbet ellerde bulunduğum şu sırada İran milletinin içler acısı halinden fevkalâde üzüntü duymaktayım" diyor ve şöyle ekliyordu:"... Bu hassas ve kritik ortamda keşke ben de onlarla birlikte olabilseydim de islam ve İran'ın kurtuluşu için verilen bu mukaddes mücadelede onlarla işbirliğinde bulunsaydım..."(53)

Hş. 1354'te 15 Hordad kıyamının yıldönümü sırasında Kum'daki Feyziye Medresesinin inkılâbî din öğrencileri yeni bir kıyama daha giriştiler. "Yaşasın Humeyni! Peplevi hanedanına ölüm!" peryatları iki gün boyunca Kum semalarında çınladı. Bundan önce gerilla örgütleri büsbütün çökertilmiş, ünlü siyasi ve dindar isimlerin tamamına yakın bir kısmı rejimin zindanlarına hapsedilmişti; bu nedenledir ki ortalığın süt liman olduğunu zannettikleri bir anda böylesine cesurca ve alenî bir başkaldırıya şahid olmak, şaha ve Savak'a çok ağır gelmişti. Emniyet görevlileri medreseyi kuşatmış; ani bir baskınla medreseye girip buldukları herkesi acımasızca dayak altında tutuklayarak götürmüşlerdi.

İmam Humeyni -ks- bu olay üzerine hemen bir bildiri yayınlamakta ve şu müjdeyi vermekteydi: "... Bütün zorluk ve felaketlere rağmen milletin uyanık olması ümit vericidir. Bizzat şahın da itiraf etmiş olduğu gibi İran'daki bütün üniversitelerle değerli âlimler, ortaokul ve lise öğrencilere ve halkın diğer kesimleri mevcut bütün baskı ve zorbalıklara rağmen muhalefete girişmiş bulunuyor ki, bu da sömürü zincirlerinden kurtuluş ve hürriyete kavuşmanın başlangıcını müjdelemektedir!.."(54)

İmam Humeyni -ks- hş. 2 Mehr 1354'te -1975'te- Amerika ve Kanada'daki Müslüman Öğrenciler Encümeni yıllık kongresine gönderdiği yazılı mesajda şöyle diyordu: "Ömrümün şu son döneminde benim için ümit verici olan apaçık bir konu var; o da, genç neslin böylesine uyanık ve bilinçli olması ve giderek ilerlemekte olan aydınlar hareketidir, Allah'ın izniyle nihâi sonuca ulaşacak ve ecnebilerin ellerini keserek islam adaletinin yayılmasını sağlayacaktır(55)

Şah, din karşıtı laik politikalarından birini daha uygulama safhasına koyarak hş. 1354'ünün İsfend'inde (1975 kışı) küstühça bir girişimle İran'da kullanılan ve hz. Resulullah'ın -sav- hicret başlangıcının esas alındığı hicri takvimi değiştirip tarih başlangıcı olarak Hakameneşi padişahlığının kuruluşunu esas alan İran kraliyet tarihini ülkenin resmi tarihi ilan etti. İmam Humeyni -ks- buna çok sert bir tepki gösterecek ve derhal bir fetva yayınlayarak hiçbir esas ve mana ifade etmeyen Hakameni tarihinin kullanılmasının "haram" olduğunu açıklayacaktı. Bu temelsiz tarih aygulamasını haram ilan eden fetva da tıpkı şahın Restahiz Partisi'ne üyeliği haram eden fetva gibi fevkalâde etkili olmuş ve her ikisi de şah rejimi için tam bir "fiyosko"yla sonuçlanarak rejimin islam karşısında geri adım atmasıyla neticelenmişti; nitekim rejim 1357'de (1978) bu kanunu kaldırarak şehinşahlık tarihinden, tekrar hicri takvime dönüldüğünü açıklamak zorunda kalacaktı.

1975'te dönemin Irak cumhurbaşkanı yardımcısı Saddam'la şah arasında Cezayir'de yapılan antlaşmayla iki rejim arasındaki husumet ve düşmanlık geçici olarak son bulmuş oldu. O yıllarda Fars Körfezi'nde tam bir huzur ve güvenliğe ihtiyacı olan Amerika, İran'la Irak arasındaki sürtüşmelerin bir an önce noktalanmasını istiyordu. Bu nedenledir ki Cezayir cumhurbaşkanıyla şahın yakın dostu Mısır cumhurbaşkanı Enver Sedat'ın aracılığıyla bu antlaşma gerçekleştirilmiş ve sürtüşmelere son verilmiştir.

Bağdad'la Tahran rejimleri arasındaki bu flört dönemi, İmam'ın mücadele sürecinde daha zor ve sıkıntılı bir kesit başlatmıştı. ne var ki bu zorlukların İmam'ı engellemesi mümkün değildi, o yılmadan mücadelesini sürdürüyor, davasında adım adım ilerliyordu.

İşte bu dönemlerde Irak'ta bulunan İran büyükelçisi üst düzey yetkililere gönderdiği gizli raporunda şöyle yazacaktı: "Ayetullah Humeyni Irak'ta sessiz sedasız durmuyor, rejim aleyhinde yoğun faaliyetler içinde... Gerekenin yapılması için lütfen talimatların bildirilmesi..."

Şah, bu rapora bizzat cevap yazacak ve öfkesini kusarak "kaçıncı kezdir söylüyorum bunu; kesin o sesi!" diyecekti (56) Şah bunu yazarken, Allah Teala'nın İmam Humeyni -ks- için bambaşka bir takdiri irade buyurmuş olduğunun farkında değildi: "Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, oysa Allah kendi nurunu tamamlayıcıdır, kafirlere hoş gelmesi bile" (Sâf, 8).

Hş. 1355'te (1976) Amerika'da Beyaz Saray demokratların eline geçti. ABD cumhurbaşkanlığı seçimlerinde şahın cumhuriyetçilere yaptığı geniş yardımlar hiçbir işe yaramamıştı. Jimmy Carter, insan hakları ve ABD'nin yurtdışına silah ihracatının sınırlandırılması gibi sloganlarla başbakanlığı ele geçirmeyi başarmıştı. Sözkonusu dönemde Amerikalıların bu sloganları ön plana çıkarmasının özel bir nedeni vardı; herşeyden önce o yıllarda Amerika'ya karşı giderek artan -bilhassa İran'da- antipatinin azaltılması, Amerika'nın yaşadığı ciddi ekonomik krizin örtbas edilmesi ve eski Sovyetler'le yapılacak nükleer başlıklı silahlarla ilgili görüşmelerde (Salt) ABD lehine ayrıcalıklar kazanılmaya çalışılması yakında Sovyetler'e baskı uygulanması gibi faktörler bu nedenlerin en başta geleniydi. Binâenaleyh Amerikan Demokrat Partisi'nin politikacıları doğrultusunda Şah da İran'da "Açık ve Serbest Siyasi Atmosfer" politikasını uygulamaya başladı, bu paralelde birtakım dış değişiklikler yapıldı, bazı görevliler alınmış gibi yapılarak yerleri değiştirildi. Daha sonraları Amerika'nın Tahran'daki casusluk yuvası olan ABD büyükelçiliğinde ele geçirilen ve kitap halinde yayınlanan gizli belgelerin de ortaya koyduğu üzere ABD dışişleri bakanlığı ve CIA tarafından belirlenip Tahran büyükelçiliğine iblağ edilen "Amerika'nın İran politikası"nda zerrece değişiklik olmamış, ABD her zamanki gibi şaha her bakımdan destek vermeyi sürdürmüş, cumhuriyetçiler gibi demokratlar da şahı Amerika'nın Fars Körfesi'ndeki çıkarlarını savunan en güçlü piyon olarak kabul etmiş, nitekim bu nedenledir ki ABD'nin yabancı ülkelere silah ihracatına getirdiği kısıtlamalar İran'a uygulanmamıştı. Carter'le eşinin Tahran ziyareti ve ABD başkanının bu ziyaret sırasında yaptığı bir konuşmada Beyaz Saray'ın kayıtsız şartsız şahı desteklemeye devam edeceğini vurgulaması, şahın "Açık Siyasi Atmosfer" politikasının geçici bir senaryo olduğunu gösteriyordu.

İslam İnkılabının hş. 1356 (1977)'de Doruğa Yükselmesi ve Halkın Toplu Kıyamı

Dünyada ve İran'da olup bitenleri büyük bir dikkatle izleyen İmam Humeyni -ks- bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeyi başaracaktı. Nitekim 1356 Mordad'ında (1977 yazında) yayınladığı bir bildiride şöyle diyordu: "Yurtiçi ve yurtdışında vuku bulan son gelişmeler ve şah rejiminin işlediği caniliklerin yurt dışındaki mahfil ve matbuatlara yansımış olmasına binâen; yurtiçi ve yurt dışındaki ilmi ve kültürel mahfillerle vatansever ricalleri, üniversiteliler ve islam encümenlerinin bulundukları yerlerde hiç vakit geçirmeden değerlendirmeleri gereken bir fırsat doğmuş bulunmaktadır: Herkes, hiç çekinmeden açıkça harekete geçmeli, kıyam etmelidir şimdi!"

Aynı mesajın bir başka yerinde şöyle diyordu İmam: "Yüz milyonlarca müslümanın haklarını görmezden gelip bir avuç serserinin onların başına musallat edilmesi ve müslümanların mukadderatının bu azgın serserilerin eline bırakılması ve İran'daki gayri meşru rejimle kukla İsrail devletine, müslümanların hak ve hürriyetlerini ellerinden almaları için meydan verilmesi ve ortaçağdan farksız uygulamalara gidilmesi; Amerika cumhurbaşkanlarının dosyalarına geçecek olan caniliklerdir!"(57).

İmam'ın büyük oğlu Ayetullah hacı Mustafa Humeyni'nin hş. 1356 Abân'ının 1. günü (1977 sonbaharı) şehid edilmesi üzerine baştanbaşa bütün İran'da yas ve taziye merasimleri düzenmesi yeni bir dönüm noktası olmuş ve medrese çevreleriyle İran'ın dindar halkında yepyeni bir şahlanış yaratmıştı. İmam Humeyni aynı günlerde herkesi şaşırtan bir sabır ve azim örneği sergilemiş ve beklenmedik bir açıklamada bulunarak bunu "Allah Teala'nın gizli lütuflarından biri" şeklinde değerlendirmişti. Şah rejimi, Ittılâat gazetesinde İmam aleyhinde yayınlattığı hakaret dolu bir makaleyle misillemede bulunacak ve kendi aklınca intikam yoluna gidecekti.

Bu çirkin makaleye yapılan itirazlar Kum'da "19 Dey Kıyamı" adıyla meşhurdur. 1356 Dey'inin 19'unda (1977 kışı) gerçekleşen bu kıyamda birçok din talebesi rejimin memurları tarafından saldırıya uğrayarak kanlar içinde şehadete nail oldu.

Bu, Kum'da Kıyamın tekrar başlaması demekti, çok geçmeden kıyamın boyutları genişleyip yayıldı ve 15 Hordad 1342'den çok farklı şartlarda bütün İran'ı kuşatmış oldu. Tebriz, Yezd, Cehrum, Şiraz, İsfahan, Tahran ve Kum'da bu şehidlerin 3'ü, 7'si ve 40'ı için düzenlenen anma ve taziye merasimleri, sözkonusu şehirlerde de benzeri olayların yaşanması ve benzeri kıyamların ard arda tekrarlanmasıyla sonuçlandı. Bu süreç boyunca İmam'ın İran halkını şaha karşı direnip bu şanlı kıyamı sürdürmeye ve laik Pehlevi rejimini yıkıp yerine bir islam devleti kurmaya çağıran mesaj, bildiri ve kasetleri İran'daki inkılâbî taraftarlarca çok sayıda teksir edilip çoğaltılmada ve hızla bütün ülkeye yayılması sağlanmadaydı (58)

Şah, en acımasız yöntemlere başvurduğu ve göstericileri topluca katletme yoluna bile gittiği halde bu kıyamı bastıramadı ve rejimin bütün girişimleri "yangına körük" etkisi bıraktı. Şah rejiminin politik oyunlarıyla askerî yöntem ve girişimleri, müslüman halk üzerinde etkisini göstermeden önce İmam'ın gerçekleri ifşa eden bildiri ve mesajlarıyla akamete uğruyor ve İmam'ın mücadeleyle ilgili bütün direktifleri halk kitleleri tarafından hiç vakit geçirmeden şevk ve heyecanla yerine getiriliyordu.

Şah rejiminin, 13 yıllık sadık işbirlikçisi başbakan Hüveyda'yı görevinden alarak onun yerine Cemşid Âmuzegar adlı batı hayranı bir teknokratı getirmesi, giderek şiddetlenen krizin çözülmesine zerrece yardımcı olmadı.

İran'daki tanınmış sömürü odağı mosonluk akımının önde gelen "üstad"(!) larından olan Cafer Şerif İmamî adlı masonun "Milli Uzlaşma Hükumeti" adlı yeni bir kabineyle başbakanlığa getirilmesi de "artık uyanmış bulunan İran milleti"ni oyuna getiremedi. Nitekim İmâmi, çok ustaca bir planla işe koyulmuş ve şah rejimi tarafından desteklendiği artık birçoklarınca anlaşılmış bulunan Şeriatmedari'yi adetâ bu inkılab ve kıyamların etkin ismiymiş gibi göstererek Kum kentine gidip onunla müzakerelerde bulunmuş; ama bu inceden inceye hesaplanmış ihanet planlarının tamamı İmam tarafından bozulmuş ve onun rehberliğinden zerrece ayrılmayan müslüman İran halkı, rejimi çığ gibi yutmaya başlayan şanlı kıyamını sürdürmüştü.

Şerif İmami hükumeti Tahran'da unutulmaz bir gaddarlık örneği sergileyecek ve 17 Şehriver günü, bugünkü Şühedâ Meydanı (o günkü adıyla Jale Meydanı)'ında rejimi protesto eden müslümanların üzerine ateş emri vererek çok sayıda masum insanı şehid edecekti. Yine bu hükumet zamanında Tahran'la 11 diğer şehirde süresiz sıkıyönetim ilan edildi. Ancak, İmam'ın talimatları üzerine halk sıkıyönetimi çiğneyerek topluca sokaklara dökülüp gece gündüz protesto yürüyüşlerini sürdürdü. Giderek bütün halkı kapsamına alan bu muazzam gösteriler sırasında "Allah-u ekber!", "Şaha ölüm", "Yaşasın İmam Humeyni!" sloganlarıyla birlikte makinali tüfek sesleri de geceli gündüzlü bütün İran semalarını çınlatıyordu şimdi.

İmam Humeyni -ks- ta ilk baştan beri kıyamının esasını "bir toplum kendi nefsini -özünü- değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez!" ayetinde buyrulmuş olan temel ilke üzerine kurmuştu, bu nedenledir ki öncelikle kültürel bir inkılap oluşturulması gerektiğini ve ancak bundan sonradır ki halkın köklü ve toplu bir sosyal inkılapla herşeyi değiştirebileceğini savunuyordu. Parti yoluyla ve parlementer yöntemlerle bir yere varılamayacağına inanan İmam, İran'da o günkü şartlarda geniş halk kitlelerinin desteğine sahip bulunmayan silahlı mücadele yöntemlerinin de hiçbir işe yaramayacağı görüşündeydi. Ancak Amerika'nın bir askeri darbeye yeltenmesi halinde bütün halkın silahlı bir seferberliğe çağrılması ve silahlı cihadın ancak böyle bir durumda başvurulacak son çare olabileceği inancındaydı İmam.

İran İslam İnkılabı'nda camiler, mescitler ve dinî mahfiller, halkın toplanıp harekete geçirildiği genel merkezler durumundaydı. Halkın gösterilerde kullandığı sloganlar genellikle imam Humeyni'nin dîni öğretim ve talimatlarından alınmış anlam ve tabirlerdi. İslami hareketin yeniden şahlanmasıyla birlikte 1356-1357'li yıllar (1977-1978)da hızla gelişip çoğalmaya başlayan örgüt, grup ve hizipler alabildiğine sayıca fazla, çok renkli ve çeşitli ideoloji ve fraksiyonlara mensuptu ve taraftarları kimi zaman bir elin parmaklarını aşmayacak kadar az olan bu siyasi örgüt ve fraksiyonlar, İran milletinin topluca başlattığı bu kıyamda hiçbir etkinlik gösteremedikleri gibi, İmam Humeyni'nin rehberliğinde coşup akmaya başlayan bu selin akışına kapılmak zorunda da kalmışlardı. Aynı günlerde İmam'ın yolunda ilerleyen ve iyice teşkilatlanmış olan müslüman silahlı örgütler de faal durumdaydı ki bunların silahlı girişim ve eylemleri bağımsız değil, İmam'ın başlattığı kıyamı destekleme ve bu kıyamı müdafaa çerçevesinde vuku bulmadaydı.

İmam'ın -ks- şah rejimine karşı verdiği mücadelede çok etkili ve başarılı olan yöntemlerden biri de halkı geniş boykot ve grevlere çağırması ve bu grevlerin hızla yayılıp genişlemesini sağlamaya özen göstermesiydi. Bütün ülkeyi saran bu genel grev ve protesto eylemleri, şah rejiminin son aylarında rejimin kendi temellerine kadar yayılmış, bakanlıklarla askerî ve idârî merkezleri bile kuşatıvermişti. Bu grevler içinde rejime son darbeyi indireni petrol, banka ve devletin diğer hassas kuruluşlarında çalışanların grevi olmuştur.

İmam Humeyni'nin -ks- Irak'tan Paris'e Hicreti

İran'la Irak dışişleri bakanlarının Newyork'taki özel görüşmelerinde alınan en önemli karar, İmam'ın Irak'tan çıkarılması gerektiğiydi. Hş. 1357 Mehr'inin 2. günü İmam'ın Necef'teki evi Baas güvenlik görevlilerince kuşatıldı. Bu haber İran, Irak ve diğer bazı islam ülkelerinde halkın büyük tepkisine neden oldu. Irak istihbarat başkanı, İmam'la yaptığı bir görüşmede Irak'ta ikametini sürdürebilmek için mücadeleyi bırakması ve siyasete karışmaması gerektiğini, ancak bu durumda Irak'ta kalmasına izin verilebileceğini söylediğinde İmam -ks- kendisinin islam ümmeti karşısında taşıdığı sorumluluk gereği, susmasının mümkün olmadığını ve hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayacağını vurguluyordu kararlılıkla (59).

Hş. 12 Mehr günü İmam, Küveyt'e gitmek üzere Irak'tan ayrıldı. Ancak Küveyt hükumeti, İran rejiminin müdahelesi sonucu İmam'ın Küveyt'e girmesine izin veremeyeceğini açıkladı. bunun üzerine İmam'ın Lübnan veya Suriye'ye gidebileceği ihtimali üzerinde konuşulurken İmam -ks- oğlu Hüccet'il islam Seyyid Hacı Ahmed Humeyni'yle -ra- meşverette bulunup ona danıştıktan sonra Paris'e hicret etmeye karar verdi (60). Mehr ayının 14. günü İmam Paris'teydi. Paris'teki ikametinin üçüncü günü, Paris yakınlarındaki Nofel Lö Şato'da bulunan bir İranlının evine yerleşti. Bu sırada Elize sarayının görevlileri İmam'a, Fransa cumhurbaşkanının "siyasi faaliyette bulunmama" yolundaki mesajını resmen bildirdiler. İmam'ın bu mesaja tepkisi pek sert olmuş ve kendisine uygulanan bu kısıtlamaların demokrasi iddialarıyla bağdaşır yanının bulunmadığını hatırlatarak bir havaalanından diğerine gidip bir ülkeden diğerine dolaşmak zorunda bırakılsa bile gaye ve hedefinden asla vazgeçmeyeceğini bildirmişti (61). Dönemin Fransa cumhurbaşkanı jiskardesten yazdığı hatıratında İmam Humeyni'nin Fransa'dan çıkarılması yolunda kendisinin emir verdiğini, ancak bu emrin uygulama safhasına konulacağı sıralarda, o günlerde çaresizlik içinde kıvranan şahın siyasi temsilcilerinin hemen devreye girerek Fransa'nın bu girişiminin İran halkında kontrolü imkansız tepkiler doğuracağını hatırlattıklarını ve bunun ister İran'da, ister Avrupa'da yaratacağı tatsız neticelerin sorumluluğunu kendilerinin üstlenemeyeceklerini belirtir ve emri geri almak zorunda kaldığını vurgular (62).

İmam'ın Paris'teki 4 aylık ikameti boyunca Nofel Lö Şato, dünyanın en önemli haber merkezine dönüşmüştü. Bu süre zarfında İmam, kendisiyle yapılan röportajlarda islam devleti ve bu hareketin geleceğe yönelik hedefleri konusunda önemli açıklamalarda bulunmuş ve çeşitli konularda görüşlerini bütün dünyaya açıklama fırsatı bulmuştu. İmam bir taraftan bir açıklamalarda bulunur ve sesini bütün insanlara duyurmaya çalışırken, bir taraftan da, o sırada en buhranlı ve en hassas merhalesini yaşayan İran'daki islâmi hareketi, bulunduğu yerden idare edip yönlendirmedeydi (63).

Şerif İmani başbakanlığındaki yeni hükumet 2 aydan fazla dayanamamıştı, şah, general Ezhari'yi yeni bir kabinenin başına getirmiş ve hükumet fiilen "askerî"leşmişti. Yeni iktidar daha fazla insan öldürdüğü halde halkın kıyamını zerrece sindiremedi. Şah tam bir zavallılık içinde Amekira'yla İngiltere büyükelçilerinden kendisine çözüm göstermelerimi istiyor, ne var ki onların gösterdiği çözüm yolları da çok geçmeden akamete uğruyordu (64).

Tâsuâ ve Âşurâ günleri Tahran ve diğer şehirlerde sokaklara dökülen milyonlarca insanın yaptığı gösteriler "İran halkının şah rejimini istemediğini ispatlayan meşu bir halkoylaması" olarak değerlendirilmiş ve bu değerlendirmeyle anılır olmuştu.

Şah rejimini kurtarmak için bütün çarelere başvuran Amerika şimdi, son kozunu oynamakta ve şaha "Milli Cephe" liderlerinden Şahpur Bahtiyar'ı başbakanlığa atamasını istemekteydi. Dünyanın 4 büyük sanayi ülkesinin liderleri Guadlup Konferansı'nda Bahtiyar hükumetini destekleme kararı almıştı (65). Bu kararın hemen ardından, Nato kuvvetleri komutan yardımcısı General Hayzer çok gizli bir görevle Tahran'a gelecek ve burada iki ay kalarak şah rejimini kurtarmaya çalışacaktı. General Hayzer daha sonra hatıratını aktarırken bu çok gizli görevinin ne olduğunu itiraf edecekti: O, İran ordusundaki yüksek rütbeli subayların sivil Bahtiyar hükumetini desteklemesini, yeni hükumete bir çeki düzen verilmesini, bütün ülkeyi saran grev ve boykotlara bir son verilmesini ve nihayet hş. 28 Mordad 1332'dekine benzer bir darbeyle şahın tekrar tahta geçip iktidarı ele geçirmesini sağlayabilmek amacıyla görevlendirilmişti(66)!

Ne var ki İmam, İran halkına gönderdiği mesajında bu değişikliklere kanılmamasını ve nihai zaferi kazanıncaya kadar mücadeleye devam etmenin farz olduğunu belirterek Amerika'nın bütün oyunlarını bozuyordu!

İmam Humeyni, mevcut iktidarı tanımadığını açıklayarak 1357 Dey ayında "İnkılab Şûrâsı"nı (Devrim Konseyi) kurdu. Bu sırada şah da "saltanat şûrâsı"nı kurmuş ve kukla meclisin Bahtiyar hükumetine güvenoyu vermesini sağladıktan sonra 26 Dey'de İran'dan kaçmıştı.

Şahın kaçtığı haberi kısa zamanda bütün İran'da yayıldı, halk büyük bir coşkuyla sokaklara dökülerek bu zaferi kutlamaktaydı. General Hayzer'in İran ordu kurmayları ve İran'daki Amerikalı askeri müsteşarlarla yaptığı aralıksız toplantılar Bahtiyar hükumetinin grecleri bastırıp gösterileri durdurmasına yardımcı olamadı.

/ Şeytanın bütün orduları elele verdiği halde Allah'ın nurunu söndüremiyordu şimdi./

14 Yıllık Sürgünden Sonra İmam İran'a Dönüyor

Behmen ayının başlarından İmam'ın İran'a dönmeye karar verdiği haberi bütün ülkeyi sevince boğdu, bütün bir İran sevinç gözyaşları içinde birbirini kutlamadaydı. Ondört yıldır beklenen İmam geliyordu şimdi.

Ne var ki hem halk, hem İmam'ın yakın çevresi büyük bir tedirginliğe kapılmada gecikmedi. Çünkü bizzat şahın atamış olduğu kukla hükumet henüz işbaşındaydı ve bütün ülkede sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu nedenle İmam'ın yakın arkadaşları gerekli güvenlik tedbirleri sağlanıncaya kadar İmam'ın bu kararını ertelemesini sağlamaya çalışıyorlardı. Nitekim İran halkının milyonlar halinde kıyam etmiş olduğu o günlerde İmam'ın İran'a gidip halka katılması, Amerika tarafından "şah rejiminin engellenemez sonu" olarak değerlendirilmekteydi. İmam'ı bu yolculuğu ertelemeye zorlamak amacıyla, uçağın düşürüleceği, İmam'ın terör edileceği ve bir askeri darbe yapılacağı gibi çeşitli tehditlerde bulundular, hatta Fransa cumhurbaşkanı devreye sokularak İran'a gitmemesi konusunda İmam'ı iknaya çalışıldı (67); ama İmam kararını vermiş ve İran halkına gönderdiği mesajında "bu kader belirleyici ve tehlike dolu günlerde kendi halkının yanında olmak istediğini" açıklamıştı!.. Bahtiyar hükumeti, general Hayzer'in de onayıyla İran'daki bütün havaalanlarının yurt dışı uçuşlara kapatıldığını ilan etti. İmam'ın İran'a gelişini önleyebilmek için havalimanlarının kapatıldığını duyan halk galeyana gelmişti. İran'ın dört bir yanından Tahran'a akın eden milyonluk kitleler, Tahran halkının da katıldığı muazzam gösterilerde havaalanlarının derhal açılmasını isteyen sloganlar atıyordu. Önde gelen bir grup ulemayla ülkenin tanınmış bazı siyasi isimleri Tahran Üniversitesi camiinde oturma eylemi başlatmış, havaalanları açılıncaya kadar da eylemlerini sürdüreceklerini duyurmuşlardı. Bahtiyar hükumetinin bütün bu baskılara dayanabilmesi imkansızdı, nitekim çok geçmeden rejimin direnci kırılmış ve havaalanları yurt dışı uçuşlara açılmıştı.

Nihayet İmam Humeyni 14 yıllık bir sürgünden sonra kendi iradesi ve uğruna can vermeye hazır milyonluk kitlelerin fedakarca davetleriyle 11 Şubat 1979'a rastlayan 12 Behmen 1357'de vatanına dönebilmişti. Ülkenin dört bir yanından İmam'ı karşılamaya gelen coşku dolu milyonluk kitleler bütün dünyayı şaşkına uğratmış ve islam inkılabının gerçeklerini örtbas edebilmek için elinden gelen gayreti sarfeden siyonist güdümlü medya bile İmam'ı karşılamaya gelenlerin 4 ila 6 milyon kişi civarında olduğunu belirtmek mecburiyetinde kalarak kısmen de olsa gerçeği itiraf etmişti.

İmam'ı Tahran Mehraban Havaalanı'nda karşılayan milyonluk kitleler, onunla birlikte harekete geçerek islam inkılabı şehidlerinin gömülü bulunduğu Beheşt-i zehra şehitliğine doğru yürümeye başladı.

İmam Humeyni'nin -ks- 14 yıllık bir hasretten sonra İran'da ilk uğradığı yer bu şehitler mezarlığı olacak ve İmam, dünya istikbarını iliklerine kadar titreten târihî konuşmasını bu mukaddes mekanda yapacaktı. Rahmetli İmam -ks- bu çarpıcı konuşmasında "ben bu milletin desteğiyle -yeni- hükumeti tayin edeceğim!" diye haykırmıştı.(68).

Şahın kukla hükumetinin başbakanı Şahpur Bahtiyar İmam'ın bu sözlerini ilkin pek ciddiye almamış ama aradan henüz birkaç gün geçmemişken (16 Behmen 1357) İmam'ın geçici inkılab hükumetinin başkanını tayin edip resmen açıklaması karşısında ne yapacağını şaşırmıştı.

Dindar ve mücadeleci bir insan olan ve İran petrol sanayiinin millileştirilmesi hareketine fiilen katılmış bulunan mühendis Mehdi Bazergan bey, İnkılab Şûrası tarafından İmam'a önerilen isimdi. İmam Humeyni Bazergan Bey'in atamasıyla ilgili resmi yazısında "kendisinin parti -milliyetçi cephe- ile olan bağlarını dikkate almaksızın ve seçimle halkoylaması için gerekli ön hazırlıkları tamamlamak amacıyla bir geçici hükumet kurmakla görevlendirildiği"ni vurguluyordu(69). İmam Humeyni -ks- bu seçim hakkında halkın fikrini belirtmesini istediğinde bütün İran halkı muazzam gösteriler tertipleyerek İmam'ın kararını desteklediğini belirtiyordu.

Bu arada islam inkılabının gücü sayesinde birçokları gibi; birtakım örgütlerle küçük grupların da zaten çok az sayıda olan üye ve başkanları şah rejiminin hapishanelerinden çıkarılmış ve herşeyini müslüman halka borçlu olan bu minik örgüt ve fraksiyonlar, islam inkılabının zaferin eşiğinde bulunduğu o günlerde bu zaferden kendilerine haketmedikleri paylar istemeye başlamışlardı. İşte o günlerdedir ki şah rejimine hizmet edegelmiş nice gruplarla çoğu Savak görevlileri, komunistler ve diğer ayrılıkçı örgüt ve gruplar -ki bunların arasında "Halkın münafıkları" diye ün salmış bulunan sentezci "Halkın Mücahidleri (!)" örgütü de vardı- islam inkılabının karşısında yer almaya ve hızla aynı safta birleşmeye başladılar.

Şehinşahlık Rejimi Yıkılıyor Ve İslam İnkılâbı Zaferle Sonuçlanıyor: 11 Şubat 22 Behmen: Yevmullah!.
Hş. 1357 Behmen ayının 19. günü hava kuvvetleri personeli, İmam'ın ikamet etmekte olduğu Tahran Alevî Okulu'nda kendisini ziyaret edip İmam'la biatleştiler. Şahın ordusu tam bir yıkılışın eşiğindeydi. Daha önce de ordudaki birçok imanlı subay ve erler, İmam'ın fetvasını duyar duymaz kışlalarını terkedip müslüman halkın safına katılmıştı.

Ertesi gün (20 Behmen) hava kuvvetlerine mensup assubaylar Tahran'ın en önemli garnizonunda kıyam ettiler. Şahın özel muhafız alayına mensup birlikler hava kuvvetlerindeki bu ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmiş ve acımasızca garnizona saldırmışlardı. Haber hemen şehirde yayılacak ve Tahran halkı sözkonusu garnizona akın edip inkılâbî hava subaylarının yardımına koşacaktı. Ertesi gün polis merkezleriyle diğer önemli devlet binaları ard arda halk tarafından ele geçirildi. Tahran sıkıyönetim valiliği resmi bir bildiri yayınlayarak sokağa çıkma yasağının saat 16'ya kadar uzatıldığını duyurdu. Bu duyurunun hemen ardından, Bahtiyar, Güvenlik Konseyi'ni olağanüstü bir toplantıya çağırarak general Hayzer tarafından bütün detaylarıyla planlanıp hazırlanmış olan "darbe projesi"nin derhal yürürlüğe konulmasını istedi. Ne var ki, rejimin oyununun farkına varan İmam, yayınladığı bir mesajla bütün halkın derhal sokaklara dökülüp sıkıyönetimi fiilen çiğnemesini ve böylece rejimin muhtemel plânlarının suya düşürülmesini istedi. Bu mesaj duyulur duyulmaz bütün ahali kadın -çocuk, genç- ihtiyar demeden sokaklara dökülmüş ve bütün dört yollarla sokak başlarında siperler oluşturulmaya başlanmıştı.

Darbecilerin ilk tanklarıyla ilk zırhlı birlikler, bulundukları üslerden hareket eder etmez hemen kalabalık halk kitleleri tarafından durdurulup hareket edemez hale getirilmişti. Darbe, daha ilk adımda başarısızlığa uğramıştı böylece. Şah rejimi son nefesini de tüketiyor ve rejimin son direnişleri de halk tarafından akamete uğratılarak zafer şafağına koşuluyordu.

Böylece hş. 1357 Behmen'inin 22. günü -11 Şubat 1979- İmam Humeyni'nin başlatmış olduğu hareket ve kıyamın, yani "islam inkılâbı"nın zafer güneşinin doğduğu gündü; İran'da asırlardır süren "şahlar ve sultanlar zulmü"nün sona erdiği, Hakk'ın batıla galebe çaldığı ve ilâhî şafağın olanca nuruyla ışıdığı gündü bu (70)

İslam Devleti Kurulunca Sömürücü ve Sömürgeci Devletler Hemen Cephe Alıyor

İmam Humeyni'nin -ks- vaadlerinin gerçekleşmesi ve İran'da bir islam inkılabının vuku bulup zaferle sonuçlanması, bu ülkenin sınırları dahilinde kalan ve bir rejim ve nizam değişikliğinden ibaret olan bir vaka değildi. Bilakis, Amerikalı, İsrailli ve Batılı birçok devlet adamının bizzat hatıratında da belirttikleri üzere İran'da gerçekleşen öslam inkıalbı "Batı dünyası için korkunç yıkıcı bir deprem"di (71). Çünkü Amerika ezeli rakibi Sovyetler'le uzun sınırları olan ve dünyanın en hassas bölgelerinden birinde bulunan bir ülkedeki fevkalâde münasip ekonomik, coğrafi ve askeri fırsat ve konumları elinden kaçırmakla kalmamış, bu ülkede vuku bulan muazzam patlamanın dalgaları bölgedeki batı güdümlü müslüman ülkelerle diğer arap ülkelerindeki rejimleri bir hayli etkileyerek onların dehşete kapılmasına neden olmuştu. İslam inkılabının temel mesajı kültürel bir muhteva taşıyordu ve dinî düşünceyle manevî değerlere dayalıydı. bu inkılabın ihracı, onun mesaj ve değerlerinin ihracı anlamına geliyordu ki, bu da islam ülkeleriyle 3. dünya ülkelerindeki kurtuluş ve bağımsızlık hareketlerine yepyeni bir dinamizm kazandırmak demekti. Nitekim İran'la birlikte, aynı sıralarda, Nikaragua'daki Amerikan güdümlü rejim de yıkılmıştı. Diğer bir paralel değişiklik te Afganistan'da yaşanıyor ve İran İslam inkılabıyla birlikte, Sovyetler Birliği, Afganistan'daki islami şahlanışı dizginleyebilmek için hemen harekete geçerek bu ülkede kanlı bir darbe gerçekleştirmek zorunda kalıyor, ardın da askeri birlikler gönderip Afganistan'ı açıkça işgal ediyordu! Lübnan ve Filistin müslümanları İran'da islam inkılabının zafere ulaşmasını coşkuyla kutlamış ve bu inkılabın tahakkukundan aldıkları ilhamla, siyonizme karşı verdikleri cihad hareketine yepyeni düzenleme ve stratejiler getirmişlerdi. Yine İran'da gerçekleşen islam inkılabıyla birlikte Mısır, Tunus, Cezayir, Sudan, Arabistan ve Türkiye gibi halkı müslüman olan birçok ülkede islami hareketler yepyeni bir hız ve canlılık kazanıyordu.

İkinci dünya savaşından bu yana son derece zalimâne ve adaletten büsbütün uzak bir düzen egemen olmuştu bütün dünyaya. Dünya adeta bir pasta gibi Doğu'yla Batı bloku arasında paylaştırılmış, Nato'yla Varşova Paktı gibi zorba kuruluşlar bu zalimâne düzenin silahlı bekçiliğiyle görevlendirilmişti. Siyonist medya ve silahların gölgesinde geliştirilen bu yeni dünya düzeninde ; 3. dünya ülkelerinden hiçbirinde bu çerçeve dışında ve sözkonusu iki kutuptan birine bağımlı olmaksızın hiçbir hareket ve gelişmenin başarılı olması mümkün görünmüyordu. Bütün bunlara rağmen, Batı'nın tam bir güvenlik sahası olarak baktığı ve tamamen egemen olduğunu zannettiği bir ülkede bütün engellemelere rağmen ana sloganı"ne doğu, ne batı" olan bir inkılab gerçekleşmişti şimdi.

İmam Humeyni'nin İran'da gerçekleştirmiş olduğu bu kıyam ve "Humeyni Hareketi", doğrudan doğruya Amerikan emperyalizmine bir başkaldırı olmuş, üstelik bunu da, doğu blokuna bağımlı olmadan gerçekleştirebilmişti. Böylesine gerçek bir "bağımsız mücadele" örneği sergileyerek Amerikan emperyalizmini bütün dünyanın gözleri önünde hezimete boğup yenilgiye uğratan bu muazzam hakikat, komunistlerin "anti-emperyalizm"li iddialarının kofluğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne koymuş, Amerikan emperyalizmi kadar komunistleri de şaşkına uğratmıştı. Zira bu inkılab, gerçekleşmiş olduğu 20. yüzyılda ilk kez, dinin, milletlerin mücadele sahmesinde "son derece etkili bir dinamizm" olduğunu fiilen ispatlamaktaydı herkese!

Şah rejimini korumak ve imam Humeyni'nin -ks- başarılı olmasını engelleyebilmek için uluslararası platformda gerçekleştirilen bütün girişimler ve küfür dünyasının olanca gücüyle elbirliği edip o güne değin alışılmadık bir ittifak oluşturması gibi engeller Allah'ın nurunu söndürmeye yetmedi ve bütün bunlara rağmen gerçekleşmesi engellenemeyen "İmam Humeyni Hareketi" veya özdeş adıyla 20. yy'ın islam inkılabının ilk merhalesi başarıyla tamamlanmış oldu; bu nedenledir ki İran islam inkılabı alelâde bir inkılab veya değişimden ziyade 20. yy'da gerçekleşen bir mucizeyi andırıyordu. Bizzat İmam Humeyni'yle, alışılagelmiş siyasi tahlillerden bağımsız olarak onun vaad ve sözlerine can-u gönülden inanan kalabalık halk kitleleri dışında siyasi gözlemcilerin tamamına yakın bir kısmıyla İran'daki gelişmelerle yakından uzaktan ilgilenen şahıs ve kurumların hemen hemen tamamı, şah rejiminin son dakikalarını yaşadığı anlarda bile böylesine bir zaferi "imkansız" görmekteydiler.

Bu nedenledir ki hş. 22 Behmen 1357 sabahından itibaren bilfiil varlığını duyurmuş olan yani islâmî nizama karşı dünya istikbarı tarafından görülmemiş bir husumet ve düşmanlık başladı. Düşman cephelerin liderliğini Amerika yapıyor, İngiltere'yle diğer Avrupa ülkeleri de batı'ya endeksli bölge ülkelerinin eşliğinde Amerika'ya ellerinden gelen yardımda bulunuyorlardı. Sovyetlerle ona bağlı olan kukla rejimler de İran'da dinin egemenliği demek olan bu hadiseden büyük bir rahatsızlık duymuş ve bu "dînî kökenli devrim"i yenilgiye uğratabilmek için Amerika'yla olan ezeli düşmanlığı her nasılsa bir yana bırakıp onunla elele vermişti! Amerika'yla Sovyetler'in Tahran'daki büyükelçiliklerinden direktif aldıkları gerçeği daha sonra ele geçirilen gizli belgelerle tamamen anlaşılacak olan sağ ve sol eksenli inkılap karşıtı çeşitli örgütlerle (72) fraksiyonların da islam inkılabı karşısında tek cephede birleşip el ve söz birliği içine girmeleri Amerika'yla Sovyetler'in Saddam'ı İran'a saldırtarak ona ellerinden gelen yardımı esirgememeleri bu "tek cephede toplanan küfür elbirliği"nin en bariz örneğiydi. Ancak İmam Humeyni, halâ bu muazzam hareketi başlattığı ve yapayalnız olduğu ilk günlerdeki mantığıyla hareket etmekte ve mevcut bütün iç ve dış baskılarla akla gelmedik oyun ve komplolara rağmen inkılâbı başarıyla yönlendirmekteydi.

Onun ana sloganı "kanın kılıca galebe çalması"ydı.

O, şehadete "insanoğlunun ulaşabileceği en yüce kemal ve makam" gözüyle bakan ve Allah için direnmesini bilen bir milletin mutlaka muzaffer olacağına inanıyordu. İmam Humeyni bütün İran milletini, bu ülkenin kalkınması yolunda seferber etmek suretiyle dünya insanlığına "ileri ve sağlam bir dinî toplum" örneği sunabilmek azmindeydi. Bu nedenle de milletin seferber olduğu bu cihadı "cihad-ı sazendegi" (ülkeyi yeniden yapım ve onarım cihadı) olarak adlandırdı. İnkılaba gönül vermiş binlerce gönüllü uzman ve eleman, memleketin yoksul köy ve taşra bölgelerine akın ettiler; böylece şah rejiminin ihmal etmiş olduğu mustaz'af kesim için yol, köprü, sağlık kuruluşları, okul, su, elektrik...vb. sosyal hizmetler hızla ve çok geniş bir çapta başlamış oldu. Bu muazzam gönüllü katılımı gören islam düşmanı istikbar güçleri yeni komplolara girişmekte gecimediler, Amerika, içerideki satılmış hainler vasıtasıyla islami İran'da dahili karışıklıklar çıkarmak, kavmî ve mezhebî ihtilaflar yaratıp bunları körüklemek suretiyle henüz yeni kurulan islam nizamını yıkma girişimlerini başlattı.

Amerika'nın Tahran'daki büyükelçiliği tam bir "casusluk ini" gibi davranarak geleceğe yönelik komplolarını uygulayabilmek amacıyla geçici hükumete sızmanın yollarını arıyordu. Amerika, bu emelinde bazı başarılar elde etmekte gecikmedi. Çünkü Bazergan Bey'in kurmuş olduğu geçici kabine genellikle muhafazakâr milliyetçilerden oluşmaktaydı (73) İdeolojileri gereği laik bir düşünce yapısına sahip olan bu insanlar inkılabın getirdiği zaruret ve şartları hazmedemiyor; İmam'ın ileri görüşe dayalı emir ve direktiflerini algılayıp idrak edemiyorlardı. Geçici hükumetin zaaf dolu bu yapısı ve uzlaşmacı tavrı; inkılab düşmanı grup ve örgütlerin, dış mihrakların da geniş çaplı yardımlarıyla süratle teşkilatlanıp İran'ın Günbed, Kürdistan ve diğer benzer bölgelerde bölücülükte bulunup anarşi yaratmalarına meydan vermiş oldu. Diğer taraftan, İslam inkılabının kendi topraklarında da gerçekleşip müslüman Irak halkını geniş çaplı bir kıyama götürmesinden ciddi kaygılar duyan Baasçı Irak rejiminin islami İran'daki bu gelişmeden duyduğu dehşet birçok Batılı ülkeden daha fazlaydı. Bu nedenledir ki İran'ın güney eyaletleriyle Kürdistan bölgesindeki inkılab karşıtı örgüt ve grupları hızla silahlandırmaya başladı. Amerika ve Sovyet büyükelçilikleri şah rejiminin artıkları olan Savak elemanlarıyla diğer üst düzey saray bağlılarının da yardımıyla komunist gruplarla çeşitli fraksiyonlar ve bilhassa "Halkın Münafıkları" olarak ün salmış bulunan Halkın Mücahidleri teşkilatını teçhizatlandırıp islam inkılabı aleyhine yıpratıcı eylemlerde bulunmaya ittiler. Bu satılmış örgütlerden biri olan "Furkan" dünyaca ünlü çağdaş islam düşünürü ve İslam İnkılabı Şûrâsı üyesi Allame üstad Murtaza Matahhari'yi (hş: 12. 2. 1358), Ayetullah Gâzi Tabatabâî'yi (10. 8. 1358) Dr. Muhammed Mufattih'i (28. 9. 1358), Hacı Mehdi Irâkî'yle oğlunu (4. 6. 1358) ve Genelkurmay başkanı General Karânî'yi (3.2.1358) terör ederek şehadetlerine sebeb olacak; Haşimi Refsancâni'yle Musevi Erdebili'ye karşı da terör eylemine girişecek, ancak bu iki eylemde başarılı olamayacaklardı.

Perde gerisindeki mihrasları tanıyon ve onların komplolarını bilen İmam Humeyni, herşeyden önce Kürdistan'daki inkılab karşıtı bölücülük faaliyetlerinin bir an önce ve en etkili yöntemlerle kökünün kazınması gerektiğine inanıyordu. Ne var ki geçici hükumetin Kürdistan politikası, hiçbir netice vermeyen birtakım görüşme ve müzakerelere dayandığı ve bölücü gruplarla elemanlara karşı ciddi bir tavır sergilemediğinden çok değerli fırsatlar birbiri ardınca kaybediliyor ve bölücü gruplar için daha ileri adımlara imkan hazırlıyordu. Diğer taraftan, şah rejiminin ekonomik politikası gereği ülkenin bütün geliri milli servet olan petrole dayalı hale getirilmiş bulunduğundan; bu zaafı çok iyi bilen Amerika'yla Avrupa ülkeleri, Suudi Arabistan'la ona bağlı diğer bazı arap ülkelerinin de fiili yardımlarıyla, Opec'teki petrol fiatlarını kat kat indirip İran'ın petrol satım piyasasını gelce uğrattılar. Ne var ki bütün bu müşkülatlar ve sıkıntılara rağmen İmam Humeyni zerrece uzlaşmayacak ve emperyalist dünya karşısında bir adım dahi gerilemeyecekti. İmam -ks- fevkalâde bir basiret örneği daha sergileyerek yeni inkılâbi kurum ve teşkilatlar kurdurmak suretiyle geçici hükumetin zaaflarının neden olduğu gedikleri onarmaya başladı, böylece inkılabın süreğenliliği de garanti altına alınmış oluyordu. Müslüman İran halkı da var gücüyle İmam'ı desteklemekte ve onun bütün emir ve direktiflerini can kulağıyla dinleyerek ilâhî davaları yolunda bütün zorluklara katlanmaktaydı.

İnkılabın muazzam zaferinin henüz 2. ayı tamamlanmadan yapılan ve İran tarihinin gördüğü en serbest ve görkemli referandum olan bir halkoylamasında İran seçmen nüfusunun % 98, 2'si, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen bir katılımla "İran İslam Cumhuriyeti" ne "evet" diyerek islâmî bir nizama duydukları sevgi ve bağlılığı bütün dünyaya gösterdiler. Bunu anayasa ve anayasa kurucular meclisi seçimleriyle İslâmî Şûrâ Meclisi milletvekili seçimleri izledi. Bu süreçte İmam Humeyni -ks- Kum'daki ikamet mahalliyle Feyziye Medresesi'nde halka yaptığı konuşmalarla islamî nizamın temellerini sağlamlaştırıp bir islam devletinin gayeleri ve böyle bir nizam için öncül ve birincil olan ilkeleri açıklıyor, halkın bu sahneyi asla terketmeyerek sahnedeki varlığını sürdürmesi yolundaki tavsiyelerini vurguluyordu. İmam'ı görmeye ve onu yakından dinlemeye gelen kalabalık kitleler bu konuşmaları can kulağıyla dinlemekte ve tekbir haykırışlarıyla rehberlerinin izinde olduuklarını anlatmaktaydılar. İslam inkılabının zaferinden sonra 10 İsfend 1357 hş'de Tahran'dan Kum'a gelen İmam, kalp rahatsızlığına yakalanıncaya kadar (hş. 2 Behmen 1358) Kum'da kaldı. Tahran Kalp Hastahanesi'nde 39 gün tedavi gören İmam, geçici bir süre için Tahran'ın Derbend bölgesindeki bir eve yerleşti ve burada da çok kalmayarak kendi ısrarıyla Hüccet'il İslam Seyyid Mehdi İmam Cemarâni adlı bir âlimin Cemârân mahallesindeki sade ve gösterişsiz evinde ikameti tercih etti ve ebedî huzura kavuşacağı Dâr-ı bekâ'ya göçünceye kadar da bu evde yaşadı.

İkinci İnkılâb: Amerika'nın İran'daki Casusluk Yuvası Ele Geçiriliyor

Seçimlerin başarıyla sonuçlanması ve müslüman İran halkının dünyanın hiçbir yerinde o güne değin görülmemiş çapta bir katılım ve iştiyakla bir sahnede varlık göstermesi; İran'da kurulmuş bulunan bu islam nizamının pek yakında dayanamayıp çökeceği söylentilerini bütün dünyaya yayan ve elindeki güçlü medya imkanıyla İran dahilindeki inkılab düşmanı grupların bildirileri yardımıyla kamuoyunu bu doğrultuda şartlandırmaya çalışan Amerika'yla onun önderliğindeki küfür cephesinin bütün ümitlerinin bir anda suya düşmesine neden olmuştu.

Amerika'yla Batı Bloku'na mensup diğer ülkeler İran halkının "şahın İran'a iadesi ve İran'ın Amerika tarafından bloke edilen 22 milyar doları aşkın mal varlığının derhal geri verilmesi" yolundaki en doğal hakkı olan isteğine kulak asmamakta; hatta daha da ileri giderek İran'dan kaçan şah rejimi yanlılarını islam inkılabını yenilgiye uğratabilmeleri gayesiyle destekleyip geniş imkanlarla donatmaktaydılar. Beyat Saray'ın bitmek tükenmek bilmeyen bu tahrikleri İran halkının sabrı taşırmakta, halkın Amerika'ya duyduğu hınç ve öfkenin hızla artmasına neden olmaktaydı.

İmam Humeyni'nin şah rejimi tarafından Türkiye'ye sürgün edilmesinin yıldönümü olan 13 Aban'ın eşiğine gelindiği günlerde (1358 sonbaharı) Bazergan Bey'ina Beyazsaray Başbakanlık Milli Güvenlik Danışmanı Brzetınseky'yle Cezayir'de gizlice mülakaatta bulunduğu haberi İran'a ulaşmıştı. 13 Aban 1358 günü "İmam Humeyni'nin İzindeki Müslüman Üniversite Öğrencileri" adlı müslüman bir üniversiteli grup, Amerika'nın Tahran Büyükelçiliği'ni basarak elçilikteki silahlı emniyet görevlileriyle girdikleri kısa bir silahlı çatışmadan sonra Amerikalı casusları çok sayıda belge ve dökümanlarla birlikte ele geçirmeyi başardılar. Bu baskın sırasında ele geçirilen belge ve dökümanlar daha sonka 200-300 sayfalık hacimlerde ve "ABD'nin İran'daki Casusluk Yuvası'nda Ele Geçen Belgeler" başlıklı bir dizi halinde basılıp yayınlanacak ve kısa bir süre sonra, yayınlanan bu kitapların sayısı 50'yi aşacaktı.

İnkarı mümkün olmayan bu belgeler Amerika'nın İran ve bölgedeki diğer ülkelere karşı yaptığı casusluk faaliyetleri ve bu ülkelerin içişlerine nasıl karıştığını olanca çıplaklığıyla gözler önüne seriyor ve Amerika'nın bölgediki birçok yerli ve yabancı casusların özel ve kod adlarıyla ABD'nin çeşitli ülkelerde uyguladığı casusluk yöntemleri ve siyasi tahrik metodları konusunda çarpıcı bilgiler içeriyordu. İslâmî İran'ın kültür literatürüne "Casusluk Yuvası'nın işgali" olarak geçecek olan bu olay Amerika'nın çirkin yüzündeki perdeyi kaldırmış, ABD'li üst düzey yetkililer için korkunç bir fiyosko olmuştu.

Bu olaydan hemen bir gün sonra Bazergan başbakanlığındaki geçici hükumet; sunulan istifayı İmam'ın kabul etmesiyle birlikte düşmüş oldu. Geçici hükumetin başbakanı Mehdi Bazergan'ın bu aceleci istifa girişiminin nedeni İmam'ı infiâli bir tepkiye zorlamak ve onun, üniversitelileri, işgal ettikleri bu mekandan çıkmaya ikna etmesini sağlamaktı. Ne var ki İmam, bu tür baskılarla tavır değiştirecek biri değildi, İmam'ın tepkisi, onların düşündüğünün tam tersi olmuş ve, kendisine sunulan istifa mektubunu hemen kabul ederek inkılâbî elemanların hükumette yeralması için bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmişti. Böylece, zaaf dolu uygulamalarıyla kısa ömürlü iktidarı süresince ülkeyi bir avuç inkılab düşmanı gruplarla örgütlerin cirit meydanı haline getiren muhafazakarlar da tamamen safdışı bırakılmış oluyordu.

İmam Humeyni, sözkonusu üniversite öğrencilerinin bu inkılâbî girişimini var gücüyle destekledi ve bunu "gerçekleştirilen inkılabdan daha büyük bir inkılab" olarak değerlendirdi. Gerçek de buydu zaten. Behmen'in 22. günü gerçekleşen islam inkılabı hadisesinde Amerika şah rejimini resmen ve açıkça desteklemiş ve yine açıkça islam inkılabının karşısında yer almıştı. Bu ikinci hadisede ise Amerika ve bölgedeki uşaklarının gizli oyunlarıyla ilgili çok önemli belge ele geçirilmişti yığınla... Bu belgeler ifşa edilince Amerika, İran'ı dize getirebilmek için bütün gücünü kullandı, bildiği bütün oyunları denedi. İslâmî İran, Amerika'yla göbeğinden ona bağlı bulunan uşakları tarafından ekonomik ve siyasî ablukaya alındı, ambargolar peşpeşe uygulanmaya başladı. Müslüman İran halkı için İmam'ın mesaj ve direktifleri doğrultusunda yeni bir mücadele başlıyordu şimdi; bu ambargolara karşı var gücüyle direnen müslüman halk, Amerika'nın beklediği teslim bayrağını asla çekmeyecekti.

Amerikan hükumeti, Tahran'da tutuklu bulunan ABD'li rehine casusları kurtarabilmek amacıyla "çağın en önemli operasyonu"nu gerçekleştirdiyse de bu operasyon, İran'ın Tabes Çölü'nde vuku bulan ve daha ziyade mucizeyi andıran inanılmaz bir hadiseyle başarısızlığa uğradı ve ABD, dünya platfırmunda yeni bir fiyasko daha sergilemiş oldu.

İslam inkılabının henüz 1. yılını geride bırakmakta olduğu günlerde, yani hş. 4 Ordibeheşt - 1359'da Amerika'nın İran'daki eski hava üslerinden biri olan (İran'ın doğuşundaki) çöl üslerinden birine en ileri teknolojilerle donatılmış bulunan 6 adet c-130 tipi askeri uçak indi.

Bu vak'a Beni Sadr'ın cumhurbaşkanlığı döneminde vuku buluyordu. Savaş jetleri bu üste yakıt ikmali yapacak ve özel komando birliklerini taşıyacak çok gelişmiş 8 helikopterle birlikte buradan havalanıp Tahran'a ulaşarak yerli işbirlikçilerinin de yardımlarıyla İmam'ın evini ve diğer çok önemli birkaç hedefi bombalayacaktı. Ne var ki hiç beklenmedik bir olayla bütün plânlar suya düşecekti.

İnceden inceye hesaplanan bütün meteorolojik bilgilere rağmen korkunç bir kum fırtınası kopmuş ve helikopterlerden birkaçı, havalandıkları Nimits savaş gemisine geri dönmek zorunda kalırken diğerleri de çölün belirsiz noktalarına zorunlu inişte bulunmuşlardı. İşte bu sırada, zorunlu inişe geçen helikopterlerden biri, daha önce üsse inmiş olan savaş uçaklarından birine çarptı ve ikisi de infilak ederek yanmaya başladı. Sekiz ABD'li askeri görevlinin öldüğü bu vakada Amerika neye uğradığını şaşırmış ve dönemin ABD cumhurbaşkanı Jimmy Carter operasyonu "başarısız" ilan ederek durdurduğunu açıklamıştı (74).

Hş. 5 Modad 1359'da şahın Mısır'da ölmesi, onun suçsuz yere öldürülen onbinlerce masum insanın katili olarak yargılanmak üzere geri verilmesi gerektiği yolunda İran'ın öne sürmüş olduğu şartlardan birini fiilen silmiş oldu.

Nitekim 444 gün sonra Cezayir'in arabuluculuğu, İslami Şûrâ Meclisi milletvekillerinin olumlu oyu ve Amerika'yla İran arasındaki Cezayir deklerasyonu gereğince Amerikalı casuslar ülkelerine geri gönderildi; bu arada Amerika artık İran'ın içişlerine karışmayacağı ve bloke ettiği İran'a ait mal varlığını geri vereceği taahhüdünde bulunduysa da bu taahhüdünü hiçbir zaman yerine getirmedi.

Amerikan casusluk yuvasının ele geçirilmesinin getirdiği en büyük kazanç islam inkılabının devam ve bekasının sağlanması ve kimsenin süper güçlere karşı koyamayacağı yolunda dünya kamuoyunda oluşturulmuş bulunan şartlanma ve yanlış inancın giderilerek bilhassa bu güçlerin başını çeken Amerika'nın Firavunvârî prestijinin kırılması olmuş ve 3. dünya milletleri, bütün bunları yapabilmenin pekalâ mümkün olduğunu bizzat ve fiilen görerek geleceğe karşı yepyeni ümitlerle bakabilmiştir. Nitekim bu olaydan sonra Amerika'nın yıllardır bütün dünyada oldukça ağır maddi ve askeri harcama ve propagandalarla oluşturmuş olduğu "Amerika'nın yenilmezliği" ilkesi bozulmuş, Amerika dünya kamuoyu nezdinde çok büyük bir puan kaybına uğramış ve bu hadiseden sonra ABD, 3. dünya ülkelerini kontrol altına alabilme hususunda bitip tükenmeyeck sorun ve krizlerle boğuşmak zorunda kalmıştır.

İmam Humeyni'nin Tahran Kalp Hastahanesi'nde tedavi görmekte olduğu sırada gerçekleşen ilk cumhurbaşkanlığı seçimlerinde (5. 11. 1358 hş) Ebulhasan Beni Sadr diğer rakiplerini geride bırakabilmeyi başardı. İnkılabdan sonra İran'a dönen Beni Sadr, yaptığı konuşmalar ve yayınlanan kitaplarıyla kendisini inkılâbi bir müslüman ve bilgili bir ekonomist gibi gösterebilmeyi başarmış, kamuoyuna böyle bir portre çizmişti. İmam Humeyni cumhurbaşkanlığı fermanını Beni Sadr'a verdiği sırada yaptığı konuşmada "Beni Sadr bey'e benim bir cümlelik bir nasihatim var ki, bu nasihat herkesedir aynı zamanda: Bütün kayma ve sapmaların başında gelen neden, dünya sevgisidir!"(75).

Ne var ki Beni Sadr'ın iktidar hırsıyla dolu şahsiyet ve yapısı onun bu değerli nasihate kulak asmasını engelledi. Halktan aldığı oyların fazlalığıyla kibir ve gurura kapılıp zafer sarhoşu olan Beni Sadr işe başlar başlamaz İmam'ın çizgisi ve dinadamlarına karşı tavır aldı. Geçici hükumet gibi o da, güçlü ülkelerle uzlaşmak ve onlarla siyasi pazarlıklara girmek gerektiği inancını taşıyordu. Beni Sadr'ın ilk icraatlarından biri inkılâbi müslümanları hemen tasfiye edip onların yerine devlet kademelerine ınkılab düşmanı ve dış mihraklara bağlı örgüt mensuplarını getirmek oldu. Beni Sadr Saddam'ın İran topraklarını işgali karşısında parmağını oynatmıyor, ülkesinin topraklarını düşmana âdeta peşkeş çekiyordu. İktidarda kalmaları için islami İran'ın ağır sorunlar ve krizlerle boğuşmasını bir nimet kelakki eden cumhurbaşkanına bağlı elemanlar, Beni Sadr'ın "Silahlı kuvvetler komutanlığı" sıfatını da taşıyor bulunmasından azami derecede faydalanarak düşman saldırıları karşısında yerli kuvvetleri takviye etmekten sakınıyor, ellerinden geldiğince ülke müdafaasını engelliyor, ülkeyi dişiyle tırnağıyla korumaya çalışan İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu'nun mevcut silah ve teçhizatları kullanmasına izin vermiyordu! Beni Sadr'ın bölücü ve ihtilaf çıkarıcı politikası neticesinde ülkenin milli birliği tehlikeye düşmüştü. Nihayet İmam Humeyni 20 Hordad 1360'da yazdığı kısa bir fermanla Beni Sadr'ı "Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığı"ndan azletti (76) ve bunun hemen ardından İslâmî Şûrâ Meclisi, hükumet aleyhine açılan bir gensoruyla Beni Sadr'ın cumhurbaşkanlığından uzaklaştırılması gerektiğini onayladı.

Bazergan başbakanlığındaki geçici hükumetin zaafları ve Beni Sadr'ın çok yönlü destekleriyle İslam inkılabının zaferinden sonra alabildiğine teşkilatlanıp palazlanmış olan Halkın Münafıkları Teşkilatı, Beni Sadr'ın cumhurbaşkanlığından uzaklaştırılmasıyla birlikte inkılâbî güçleri yıpratmak, yıldırmak ve caydırmak amacıyla 30 Hordad 1360'da bir dizi kanlı eylemlere girişerek ağır bir savaşla boğuşmakta olan islâmî İran'da ülke çapında anarşi yaratmaya çalıştılar. Ancak başta Tahran halkı gelmek üzere bizzat sivil halk güçleri birkaç saat içinde duruma müdahele ederek münafıkları sindirecek ve çok sayıda münafığı da yakalayacaktı. Bu tarihten itibaren, kendisini Halkın Mücahidleri (!) adıyla adlandıran Halkın Münafıları teşkilatı İran İslam Cumhuriyeti'ni yıkmak amacıyla resmen eylem başlattıklarını açıkladılar, terör, bombalama ve kundaklama eylemlerine girişen münafıkların liderleri hücre evlerinden bu eylemleri yönlendirmekteydi.

Münafıkların terör ve bombalaması eylemlerine en fazla hedef olan kuruluş İslam Cumhuriyeti Partisi'ydi. Bu parti inkılaptan sonra İmam'ın yolunu tercih eden inkılâbi güçleri teşkilatlandırmak ve inkılab düşmanı siyasi örgüt ve grupların eylemlerine karşı bir direniş merkezi oluşturmak amacıyla Ayetullah Hamenei, dr. Beheşti, dr. Bâhüner, Haşimi Refsancani ve Musevi Erbebilî gibi önemli isimler tarafından kurulmuştu. İmam Humeyni'nin manevi desteği sayesinde kısa sürede bütün ülke çapında geniş halk kitlelerinin desteğini kazanmış olan bu parti, islam düşmanlarının çirkin emellerinin karşısına dikilen en ciddi maniâlardan biriydi.

Ayetullah Hamenei Tahran'daki Ebu Zer Camii'nde yaptığı bir konuşma sırasında münafıkların camiye yerleştirdiği bombanın patlamasıyla yaralandı (hş. 6. Tir 1360).

Ertesi gün büyük bir facia daha yaşanıyor ve aralarında Yüksek Yargıtay başkanı dr. Beheşti'yle çok sayıda bakan ve milletvekili, yargıtay üst düzey yetkilileri, yazar ve düşünür kesiminden İmam'ın yakın adamları ve islâmî nizamın en iyi yetişmiş 72 elemanı, İslam Cumhuriyeti Partisi'nin merkez binasına bölücü Halkın Münafıkları teşkilatı tarafından yerleştirilen güçlü bir bombayla şehadet şerbetini içiyorlardı.

Bu hadisenin üzerinden henüz iki ayı aşkın bir zaman geçmemişken, Beni Sadr'ın azliyle birlikte halk tarafından cumhurbaşkanlığına seçilen ve bütün mustaz'af kesimler tarafından pek fazla sevilen Muhammedali Recâi Bey'le yeni başbakan Hüccet'il islam dr. Muhammed Cevad Bâhüner de; özel çalışma bürolarında patlayan bir bombayla şehadete nâil olacaklardı.

Bu kanlı hadise neticesinde islâmi nizamın elinden alınan sözkonusu iki değerli şehidin yerine hemen yeni yetkilileri atayarak duruma hakim olan İmam düşmanın bütün oyunlarını bozmuş ve bu hadiselerde gösterdiği kararlılık, salâbet ve sebatla siyasi mahfiller ve haber çevrelerini şaşkına uğratmıştı.

İmam Humeyni'nin -ks- bu muazzam salabet ve iman gücüyle, ona cân-u gönülden bağlanan müslüman halkın uyanık ve bilinçli tavrı olmasaydı bu hadiselerin sadece bile islam nizamının yıkılmasına yetecek güçteydi. Ne var ki bu acı hadiseler vuku bulduğunda iman ve takva timsali İmam'ın -ks- gönüllere huzur veren konuşması halkı teselli etmekte; İmamlarının salâbet, sabır ve iradesini gören ümmet de aynı kararlılıkla onun izinden yürümekteydi. Dr. Beheşti'nin şehadeti üzerine bütün ülke çapında gösteriler düzenleyen milyonluk kitlelerin "Amerika der çe fekriye? / İran poez Beheştiye!" (Amerikan ne sanıyor? İran Beheşti'lerle doludur!) feryatları İran semalarını inletiyordu. İmam'ın -ks- konuşmalarından alınan ihamla gönüllerden dillere akan bu slogan, bütün bu terör eylemleri; ve acı olayların perde gerisinde duran asıl düşmanı, yani Büyük Şeytan Amerika'yı ifşa etmekteydi. Diğer taraftan İmam -ks- yıllar önce başlattığı islami hareketin daha ilk günlerinde halka "islam inkılâbının hiçbir birey ve şaha dayalı olmadığını, şahsın gayet ileri, etkili ve güçlü olmasının bu gerçeği asla değiştirmeyeceğini" öğretmiş ve "İslam inkılabını muhafaza edip koruyan yegane faktörün Allah Teala'nın iradesi ve O'nun sonsuz gücüne inanan halkın iman gücü olduğu"nu defalarca ispatlamıştı.

İmam Humeyni'nin -ks- en önemli başarılarından biri İran halkının toplu bilinçlenmesine katkıda bulunması ve milletinin bilinç seviyesini yükselterek vuku bulan günlük siyasi olayları doğru yorumlamalarını sağlayıp onlara meseleler karşısında sorumluluk duyabilmeyi öğretmesidir.

Batı medyası yıllar boyunca yaptığı geniş propaganda ve yorumlarda İmam Humeyni'nin -ks- ölümüyle İran İslam Cumhuriyeti nizamının yıkılmasının kaçınılmaz olacağı yolunda kamuoyunu şartlandırıyor, hatta batılı düşünürlerle politikacılar ve devlet yetkililerinin önemli görüşme ve konferanslarında bile bu mesele üzerinde ciddiyetle durulup Batı medyasının bu kehanetine kesin gözüyle bakılıyordu. Bütün bunlara kanan içerideki inkılap düşmanları bile kendilerini böyle bir zamana hazırlamakta ve İmam'ın ölümünü beklemekteydiler. Halbuki İmam Humeyni dünyadan göçüp de Hakın rahmetine kavuşunca bütün bu yorum ve kehanetlerin ne kadar cahilâne ve ham olduğu anlaşılmış ve yıllardır böyle bir anı iple çekmekte olan islam inkılabı düşmanlarının bütün hayallerinin bir anda suya düştüğüne bütün dünya şahid olmuştu. Bunun nedeni, yukarıda da belirtildiği üzere İmam'ın islam toplumu ve islâmî düşüncenin ihyası üzerindeki inkar edilemez yapıcı etkisiydi. Pehlevi hükumetinin zevk ve eğlenceden başka hedef gütmeyen 50 yıllık çirkefli ve ihanet dolu iktidarı boyunca öz değer ve inançlarından soyutlayıp duygu ve düşüncelerini donuklaştırdığı ve neticede bütün manevi değer ve ümitlerini yitirmiş olan ve herşeye karşı lakayt hale gelmiş bir nesli eğitip yetiştiren İmam bu uzun ve sabırlı çalışmasında öylesine başarılı oldu ki; yıllardır Pehlevi rejiminin batı ve batılı değerlere endekslediği bu nesil, laik rejim tarafından hayatlarının her safhasında iliklerine kadar işlenmiş olan bütün yabancı ve gayriislami değ erleri bir kenara bıraktı ve kısa bir sürede kendisinde muazzam bir değişiklik yaratarak islâmî ilke ve ülkülerle donandı. Baasçı Irak rejiminin islami İran'ın topraklarını işgal etmesiyle başlayan 8 yıllık tahmilî savaş boyunca fevkalâde bir bilinç, maneviyat, moral ve şevkle islam cephelerinde kelle koltukta savaşan yüzbinlerce Hak aşığı gencin sergilediği şanlı müdafaa savaşçı bunun en barîz delilidir. Yine bu gençler içinde şehadete nâil olanların yazmış olduğu ve bugün ciltlerce kitaplar halinde basılmış bulunan vasiyetnâmeler, sözkonusu bilinç, Hakka beslenen aşk, fevkalade iman ve moral gücünün en sarih belgesidir.

Sözkonusu cephelerde inanılmaz bir haması sergileyen Irak- İran sınırlarından ibaret gibi görünen bu eşitsiz savaşta gerçekte bütün bir Batı dünyasını ve bu maddeci dünyanın başını çeken ABD istikbarını korkunç bir hezimete uğratıp küfür dünyasını dize getirmeyi başaran bu gençler; islam inkılabının zaferinden birkaç yıl öncesine kadar, türlü ahlaksızlık akımlarına maruz kalıp olmadık propagandalarla zihinleri uyuşturucu nice şehevî cazibelerin bombardımanına tutulan gençlerden başkası değildi.

İmam Humeyni çağını bizzat ve yakından görememiş olanlar için bütün bunlar abartılı gibi gelebilir ve İmam'a ve inkılaba beslenen aşırı sevginin makul mübalağaları şeklinde telakki edilebilir. Ne var ki bugün bile bütün bunları ispatlamak için yukarıdaki satırlara lüzum bırakmayacak kadar canlı şahid, belge ve senet mevcuttur halâ... Evet, evlatlarını İmam Humeyni'nin göstermiş olduğu islam yolunda feda etmekten çekinmeyen analarla babalara başsağlığı yerine halâ tebriklerde bulunulmakta ve bir azizini şehid verebildiği için kutlanmaktadır. Bugün islami İran'da halâ nice annelerle nice babalar vardır ki, birden fazla evladını Allah yolunda şehid vermiş olduğu halde "yine olsa, yine veririz!" diyebilmekte ve bunu kendileri için bir cennet rızkı ve ilâhi bir nimet olarak görebilmektedirler. İslam inkılâbı nizamına ihanet eden inkılab ve islam düşmanı münafık nice örgüt üyeleri ve hücre evlerinin bizzat bu "mümin" anne-babalar tarafından güvenlik güçlerine bildirildiği ve islama ihanet evlatlarını bizzat kendi elleriyle islam adaletine teslim ettikleri gerçeği; batılılar ve batı hayranları tarafından anlaşılması pek kolay olmayan hakikatlerdir. İran halkının ruhsuz ve donuklaşmış batılıların aile yapısına hiç benzemeyen duygusal, sıcak ve samimi aile yapısı gözönünde bulundurulacak olursa bunun ne demek olduğu çok daha iyi anlaşılır. Cephelerde savaşmış onbinlerce gönüllü islam savaşçısından en acı cephe hatırasının ne olduğu sorulduğunda halâ "güvenlik konseyinin barış bildirisinin İran tarafından kabul edilmesi" cevabı alınmaktadır. Gönüllü islam savaşçılarının o günkü buruk ve mahzun hali, ancak o günü bizzat yaşaşan ve o sahnelere bizzat şahid olanlar için tavsif edilebilir bir haldir. Zira böylece "şehidlere mahsus cennet kapısı"nın artık kendilerine kapanması ihtimalinden korkmuş ve şühedâ kervanına katılamamanın üzüntüsüyle gözyaşı dökmüşlerdi!..

Koca bir toplumda böylesine bir değişikliğin vuku bulması ve bütün bir islam ümmetinde islam ve şehadet aşkının böylesine görülmemiş bir hızla alevlenmesi elbette kolay bir iş değildi ve bütün bu tahavvüller durup dururken gerçekleşmemişti. Lübnan ve o beldenin Hizbullah'ının sergilediği kahramanlıklar işte bu geniş ve köklü tahavvülün bir parçasıydı aslında. Lübnan Hizbullah'ının siyonist saldırgan işgalciler karşısında gösterdiği eşsiz mukavemet ve direncin nedeni, batılı medyanın iddia etmiş olduğu gibi İran'ın müdaheleleri ve desteği değildi aslında; nitekim Amerika, Avrupa ve eski Sovyetler gibi devler çok daha önceki yıllardan itibaren o bölge gayet faal olarak çalışmaktaydı, mesela Beyrut'taki ABD üniversitesi* yıllardır Lübnan'da faaliyet gösteriyordu. Lübnan olayları sırasında Amerika'yla Avrupa bu ülkeye resmen askeri birlikler göndermişti. Nitekim çok yakın bir tarihe kadar Lübnan'ın uluslararası lakâbı "Ortadoğu'da Batının politika pazarı"ydı. Durum böyleyken bunca küçük ve dört bir yanından kuşatılmış bulunan ve siyonist İsrail'le komşu olup hiçbir silah üstünlüğü de taşımayan Lübnan gibi bir ülke nasıl oldu da böylesine şanlı bir direnişe geçti ve Batılıların bütün askerlerini geri çekerek arkalarına daha bakmaksızın kaçmalarına sebeb oldu ve buca ekonomik sıkıntılar, ambargolar ve siyonist İsrail uçaklarının ardı arkası kesilmeyen bombardımanlarına rağmen Hizbullah güçleri nasıl oldu da varlıklarını Batılılara resmen kabul ettirebilmeyi ve bütün bir Batı'nın karşısına tek başına dikilebilmeyi başardı sahi?" Birçok batılı siyasi gözlemcinin de itiraf etmiş olduğu üzere bunun en bâriz nedeni, Lübnanlıların akidevi ve kültürel yapıları nedeniyle, diğer milletlerden çok daha önce İmam'ı tanımaları ve onun mesaj ve çizgisini idrak edip kabullenmiş bulunmalarıydı. Hemen ardından, Filistin'de başgösteren şanlı direniş'le Hamas hareketi ve diğer müslüman ülkelerdeki uyanış ve şahlanışlar da da yine doğrudan veya dolaylı olarak rahmetli İmam Humeyni'nin -ks- fikir ve düşüncelerinin etkileri müşahede edilmekteydi.

Böylesine geniş ve çok yönlü değişimleri meydana getiren yegane faktör, İmam Humeyni'nin -ks- siyasi fikirleri ve onun siyasi mücadele yöntemlerinden ibaret değildi elbet; İmam Humeyni'nin inancı olan Muhammedî öz islamın insanbilim, toplumbilim ve eğitim usulleridir ki bunca köklü siyasi değişimlere ortam hazırlamaktaydı. Rahmetli İmam'ın -ks- insan denilen şeye nasıl baktığı, toplum ve tarihi nasıl değerlendirdiği, eğitim ve yetişme konularında neler düşündüğü gibi önemli noktalar ne yazık ki henüz gereğince işlenip yazılmış değildir. İmam Humeyni'nin insan, eğitim ve topluma bakış açısıyla, bugün bu konularda islam ülkeleri ve 3. dünya ülkelerinin üniversitelerinde yazılıp çizilen ve öğretilen şeyler arasında hiçbir benzerlik mevcut değildir.

İmam Humeyni'nin hareketinin temeli, peygamberlerin metodları üzerine kuruludur. Zulme uğrayıp toplumdan dışlanmış ve yalnızlığa itilmiş kölelerden Ebuzer ve Selman'lar yetiştiren metoddur bu. Cahiliyet asrının nâçiz insanları arasından medeniyet öncüleri ve islâmî kültürün temel isimlerini yetiştiren bu ilahi metod günümüzde maalesef unutulmuştur. Bugün insan ve toplum bilimi adına bilinen ve konuşulan sözde çağdaş (!) şeyler, aslında vahyi temellere dayanmayan ve salt beşerî ürünler olan batı liberalizmiyle batı hümanizminin ürünlerinden başka şeyler değildir, kaldı ki bu ikisi de aslında rönesansın mahsulleri olup insanın kendi özüne yabancılaşması, eliminasyona uğraması, madde ve makinanın egemenliğinin insanı değerlere üst edilmesinin sonuçlarıdır.

Şimdi, islam inkılabının zaferinin ilk yıllarında, o fırtınalı günlerde İmam'ın olayları nasıl kontrol edip yönlendirdiğini ele alalım bir de: Hş. 1360'ta vuku bulan patlama ve 7 Tir faciası olarak inkılap tarihine geçen bu hadiseyle birlikte İmam'ın onlarca yakın adamının şehid düşmesi ve onca üst düzey yetkilinin bir anda kaybedilmesinin hemen ardından, Halkın Münafıklarının liderleriyle, görevinden azledilmiş olan hain cumhurbaşkanı Beni Sadr, Tahran havaalanındaki adamlarının da yardımıyla, kadın kılığına girip makyaj yapıp süslenerek çarşaf içinde Paris'e kaçtılar. Bu uçağın pilotu, şahın çok güvendiği özel pilotuydu; nitekim şahın iran'dan son firavını da yine bu pilot gerçekleştirmişti(77) Fransa devledi, insan haklarına saygı ve terörle mücadele gibi iddialarının tam tersine bir davranış sergileyerek, İran'da suçsuz sivil insanların rastgele terör edilip kamu yerleşim mekanlarının bombalandığı terör eylemlerini resmen bildiriler yayınlamak suretiyle üstlenen bu vatan haini teröristlere sığınma hakkı verdi. Bu münafık, hain ve terörist satılmışlar, bu eylemlerinden sonra diğer Avrupa ülkeleri ve Amerika'dan da her nevi desteği gördüler; bununla da yetinmeyerek, İran- Irak savaşı sırasında Saddam'la pazarlık edip asıl merkezi karargâhlarını Irak'a taşıdılar ve 8 yılı aşkın bir süre devam eden tahmilî savaş boyunca Baasçı Saddam ordusunun emrine girerek onların gönüllü uşaklığını yapıp kendi vatanları aleyhine casuslukta bulundular. İçeriye sızdırdıkları satılmış elemanlarının yardımıyla İran cephelerinin durumu hakkında bilgi topluyor, islami İran'ın sivil yerleşim merkezlerine Saddam'ın attığı füzelerin hedefe isabet edip etmediği vb. bilgileri Saddam ordusuna aktarıyor, İranlı esirleri sorguluyor ve Iraklıların İran'a karşı düzenlediği askeri operasyonlara katılıyorlardı.

İran'la Irak arasında barış imzalandıktan sonra hş. 1367 (1988-89'lu yıllar) de son bir çırpınışla islami İran'a karşı askeri bir operasyon düzenleyen bu münafıkların "Allah'ın Tuzağı"olan "Mirsad" karşı operasyonuyla korkunç bir hezimete uğrayıp 1000'den fazla ölü bırakarak tekrar Irak topraklarına çekilmesi son derece ibret verici bir hadisedir. Bugün Amerika'ya bağlı malum odaklarca "islami İran'da güya insan haklarının çiğnendiği" şeklindeki iftira ve spekülasyonların arkasında da hep bu münafıklar güruhunun mesnedsiz karalamaları ve batılı devletlerin bu söylemlerin ardına sığınarak sözkonusu vatansız münafıklara destek verme telaşları yatar.

Münafıklar, İran'ın müslüman halkı nezdinde en menfur ve en aşağılık kaatillerdir bugün; nitekim İran tarihinde hiçbir câni, bu satılmışlar güruhu kadar kendi milletine hıyanet ve zulümde bulunmamıştır.

İslam Cumhuriyeti Partisi merkez binasına yerleştirilen bir bombayla şehid olan üst düzey 72 görevlinin şehadetiyle İran İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanıyla başbakanının ve daha birçok güzide ve seçkin müminlerin terörü bu satılmış güruhun eylemlerinden bir kısmıdır; Yezd Cuma İmamı Ayetullah Saduki (11.4.1361), Kermanşah Cuma İmamı Ayetullah Eşrefi İsfehani (23.7.1361), Şiraz Cuma İmamı Ayetullah Eşrefi İsfehani (23.7.1361), Şiraz Cuma İmamı Ayetullah Destgayb (20.9.1360), Tebriz Cuma imamı Ayetullah Medeni (20.6.1360) Korgeneral Destcerdi'yle birlikte Ayetullah Kuddusi (14.6.1360), Hüccet'il islam Haşiminejad (7.7.1360) vb. nice yiğit ve mümin insanlar da islam inkılabının oluşum ve zaferinde etkili rol alıp geniş halk kitlelerinin kalbinde taht kurmayı başardıklarından sözkonusu münafıklar güruhu tarafından terör edilenler arasında yer alırlar. İslam nizamının yetkilileriyle yönetici kadrodan başka, sırf bu islâmi nizama gönül verip onu desteklediği için çarşı-pazar esnafı ve diğer sivil halktan nicesi de yine bu münafıklar güruhunun silahlı saldırıları ve kamu yerleşim merkezleriyle taşıtlarına yerleştirdikleri bombalarla şehadete nail olmuştur (78) Bu cani ruhlu güruhun son eylemlerinden biri de iki hırıstiyan dinadamını feci şekilde öldürmeleri ve h.ş. 1373'ünün Âşura günü Meşhed'de, İmam Rıza'nın türbesini bombalamalarıdır.

Sözkonusu câni güruh bu korkunç cinayetleri işlerken başta Amerika gelmek üzere, insan hakları tellallığını kimseye bırakmayan bütün Avrupa ülkeleri ve uluslararası kuruluşların bunca teröre karşı sessiz kalması, hatta bununla da yetinmeyip bu teröristlere her nevi destek ve yardımda da bulunması, noktalanmak üzere olan 20.yy'ın yüzkarası ve son derece düşündürücü olan gerçeklerindendir. Aynı kuruluş ve ülkeler, daha önce de aynı tavrı sergilemiş ve şahın toplu katliamlarını sessizlik içinde izleyip, gerektiği yerde açıkça desteklemekten çekinmemişlerdi. Bu nedenledir ki rahmetli İmam, ister inkılab öncesi, ister inkılab sonrası olsun; fikir, beyan ve girişimlerini "batılı ülkeler ve uluslararası kuruluşlar ne der?" kaygısıyla ve onların tarafsızlığına güvenerek tanzim etmedi asla. İmam; Bm'nin, Güvenlik Konseyi'nin, İnsan Hakları Komisyonu vb. kuruluşların dünya istikbar ve emperyalizminin elinde oyuncak durumundaki birer kukladan başka şey olmadıklarını defalarca söylemiş, açıklamıştı. Nitekim eski Sovyetler'le ,komunistlerin de özgürlük ve emperyalizmle mücadele gibi iddiaları da aynı amaca yönelik kandırmacalardan ibaretti. Hatta rahmetli İmam -ks- bu hakikate binaen İran İslam Cumhuriyeti yetkililerine daima bunu bir prensip olarak hatırlatır ve "Amerika, doğu ve batı vb. mahfiller günün birinde sizi över ve durup dururken sizin varlığınızı resmen kabul ettiklerini açıklarlarsa, işte o zaman gittiğiniz yol ve takındığınız tavrın doğru ve hak olduğundan şüpheye kapılmanız gerekir" derdi.


Tahmîlî Savaş Sürecinde İmam ve İran Milletinin Müdafaa Mücadelesi

Amerika'nın, islâmi İran nizamını yıkabilmek için başvurduğu ekonomik, siyasi ve askeri ambargo, Amerikalı rehinleri kurtarabilmek için giriştiği Tabes Operasyonu, İran Kürdistan'ını bölüp parçalama girişimi, akıl almadık terör eylemleri vb' şeytâni ve cânice komploların tamamı boşa çıkınca ABD yetkilileri İran'ı büyük bir sıcak savaşın içine itmeye karar verdiler, Amerikalılar her zaman olduğu gibi bu kez de askerî yöntemle meseleyi çözebileceklerini sanmışlardı. Hş. 1359 -1980- lu yıllardaki dünya siyasi panoraması, doğu-batı blokları arasındaki özel bir dengeye dayalıydı ki bu da ABD'nin tek taraflı girişimlerini engellemedeydi. Diğer taraftan, İmam'ın Fransa'daki çalışmaları, konuşmaları ve inkılab sonrasındaki karar ve uygulanmaları neticesinde İmam'ı ve İran'ın mazlum milletini daha iyi tanıma imkanı bulan dünya kamuoyu İran milletinin mazlumiyet ve hakkaniyetini farketmiş olduğundan İmam ve İran'dan yana bir tavır koymakta, bu da Amerika'nın doğrudan doğruya İran'a saldırmasını önlemekteydi. Fars Körfezi ülkelerindeki rejimlerin de pek iç açıcı bir durumları olmadığından, böylesine ciddi bir konuda paravan olarak kulanılmaya müsait değillerdi, binaenaleyh, islâmi İran'ın üzerine saldırtmak için seçilebilecek en uygun ülke Irak'tı ABD için. Çünkü Irak, doğu bloku ve Sovyetler'in müttefiklerinden biri olarak tanınıyordu dünyada; bu nedenle de Irak'ın savaşa girdiği bir ülkeye karşı Sovyetler ve diğer komunist doğu bloku ülkeleri Saddam'dan yana tavır koyacak, nitecede onlar da, İslami İran'a karşı, Amerika'yla batının safında yer almış olacaklardı ki, bu durum, gelecekte vukuu muhtemel birtakım anlaşmazlık ve sürtüşmelerin daha ilk baştan giderilmesi demekti. Bölgedeki petrol ülkeleri arasında askerî güç ve teçhizat bakımından Irak 2. sırada yer alıyordu ve gerekirse Amerika'nın mâli yardımını istemeden ve ABD askerlerine ihtiyaç duymadan da, bilgedeki Amerikan yanlısı diğer arap ülkelerinin yardımı ve kendi milli servetiyle bu savaşı belli bir süre devam ettirebilir ve Amerika'ya fazla külfet de olmazdı. Zaten Amerika'yla Saddam'ın ilk günlerindeki hesap ve tahminleri bu savaşın çok kısa süreceği ve en fazla, birkaç gün içinde İran'ın yerle bir edilip islam inkılabının işinin bitirileceği şeklindeydi.

Ama evdeki hesap çarşıya uymayacak ve Saddam da, Amerika da, bu hesapta ne kadar yanıldıklarını anlamakta gecikmeyeceklerdi. Kafirler istemese de, Allah, nurunu tamamlayacaktı çünkü.

Saddam'ın saldırgan ve iktidar hırslısı kişiliğiyle, iki ülke arasında ötedenberi süregelen sınır anlaşmazlığı da Saddam'ı kışkırtmak ve islami İran'ın üzerine saldırtabilmek için Amerika'ya istediği fırsat ve kozları kazandırıyordu. Bu savaşı başlattıran ve Saddam'ı islâmi İran'ın üzerine saldırtanın ABD olduğu, ama Sovyetlerle Avrupa ülkelerinin de bu hususta ABD'ye endekslendiklerine dair İran'ın savaş boyunca dünya kamuoyuna sunduğu belge ve dökümanlar her ne kadar hep görülmezden gelindiyse de, daha sonraları Amerika'yla Irak'ın toslaşmak durumunda kaldığı ve pastayı paylaşmak istemeyen ABD'nin Irak'ın karşısına dikildiği "petrol tankerleri savaşı"nda vuku bulan olaylar, itiraflar ve tarafların yekdiğerinin kirli çamaşırlarını orta yere dökmesi neticesinde bütün dünya gerçekleri olanca çirkinliğiyle görecek ve herşeyin farkına varacaktı.

Miladi tarihle 22 Eylül 1980'e rastlayan 31 Şehriver 1359 hş'de; yani, kameri takvimle hicri 1400'ün Zilkade'sinde ve islam dini gereğince savaşın ve kan dökmenin haram olduğu aylardan birinde hiç beklenmedik bir zamanda Irak ordusu, Saddam'ın emriyle İran'la müşterek 1280 kilometrelik sınır boyunca en kuzey noktadan başlayıp İran'ın güneyindeki liman şehri Hurremşehir'le Abadan'a kadar uzanan çok geniş bir şeritte islami İran'a karşı büyük bir saldırı başlattı. Aynı gün, öğleden sonra saat 14 sularında Irak savaş jetleri Tahran ve diğer kentlerdeki önemli havaalanlarının tamamını bombaladılar. Fransa devletinin direkt yardımları ve Amerika'yla İngiltere'nin silah kartellerinin tam takviyesi ve Sovyetlerin her nevi silah ve cephane desteğiyle aylar önceden beri böylesine korkunç bir saldırıya hazırlatılmış bulunan Saddam'ın savaş mekanizması, en zayıf anında gafil avladığı islami İran'ın topraklarında hızla ilerlemeye başlamış ve İran'ın 5 büyük eyaletinin önemli bir bölümünü kısa sürede işgal etmişti. Saldırının ilk anlarında, sınır boylarında yaşayan yiğit müslümanlarla küçük karakollar kahramanca bir direniş destanı yaratmışsa da, hazırlıksız ve silahsız oldukları için Saddam'ın ağır silahları karşısında bu direnişleri önemli bir mania teşkil edememişti. Sınır boylarındaki köylerle kasabalardaki sivil insanlar acımasızca katledilmiş, Baas ordusu girdiği bütün yerleşim merkezlerini yoğun top ve tank mermileri altında içindeki canlılarla birlikte yok etmiş geride, bir avuç toprak yığını ve haksız yere akıttığı masum sivillerin kanından başka şey bırakmamıştı.

İran, henüz büyük bir inkılabın içinde bulunduğundan orduda önemli zayiatlar yaşanmış, ordu hemen hemen dağılmış durumdaydı. Saddam'ın saldırdığı günler, İran'ın bu dağılmış olan orduyu toparlamakla meşgul olduğu ilk günlere rastlamıştı. Ordu, kısa bir süre öncesine kadar şahın emrinde olan bir orduydu ve başta Amerika gelmek üzere birçok Avrupa ülkesinden getirilen yabancı müsteşarlar tarafından idare edildiğinden her sahada bu müsteşarlara bağımlı hale getirilmiş, sözkonusu müsteşarlarsa islam inkılabıyla birlikte İran'dan kaçmışlardı. İran halkının parasıyla alınan çok ileri modern askeri gereç ve silahlarla, savaş uçakları ve teknolojinin en ileri ürünleri olan füzeler gibi stratejik yıkılacağını gören Amerika'nın şeytanca müdahelesiyle İran'dan çıkarılmış ve şahın son günlerinde gizli bir görevle İran'a gönderilen general Hayzer'in iki ay süren çalışmaları sonucu süratle Amerika'ya aktarılmıştı (79) İmam Humeyni'nin emriyle kurulan Sipah -İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu- henüz kuruluşunun ilk günlerini yaşıyordu; gereğince teşkilatlanabilmiş, organize edilmiş değildi; ne silah, ne teçhizat ne de tecrübe açısından da Saddam ordusuyla mukayese edilemeyecek kadar toy ve yeniydi. Saddam ise Amerika, Fransa ve onlara uşaklık eden yerli münafıkların kendisine verdiği bilgilerle bütün bu zaafları iyice biliyor ve var gücüyle fırsatı değerlendirmeye çalışıyordu. Saaddam, bu şartlar altında bulunan islami İran'ı birkaç gün zarfında ele geçireceğinden o kadar emindi ki "Büyük Irak Toprakları" adını verdiği yeni haritalar bile hazırlatmış ve İran'a ait Huzistan eyaletinin tamamıyla, batı eyaletlerinin önemli birkısmını bu haritada Irak topraklarına dahil edivermişti!! Çünkü bu vahim şartlar altında islâmi İran'ın böyle bir saldırıya karşı direnebilmesinin imkansız olduğundan emindi; dahası; dünya emperyalizmi de Saddam'a tam destek vermekteydi bu saldırıyı gerçekleştirmesi için.

Irak'ın İran'a saldırdığı haberi, tüm dünyanın gözleri önünde cereyan eden ve tüm dünyayı ilgilendiren önemine rağmen, uluslararası kuruluşlar tarafından duyulmazdan geliniyor, insan hakları havarilerinin hiçbirinden çıt çıkmıyordu.

Dünyayı sömüren süper güçlerin de hiçbiri bu vahşi saldırıya tepki göstermemiş, bu tepkisiz halleriyle, islâmi İran'a besledikleri kin ve düşmanlığı ifade etmişlerdi aslında. Bunun yanısıra, içeride yaşanan gerçekler, Baasçı ordunun emrine verilen üstün teknolojinin en modern silahları, karar vermeyi oldukça zorlaştıran şartlardı. Henüz büyük bir inkılabın içinde bulunan ve hiçbir hazırlığı olmayan islami İran, sırf islâmi niteliğinden dolayı dünya siyonizminin hışmına uğramış, derhal ortadan kaldırılması için müstekbirler tarafından gerekli bütün girişimler başlatılmıştı. İran bir oldu bittiyle karşı karşıyaydı şimdi; önünde sadece 2 yol vardı: Ya bu eşitsiz savaşta direnmeye karar verip bütün olumsuz şartlara ve hiç de ümit verici görünmeyen bir yarına yürüyecek, ya da Amerika'nın isteklerine boyun eğip ona teslim olacak ve Saddam'ın elinden kendisini kurtarması için Amerika ve ona bağlı uluslararası kuruluşlara yalvarış teslim bayrağı çekecekti ki bu da islam ve inkılabdan tamamen vazgeçmek, bütün islâmî inanç ve ilkeleri ayaklar altına almak demekti.

Ne var ki bütün zorluklar, İmam Humeyni'yi, islamı müdafaa kararlılığından vazgeçiremeyecek kadar küçüktü. Zira o "Nice az bir topluluğun, kendilerinden çok daha fazla olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiş olduğuna ve Allah'ın, sabredenlerle beraber olduğuna* " iman edenlerdendi. Nitekim "herşeyiyle Rabbinde erimek" olan "fenâ fillah" gibi manevî makam ve mertebeleri, henüz ümmetin hidayet ve yönetim sorumluluğunu üstlenmeden yıllar önce katetmiş, geride bırakmıştı o. Kâmil insanların hicretini inceleyen "Esfâr-ı Erbee"yi defalarca öğrencilerine ders vererek teorik açıan irdelemiş; günlük yaşamında da fiili ve pratik olarak bu yolculukları en mükemmel haliyle katetmişti. Cihad ve müdafaa hükümleri, İmam Humeyni'nin kendi eseri olan amelî risalesi, yani tam ilmihalinde, her müslümana farz olan vazgeçilemez hükümler olarak yeralmıştı. İmam'ın geçmişi ve hayatını bilen ve onun kişilik ve tekamül seyrinden haberdar olan biri; bu yol ayrımı ve iki tercih arasında İmam'ın hangisini seçeceğini ve nasıl bir geleceği tercih edeceğini kolaylıkla tahmin edebilir.

Irak Baas ordusunun islami İran'a saldırdığı günlerde İmam'ın bu konuyla ilgili ilk tepki, ilk konuşma ve ilk mesajları; onun kişilik ve komuta niteliğinin çok bütün bunları, olanca incelik ve kendisine has özellikleriyle ele alıp incelemek gerekir ki bir özet olan elinizdeki eserde böyle teferruatlara girebilmek ne yazık ki mümkün olmamaktadır. İmam, zerrece tereddüde kapılmadan, derhal savunmaya geçilmesini emretti ve konuyla ilgili daha ilk konuşma ve yorumlarında asıl etkeni apaçık bir şekilde belirleyerek bu savaşı başlatan ve Saddam'ı kışkırtıp İran'a saldırtanın büyük şeytan Amerika olduğunu açıkladı. Bu arada görünüşteki bütün belirtilerin, tam tersi bir tablo sergilemesine rağmen, Allah rızası için ve O'nun dinini korumak amacıyla yılmadan bir müdafaa savaşına girişilmesi ve bunun dînî bir farz olarak telakki edilmesi halinde sonunda düşmanın mutlaka yenileceğini de çok sarih bir dille belirtmişti. İmam (81). Irak'ın savaşı başlattığı günün ertesi, İmam yine resmi bir açıklamada bulunarak ülkenin bir savaşa mecbur edilmiş olduğu bu şartlar altında savaş ve ülke yönetimiyle ilgili genel politika ve prensiplerin neler olması gerektiğini belirliyor ve 7 maddeden ibaret bu kısa, ama geyet kesin ve yeterli direktiflerini herkese ilan ediyordu (82); bunun hemen ardından yaptığı bir konuşma ve açıladığı mesajlarla Irak halkına ve devletine karşı son uyarı vazifesini de yerine getirmeyi ihmal etmedi (83). Bu mesajlardan sonra İmam 8 yıl sürecek olan eşitsiz ve amansız savaşın başkomutanlığını bizzat üstlenecek ve düşmanlarını hayrette bırakacak görülmemiş bir dirayet ve basiretle bu ağır vazifeyi de mükemmel bir şekilde başaracaktı.

İmam'ın konuşma ve mesajlarının hemen akabinde onbinlerce müslüman gönüllü olarak cephelere koşup Baas ordularının karşısına dikildiler ve inanılmaz bir iman ve direniş örneği sergileyerek daha ilk günlerde, Saddam ordularının ilerleyişini durdurdular. 29 yy'ın en inanılmaz ve en eşitsiz savaşıydı bu. İslama gönül veren sinelerdeki iman, teknolojinin ileri silahlarını bir kez daha yenmiş ve kan kılıca bir kez daha galebe çalmıştı. Her zaman olduğu gibi İmam'ın yegane dayanağı Allah Tealâ'nın karşı konulmaz iradesine iman ve O'na inanan gönül eri müminlerden ibaretti. İmam, yaptığı konuşmalarla halkı uzun ve çetin bir savaşa hazırlıyordu. Kur'an'da da sarih bir beyanla belirtilmiş olduğu üzere, saldırgan saldırganlığından vazgeçirilip cezalandırılıncaya kadar ona direnmek ve teslimiyet göstermemek mümine farzdı ve İmam da bu ilahi emrin gereğini yerine getirmekteydi. Savaş başladıktan birkaç gün sonra İmam, halkı müslüman ülkelerin İran'daki büyükelçi ve konsoloslarına hitaben yaptığı bir konuşmada "biz islamı savunmuyoruz ve savunacağız" diyor ve şöyle ekliyordu: "İslamı savunan ise caaaanı, malı ve sevdiklerini feda ederek savunur islami; böyle birinin davasından asla vazgeçirilemeyeceği bilinmelidir!"(84) Yine bu konuşması ve islam ülkeleri devlet başkanlarına gönderdiği sözlü ve yazılı mesajlarında onlara,dinsiz Saddam'ı bir müslüman olarak kabul etseler bile Kur'an'ın açık emri gereğince saldırgan tarafı saldırganlığından vazgeirinceye ve Allah'ın hükmünü kabule zorlayın onunla savaşmanın ve saldırıya uğrayan taraftan yana tavır koymanın bütün müslüman birey, toplum ve devletlere farz olduğunu hatırlatıyordu (85).

Savaş Neden Sürdü?

Saddam, belirlenen bölgeleri birkaç günde ele geçireceğini ve İran'ın bu savaşa birkaç günden fazla dayanamayıp dize geleceğini iddia ve ilan etmiş olduğundan Irak ordusu uzun yıllar sürecek yıpratıcı bir savaşla karşılaşabileceğini hiç hesaplamamış, bütün hesaplar birkaç günlük bir savaşa göre yapılmıştı. Halbuki Saddam'ın Baasçı ordusu müslüman İran halkının umulmadık direnişiyle karşı karşıyaydı şimdi, belirlenen hedeflerin ele geçirilmesi şöyle dursun, kendi mevzilerini bile güçlükle koruyabiliyordu Irak askerleri artık. Baas ordusunun bu direnişi kırabilmek için ard arda düzenlediği bütün saldırı ve geniş çaplı harekatlar hezimetle sonuçlanıyor, Iraklılar her defasında ağır kayıplar verip modern silahlarını bırakarak geri çekilmek zorunda kalıyordu. Amerika, bu ummadığı acı gerçeği kabullenmekte gecikmedi. Çok geçmeden Amerika, uluslararası kuruluşlarla bölgedeki arap ülkelerini harekete geçirip islâmî İran'a karşı yeni bir siyasi baskı ve çok yönlü bir ambargo dönemi daha başlattı. Bu kuruluşlarla arap ülkeleri, saldırgan tarafı kınayıp engelleyecekleri yerde, Amerika'nın önerdiği barışı kabul etmesi için islâmî İran'a baskıda bulunmaya başladılar. Halbuki bu şartlar altında ateşbesi kabul etmek demek, Saddam'la efendileri ve islam inkılabının diğer düşmanlarını ödüllendirip, savaş ve silah zoruyla gerçekleştiremedikleri emellerine bu yolla kavuşmalarını sağlamak demekti. Savaşı başlatan taraf Irak olduğu halde ona hiçbir itirazda bulunulmuyor, tam tersine, saldırıya uğrayan tarafa "artık savaşma, yeter!" deniliyordu!! Saddam orduları İran topraklarında ilerlerken her nasılsa kör, sağır ve dilsiz maymun kesilmiş olan bu barış havarileri, Saddam'ın yenileceğini görünce birdenbire galeyana gelivermişlerdi! Oysa ki İran Saddam'ın saldırısına uğrayan taraftı ve en zor şartlar altında kendisini kavunmaktaydı; onlarca şehri, yüzlerce köy ve kasabası ve ülkenin güneyle batı bölgelerindeki petrol yataklarının içinde bulunduğu binlerce km2'lik bir alanını oluşturan büyük bir kısmı düşman tarafından işgal edilmiş haldeydi ve sözkonusu "barış havarileri"(!) İran'ı bu durumu kabullenmeye ve işgal edilen topraklarını düşmana bırakıp barışı imzalamaya davet ediyorlardı" Saldırgan Saddam'ın gücünü yeniden toparlayıp, efendilerince önceden belirlenen hedeflere karşı yeni ve daha geniş çaplı bir saldırıya geçmek için bu barışı öne sürdüğü hakikati görmezden gelinse dahi İran'ın sözkonusu şartlar altında barışı imzalaması demek saldırgan Irak ordularının İran topraklarında kalmasını kabullenmek ve İran'ın, işgal edilen kendi topraklarını Saddam'ın pençesinden kurtarabilmek için, başını ABD'nin çektiği siyaset tellalı ülkelerle onların güdümündeki uluslararası kuruluş ve teşkilatlara yalvarış yıllarca tavizler vermek ve nihayet saldırıyı başlatan asıl güce, yani Amerika'ya el açıp kendi topraklarının kendisine iadesini bu büyük şeytandan dilenmek demekti...

Bu çirkin oyun daha önce Lübnan'la Filistin'de oynanmış ve işgalci siyonist yahudiler Filistin ve Lübnan topraklarından geri çekilmedikleri gibi burada bir de "İsrail" adı bir devlet kurmuşlardı" Evet, bütün dünyanın gözleri önünde yavuz hırsız ev sahibini bastırmış ve sözde insan hakları savunucusu olan uluslararası kuruluşlar bu inanılmaz işgali sessiz sedasız seyretmiş, kendi vatanını işgalci siyonist İsrail'in elinden kurtarabilmek için bir kurtuluş savaşı veren mazlum Lübnanlı ve Filistinli gençler ise bütün dünyaya "terörist" olarak lanse edilmişti.

Halâ sürmekte olan bu çirkin ve inanılmaz oyun, Saddam eliyle islâmi İran'a karşı oynanmak isteniyordu şimdi de...

Şeref ve gayret sahibi hiçkimsenin kabullenemeyeceği bu zilleti; yakın bir süre önce bölgenin en güçlü diletatörünü devirebilmeyi başaran İmam'la İran halkına zorla kabul ettirebilmek elbette ki mümkün olamazdı.

Kaldı ki Saddam; ateşkesi imzalasa bile işgal ettiği toprakları terketmeyeceğini, hatta şimdilik işgal edemediği bazı İran şehirlerini de gelecekte işgal edip Irak topraklarına katacağını açıkça söylüyordu! Nitekim daha sonraları Küveyt'e de saldırdığında aynı iddialarını tekrarlayacak ve bütün dünyanın gözleri önünde "Küveytin Irak'ın 19. eyaleti olduğu"nu ilan edecekti!! Saddam'ın islami İran nizamını yıkacak güce sahip olmadığı iyice anlaşıldıktan sonra İran'ı barışa zorlayan ülkelerin hiçbiri barıştan yana değildi aslında; çünkü bu şartlar altında hiçbir ülke ve hiçbir milletin böylesine bir zillete boyun eğip düşmana teslim olmayacağını herkes gibi onlar da çok iyi biliyordu; ama islâmi İran'ı "işte barışa yanaşmıyor, savaşı durdurmak istemiyor" diyerek dünya kamuoyuna savaş taraftarı gibi gösterip bu barış çağrısını İran aleyhine bir silah gibi kullanabilmek için barıştan dem vurmaktaydı onlar. Dahası, bölgedeki halkı müslüman, ama kendisi göbeğinden emperyalizme bağımlı sözde islam ülkeleri (!) Saddam'ın bu aleni saldırı ve tecavüzü karşısında islami İran'dan yana tavır koymadıkları için kendi müslüman halkları tarafından yoğun baskı ve tepkiler gördüklerindendir ki barış çağrılarda bulunmakta, böylece İran'ın kendisini kahramanca müdafaasından yana olan halklarına karşı "barışçı" bir görünüm vermekteydiler kendilerine.

Savaşı bizzat başlatan asıl müsebbibler olan Amerika'yla Avrupa ve arap ülkelerinin hiçbirinin bu barış çağrılarında samimi olmadığı hekesçe bilinen bir gerçekti artık. Bunun en bariz delili, savaşın daha ikinci yılında İran'ın zaferler kazanmaya başladığı ilk ataklardan sonra Saddam'ın savaşı sürdürmekten aciz kalması ve bölgedeki arap ülkelerinin astronomik rakamlara varan mâli yardımlarıyle, Avrupa ülkelerinin en ileri teknolojilerin ürünü olan modern silahların kendisine derhal ulaşmaması halinde İran güçleri karşısında bir ay bile dayanamayacağının herkesçe anlaşılmış ve açıkça itiraf edilmiş olmasıdır. Ancak İran karşı atağa geçtikten sonra barışçı kesilen bu ülkeler, bu iddialarında samimi olsalardı, saldırıya uğrayan islami İran'a karşı petrol, ekonomik, siyasi ve askeri ambargo uygulayacakları yerde Saddam'a yaptıkları yardım ve verdikleri desteği keserlerdi. İran'ın yegâne suçu, ansızın topraklarına saldırarak işgal eden ve daha ilk günlerde binlerce sivil insanın kanına girip yüzbinlerce mazlum insanı evinden barkından eden saldırgan düşmana karşı kendisini savunmak ve dünya emperyalizminin emirlerine boyun eğmemekti. Saddam'dan yana tavır koyan arap ülkelerinin, daha sonra Saddam'ın Küveyti işgali üzerine gerçeği itiraf edip ona verdikleri destek yüzünden islami İran'dan resmen özür dilemeleri son derece ibret vericidir elbet; ne var ki bu itiraf, Saddam'la batılı ülkelerin yanında yer alıp savaşın uzamasına neden oldukları için onların "savaşın uzun sürmesinin asıl sorumluları olduğu" gerçeğini hiçbir zaman ört bas edemeyecek ve bu hakikati gizlemeye yetmeyecektir asla.

İmam Humeyni -ks- barış görüşmeleri teklifini getiren heyetlere bu hakikatleri hatırlatıyor ve saldırganı geri püskürtüp işgal ettiği topraklardan söküp atmadıkça ve sebebiyet verdiği savaş için gerekli tazminatı ona ödetmedikçe müslüman İran halkının ve kendisinin bu kurtuluş ve savunma savaşında geri adım atmayacağını vurguluyordu. Ne var ki batı medyasının kopardığı gürültülü yaygara İmam'ın ve müslüman İran halkının mazlum sesini bastırıyor ve dünyanın gerçekleri duyup öğrenmesini engelliyordu. Nitekim batı medyası gerçekleri öylesine çarpıtarak saptırdıki, aslında saldırıya uğrayan taraf olan İran, savaş yanlısı, saldırgan Saddam ise "barış yanlısı" görünümü kazanıverdi dünya kamuoyu nazarında! Ama bu zulüm ve baskılan da İmam'ı ve İran milletini hak davasını savunmaktan alıkoyamadı. İhanetleri iyice gün ışığına çıkan Beni Sadr'ın görevinden azledilip yürütmenin tamamen İmam'a bağlı elemanların eline geçisinden sonra islam orduları Saddam'ın işgal ettiği toprakları hızla geri almaya başladılar.

İmam'ın bütün halkı gönüllü seferberliğe davet eden ve yirmi milyonluk bir ordu kurulmasını öneren çağrısı inkılâbi gençleri coşturmuş ve savaş cepheleri, gönüllü olarak eğitim görüp siperleri dolduran şehadet aşığı gençlerle dolmuş, İran baştanbaşa "şehadet gönüllülerinin diyarı" kesilivermişti. İslam savaşçılarının ard arda elde ettiği zaferler, Baasçı Saddam ordularının savaş cephelerinde korkunç bir hezimetle yenilgiye uğrayacaklarının ilk işaretleriydi (fotoğraf s:146) Amerika'yla Avrupalı müttefikleri yavaş yavaş maskelerini atıp gerçek yüzlerini göstermeye başladılar ve barış zamanında bile temin edilmesi ve satın alınması son derece zor olan ve ancak yıllarca süren üst düzey görüşmeler, taviz vermeler, çeşitli taahhütlerde bulunmalarla temini muhtemel olabilen son derece stratejik ve teknolojinin son ürünleri olan silahları derhal Saddam'ın eline tutuşturdular, Fransız, Exo-3 süper füzeleriyle süper Etandard savaş jetleri ve Rusların orta menzilli Scat füzeleriyle Miğ-29 ve diğer gelişmiş silahları da Saddam'ın emrine âmade edilmekte gecikmedi. Hatta kimseye verilmeyen "füze menzilini artırma ve füze imali teknolojisi"yle bu iş için gerekli bütün teçhizat ve hammaddelerin yanısıra kimyasal ve biyolojik silah üretimi için de gerekli bütün hammaddelerin yanısıra kimyasal ve biyolojik silah üretimi için de gerekli bütün hammadde ve teknolojik malzemeler de Amerika ve Avrupa devlet ve şirketleri tarafından İran İslam Cumhuriyeti'ni haritadan silebilmesi için Saddam'a bedava verildi.

Bu şartlar altında diğer taraftan Suudi Arabistan'la Küveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Fars Körfezi ülkeleri Amerika tarafından, Saddam'ın savaş masraflarını bizzat karşılamak zorunda bırakıldılar ve böylece islami İran'a vurulacak her darbenin masrafı bu sözde islam ülkelerine ödetilmiş oldu. Nitekim Irak Küveyt'e saldırdığı zaman sözkonusu arap ülkeleri bu sırrı açığa çıkarmış ve gerçeği ifşa etmişlerdi; bugün Irak'ın bu ülkelere olan 80 milyar dolarlık borcu, onların 8 yıl süren savaş boyunca Saddam'a verdikleri meblağların toplamıdır aslında. Bu arada Mısır da Saddam'a uçak ve pilot vererek yardım etmiş, hatta bununla da yetinmeyip Irak'a binlerce asker de göndermiştir, buna benzer yardımları Ürdün'ün de yaptığı bilinmektedir.

İslâmi İran'ın sivil yerleşim merkezleri şehirler, kasabalar, köyler hastahane ve okullar, ekonakim merkezler vb. mekanlar Irak'a verilen gelişmiş füzeler yerle bir ediliyordu şimdi; insan hakları havarisi kesilen uluslararası kuruluş ve teşkilatlar Saddam'ın bu caniliklerini sessizce seyrediyor, ona verdikleri kitle imha silahlarının etkilerini bilfiil izliyorlardı. Bu vahşi bombardımanlar yüzlerce masum çocukla kadının hayatını kaybetmesine neden olmuştu.

İmam Humeyni -ks- mazlum İran milletinin mukaddes müdafaasına komuta ederken islami İran son derece çetin şartlar altındaydı; ülke böylesine ağır bir saldırıya uğramakla kalmamış, Amerika'yla Avrupa ülkeleri İran'a silah amsargosu da koymuşlardı ve o çetin günlerde İran, bir uçak yedek parçasını temin edebilmek için aylarca uğraşmak ve yüklüce paralar harcamak zorunda kalmaktaydı. Bir yandan çoğu ülkeler Irak'ın bu işgal ve saldırısı karşısında susmayı tercih edip İran'a da baskı uygulamaktan geri kalmıyor, diğer yandan bunların birçoğu da Saddam'a açıkça destek vermekten çekinmiyordu. İster doğu, ister batı blokunda olsun, dünyanın güçlü teknoloji, ve askeri sanayie sahip ülkelerinin de tamamına yakın bir kısmı Saddam'ı himaye etmekteydi. İran bu korkunç güç birikimi karşısında yapayalnız ve tek başına direnmekteydi; Allah'tan başka yâri ve yardımcısı yoktu; müslüman milleti ayakta tutan güç bu imanla birlikte kendisini tam anlamıyla Allah'a adamış yiğit bir âlim rehberin öncülüğü ve ilâhi gücün gaybî yardımlarının sık sık tezahürüydü, bu da inan bir halk için yeterliydi zaten. İşte bu mazlum cephenin savaşçıları bütün dünyanın şaşkın bakışları altında onca güç ve kuvvete sahip düşman ve müttefiklerini adım adım geri sürerek Saddam'ı kendi sınırlarına itmeyi başardı ve 20. yy'da "şu veya bu bloka veya güçlü ülkelerden birine sırtını vermeyen her 3. dünya ülkesinin mevcut dünya düzeninde birkaç günden fazla tutunamayacağı" yolundaki telkinlerin ne kadar kof olduğunu ve gerçekten Allah'a inanan bir topluluğun sayıca az da olsa; sayıca çok olan nice güçlere pekalâ gâlip gelebileceğini bütün dünyaya göstermiş oldu. İmam Humeyni'nin -ks- hayatının tam 8 yılı bu amansız savaşta islâmi İran'ı koruma ve müdafaayla geçti. Son derece önemli ve stratejik bir liman kenti olan Hurremşehr'in savaşın 3. yılında, yani hş. 3 Hordad 1361 de -1982'li yıllar- ünlü Beytulmukaddes Harekâtı'yla işgalci Saddam ordularından kurtarılması üzerine İmam Humeyni savaşın artık durdurulabileceğini söylemiş; bu durumu değerlendirmekle görevlendirilen üst düzey askerî ve siyasî yetkililer ülkenin siyasi ve askeri şartlarının yanısıra cephelerdeki durumunda son bir değerlendirmesini yaptıktan sonra İmam'a, sınırlarda ve bölgede geçici değil, kalıcı bir barış ve güvenliğin sağlanabilmesi için gerekli ortamın hazırlanması amacıyla bu müdafaa savaşına devam etmenin zaruriyetini bildirmişlerdi. Çünkü bu sırada islâmi İran'ın topraklarının bir kısmı halâ Saddam güçlerinin işgalindeydi ve Saddam, Hurremşehir'de aldığı inanılmaz yenilgiye rağmen gerçeği kabullenmeye bir türlü yanaşmıyor ve işgal niyetinden vazgeçmiyordu; dünya süper güçlerinin tam desteğine güvendiği için de bu saldırganlıklardan hiçbir zaman vazgeçmeyeceği ve şimdi geri çekilmek zorunda kalsa bile kendisini toparlar toparlamaz tekrar İran'a saldırıp aynı cânilikleri yeniden sergileyeceği apaçık ortadaydı ve mevcut söylem ve durumlar bu hakikati vurgulamakta, Saddam'ın "barış kabul etmez bir diktatör" olduğunu göstermekteydi. Bu şartlar altında bir barış çağrısına evet dese bile bu barışın kalıcı olacağına ve Saddam'ın sözünü tutacağına dair hiçbir garanti de yoktu ortada; binaenaleyh İran'ın tek taraflı olarak savaşı durdurması demek, Saddam'ın elinden kurtarılan onca geniş sınırlar ve onca sivil yerleşim bölgelerini savunmasız bırakmak ve neticede Saddam'ın yeni saldırılarına açık kapı bırakmak demekti.

Bu inkar edilemez gerçeklere ilaveten uluslararası kuruluşların aleni bir şekilde Irak'tan yana tavır koyup islami İran'a karşı açıkça hasmâne davranmaları, İran'ın önerdiği haklı ve insafa dayalı barış tekliflerini geri çevirmeleri, en gelişmiş silahlarla destekledikleri Saddam'a en azından silan vermekten vazgeçmeye bile yanaşmamaları gibi nedenler karşısında islâmi İran'ın rehber ve milleti için bu müdafaa savaşını yiğitçe sürdürmekten başka çare kalmıyordu.

Süper güçlerin hızla artan silah ve para yardımları; islâmi İran'ın şehadet gönüllüleri karşısında Saddam'ın adım adım gerilemesini durduramadı. Hak-batıl cephesi boydan boya hakk ordularının zaferlerine şahiddi artık. İslami İran'ı bu müdafaadan caydırabilmek amacıyla Saddam'ın sivil yerleşim bölgelerini füze ve bomba yağmuruna tutması da beklenen sonucu vermeyince Büyük Şeytan Amerika doğrudan doğruya müdahelede bulunmayı denedi, ama dünyayı korkutan ve gerçekte içi koflaşmış bulunan bu dev, bu kez de islâmi İran'ın karşısına tek başına dikilmeyi göze alamayarak Fransa, İngiliz ve Rusya'yı da yanına alıp onların da gelişmiş uçak gemileri ve savaş filolarıyla birlikte gelip Fars Körfezi'ne dayandı. Amerika için tek yol, bu savaşı uluslararası bir mesele haline getirmek ve diğer ülkeleri de doğrudan doğruya bu işe bulaştırmaktı. Nitekim çok geçmeden Amerikalılar, tarihe "Petrol tankerleri savaşı" adıyla geçecek bir savaş başlatarak İran'ın petrolünü diğer ülkelere taşıyan tankerleri engellemeye, İran'a mal getiren veya İran'dan mal götüren gemileri durdurup aramaya ve böylece gerekli ana tüketim ve sanayi hammaddelerinin İran'a ulaşmasını önlemeye başladılar. Amerika, bütün dünyanın gözleri önünde bu zorbalığı işlerken "demokrasi dünyası ve öncüleri"(!) üç maymun rolünü oynamakta ve "görmeyen, duymayan ve konuşmayan" bir demokratikliğin çarpıklığını sergilemekteydiler. Bu macera sırasında İran'ın birçok petrol ve ticaret gemisi füze ve hava bombardımanlarıyla saldırıya uğradı; İran'ın Fars Körfezi sahillerindeki petrol kuyuları bombalanarak alevler içinde yanmaya terkedildi. Bu arada Amerika'nın son girişimi, insanlık tarihine silinmez bir leke olarak geçecek korkunç bir katliamdı: 3 Temmuz 1988'e rastlayan hş. 12 Tir 1367'de, Amerika'nın Fars Körfezi'ni kuşatmaya alan uçak gemilerinden biri olan Wıncens'ten fırlatılan bir füze, İran İslam Cumhuriyeti'ne ait 655 sefer sayılı Aır-Bus yolcu taşıma uçağını, çocuk ve kadınların da bulunduğu mavi sularında kana boyadı.

Bu inanılmaz cinayet te yine demokrasinin azılı savunucusu ABD'nin eliyle ve medenî ülkelerin (!) gözleri önünde vuku buluyor, ama hiçbirinin sesi dahi çıkmıyordu. Çünkü düşürülen uçak; Batı dünyasının bütün sloganlarının yalan olduğunu farketmiş ve sadece Allah'ın ipine sarılarak insanı değerlerle yaşayabileceğini anlamış bulunan ve bu nedenle de islama gönül vermiş olan bir ülkenin uçağıydı ve bu nedenle de "tek dişi kalmış batı canavarı"nı rahatsız etmedeydi... Aynı vak'anın benzerleri Bosna'da da vuku bulmakta ve Bosna müslümanları da aynı suçla satır satır doğranmaktaydı... Efendisinden geri kalmayan Saddam da bu sırada bir başka cinayet işliyor ve tarihte benzeri bulunmayan bu vahşilikle Hitler'i aratacak bir tablo sergiliyordu: Kendi ülkesinin halkı olan Halepçe mazlumlarını kimyasal bombardımanla tarihten siliyor ve çoğunu kadınlar, çocuklar ve yaşlıların teşkil ettiği 5 binden fazla masum insanı inanılmaz bir barbarlıkla topluca öldürüyordu.

Ve bütün bu cinayetler ard arda vuku bulurken "medenî dünya"(!) ve "demokrasi havarileri (!) susmayı tercih ediyordu!...

Birleşmiş Milletler Teşkilatı'yla Güvenlik Konseyi şu yeryüzünde yaşayanlar arasında değildi adetâ...

Batılı ülkelerin Fars Körfezi'ne ard arda düzenledikleri haçlı seferleri ve şu 8 yıllık tahmili savaşın son aylarında başlattıkları çılgın ve barbarca saldırıların yegane nedeni islam ordularının artık zaferi kazanmaya başlaması ve topraklarını işgal eden Eflakçı Saddam ordularını kendi sınırlarına geri çekilmek zorunda bırakarak fitneyi kökünden kazımaya doğru gitmesiydi.

İşte bu durum, ABD ve tüm Batı dünyasını dehşete düşürmeye yetmişti bile!... Saddam'ın İran İslam Cumhuriyeti karşısında yenilmesi demek, birçok süper gücün islam inkılabı karşısında yenilgisinin davut zurnalarla duyurulması demekti tüm dünyaya... Şimdi durum tam tersine dönmüş ve Amerika'yla Güvenlik Konseyi'nin bütün çabası, islâmi İran'ın bu hızlı ilerleyişini durdurmak ve Saddam'ın devrilmesini engelleyebilmeye yönelikti. Bu nedenledir ki Güvenlik Konseyi'nin 598 no'lu bildirisi çabucak onaylanıp resmen duyuruldu. Bu bildiri; islami İran'ın ötedenberi savaşı durdurma konusunda öne sürdüğü şartları içermedeydi; ama ulaslararası kuruluşlar, Saddam'ın mutlaka başarılı olacağı umuduyla bu şartları kabul etmeye yanaşmamışlardı bu tarihe değin... Ve şimdi, Saddam'ı kurtarabilmek için alelacele bütün bu şartlar kabul edilivermişti bir çırpıda! 598 no'lu bildirinin onaylanması ve bu kanlı savaşı çıkaran canilerin son aylarda başvurdukları akıl almaz barbarlıkları; İmam'ın meseleyi incelemek ve yeni bir durum değerlendirmesi yapmak üzere askerî, ekonomik ve siyasi uzmanlardan müteşekkil dindar bir heyeti resmen görevlendirmesine neden oldu. Bu heyetin çalışmaları neticesinde verdikleri rapor; islâmi İran'ın zorla sürüklendiği 8 yıllık savunma savaşında ateşkes teklifini kabul edip 598 no'lu bildiride belirlenen şartlar çerçevesinde barışa evet demesi ve davasının haklılığını ispatlayabilmesi için gerekli şartların hazır ve elverişli olduğu şeklindeydi.

İmam Humeyni'nin -ks- 29.4.1367'ye musadıf 29 Temuz 1988'de "598 no'lu bildirinin kabulü münasebetiyle" yayınladığı tarihi mesajı onun liderlik ve yönetim konusunda fevkalâde bir yetenek ve güce sahip olduğunu gösteren en önemli belgelerden biridir. Sekiz yıllık tahmili savaşın maddi ve manevi bilançosu, bu hadisenin boyutları, islam inkılabı ve nizamının gelecekte çeşitli sahalarda nasıl bir politika izleyeceği, süper güçlerle müstekbirlere karşı izlediği inkılâbi tutumunu nasıl sürdüreceği ve inkılabın ülkü ve ideallerinden zerrece taviz verilmeyeceği gibi prensipler bu mesajda işlenen temel konulardı. Rahmetli İmam'ın -ks- 598 nolu bildiriyi kabul olayını "zehir kadehini yudumlamak" şeklinde tabir ve tavsif etmesi, bu kısa kitapçığa sığmayacak kadar derin, zarif ve açıklaması pek zor noktaları ihtiva etmektedir. Bu tarihi mesajına bazı bölümlerinde şöyle diyordu İmam:"... Bildirinin yayınlanması ve kabulü konusuna gelince: Herkes için, bilhassa benim için gerçekten son derece acı ve hazmi pek zor bir hadiseydi bu... Birkaç gün öncesine kadar ben; baştan beri sürdürdüğümüz şekliyle müdafaa savaşının idamesi ve malum tavrımızın devamından yanaydım ve nizamın, ülkenin ve inkılabın maslahatı için bu uygulamayı uygun görmekteydim. Ancak, Allah'ın izniyle, gelecekte aşikar olacağından kışkı duymadığım ve şimdilik açıklamak istemediğim birtakım faktör, hadise ve etkenler neticesinde ve ülkenin sadakat, samimiyet ve dürüstlüklerine güvendiğim üst düzey siyasi ve askeri uzmanlarının tamamının olumlu görüş belirtmelerine binaen 598 nolu bildiri ve ateşkesin kabulünü onayladım ve halihazırda bunu nizam ve inkılab için maslahat ve uygun görüyorum ve Rabbim bilir ki hepimizin -canının ve malının ve- hepimizin izzet ve onurunun islam ve müslümanların izzet ve onuru -maslahatı- yolunda feda edilmesi gerektiği aslına inanmıyor olsaydım buna asla rıza göstermezdim ve ölüm ve şehadet elbette ki daha tatlıdır bana. Ama, ne çare ki hepimiz Hak Tealâ'nın rızasına boyun eğmekle mükellefiz, yiğit ve kahraman İran milletinin de daima bugörüşte olduğu ve olacağından kuşkum yok!"...(86)

Saddam'ın barış iddialarının dünya kamuoyunu aldatmaya yönelik bir oyun ve oyalama olduğunu defalarca vurgulamış olan İmam'ın bu görüşünde de ne kadar isabetli olduğu çok geçmeden ortaya çıktı ve 598 no'lu bildiri İran tarafından kabul edildikten sonra da Saddam İran'a saldırarak geçmişte yaptığı çılgınlıkları tekrarlamaya yeltendi ve İran'ın güney bölgesindeki bazı noktaları işgal edebilmek için ordularını harekete geçirdi. Ne car ki İmam Humeyni'nin coşturucu bir mesajıyla göz açıp kapayıncaya kadar yüzbinlerce gönüllü müslüman cephelere koşarak Eflakçı Baas ordularını bir kez daha ağır bir yenilgiye uğratıp kendi sınırlarına kadar geri çekilmeye zorladılar. Saddam için barışı imzalamaktan ve yinildiğini kabullenmekten başka çare kalmamıştı artık. İmam Humeyni'nin daha savaşın ilk günlerinde vaadettiği hakikat şimdi bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor ve müslüman İran milleti, bu savaşı kendisine tahmil edip zorla yükleyen dünün mağruru, bugününse mağlubu olan Baasçı düşmanına barışı zorla kabul ettiriyordu!... Saddam, efendisi Amerika ve dünya siyonizminin bir işaretiyle harekete geçerek islâmi İran'ın toprak bütünlüğünü bozmaya, ülkeyi parçalamaya ve güya islam inkılabını ortadan kaldırmaya gelmişti, ama şimdi canını kurtarabilmek ve mazlum Irak halkının kanını sömüren Eflakçı iktidarını birkaç gün daha sürdürebilmek için inkılabçı İran milletinin öne sürdüğü şartları kabullenmekten başka çaresi kalmamıştı!

İnkılâbi İran milletinin 8 yıllık mukaddes müdafaa mücadelesi boyunca sergilediği ve dost-düşman, herkesi hayret ve takdir duygularına farkeden bir diğer önemli hadise de bütün zorluklara rağmen ve savaş gibi bir sorunla yüz yüze bulunulduğu halde inkılâbi İran milletinin, şahın miras bıraktığı bozukluk ve eksiklikleri giderip ülkeyi yeniden onararak bayındır hale getirme yolunda azim, neşe süratle çalışması ve yol yapımından köprü ve baraj yapımına, büyük elektirik ve petrol projelerini uygulama safhasına geçirmeye, enerji santralleri kurma ve zıraati geliştirmeye, üniversitelerle ilmî araştırma ve inceleme merkezleri oluşturmaya varıncaya kadar ülkenin milli kalkınması için gerekli her sahada dev adımlar atmış olmasıdır. İran milletinin bu büyük başarısı elbette ki herşeyden önce Hak Tealâ'nın yardım ve lütufları ve İmam Humeyni'nin eşsiz ve bilgece idare yeteneğiyle gerçekleşmiş, o dönemin cumhurbaşkanı Ayetullah Hamenei, başbakanı Mühendis Mir Hüseyin Musevi ve meclis başkanı Ekber Haşimi Refsancani, Yargı gücü başkanı Ayetullah Musevi Erdebili gibi üstün idare yeteneğine sahib yılmaz yardımcıları ve diğer güç organlarıyla, İmam Humeyni'nin en güvendiği müşaviri ve danışmanı olan değerli oğlu Hüccet'il islam Hacı seyyid Ahmed Humeyni'nin yorulmak bilmek çalışmalarının ürünü olmuştur.

Böylece, islami İran'a zorla dayatılan tahmilî savaş son buluyordu artık. Savaşı başlatanlar, emellerinin hiçbirine ulaşamamışlardı. İran islam Cumhuriyeti bu oyunlarla yıkılmadığı gibi, halkın daha da kenetlenmesi neticesinde içeriden düşmana bilgi sızdıran hainleri tespit edip bu ihanetleri engellemiş ve milli gücünü artırmıştır. Diğer taraftan yine bu 8 yıllık amansız direnişiyle uluslararası platformlarda gücünü gösterip yenilmezliğini ispatlamış ve batılıların 8 yıl süren bütün propaganda çalışmalarına rağmen haklılık ve mazlumiyetini ispatlamayı becermiş, mesejını da tüm dünyaya ulaştırabilmiştir.

Bütün bunlar için islâmi İran'ın çok ağır bir bedel ödemiş olduğu da unutulmamalıdır: "Ey iman edenler, eğer siz Allah'a yardım eder -O'nun emirlerini uygulamak ve uygulatmak için çaba gösterir-seniz, O da size yardım eder ve sizin -azminizi güçlendirip, ayaklarınızı sağlamlaştırır" (Muhammed, 7)

Saddam ve onu kışkırtıp İran'a saldırtan batı ülkeleriyle sözde islam ülkesi olduğunu iddia eden laik ve güdümlü devletlerin işlediği en büyük cinayet, her iki ülkenin de insâni ve ekonomik gücünün zâyolmasına yol açmaları ve şahın devrilmesinden sonra, gerçekleşmesi için fevkalade müsait bir zeminin oluştuğu "islam ümmetinin vahdet ve birliği" gibi son derece önemli bir hadisenin uzun yıllar ertelenmesine neden olup islam ümmetinin hızla sıklaşmaya ve yekvücut olmaya başlayan saflarında ayrılık ve tefrika yaratmaları; İran'da gerçekleşen 22 Behmen -Şubat 79- zaferinin ardından islam aleminin hemen elele verip birleşmesi, müslümanların meselelerinin hemen halli yolunda gerekli adımlar atılması ve mukaddes Kudüs'ün siyonist yahudi işgalcilerin elinden kurtarılması yolunda İmam'ın uzattığı kardeşlik elini sevgiyle sıkacakları yerde küfür ve şirk dünyasının Ebucehil ve Ebu Leheb'leriyle elele verip onların safında Allah'ın dininin karşısına dikilmeyi tercih etmiş olmalarıdır... Tabi, bu hain tercih onlara da çok pahalıya mal olacak ve çok geçmeden ABD ve batı ülkelerinin tasmalı uşakları haline gelerek İsrail gibi bir ülkeyle uzlaşıp müslümanların tam kalbine yerleştirilen bu kanser tümörünün varlığını resmen tanıyacak, kendi ülkelerini kafirlere peşkeş çekerek şirk ve küfür devletlerinin askerlerini kendi ülkelerinde ağırlayıp eğlendirecek, Amerika'nın islam ülkelerinin kalbine kadar sızıp iyice yerleşmesi için ülkelerini, topraklarını ve bütün imkanlarını, ve bu cümleden olmak üzere vahy beldesini Amerikalıların yuvalandığı beldeler haline getireceklerdi. Saddam'ın tam bir çılgınlıkla Küveyt'e saldırıp bu ülkenin bütün varlığını ateşe vermesi ve hem Küveyt'in, hem Irak halkının geleceğini mahvedip islam düşmanlarının sürekli olarak bölgede bulunmasını sağlayacak bir taşeronluk rolünü oynaması, işlediği zulüm ve caniliğin ilahi adalet terazisindeki akıbetiydi: "... Allah'ın azabı da onlara hiç hesab etmedikleri bir yönden geldi, yüreklerine korku salıverdi, öyle ki, evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle tahrib ediyorlardı. Artık ey basiret sahipleri, ibret alın!" (Haşr, 2)

Nisbî bir barış sağlandıktan sonra İmam Humeyni -ks- hş 11.7.1367'de açıkladığı 9 maddelik bir kararla İslam Cumhuriyeti görevlilerinin ülkenin yapım ve onarımında izlemeleri gereken çizgi ve politikanın ana hatlarını belirledi. Bu mesaj dikkatle incelendiğinde İmam'ın -ks- basiretinin yanısıra, insâni değerlere verdiği önem de kolaylıkla anlaşılacaktır. Bu arada İran İslam Cumhuriyeti'nin 10 yıllık bir pratikten sonra edindiği tecrübe neticesinde İmam Humeyni hş.4.2.1368'de İslam Cumhuriyeti nizamının esas ve organik teşkilat yapısını mükemmelleştirmek amacıyla dönemin cumhurbaşkanı Ayetullah Hamenei'ye resmi bir yazı yazarak burada belirtilen 8 ana mihver çevresinde gerekli ıslahatların yapılarak anayasanın yeniden düzenlemesi için bir grup uzman ve bilirkişiyi görevlendirdiğini açıkladı. Bu maddelerin en önemlileri rehberlik şartlarıyla ilgili maddelerin yeniden düzenlenmesi, yürütme ve yargı gücüyle radyo televizyon kurumunda perakendeliklerin giderilip görev sahalarının belli bir merkezde belirlenmesi, islâmi nizamın maslahatını teşhis şûrâsının vazifelerinin tesbitinden ibaretti (88) Anayasanın yeniden düzenlenen maddeleri hş.12 Azer 1368'de -İmam'ın rıhletinden sonra- halkoylamasına sunuldu ve İran milletinin büyük çoğunluğunun onayıyla resmiyet kazanmış oldu.

İmam Humeynî -ks- marxist blokun çöküşünü seziyor

İmam'ın Gorbaçof'a Mesajı

Sovyetler Birliği Komunist Partisinin son başkanı ve yönetim heyeti reisi Gorbaçof, komunist blokun kaderini değiştirecek bazı reformlar başlatmıştı. Batı dünyası ve dünyanın ünlü siyasileri Sovyetlerdeki bu gelişmeleri tedirginlik ve şüpheyle izliyor, gerçeği göremiyorlardı; glasnost ve prosterika adlarıyla ün yapacak olan bu değişmelerin yetmiş yıllık komunist imparatorluğu yerle bir edip tarihin mezarlığına gömeceğine kimse inanmıyordu o günlerde... Tahminler; ekonomik sıkıntılar yaşayan Sovyetler Birliği'nin, bu sıkıntıları azaltabilmek amacıyla kendi uyduları durumundaki diğer doğu bloku ülkeleriyle var olan bazı direkt ilişkileri görmezden geleceği ve Sovyetlerin etkinliğinin azaldığı ve uydu ülkelerin kısmen bağımsız olabilecekleri yeni bir komunist düzen oluşturulmaya çalışıldığı yönündeydi. Ne var ki İmam Humeyni -ks- maddeci bir dünya görüşü taşıyan diğer politika uzmanlarının yabancısı olduğu muazzam bir ilerigörüşlülük ve basiretle bu değişimlerin henüz plân safhasında olduğu günlerde hş. 11.10.1367 tarihinde Gorbaçof'a yazdığı mektupta "Bundan sonra komunizmi dünyanın siyasi tarih müzelerinde aramak gerekir artık!" diyordu (89) İmam Humeyni -ks- bu mektubunda Sovyetlerdeki son gelişmeleri tam bir isabetle yorumlamakta ve bu gelişmeler için "Komunizmin kemiklerinin çatırdayışı" tabirini kullanmaktaydı. Şaşırtıcı olan bir diğer nokta da; İmam'ın o günkü dünya siyasi platformunu çok iyi bildiğini gösteren bazı net uyarılar ve belge nitelikli tespitlerdir bu mektupta... İmam Humeyni -ks- bu tarihi mektubunda Rusların, görünüşte yemyeşil ve pek cazip gibi duran kapitalist Batı'nın alımlı bahçesine doğru yuvarlandıklarını açıklıyor ve Amerika'nın oyununa düşeceklerini söyleyerek Rusları uyarıyordu. Felsefe ve irfanın derin konularına değinerek komunistlerin dinsizlik politikasında aldıkları ağır yenilgiyi hatırlatan İmam, batının maddeci dünya görüşüne bel bağlayacağı yerde Allah'a ve dine yönelmesini tavsiye ediyordu Gorbaçof'a. (solda fotoğraf s:157) Bu tarihi uyarı ve insancıl tavsiyede şöyle diyordu İmam:" Ülkenizin asıl meselesi mülkiyet, ekonomi ve hürriyet değildir; sizin sorununuz Allah'a samimiyetle inanmıyor olmanızdır; batıyı da çıkmaza sürükleyen ve mahva götürecek olan problemdir bu!"(90)

Ne var ki Rus liderler, İmam'ın bu insancıl nasihat, tavsiye ve fevkalâde isabetli görüşlerini ciddiye almadılar; Amerika ve Avrupalı şirketler bugünkü Rusya'yı ekonomik emelleri için bir oyuncak gibi kullandılar. Bugün bu blok ülkelerinin tamamında yeni ve değişik bir sömürü yöntemi uygulama safhasına konulmuş durumdadır. Bu ülkelerin halkları uyanıp kendilerine gelmedikçe bu gidişatın hızla uçuruna yuvarlanmaktan başka şey olmadığı apaçık ortadadır.

O dönemin Sovyetler dışişleri bakanı Şvardnadze, Gorbaçof'un cevâbî mektubunu İmam'a -ks- getirdiğinde karşılaştığı manzara onu şaşkına çevirmişti: Gerçekleştirdiği inkılapla Amerika'nın beynelmilel gücünü sarsan ve dünyanın 2. nükleer ülkesinin devlet başkanına nasihat ve uyarı mektubu yazan İmam Humeyni, Tahran'ın Cemâran mahallesindeki kerpiçten yapılma ve çamur sıvalı son derece gösterişsiz evinin 12 m karelilik odasında zerrece gösteriş ve teşrifata gerek duymaksızın inanılmaz bir sadelik içinde yaşıyor, bunca sadeliğine rağmen dağları imrendiren bir heybet taşıyordu. Bu sade odada bir Kur'an, bir seccade, bir tesbih ve küçük bir el radyosuyla birkaç gazeteyle dergiden başka birşey yoktu! Şvardnadze'nin asıl şaşkınlığı, yanındaki üst düzey Rus yetkilinin oturması için odada ikinci bir sandalyenin bulunmadığını farkettiği zaman başlamıştı. Bu durumda kendisi, hayatında ilk kez de olsa, yere oturmak zorundaydı şimdi! İmam'a gönüllü olarak hizmet eden yaşlı mümin adam, bu sade odada ikram edilen yegane şey olan bir bardak çayla, tabağın kenarına konulan iki küp şekeri eline tutuşturduğu zaman, doğu bloku merkezi yönetiminin dışişleri bakanı irkilerek kendisine gelmeye çalışacak ve bütün bunların ya hayal, veya kasıtlı plânlanmış şeyler olduğunu sanacaktı belki de... Ama gördükleri bir gerçekti... Sürgün yıllarından ve bu dönemden vefat lahzasına kadar bir tek defa olsun İmam Humeyni -ks- bu sade ve gösterişsiz yaşamını değiştirmemiş, ne kadar önemli olursa olsun, görüştüğü hiçkimse karşısında bu narmal ve sade hayatıyla davranışını değiştirmeye gerek duymamış, bir kez olsun mevki ve makam protokollerine kapılmamıştı.

İmam Humeyni, İslâmi Değerler Ve İslam Peygamberinin Onurunu Müdafaa Uğruna Tekrar Batının Karşısına Dikiliyor

İran- Irak savaşı sona erince Batılı siyasi liderler inkılâbî islama karşı yeni bir saldırı başlattılar. İslâmî İran'ın kendisini savunduğu bu uzun savaş boyunca ve aynı şekilde Lübnan Hizbullahıyla Filistin'in islami hareketi, Afganistan'ın islâmi cihadı ve hş. 14.7.1360'da Enver Sedat'ın Mısırlı inkılâbî müslümanlar tarafından öldürülmesi gibi birçok hadisede Batılılar, giderek gelişip güçlenmekte olan islâmi hareketi askerî yöntemler ve silah zoruyla durduramayacaklarını anlamışlardı. Şimdi yeni bir cephe açılması gerekiyordu bi islami uyanış hareketi karşısında: Psikolojik, kültürel ve ideolojik saptırma hareketi!

Batılılar daha önce sünni-şii ihtilafı da yaratıp müslümanları birbirine düşürmeyi denemiş, ama İmam Humeyni'nin dirayet ve basireti sayesinde bu iğrenç oyunları bozulmuştu. Bu durumda tek çare kalıyordu, o da bu yeni inkılâbî islamî hareketin temel dinamiklerini oluşturup gaye ve yöntem birliğine yardımcı olan ve bütün müslümanların şevk ve aşkla islama sarılmasını sağlayan ana değerler ve mukaddes inançlara saldırmak ve bu inançları leçkalaştırıp lekelemeye çalışmak!..

Selman Rüstü adlı satılmış bir yazara yazdırılan müptezel "Şeytan Ayetleri" kitabı astronomik tirajlarla basılıp bütün dillere çevrilmeye başlanıyor, Batı ülkelerinin bu müptezel ve ahlaksız girişini açıkça desteklemesi sözkonusu yeni kültürel haçlı saldırısının startını vermiş oluyordu. Bu iğrenç kitapta yüce islam peygamberine -sav- yapılan çirkin iftiralar karşısında islam toplumları gereken tepkiyi göstermeyip susmuş olsalardı en ön saflardaki ilk siper düşmanın eline geçmiş olacak ve bundan cüret alan düşman, islamın diğer mukaddesatlarına da kolayca dil ve el uzatarak siperleri teker teker ele geçirecekti. İslam ümmetinin dini düşüncesinin temelleri ve vahdet kimliğinin aslı bu mukaddesatlar üzerine kurulmuş durumdadır. Bu mukaddesatları laçkalaştırıp zihinlerde şüpheye yer bırakacak girişim ve fikirleri normalmiş gibi göstermek islam ümmetini içeriden dinamitlemek ve asıl kimliğinden koparıp uzaklaştırmak demekti. Kimliğinden soyutlanan ve kendi özüne yabancılaşıp yozlaşan bir neslin batı menşeli bozuk ideolojilerin propaganda ve fesat bombardımanları karşısında direnebilmesiyse elbetteki mümkün olmayacaktı.

İmam Humeyni -ks- bütün bu delil ve gerekçelere binaen hş. 25. 11.1367 (1989 kışı)'de birkaç satırlık bir fetva yayınlayarak Selman Rüşdü'nün mürted -dinden çıkmış- olduğunu ve idam edilmesi gerektiğini açıklayarak bu küfür ve şirk dolu kitabın muhtevasından haberdar olduğu halde onu yayınlayan veya satan yayınevleri için de aynı hükmün geçirli olduğunu duyurup bütün dünyayı etkileyen bir inkılabı daha gerçekleştirmiş oldu (91). Bu tarihi fetva bütün müslümanları Batı'ya karşı aynı safta biraraya getirmiş ve mezhep, dil ve ülke farklılıklarını bir kenara bırakarak bütün müslüman milletler İmam'ın bu fetvası etrafında kenetlenip "Şeytanın uşağı Rüşdü'ye ölüm!" diye haykırmaya başlamıştı. Bu hadisenin beraberinde getirdiği şeyler, bütün müslümanların bir ümmet olarak tecelli etmesini sağlamış ve aralarındaki çeşitli ihtilaflar ve farklılıklara rağmen doğru bir şekilde yönlendirilip güvenilir bir imamın liderliğinde harekete geçirilmeleri halinde islâmî değerlerin güçlü savunucuları kesileceklerini ve dünyanın geleceği üzerinde belirleyici bir rol oynayabileceklerini de göstermiş oluyordu. Ayrıca, İmam'ın yayınladığı bu fetva, islâmi İran'ın 598 no'lu bildiriyi kabul etmekle islami ve inkılâbî ülkü ve gayelerinden vazgeçmiş olduğu yolundaki batı menşeli zehirli propagandaları da etkisiz hale getirmişti.

İmam Humeyni'nin -ks- Son Yılları Ve Acı Hadiseler

İmam Humeyni'nin yakınlarının aktardığı hatıraları, bu takva ve İmam timsali insanın Rabbinin huzur ve likâsına kavuşacağı anların yaklaşmakta olduğunu sezdiği yolundadır. İmam'ı yakından tanıyanlar onun ötedenberi çok boyutlu güçlü bir karaktere sahip olduğunu, bilirler; bu boyutlarından biri olan irfânî kişiliğinin yanısıra, ömrünün son anlarına yaklaştığı dönemlerdeki mesajlarına, konuşmalarına ve siyası tavırlarına bakıldığında bunların daha öncekilerden çok farklı olduğu kolaylıkla görülür.

Bahsimizin ileriki bölümlerinde bunlardan örnekler aktarmaya çalışacağız.

Bu arada İmam'ın -ks- son yıllarında, onu pek etkileyip üzen bazı olaylar vuku buldu. Bunların en başta geleni Beytullah'il Haram'ı ziyarete giden mazlum hacıların hş. 1366'da -1988- savaşın ve kan dökmenin haram olduğu hac mevsiminde ve yine karıncayı bile incitmenin haram olduğu o kutsal mekanlarda şehid edilmeleriydi. Kur'an'daki yüzlerce ayetin emrine, hz. Resulullah'ın -sav- sarih sünnetine, Ehl-i Beyt imamları ve nice sahabeden ulaşan sayısız rivayetlere binaen İmamda islamda dinle siyasetin ayrılamayacağını ve yüce islam dininin siyasi anlamda eksik olduğunu zannetmenin şirkten başka şey olmayacağını, dinle siyasetin ayrı şeyler olduğu şeklindeki lâik fikirlerin aslında son yüzyıllarda sömürücü ülkeler tarafından insan topluluklarına aşılanmaya başladığının farkındaydı. Nitekim bu siyonist menşeli laiklik düşüncesinin islam alemi ve diğer dinlerin mensupları üzerindeki yıkıcı etkileri günbegün aşikar olmakta, toplumu dini inançlarından nasıl uzaklaştırdığı herkesçe görülmekteydi. İmam Humeyni -ks- yüce islam dininin insanoğlunun ferdî, içtimâî ve siyasi bütün boyutlarını tanzim edici bir hidayet dini olduğuna inanıyor ve esasen dinle siyasetin birbirinden ayrılması düşünülemeyeceğinden ve bu ikisi yekdiğerinden ayrılmaz bir bütün olduğundan, sadece ahlak ve ibadet dini olarak takdim edilip "kulla Allah arasındaki ilişkilerden ibaret"miş gibi gösterilen bir islam, İmam Humeyni'nin nazarında tahrif edilmiş olup "Amerikancılaştırılmış bir islam"dır. Böyle bir din, insanların sosyal, siyasi ve ferdî hayatına giremeyeceğinden onların kendi kaderlerini kendilerinin kurmasını da sağlayamayacak, bilakis, fertlerin ve milletlerin, kaderlerini kuzu kuzu ecnebilerle onların yerli uşaklarına teslim etmelerine göz yumacaktır. Bilhassa son iki yüzyılda din düşmanlarının ana sloganlarının "dinle siyaset ayrıdır" nakaratı olduğunu sezen İmam, başlattığı inkılâbi uyanış hareketini "dinle siyasetin ayrılmaz bir bütün olduğu" prensibi üzerine kurmuş ve bu isabetli tavrıyla islam ümmetinin inkılâbî ruhunun şahlanışa geçmesini sağlamıştır.

İmam Humeyni -ks- islam inkılabının zaferinden sonra İran'da, çağdaş beşeri düzenlerden çok farklı temellere dayalı islamî bir devlet düzeni oluşturdu ve bu nizamın temel prensiplerinin belirlendiği bir anayasa resmen kabul edildi. İmam bununla da yetinmeyerek yüce islam dininin sosyal ülküleri ve islam hükümlerinin siyasi ruhunu ihya için de büyük adımlar attı. Niceden beridir unutulmuş olan Cuma namazı ve Cuma hutbelerinin baştanbaşa tüm ülkede yeniden uygulamaya konulup pratik hayata geçirilmesi, dinî bayram namazlarının kalabalık kitlelerin katıldığı cemaatle kılınması ve bunun gereğince siyasi-ibâdî bir kalıpta gerçekleşmesine özen gösterilmesi, islam dünyasının iç ve dış meselelerinin Cuma ve bayram namazları hutbelerinde gündeme getirilip çözüm yollarının önerilmesi, dînî yas, taziye ve mersiye merasimlerinin nitelik ve nicelik olarak gerekli etkiyi sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmesi... gibi girişimler İmam'ın -ks- bu konuda attığı adımlara verilebilecek örneklerden birkaçıdır.

İmam'ın -ks- islami düşünce ve ibadetlerin ihyası ve yeniden eski canlılığına kavuşması yolunda attığı en önemli adımlardan biri de "İbrâhimî Hacc İbadeti"ni ihya etmesidir.

Birçok islam ülkesinde olduğu gibi İran'da da islam inkılabının zaferinden öncesine kadar, baştakilerin ecnebilere bağımlılığı ve bilhassa Suudlu yöneticilerin tam bağımlı bir politika izlemeleri nedeniyle yıllık hac törenleri gereken islâmî ruh ve muhtevadan tamamen boşaltılmış ve salt şekilden ibaret birtakım uygulamalar haline getirilmişti.

Müslümanlar dünyada benzeri olmayan bu "yıllık muazzam kongre"nin ruh ve felsefesinden bîhaber olarak gidiyorlardı hacca. Kur'an-ı Kerim'de açıkça buyurulmuş olan bir nassla "Hacc, insanların kıyam etmeleri gereken yer ve müminlerin müşriklerden uzak ve berî olduklarının en sarih ve en güçlü beyanı ve bu tür gösterilerin en yoğun şekilde gerçekleşmesi gereken mahall" iken (92) hac merasimlerde müşriklerden teberri ve şirkten uzak durulduğuna dair hiçbir alenî ilan görülmemekte, islam dünyasının şu veya bu meselesinin halli yolunda herhangi bir adım atılmamaktaydı. Oysa ki aynı günlerde islam dünyası en zor dönemlerini yaşamakta ve dört bir yandan dünya sömürü güçleriyle siyonist İsrail'in saldırılarına maruz bulunmaktaydı. İslam inkılabının zaferinden sonra İmam Humeyni yayınladığı hac merasimi mesajlarıyla müslümanların hac törenleri sırasında kendi siyasi meselelerini gündeme getirip görüşmeleri, saflarını müşriklerle kafirlerden ayırıp onlardan uzak ve ayrı olduklarını haykırıp teberrîde bulunmaları ve bunun haccın vazgeçilmez dînî şartlarından biri olduğunu unutmamaları, bu hususta bütün müslümanlara belli görev ve sorumluluklar düştüğü ve her müslümanın bu hususta yükümlü bulunduğu aslının sürekli hatırda tutulması gerektiğini vurguluyor ve bu azmi ve dikkatiyle islama canlılık kazandırıyordu. Böylece hac merasimleri giderek özüne kavuşmayan ve muazzam hac kongresi gerçek kimliğine kavuşmaya başlamıştı. Her yıl hac mevsiminde Rabbinin evini ziyarete koşan İranlı hacılar onbinler halinde yürüyüşler tertipliyor ve islam düşmanlarına, müşrikler ve kafirlere karşı olduklarını ve sadece Allah'a "Lebbeyk!" dediklerini haykırıyor, diğer ülkelerden gelen inkılâbi müslümanlar da coşkuyla bu sele katılarak küfür ve şirk dünyasını dehşete düşüren muazzam kalabalıklar oluşturup hep bir ağızdan Amerika, Sovyetler ve İsrail gibi küfür ve şirk aleminin bugünkü çetebaşlarının yüreklerine korku salan sloganlar atıyor; bütün müslümanları vahdet içinde elele verip birlik olmaya davet ediyor ve hac günlerinde dünya müslümanlarının çeşitli meselelerinin görüşülüp tartışıldığı ve gerekli çözüm yollarının konuşulduğu müşavere toplantıları düzenliyordu.

Bütün bu girişimler ve çalışmaların fevkalade etkili olmaya başladığını gören Amerika ve İsrail, islâmi İran'ın bu inkılâbi girişim ve çalışmalarının derhal engellenmesi için Suudi Arabistanlı yetkililere baskılarda bulunmaya ve bu baskıları günbegün artırmaya başladı.

Hacc mevsimi... Hk. 1407 Ziyhicce'sinin 6'sına rastlayan Cuma günü 150 bini aşkın hacı müşriklerle kafirlerden teberrîde bulunmak ve saflarını onlardan ayırmış olduklarını haykırmak üzere yapılacak büyük yürüyüş ve gösteriye katılmak üzere Mekke caddelerinde hareket etmekteyken (foto s: 164 ve 165) daha önceden aldıkları direktiflerle teçhizatlanmış bulunan Suudi Arabistan'ın gizli memurlarıyla polis ve askerleri; Amerika ve İsrail'e geçit vermeyecekleri yerde, bu kalabalıkların toplandığı geniş sahanın bütün çıkışlarını barikatlarla kapatarak tıpkı İsraillilerin yaptığı gibi ansızın müslümanların üzerine ateş açmaya başladılar. Bu hengamede her çeşit silahı kullanan Suudlular birkaç müslüman kadınla yaşlı hacıları pala, bıçak, zincir, sopa, jop vb silahlarla öldürüp inanılmaz bir vahşet örneği sergilediler. Karıncayı bile incitmenin haram olduğu bu mukaddes beldede hem de... Bu inanılmaz katliamda İranlı, Lübnanlı, Filistinli, Pakistanlı, Iraklı ve diğer ülkelerden hacca gelen 400'e yakın müslüman şehid oldu, 5000'den fazla müslüman yaralandı ve çok sayıda müslüman da hiçbir suç işlemediği halde tutuklandı. Şehid ve yaralıların çoğunluğunu, olay mahallesinden kaçabilecek gücü olmayan yaşlılarla kadınlar ve çocuklar teşkil ediyordu.

Bu müslümanların yegane suçu, Rablerinin çağrısına lebbeyk diye koşmak ve tekbirler getirerek çağın müşrik ve kafirlerini kınayıp teberride bulunmuş olmalarıydı: Kan dökülmesinin haram olduğu aylardan birinde, Beytullah'il Haram mıntıkasında ve Cuma günü... Bu barbarca küstahlık karşısında hiçbir girişimde bulunamamak ve islam ümmetinin maslahatı ve o günlerde islam dünyasının içinde bulunduğu şartlar nedeniyle bu inanılmaz zulme gereken cevabı verememek İmam'ı fevkalade üzmüş, bu üzüntü ve hışmı ömrünün son günlerine kadar konuşma ve mesajlarında kendisini belli etmiştir.

Daha önce de belirttiğimiz nedenler ve şartlar gereğince bu vak'adan bir yıl sonra İran İslam Cumhuriyeti'yle Irak, 598 no'lu bildiriyi kabul etmiş, böylece İran'a zorla yüklenen tahmilî savaş son bulmuştu. Müslüman İran halkının bu 8 yıllık mukaddes müdafaa boyunca gösterdiği fedakarlık ve islam savaşçılarının sergilediği kahramanlıklar ve düşmanın bu savaşı çıkarma nedeni olan gaye ve emellerinden hiçbirini gerçekleştirme başarısını gösterememiş olması ve işgal ettiği topraklardan çıkarılarak tamamen eşitsiz bir savaşla kendi sınırlarına kadar geri püskürtülmesi ve islam ordusunun zafer kazanarak bu savaşa son vermesi sevindirici bir hadiseydi; ama bu savaşın bitiminden önce vuku bulan facilar ve bu cümleden olmak üzere mazlum Halepçe halkının Irak tarafından kimyasal bombalarla katledilip binlerce masum kadınla çocuğun kendi hükumeti tarafından barbarca öldürülmesi ve yine Baasçı güçlerin İran'ın nice sivil yerleşim merkezlerini bombalaması sonucu binlerce masum insanın hayatını yitirmesi, Saddam'ın yardımına koşması amacıyla bölgedeki sözde müslüman ülkelerin uzlaşması iktidarlarının Amerika'yla Avrupa'ya yeşil ışık yakarak Fars Körfezi'nin ABD ve Avrupa savaş filolarıyla dolmasına neden olması ve nihayet İran yolcu taşıma uçağının Amerikan savaş gemisi tarafından düşürülerek Fars körfezi'nin masum insanların kanına boyanması gibi dayanılmaz hadiseler, gayret ve izzet sahibi her müslümanın kalbini cenderede sıkacak kadar büyük acılardı; bütün varlığını islam ümmetinin salahına adamış ve müslümanların tekrar geçmişteki onur ve izzetlerine kavuşabilmesi için hayatını ortaya koymuş bulunan İmam Humeyni gibi bir evliyanın bu hadiseler karşısında acı duymaması elbette ki mümkün değildi.

Müslüman milletlerin islama duydukları sevgiye rağmen, başlarındaki uzlaşmacı iktidarların islamın yeminli düşmanı olan ülkelerle işbirliği yapıp saldırgandan yana tavır koyduklarını görmek İmam'ı fevkalade üzüyordu. Üstelik o, bütün bu ihanetlerin getireceği acı akibeti önceden görmekteydi; nitekim islam nizamının karşısına dikilip saldırgan Baasçılara destek vermenin hiçbir olumlu sonuç getirmeyeceği gibi, yakın bir gelecekte bu küllenen ateşin bizzat kendilerini yakacağı yolunda sözkonusu ülkeleri defalarca uyarmıştı. İmam'ın bu şaşırtıcı basireti ve isabetli tahminlerinin en bariz örneklerinden biri, henüz Saddam Küveyt'e saldırmadan 8 yıl önce çarpar. Aynı yıl Sahife-i Nur külliyatında (c:16 s:150) basılan bu konuşma metninde İmam Humeyni -ks- Saddam'ı himaye eden arap ülkelerine hitaben şöyle diyordu: "Bölgedeki devletler dikkat etsinler şuna: Amerika veya bir başka blok için kendilerini uçuruma atmaları isteniyor onlardan... "Sizler süper güçlerin oyuncağı haline getirilmişsiniz" diye defalarca uyarmışızdır kendilerini... Şunu biliniz ki Saddam, kurtulur da yeniden gücünü elde edecek olursa gelip size teşekkür edecek ve sizin gibilere kadirşinaslıkta bulunacak biri değildir asla. O, kendisini dev aynasında görmekte ve cinnet geçirmektedir şimdi; kendisine yardımcı olan sizlere saldıracak, sizinle de savaşacaktır o!.." Aynı konuşmadan bir yıl önce de İmam Humeyni -ks- bu görüşünü dile getirmiş ve hş.11.9.1360 tarihli bir konuşmasında şu uyarıda bulunmuştu: "Bölge hükumetlerinin tamamına nasihatte bulunuyorum: Saddam'ı desteklemekten vazgeçin ve Allah Tebarek ve Tealâ'nın sizlere gazab edeceği o günden korkun!" Bu ihtar ve nasihat karşısında bugün hayretlere kapılmamak elde değildir; zira Allah'ın bu has evliyasının vefatından çok kısa bir süre sonra bu olay vuku bulacak ve saldırgan Saddam'ı barışçı, saldırıya uğrayan İran'ı ise savaş yanlısı olmakla suçlayan bölge ülkeleri bizzat Saddam'ın saldırısına maruz kalacaklardı!.. Arada sadece şu fark vardı: İslami İran'ın tam tersine, bu ülkeler Saddam'ın elinden Saddam'ın efendilerine sığınmış ve bu savaşları çıkarıp Saddam'ı kışkırtan şeytanlardan medet ummuşlardı yine!

Siyonist İsrail'in Filistin'i işgal ettikten sonra Güney Lübnan'a da saldırmaya başlaması ve sözde islam ülkelerinin İsrail'e karşı hiçbir tepki göstermemesi ve bundan cüret alan siyonist İsrail'in Filistinli inkılâbi gençleri acımasızca işkenceler altında öldürmesi ve daha da kötüsü, arapların Kudüs'ü kurtaracakları yerde işgalci İsrail'le uzlaşmaya başlaması "Cemaran Evliyası"nın iman dolu kalbini cendereye alan acılardı... O, siyonist İsrail tarafından işgal edilen islam topraklarının kurtarılması için daha ilk günlerde İsrail'le onun asıl hâmisi Amerika'ya karşı itiraz edip haykırmış ve bu yüzden ülkesinden uzaklaştırılarak tam 14 yıl sürgüne gönderilmiş, islam inkılabının zaferinden sonra da bütün maddi ve manevi imkanlarını bu gaye için seferber etmekten geri durmamıştı. Ve şimdi; bütün islam dünyasında olduğu gibi Filistinli gençlerde de başlayan islami uyanış hareketlerinin mevcut şartları hızla değiştirerek dengeyi ABD ve İsrail aleyhine bozmaya başladığı bir sırada islam ülkelerinin başındakilerle Filistin teşkilatlarının yöneticileri İsrail'le uzlaşıp kendilerini ona teslim edecek olan "Barış Süreci"ne giriyor ve İsrail'e teslim olmak için gerekli anlaşmaları imzalamaya hazırlanıyorlardı! (foto-solda s:168) İmam'ın ömrünün son yıllarında vuku bulan bu olaylar onu derinden etkilemekte ve gece namazlarındaki dua ve yakarışlarının çoğu, bu sorumsuzlukları Rabbine şikayet edip ahvalin ve bu ahvale sebebiyet verenlerin ıslahı için duayla geçmekteydi.

İran dahilinde de benzeri hadiseler vuku bulmadaydı ki bunların en başta geleni hş.8.1.1368'de rehber vekilinin görevinden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan şartlar ve gelişmelerdi. İran İslam Cumhuriyeti anayasasına bizzat İmam Humeyni'nin önerisiyle getirilip onaylanan çok önemli maddelerden biri de, islam nizamını idare salahiyetini belirleme ve bu salahiyete haiz rehberi tayin amacıyla bir "Uzmanlar Meclisi" kurulmasıdır. Bu uzmanlar, gerekli şartlara haiz seçkin fakihlerle müçtehidlerden müteşekkil olup bizzat halk tarafından seçilmektedirler ki böylece halk, islam nizamının kaderini belirleyecek en önemli mesele olan rehberliğin tespit ve tayinine doğrudan doğruya müdahele etmekte ve bu makamı belirleyecek ve gerekli denetimi yapacak uzmanları bizzat seçmektedir.

İlk Uzmanlar Meclisi hş. Tir-1362'de yaptığı bir oturumda Ayetullah Muntazari'yi rehber vekili olarak seçti. Muntazari, İmam'ın seçkin öğrencilerindendi ve 15 Hordad kıyamıyla ondan sonraki gelişmelerde fiilen mücadeleye katılmış ve bu nedenle de Ayetullah Talagani ve diğer inkılâbî alimler gibi o da uzun süre şah rejiminin hapislerinde yatmıştı.

İmam'ın ona yazdığı son mektup, onun istifasının kabulü ve rehber vekilliğinden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanacak gelişmelerin habercisiydi; İmam -ks- bu mektubunda, Muntazari beyin islam nizamının gelecekteki rehberi olarak seçilmesine kendisinin daha ilk baştan beri karşı olduğunu ve onu, bu ağır, tehlikeli ve çetin sorumluluğun yükünü kaldırabilecek güç ve tahammüle sahip biri olarak görmediğini belirtiyordu (93).

İmam, bu mektubunda Uzmanlar Meclisi'nin onu seçtiği sırada kendisinin meseleye müdahele etmemesinin nedenini açıklıyor ve "Uzmanlar Meclisi'nin yetkilerine müdahelede bulunmak istemediği"ni hatırlatıyordu. Evet, İmam'ı yakından tanıyanlar, onun ahdine ve islam nizamının kanunlarına bağlılık konusunda ne kadar ciddi ve samimi olduğunu bilirler. İslam nizamı mesulleri ve müslüman İran halkının kendisini can-u gönülden sevmesine ve görüşüne öncelik verileceğini bilmesine rağmen İmam -ks- bunca önemli bir konuda bile kanunu çiğnememiş ve meclisi etkileme yoluna gitmemişti.

Aynı mektupta İmam Humeyni -ks- kendisinin ona ilgi duyduğunu ve bu nedenle de geçmişteki hatalarını tekrarlamamasını ve evini dürüst olmayan kimselerle islam nizamına muhalif unsurların uğrak yeri haline getirmemesini salık verdiğini vurguluyor, böylece halkın, medrese çevresinin ve nizamın onun fıkhî görüşlerinden faydalanabilmesinin mümkün olabileceğini hatırlatıyordu.

Bu arada şu noktayı bilhassa hatırlatmakta fayda vadır: İmam Humeyni -ks- Uzmanlar Meclisi'nin Ayetullah Muntazari'yi rehber vekili olarak seçmesi üzerine bu görüşe katılmadığını açıklamamakla kalmamış, onun zaaflarını gidermesi ve hatalarını düzeltmesi için de müşfik bir baba gibi elinden gelen hiçbir yardımı esirgemeyip gelecekte islam nizamının rehberliği gibi ağır bir vazifeyi üstlenebilmesi için onu hazırlamaya da başlamış; hatta bu gayeyle birçok önemli ve stratejik işi de onun insiyatifine bırakmıştı. Ne var ki "böylesine ağır bir vazifeyi kaldırabilecek güç ve takatten yoksun olduğu" gerçeği daha ilk günlerde kendisini göstermeye başlamıştı. Büro olarak da kullandığı evi, dürüst ve sağlam olmayan insanların uğrak yeri haline geliyordu; karanlık emeller taşıyan bazı odaklar kolaylıkla oraya sızmayı başarmışlardı. Nitekim televizyonda yayınlanan itiraflarında geçmişlerinin ne kadar karanlık olduğu ve ne gibi çirkin emeller taşıdıkları herkesçe görülmüştü. Bu çirkin emelleri taşıyanlar, Ayetullah Muntazari'nin sözkonusu zaafını kullanarak İmam'ın müşfik öğütlerine kulak verilmesini engellediler ve eski gidişatlarında da hiçbir değişikliğe gerek duymadılar. İmam Humeyni -ks- yazılı mesajlar ve ikili görüşmelerde ve unsurlarla irtibatın kesilmesi gerektiğini ve nizamın samimi yetkilileriyle meşverette bulunulmasının faydalı olacağını defalarca hatırlatmış, müşfikçe uyarılarını sürekli tekrarlamıştı.

İslami İran tarihinin bu olayına dair kritik noktaları kavrayıp bu olayın İmam'ı ne kadar üzmüş olduğunu anlayabilmek ve İmam'ın islam nizamının maslahatı için özel ve duygusal ilişkilerini nasıl kolayca bir kenara bırakabildiğini görebilmek için onun hş. 21 Ferverdin 1368'de İslamî Şûrâ Meclisi'ne yazmış olduğu resmi mektubun şu cümlelerine dikkat etmek yeterli olacaktır: "Muntazari Bey meselesini gereğince bilmediğinizi ve hadisenin aslından haberiniz olmadığını duydum. Şu kadarını bilmeniz yeter: Meselenin bugünkü boyutlara ulaşmaması için şu ihtiyar babanız iki yıldır bildiri ve mesajlarla elinden geleni yaptı ama ne yazık ki başarılı olamadı"...(94) "... Diğer taraftan, şer'i vazifesi gereği, islam nizamının muhafazası için gerekli kararın alınması gerekiyordu, binaenaleyh onun elinden içim kan ağlayarak hayatımın mahsulünü islam ve nizamın maslahatı için berkenar ettim!"(95)

Böylece islam nizamının geleceğiyle ilgili son derece tedirginlik verip kaygı uyandıran meselelerden biri daha, rahmetli İmam'ın güçlü insiyatifiyle halledilmiş oluyordu ki, ondan başkasının uhdesinden gelemeyeceği kadar zor ve çetrefilli bir problemdi bu. İmam Humeyni -ks- bu prensibini daha önce de defalarca tekrarlamış ve şöyle demişti:"İnkılab, hiçbir gruba borçlu değildir", "Defalarca açıkladım bunu, ben kimseyle "herşeye rağmen" denilebilecek bir dostluk ahdinde bulunmuş değilim" "Benim dotluğum, muhatabımın yolunun doğruluğuyla orantılıdır." Yine İmam -ks- dînî ilmiye medreselerine gönderdiği meşhur mesajında şöyle diyordu: "Allah da bilir ki kendi şahsım için zerrece özel bir hak ve ayrıcalık veya dokunulmazlık istemiyorum ben... Eğer bir hata işlersem ben de hesap vermeye hazırım..."(96)

Daha önce de belirttiğimiz gibi İmam'ın -ks- ömrünün son dönemlerindeki konuşma ve mesajlarıyla, daha önceki konuşma ve mesajları pek farklıdır; onun son dönemlerindeki bütün konuşma ve mesajları kendisinden sonraki zaman dilimlerine de önem verdiğini ve zamanın o dönemleri için de sorumluluk hissettiğini göstermektedir. İmam'ın -ks- daha önceki konuşma ve mesajları genellikle islami İran milleti ve yöneticilerine yol gösterme ve İran'ın iç meseleleriyle islam dünyasının problemleri çevresinde şekillenirken son dönemlerdeki mesaj ve konuşmalarında daha ziyade geçmişle şimdiki zamanın birlikte bir değerlendirmesini yapıp bunun ışığında geleceğin panoramasını çizmekte ve gelecekteki sorumluluklar karşısında bütün müslümanların vazifelerinin ne olduğu ve nasıl davranılması gerektiğini hatırlatmaktadır. Başka bir deyişle Allah'ın bu has evliyası, ebedî dosta kavuşma vaktinin gelip çattığını hissetmekteydi. Bu nedenle de onun islâmî hareketinin temellerini oluşturan değer, ülkü ve gayeleri son bir kez daha önemle hatırlatıyor, İran İslam Cumhuriyeti nizamıyla cihanşumül islam inkılabının birincilleriyle vazgeçilmez prensip, gaye ve ilkelerini tekrar vurgulamayı gerekli görüyordu.

İmam Humeyni -ks- bu değerlendirmelerinde İran'ın iç yapısı ve dünya sathındaki son yapılanma şekillenmeleri ele almakta, çağdaş dünyaya egemen güçlerin durum, yapı ve geleceklerini incelemekte, gelecek nesillere fevkalâde yardımcı olarak ne yapılması gerektiğini öğretmekte ve artık kendisinin aralarında bulunmayacağı yarınlarda her kesim ve sınıfa düşen vazifelerin ne olduğunu açıklamaktadır.

İmam Humeyni -ks- vefatından yıllar önce, hş. 26 Behmen 1361'de (1983'te) yazmış olduğu tafsilatlı siyasi-ilahi vasiyetnamesini bu gayeyle hazırlamıştır işte. Bugüne değin çeşitli dillere çevrilip basılmış bulunan bu muazzam vasiyetname (97) İmam'ın ölümsüz mesajını, onun inanç, ülkü ve ideallerini ihtiva etmekte ve onun çizgisine inananlara tavsiye ve öğütlerini iletmektedir. Böylesine geniş ve teferruatlı olup bütün meseleler karşısında duyarlı, islam dünyası ve her kesime ait müslümanların tamamına hitab edip herkes için gerekli tavsiye ve öğütleri kapsayan bir vasiyetname islam alemi fakihleri ve müçtehidlerinin tarihinde gerçekten eşsiz ve benzersizdir. İmam'ın mesuliyet bilinci ve sorumluluk sahasının şaşırtıcı ufuklarını göstermesi açısından bu vaziyetname bir belgeseldir de aynı zamanda. (foto: s:172)

İmam Humeyni'nin -ks- son mesaj ve öğütleri bu vasiyetnamede belirttiği değerler ve değindiği siyasi, ahlaki ve sosyal prensiplerdir aslında. Bu son mesajların başlıca önemli boyutlarından biri de, İmam'ın müslümanların dikkatini islam konusunda iki zıt algı ve değerlendirmeye çekmiş olmasıdır. İmam, ister islam ister diğer ilahi dinler olsun; bütün dinlerin ilk dönemlerden günümüze kadar daima iki farklı ve zıt çehreyle insanlara takdim edilmiş olduğu inancındaydı ki sayısız tarihi belgeler, onun bu tespitinde ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu: Bir yanda dinadamı kılığına bürünmüş sahtekarların takdim ve tavsiye ettiği ve egemen zalim güçlerle sömürü zihniyetli iktidarların tahrif edip saptırdığı bir din ve islam; diğer yanda da bu sahte islamın karşısında yeralan ve tarih boyunca mücahitlerin kanıyla ayakta durup gerçek evliya ve alimlerin yorulmak bilmez samimi çalışmalarıyla her nevi sapma, tahrif ve hurafeden uzak tutularak korunan gerçek din ve gerçek islam vardır. İslam toplumunu harekete geçirme konusunda İmam'ın -ks- gösterdiği başarının bir sırrı da bu zıtlaşmaya sürekli değinmesi ve bu iki zıt ekolün özellik ve neticelerini doğru ölçülerle değerlendirebilmiş olmasıdır.

İmam Humeyni -ks- bu tarihi hakikatin gereğince bilinip anlaşılmamasının islam ülkelerine sömürünün sızmasına yol açtığını ve müslümanların kendi kimlikleriyle parlak kültür, geçmiş ve medeniyetlerinden uzak düşmesine neden olduğu inancındadır; bu da müslümanların bugünkü üzücü konuma düşmesiyle sonuçlanmış ve geçmişte sloganı "İslam yükselecek ve galip olacaktır, hiçbirşey ona üst gelemez, hiçbirşey islamdan daha üstün olamaz" olan (98) ve "Allah Teala, kafirlerin müminlere üst gelmesi için hiçbir yol yordam göstermiş değildir" (99) buyruğunu şiar edinmiş insanların torunları bugün kendi ülkelerinin toprak bütünlüğünün korunmasını bile kafirlerle müşriklerden umacak ve kendi düşmanından merhamet dilenecek hale düşmüştür.

İmam Humeyni bu çağda islama getirilen iki yorum ve iki zıt değerlendirmeyi "Amerikancı islam" ve "Muhammedî öz islam" şeklinde isimlendirmektedir. Kur'an ve hz. Resulullah'ın -sav- sosyal ve siyasi sorumluluklara dair buyruklarının görmezden gelindiği ve iyiliği emredip kötülüğü engelleme, cihad, islamî adalet, sosyal ve ekonomik ilkeleri belirleyen hükümlerin kulak ardı edilip müslümanların kendi kaderlerini belirlemelerine izin verilmediği ve "dinle siyaset birbirinden ayrıdır" yalanıyla dini salt birtakım ahlâki ve manevi şeylerden ibaret gibi gösterip bunları da gerçek anlam, felsefe ve özlerinden soyutlayarak takdim etmek şeklinde anlaşıldığı bir islam, ancak islam düşmanlarının işine yarayan özü ve ruhu dumura uğratılmış bulunan ve onların ekmeğine yağ süren "Amerikancı islam"dır ki Amerika'yla kuklalarının yozlaştırarak takdim ettiği islamdır bu.

Rahmetli İmam'ın -ks- bu düşünceleri, islam ülkelerinin bugünkü halini gösteren birçok tarihi ve sosyal gerçekler ve acı belgelerle ispatlanmış hakikatlerdi. İmam'a göre çağdaş sömürü düzeni bütün başarısını, geçmişteki sömürü çalışmalarına borçluydu. Geçmişte islam ülkelerine gönderdikleri hırıstiyan ve yahudi musyonerler vasıtasıyla islamı değiştiremeyen veya müslümanları dinlerinden çıkarmaya muvaffak olamayan sömürü odakları bu tecrübeyi tekrarlamayarak; islamı özünden ve ruhundan soyutlama yöntemini tercih ettiler ve yüce islamı, ruhsuz ve aktivitesiz bir dine dönüştürmüş oldular. Böylece islamı kendi içinden kurt gibi kemirerek koflaştıran bu ihanet girişimlerinin acı neticesi bugün açıkça gözler önündedir: Bugün islam ülkelerinin çoğunun kanun ve hukuk düzenlemeleri, yargı ve adalet sistemleri batının materyalist ve laik ilkelerinden iktibas edilmiş olup vahy ve bi'set esaslarına dayalı bulunmayan prensiplerden kaynaklanmaktadır. Amerikancı islam, batının herze ve laubali kültürünün olanca ahlaksızlıklarıyla islam toplumlarına sızmasına izin vermekte, müslüman neslin özünü ve kimliği için ciddi tehdidler oluşturmaktadır. Yine bu Amerikan islamıdır ki göbeğinden ecnebilere bağlı bulunan hükumetlerin işbaşına gelmesini sağlamakta ve bazen islam, bazen laiklik, bazen de demokrasi ve hümanizm gibi isimler altında müslüman halkın karşısına dikilmekte, ezanı yasaklamakta, okulları kapatmakta, başörtüsüne müdahele etmekte, müslümanların dinî inanç ve mukaddesatlarına saldırma cür'eti göstermekte, hatta bunlarla da yetinmeyerek islamın yeminli düşmanları olan Amerika ve İsrail'le de her çeşit anlaşma yapıp müslüman halk adına her çeşit ihanet ve satılmışlığa imza atabilmektedirler.

İmam Humeyni -ks- son mesajlarında bu noktaya çok sarih bir şekilde değinmekte ve insanoğlunun mevcut çıkmazlardan kurtulabilmesinin tek yolunun din çağına dönmek ve dine gönülden inanmak olduğunu vurgulayarak müslüman ülkelerin hal-i hazırdaki esef verici durumlarından kurtulabilmelerinin yegane yolunun kendi öz benliklerini bulup Muhammedî öz islam etrafında kenetlenmek ve şirk dünyasından kimliğini bulmak olduğunu hatırlatmaktaydı.

İmam Humeyni'nin -ks- İnanç, İdeal Ve Hedefleri Nelerdi?

İmam Humeyni'nin -ks- siyasi hayatını incelediğimiz bu özet eserin sonlarına yaklaşırken, tarihe şerefle imzasını atmış bulunan bu nadide mümin ve hak evliyaullahın inanç ideal ve hedeflerine de kısaca gözatmakta fayda vardır (100) Böylesine nadide bir kişiliğin inanç ve ideallerini etraflıca inceleyebilmek için en azından onun pratik hayatı ve bütün konuşmalarıyla yazılı ve basılı eserlerini mütalaa etmek gerekiyorsa da biz bu özet eserde İmam'ın bu boyutlarına da kısaca değinmeye çalışacağız.

İmam Humeyni -ks- hayatını Yüce Rabbinin rızasına adamış bir mümindi; onun yaşam, inanç ve düşüncesine şekil veren etkenler Kur'an ve Resulullah'ın -sav- sünnetiyle, bu sünneti en mükemmel ve bozulmamış öz haliyle yaşatabilen Eh-i Beyt-i Resulullah'ın -sav- yolu-yordamıydı. İmam Humeyni -ks- hangi ırk, mezhep ve düşünceye sahip olursa olsun, Allah ve Resulü'ne inanıp Ka'be'yi kıble olarak bilen bütün müslümanların samimiyetle elele verip birlik ve vahdet içinde olmaları gerektiği inancındaydı; bütün müslümanlar elele verip kenetlenmeli ve islam düşmanı sömürü güçlerinin karşısına dikilmeliydi. İmam'ın konuşma, yazı ve mesajlarının önemli bir bölümü, dünya müslümanlarını vahdet, birlik ve beraberliğe çağıran mazmunlar oluşturur.

İmam Humeyni -ks- müslümanlar arasında ihtilaf yaratıp saflarının gevşemesine neden ve sömürücülerin ekmeğine yağ sürecek olan hiçbir girişimi câiz bulmuyordu. Kendisine has muazzam fetvaları, hz. Resulullah'ın -sav- doğum günü münasebetiyle vahdet haftası ilanında bulunup ard arda mesajlar yayınlayarak şîasıyla, sünnisiyle tüm müslümanları birleşmeye çağırması ve sünni - şii birliğinin pratik imkanlarını bilfiil öğretmesi, bütün hayatı boyunca sünni-şii ayrılığını körükleyen girişimlerin karşısına dikilmesi onu tüm dünya müslümanlarının sevgilisi haline getirmişti.

Eşi ve ortağı bulunmayan biricik Yaratıcı'ya -cc- inanmak, hz. Muhammed'in -sav- son peygamber olduğuna ve Kur'an-ı Mecid'in insanlığa ebediyen yol gösterebilecek hidayet kitabı ve kanunlar bütünü olarak indiğine iman etmek ve islam dininin namaz, oruç, hacc, zekat ve cihad gibi vazgeçilmez hükümlerine iman ve amelde bulunmak, islam düşmanları karşısında bütün müslümanların birleşip kenetlenmesini sağlamaya yetecek eksenler ve müştereklerdi.

İmam Humeyni'nin -ks- ıslahçı kıyam ve mesajları sadece İran'a veya diğer islam ülkelerine yönelik değildi. O, bütün insanların yaradılış ve fıtratının tevhid, şeref, hayra ve hakikate yönelme ve adalet arama gibi insânî prensiplerle yoğrulmuş olduğunu bildiğinden, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve bireylerin kendi kötü nefislerinin şeytanıyla dış çevrenin şeytanîliklerine karşı durabilmeyi becermesi halinde bütün insanların Allah'a inanma ve gerçek ilahi adaletin gölgesinde yaşama yolunu tercih edeceklerine inanmadaydı. Bu nedenle de İmam Humeyni -ks- yayınladığı mesajların çoğunda, esaret halinde bulunan 3. dünya ülkeleriyle dünya mustaz'aflarını müstekbirler ve sultacı egemenlere karşı başkaldırıp kıyama davet eder. Nitekim İran'da islam inkılabının zafer kazandığı ilk günlerden itibaren İmam bu görüşünü yüksek sesle açıklamakta ve "dünya mustazaflar partisi"nin bir an önce kurulması gerektiğini vurgulayarak bu görüşü can-u gönülden savunmaktaydı. Nitekim "dünya kurtuluş ve bağımsızlık hareketleri"nin ilk uluslararası oturumu, İmam'ın -ks- insiyatifiyle ve onun zamanında islami İran'da gerçekleşecekti.

İmam Humeyni -ks- islam inkılabının Amerika, batı ve eski Sovyetler'in başındaki sultacı ve zorba iktidarlarla bu müstekbir egemenlere düşman olduğunu ama bu ülkelerdeki zulüm sistemlerinin pençesinde kıvranan millet ve halklarla hiçbir alıp-veremediğinin bulunmadığını, çünkü bizzat o milletlerin de başlarındaki mezkur sultacı yönetimlerin kurbanları olduklarını vurguluyordu daima. İmam Humeyni'nin -ks- birinci slogani "Zalimle savaşmak ve mazluma yardımcı olmak"tı: "Biz, ne kimseye zulmeder, ne de kimsenin zulmüne boyun eğeriz!"(101).

İmam Humeyni'nin inanç, akide ve ideallerinin neler olduğu ve onun hangi temel kaynaklardan beslendiğini çok net olarak ortaya koyan en bariz belge, kendisine "inancı"nı soran Londra -Tımes muhabirine verdiği şu cevaptır:

"Benim ve bütün müslümanların inancı; Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiş bulunan ve Allah'ın hak Resulü'yle -sav- yine onun belirtmiş olduğu hak imamlardan bize ulaşan buyruk ve prensiplerdir ki bütün bu buyruk ve prensiplerin temeli olup bizim inancımızın da ana kaynağını teşkil eden eksen "tevhid" esasıdır. (foto-inan s:176) Bu itikad gereğince biz inanırız ki tüm kainat ve varlık aleminin ve bu cümleden olmak üzere de insanoğlunun yaratıcısı ancak ve ancak Allah Tealâ hazretleridir; O'nun mukaddes zâtı herşeyi bilir ve herşeyden haberdardır, herşeye muktedirdir ve herşeyin sahibi ve mâlikidir. Bu temel esas ilke bize şunu öğretmektedir: İnsanoğlu sadece Hak Teala'nın mukaddes zâtı karşısında eğilmeli; kendisine itaat etmenin Allah'a itaat etmekle eşanlamlı olduğu kimseler dışında hiçkimseye itaat etmemeli, eğilmemelidir. Yine bu esas gereğince hiçkimse, başkalarını kendisine eğilmeye ve ona itaatte bulunmaya zorlama hakkına sahib değildir. Bu akidevi inancımız, bize, insan hak ve hürriyeti inancını öğretmektedir: Hiç kimse bir insanı, bir toplumu veya bir milleti hürriyetten mahrum edemez, onun için kanun-kural koyamaz, son derece kısıtlı ve yetersiz olan kendi beşerî aklıyla ve kendi emel ve isteklerine binâen birey ve toplumların davranış ve ilişkilerine müdahele edemez, bu cihette kanun, kural ve prensip tayin edemez. Bu vazgeçilmez esasın bize öğrettiği hakikat şudur: İnsanoğlunun ilerleyebilmesini temin edebilecek "tek kanun koyucu" Allah Tealâ'dır, kanun koyma yetkisi sadece Allah'ındır; nitekim tüm yaradılış düzenini var ettiği gibi bu düzenle ilgili tüm kanun, kural ve kaideleri belirlemiş olan da O'nun bizzat Kendisi'dir. Birey ve toplumun saadet, kalkınma ve kemali, Allah'ın belirlediği kural ve kaidelere itaatle mümkündür ancak; bu kural, kaide ve hükümler yine O'nun upeygamberleri -s- tarafından insanlara bildirilip öğretilmiş, iblağ edilmiştir. İnsanoğlunun izmihlal ve düşüşünün yegane nedeni hürriyetini kaybetmesi, diğer insanlar karşısında teslim olması ve "kula kulluk etmesi"dir. Bu nedenledir ki insan bu tür esaret zincirlerini kırıp parçalamalı ve kendisini esarete davet edenler karşısında ayaklanıp kıyam etmeli, kendisini ve içinde yaşadığı toplumu esaretten kurtarmalıdır, böylece herkes sadece Allah'a kulluk edecek ve sadece O'nun karşısında teslimiyet gösterecektir. Biz müslümanların sosyal ilke ve kurallarımızın ilkinin, sömürü ve zorbalığa karşı koymak olması bundandır; yine tevhîdî inanç ve akîdemizden hareketle, bütün insanların Allah Tealâ indinde bir ve eşit olduğuna inanırız: O, herkesin yaratıcısıdır ve herkes O'nun kulu, O'nun yarattığı bir varlıktır. İnsanların bir ve eşit olduğu aslına binaen yegane üstünlük ve ayrıcalık ölçüsünün "takva, dürüstlük, günah ve hatadan uzak durma" olduğuna inanırız. Bu nedenle de toplumda fertlerin bir ve eşit olduğu esasını bozan ve hiçbir hakikat ve insânî değere dayalı bulunmayan boş ve kof ayrıcalıklara yolaçan herşeye karşı mücadele etmek gerekir..."(102)

Bir başka yerde de şöyle diyordu: "İslamda ölçü ve kıstas şahsîlikler değil, Allah'ın rızasıdır. Biz şahıslar ve şahsiyetleri hak ölçüsüyle ölçeriz; hakkı şahıs ve şahsiyetlerle değil!"(103) İmam Humeyni -ks- insanların yaradılışının "mutlak kemale aşk besleme"yle yoğrulduğunu, "mutlak kemal"in ise Hak Teala'dan başka şey olmadığını, bütün güç ve kemallerin O'ndan kaynaklandığını savunmaktaydı; nitekim kendisini izleyenlere daima şu nasihatte bulunurdu: "Bütün kâinat, Allah Tealâ'nın huzurudur; sakın O'nun huzurunda günah işlemeyin!"(104) ve: "Allah'tan başka kimseden korkmayın; Allah'tan başka kimseye ümit beslemeyin!"(105).

İmam Humeyni -ks- peygamberlerin insanları Allah'ı tanıma ve O'na yönelmeye sevketmek, insanoğlundaki "mükemmeli arayış ve kemale yöneliş" potansiyelini fiiliyata geçirmek, zulüm ve kötülükleri reddedip toplumu ıslah etmek, hak ve adaleti hakim kılmak amacıyla gönderilmiş olduklarına inanmakta ve şöyle demekteydi: "Peygamberlerin gönderiliş nedeni insanların ahlakını, insanların öz benliğini, insanların ruhunu, insanların cismini, velhasıl bütün bunları zulmetlerden kurtarmaktır; zulmeti tamamen ortadan kaldırıp onun yerine nuru ikame etmektir"(106) İmam Humeyni'nin -ks- sıkça tekrarladığı bir inançtı bu: "Hak Tealâ'dan başka nur yoktur, O'ndan gayrısı hep zulmettir"(107)

İmam Humeyni -ks- islamın Allah'ın indirdiği son din ve insanların hidayeti için en mükemmel ve en kapsamlı okul olduğuna inanır ve "İslam, medeniyetin en zirve noktasıdır" derdi. "İslam hukuku ileri, mükemmel ve kapsamlı bir hukuktur"(108) "İslamda bir tek kanun vardır, o da, Allah'ın kanunudur"(109) İslamın siyaset ve ibadet dini olduğunu vurgular ve "İslam, yeryüzünde büyük medeniyetin temelini atan dindir"der(110) ve kendisini izleyenlere daima şu öğütte bulunurdu: "Mukaddes Kur'an ve kurtarıcı din olan yüce islamı, insan düşüncesinin ürünü olan yanlış ve saptırıcı okullarla karıştırmayasınız sakın!"!(111)

"Müslümanların en büyük meselesi Kur'an-ı Kerim'i bir kenara bırakıp başkalarının emri altına girmiş bulunmalarıdır"(112)

"Hz. Resulullah'ın -sav- getirdiği dinin gerçek devamı ve bozulmamış hali olan inkılâbî şiilik okulu da bizzat şiaların kendisi gibi, zorbalarla sömürücülerin nâmertçe saldırılarına maruz kalmıştır daima."(113)

İmam Humeyni -ks- başlattığı hareket ve kıyamın nedenini açıklarken "bütün gayemiz islamdır bizim" demekte (114) ve İran'da gerçekleşen islam inkılabını, "yüce islam dinini yozlaştırıp bozmak isteyen zorba zalimlerin pençesinden bu dini kurtarabilmek amacıyla İmam Hüseyin'in -s- gerçekleştirdiği şanlı Âşurâ Kıyamı'nın bir şua ve yansıması" şeklinde tanımlamaktadır.

"İslam belli bir millete mahsus olarak gelmiş değildir, islamın türkü, farsı, arabı, acemi yoktur; islam herkesindir; islam nizamında milliyet, ırk, renk, kavim, kabile ve dilin değeri yoktur."(115) "Herkes birdir herkes kardeştir; sadece ve sadece takva üstünlüğü vardır; iyi ahlâk ve salih amelle üstün olunabilir"(116)

İmam Humeyni Allah yolunda şehid olmayı en büyük saadet, ebedi izzet, evliyaların iftiharı ve zaferin anahtarı olarak bildirdi; şehadet, tutkusu kulun Rabbine olan aşkının tecellisinden başka şey değildi onca. Bu nedenledir ki şehadetin değer ve niteliği konusunda "Şehadetin değerini tabiatın sayfalarında arayan ve onun tanımını şairlerin hamâsi şiirlerinde arayıp onu keşfedebilmek için hayal sanatıyla akıl kitabından medet umanlar ne kadar da yanılmaktalar aslında! Bu muammayı aşktan başka şeyle çözebilmek mümkün değildir asla!" (117) demektedir. (foto s:180) Yine bu mantıkla şöyle demektedir o: "Siz mümin kardeşlerime şunu arzediyorum: Amerika'yla Sovyetlerin câni eliye yok edilip al kanlara boyanmış olarak Rabbimizin huzuruna çıkmamız; doğunun kızıl ordusunun bayrağıyla batının kara bayrağının gölgesinde müreffeh ve lüks bir hayat yaşamamızdan elbette ki daha yeğdir!"(118)

İmam Humeyni -ks- ilâhî bir folozof, rabbani bir ârif, usulden ayrılmayan bir fakih, müslüman halkın taklid mercii bir müçtehid ve aynı zamanda islam inkılabının lideri ve İran İslam Cumhuriyeti nizamının kurucusuydu. Batının felsefe ekollerine âşinaydı, islam mantık ve felsefesinin ister meşşâi, ister ışrâkî ekolü olsun, her iki ekolünü de mükemmel bir şekilde tanıyıp bilmedeydi. İmam'ın felsefi görüşü; yine kendisine has bazı farklılıklar ve ayrıcalıklara sahip olup bir ölçüde büyük islam bilgesi merhum Molla Sadra'nın Şuhudî felsefeyle Işrâkî felsefenin karışımı olan düşünce tarzına yakındı. İmam Humeyni -ks- onbeş yıldan fazla bir süre boyunca yüksek felsefe dersleri hocalığı yapmıştı. İmam'a göre felsefe; varlıklar alemi ve bizzat varlığın hakikatleriyle ilgili merhale ve mertebelerden bir kısmını anlama yolu ve yöntemiydi; bu nedenledir ki onun varlığın hakikatiyle vahdet-i vücud ve bunların mertebe ve merhaleleri konusundaki felsefî bakış ve düşünce tarzı, önemli ölçüde yine onun kendi irfânî okulundan etkilenmiş durumdaydı.

İmam Humeyni'nin -ks- irfanı Kur'an ayetleriyle hadis-i şeriflere ve bu bağlamda din büyüklerinden ulaşan prensiplere dayalı olup yüce islam dininin mutahhar şeriatinin sınır ve prensipleri çerçevesinde seyreden ve bu çerçeveyi asla aşmayan bir irfandı (foto s:181) Allah'ın dinini birtakım zikir ve dualarla sınırlayan ve bireyi her çeşit siyasi ve sosyal sorumluluklardan uzak tutarak bir köşede inzivaya çekilmeye teşvik eden "menfi tasavvufa" şiddetle karşıydı o. İmam Humeyni insanın kendisini tanımasının, Allah'ı tanımanın temeli olduğu inancındaydı; insanlar nefis ve benliklerini ahlaki rezalet ve kötülüklerden temizleyip insânî erdem ve faziletler kazanmalıydılar, zira Hakk'ı tanıyabilmenin kaçınılmaz şartıdır bu. Gerçek marifete ulaşabilme ve yüce manevi mertebeler elde edebilmenin ise Allah'ın peygamberleriyle hüccet ve evliyalarının öğrettiği ve gösterdiği yoldan -şeriatten- başka ikinci bir yolu mevcut değildir. Bu nedenledir ki İmam Humeyni -ks- nurlu şeriat ve yüce islam dininin emirlerinin sınırlarını aşan riyazet ve yöntemleri câiz bulmuyor; olduğundan daha dindar görünmeye çalışmak, mukaddesmeâplığa kalkışmak ve irfân riyakarlığı sergilemek gibi davranışlardan tiksiniyordu.

İmam Humeyni'ye -ks- göre nefs-i emmareyle mücadele demek olan tarikatte yolalma ve cihad-ı ekber'in tehlikelerle dolu yolunda ve asfar-ı erbaayı katetme amacıyla profesyönel sahtekarlarla yalancılardan değil; keramet ve keşfin gerçek ashıbı ve hakiki mürşidinden meded ummak ve "kurtuluş gemisi" olan "velayet-i uzma"ya sarılmak gerekir; bundan başka bir yolla ulaşacak ve ulaşılacak olan herşey sapmadır ve bâtıldır. İmam Humeyni'nin -ks- fevkalâde arınmış olan dupduru nefsi ve kişiliğiyle sahib olduğu ruhi büyüklük, onun bu maneviyat seyr-u sülukundaki yolu kadar başarıyla katetmiş olduğunu göstermekte, bu da onun inandığı yöntemin doğruluğunu ispatlamaktadır. İmam Humeyni -ks- bu yolda öylesine ileri bir manevi makam ve şuhûdî idrake ulaşmış ve Rabbinde öylesine eriyip fâni olmuştu ki, Hallacların "ene'l hak!" iddiası karşısında bile rahatsızlık duymaktaydı. Ama onun bu rahatsızlığının nedeni, irfandan bîhaber safdillerin Hollac'ı teksir etmiş olması nedeniyle değildi asla; bilakis; Hellevler, öerlğk meydanında Hak'tan gayrısını da gördükleri ve dolaylı bir "ben"den bahsettikleri için eleştiriye tâbi tutulmadaydılar İmam Humeyni'nin irfanında. Zira İmam Humeyni'nin irfanında "nur" olan, sadece ve sadece Hak Tealâ hazretleridir ve O'ndan başka herşey "zulmet"tir; zulmet ise nurun yok olduğu şeydir; "yok" olan birşey ise zaten "var" değildir ki "varlık" da olabilsin... Binaenaleyh "varlık" hep Hakk'ın cilvesi, O'nun tecellisidir ve O'ndan başka hiçbir şey yoktur aslında! (foto-imam. s:182)

İmam Humeyni -ks- felsefe, irfan tefsir,ahlâk ve islami kelama mükemmel şekilde vakıf olmasının yanısıra fıkıh ve usulde de nadide ve pek ileri bir müçtehiddi. Otuz yılı aşkın bir süre boyunca yüksek fıkıh ve usul dersleri hocalığı yapmıştır. İmam'ın bizzat kaleme aldığı birçok fıkıh ve usul kitaplarının yanısıra, bu dalda verdiği derslerden öğrencilerinin derlemiş olduğu birçok kitabı da basılıdır şimdi (119) İmamın fıkıh ve usul konusundaki çok meşhur özelliklerinden biri de onun bu iki ilim dalına özel bir önem veriyor olmasıydı. Bir fıkıh hükmü üzerinde çalışır ve ahkâm istinbatıyla uğraşırken felsefe, kelam ve irfânî bakış açılarını bu işten tamamen uzak tutmaya bilhassa özen gösterirdi.İmam Humeyni fıkıh ve usul sahasında inceleme ve çalışmalarda bulunmanın, içtihadın süreğenliliği için gerekli görmedeydi; zaman ve mekan unsurunun içtihadda son derece etkili ve belirleyici bir rol oynadığını ve bu iki unsurun gözardı edilmesinin; günlük olaylar vuku bulan yeni hadiseleri idrak ve gerekli hall yolunu bulma hususlarında yetersizliğe neden olacağına inanıyordu. Ancak, bunu yaparken; fıkıhta inceleme ve yeni araştırmalara girmenin, geleneksel fıkıh ve içtihad yöntemini gevşek hale getirmek olmadığını ve olmaması gerektiğini vurgulamayı da ihmal etmiyordu. Bu nedenledir ki dînî eğitim ve incelemeler yapan medreselere yaptığı tavsiyelerde; mevcut hükümleri kavrama ve gerekli yeni hükümleri keşfetme konusunda geçmişteki değerli ulemanın doğru yöntem ve üsluplarının korunması demek olan geleneksel fıkha uyulmasını önemle salık vermekte, buna uyulmaması halinde büyük bid'at ve tehlikeli sonuçlara ortam hazırlanmış olacağını sürekli hatırlatıyordu(120). Rahmetli İmam Humeyni -ks- dînî ilmiye medreselerinde ıslah ve değişimler olsun derken, bu çerçevelerde yapılacak bir ıslah ve tahavvülden sözetmekteydi, bizzat kendisi bu hususta ilk adımı atanlardan biri olarak ünlüdür bugün. O, inkılabi fetvalar vermek suretiyle müçtehidlerin bakış açılarını değiştirip bu bakışın ufuklarını toplumun hayatî ve temel meselelerine uzanabilecek kadar yaymaları ve fıkhın unutulmaya terkedilmiş boyutlarının yeniden canlanabilmesi için gerekli diriliş ortamını hazırlamış; zaman ve mekanın içtihad üzerindeki etki ve müdahelesinin kaçınılmaz olduğunu bilfiil ispatlamıştı(121)

İmam Humeyni -ks- şöyle diyordu: "Gerçek bir müçtehid nazarında devlet ve hükumet, fıkhın tamamının, insanoğlunun hayatının bütün boyutlarındaki felsefesinin pratiği ve hayata geçirilişi demektir. Devlet ve hükumet; hayatın sosyal, siyasi, askerî, kültürel vb. tüm sorunlarına karşı fıkhın pratik çözüm boyutunun göstergesidir. Fıkıh, insanın beşikten mezara kadar idare edilmesinin gerçek ve mükemmel teoriğidir."(122)

İşte bu bakış açısının ışığında İmam Humeyni -ks- "Gaybet döneminde velayet-i fakîh esasına dayalı bir islam devleti kurulması" teorisini gündeme getirip geliştirdi ve bunun gerçekleşmesi için yıllarca mücahedede bulunup çok çetin mücadeleler verdi. Yetki sınırları konusundaki farklı görüşler bir tarafa bırakılacak olursa, velayet-i fakih teorisinin ötedenberi şia fakihlerinin icmayla ittifak ettikleri bir konu olduğu bilinmektedir; ne kar ki, geçmişte ortam ve şartların müsait olmaması nedeniyle bu konunun boyutları etraflıca gündeme getirilip konuşulmamış ve bu teorinin pratiğe geçirilmesi için gerekli ortamın hazırlanması yoluna gidilmemişti. Bu nedenledir ki İmam Humeyni -ks- asırlar sonra, gerekli şartlar ve özelliklere sahip bulunan bir müçtehid alim önderliğinde idare olunan bir islam devleti kurabilmeyi başaran ilk islam alimidir. Gerekli olan bu şart ve özelliklerin başlıcası şunlardı: Nefsini tehzib ve arıtmış olma ve kendi benliğine tam hakim bulunma, toplumu idare edebilecek yönetim sanatının inceliklerine vakıf olma, cesur ve âdil olma ve Allah'ın hükümlerini çok iyi bilip bu hususta uzman bir müçtehid olma. İmam Humeyni'ye -ks- göre "İslam devleti, toplumun, Allah'ın kanunlarıyla yönetilmesi ve egemenliğin kayıtsız şartsız Allah'a ait olması"dır(123)

İmam Humeyni'ye -ks- göre bir islam devleti ülkü, amaç ve icraat niteliği açısından olduğu kadar teşkilatlanma, organize ve prensipler açısından da çağdaş diğer siyasi sistemlerden çok farklıdır. Bu teoride "çoğunluk" ancak "hak" ekseninde meşruluk kazanır; tabii bir sonucu olarak da velayet-i fakihin velayetini uygulama safhasına koyması ancak gerekli şartların hazır olmasıyla mümkündür ki bu şartlardan biri de halkın genelinin kabul ve talebidir ki bu da doğrudan seçim veya halkın seçtiği "uzmanlar"ın vereceği kararda kendisini gösterecek bir neticedir (124)

Görüldüğü gibi islam devleti ve rehberlik makamıyla halk arasındaki bağ, tabii olarak derin ve itikada dayalı bir bağdır, nitekim bu nedenledir ki rahmetli İmam Humeyni -ks- çağının "halka en yakın" sistemini oluşturabilmeyi başarmış ve böyle bir sistemi idare etmiştir. Dünyadaki mevcut siyasi sistemlerin tam tersine, bu sistemde halk, rehberi belirleyip seçimleri tamamladıktan sonra sahneden çekilmez ve "ne hali varsa görsünler" diyerek kendi haline bırakılmaz; bilakis, islam toplumunun yönetim ve idaresiyle, islam devlet ve milletinin kader ve geleceğini belirlemede halkın doğrudan ve süreğen katılımının sağlanması şer'i bir vazife olarak garanti altına alınmıştır. İmam Humeyni'ye göre islam devletinin temeli, salih yönetim makamıyla halk arasında oluşan karşılıklı güven ve sevgi üzerine kuruludur, bu nedenle de İmam "Eğer" der, "Bir fakih sadece bir kez olsun, diktatörlük etmeye kalkışacak olursa velayet -islam devletinin yönetici olma- özelliğini yitirmiş olur."(125) "Semavi dinler ve yüce islam dininde liderlik ve lider olma; kendiliğinden değer sayılabilecek ve Allah göstermesin, insanda gurur ve kibirlenme duygusu yaratacak birşey değildir"(126) Evet, İmam Humeyni'nin -ks- yönetim ve yöneticilik olayına bakış açısı buydu, bu bakış açısı nedeniyledir ki "Bana hizmet ehli denilmesini, rehber ve lider denilmesine tercih ederim" diyor ve şöyle ekliyordu: "Rehber ve liderlik değil, hizmet ehli olmaktır esas olan... İslam hizmette bulunmakla mükellef ve sorumlu kılmıştır bizi!"(127), "Ben İran milletinin bir kardeşiyim ve kendimi bu milletin hizmetkârı ve askeri olarak görüyorum!" (128), "İslamda sadece bir şey hükmeder, o da islamın hükmü ve kanunu! Hz. Peygamber-i Ekrem -sav- zamanında da kanun egemendi, hz. Peygamber-i Ekrem efendimiz -sav- kanunun uygulayıcısıydı"(129). İmam Humeyni -ks- kendisini buyruk sahibi ve halkın üzerinde bir güç ve hak sahibi olarak gören yöneticiler için şöyle demektedir: "Hükumetler, şu millete hizmet vermekle görevli bulunan azınlıklardır; bunlar hükumetin halka tasallut değil, hizmet etmesi gerektiğini bilmiyor, anlamıyorlar!"(130), "Halkın kendiği seçtiği hükumeti denetlemesi, onunla birlikte çalışması ve bilinçli bir tavır sergilemesi, toplumun asayiş ve güvenliğinin en büyük garantisidir."(131). Devlet, hükumet milli ve sosyal güvenlik gibi konularda, bu teoriyle; en demokratik sistemlerde bile devlet ve hükumeti salt "iktidar ve güç" olarak gören ve iktidara götürecek bir araç ve gereç olarak tanımlayan ve bu nedenle de sosyal güvenlik ve asayişin temel unsurunun "salt ezici güç" olduğunu savunan teori arasındaki fark apaçık ortadadır. İmam Humeyni -ks- "Millî üssü bulunmayan bir büyük güç, varlığını devam ettiremez" diyordu (132). Görünüşte pek güçlüymüş gibi duran komunist düzenin birdenbire gürültüyle çökmesi; buna karşılık dünyanın en güçlü ülkelerinin bütün engelleme ve düşmanlıklarıyla, yine onların sergilediği 8 yıllık amansız tahmîli savaşa rağmen İran İslam Cumhuriyeti'nin yıkılmadan ayakta durabildiği gibi, üstelik, günbegün daha da güçlenip ileri adımlar atması rahmetli İmam'ın -ks- bu görüş ve tespitinde ne kadar haklı olduğunu ispatlayan en bâriz belgesidir.

İmam Humeyni'nin -ks- islam devleti ve bu devlette halkın konumu ve rolüne dair görüşlerinin, dünya siyasi literatüründeki "ırkçılık ve milliyetçilik"le hiçbir alakası bulunmadığı, bilakis, bunun tam karşısında yer aldığı açıktır. Irkçılık ve milliyetçilik demek olan nasyonalizm bir ideoloji olarak gündeme geldiği zaman, pratikteki başarısızlığı bir yana, "insani değerlere karşı duran bir sistem oluşturmak"la sonuçlanmaktadır. Zira bu tür bir bakış açısından her milletin nasyonalist fikir ve zanlarının "herşeye rağmen korunması gereken bir hakikat" şekilde tanımlanması halinde "değişken olmayan, sabit değerler" yoktur ve her an değişebilen mevcut coğrâfî ve siyâsî sınırlarla, milliyet ve kavimlerin sayısınca değişken ve yekdiğerinden farklı adalet, barış ve hürriyet gibi değerler ve gerçeklere getirilen farklı yorumlar var demektir. Bu şartlar altında, şu veya bu şekilde, daha güçlü olan milletlerin diğer milletlere egemen olmayı kendileri için adeta meşru bir hak telakki edecekleri ortadadır. Çünkü aşırı milliyetçilik demek, başkalarında daha üstün bir ırk, renk veya dille, coğrafi ve tarihi konuma inanmak demektir. İmam Humeyni -ks- târihî belgelerin de ortaya koyduğu bir hakikati vurgulayarak milliyetçilik ve kavmiyetçiliğin yaygınlaştırılıp Pan-Türkçülük, pan-Arapçılık, pan -İrancılık gibi milliyetçi fikirlerin 3. dünya ve islam ülkelerinde ortaya atılıp bazıları tarafından hararetle savunulmuş olmasını, ülkeleri parçalayıp küçük lokmalar haline getirmek ve yutmak isteyen sömürücü güçlerin nifak yaratıcı şeytânî planlarından biri olduğunu hatırlatmaktaydı. İmam "Güçlü ülkelerle yardakçılarının islam ülkelerinde oynadıkları oyun şudur" diyordu: "Allah Teala'nın kardeş olarak yarattığı ve tüm müminleri kardeş olarak tanımladığı şu müslüman kesim, grup ve toplulukları birbirinden ayırıp parçalamak ve Türk milleti, Fars milleti, Arap milleti, Kürt milleti gibi isimlerle farklı kamplarda saflaştırıp yekdiğerine düşman etmek! Bu ise islam ve Kur'an'ın gösterdiği yol ve çizginin tam karşısında ve onunla zıt bir yoldur."(133) Bu nedenledir ki rahmetli İmam -ks- daima "Bizim hareketimiz İrancı değil, islamcı bir harekettir!" demekteydi(134). (foto s:188)

İmam Humeyni'ye göre sultacı müstekbir güçler var olduğu ve onların varlığı resmen tanınıp sulta ve egemenlikleri kabul edildiği sürece dünyada gerçek bir barışın oluşabileceğini düşünmek ham bir hayalden ibarettir. Çünkü. "Dünyanın barış ve güvenliği, müstekbirlerin ortadan kalkmasına bağlıdır; aksi takdirde bu kültürsüz sultacı egemenler yeryüzünde var olduğu sürece mustaz'aflar, Allah Teala'nın kendilerine vaadetmiş olduğu mirası elde edemeyeceklerdir"(135) "Bizim için kutlu olan gün; dünyayı sömüren sultacı güçlerin bizim mazlum halkımızla diğer mustaz'af milletler üzerindeki sultalarının kırıldığı ve her milletin kendi kaderini kendi iradesiyle belirleyebildiği gündür"(136), "Amerika bizi yenebilir, ama inkılabımızı asla! Bu nedenledir ki ben, zaferi kazanacağımızdan eminim; Amerikan hükumeti şehadetin ne demek olduğunu bilmiyor çünkü!" (137)

Gâsıp ve işgalci siyonist İsrail devletiyle, onun oluşmasını sağlayan güç hakkında İmam -ks- şöyle demektedir: "Amerika; şu terörist tıynetli ABD devleti, baştanbaşa tüm dünyayı ateşe vermiştir; onun müttefiki olan dünya siyonizmi ise çirkin emellerine ulaşabilmek için öyle canilikler işlemektedir ki, kalemler yazmaya, diller söylemeye utanır!..."(138), "İslam ve müslümanlar açısından ve mevcut bütün uluslararası kural ve kanunlara göre İsrail gâsıp ve saldırgandır."(139), "İsrail'in bağımsızlığını öngören projeye evet deyip onu resmen tanımış olmanın müslümanlar için bir facia ve islam ülkelerinin devletleri için de bir patlama olacağı inancındayım"(140)

İmam Humeyni -ks- islam inkılabının zaferinden sonra mükemmel bir buluşla ramazan'ın son Cuma'sını "Dünya Kudüs Günü" olarak ilan ettiğini açıkladı ve dünya müslümanlarından "Kudüs islam düşmanlarının pençesinde olduğu sürece her yıl "Kudüs Günü"nde yürüyüş ve gösteriler düzenleyip gerekli diğer yol ve yöntemlerle Filistin müslümanlarının mücadelesini desteklediklerini göstermeleri"ni istedi (foto s:189)

İmam Humeyni -ks- Kudüs'ün kurtuluşunun tek yolunun Allah'a iman edip sadece O'na güvenmek olduğu ve İsrail tam anlamıyla ortadan kaldırılıncaya kadar silahlı cihad ve şehadet yöntemine başvurulması gerektiği inancındaydı.

Komunizm hakkında İmam şöyle diyordu: "Daha ilk ortaya çıktığından beri komunizmin öncü savunucuları dünyanın en diktatör, en iktidar hırslısı ve en tekelci devletleri olagelmişlerdir!" (141)

Batı dünyasının kalkınmaları hakkında da şöyle diyordu İmam: "Biz batı dünyasının ilerleme ve kalkınmalarını kabul ediyoruz, ama bizzat kendilerinin gına gelmiş oldukları fesadlarını, asla!" (142), "Batının eğitim sistemi insanı kendi insaniyetinden soyutlamıştır"(143), "Biz medeniyete karşı değiliz, bizim karşı olduğumuz şey ithal malı olan medeniyettir"(144), "Biz, insanlık ve şeref temeline dayalı bir medeniyet istiyoruz"(145)

İmam Humeyni -ks- kültürün temel etki ve rolünü defalarca vurgulamakta ve şöyle demekteydi:"Kültür, bir milletin tüm saadet ve bedbahtlıklarının kaynağıdır... Milletleri yetiştiren şey doğru kültürdür" (146), "Mide, ekmek ve su ölçü değildir; insanlık onur ve şe*****ir önemli olan!"(147), "İnsanoğlu makinalı tüfekle top ve tankın gölgesinde hayatını sürdürmek istediği sürece insan olamaz, insânî gayelere ulaşamaz" (148), "Siz, beyan ve kalem vasıtasıyla makinalı tüfekleri sahnedışı bırakmaya ve meydanı kalemlere, bilimlere ve ilimlere bırakmaya çalışın"(149). İmam Humeyni sömürü ve sömürgeciliğin hizmetindeki sanatın karşı olduğu gibi, "sanat için sanat"ı da her nevi değerden yoksun bilmekte ve islama göre sanatı şöyle tanımlamaktaydı: "İslam irfanında sanat; adalet, şeref ve insafı net bir şekilde tanımlamak ve parayla iktidarın gazabına uğrayan açların perişanlığını tasvir edebilmektir"(150)

İmam Humeyni -ks- eğitim ve öğretim sahasında da hem pratik hem teorik olarak örnek bir üstaddı. Pehlevi hanedanıyla onun batı hayranı yardakçılarının ihanetleri neticesinde bütün kültür ve değerleri ayaklar altına alınmış ve tam bir sorumsuzluk ve bahane'ciliğe itilmiş bir toplum; İmam Humeyni'nin eğitim ve terbiye yöntemleri sayesinde büyük bir dînî hareketin öncülüğünü yapan bir topluma dönüşüvermişti. Hş. 1342 15 Hordad'ıyla ilgili kıyam hadiselirinde baskı ve hafakanın kol gezdiği o üzücü siyasi ve sosyal ortamda dostlarının "Hangi ümit ve hangi güçle bir adalet devleti kurmak istiyorsunuz?" şeklindeki sorusu karşısında İmam'ın -ks- orada bulunan bir beşiği gösterdiği anlatılır(151). Nitekim bu konuşmaya şahid olanlar 15 yıl sonra islam inkılabının kıyam sahnelerinde boy gösteren asıl etkin kesimin genç yaştaki İranlı müslüman lise ve ortaokul öğrencileri olduğunu göreceklerdi hayretle.

İmam Humeyni -ks- nefsin temizlenmesi ve nefsâni ve şeytânî istek ve arzulardan uzak olması için sürekli kontrol altında tutulmasını gerçek kemale erişmenin vazgeçilmez şartı olarak görüyordu. O, eğitim ve yetiştirmenin çocukluk yaşlarından itibaren başlaması, hatta çocuk henüz ana rahmindeyken annesinin özel bir itina göstermesi gerektiğine inanmaktaydı. Bu nedenledir ki "Hiçbir meslek, annelik mesleği kadar onurlu ve şerefli değildir". diyor (152) ve şöyle ekliyordu: "Çocuğun ilk okulu, ana kucağıdır"(153) İmam, öğretmenler ve toplumun eğitim ve öğretimiyle uğraşan tüm kesimlere "Dikkat ediniz", diyordu "ilk, orta ve lise yılları, üniversiteden çok daha önemlidir, çünkü çocukların aklî rüşdleri o dönemlerde oluşup şekillenmektedir"(154) (foto s:192), "Öğretmene bambaşka bir emanet devredilmiştir; insan emanet edilmiştir ona!" (155), "Bütün mutluluklar ve bütün kötülüklerin saiki okullarda başlar, bu işin anahtarı öğretmenlerin elindedir."(156) İmam Humeyni öğretmenliği peygamberlerin mesleği olarak görmekte ve öğretmenlerin en önemli vazifesinin -resmi eğitim ve öğretimin yanısıra- toplumu "Allah"a doğru yöneltip yönlendirmek" olduğunu "Allah"a doğru yöneltip yönlendirmek" olduğuna inanmaktaydı.

İnsanı tüm varlık aleminin özü ve usaresi olarak gören İmam "İnsan öylesine tuhaf ve ilginç bir yaratıktır ki" derdi, "Ondan ilahî ve melekûtî bir varlık oluşturulabileceği gibi; cehennemî ve şeytânî bir varlık ta oluşturabilir!"(157), "İnsanın doğru eğitilmesi halinde tüm dünya ıslah olur"(158). İmam Humeyni -ks- eğitim, terbiye ve yetişmenin, öğretim ve öğrenimden çok daha önemli olduğu inancındaydı; olanca değer ve kıymetine rağmen, nefsî eğitim ve ahlâki terbiyeyle birlikte olmaması halinde bilgi, kolayca şeytânî emellere alet edilen bir vasıta haline gelebilirdi: "İlim fasıd ve kötü bir kalbe girecek olursa; ahlakî açıdan bozulmuş bir beyne girecek olursa, vereceği zarar cahillikten daha fazla olur"(159)

İmam Humeyni'nin -ks- islami hareketinin İran'a kazandırdığı fevkalâde ileri neticelerden biri de kadınların çeşitli sosyal sahalarda faaliyet göstermesi olmuştur. İran tarihinin hiçbir diliminde müslüman kadınlar bunca yüksek bir siyasi ve sosyal bilinç seviyesine ulaşmamış, ülkesinin kaderine bunca katkıda bulunmamıştır. Müslüman İran halkının şaha karşı başkaldırıp kıyam ettiği günlerde kadınlar bütün sahnelerde erkeklerle omuz omuza, hatta kimi zaman onlardan önde olmuşlardır. Irak'ın İran'a zorla tahmil ettiği 8 yıllık savaş boyunca İranlı müslüman kadınların cephe gerisi hizmetleriyle islamı ve inkılabı korumaları için kardeşleri ve eşlerini hararetle teşvik etmeleri ve hatta ön saflara yardım hizmetlerine faal bir şekilde katılmaları yaşadığımız çağın savaş tarihinde eşine rastlanmamış bir hamasi ve olaydır. (foto s:193) Müslüman İran kadını bugün de erkeğiyle omuz omuza kültür, eğitim, öğretim, üniversiteler, sosyal hizmetler, sağlık ve tedavî hizmetleri, devlet ve kamu kuruluşları gibi çeşitli sahalarda hizmet vermekte, ciddi bir katılım örneği sergilemektedir. Halbuki islam inkılabının zaferinden önce şah rejiminin tüm ülkeyi bir fesad ve ahlaksızlık yuvasına çevirip sosyal ortamı tamamen kirletip bozmuş olması nedeniyle müslüman kadınların önemli bir çoğunluğu ortamın kirliliğinden uzak durabilmek amacıyla evlerine sığınmak zorunda kalmış ve o zulüm düzeninin sözkonusu olumsuzlukları nedeniyle birhassa köylerle kasabalarda birçok kız öğrenci tahsillerini yarıda bırakmış veya tahsil nimetinden büsbütün mahrum olmuşlardı. Büyük şehirlerde okuyabilme ve sosyal faaliyetlerde bulunma imkanına kavuşan genç kızlarla kadınlar ise sorumsuzluk ve laubaliliğin iyice yozlaştırmış olduğu ortamlarda ırz ve namuslarını güçlükle koruyabilmekteydiler; hatta bu eşitsiz mücadele sırasında iffet ve hicabını korumak isteyen birçok kadın, yüksek öğretim veya mesleğini bırakmak zorunda bile kalıyordu.

İran'da kadın kesiminde meydana gelen bu muazzam değişim ve gelişmelerin herşeyden ziyade rahmetli İmam'ın -ks- kadının kişilik, kimlik ve konumuna bakış açısının ürünü oluşu ve onun, kadın haklarının gerçek savunuculuğuna yapmasından kaynaklandığı bilinmelidir. Rahmetli İmam -ks- "İslam nizamında kadın, erkeğin sahip olduğu hakların aynasına sahiptir" diyor ve bu hakları şöyle sıralıyordu:"Tahsil hakkı, iş ve çalışma hakkı, mülkiyet hakkı, oy alma ve oy verme hakkı"(160), "İnsan hakları açısından kadınla erkek arasında fark yoktur, her ikisi de insandır çünkü. Kadı da tıpkı erkek gibi kendi alınyazısına müdahele hakkına sahiptir"(161), "İslamın karşı olduğu ve haram bildiği şey, fesad ve ahlaksızlıktır; ister kadın tarafından işlenmiş olsun, ister erkek tarafından, farketmez."(162), "Biz, kadının endi yüce insânî makamında bulunmasını istiyoruz, oyuncağa dönüşmesini değil... İslam, kadının erkeğin elinde bir meta ve oyuncağa dönüşmemesini istemektedir; islam, kadının kişiliğini korumak ve onu ciddi ve becerikli bir insan olarak yetiştirmek istemektedir"(163), "Tıpkı erkek gibi kadın da, kendi alınyazısını ve kendi faaliyet ve çalışma sahalarını kendi seçme hürriyetine sahiptir"(164) "Gençlerin, genç kızlarla genç oğlanların kötü yollara düşmesine neden olan batı stili özgürlükler hem islam hem mantık açısından geçersizdirler."(165)

İmam Humeyni'nin -ks- ekonomik tavsiye ve ekonomik tavırları adaletin icrası temeline dayalı ve toplumun mahrum ve mustaz'af kesimine öncelik tanınması prensibi üzerine kuruluydu (166), o, mahrum ve mustaz'aflara hizmeti en üstün ibadet bilir ve onları kendisinin ve toplumun "velinimeti" olarak tanımlardı. İmam Humeyni'nin -ks- islam nizamı yetkililerine en çok tavsiyede bulunduğu şey yoksullarla düşkünlere ilgi göstermek ve lüks yaşama huyundan kesinlikle kaçınmaktı. O; devletle devlet yetkililerinin milletin (-foto s:195-) hizmetkârı olduğu inancındaydı ve hizmetkârın ise, halkın avâm kesiminin sahip olduğundan daha fazla bir imkana sahip olma gibi bir talepte bulunmaya hakkı yoktu: "Şu gecekondularda yaşayan ve şehid verenlerin saçının ber teli; dünyanın tüm sarayları ve o saraylarda yaşayanlardan daha şerefli ve daha yeğdir!"(167), "Sonuna kadar bizimle birlikte olacak olanlar; fakirlik, yoksulluk ve mustaz'aflığı bilfiil tatmış ve yaşamış bulunanlardır"(168), "Hükumetimizin saray -lükse- ilgi duyduğu gün, hükumet ve milletimizin fatihasını okumamız gereken -işinin bittiği- gündür" (169)

İmam'ın en belirgin özelliklerinden biri, sözlerinin son derece samimi olması, sözüyle amelinin bir olmasıydı; o birşey söylediğinde herkesten önce kendisi amel ederdi. Onun geçimi ve özel hayatı, kanaatkarlık ve sade yaşam konusunda söylediklerinin en büyük deliliydi. Üstelik taklid merciiliği ve inkılab rehberliği öncesinde değil; sonrasında da yaşamı aynıydı onun; rehber ve liderin halkın en orta halli kesimi gibi, hatta daha aşağı bir maddî geçim seviyesinde yaşaması gerektiğine inanır ve kendisi de öyle yaşardı. O, hayatı boyunca son derece sâde ve zâhidâne bir yaşam sürdürdü. İmam'ın -ks- bu özelliği konusunda belgesel olan birçok kitap ve hatıra yayınlanmışsa da (170), onun ciltlere sığmayacak olun bu sade ve zühd dolu boyutu halâ birçoklarınca bilinmemekte ve İmam'ın bu boyutuna pek az insan âşina bulunmaktadır.

İmam'ın -ks- sade yaşamı ve beytulmalı kullanma konusunda gösterdiği fevkalâde kanaatkar sorumluluk konusunda şu noktayı belirtmek yeterli olacaktır: İmam'ın teyid ve direktifiyle anayasasının 142. maddesi gereğince Yüksek Divan; rehber ve diğer üst düzey yetkililerin göreve gelmeden önce ve görev sonrası mal varlıklarını incelemekle mükellef kılınmıştır; böylece hak ve hukuka aykırı bir mal artırılması önlenmiş olmaktadır. İmam Humeyni -ks- naçiz mal varlığının resmi listesini Yüksek Divan'a gönderip resmen mal beyanında bulunan ilk yetkili olmuştur İran'da (hş. 24 Dey, 1359) İmam'ın -ks- vefatından sonra, bütün günlük gazetelerde de yayınlandığı üzere oğlu, babasının mal varlığının resmen incelenmesi için Yüksek Yargı Kurumu'na resmi bir yazıyla başvuruda bulundu (171)

Bu incelemenin neticesi hş. 11 Tir 1368'de Yüksek Divan başkanı tarafından resmi bir yazıyla açıklandı(172) Bu resmi açıklamada, İmam'ın mülküne hiçbirşey eklenmediği gibi, Humeyn'de babasından miras kalan bir arsayı da o köydeki yoksullara hediye ettiği ve mülk listesinden çıkarılması gerektiği (173) belirtiliyordu.

İmam'dan miras kalan yegâne gayri menkul, Kum'daki eski evidir. Bu ev ise hş. 1343(1963-64) te İmam yurt dışına sürgün edildikten sonra aslında islami hareketin hizmetindeki bir merkeze dönüşmüş ve İmam'ın taraftarı olan dinadamlarıyla halk kesiminden müracaat edenlerin toplantı mekanı olmuştu ki, bu durumunu bilfiil sürdürmüş olup halihazırda da şahsa münhasır bir durumu yoktur. Hş. 1359'da tanzim edilip İmam'ın rıhletinden sonra yapılan kanunî incelemeyle ilan olunan resmi mal tezkeresinde artma değil, azalma olmuştur. Resmi bildiride şöyle deniliyordu: "...Birkaç kitaptan başka kendi şahsına ait malı-mülkü olmadığı anlaşılmıştır. Çok sade bir yaşam için gerekli birkaç eşya ise eşine ait bulunmaktadır. Kullanılan iki eski halı da özel mülk olmayıp, ihtiyaç sahibi seyyidlere verilmesi gerekmektedir. Kendisine ait nakit parası yoktur, eğer birşey varsa müslüman halkın, harcanması için kendi taklid mercilerine bırakmış oldukları şer'î vücuhattır ki yine şer'î ihtiyaçlar için harcanmak üzere verilmiş olduğundan bu yolda harcanması gerekir ve bu nedenle de mirasçılara düşmez. (foto- s:197) Evet, 90 yıla yakın ömrü boyunca insanların sevgi selinde yaşayan bir evliyadan geriye kalan şahsına ait mal ve mülk bir gözlük, bir tırnak makası, tarak, tesbih, Kur'an ve seccadeyle sarık ve abasından oluşan elbisesi ve dinî mevzuata dair birkaç kitaptan ibaretti! Elli milyonu aşkın nüfusa sahip bir petrol ülkesinde inkılap yapmış bir rehber ve liderin değil sadece; aynı zamanda dünyanın dört bir yanında da milyonlarca insanın gönlüne taht kurmuş olan ve milyonlarca mücahidin yüreğinde yatan birinin bütün dünyalığı bunlardan ibaretti işte! İslam ve inkılabı korumak için müslümanları genel seferberliğe davet ettiğinde birkaç saat içinde milyonlarca şehadet gönüllüsünün listeye isim yazdırmak için uzun kuyruklar oluşturduğu "İmam"dı o... Kalp hastahanesinde acil servise alındığı haberi duyulur duyulmaz, yarattığı hastahanenin önünde "kalplerini vermeye gelen" müminlerin (174) imamıydı o... Bunca tutku ve sevginin yegane kaynağı elbette ki onun "ilmiyle amel eden" samimi ve dürüst kişiliği, zühdü, takvâsı ve sadeliğiydi şüphesiz.

İmam Humeyni -ks- günlük yaşamında son derece düzenli, muntazam ve disiplinliydi. Gündüz ve gecesinin belli bir zamanını mutlaka ibadet, Hakk'ın zikri, Kur'an okuma, dua ve mütalaaya ayırırdı. Dinlenme anlarında yürümek ve yürürken Rabbinin zikriyle meşgul olup tefekkür etmek onun günlük programından biriydi. Doksan yaşına yaklaştığı halde dünyanın siyasi liderleri arasında günlük mesaisi en yoğun istisnalardan biriydi o. İslam ümmetinin şanını yüceltmek ve müslümanların meselelerini halletme azim ve neşesi, en zor anlarda bile kaybolmadı onda. İmam her gün mütalaada bulunur, ülkenin günlük önemli haber ve yorumlarını mutlaka matbuattan izler, haber bültenlerini inceler, radyo ve televizyonun haberlerini dinler, bununla da yetinmeyerek islam ve inkılab düşmanlarının propaganda gidişatlarından haberdar olup gerikli karşı koyma yolları üzerinde düşünebilmek için yabancı ülkelerin farsça radyo yayınlarını da her gün birkaç kez dinlemeyi de ihmal etmezdi. Günlük yoğun programı ve islam nizamı yetkilileriyle yapılan müteaddit toplantılar; islam inkılabı ve islami hareketin asıl sermayesi olan halkın çeşitli kesimleriyle irtibat ve yakın ilişkisini sürdürmesine engel olmazdı hiçbir zaman. "Nur Dergahında" adlı kitabın iki cildinde İmam'ın kendisini ziyarete gelen halk kesimlerine yaptığı 3700'ü aşkın görüşme ve konuşmanın özellikleriyle ilgili bilgiler kayıtlıdır (175) ki bunlar onun islam inkılabının zaferinden sonraki görüşme ve konuşmalarıdır sadece. Sırf bu rakam bile, onun yaşadığı dönem'in halkı ve ümmetiyle ne kadar derin ve içiçe bir ilişki içinde bulunduğunu anlatmaya yeter sanırız. O, halkın kaderiyle ilgili hiçbir kararı, samimi bir şekilde halka götürmeden almazdı; çünkü ona göre halk "gerçekleri bilmesi gereken en mahrem kesim"di.

Kararlı, azimli ve sevgi dolu bir çehresi vardı İmam'ın. Bakışları fevalâde çekici ve maneviyat doluydu. Onu ziyarete gelen kalabalıklar bile gayriihtiyârî bir şekilde bu maneviyatın etkisine kapılıverir, orada bulunanların çoğu, tarifi imkansız bir şevk duygusuyla ağlamaya başlardı. Allah Teala'ya el açıp dua eden ve duayı andıran sloganlarında "Ya Rabbim! Benim ömrümü al, İmam'ın ömrünü bir lahzâ olsun, uzat!" diye yakaran (176) müslüman İran halkına hak vermemek elde değildir. Maneviyattan bihaber dünyanın bunu anlayabilmesi mümkün değildir, ama İmam'ın yanında yetişenler, o gerçek "Allah kulu"nun günlük hayatında bir lahzanın bile ne demek olduğunu bilirler. Hayatını bütünüyle Rabbine ve O'nun rızası için O'nun kullarına hizmete adamıştı çünkü. (foto sy:199)

İstikbar dünyası ve siyonist güdümlü batı medyası İmam Humeyni konusunda hakikatleri gizleyip gerçeği saptırmak ve olmadık karalama ve iftiralarla onu yanlış tanıtmakla insanlık tarihine inanılmaz bir zulümde bulunmuştur. İmam ve islam inkılabının gerçek çehresinin bilinip tanınmaması için bu mihraklar yıllardır yoğun propagandalar yapmakta, astonomik paralar harcamakta, senaryolar düzmektedirler. İmam -ks- vefat ettiği halde bu zehirli propagandalar yıllardır bir lahza olsun durmamış, hatta giderek artmıştır. Bugün dünyanın dört bir yanında siyonist güdümlü medyanın farsça ve diğer dillerde yayın yapan binlerce radyo ve telivizyon şebekeleri İmam Humeyni -ks- ve İran islam inkılabı aleyhinde gece gündüz aralıksız propaganda yayınları yapmaktadır. Amerika, Avrupa ve batı çizgisindeki nice laik ülkelerde şah yanlılarından solcular ve Halkın Münafıkları'na varıncaya kadar İmam ve islam inkılabına düşman olan bütün grup ve örgütlere geniş imkanlar sağlanmış olup islâmî İran, İmam Humeyni -ks- ve şiilik aleyhine iftiralarda bulunabilmek gayesiyle günlük gazete ve haftalık dergilerde sürekli makale ve sözde araştırmalar yayınlanmakta, CIA ve Mosad'ın ve bunlarla koordineli çalışan teşkilatların bütçesinden ödenen paralarla gazeteler çıkarılıp kitaplar basılmaktadır. İmam Humeyni'nin başlattığı bu muazzam islâmî hareketin gerçeklerini örtbas veya tersyüz edebilmek için girişilen bunca propaganda ve harcanan bunca astronomik paralara rağmen hakikat güneşi elbet parlayacak ve "Allah, nurunu tamamlayacaktır; kâfirler istemese de!.. "Birkaç asırdan bu yana bütün varlığını diğer milletleri sömürüp sessizce yağmalamak ve zihinleri bulandırıp kamuoyunu kimi zaman oyalayıp kimi zaman aldatmak gibi gayriinsâni prensipler üzerine kuran ve varlığını bu tür iğrençliklere borçlu olan batı dünyası kendisini tehdit eden tehlikeyi teşhis hususunda yanılmadı. İmam Humeyni'nin -ks- uyandırıcı ve bilinçlendirici mesajlarını duyup da onun yoluna ve meramına hayran olmayacak kim vardır hür vicdanlı şeref sahibi insanlar arasında? Hangi vicdan ve şeref sahibi insan, İmam'ın kişilik ve mesajlarıyla aşina olduktan sonra dünyayı pençesinde inleten bu zulüm düzenine başkaldırmaz ki?!

Sahi, bugün güdümlü iktidarlar tarafından yönetilen islam ülkeleri ve arap beldelerinin büyük bir çoğunluğunda İmam Humeyni'nin -ks- vasiyetnamesi, konuşmaları ve mesajlarının yayınlanması ve mütalaası neden suç sayılmakta ve yasaklanmaktadır? Bunca ülkede başkanlar en üst düzey yetkililerin İmam Humeyni'nin hareket ve fikirlerinin yayılmasını önlemek amacıyla elele vermesi ve bunca imkanı seferber etmesi niye? Bütün bunların yegane sebebi, onun; asırlardır insanlığın hasretle beklediği ve yokluğundan acı duyduğu insânî değer ve hakikatleri dile getirmesi ve bunları can-u gönülden savunuyor olması değil midir? İmam Humeyni'nin -ks- pâk yaşamıyla âşina bulunan ve onun mesajını duyup muazzam kişiliğini tanıyabilenler onun tutuşturmuş olduğu bu meşalenin, sözkonusu kin ve düşmanlıklar fırtınasıyla söndürülemeyeceğini bu saptırma ve yozlaştırma zulmetleriyle yokedilemeyeceğini bilirler: "Allah nurunu tamamlayacaktır; kâfirlerle müşrikler istemeseler de!" (Saf, 8)


İmam Humeyni'nin Vefatı:

Yârin Visâli, Yârenlerin Firâkı

İmam Humeyni -ks- ülkü, ideal, hedef ve gayeleri belirlemiş, söylenmesi gerekenleri söylemiş, pratikte de bütün varlığını bu ülkü ve amaçların tahakkukuna adamıştı. Hş.1368 Hordad ayının ortalarıydı ve çağın büyük evliyası, tüm hayatını kendisine adadığı ve rızasını kazanmak için çırpındığı sevgilisine kavuşmaya hazırlanıyordu şimdi. O'ndan başka kimsenin önünde eğilmemiş, O'ndan başka kimse için gözyaşı dökmemişti. Her biri bir edebiyat şahaseri de olan irfânî şiirleri onun bu vuslat anının özlemiyle yanıp tutuştuğunun belgesiydi. Onun için visal ve kavuşma, onu sevenler içinse ayrılık ve firak ateşi demekti bu. Uğruna baş koyanlar için dayanılması pek güç bir ayrılık görünüyordu şimdi. Vasiyetnamesinde bu lahzaları şöyle tavsif etmekteydi kendisi: "... Huzurlu bir gönül, emin bir kalp, şâd bir ruh ve Allah'ın fazlından ümitli bir öz ile kardeşler ve bacıların hizmet ve huzurundan ayrılıp ebedî mekana doğru yolculuğa çıkıyorum, sizin hayır duanıza pek ihtiyacım var. Rahman ve Rahîm olan Allah'tan hizmette kusur, suç ve taksirim hususunda özrümü kabul buyurmasını dilemekte ve milleten kusurlarım, suçlarım ve taksiratım hususunda mazeretimi kabul etmesini, irade gücü ve kararlılıkla ilerlemesini dilemekteyim". (foto sy: 201)

Bugün ister İran halk, ister dünyanın dört bir yanından onu ziyarete gelenler, bu nur imamının makberinin parmaklıklarına sarılmakta ve onun bu son sözlerine şöyle cevap vermektedirler: "Ey İmam! Ey gönüllere taht kuran sevgili, hangi suç, hangi taksiratın oldu ki bize karşı? Babalarımız da biz de sende iyilik, hasenat ve nurdan başka birşey görmüş veya duymuş değiliz ki!.. Ey nur imamı "Şehadet ederim ki sen namaz kıldın, zekat verdin ve bunları dirilttin, iyiliği emredip kötülüğü engellemek için çaba gösterdin, Allah yolunda cihad ettin ve bütün bunları en mükemmel bir şekilde yerine getirdin!" (177)

Daha da şaşırtıcı olanı, rıhletinden yıllar önce yazmış olduğu bir gazelde İmamın şöyle diyor olmasıdır: "Sâlhâ miygozered, hâdisehâ miy-âyed / İntizâr-i ferec ez niyme-i Hordâd keşem!" (Yıllar geçmekte, hadiseler ard arda vuku bulmakta / Herşeyin düzeleceği Hordad ayının ortalarını bekliyorum şimdi!)

Aynı gazelin bundan önceki beyitlerinde de ayrılık ve hicranın zorluğundan sözedilmekte ve visal anının hasreti vurgulanmaktadır! (178) (foto. s:202)

Ve şimdi hicri- şemsi 1368 Hordad'ının ilk günleri gelip geçmiştir. Birkaç gün önce İmam'ın sindirim sistemi ve kalp rahatsızlığı halka açıklanmış, ameliyata alındığı duyurulmuştu. Bu günlerde İran'a hakim olan manevî atmosferin tevsifi mümkün değidir. Evlerde, camilerde, tekke ve zaviyelerde, sokaklarda, caddelerde; heryerde toplu dua merasimleri düzenlenmiş, İmam'ın yurtiçi ve yurtdışındaki izleyicileri "Allah'ım" Bizim ömrümüzü al, onun ömrünü uzat" diye yakarmaya başlamışlardır. Bütün İran, hatta dünyadaki bütün inkılâbi müminler inanılmaz bir hüzne ve kedere gömülmüştür; kimse rahatsızlığını gizleyememekte, gözyaşını tutamamaktadır. Kederli gönüller Cemaran'a yönelmiştir bütün varlığıyla. Zaman bir türlü geçmek bilmiyor... İran baştanbaşa bir "dua ve yakarış beldesi" kesilmiş... Doktorlar ellerinden geleni yapıyor, ama Yaradan'ın takdirini değiştirebilmek mümkün mü hiç: "Ey mutmain nefis! Rabbinin rızasını kazanmış ve sen de O'ndan razı olmuş olarak dön Rabbine! Artık kullarımın arasına gir! Ve Cennetime gir!" (Fecr, 27-28)

Hş. 1368 Hordad ayının 13. günü: Kamerî tarihle 27 Muharrem, miladi tarihle 3 Haziran 1989... Günlerden Cumartesi... Akşam; saat 22 20' yi gösteriyor. Sevgiliye kavuşma vakti, vuslata erme zamanı gelip çatmış... Milyonlarca müminin kalbinin Allah'ın nuruyla, manevî aşkla dolmasını sağlayan bir müminin kalbi duruveriyor... Çok yakın dostları tarafından hastahane odasına yerleştirilen gizli bir kamera aracılığıyla hasta olarak yattığı son günler, ameliyatları ve Hakk'ın Rahmetine kavuştuğu, likaullah'a eriştiği o lâhzalar kaydedilmiştir bugün (179) İmam'ın bu lâhzalardaki inanılmaz huzuru ve maneviyatla dolup taşan hali televizyondan yayınlandığında baştan başa bütün İran bir kez daha maneviyat beldesi kesilecek, yaşlı gözlerle yaslı gönüller bir kez daha mânevi bir inkılab yaşayacaktı âdeta... Bu anları tarif edebilmek gerçekten imkansızdır... O sırada bizzat o ortamda bulunan ve o atmosferi teneffüs edebilenler bilir ancak bunu... Dudakları sürekli kıpırdamakta, Allah'ı zikretmekteydi! Seksenyedi yaşında olduğu, çok kısa aralıklarla birden fazla pek zor ve uzun ameliyata girdiği, mübarek kollarında serum iğneleri, vücudunun birçok yerinde cihazlar bulunduğu ve ömrünün son akşamını geride bırakmakta olduğu o son lâhzalarda farzlarını tamamladığı akşamla yatsının sünnetlerini kılıyor, teheccüd namazını (foto s:203) ihmal etmiyor ve Kur'an telavet ediyordu... Son saat geldiğinde fevkalâde bir huzur ve melekutî bir sükunu vardı. Durmadan kelime-i şehadet getiriyor, "Allah birdir, Muhammed O'nun elçisi ve kuludur" diyordu... Ve, kelime-i şehadeti tekrarlayarak verdi son nefesini; Melekut-i Â'lâ'ya kanatlanırken sevgilisine kavuşmanın sevinci dudaklarındaki huzurlu tebessümden belliydi... O sevgilisine kavuşmuş, ama sevenleri tarifi imkansız acılara boğmuluştu.

İmam'ın -ks- dâr-ı bekaya göçtüğü haberi yayınlandığı zaman islâmi İran büyük bir zelzele yaşamıştı âdeta. Sadece İran değil, islam ve islam ümmetine bütün dünyada izzet ve saygınlık kazandıran bu nur İmamının mesaj ve kişiliğiyle âşina olan her yerde, her belde ve her diyarda gözler yaşlı, gönüller yaşlıydı o gün... Evet, müminlerin o günlerdeki halini tavsif edebilmek ne dilin ne de kalemin yapabileceği bir iş değil gerçekten. Yârini, sevgili İmam'ını kaybeden İran halkı böylesine dövünerek gözyaşı akıtmakta haklıydı elbet; tarihte hiçbir millet, bir rehbere böylesine ağlamış değildi şüphesiz. Koca bir islam ümmetinin ayaklar altında çiğnenen izzet ve onurunu kurtarmış, yüceltmişti o; inananlar onun yiğit kıyamı sayesinde kavuşmuşlardı layık oldukları izzet ve onura. Gerçek anlamda bir Allah eri olan bu nâdide goncanın yiğitçe haykırışı şahı İran'dan söküp atmış, Amerika'yla batı şirkinin bu ülkedeki sömürü ve sultasına son vermiş, islamı yeniden diriltip ihya etmiş, (foto- s:204 ve 205) müslümanlara onur ve izzet bahşetmiş, İslam Cumhuriyeti'ni kurmuş kimsenin yan bakmaya dahi cür'et edemediği dünyanın tüm süper güçlerinin karşısına dikilip bütün şeytanî ve cehennemî güçleri dehşete düşürmüş, bütün küfür dünyasının elele vererek on yıl boyunca tertiplediği tüm oyun, komplo, ihtilal girişimleri, hükumeti düşürüp devleti yıkma çabaları, içeriden ve dışarıdan fitne, ve bozgunculuklar çıkarıp bölücülük yaratma tertiplerinin tamamını bozmuş, hem doğu, hem batı blokunun tüm gücüyle destek verdiği bir ülkenin kışkırtılmasıyla başlayan 8 yıllık bir savaşta İslam Cumhuriyeti'nin başkomutanlığını yaparak dünya müstekbirleriyle bölgedeki maşalarını dize getirip pes ettirmiş bir âlim, müçtehid, taklid mercii, kutub ve rehberdi o; müslüman İran milleti onlarla birlikte tüm dünyayı Muhammedî öz islamla tanıştıran bu nur İmamının ardından gözyaşı dökmekte elbette ki haklıydı.

Bütün bunları abartma gibi gören ve esasen başka bir dünyadan meselelere baktığı için bu mefhumları yeterince algılayamayanlar İmam'ın -ks- vefat ettiği ve onun pâk na'şının kaldırıldığı günlerde İran ve dünya televizyonlarından yayınlanan gerçek sahneleri gördüklerinde, bu acı haberin ağırlığına dayanamayan onlarca müminin haberi duyar duymaz can verdiğini ve bekâ diyarına göçtüğünü duyduklarında ve yüzlerce İmam aşığının baygınlık geçirerek ancak eller üzerinde ambulanslar ve kliniklere aktarılabildiğine şahid olduklarında elbette ki hayretler içinde kalacak ve bu gerçekleri doğru yorumlama ve idrâk hususunda acze düşeceklerdir. Ama ilahî aşkı tadmış ve Rabbinin rızasını umarak yaşamaya alışmış olanlar için bütün bunları anlamak ve algılayabilmek hiç de zor değildir. Müslüman İran halkı İmam Humeyni'ye -ks- gerçekten aşıktı; onun rıhlet gününde "Humeyni'yi sevmek, tüm iyilikleri sevmek demektir" sloganı atan kitleler bunun en bariz delili olsa gerek.


Hemen ertesi gün, yani hş. 1368 Hordad'ının 14'üne rastlayan Pazar günü "Rehberlik Uzmanlar Meclisi" toplanıyor ve Ayetullah Hamenei tarafından okunan ve okunması 2,5 saat süren İmam'ın vasiyetini dinledikten sonra; islam cumhuriyetinin rehberliğini üstlenecek ve İmam'ın yerini doldurabilecek yeni rehberin kim olması gerektiği hususunda gerekli müşaverelerde bulunduktan sonra o sırada dönemin cumhurbaşkanı olan ve rahmetli İmam'ın en seçkin öğrencileri arasında yer alıp islam inkılabına fevkalâde emeği geçen, İmam'ın 15 Hordad kıyamındaki yarenlerinden biri olup hareket boyunca imamın yanında yer alan Ayetullah Seyyid Ali Hamanei İran'ın yeni lideri olarak seçiliyor.




--------------------------------------------------------------------------------

* - Tıpkı Ortadoğu Teknik Üniversitesi gibi -çev-

*- Bakara, 249.