Back
İÇİNDEKİLER
Next

 




BÖLÜM 14

İMAM RIZA (A.S)’IN MEMUN’UN YANINDA ÇEŞİTLİ DİN VE MEZHEP ALİMLERİYLE YAPMIŞ OLDUĞU BİR BAŞKA TOPLANTI

 

 

İmam (a.s)’ın Ali bin Muhammed bin Cehm’e Peygamberlerin (a.s) Masumluğu Konusunda Verdiği Cevaplar:

 

1- Ebu Salt-i Herevî şöyle diyor: Memun, değişik İslam mezheplerinin alimlerini ve yine Yahudî, Hıristiyan, Mecusi, Sabii alimlerini,  bir takım ilim ve kelam ehli kimseleri Hz. Rıza (a.s)’ın yanına topladığı sırada, mecliste soru sormaya kalkışan herkes, net bir şekilde gereken cevapları alarak boğazları tıkanmışçasına susup kaldılar. Son olarak Ali bin Muhammed bin Cehm ayağa kalkarak şöyle dedi:

- Ey Resulullah’ın torunu! Acaba siz peygamberlerin (a.s) masum olduklarına mı inanıyorsunuz?

İmam: Evet, inanıyorum.

İbn-i Cehm: Peki, o halde Allah-u Teala’nın şu ayetleri hakkında ne diyorsunuz: “Adem, rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp kaldı.” (Tâha/121), “Ve balık sahibi (Hz. Yûnus); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki, kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı.” (Enbiya/87), “Züleyha, Yûsuf’u kastetti ve Yûsuf da Züleyha’yı.” (Yûsuf/24), “Dâvud, anladı ki biz onu denemeden geçirdik.” (Sad/24)[32], “Allah’ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun.” (Ahzap/37)

İmam: Vay senin haline ey Ali (bin Cehm)! Allah’tan kork, kötülükleri peygamberlere nispet verme! Allah’ın kitabını kendi reyin ve görüşünle tevil etme. Allah-u Teala buyurmuştur ki: “Onun tevilini (yorumunu) Allah’tan ve ilimde derinleşenlerden başkası bilmez.” (Âl-i İmran/7)

Ama zikrettiğin ayetlere gelince, Allah-u Teala’nın Hz. Adem hakkındaki; “Ve Adem, rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp kaldı” şeklindeki buyruğuna gelince; şüphesiz Allah azze ve celle, Adem (a.s)’ı yeryüzünde hüccet ve beldelerinde bir halife olsun diye yarattı; onu cennet için yaratmadı. Adem (a.s)’ın yapmış olduğu fiil yeryüzünde değil, cennette vuku bulmuştur.[33] Hz. Adem’in ismetinin (masumluk ve günahtan arı olmasının), Allah’ın takdirlerinin tamamlanması için yeryüzünde olması gereklidir. İşte yeryüzüne indirildiğinde ve Allah’ın hücceti ve halifesi olduğunda Allah-u Teala’nın şu sözüyle masum oldu: “Kesinlikle Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti.” (Âl-i İmran/33)

Sonra “Ve balık sahibi (Hz. Yûnus); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki, kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı” ayetine gelince; ayetteki “zanne” (sanmıştı) kelimesi, yakîn etti manasındadır. Yani, Allah’ın onu rızıkta sıkıntıya ve darlığa düşürmeyeceğine yakîn etti. Ayetteki “len nakdira aleyh” cümlesi, “ona gücümün yetmeyeceğini zannetti” manasında değildir. Allah-u Teala’nın şu ayetini duymadın mı: “Ama ne zaman onu deneyerek rızkını kıssa...” (Fecr/16) Bu ayette “yekdira” rızkı kesmek anlamındadır. Eğer Yûnus (a.s) Allah’ın kendisi üzerinde kudreti olmadığını sanmış olsaydı kâfir olmuş olurdu.

Sonra Hz. Yûsuf (a.s) hakkındaki şu ayete gelince; “Züleyha Yûsuf’a meyletti ve Yûsuf da o'na.” Züleyha (Yûsuf’la) günah işlemeye meyletti; Yûsuf ise onu öldürmeye meyletti. Ancak Allah onu katle düşmesinden ve iffete aykırı işten korudu. Şu ayet: “Böylelikle biz ondan kötülüğü ve fuhuşu geri çevirmek için (ona delil gösterdik).” (Yûsuf/24) Bu ayette kötülükten maksat katletmek, fuhuştan maksat da zinadır.

Hz. Dâvud (a.s)’a gelince, sizin tarafta olanlar bu konuda ne diyorlar?

İbn-i Cehm: Diyorlar ki; Dâvud (a.s), mihrabında namaz kılmakta iken şeytan, kuşların en güzeli kılığında ona göründü. Dâvud (a.s) namazını bozarak kuşu yakalamak için ayağa kalktı. Kuş avluya çıktı, Dâvud (a.s) da onun arkasından dışarı çıktı, kuş daha sonra damın üzerine uçtu, o da damın üzerine çıktı. Derken kuş, Urya bin Hannan’nın evine uçtu. Dâvud (a.s) kuşun gittiği yere bakınca gözü yıkanmakta olan Urya’nın hanımına ilişti; onu o halde görünce aşık oldu. Öte yandan Dâvud, Urya bin Hannan’ı bir savaşa göndermişti. Derken savaş komutanının Urya’yı Tabut’un[34] önüne geçirmesi için ona bir mektup yazdı. Komutan da Urya’yı öne geçirdi. Fakat o müşriklere galip oldu. Bu durum Dâvud’a çok ağır geldi. Yine Urya’yı tabutun önüne geçirmesi için bir mektup daha yazdı. Komutan Uryayı tekrar öne geçirdi ve Urya da öldürüldü. Derken Dâvud (a.s) da onun hanımıyla evlendi.

Ravi diyor ki; İmam Rıza (a.s) eliyle alnına vurarak şöyle buyurdu: İnna lillah ve inna ileyhi raciûn! Siz Allah’ın peygamberlerinden birine namazı hafife almayı nispet verdiniz. Öyle ki, kuşun peşinden koşmak için namazını bozdu, diyorsunuz. Sonra da ona fuhşu nispet verdiniz, daha sonra da cinayeti!

İbn-i Cehm: Ey Resulullah’ın torunu! O halde Hz. Dâvud’un hatası neydi?

İmam(a.s): Vay haline! Dâvud (a.s), Allah’ın kendisinden daha bilgili birisini yaratmadığını sandı. Bundan dolayı Allah azze ve celle iki meleği onun yanına gönderdi. Derken onlar mihraba sıçrayarak (duvardan çıkıp Dâvud’un ibadet ettiği yere inerek) şöyle dediler: “..Biz iki hasımız. İçimizden birimiz, diğerinin hakkına tecavüz etmiştir, aramızda adaletle hükmet, hakkı aşıp adaletten çıkma ve bizi dosdoğru yola sevk et. Şüphe yok ki şu, benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu var ve benimse bir tek koyunum; böyleyken onu da bana ver dedi ve konuşmamızda beni alt etti.” (Sâd/22-23) Burada Hz. Dâvud, acelede bulundu ve hakkında dava açılan kişinin zararına hükmederek şöyle dedi: “Senin koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle gerçekten de zulmetmiş sana.” (Sâd/24) Hz. Dâvud, (gerekli olduğu halde) iddiada bulunan şahıstan bir şahit ve delil istemedi. Ayrıca aleyhinde iddia edilen şahısa “Bu konuda sen ne diyorsun?” diye de sormadı. İşte Hz. Dâvud’un hatası bu hakimlik usulü hakkındaki hata idi, sizin düşündüğünüz gibi değil. Allah-u Teala’nın şöyle buyurduğunu duymadın mı: “Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde halife kıldık, artık insanlar arasında adaletle hükmet ve dilediğine uyma.” (Sâd/26)

İbn-i Cehm: Ey Resulullah’ın torunu! Peki, Hz. Dâvud’un Urya ile olan hikâyesi nasıldır?

Hz. Dâvud (a.s)’ın zamanında, bir kadının kocası öldüğü veya öldürüldüğünde o kadın artık hiçbir zaman  evlenmezdi. Allah (c.c)’ın, ilk olarak kocası ölmüş kadınla evlenmesini mübah kıldığı kimse Hz. Dâvud (a.s) idi. İşte Hz. Dâvud (a.s) Urya öldürüldüğünde iddeti geçtikten sonra onun hanımıyla evlendi. Urya hakkında halka ağır gelen şey, işte budur.

Ama Hz. Muhammed (s.a.a) hakkında Allah-u Teala’nın şu kelamına gelince: “Ve Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan korkuyordun ve Allah’tan korkman daha doğruydu, o daha layıktı buna.” (Ahzap/37) Allah-u Teala peygamberine, dünyadaki ve ahiretteki eşlerinin isimlerini ve onların müminlerin anneleri olduklarını o hazrete bildirdi. O kadınlardan birisi Cehş kızı Zeyneb idi ki, o zaman Zeyd bin Harise’nin hanımıydı. Peygamber efendimiz, münafıkların; “Peygamber başkasının evinde olan bir kadını kendi eşlerinden sayıyor” dememeleri için onun ismini içinde saklayarak açıklamadı. Hazret, münafıkların böyle söyleyebileceklerinden çekindi.

Allah azze ve celle şöyle buyurdu: “Ve halktan korkuyordun, oysa Allah’tan korkman daha doğruydu.” Yani içinden bu sözün söylenmesinden korkuyordun. Allah azze ve celle üç kimsenin dışında kullarından hiç kimseyi bizzat kendisi evlendirmemiştir; onlardan biri Hz. Âdem ile Havva’dır, diğeri Hz. Peygamber ile Zeyneb’tir ki, bu konu hakkında şöyle buyurmuştur: “Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, biz onu (Zeyneb’i) seninle evlendirmiş olduk.” (Ahzap/37) Üçüncüsü ise Hz. Fatıma (s.a) ile Hz. Ali (a.s)’dır.

Ravi diyor ki; Ali bin Muhammed bin Cehm, ağlayarak şöyle dedi: Ey Resulullah’ın torunu! Ben artık bugünden sonra sizin beyan ettiğinizin dışında Allah’ın peygamberleri hakkında bir şey söylememek üzere tövbe ediyorum.


Text Box: 15. BÖLÜM
 

 

 

 

 

 


PEYGAMBERLERİN MASUMLUĞU KONUSUNDA İMAM RIZA (A.S)’IN MEMUN’LA OLAN BİR BAŞKA OTURUMU

 

 

(15. Bölüm, Peygamber’in ismet sıfatını içeren bir rivayetten ibarettir. Burada daha önceki bölümlerde tekrarı olan kısımları  zikretmeye gerek duymadık.)

 

 

Ali bin Muhammed bin Cehm şöyle diyor: Memun’un meclisine girdim, Hz. Rıza (a.s) da oradaydı. Memun İmam’a şöyle sordu:

“Ey Resulullah’ın torunu! Siz peygamberlerin masum olduklarını söylemiyor musunuz?”

İmam (a.s): Evet, söylüyorum.

Memun: Öyleyse Allah azze ve celle’nin şu sözünün anlamı nedir? “Gece olup karanlık basınca bir yıldız görmüş de, budur rabbim demişti.” (Enam/76)

İmam Rıza (a.s): Hz. İbrahim üç grubun içerisinde yer almıştı: Zühre (Venüs) yıldızına tapanlar, aya tapanlar ve güneşe tapanlar. Bu olay, onu sakladıkları yerden çıktığı zaman gerçekleşti. Gece olup karanlık onu sarınca Zühre yıldızını görerek inkâr ve imtihan etmek için “Bu benim rabbim midir?” dedi. Fakat yıldız kaybolunca “Ben kaybolup gidenleri sevmem” dedi. Çünkü kaybolmak, sonradan oluşmuş yaratıkların özelliğidir; ezelî ve ebedî olanın özelliği değil. Yine, ayı (etrafa aydınlık saçarken) gördüğünde, imtihan etme amacıyla “Bu benim rabbim midir?” demiş, fakat o da kayboluverince şöyle demişti: “Eğer rabbim beni doğru yola eriştirmezse sapmışlar topluluğundan olurum.” Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce ihbar ve ikrar üzere değil, sadece inkâr ve imtihan vechiyle: “Bu benim rabbim midir? Üstelik bu, aydan ve Zühre yıldızından daha büyüktür!” dedi. Ama o da kayboluverince yıldız, ay ve güneşe tapan üç gruba dönerek şöyle dedi: “Ey kavmim! Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim; ben, şirk koşanlardan değilim.” (Enam/78-79)

İbrahim (a.s) bu sözleriyle, onlara dinlerinin bâtıl olduğunu açıklamak, Zühre, ay ve güneş gibi şeylere ibadet etmenin doğru olmadığını ve ibadetin sadece gökleri ve yeri yaratana has olduğunu ispatlamak istedi. İbrahim (a.s)’ın kendi kavmine getirdiği deliller Allah-u Teala’nın ona ilham ettiği şeylerdendi. Nitekim Allah (c.c) buyuruyor: “Bu, İbrahim’e, kavmine karşı verdiğimiz kesin delilimizdir.” (Enam/83)

Memun: Allah sana çok hayır versin, ey Allah resulünün evladı! Şimdi bana İbrahim (a.s)’ın buyurmuş olduğu şu sözü açıklayınız: “Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilteceğini göster. Allah ona inanmıyor musun, deyince İbrahim; evet, inanıyorum ancak kalbimin tatmin olmasını istiyorum, demişti.” (Bakara/260)

İmam Rıza (a.s): Allah-u Teala İbrahim (a.s)’a şöyle vahyetti: “Ben kullarımdan kendime bir halil (dost) seçeceğim; eğer benden ölüleri diriltmemi istese onun bu isteğini kabul edeceğim.” İbrahim (a.s)’ın kalbine o halilin kendisi olduğu ilham oldu. Bu yüzden şöyle dedi: “Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” Allah-u Teala “İnanmıyor musun?” deyince şöyle dedi: “Evet inanıyorum, ama kalbimin tatmin olmasını istiyorum.” Bunun üzerine Allah-u Teala şöyle buyurdu: “Öyleyse dört kuş tut, sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara/260) Derken, İbrahim (a.s) birer kerkenez, tavus, ördek ve horoz tuttu, sonra onları parçalayıp birbiriyle karıştırdı. Daha sonra karıştırılmış bu etlerden etraftaki on dağın üzerine bıraktı. Sonra onların gagalarını da yanına alarak isimleriyle çağırdı. Yanına onlar için su ve yem de almıştı. (Ansızın gördü ki) kuşların parçaları birbirine doğru uçuştular ve bedenler tamamlandı ve her beden gelerek kendi boyun ve başına eklendi. Böyle olunca Hz. İbrahim (a.s) onların gagalarını elinden salıverdi, onlar da uçtular. Daha sonra inerek yerde bulunan su ve yemden yeyip şöyle dediler: “Ey Allah’ın peygamberi! Sen bizleri dirilttin, Allah da seni diriltsin. İbrahim (a.s) da: Hayır, dirilten ve öldüren Allah’tır, o her şeye kadirdir, dedi.

Memun: Tebrik ederim sizi ey Ebul Hasan! Şimdi de bana Allah-u Teala’nın şu buyruğunu açıklayın: “Mûsa (düşmanlarından olan kişinin göğsüne) bir yumruk attı ve işini bitiriverdi; bu iş, şeytanın işlerindendir... dedi.” (Kasas/15)

İmam (a.s): Mûsa (a.s) akşam ile yatsı arası, halkın haberi olmadığı bir zamanda Firavun’un şehirlerinden birine girdi. Orada kavga etmekte olan iki kişi gördü. Onlardan birisi kendi taraftarlarından, diğeri de düşmanlarındandı. Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı yardım istedi. Mûsa (a.s) da Allah’ın hükmüyle düşmanı olanın aleyhine hüküm verdi ve derken ona yumruk attı, o da öldü. Mûsa (a.s) bu işten sonra “Bu iş, şeytanın işidir” dedi. Mûsa’nın maksadı o iki kişi arasındaki kavgaydı, adamı öldürmesi değildi. “O, (şeytan) açıkça saptırıcı bir düşmandır.”

Memun: Peki, Mûsa’nın şu sözünün anlamı nedir: “Rabbim, ben kendi nefsime zulmettim, beni bağışla!” (Kasas/16)

İmam (a.s): Maksadı şuydu: Ben bu şehre girmekle kendimi uygun olmayan zor şartlar altında bıraktım. “Feğfir li”[35] cümlesi burada “Beni düşmanlarımdan gizle de bulup öldürmesinler” manasındadır. Allah-u Teala da onu mağfiret etti (buradaki tefsire göre onu gizledi). Çünkü o, örten ve rahmet edendir. Mûsa (a.s) dedi: “Allah’ım! Bana verdiğin bu nimetten (yani, bir kişiyi bir yumrukla öldürebilecek güç) dolayı artık suçlu günahkârların destekçisi olmayacağım. Aksine, bu güçle razı olana dek senin yolunda cihat edeceğim.”

Hz. Mûsa, böylece o şehirde “Korku içinde (çevreyi) gözetleyerek sabahladı. Derken bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen kişi bir başkasına karşı onu (tekrar) çağırıyor.” Mûsa ona dedi ki: “Sen gerçekten apaçık bir azgınsın.” Dün bir kişiyle kavga ettin, bugün de bir başkasıyla kavga ediyorsun, seni tedip edeceğim! O ikisinin düşmanı olanı tutmak istediğinde, diğeri aleyhinde sanıp “Ey Mûsa! Dün birisini öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.” dedi.(Kasas/19)

Memun: Ey Ebul Hasan, Allah seni peygamberleri tarafından mükâfatlandırsın! Öyleyse Mûsa’nın Firavun’a dediği şu sözünün manası nedir: “Ben o işi yaptığım zaman dallinden[36] (sapkınlardan) idim.” (Şuarâ/20)

İmam (a.s): Mûsa (a.s) Medyen’den Firavun’un yanına döndüğünde Firavun şöyle dedi: “Ve sen, yapacağın işi (cinayeti) de işledin, sen nankörlerdensin.” (Şuarâ/19) Hz. Mûsa dedi: “Ben o işi yaptım ama, o zaman şaşkınlardan idim, senin şehirlerinden birine girmekle şaşkındım (yolu kaybetmiştim). Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra rabbim bana hüküm (ve hikmet) verdi ve beni peygamberlerden kıldı.” (Şuarâ/21)

Allah azze ve celle, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a)’e de buyuruyor ki: “Seni bir yetim iken bulup da barındırmadı mı?” (Duhâ/6) Yani, seni yalnız bulup da halkı sana yöneltmedi mi? “Ve seni yol bilmez (veya şaşırmış bir durumda) iken doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duhâ/7) Yani sen, kendi kavmin içerisinde kaybolmuş ve tanınmaz durumda iken halkı seni tanımaya yöneltti. “Bir yoksul iken seni bulup da zengin etmedi mi?” (Duhâ/8) Yani, senin duanı kabul ederek böylece seni zengin etti.

Memun: Aferin size ey Resulullah’ın evladı! Peki, Allah-u Teala’nın şu buyruğunun anlamı nedir: “Mûsa, tayin ettiğimiz vakitte gelip rabbi onunla konuşunca rabbim, demişti; bana görün de bakayım sana. Allah; beni asla göremezsin, dedi.” (Âraf/143) Nasıl oluyor da Kelimullah Mûsa bin İmran (a.s) Allah-u Teala’nın görülemeyeceğini bilemiyor ve ondan böyle bir istekte bulunuyor?

İmam (a.s): Kelimullah Mûsa bin İmran (a.s) Allah-u Teala’nın gözlerle görülebilecek olandan yüce olduğunu biliyordu. Fakat Allah-u Teala Mûsa ile konuşunca ve onu (kendisiyle) gizlice söyleşmek için yakınlaştırınca kavmine dönerek onlara Allah-u Teala’nın kendisiyle konuştuğunu ve onunla yakından münacat ettiğini haber verdi. Mûsa’nın kavmi; “Senin duyduğun gibi biz de onun sesini duymadıkça sana inanmayacağız” dediler. Hz. Mûsa’nın kavminin nüfusu yedi yüz bin kişiydi. Onlardan yetmiş bin kişi seçti, sonra onların arasından yedi bin kişi seçti, sonra onların arasından yedi yüz kişi seçti ve son olarak onların arasından da yetmiş kişiyi rabbinin tayin ettiği vakit için seçti. Onları Sîna Dağı’na götürdü. Dağın eteğinde onları bekleterek kendisi yalnız başına dağa çıktı. Allah-u Teala’dan kendisiyle konuşmasını ve onlara sesini duyurmasını diledi. Allah-u Teala da onunla konuştu ve topluluk Allah’ın konuşmasını yukarıdan, aşağıdan, sağdan, soldan, önden ve arkadan duydular. Çünkü Allah-u Teala ağaçtan ses çıkarttı ve o sesi her taraftan duyacakları şekilde yaydı. Ama onlar şöyle söylediler: “Allah’ı apaçık görmedikçe duyduğumuz sesin Allah’ın sesi olduğuna inanmayacağız.” Böyle ağır bir söz konuşup azgınlık ve tekebbür gösterdiklerinde Allah-u Teala onlara bir yıldırım gönderdi de onları zulümlerinden dolayı yakalayıp öldürdü. Mûsa (a.s) dedi: Ey rabbim! İsrailoğullarının yanına döndüğümde onlar şöyle diyecekler: “Onları götürüp öldürdün mü? Çünkü Allah ile konuşman gerçek değildi!”

Böylece Allah-u Teala onları diriltip Mûsa ile gönderdi. Onlar yine dediler: “Sen eğer Allah’tan ona bakman için kendisini göstermesini istesen, o senin isteğini kabul eder ve sen onu gördüğün gibi, bize de onu anlatırsın; biz de Allah’ı gerektiği gibi tanımış oluruz.” Mûsa (a.s) cevaplarında şöyle dedi: Ey kavmim! Allah (c.c) gözle görülmez, onun niteliği yoktur; ancak ayet ve nişaneleri ile tanınır.” Allah’tan bu dediğimizi istemezsen sana asla inanmayız, dediklerinde Mûsa (a.s) Allah’a şöyle arz etti: “Allah’ım! İsrailoğullarının dediklerini duydun. Sen onların yararına olanı daha iyi bilirsin.” Bu sırada Allah, Mûsa (a.s)’a şöyle vahyetti: “Ey Mûsa! Onların istediklerini benden iste, seni onların cehaletinden dolayı sorgulamayacağım.” O vakit Mûsa (a.s) dedi: “Rabbim, kendini bana göster de bakayım!” Allah-u Teala da şöyle buyurdu: “Beni kesinlikle göremezsin. Fakat, şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse görebilirsin beni.” derken rabbi dağa tecelli edince dağ, yerle bir oldu ve Mûsa bayılıp yere yığıldı. Kendisine gelince de; “Sen noksan sıfatlardan münezzehsin, sana tövbe ettim” dedi. (Âraf/143) “Tövbe ettim sana” yani, kavmimin bilgisizliğinden sana olan gerçek inanç ve bilgime döndüm. Kavmim içinde senin görülmediğine inananların ilki benim.

Memun: Allah hayrını bol etsin ey Ebul Hasan! Bana Allah-u Teala’nın şu ayeti hakkında bilgi veriniz: “Peygamberler, ümitlerini kesip tamamen inkâr edileceklerini zannettikleri zaman bizim yardımımız geldi.” (Yûsuf/110)

İmam (a.s): Yani peygamberler kendi kavimlerinden ümitlerini kesince ve kavimleri de peygamberlerini yalancı sanınca bizim yardımımız geldi.

Memun: Allah hayrını bol etsin ey Ebul Hasan! Bana Allah’ın şu ayeti hakkında bilgi veriniz: “Allah senin önceki ve sonraki günahlarını bağışlasın.” (Feth/2)

İmam (a.s): Mekke müşrikleri nezdinde Hz. Resulullah (s.a.a)’den daha günahkâr bir kimse yoktu. Çünkü onlar bîsetten önce üçyüz altmış puta tapıyorlardı. Resulullah (s.a.a) “lâ ilahe illallah” kelimesini söylemeye davet edince bu onlara çok ağır geldi. İşte bundan dolayı şöyle dediler: “İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey. Onlardan önde gelen bir grup ‘Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) da kararlı olun; çünkü asıl istenen şey de budur’ diye çekip gitti. Biz bunu son dinlerin hiçbirinde duymadık. Bu, ancak bir yalan!” (Sâd/5-7)

Sonra Allah-u Teala, Mekke’yi Peygamberi için (s.a.a) fethedince şöyle buyurdu: “(Ey Peygamber!) Şüphe yok ki biz, sana apaçık bir fetih vermişizdir.” Maksat, Mekke’nin fethidir. “Allah senin önceki ve sonraki günahlarını bağışlasın” ayetinden kasıt, yani “Mekkeli müşrikler nezdinde Allah’ın birliğine davetinle önceden ve sonradan telakki edilen günahları örtsün”dür. Çünkü Mekke müşriklerinin bir kısmı Müslüman oldular, bir kısmı da Mekke’den dışarı çıktılar. Geri kalanlar ise Peygamber (s.a.a)’in halkı tevhide davet etmesine karşı gelebilecek yüksek bir güce sahip değillerdi. Böylece Peygamber (s.a.a)’in onlara galibiyetiyle onlar açısından günah sayılan şeyler de örtülmüş (kapanmış) oldu.

Memun: Allah hayrını bol etsin ey Ebul Hasan! Bana Allah-u Teala’nın şu buyruğu hakkında bilgi veriniz: “Allah seni affetsin, neden onlara izin verdin?” (Tevbe/43)

İmam (a.s): Bu ayet (Türkçe’deki söylenişiyle “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit!” kabilindendir.) Allah (c.c) zahirde peygamberiyle konuşmuştur ama, gerçekte onun ümmetini kastetmiştir. Şu ayet de öyledir: “Eğer şirk koşacak olursan amellerin hiç olur ve zarara uğrayanlardan olursun.” (Zümer/65) Yine, şu ayet de öyledir: “Sana sebat etme kabiliyeti vermeseydik and olsun ki birazcık onlara meyledecektin.” (İsrâ/74)

Memun: İçim rahatladı ey Resulullah’ın oğlu! Bana gizli olan şeyi açıkladınız. Allah-u Teala, peygamberler ve İslam’dan taraf seni mükâfatlandırsın.

Ali bin Muhammed bin Cehm şöyle diyor: Memun kalkıp namaza giderken mecliste bulunan Muhammed bin Câfer bin Muhammed (İmam Rıza’nın amcası)’in elinden tutarak onu da kendisiyle birlikte götürdü. Ben de onları izledim. Memun, ona: “Kardeşinin oğlunu nasıl buldun?” diye sordu. Muhammed bin Câfer de cevaben: “O Alimdir, ama onun hiçbir alim ile ilişkisinin olduğunu görmedik, dedi. Onun bu sözü üzerine Memun şöyle dedi: Kardeşinin oğlu, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’indendir; öyle bir Ehl-i Beyt ki, Peygamber (s.a.a) onların hakkında şöyle buyurmuştur: “Bilin ki Ehl-i Beyt’imin iyileri ve neslimin arınmışları, küçüklükte halkın en olgunları ve büyüdüklerinde de halkın en bilginleridirler. Onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın; çünkü onlar, sizden daha bilgilidirler. Onlar sizleri hidayetten çıkarıp dalalet kapısına sokmazlar.”

İmam Rıza (a.s) da kendi evine gitti. Sabah olunca İmam Rıza’nın yanına gittim, Memun’un ve İmam’ın amcasının sözlerini hazrete bildirdim. İmam gülerek şöyle buyurdu: Ey İbn-i Cehm! Ondan duydukların seni aldatmasın, o beni hile ile tuzak kurup öldürecek,  Allah da benim için ondan intikam alacaktır.

Bu kitabın müellifi Şeyh Saduk şöyle diyor: Ali bin Muhammed bin Cehm’in, nasibî (Ehl-i Beyt’e küfreden) ve Ehl-i Beyt düşmanı olmasına rağmen ondan böyle bir hadisi nakletmesi garip (ilginç)’tir.[37]


Text Box: 16. BÖLÜM
 

 

 

 

 

 


İMAM RIZA (A.S)’IN ASHAB-I RESS HAKKINDAKİ SÖZLERİ[38]

 

 

Ebu Salt el-Herevî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s), muhterem babaları vasıtasıyla İmam Hüseyin (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: “Hz. Ali (a.s)’ın şehadetinden üç gün önce Temim kabilesi eşrafından olan Amr adında birisi hazretin yanına gelerek Ashab-ı Ress hakkında şu soruları sordu: Ey Emirelmüminin! Ashab-ı Ress hangi zamanda yaşıyordu? Bulundukları yer neresiydi? Hükümdarları kimdi? Allah-u Teala onlara bir peygamber göndermiş midir? Nasıl yok oldular? Kur’an’da onların zikrolunduklarını görüyor ama, onlarla ilgili bir haber görmüyorum.

Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdular: Benden hiçbir kimsenin senden önce sormadığı bir konu hakkında soru soruyorsun. Benden sonra da bu konu hakkında hiçbir kimse sana benden duyduğunun dışında bir şey söylemeyecektir. Allah’ın kitabında kendisini ve tefsirini dağda mı, ovada mı nazil olduğunu, gece ve gündüzün hangi saatinde indiğini bilmediğim hiçbir ayet yoktur. Şüphesiz burada (göğsünü göstererek) çok ilim vardır ama, onu arayanlar azdır. Beni kaybettiklerinde çok yakın bir zamanda pişman olacaklardır. Ey Temimî! Onların hikâyesi şöyledir: Onlar “Şah-ı Diraht” diye adlandırılan bir çam ağacına tapıyorlardı. O ağacı Yafis bin Nuh “Dûşâb” denilen bir pınarın başına dikmişti. Bu pınar, tufanın ardından Hz. Nuh (a.s) için çıkmıştı. Onlara Ashab-ı Ress denilmesinin sebebi de şu ki; onlar yeri kazarak evlerini yerin içinde yaparlardı (“ress” kazmak ve saklamak anlamındadır). Zamanları Dâvud oğlu Süleyman (a.s)’dan sonra idi. Onların, dünyanın doğusunda vaki olan Ress adlı nehrin kıyısında on iki köyleri vardı. O nehir de onlardan adını almıştı. O zamanlar yeryüzünde o nehirden suyu daha çok ve daha güzel olan bir nehir ve o köylerden daha büyük, gelişmiş, güzel köy de yoktu. Onların adları şöyleydi: Âban, Âzer, Dey, Behmen, İsfendar, Ferverdin, Ordibeheşt, Hordad, Mordad, Tir, Mehr ve Şehriver. Şehirlerinin en büyüğü ise İsfendar idi ki, padişahları orada yaşamaktaydı. O padişahın adı Terkuz[39] bin Gabur bin Yareş bin Sâzan bin Nemrut bin Kenan idi. Sonuncusu (Nemrut bin Kenan) İbrahim (a.s) zamanının Firavunu idi.

Yine o çeşme ve o çam ağacı da bu şehirdeydi. Her köye o çam ağacının meyvesinden bir tohum ekmişlerdi de yeşerip kocaman ağaç oluvermişti. O pınarın ve nehirlerin suyunu haram etmişlerdi. Ne kendileri içerdi, ne de hayvanlarına içirirlerdi. İçeni de öldürürlerdi. Derlerdi ki: Bu bizim ilahlarımızın yaşam kaynağıdır, kimsenin ilahlarımızın yaşamından bir şey eksiltmeye hakkı yoktur. Oysa kendileri de, hayvanları da kıyısında köyleri bulunan Ress nehrinden su içmedeydiler. Yılın her bir ayında her köyde bir bayram kararlaştırmışlardı ki, köyün ahalisi toplanır köyün büyük ağacına nakışlı resimli ipek cibinlik asarlardı. Sonra koyun ve sığırlar getirip ağaç için kurban keserlerdi. Kurbanlarının üzerine de odunlar döküp yakarlardı. Kurbanlıkların dumanı göğe yükselip gökyüzünü onların göremeyeceği derecede kaplayınca ağaca karşı secdeye kapanıp onlardan razı olması için ağlayıp sızlarlardı. Şeytan da gelip ağacın dallarını sallayarak ağacın gövdesinden çocuk sesi gibi bir ses çıkararak yüksek bir sesle şöyle derdi: “Ey kullarım! Sizden razı oldum. Öyleyse rahat ve hoşnut olun!” derken onlar başlarını kaldırarak şarap içip ut ve tambur çalarak dans ediyorlardı. Gündüzü ve geceyi bu vaziyette devam ettirip dağılırlardı. Acemler (Farslar) Âban ayı, Âzer ayı vs. ayların adlarını bu köylerin isimlerinden almışlardır. Çünkü o köylerin halkı birbirlerine: “Bu falan ayın bayramıdır ve bu da filan ayın bayramıdır” diyorlardı. Büyük köylerinin (İsfendar) bayramı gelince de büyüklü küçüklü herkes oraya toplanırdı. Pınarın ve çam ağacının yanında oniki kapısı bulunan ve üzerinde çeşitli nakışları olan ipekten bir çadır kurarlardı. Her kapı bir köyün ahalisi içindi. Çadırın dışında çam ağacına secde ediyorlardı. Ona kendi köylerindeki ağaçlar için kestiklerinin kat kat fazlasını kurban kesiyorlardı. Bu durumda İblis geliyor ve çamı hızlıca sallıyordu. Ağacın içinden yüksek sesle konuşuyor ve bütün şeytanlardan daha çok vade ve vaatlerde bulunuyordu. Onlar da başlarını secdeden kaldırıyor ve sevinçlerinin çokluğundan dolayı kendilerinden geçiyorlardı. Şarap içmek ve müzikle uğraşmaktan konuşamayacak duruma geliyorlardı. Bu işi oniki gün, yani yıl boyunca yaptıkları bayramlar süresince devam ettirir ve sonra dağılırlardı.

Allah’ı inkâr edip Allah’tan başkasına ibadet etmeleri uzun sürünce Allah-u Teala onlara İsrailoğullarından, Yehûda bin Yâkub’un evlatlarından olan bir peygamber gönderdi. O peygamber uzun süre onların arasında kalarak onları Allah’a ibadet etmeye ve onun rububiyetini tanımaya çağırdı. Ancak halk, ona uymadı. Peygamber de onların sapıklık ve dalalette haddi aştıklarını, hidayet ve kurtuluşa doğru davetini reddettiklerini görünce, onların büyük şehirlerinin bayramına katılarak şöyle dedi: “Allah’ım! Senin bu kulların beni yalanlayıp seni inkâr etmekten başka bir şey yapmadılar. Yarın, hiçbir faydası ve zararı olmayan ağaca tapacaklar. Öyleyse onların bütün ağaçlarını kurut; kudret ve saltanatını göster onlara!”

Ertesi gün herkes kalktığında ağaçların tümünü kurumuş gördüler. Bu durum onları korkuttu. Acze ve ümitsizliğe kapılarak iki gruba ayrıldılar: Bir grup; “Kendisini yerlerin ve göklerin rabbi tarafından elçi gönderildiğini sanan bu adam, sizleri ilahlarınızdan döndürüp kendi ilahına yöneltmek için sizin ilahlarınıza büyü yaptı” diyordu. İkinci grup ise; “Hayır, tanrılarınız bu adamı kendilerini kötüleyip onlar hakkında yersiz konuştuğunu, sizi onlardan başkasına ibadet etmeye çağırdığını görünce öfkelenmişler ve siz de öfkelenip bu adamdan onların intikamını alasınız diye güzellik ve değerlerini sizlerden gizlemişlerdir” dedi.

Böylece hep beraber onu öldürmeye karar verdiler. Bu iş için geniş ağızlı kurşun borular hazırladılar. Boruları nehrin dibinden suyun yüzeyine kadar künk (kanalizasyon boruları) gibi birbirine geçirdiler ve içinin (pınarın veya boruların) suyunu çektiler. Ardından onun dip kısmında dar ağızlı, derin bir kuyu kazıp peygamberlerini onun içine attılar ve o kuyunun ağzına büyük bir kaya koydular. Daha sonra boruları sudan çıkararak şöyle dediler: “Şimdi ilahlarımız, onlara karşı kötü konuşan ve bizleri onlara ibadet etmekten men eden adamı öldürdüğümüzü ve onu kalbinin şifa bulması için büyük ilahımızın altına gömdüğümüzü görünce ümit ederiz bizden razı olurlar ve (böylece) yeşillik ve güzellikler de eskisi gibi bize geri dönmüş olur.”

Halk, gün boyunca peygamberlerinin iniltisini ve şöyle dediğini duyuyorlardı: “Ey mevlam! Yerimin darlığını ve nefesimin kesildiğini görmektesin. Güçsüzlük ve çaresizliğime rahmetip ruhumu çabuk al, duamın icabetini geciktirme!” Nihayet o (Allah’ın selamı üzerine olsun) öldü. Bunun üzerine Allah-u Teala Cebrâil’e şöyle buyurdu: “Ey Cebrâil! Acaba sabrıma aldanan, gazabımdan kendilerini güvende hisseden, benden başkasına taparak peygamberlerini öldüren bu kullarım benim gazabım karşısında durabilecek veya hakimiyetim altından dışarı çıkabilecek bir güce sahip midirler? Nasıl kurtulabilirler? Oysa, bana isyan eden ve azabımdan çekinmeyen kimselerden kendim intikam alacağım. İzzet ve celalime yemin ederim ki, onları bütün aleme bir ibret kılacağım!”

Allah-u Teala, onları o bayramlarında şiddetli kızıl rüzgârlarla korkuya düşürdü. Onlar tufanda şaşkınlığa uğrayıp vahşete kapıldılar. Birbirlerine sığınmaya başladılar. Daha sonra yer, ayakları altında yanmakta olan bir kibrit taşına dönüştü. Siyah bir bulut da onlara gölge düşürdü. Üzerlerine kubbe şeklinde alevlenen bir ateş parçası attı. Bedenleri ateşte kurşun eriyiği gibi eridi.

Allah’ın gazap ve azabından yine ona sığınırız. La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.”


 

 

17 ve 18. bölümlerde İmam (a.s) Saffat/107 ayeti ve “Bu iki kurbanın evladıyım” hadisini açıklıyor.

 

19. Bölüm de İmamet ile ilgilidir. Ama 20. bölümde konu daha geniş ele alındığından, tekrar olmaması ve okuyucuya sıkıntı vermemesi için zikretmeye gerek  duymadık.


Text Box: 20. BÖLÜM
 

 

 

 

 

 

 


İMAM RIZA (A.S)’IN MASUM İMAMIN SIFATI, İMAMETİ, FAZİLETİ VE RÜTBESİ HAKKINDAKİ SÖZLERİ

 

 

Abdulaziz bin Müslim şöyle diyor: Ali bin Mûsa-i Rıza (a.s) zamanında Merv’de idik. O şehre vardığımız ilk gün, yani Cuma günü merkez camiinde toplandık. Halk, imamet meselesini ve insanlar arasında bu konuyla ilgili pek çok ihtilafın olduğunu konuşup tartışıyordu. Ben efendim ve mevlam İmam Rıza (a.s)’ın yanına varıp halkın konuştukları meseleyi kendilerine arz ettim. İmam (a.s) tebessüm ederek şöyle buyurdular: “Ey Abdulaziz! Halk cahil kalıp hileyle dinlerinden sapmış. Allah Tebarek ve Teala dinini peygamberi için tamamlamadıkça ve içinde her şeyin beyanı olan Kur’an’ı ona indirip helal, haram, hudut, ahkâm ve ihtiyaç duyulan her şeyi tamamıyla açıklamadıkça peygamberinin ruhunu almadı. Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: “Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (Enam/38) Allah-u Teala, Resulullah (s.a.a)’ın ömrünün sonunda vaki olan Veda Haccı’nda şu ayeti nazil etti: “Bugün dininizi ikmal ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım, size din olarak İslam’ı seçip beğendim.” (Mâide/3)

İmamet meselesi, dini tamamlayan ve onu kemale erdiren bir meseledir. Hz. Resulullah (s.a.a) vefatından önce, dinin nişanelerini ümmetine açıklamış, onun yollarını onlara izah etmiş, onları doğru yola iletmiş, Hz. Ali (a.s)’ı onlara bir imam ve kılavuz tayin etmiş ve halkın ihtiyaç duyduğu her şeyi açıklamıştır. Kim Allah’ın kendi dinini kâmil etmediğini düşünürse gerçekte Allah’ın kitabını reddetmiştir; Allah’ın kitabını reddeden de kâfirdir. Acaba halk imametin kadrini ve ümmet arasındaki konumunu biliyor mu ki, onların bu konudaki seçimleri de doğru olabilsin?

İmametin, kadri ve değeri halkın kendi akıllarıyla ulaşabileceğinden veya kendi görüşleriyle anlayabileceğinden ya da kendi seçimleriyle bir imamı seçebileceğinden daha büyük; şânı daha ulu, makamı daha yüce, alanı daha engin, dibi daha derindir. İmamet öyle bir makamdır ki, Allah-u Teala İbrahim (a.s)’ı nübüvvet ve halillik (Allah’ın dostu olma) makamından sonra üçüncü bir makam ve fazilet olarak onunla şereflendirip bu makamla onun adını yüceltmiştir. Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Ey İbrahim! Ben seni insanlara imam kılacağım.” (Bakara/124) İbrahim (a.s) sevinçle “Benim zürriyetimden de mi?” dediğinde Allah-u Teala “Benim ahdim zalimlere ulaşmaz” buyurdu. Bu ayet kıyamete kadar her zalimin imametini iptal etmektedir. Böylece imamet, ümmetin seçkinlerine mahsus kılınmış oldu. Sonra Allah (c.c) imameti Hz. İbrahim’in soyundaki seçkin ve temiz insanlara vererek ona ikramda bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: “Ve ona (İbrahim’e) İshak’ı armağan ettik, üstüne de Yâkub’u ve hepsini de salih kişiler kıldık ve onları kendi emrimizle hidayete yönelten önderler kıldık ve onlara hayırlı işleri; namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik ve onlar, bize ibadet eden kişilerdi.” (Enbiya/72-73)

İşte imamet böylece sürekli olarak onun neslinde bâki idi; Hz. Peygamber (s.a.a) onu miras alıncaya kadar daima asırdan asıra, nesilden nesile imameti birbirinden miras alıyorlardı. Allah-u Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “İbrahim’e gerçekten yakın olanlar, ona uyanlarla bu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah inananların dostu ve yardımcısıdır.” (Âl-i İmran/68)

Böylece imamet, Hz. Peygamber’e mahsus kılınmıştı. Hazret de onu Allah’ın emriyle -Allah’ın farz kıldığı şekilde- Hz. Ali (a.s)’ın uhdesine bıraktı; daha sonra bu makam onun, Allah’ın kendilerine ilim ve iman verdiği seçkin nesline intikal etti.” Allah (c.c) onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Kendilerine ilim ve iman verilenlerse (kıyamet günü dünyada ve berzahta bir saatten fazla beklemediklerine dair yemin eden suçlulara cevap olarak) derler ki: Andolsun ki siz, Allah’ın kitabında (yazılı süre boyunca) diriliş gününe kadar (kabirde) yatıp kaldınız; işte bu dirilme günüdür.” (Rum/56) Öyleyse bu (imamet), kıyamet gününe dek sadece Ali (a.s)’ın soyunda bâki kalacaktır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.a)’den sonra hiçbir peygamber yoktur. O halde bu cahil insanlar imamı (kendi reyleriyle) nasıl seçebilirler?

İmamet, peygamberlerin makamı ve vasîlerin mirasıdır. İmamet, Allah’ın ve Peygamber (s.a.a)’in hilafetidir; Emirülmüminin Ali (a.s)’ın makamı ve Hasan ile Hüseyin (a.s)’ın mirasıdır. İmamet dinin yuları, Müslümanların nizamı, dünyanın salahı ve müminlerin izzetidir.

İmamet, İslam’ın gelişen kökü ve yükselen dalıdır. İmamla namaz, zekât, oruç, hac ve cihat kâmil olur; ganimet ve sadakalar çoğalır; had ve hükümler uygulanır; hudut ve sınırlar korunur. İmam Allah’ın helalini helal, haramını da haram kılar; şer’î hadleri (cezaları) icra eder, Allah’ın dinini savunur; hikmet, güzel öğüt ve kesin delillerle halkı rablerinin yoluna davet eder. İmam ufukta yer edinerek alemlere doğan bir güneş gibidir; öyle bir güneş ki, ne eller ona erişebilir, ne de gözler. İmam aydınlık saçan bir hilal, parlak kandil, doğan nurdur. Karanlıkların ortasında, ıssız çölde ve engin denizlerde hidayet yıldızıdır. Susuzlar için tatlı bir su gibidir; doğru yola kılavuzluk eden ve tehlikeden kurtarandır. İmam, tepedeki ateş gibidir; soğuktan kaçıp ona sığınanı ısıtır, tehlikeli yerlerde kılavuzdur; kim ondan ayrılırsa helak olur.

İmam, çok yağmurlu bulut, sağanak yağmur, ışık saçan güneş, geniş yer, bol suyu olan pınar, su biriken büyük çukur (havuz) ve bahçe (gibi)’dir.

İmam, dost olan bir emin, şefkatli bir baba, ikiz kardeş ve zorluklarda kulların sığınağıdır.

İmam, Allah’ın yeryüzündeki emini (güvenilir kulu), kullarına hücceti, beldelerindeki halifesi, halkı Allah’a davet eden ve hürmetleri (korunması gerekli olan şeyleri) savunandır.

İmam, günahlardan arındırılmış ve ayıplardan tertemiz kılınmıştır; ilim ona mahsustur, sabırlı ve halimdir; dinin düzeni, Müslümanların izzeti, münafıkların öfkesi ve kâfirlerin yok olmasına sebep olandır.

İmam kendi zamanının eşsiz insanıdır, hiçbir kimse ona (derece ve fazilette) ulaşamaz, hiçbir alim onun dengi olamaz; onun bedeli, misli ve eşi bulunmaz. Bağışlayan Allah’ın fazlı ile hiçbir talep ve gayrette bulunmaksızın bütün faziletlerle özelleştirilmiştir (tüm üstünlükler ona verilmiştir). Öyleyse kim imamı tanıyabilir ve onu seçebilir?

Heyhat, heyhat! (Hayır. Asla! Asla!) Onun makamından bir makamı, faziletlerinden bir fazileti tarif etmekte akıllar sapmış, zihinler şaşkınlığa düşmüş, beyinler hayretler içerisinde kalmış, gözler yorulmuş, büyükler eziklik hissetmiş, hekimler hayrete düşmüş, akil insanlar küçülmüş, hatipler dilsiz kalmış, bilginler cahil duruma düşmüş, şairler usanmış, edipler acze düşmüş, fasihler yorulup güçsüzleşmiş, hepsi aczini ve güçsüzlüğünü itiraf etmiştir. O halde onu bütünüyle anlatmak, künhünü vasfetmek, onun işlerinden bir şey anlamak ve onun yerine geçerek yerini doldurabilecek birini bulmak nasıl mümkün olabilir?! Hayır, bu mümkün müdür? Oysa imam yıldızlar gibi, kendisine ulaşmak isteyenlerin elinden ve vasfedenlerin vasfından uzaktır öyleyse halkın seçimi nerede, bu makam nerede; akıllar nerede ve bu makamı idrak etmek nerede? Böyle bir şahsiyetin Resulullah (s.a.a)’ın hanedanının dışında bulunacağını mı zannediyorlar? Andolsun Allah’a ki, nefisleri onlara yalan söylemiş; bâtıl (söz ve düşünceler) onları boş arzulara düşürmüştür. Sonuç olarak, zor ve kaygan olan yüksek bir yere ayak basmışlardır. Ayakları kayarak oradan aşağı düşeceklerdir. Zayıf, düşük, noksan akılları ve sapık görüşlerle imam tayin etmeye kalkışmışlardır. Hedeften uzaklaşmanın dışında bir sonuç elde edemeyeceklerdir. Allah onların canını alsın! Onlar nereye dönüp gidiyorlar? Çok zor bir işe girişmişler; gerçeğe aykırı söz söylemişler, derin bir sapıklığa düşmüşler ve şaşkınlık içinde kalmışlardır. Çünkü onlar bilerek imamı terk ettiler; kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara süsleyip çekici kıldı. Böylece onları doğru yoldan alıkoydu. Onlar gören, basiret sahibi insanlardan da değillerdi.

Allah ve Resulünün seçiminden yüz çevirip kendi seçimlerini tercih ettiler. Oysa ki Kur’an, yüksek bir sesle onlara şöyle hitap etmektedir: “Ve rabbin dilediğini yaratır ve seçer; seçmek onlara ait bir hak değildir. Allah onların şirk koştukları şeylerden münezzeh ve yücedir.” (Kasas/68) Yine şöyle buyuruyor: “Ne oldu size ki? Nasıl hükmediyorsunuz? Yoksa size mahsus bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz? Onda; neyi beğenir-isterseniz sizindir, diye mi yazılı? Yoksa sizin için üzerimizde kıyamete dek sürecek bir yemin mi var ki, siz ne hüküm verirseniz mutlaka o sizin için olacak diye? Onlara sor, onlardan hangisi bunun savunuculuğunu yapacak? Yoksa ortakları mı var? Doğru söylüyorlarsa ortaklarını da getirsinler.” (Kalem/36-41) Yine Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Ne diye Kur’an’ı iyice düşünüp taşınmazlar? Yoksa kalplerinde kilitler mi var?” (Muhammed/24) “Yoksa Allah kalplerini mühürlemiş de artık anlayamıyorlar mı? Yoksa duyduk dedikleri halde duymuyorlar mı? Şüphesiz ki yerde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıl erdirmez olan sağır ve dilsiz mahluklardır. Allah, onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara duyururdu. Fakat duyursaydı da gene onlar arkalarını dönerek yüz çevirirlerdi.” (Enfal/21-23) “Ve derler; duyarız da karşı çıkarız!” (Bakara/93) “Hayır o ...Allah’ın lütfüdür, ihsânıdır, dilediğine verir onu ve Allah, pek büyük bir lütuf ve ihsan sahibidir.” (Hadid/21)

Peki, imamı nasıl seçebilirler? Oysa imam, cehaletten uzak bir alim, korkmayan bir yönetici; kutsallık, temizlik, ibadet, ilim ve kulluk madenidir. Peygamber (s.a.a)’in “Allah’ım, onu seveni sev” veya “Allah’ım, onlardan pislikleri gider” vb. duası sadece ona mahsustur. O, Betül’ün (Hz. Fâtıma’nın) tertemiz neslindendir. Onun soy şeceresinde hiçbir kusur yoktur. Soy-sop sahibi hiç kimse onunla boy ölçüşemez. O Kureyş soyundan, Haşim boyundan ve Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’indendir. O, Allah tarafından razı olunmuş ve beğenilendir. Şereflilerin en şereflisidir, Abdumenaf neslindendir. Coşkun ilme ve kâmil hilme sahiptir. İmamet işi için güçlü, siyaset bilen, itaati farz olan, Allah’ın emrini yürürlükte ve canlı tutan, Allah’ın kullarının hayrını isteyen ve Allah’ın dinini koruyan bir kimsedir. Allah (c.c), peygamberleri ve imamları (Allah’ın salâtı onlara olsun) delillerinde başarıya ulaştırır (veya ilham eder); başkalarına vermediği gizli ilim ve hikmetlerinden onlara verir, böylece ilimleri zamanlarındaki ilim ehlinin ilminden daha üstün olur. Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Halkı gerçeğe sevk eden mi uyulmaya daha layıktır, doğru yola sevk edilmedikçe o yolu bulamayan mı? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Yûnus/35) Yine buyuruyor: “Ve kime hikmet ihsan edilmişse şüphe yok ki o, çok hayra nail olmuş demektir.” (Bakara/269) Tâlut kıssasında da şöyle buyuruyor: “Şüphe yok ki Allah size onu seçti; onun bilgi ve vücut gücünü artırdı. Allah mülkünü istediğine verir. Allah’ın rahmeti boldur, her şeyi bilendir.” (Bakara/247) Resulüne de şöyle buyurmuştur: “...Allah’ın sana lütfü ve ihsanı pek büyüktür.” (Nisa/113) Aynı zamanda Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i, itreti ve soyundan olan imamlar (a.s) hakkında da şöyle buyurmuştur: “Yoksa Allah’ın, lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir saltanat ihsan ettik. Böylece kimi ona inandı, kimi de ona sırt çevirdi. Çılgın ateş olarak cehennem yeter!” (Nisa/54-55)

Allah (c.c) bir kulu, kullarının işlerini yönetmek için seçtiğinde bu iş için onun göğsünü genişletir ve kalbine hikmet pınarları yerleştirir ve ona ilmi ilham eder. Artık ondan sonra hiçbir sorunun cevabında aciz kalmaz ve doğru olandan uzaklaşmaz. O, masum teyit edilmiş, muvaffak ve doğrudur; hata, sürçme ve kaymalardan emniyettedir. Allah (c.c) onu, kullarına hüccet ve yaratıklarına şahit olması için böyle yaptı. İşte bu, Allah’ın lütuf ve ihsanıdır. Onu istediğine verir. Allah pek büyük lütuf ve ihsan sahibidir. Acaba onlar böyle birini bulmaya kadirler mi ki, gelip onu seçebilsinler ve seçtikleri kimsenin bu özelliklere sahip olması mümkün mü ki, onu başkalarından öne geçirebilsinler? Beytullah’a andolsun ki, hakkı aşmışlardır. Allah’ın kitabını arkalarına almışlardır; sanki hiçbir şey bilmiyorlar. Halbuki Allah’ın kitabında şifa ve hidayet vardır. Onu bir kenara bırakıp kendi heva ve heveslerine uymuşlardır. Bu yüzden Allah (c.c) onları yermiş, onlara gazap etmiş, helak etmiş ve buyurmuştur ki: “Allah’tan hidayet olmadan, kendi heva ve hevesine uyandan daha sapık kim vardır? Allah zalimleri hidayet etmez.” Yine buyurmuştur ki: “Yüzüstü düşesiceler! (Allah) onların amellerini giderip boşa çıkarmıştır.” (Muhammed/8) Yine buyurmuştur ki: “Allah katında da bir nefrete ve buğza uğrarlar, inananlar katında da; işte Allah, her kibirli ve cebbar kişinin gönlünü böyle mühürler.” (Mümin/35)

Bu hadisi Muhammed bin Muhammed bin İsâm el-Kuleynî, Ali bin Ahmed bin Muhammed bin İmran ed-Dekkak, Ali bin Abdullah el-Verrak ve Hüseyin bin İbrahim bin Ahmed bin Hişam el-Müeddib (r.a) bana naklederek demişlerdir ki: Muhammed bin Yâkub-i Kuleynî bu hadisi Ebu Muhammed Kasım bin Âla’dan, o da Kasım bin Müslim’den, o da kardeşi Abdulaziz bin Müslim’den, o da İmam Rıza (a.s)’dan nakletmiştir.


Text Box: 21. BÖLÜM
 

 

 

 

 


İMAM RIZA (A.S)’IN HZ. FATIMA (A.S)’IN EVLENMESİ HAKKINDAKİ SÖZLERİ

 

 

1- Muhammed bin Sâbık şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) buyurdu: “Babam, babası Câfer bin Muhammed (a.s)’dan, o da babasından ve o da ceddinden İmam Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletti: Evlenmeye karar vermiştim ama, bu konuyu Peygamber (s.a.a)’e açmaya cüret edemiyordum. Bir süre bu mevzu gece gündüz hep aklımdaydı. Nihayet bir gün Resul-u Ekrem’in huzuruna vardığımda hazret “Ya Ali!” diye buyurdular. Ben de: “Buyurun ey Allah’ın elçisi!” dedim. Resulullah (s.a.a); “Evlenmeye rağbetin var mı? diye sordu. Ben de cevaben: “Allah Resulü daha iyi bilir” dedim. Resulullah (s.a.a)’in Kureyş hanımlarından birini benimle evlendireceğini zannettim. Fatıma (a.s) ile evlenme fırsatını kaçırmaktan endişeliydim. Hiçbir şeyden haberim olmadığı bir halde hazret beni yanına çağırdılar, ben de Ümmü Seleme’nin evinde huzurlarına vardım. Bana bakınca yüzü parladı (sevindi) ve tebessüm etti; öyle ki, dişlerinin parladığını gördüm. Hazret bana:

“Ey Ali, müjde! Allah (c.c) beni mahzun etmekte olan senin evlenme işini kendi üzerine aldı” diye buyurdu. Ben: “Bu iş nasıl oldu ey Allah’ın resulü, dediğimde şöyle buyurdular: “Cebrâil (a.s) cennet sümbülü ve cennet karanfili ile bana geldi ve onları bana verdi. Ben onları alıp kokladım ve Cebrâil’e; ey Cebrâil, bunun sebebi nedir, diye sordum. Cebrâil şöyle dedi: Allah-u Teala cennette bulunan meleklere ve diğer cennet ehline bütün cennetleri; ağaç, nehir, meyve ve saraylarıyla beraber süsleyip donatmalarını emretti. Cennet rüzgârlarına çeşitli çeşitli güzel kokularla esmelerini emretti. Cennet hûrilerine de “tâ-ha”, tâ-sin” ve “hâ-mim-ayn-sin-kâf” ile başlayan sûreleri okumalarını emir buyurdu. Daha sonra bir münadiye şöyle nida etmesini emretti: “Ey benim meleklerim ve ey cennetimin sakinleri! Şahit olun ki, Muhammed (s.a.a)’in kızı Fâtıma’yı, Ali bin Ebu Talib ile evlendirdim. Bu işten dolayı hoşnut ve razıyım; bu ikisi birbirlerinindir.”

Sonra Allah, melekler için de belagatta üstüne olmayan “Rahil” adlı meleğe bir hutbe okumasını emretti. O da yer ve gök ehlinin okuyamadığı bir hutbe okudu. Ardından bir münadiye şöyle seslenmesini emretti: “Ey benim meleklerim ve ey cennetimin sakinleri! Muhammed (s.a.a)’in habibi Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı ve Muhammed (s.a.a)’in kızı Fâtıma’yı tebrik edin. Çünkü ben, onlara hayır ve bereket verdim.” Rahil; “Ey rabbim, dedi. Cennette ve katında gördüğümüzden başka onlara verdiğin bereket nedir?” Allah-u Teala şöyle buyurdu: “Onlara ihsan ettiğim bereketimden bazıları şudur ki, onları sevgim üzere bir araya topluyor ve yaratıklarıma hüccetim olarak kılıyorum. İzzet ve celalime andolsun ki, onlardan öyle bir nesil ve evlatlar vücuda getireceğim ki, onları yeryüzünde hazinedarlarım ve hikmetimin madenleri kılacağım; peygamber ve resullerden sonra da onlarla yaratıklarıma delil göstereceğim.”

Öyleyse müjde ey Ali! Ben de Allah-u Teala’nın evlendirmesi üzerine kızım Fâtıma’yı seninle evlendirdim. Allah’ın onun için razı olduğuna ben de razıyım. Şimdi eşinin elinden tutuver ki, sen ona benden daha layıksın. Cebrâil bana haber verdi ki cennet ve cennet ehli, sizi çok arzuluyorlar. Eğer Allah, sizin neslinizden halka hüccet karar kılmak istemeseydi cennet ve cennet ehlinin sizinle ilgili bu isteklerini kabul ederdi. Sen ne iyi bir kardeş, ne iyi bir dâmat ve de iyi bir dostsun! Allah’ın hoşnutluğu sana yeter.

Bu sırada Ali (a.s) şöyle dedi: “Allah’ım! Bana verdiğin nimete şükretmemi bana ilham et!” (Neml/19) Resul-u Ekrem de amin dedi.[40]

Bu hadis (Arapça metindeki tarikle), diğer yolla da Hz. Ali bin Ebu Talib (a.s)’dan nakledilmiş, başlangıcında da şöyle denilmiştir: “Hazret buyurdu: Fâtıma (a.s) ile evlenmeye karar vermiştim ama, konuyu Peygamber (s.a.a)’e açmaya cüret edemiyordum...(hadisin sonuna kadar da aynı olarak devam eder).

Yukarıdaki hadisin bir başka rivayet yolu da var ki “Medinet’ül İlim” kitabında zikretmiştim.

 

2- Hüseyin bin Halid, İmam Rıza (a.s)’dan, o da muhterem babalarından ve onlar da Ali (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklederler: “Resulullah bana buyurdular: Ey Ali! Kureyş büyüklerinden bir kısmı Fâtıma’nın seninle evlenmesi konusunda beni kınadılar ve dediler: “Biz onu senden istedik ama, sen vermedin; tutup Ali ile evlendirdin!” Ben de onlara dedim ki; Allah’a andolsun, bu işi ben yapmadım. Allah (c.c) onu size vermedi ve Ali ile evlendirdi. Cebrâil bana gelerek şöyle dedi: Ey Muhammed! Allah buyuruyor: “Eğer Ali’yi yaratmasaydım, Adem’den insanlığın sonuna kadar yeryüzünde kızın Fâtıma’ya eş olabilecek birisi bulunmazdı.”

Bu hadis (Arapça metindeki senetle) başka bir yolla da Ali bin Ebu Talib (a.s) vasıtasıyla Resulullah (s.a.a)’den nakledilmiştir. Bu konuda bana nakledilenleri “Mevlid-u Fâtıma” adlı kitapta yazmıştım.


Text Box: 22. BÖLÜM
 

 

 

 

 

 

 


İMAM RIZA (A.S)’DAN İMAN VE İMANIN TARİFİ

 

 

1- Ebu Salt Herevî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) muhterem babaları vasıtasıyla Ali bin Ebu Talib (a.s)’dan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletti: “İman; kalple tanımak, dille ikrar etmek ve azalarla da amel etmekten ibarettir.”

 

2- Yine, başka bir senetle İmam Rıza (a.s)’dan, onun da babalarının dilinden Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: İman kalple tanımak, dille ikrar etmek ve azalarla da amel etmektir.

 

3- Ebu Salt el-Herevî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)’a “İman nedir?” diye sorduğumda şöyle buyurdular: “İman; kalple inanmak, dille ikrar ve azalarla da amel etmektir. İman ancak bu şekildedir.”

 

4- Yine, başka bir senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da muhterem babaları vasıtasıyla Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “İman; kalple tanımak, dille ikrar etmek ve azalarla amel etmektir.”

 

5- Yine, başka bir senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babalarının dilinden Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “İman; kalple tanımak, dille ikrar etmek ve azalarla amel etmektir.”

 

6- Muhammed bin Abdullah bin Tâhir de şöyle diyor: Babamın başı ucunda durmuştum. Ebu Salt-i Herevî, İshak bin Rahveyh ve Ahmed bin Muhammed bin Hanbel de oradaydılar. Babam onlara “Her biriniz bana bir hadis nakledin” dedi. Ebu Salt şöyle dedi: Ali bin Mûsa er-Rıza (a.s) ki, gerçekten de ismi gibi hoşnut olunan ve beğenilen birisiydi, babası Mûsa bin Câfer (a.s)’dan, o da babası Câfer bin Muhammed (a.s)’dan, o da babası Muhammed bin Ali (a.s)’dan, o da babası Ali bin Hüseyin (a.s)’dan, o da babası Hüseyin bin Ali (a.s)’dan, o da babası Ali bin Ebu Talib (a.s)’dan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletti: “İman söz ve amelden ibarettir.”


Text Box: 23. BÖLÜM
 

 

 

 

 

 

 


İMAM RIZA (A.S)’IN İTRET VE ÜMMETİN FARKI ÜZERİNE MÜNAZARASI

 

 

Rayyan bin Salt[41] şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) Merv’de Memun’un meclisine hazır oldu. Mecliste Irak ve Horasan alimlerinden bir grup vardı. Memun mecliste bulunan alimlere; “Sonra kitabı, kullarımdan seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır/32) ayetinin anlamını bana söyleyin, dedi.

Alimler: Allah-u Teala bu ayette bütün ümmeti kastetmiştir.

Memun: Ya Ebel Hasan! Sizin görüşünüz nedir?

İmam (a.s): Onlarla aynı görüşte değilim. Bana göre Allah-u Teala bu ayette Peygamber (s.a.a)’in temiz itretini kastetmiştir.

Memun: Allah-u Teala nasıl ümmeti değil de sadece Peygamber (s.a.a)’in itretini kastetmiştir?

İmam (a.s): Eğer ümmeti kastetmiş olsaydı, onların hepsinin cennet ehli olmaları gerekirdi. Zira Allah (üstteki ayetin devamında) şöyle buyuruyor: “Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır, öne geçer. İşte bu, pek büyük bir lütuf ve ihsandır.” Daha sonra hepsini cennet ehli olarak şöyle tanıtmıştır: “Ebedi olan Adn cennetlerine girerler, orada altın bileziklerle süslenirler.” (Fâtır/33) Bu nedenledir ki miras, tertemiz itrete mahsustur, başkalarına değil.

Memun: Tertemiz itret kimlerdir?

İmam (a.s): Onlar Allah-u Teala’nın kendi kitabında şu şekilde vasfettiği kimselerdir: “Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit ricsi (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” (Ahzap/33) Yine onlar, Resulullah (s.a.a)’in haklarında şu şekilde buyurduğu kimselerdir: “Ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyt’imi. Bilesiniz ki bu ikisi, havuzun başında bana gelinceye dek birbirlerinden ayrılmazlar. Öyleyse benden sonra bu ikisi hakkında nasıl davranacağınıza dikkat edin. İnsanlar! Onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın. Zira onlar, sizden daha alimdirler.”

Alimler: Ey Ebul Hasan! Acaba “itret” dediğin “Âl”in kendisi midir, yoksa diğer kimseleri de kapsıyor mu?

İmam (a.s): Onlar “Âl”in ta kendileridirler.

Alimler: Resulullah (s.a.a)’den “Ümmetim benim Âl’imdir” diye nakledilmektedir. Ashap da inkâr edilmeyecek müstefîz (çeşitli kanallardan naklolunmuş) rivayette “Muhammed’in Âl’i, onun ümmetidir” demişlerdir.

İmam (a.s): Bana söyleyiniz; acaba sadaka (farz zekât) Âl-i Muhammed’e haram mıdır?

Alimler: Evet, haramdır.

İmam (a.s): Sadaka bütün ümmete de haram mıdır?

Alimler: Hayır.

İmam (a.s): İşte “Âl” ve “ümmet” arasındaki fark budur. Yazık sizlere! Nereye götürülüyorsunuz? Kur’an’dan yüz mü çevirdiniz? Yoksa haddi aşan bir kavim misiniz? Acaba veraset ve taharetin (miras ve tathirin) hidayet bulmuş seçkinler hakkında olup başkaları hakkında olmadığını biliyor musunuz?

Alimler: Ey Ebul Hasan! Bu konuyu neye dayanarak diyorsunuz?

İmam (a.s): Şu ayete: “Ve andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, soylarına da peygamberlik ve kitap verdik, öyle iken onlardan doğru yolu bulanlar var ve çoğuysa fasıktırlar.” (Hadid/26) Sonuçta, nübüvvet ve kitap mirası fasıklara değil, hidayet olmuşlara mahsus oldu. Nuh’un rabbinden şöyle bir istekte bulunduğunu biliyor musunuz: “De ki: Rabbim, şüphe yok ki oğlum, ehlimdendir ve senin vaadin de doğrusu haktır. Sen de hakimlerin hakimisin.” (Hud/45) Bu dileğin sebebi şuydu ki Allah (c.c) ona, kendisini ve ehlini (ailesini) kurtaracağına dair vaatte bulunmuştu. Rabbi de cevabında şöyle buyurdu: “Ey Nuh! O, kesin olarak senin ehlinden değil. Çünkü o, kötü bir iş yapmıştır. Artık bilmediğin şeyi isteme benden. Şüphe yok ki ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt vermedeyim.” (Hud/46)

Memun: Acaba Allah (c.c), itreti diğer insanlardan üstün mü kılmıştır?

İmam (a.s): Allah (c.c) itretin diğer insanlardan üstünlüğünü kitabında açıklamıştır.

Memun: Kur’an’ın neresinde?

İmam (a.s): Şu ayette: “Şüphe yok ki Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu seçti, alemlere üstün etti. Birbirlerinden türemiş bir soydur onlar ve Allah işiten ve bilendir.” (Âl-i İmran/33-34) Bir başka ayette de şöyle buyurmuştur: “Yoksa Allah’ın lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir saltanat ihsan ettik.” (Nisa/54) sonra bu ayetin ardından diğer müminlere hitap ederek şöyle buyurmuştur: “Ey inananlar! Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir sahiplerine itaat edin” (Nisa/59) Yani kitap ve hikmetle birleştirdiği (kitap ve hikmeti onlara miras olarak verdiği) kimselere itaat edin. İşte bu iki mirastan dolayı onlara haset edildi. Öyleyse şu ayetten: “Yoksa Allah’ın lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk (saltanat) ihsan ettik” maksat, tertemiz olan seçkinlere itaat etmektir. Ayette mülkten kasıt da onlara itaat etmektir.

Alimler: Anlatınız bize; acaba Allah (c.c) seçkinleri kitabında açıklamış mıdır?

İmam (a.s): Allah-u Teala, bâtın hariç, zahirde de Kur’an’ın oniki yerinde seçkinleri açıkça beyan etmiştir. Bu, Kur’an’ın tefsirlerinin dışında kalan, bâtınında ve tevilinde olan miktardır.

Birinci ayet şudur: “En yakın akrabalarını (ve ihlas sahibi yakınlarını) korkut.” (Şuarâ/214) Bu ayet Ubey bin Kâb’ın kıraatinde böyledir (yani “ve ihlas sahibi yakınlarını” cümlesi de ilave edilmiştir). Bu, Abdullah bin Mesud’un mushafında da sabittir. Allah-u Teala’nın bu ayette Hz. Peygamber’in Âl’ini kaydetmesi ve onu peygamberine zikretmesi (onlar için) yüksek bir makam, büyük bir fazilet ve yüce bir şereftir.

İkinci ayet de şudur: “Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten ricsi (her çeşit günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” (Ahzap/33) Bu ayet de katı düşmanın dışında kimsenin habersiz olmadığı ve inkâr etmediği bir fazilettir. Çünkü taharetten (tertemiz olmaktan) daha üstün bir fazilet düşünülemez.

Üçüncü ayet: Allah-u Teala yaratıklarından tertemiz olanları ayırdığında mübarek ayetinde peygamberine onlarla beraber mübahele (lânetleşme) yapmaya gitmesini emrederek şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Artık sana gelen bunca ilimden sonra da gene bu hususta seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra da dua edelim ve Allah’ın lânetini yalancıların üstüne kılalım.” (Âl-i İmran/61) Bu ilahi emirden sonra Resulullah (s.a.a) Ali, Hasan, Hüseyin, ve Fâtıma’yı (Allah’ın salâtı ve selamı onlara olsun) dışarı çıkarıp onları kendi yanına aldı. Ayette geçen “kendimiz” ve “kendiniz” ibaretinin anlamını biliyor musunuz acaba?

Alimler: Allah-u Teala onunla Peygamber’in kendisini kastetmiştir.

İmam (a.s): Yanıldınız; çünkü Allah-u Teala onunla Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı kastetmiştir. Bunun delillerinden birisi Resulullah (s.a.a)’in şu sözüdür: “Ya Velîaoğulları bu işlerinden vazgeçecekler, ya da kendim gibi birisini (onlara karşı koymak için) göndereceğim.” Yani Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı. Ayetteki “oğullar”dan kasıtsa Hasan ve Hüseyin (a.s)’dır. “Kadınlar”dan kasıt da Fâtıma (s.a)’dır. İşte bu, hiç kimsenin o fazilette onlardan öne geçemeyeceği bir özelliktir. Hiç kimsenin o özellikte onlara ulaşamayacağı bir üstünlüktür ve hiçbir yaratığın o üstünlükte onları geçemeyeceği bir şereftir. Çünkü Hz. Peygamber, Ali’nin nefsini (kendisini) kendi nefsi saymıştır. Bu da üçüncü ayettir.

Dördüncü ayet: Peygamber (s.a.a) itretinin dışında herkesi camiden dışarı çıkardı. Bu duruma halk ve Abbas itiraz edip şöyle dediler: “Ey Allah’ın resulü! Neden Ali’yi bırakıp da bizi çıkardın?” Resulullah (s.a.a) cevaben şöyle buyurdular: “Onu orada bırakıp sizi çıkaran ben değilim, bunu Allah (c.c) böyle yapmıştır.”[42] İşte bu söz, Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’ye buyurduğu “Ey Ali! Sen bana nispetle, Hârun’un Mûsa’ya olan nispeti gibisin” hadisini de aydınlatıyor.

Alimler: Bu mevzu Kur’an’ın neresinde geçiyor?

İmam (a.s): Bu konuda size Kur’an’dan delil getirip okuyacağım.

Alimler: Getirin!

İmam (a.s): Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Mûsa’ya ve kardeşine; Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın (onları kıbleye yöneltin)...diye vahyettik.” (Yûnus/87) Bu ayet, Hârun’un Mûsa’nın yanındaki ve Hz. Ali’nin de Peygamber (s.a.a)’in nezdindeki makamını beyan etmektedir. Bununla beraber Peygamber (s.a.a)’in şu sözünde de (Ehl-i Beyt’inin üstünlüğüne dair) apaçık bir delil vardır: “Bu mescide Muhammed ve Âl-i Muhammed hariç, hiç kimsenin cünüp ve hayız olarak girmesi caiz değildir.”

Alimler: Ey Ebul Hasan! Bu beyan siz Ehl-i Beyt’ten başkası yanında bulunmaz.

İmam (a.s): Resulullah (s.a.a): “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır; ilim şehrini dileyen onun kapısından gelmelidir” buyururken bizim bu mevkiimizi kim inkâr edebilir? Açıklayıp izah ettiğim sözlerdeki (mevcut olan) fazilet, şeref, üstünlük, seçkinlik ve temizliği inatçı düşmanlardan başka hiç kimse inkâr etmez. Bu makamdan dolayı Allah’a şükürler olsun. Bu da dördüncüsüdür.

Beşinci ayet: “Akrabalarının hakkını ver.” (İsra/26) Bu, aziz ve cebbar olan Allah’ın Ehl-i Beyt’e mahsus kıldığı bir özelliktir. Allah-u Teala onları bütün ümmetten seçkin kılmıştır. Bu ayet Resulullah’a nazil olduğunda Fâtıma (s.a)’yı yanına çağırdılar. Fâtıma (s.a) geldiğinde Resulullah (s.a.a): “Ey Fâtıma!” diye buyurdu. Fâtıma (s.a); “Emredin ey Allah’ın resulü!” dedi. Resulullah buyurdular ki: “Şu Fedek, savaşsız elde edilen ganimetler arasındadır. Bu yüzden (Allah’ın hükmüne göre) bana aittir; başkalarının onda hakları yoktur. Şimdi Allah (c.c) emrettiği için onu sana bağışladım. Öyleyse onu kendin ve evlatların için al.” Bu da beşincisidir.

Altıncı ayet: Allah-u Teala’nın buyurmuş olduğu şu ayettir: “De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir.” (Şûra/23) Bu, kıyamet gününe dek Peygamber (s.a.a)’e, bir de onun Âl’ine mahsus olan bir özelliktir; diğer kimselere değil. Çünkü Allah-u Teala Kur’an’da Nuh (a.s)’dan şöyle dediğini naklediyor: “Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum; benim ecrim ancak Allah’a aittir ve ben, inananları kovacak da değilim. Şüphe yok ki onlar, rablerine kavuşacaklar. Fakat ben, sizi cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum.” (Hud/29) Allah-u Teala Hud’dan da şöyle naklediyor: “De ki: Ey kavmim; ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim ancak beni yaratana ait, hâla akıl etmeyecek misiniz?” (Hud/51) Ama Allah-u Teala Peygamberi Muhammed (s.a.a)’e şöyle buyurmuştur: “De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, isteğim ancak yakınlarıma sevgidir.” (Şûra/23) Allah (c.c) onların kesinlikle dinden uzaklaşmayacaklarını ve hiçbir zaman sapıklığa yönelmeyeceklerini bildiğinden dolayı onların sevgisini ve dostluğunu farz kılmıştır. Onları sevmenin farz olmasının diğer delili de şu ki; olabilir ki bir insan, birisini sever ama, ailesinden bazıları onunla düşman olduğu için onu tam kalpten, ihlasla sevemez. Allah-u Teala da Resulullah’ın kalbinde müminlere karşı hiçbir kırgınlık olmasını istemediği için Resulullah (s.a.a)’in akrabalarının sevgisini müminlere farz kıldı. Öyleyse kim bu farza uyarak Resulullah (s.a.a)’i ve onun Ehl-i Beyt’ini severse Resulullah (s.a.a) artık ona kin beslemez; kim de bu vazifeyi terk edip ona amel etmez ve Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine kin güderse Resulullah (s.a.a)’in de ona kin gütmesi gerekli olur. Çünkü böyle birisi, Allah’ın farz kıldığı şeylerden birini terk etmiştir. Şimdi bundan daha üstün veya bunun ayarında olabilecek herhangi bir fazilet ve şeref var mıdır?...

Yedinci ayet de şudur: “Şüphe yok ki Allah ve melekleri, salât ederler Peygamber’e. Ey inananlar! Siz de ona salât edin ve selam verin.” (Ahzap/56) Bu ayet nazil olduğunda halk; “Ey Allah’ın resulü! Sana selam vermeyi biliyoruz, fakat sana salât nasıl olur?” diye sordular. Resulullah (s.a.a) buyurdular ki, şöyle diyeceksiniz: “Allahumme salli ala Muhammedin ve Âl-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahime ve ala Âl-i İbrahim, inneke hamidun mecîd” (Allah’ım! İbrahim’e ve Âl’ine salât ettiğin gibi, Muhammed ve Âl-i Muhammed’e de salât eyle. Şüphesiz sen hamit ve mecitsin.) Şimdi bu konuda ey cemaat, aranızda bu söz hususunda bir ihtilaf var mıdır?” Oradakiler hep birlikte “Hayır” dediler...

Memun: Andolsun ki, bu noktanın izah ve beyanının ancak nübüvvet madeninde olabileceğini anlamış oldum.

İmam (a.s): Sekizinci ayet de şudur: “Ve iyice bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin beşte biri, muhakkak Allah’ın, Peygamber’in ve zilkurbânın (yakınların)dır.” (Enfal/41) Allah-u Teala bu tarz beyanıyla yakınların (Peygamber (s.a.a)’in yakınlarının) payını, kendi payıyla Resulullah’ın payına yanaştırmıştır. Bu da “Âl” ile ümmet arasında bir çeşit farklılıktır. Çünkü Allah-u Teala “Âl”i (Ehl-i Beyt’i) bir mevkide, diğer insanları da ondan aşağıdaki bir mevkide karar kılmıştır. Kendisi için beğendiğini onlar için de beğenmiştir ve bu konuda onları seçmiştir. İlk önce kendisinden başlamış, sonra peygamberini ve ardından da Peygamber (s.a.a)’in yakınlarını zikretmiştir. Fey, ganimet vs. şeylerden kendisi için beğendiği şeyi onlar için de beğenmiştir. Nitekim (humus ayetinde) şöyle buyurmuştur: “Ve bilesiniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri, mutlaka Allah’ın, Peygamber’in ve zilkurbânın (yakınların)’dır.” (Enfal/41) İşte bu ayet, Allah’ın nâtık kitabında kıyamete kadar onlar için bâki kalacak vurgulanmış bir beyan ve eserdir.

O öyle bir kitaptır ki, “Bâtıl ona önünden de, arkasından da yaklaşamaz. (Çünkü) hüküm ve hikmet sahibi olan ve çok övülen (Allah) tarafından indirilmiştir.” (Fussilet/42)

Ama ayetin devamında zikredilen “yetimler ve yoksullar”a gelince; (onların durumları yakınlardan farklıdır; çünkü) yetimin yetimliği ortadan kalkınca (baliğ olunca) ganimetler hükümden (humus sahipleri sırasından) çıkar ve onun için bir pay olmaz. Yoksul da öyledir; o da zengin olduğunda ganimetlerden onun için bir pay olmaz, ganimeti almak da onun için helal değildir. Ama “zilkurbâ”nın (yakınların) payı; ister zengin olsun, ister fakir, kıyamete dek onlar için sabittir. Çünkü Allah’tan ve Resulünden daha zengin olan bir kimse yoktur. Buna rağmen kendisi ve resulü için bir pay ayırmıştır. Kendisine ve resulüne beğendiği şeyi zilkurbâ (yakınlar) için de beğenmiştir.

Böylece fey (savaşmadan elde edilen mal) hakkında da kendisi ve peygamberi için isteyip razı olduğu şeyi zilkurbâ için de istemiştir. Nitekim, ganimette de onlar için pay ayırmıştır. İlk olarak kendi hakkını, sonra resulünün hakkını, ardından da zilkurbânın hakkını zikretmiştir. Onların payını Allah ve resulünün payı ile birlikte saymıştır.

İtaat konusunda da durum aynıdır. Allah-u Teala buyurmuştur ki: “Ey inananlar! Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir sahiplerine itaat ediniz.” (Nisa/59) Allah (c.c) bu ayette de kendisiyle başlamış, sonra peygamberini ve ardından da onun Ehl-i Beyt’ini zikretmiştir. Velayet ayetinde de durum aynıdır: “Sizin veliniz (yetki sahibiniz) ancak Allah’tır, onun resulüdür, namaz kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir.” (Maide/55)

Allah-u Teala ganimet ve feyde, kendi payıyla Peygamber’in payını, onların payı ile birlikte zikrettiği gibi, onların itaat ve velayetlerini de Peygamber ve kendisinin itaat ve velayetiyle yanaştırarak birlikte zikretmiştir. Allah-u Teala’nın Ehl-i Beyt’e olan bu nimeti ne kadar da büyüktür.

Ama sadaka (zekât) meselesi geldiğinde Allah-u Teala hem kendisini, hem resulünü, hem de resulünün Ehl-i Beyt’ini ondan münezzeh kıldı ve şöyle buyurdu: “Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde görevli olanlar, kalpleri (İslam’a) ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmışlar içindir.” (Tevbe/60)

Acaba bu söylenenler arasında Allah-u Teala’nın kendisi, resulü ve zilkurbâ (yakınlar) için bir pay zikrettiğini bulabilir misiniz? Tenzih etme sırası geldiğinde kendisini, resulünü ve resulünün Ehl-i Beyt’ini sadaka (farz zekât)’dan münezzeh kıldı; hatta sadakayı onlara haram bile etti. Çünkü sadaka Muhammed (s.a.a)’e ve onun Ehl-i Beyt’ine haramdır. Sadaka (zekât), gerçekte insanların (malının) kiri olduğu için onlara helal değildir; zira onlar her çeşit kötülük ve kirden münezzeh kılınmışlardır. Allah-u Teala onları tertemiz kılıp seçtiğinde, kendisine beğendiği bir şeyi onlar için de beğendi ve kendisine beğenmediği bir şeyi onlar için de beğenmedi.

Dokuzuncu ayet: Biz Kur’an’ın buyurduğu zikir ehliyiz. Zira Kur’an şöyle buyurmuştur: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.” (Nahl/43) İşte zikir ehli bizleriz; o halde bilmiyorsanız bizden sorun.

Alimler: Allah bu ayetten Yahudî ve Hıristiyanları kastetmiştir.

İmam (a.s): Süphanallah! Böyle bir şey mümkün mü? Bu durumda onlar bizi kendi dinlerine çağırır ve “Bizim dinimiz İslam dininden daha üstündür” derler.

Memun: Ey Ebul Hasan! Onların dediklerinin aksini ispatlayacak bir açıklamanız var mıdır?

İmam (a.s): Evet; zikir, Resulullah (s.a.a)’dir ve biz de zikrin (onun) ehli (ailesi)’yiz. Bu konu Talak suresinde apaçık gelmiştir. Allah orada şöyle buyuruyor: “Artık çekinin Allah’tan ey aklı başında olanlar; ey iman edenler, andolsun ki Allah, size zikir olan bir peygamberi göndermiştir ki, Allah’ın apaçık ayetlerini okumaktadır size.”

Bu ayetteki zikir, Resulullah (s.a.a)’dir ve biz de onun ehli (ailesi)’yiz. Bu da dokuzuncusudur.

Onuncu ayet: Nisa suresindeki şu tahrim ayetidir: “Anneleriniz, kızlarınız ve kızkardeşleriniz... Size haram kılındı.” (Nisa/23) Şimdi söyleyiniz eğer şu an Resulullah (s.a.a) hayatta olmuş olsalardı, benim kızım ve oğlumun kızı yahut benim neslimden olan diğer kızlarla evlenmesi doğru olur muydu?

Alimler: Hayır, olmazdı.

İmam (a.s): Söyleyin bakalım, eğer Resulullah hayatta olsaydı sizin kızlarınızla evlenebilir miydi?

Alimler: Evet, evlenebilirdi.

İmam (a.s): İşte bunun kendisi, benim o hazretin Âl’inden olduğuma bir delildir, sizin değil. Eğer siz onun Âl’inden olsaydınız, benim kızlarımın o hazrete haram olduğu gibi sizin kızlarınız da ona haram olurdu. Demek ki ben, onun Âl’indenim, siz ise onun ümmetindensiniz. İşte bu, Âl ve ümmet arasındaki başka bir farktır. Çünkü Âl (Ehl-i Beyt), ondandır, fakat böyle olmadığına göre ondan değildir. Bu da onuncusudur.

Onbirinci ayet de Mümin suresinde bulunan şu ayettir: “Firavun ailesinden imanı gizlemekte olan mümin bir adam dedi ki: Siz, benim rabbim Allah’tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır.” (Mümin/28)

Bu adam Firavun’un dayısının oğluydu. Allah (c.c) onu soyundan dolayı Firavun’a nispet etmiştir, dininden dolayı değil. Böylece biz de doğum yönünden Hz. Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inden olduğumuzdan soy yönünden özelleştirilmişiz, ama din yönünden bütün insanlar gibi sayılmışız. Bu da Âl ve ümmet arasındaki diğer bir farktır. Bu da onbirincisidir.

Onikinci ayet de şudur: “Ve ehline namazı emret ve kendin de ona (namaza) karşı sabırlı ol.” (Tâha/132) Allah-u Teala bizi bu özellikle ayrıcalıklı saymıştır (üstün kılmıştır). Çünkü (bir defasında) bize ümmet ile beraber namazı emretmiş, daha sonra bize (Peygamberle birlikte namazı emrederek) üstün kılmıştır, ümmeti değil. Resulullah (s.a.a) bu ayet nazil olduktan sonra dokuz ay boyunca her gün beş defa namaz vakitlerinde Ali ve Fâtıma (s.a)’nın kapısına gelerek şöyle buyurdu: “Namaza! Allah size rahmet etsin!” Allah-u Teala, peygamberlerin evlatlarından hiç kimseye, bize ikram ettiği derecede ikram etmemiştir; peygamberler ailesinden sadece bizi has kılmıştır.

Memun ve alimler: Allah bu ümmet tarafından siz Ehl-i Beyt’e hayır (mükâfat) versin. Biz  müphem meselelerin gerekli açıklama ve izahını ancak sizin nezdinizde bulabiliyoruz.


Text Box: 24. BÖLÜM
 

 

 

 

 

 

 

 


BİR ŞAMLININ MÜMİNLERİN EMİRİ HZ. ALİ (A.S)’A SORDUĞU SORULAR

 

 

(24. Bölüm iki hadisten oluşmaktadır. Bazı isim ve meselelerin açıklamalarıyla ilgilidir ve hadisin de sahih bir senedi bulunmadığından zikrini gerek görmedik.)


Text Box: 25. BÖLÜM
 

 

 

 

 

 

 


İMAM RIZA (A.S)’DAN ZEYD BİN ALİ HAKKINDA NAKLEDİLENLER

 

 

İbn-i Ebi Ebdun babasından şöyle naklediyor:  Zeyd bin Mûsa bin Câfer Basra’da kıyam edip Beni Abbas’a ait evleri yakınca yakalanıp Memun’un yanına getirildi. Memun onun kardeşi Ali bin Mûsa er-Rıza (a.s)’ın hatırına bağışlayarak şöyle dedi: Ey Ebel Hasan kardeşin kıyam etti ve yapabileceği her şeyi yaptı. Ondan önce Zeyd bin Ali aynı şekilde kıyam etmiş ve öldürmüştü. Eğer senin hatırın olmasaydı onu öldürürdüm, çünkü onun yaptıkları hafife alınacak şeyler değil.

İmam Rıza: (Memun'a hitaben) Ey Mü’minlerin Emiri, benim kardeşim Zeyd ile Zeyd bin Ebu Ali’yi kıyaslama. O Peygamber ailesinin alimlerindendir. Allah için gazaplanmış ve Allah’ın düşmanlarıyla öldürülünceye kadar Allah yolunda savaşmıştır. Babam Mûsa bin Câfer, babası Câfer bin Muhammed bin Ali’den şöyle duyduğunu bana nakletti: Allah amcam Zeyd'e rahmet etsin. Çünkü o; halkı Muhammed'in seçkinine davet ediyordu, kendisine değil. Eğer zafere ulaşsaydı, halkı davet ettiği şeye sadık kalacaktı. O kıyamı hakkında benimle meşveret etti ve ben ona şöyle dedim: “Ey amca! Eğer katledilip Kunase mahallesinde dar ağacına çekilmeğe hazırsan kıyam et.” Zeyd oradan ayrıldıktan sonra Câfer bin Muhammed şöyle buyurdu: Onun feryadını duyduğu halde yardımına koşmayanın vah haline! Memun: Ey Ebul Hasan! Acaba imamet hakkı olmadığı halde imamet iddiasında bulunanların aleyhinde rivayet  yok mudur?

İmam Rıza (a.s): Zeyd bin Ali kendisine ait olmayan bir hakkı talep etmemiştir. Onun Allah-u Teala karşısındaki takvası bundan çok daha yüceydi. O diyordu ki: “Ben sizleri Âl-i Muhammed (a.s)'den razı olunana davet ediyorum.” O rivayetler, Allah’ın kendisini imamete atadığını iddia ettiği halde insanları Allah’ın dininden başka bir dine davet edip onları Allah’ın yolundan saptıranlar hakkında beyan olmuştur. Andolsun Allah’a Zeyd: “Allah için hakkıyla cihat edin o sizi seçmiştir.” ayetinin muhataplarındandır.

Elinizdeki kitabın yazarı Muhammed bin Ali bin Hüseyin (r.a) şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) dışındaki imamlardan da Zeyd bin Ali hakkında bir çok fazilet nakledilmiştir ki ben bu hadisten sonra onları naklederek bu kitabı okuyanların, Şia’nın Zeyd bin Ali hakkındaki görüşünü öğrenmelerini istiyorum:

a)- Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Hüseyin (a.s)’a hitaben şöyle buyurdu: Ya Hüseyin! Senin soyundan kendisine Zeyd denen bir şahıs çıkacak. O ve ashabı kıyamet gününde yüzleri nurlu bir şekilde halkın saflarından ayrılacak ve sorgusuz olarak cennete gireceklerdir.

 

b)- Ömer bin Hilit diyor: Zeyd bin Ali bin Hüseyin saçını tutmuş olduğu bir halde bana buyurdu: Babam Ali bin Hüseyin saçlarını tutmuş bir halde bana buyurdu: Hüseyin bin Ali saçlarını tutmuş bir halde bana buyurdu: Ali bin Ebu Talib saçlarını tutmuş bir halde buyurdu: Resulullah (s.a.a) saçlarını tutmuş bir halde bana buyurdu ki: “Her kim benim saçımdan bir teli incitirse beni incitmiştir.[43] Her kim beni incitirse Allah-u Teala’yı incitmiştir ve her kimse de Allah-u Teala’yı incitirse Allah-u Teala gök ve yerin büyüklüğünce ona lanet eder.”

 

c)- Muammer diyor ki: bir gün mescitte İmam Sâdık (a.s)’ın yanında oturmuştum ki Zeyd bin Ali gelerek elini kapıya yasladı .İmam Sâdık (a.s) ona dönerek: Amcacığım dar ağacına asıldığın halden Allah’a sığınırım, dedi. Zeyd’in annesi İmam (a.s)’a: Andolsun, Allah’a sen bu sözü oğluma duyduğun hasetten dolayı sarf ettin. İmam, (üç kere) Keşke hasedimden dolayı söylemiş olsaydım, dedi ve şöyle ekledi: Babam dedemden şöyle dediğini bana nakletti: Benim soyumdan adına Zeyd adında birisi gelecek. Onu Kûfe’de katlederek dar ağacına asacaklar. Kıyamette kabrinden çıktığında göklerin kapıları Onun ruhuna açılacak. Onu ruhunun vesilesiyle yer ve göklerin ehli mutlu olacaklar. Ruhu yeşil bir kuşun göğsüne kanacak ve o cennetin neresine gitmek isterse gidecek.

 

d)- Cabir bin Zeydi Cufî diyor: Bir gün İmam Bakır (a.s)’ın yanına gittim. Kardeşi Zeyd de yanındaydı. Bu esnada Mâruf bin Harrabuzî Mekkî İmam (a.s)’ın yanına geldi. İmam (a.s) ona şöyle buyurdu: Ya Mâruf! Bildiğin şiirlerden birisini bana oku. Mâruf şu beyitleri okudu:

“Senin canına andolsun ki Ebu Malik zayıf değildir.

Eğer hekim birisi onu uyarırsa, konuşmada inat edip ona düşmanlık etmez.

O kendi akranlarına üstün ve yüce sıfatlara sahip birisidir ki, başkaları onu iyilikle anarlar.

Eğer ona üstün gelirsen sana itaatte kusur etmez. Ona da her ne görev verirsen o görevin hakkından gelir.”

Mâruf diyor: İmam (a.s) elini Zeyd'in omzuna koyarak: "Bunlar senin vasıflarındır ey Ebul Hüseyin" buyurdu.

 

e)- Abdullah bin Siyabe diyor: Biz yedi kişilik bir grup halinde Medine’de İmam Sâdık (a.s)’ın yanına gittik. İmam (a.s) bize: Acaba amcam Zeyd ile ilgili bir haberiniz var mı? diye sordu. Dedik ki: O kıyam etti.

İmam (a.s): Eğer elinize başka bir haber geçerse bana iletin, buyurdu. Biz birkaç gün Medine’de kaldırdıktan sonra Bessam Sayrufi bir haberciyle bize bir mektup gönderdi ve o mektupta şunlar yazılıydı: “Zeyd bin Ali Sefer ayının ilk çarşambasında ayaklandı ve bu kıyam Cuma gününe kadar davet etti. Cuma günü kendisi ve beraberindeki filan şahıslar “öldürüldüler.” Biz İmam Sâdık (a.s) yanına giderek mektubu kendisine takdim ettik. İmam (a.s) mektubu okuyunca ağladı ve sonra şöyle buyurdu: Biz Allah’tanız ve Allah’a döneceğiz (inna lillah ve inna ileyhi raciun). Amcamın musibetinden dolayı Allah’tan sabır diliyorum. Doğrusu o iyi bir amcaydı. Amcam hem dünya ve hem de ahiretimiz için yararlı birisiydi. Andolsun Allah'a amcam şehit olarak bu dünyadan gitti. O aynı Resulullah, Ali, Hasan ve Hüseyin’in (Allah’ı selamı onlara olsun) yanında savaşarak şehit düşenler gibidir.

 

f)- Fuzeyl bin Yesar diyor: Kıyam ettiği günün sabahı Zeyd bin Ali (a.s)’ın yanına gittim, o şöyle diyordu: Kim Şam halkıyla savaşmada bana yardım etmeye hazır? Andolsun Muhammed (s.a.a)’i müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderen Allah’a, her kim bana onlarla olan savaşımda yardım ederse kıyamet günü Allah’ın izniyle onu kendi ellerimle cennete sokacağım.

Zeyd bin Ali öldürülünce bir merkep kiralayarak Medine’ye hareket ettim. Medine’ye vardığımda üzülmesin diye Zeyd’in öldürülüşünü İmam Sâdık (a.s)’a haber vermeme kararı almıştım. İmam Sâdık (a.s)’ın huzuruna çıktığımda İmam (a.s) bana şöyle dedi: Amcam Zeyd ne yaptı? İmam bu soruyu sorunca beni ağlama hali tuttu. İmam: Onu öldürdüler mi? buyurdu.

Ben: Andolsun Allah’a onu öldürdüler.

İmam (a.s): Onu dar ağacına astılar mı?

Ben: Vallahi onu dar ağacına astılar. İmam (a.s) bunları duyunca ağlamaya başladı ve gözyaşları inci taneleri gibi sakalına akmaya başladı ve sonra şöyle buyurdu:

Ey Fuzayl! Amcamın Şamlılarla olan savaşında sen de var mıydın?

Ben: Evet.

İmam (a.s): Onlardan kaç tanesini öldürdün?

Ben: Altı tanesini.

İmam (a.s): Onların kanlarının dökülmesi gerektiği konusunda şüphen var mıydı?

Ben: Eğer şüphem olsaydı onları öldürmezdim. Bu esnada İmam (a.s)’ın şöyle dediğini duydum: Allah beni dökülen kanların sevabına ortak etsin. Andolsun Allah’a amcam Zeyd ve ashabı aynı Ali bin Ebu Talib ve ashabı gibi bu dünyadan şehit olarak göçtüler.

Şey Saduk buyuruyor ki: Bu hadisten sadece ihtiyaç duyulan kısmı naklettim (ve geri kalanını nakletmedim). Tevfik Allah-u Teala ‘dandır.


Text Box: 26. BÖLÜM
 

 

 

 

 


İMAM RIZA (A.S)’DAN DEĞİŞİK KONULARDA NAKLEDİLEN NADİR HADİSLER[44]

 

 

1- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi Abbas bin Hilali eş-Şamî İmam Rıza (a.s)’dan şöyle dediğini naklediyor: Her kim sabah ve akşam ezanlarını duyduğunda: “Allah’ım senden; gündüzün gelmesi; gecenin gitmesi; namaz vakitlerinin girmesi ve sana dua edenlerin sesleri hürmetine Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i beytine selam göndermeni ve benim tövbemi kabul etmeni diliyorum. Çünkü sen tövbeleri çok kabul eden ve merhameti bol olansın!” şeklinde dua ederse, o gün veya o akşam vefat ettiği taktirde tövbe etmiş bir halde ölür ve cennete girer.

 

2- Di’bil bin Ali, İmam Rıza (a.s)’ın baba ve dedeleri vasıtasıyla Hz. Ali’den ve o da Resulullah (s.a.a)’den kendisi için şöyle buyurduğunu naklediyor: “Dört grup insan vardır ki ben kıyamet gününde onların şefaatçisi olacağım: Benden sonra zürriyetime ikram ve ihtiramda bulunanlar, zürriyetimin ihtiyaçlarını giderenler, zor anlarında benim zürriyetime yardım etmek için çaba harcayanlar, kalbi ve diliyle benim zürriyetime sevgi gösterenler.”

 

3- Feth bin Yezid Cürcanî diyor: İmam Rıza (a.s)’a mektup yazarak Ramazan ayında oruçluyken kendi hanımıyla veya kendisine helal olmayan bir hanımla on kere birlikte olan bir adamın hükmü nedir? diye sordum. İmam (a.s) buyurdular: Her defası için bir kere olmak üzere on kere kefaret vermesi lazım. Ancak yeme veya içme yoluyla orucunu bozmuş olsaydı sadece bir günlük kefaret vermesi gerekecekti.

 

4- Yûsuf bin Muhammed bin Ziyad babasından İmam Hasan Askerî (a.s)’ın babaları vasıtasıyla Hz. Ali (a.s)’dan şu hadisi naklediyor: Câfer bin Ebu Talib Habeşe’den döndüğünde Rasulullah (s.a.a) ayağa kalkıp ona doğru oniki adım ilerleyerek onu kucaklayıp ağladı ve şöyle buyurdu: Bu iki olaydan hangisi benim için daha sevinç vericidir bilmiyorum. Senin dönüşün mü yoksa Allah-u Teala’nın kardeşin Ali’nin eliyle Hayber'in fethinin nasip etmesi mi? Sonra Resulullah, Câferi görmenin sevinciyle sevinç gözyaşları döktü.

 

5- Hasan bin Ali Veşşa diyor ki İmam Rıza (a.s)’dan dedeleri vasıtasıyla Resulullah (s.a.a)’den şu hadisi naklettiğini duydum: Beni Miraca götürürlerken arşta bir akraba gördüm ki başka bir akrabasını rabbine şikayet ediyordu. Ben ona bu şikayet ettiğin kişiyle aranızda kaç baba var, diye sordum. “Onunla kırkıncı babadan akrabalık bağımız var” dedi.

 

6- Abbas bin Hilal diyor ki İmam Rıza (a.s)’dan şöyle dediğini duydum: Her kim Allah için Şâban ayında bir gün oruç tutarsa Allah-u Teala onu cennete dahil eder. Her kim Şâban ayında günde yetmiş defa istiğfar ederse Allah-u Teala onu kıyamet günü Peygamber (s.a.a) ile birlikte olanlarla haşreder ve ona keramet ihsan etmeyi kendisine vacip bilir. Her kim Şâban ayında yarım hurmayla dahi olsa sadaka verirse, Allah-u Teala onun bedenine ateşi haram eder. Her kim de Şâban ayının son üç gününü oruç tutarak Ramazan orucuna başlarsa, Allah-u Teala ona iki ay peş peşe oruç tutma sevabını yazar.

 

7- Zekerriya bin Âdem İmam Rıza (a.s)’dan şöyle duyduğunu naklediyor: Namazın dört bin bâbı vardır.

 

8- Ebu Haşim Câferî diyor: İmam Rıza (a.s)’dan darağacına çekilmiş birisinin cenaze namazını sordum, buyurdular: Ceddimin (İmam Sâdık) amcası Zeyd’e namaz kıldığını bilmiyor musun?

Ben: Bilmiyorum, meseleyi anlayabilmiş değilim.

İmam (a.s): Sana açıklayayım; eğer asılan kişinin yüzü kıbleye doğru olursa sağ omzuna doğru dur, eğer arkası kıbleye dönükse sol omzuna doğru dur, çünkü doğuyla batı arası kıbledir[45]. Eğer sol omuzu kıbleye doğruysa sen sağ omzuna doğru dur ve eğer sağ omuzu kıbleye doğruysa sen sol omzuna doğru dur. Şunu bil ki o hangi tarafa olursa olsun sen onun omuzlarından birisinin yanında durup yüzünü doğuyla batı arasına çevirmelisin. Ona tam olarak ne yüzünü çevirmelisin ne ve ne de sırtını dönmelisin.

Ebu Haşim diyor ki: İmam (a.s) Bana dönerek inşallah anlamışsındır, buyurdu.

Şeyh Saduk diyor ki: Bu ilginç hadisi hiçbir kitapta görmedim ve bundan başka bir senette bu hadis için bilmiyorum.

 

9- Haris bin Dilhas (İmam Rıza (a.s)’ın kölelerinden) naklediyor: İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu duydum: Üç özellik taşımadıkça mümin mümin olmaz. Bir sünnet rabbinden, bir sünnet peygamberinden ve bir sünnette velisinden (imamından) onda olmalıdır. Rabbinden alması gereken sünnet sırrı saklamaktır. Allah-u Teala buyuruyor ki: “Allah gaybi bilendir. O gaybi resullerinden razı olduklarından başkasına aşikar etmez.” (Cin/ 26-27) Rasulünden alması gereken sünnet halkın hatalarında geçerek onları idare etmesidir. Allah-u Teala peygamberine halkla iyiliği emrederek şöyle buyurmuştur: “(İnsanları) affet, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (Â’raf/ 199) Velisinden alacağı sünnet ise zorluklar ve problemler karşısında sabretmektir. Allah-u Teala buyuruyor ki: “Zorluklar ve problemler karşısında sabrederler.”(Bakara/ 177)

 

10- Süleyman bin Câfer Câferî İmam Rıza (a.s)’ın babaları vasıtasıyla Hz. Ali (a.s)’dan onun da Resulullah (s.a.a)’den şöyle naklettiğini buyuruyor: Kargadan üç sıfatı öğreniniz: Eşiyle gizli bir yerde ilişkiye girmesi, sabah erkenden rızık peşine düşmesi ve ihtiyatlı olmasını (Her an bir tehlikeyle karşı karşıya kalacakmış gibi korku halinde olmasını).

 

11- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi Yasir, İmam (a.s)’dan şöyle naklediyor: “İnsanın en çok korktuğu an üç yerdir: Annesinin onu doğurmasından sonra dünyayı gördüğü an; ölüp de ahireti ve ehlini gördüğü an; yeniden dirilip dünya görmediği, kıyametteki uygulamaları gördüğü an. Allah-u Teala bu üç yerde Hz. Yahya (a.s)’a selam göndererek Onun korkusuna gidermiş ve şöyle buyurmuştur: “Ona (Yahya’ya) doğduğu günde, öldüğü günde ve diriltileceği günde selam olsun.” (Meryem/15)

İsa bin Meryem de (aleyhima es-selam) bu üç yerde kendisini selamlayarak şöyle buyurmuştur: “Doğduğum günde öleceğim günde ve tekrar dirileceğim günde selam olsun bana.” (Meryem/33)

12- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçilerinden Hüseyin bin Ali Deylemî diyor: İmam Rıza (a.s)’dan şöyle söylediğini duydum: Her kim üç tane mümini hacca gönderirse, şüphesiz o parayla kendi nefsini Allah-u Teala’dan satın almıştır. Allah-u Teala artık ondan malını helal yoldan mı yoksa haram yoldan mı elde ettiğini sormayacaktır. Şeyh Saduk bu hadisi şöyle yorumluyor: Yani Allah-u Teala onun malındaki şüpheli malların hesabını ondan sormayacak ve onun düşmanlarını ondan razı edecek (onlara bir takım nimetler vererek.)

 

13- Haris bin Dilhas, babası vasıtasıyla İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: Allah-u Teala üç şeye emretmiştir ki diğer üç şey devamlı onlarla birliktedir. Allah namaz ve zekâta emretmiştir. Her kim namaz kılar zekât vermezse onun namazını da kabul etmez. Kendisine ve anne babaya şükretmeyi (teşekkür) emretmiştir. Her kim Anne babasının şükrünü yerine getirmezse Allah-u Teala’nın da şükrünü eda etmemiştir. Son olarak da takvayı ve sıla-i rahîmi (akrabaları ziyareti) emretmiştir. Her kim sıla-i rahimi terk ederse Allah-u Teala’nın ona emrettiği takvada riayet etmemiştir.

 

14- Ebu Nasır Bezentî, İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: İlim, hilim (yumuşak huyluluk) ve sükût fakih birisinin alametlerindendir. Doğrusu sükût hikmetin kapılarından bir kapıdır. Sükût muhabbeti celbeder. Bu da bütün hayırların alametidir.

 

15- Hemdan-ı Divanî, İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: Her insanın dostu aklı, düşmanıysa cehaletidir.

 

16- İmam Rıza (a.s), babaları vasıtasıyla Ali bin Ebu Talib (a.s)’dan şöyle naklediyor: Birisi Ali (a.s)’ı evine yemeğe davet edince ona şöyle buyurdular: Eğer üç konuda bana söz verirsen gelirim. Adam; o üç şey nedir? dedi. Buyurdular: Evin dışından benim için bir şey getirmeyeceksin, evinde olanı bana sunmaktan çekinmeyeceksin ve hanımını da zahmete sokmayacaksın. Adam söz veriyorum, dedi ve bunun üzerine Ali (a.s) onun davetine icabet etti.

 

17- Dâvud bin Süleyman, İmam Rıza (a.s)’ın dedeleri vasıtasıyla Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu naklediyor: Dört grup insan vardır ki eğer bütün yeryüzü ehlinin günahlarını işlemiş olsalar dahi kıyamet gününde onlara şefaat edeceğim:

1- Ehli Beyt’ime yardım edenler

2- İhtiyaç duyduklarında onların hacetlerini giderenler

3- Onları gönülden sevip dilleriyle bu sevgiyi izhar edenler

4- Kendi elleriyle onları savunanlar.[46]

(18. Hadis uzun bir hadistir. Benî İsrail hikâyeleri ile ilgilidir.)

 

19- Ali bin Fazzal babasından şöyle dediğini naklediyor: İmam Rıza (a.s)’dan “Bismillah”ın manası hakkında sordum. Şöyle buyurdular: Bir kişi “Bismillah” deyince manası budur ki: Ben Allah’ın alametlerinden bir alametle kendimi damgalıyorum ve o alamet kulluktur. İmam (a.s)’a isim (simet) nedir, dedim. Buyurdular: Alamet.

 

20- İmam Rıza (a.s) buyurdu ki: Babam dedeleri vasıtasıyla Ali (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletti: Allah-u Teala’nın yarattığı her Hüthüt kuşunun kanadından Süryanîce şu yazı yazılıdır: Yaratılmışların en hayırlısı Muhammed (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’idir.

 

21- İmam Rıza (a.s) dedeleri vasıtasıyla Ali (a.s)’dan o da Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu naklediyor: Ya Ali, ne mutlu seni seven ve doğrulayan kimseye, vay sana düşman olup yalanlayanın haline. Seni sevenler yedi kat gök ile yedi kat yerde ve o ikisinin arasında olanlarca tanınmaktadırlar. Onlar; dindar, takvalı, güzel davranışlı, rableri karşısında mütevazi, başları aşağı ve kalpleri Allah’ı hatırlamakla titreyen kişilerdir. Onlar; senin vilayetini hakkıyla tanıyan, senin faziletlerini anlatmakla meşgul, sana ve soyundan gelenlere duydukları muhabbetten dolayı gözleri yaşlı insanlardır. Onlar; Allah’a kendi kitabında emrettiği şekilde dindarlık eder, sünnetten delili olanlarına amel eder ve kendilerinden olan Emir sahiplerinin desturlarına itaat ederler. Onlar; parçalanmayacak şekilde birbirlerine kenetlenmişlerdir ve bir daha nefret etmeyecek şekilde birbirlerine sevgi duyuyorlar. Doğrusu melekler; onlara selam gönderir, dualarına amin der, günahları için istiğfar eder, ölüm anlarında baş uçlarına gelir ve onların yokluğundan dolayı kıyamete kadar yalnızlık acısı çekerler.

 

22- Abdusselam bin Salihi Herevî İmam Rıza (a.s)’dan, o dedeleri vasıtasıyla Ali (a.s)’dan ve o da Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu naklediyor: Allah-u Teala benden daha üstün birisini yaratmamış ve hiçbir yaratığına da benden daha çok ikramda bulunmamıştır. Ali (a.s) diyor ki: Resulullah (s.a.a)’e dedim ki: Siz mi daha üstünsünüz yoksa Cebrail mi? Buyurdular: Ya Ali! Allah-u Teala peygamberlerini mukarrep (yakın) meleklerinden daha üstün kılmıştır. Beni ise bütün peygamberlerine üstün kılmıştır. Ya Ali! Üstünlük benden sonra sende de ve senin soyundan gelen imamlardadır. Ya Ali; Melekler bizim ve bizi sevenlerin hizmetçileridirler. Ya Ali! Allah’ın arşını taşıya ve arşın etrafında rablerini tesbih eden meleklerin hepsi bizim vilayetimize iman edenler için istiğfar ederler. Ya Ali! Eğer biz olmasaydık Allah-u Teala, Adem'i, Havva'yı, cenneti, cehennemi, gökleri ve yeri yaratmazdı. Nasıl olurda biz meleklerden daha üstün olmayız. Biz Allah’ı tanıma, tesbih etme, kendisinden başka ilahın olmadığına ikrar etme ve takdis etme faziletlerine onlardan önce sahiptik. Çünkü Allah-u Teala’nın ilk yarattığı varlık bizim ruhlarımızdır. Allah-u Teala ruhlarımızı yarattıktan sonra onları kendi birlik ve hamdına ikrar ettirdi ve daha sonra melekleri yarattı. Melekler bizim nurlarımızı bir tek nur halinde görünce bize tazim ettiler. Daha sonra melekler bizlerin mahluk olduğumuzu ve Allah-u Teala’nın bizim sıfatlarımızdan münezzeh olduğunu bilsinler diye biz Allah-u Teala’yı tesbih ettik. Bunun üzerine melekler de Allah-u Teala’yı tesbih ettiler ve onu bizim sıfatlarımızdan tenzih ettiler. Melekler bizim şanımızın yüceliğini görünce bizler, Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ettik ki melekler Allah’tan başka ilah olmadığını bizlerin onun kulları olduğunu, onunla birlikte veya onsuz kendisine ibadet edilen varlıklar olmadığımızı anlasınlar. Bunun üzerine melekler “lâ ilahe illallah” dediler. Melekler bizim makamımızın büyüklüğünü gördüklerinde bizler, Allah’ın büyüklüğüne ikrar ettik ki melekler büyüklüğün ancak Allah vasıtasıyla başka varlıklara ulaştığını anlasınlar. Melekler Allah-u Teala’nın bize verdiği izzet ve kudreti görünce, bizler: “la havle ve la kuvvete illa billah” (bütün güç ve kuvvetler Allah’tandır.) Dedik ki melekler bizlerin Allah-u Teala’nın verdiği kudret ve kuvvetten başka bir şeye sahip olmadığımızı anlasınlar. Melekler Allah-u Teala’nın bize verdiği nimetler ve itaatimizi vacip ettiğini görünce, bizler: “Elhamdulillah” dedik ki Melekler Allah-u Tealanın nimetleri karşısında bizim görevimizin onu hamd etmek olduğunu anlasınlar. Bunun üzerine melekler: “Elhamdulillah” dediler.

 

Back
İÇİNDEKİLER
Next