Back
İÇİNDEKİLER
Next

 

 

46- Hasan bin Ali Veşşa diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan sordum: Allah işleri kullarına tevfiz mi etmiştir (onlara mı bırakmıştır)?

İmam (a.s): Allah-u Teala bunu yapmayacağı gibi, daha da yüce bir makama sahiptir.

Veşşa: Acaba kullarını günah işlemeye mecbur mu etmiştir?

İmam (a.s): Bunlar Allah'ın adalet ve hekim sıfatlarına aykırıdır. Allah-u Teala buyuruyor ki: “Ey Ademoğlu! Senin iyiliklerinin bana nispet verilmesine ben daha layığım ve yaptığın kötülüklerin ise sana nispet verilmesine sen daha layıksın. Sen, günahları benim sana verdiğim güçle yapıyorsun.”

 

47- Abdusselam bin Salih el-Herevî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu duydum: Kim cebre inanırsa, ona zekâttan bir şey vermeyin, tanıklığını da kesinlikle kabul etmeyin. Allah-u Teala, hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir görevle görevli ve kaldıramayacağı bir yükle de yükümlü kılmaz. Herkesin yaptığı kendi hesabına yazılır, hiç kimsenin günahını başka biri yüklenmez.

 

48- Süleyman bin Câfer el-Câferî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’ın huzurunda cebir ve tevfizle ilgili sohbet edilince İmam (a.s) şöyle buyurdular: İstemez misiniz, bu meseleyle ilgili size öyle bir temel kaide öğreteyim ki, hiçbir zaman kendi aranızda ihtilafa düşmeyesiniz ve kiminle tartışırsanız ona galip gelesiniz?

Dedik ki: Eğer uygun görüyorsanız buyurun. Derken İmam (a.s) şöyle buyurdular:

(Allah-u Teala'ya zor ile itaat edilmiyor, galibiyet sonucu da kendisine isyan edilmiyor. (Asilerin Allah'a itaat etmemeleri onların Allah karşısında galebe gelmelerinden değildir). Allah-u Teala kullarını kendi başlarına bırakmamıştır. O, kullarına verdiği her şeyin malikidir. Kullarını kadir kıldığı şeylere kendisi de kadirdir. Eğer kullar Allah-u Teala’ya itaat etmek isterlerse onlara engel olmaz ve günah işleme kararı alırlarsa, Allah-u Teala isterse onların önünü alabileceği halde bunu yapmaz ve onları günaha düşüren de Allah değildir.

Daha sonra buyurdular: Kim bu sözün sınırlarını zapt ederse (onları güzel ve dakik bir şekilde kavrarsa), bu konuda kendisine muhalefet eden herkese karşı galiptir.

 

49- Ahmed bin Muhammed bin Ebu Nas el-Bezentî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a; “Şialardan bazıları cebre, bazıları da istitaate (tevfize) inanıyorlar” dediğimde İmam (a.s) buyurdular ki: “Yaz, Allah-u Teala buyuruyor ki: Ey Âdemoğlu! Sen, benim isteğimle istiyorsun; benim kudretimle farzları yerine getiriyorsun, benim nimetimle bana isyan etmeye güçlü olmuşsun. Ben seni duyan, gören ve kudret sahibi kıldım. Sana ulaşan her iyilik benden, sana ulaşan her kötülük de kendindendir. Çünkü ben, iyiliklerinin bana nispet verilmesine senden daha layığım ve kötülüklerinin ise sana nispet verilmesine sen benden daha layıksın. Ben, yaptığım işlerden dolayı hesaba çekilmem ama sen, yaptığın bütün işlerden dolayı hesaba çekileceksin. Ben senin istediğin her şeyi senin için düzene soktum.”

 

50- Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdular: -Allah seni hayır işlere alim kılsın- Bilesin ki, şüphesiz Allah Tebarek ve Teala kadimdir. Kadimlik bir sıfattır ki, Allah-u Tealadan önce hiçbir varlığın olmadığını ve hiçbir varlığın da onunla bâki kalmayacağını akıllı insanlara anlatmaktadır. Ehl-i Sünnetin itirafı ve kadimlik sıfatının da aklı aciz bırakmasından anlıyoruz ki, Allah-u Teala’dan önce hiçbir şey yoktu ve onunla birlikte hiçbir şey de bâki kalmayacaktır. Böylece Allah’tan önce veya Allah ile birlikte bir şeyin vârolduğunu iddia edenlerin sözlerinin bâtıllığı da ortaya çıkmış oluyor. Eğer bir şey Allah ile birlikte vârolmuş olsaydı, Allah-u Teala’nın onun yaratıcısı olmaması gerekiyordu. Çünkü o şey devamlı Allah ile birlikteydi ve Allah-u Teala’nın sürekli kendisiyle birlikte bir şey yaratmış olması nasıl düşünülebilir? (Allah-u Teala’dan önce bir şeyin varlığı düşünülemez) Eğer böyle olmuş olursa, o zaman o şey, varlığın ilk kaynağı olurdu; bu (Allah), değil. Aynı şekilde ilk olanın, ikincinin yaratıcısı olması daha uygun olurdu.

Daha sonra Allah-u Teala kendisini bir takım isimlerle vasıflandırdı ve yaratıkları yarattığı, onları ibadete çağırdığı ve imtihana tabi tuttuğu zaman kendisini bu isimlerle anmayı onlardan istedi. Allah-u Teala kendisini duyan, gören, kadir, kahir (kahreden), yaşayan, kayyum, zahir, bâtın, latif, habir (her şeyden haberdar), kavi (kuvvetli), aziz, hekim, alim ve buna benzer sıfatlarla sıfatlandırmıştır. Yalancılar ve gulat, bizim Allah-u Teala hakkında “Onun benzeri yoktur, onun hal ve keyfiyetine sahip kimse yoktur” dediğimizi duyduklarında şöyle dediler: Siz, hiçbir şeyin Allah gibi olmadığını söylüyorsunuz. Nasıl oluyor da Allah’ın Esma-i Hüsnâ’sında onunla ortaksınız? Bütün bu isimlerle kendinizi isimlendiriyorsunuz? Bu da gösteriyor ki sizler, Allah’ın bütün hallerinde ya da en azından bazı hallerinde onunla ortaksınız. Çünkü hem sizler, hem de o, birtakım güzel adlara sahipsiniz.

Onlara denmelidir ki; Allah-u Teala, adlarından bazılarını kullarına isim olarak koydu, ama bunların manaları farklıdır. Aynı bir ismin iki mana taşıması gibi. Bu iddianın delili halk arasındaki yaygın anlayıştır. -Allah-u Teala da aynı tarzda kullarıyla sohbet etmektedir ki onu anlayabilsinler ta ki, bu vesileyle zayi ettikleri emirler karşısında Allah-u Teala’nın elinde delil olsun (yani, demesinler ki biz senin söylediklerini iyi anlamamıştık)- Halk arasındaki günlük konuşmalarda birbirlerine “Köpek, Eşek, Öküz, Şeker, Acı ve Aslan” gibi isimler takıyorlar. Bu isimlerin hepsi gerçek manalarının dışında kullanılmaktadır. Bu isimlerin hiçbirisi, insan için kullanıldığında gerçek manasını taşımamaktadır. Çünkü insan ne aslandır ve ne de köpek. Bu örneği iyice kavra, Allah sana merhamet etsin.

Biz Allah-u Teala’ya “Alim” diyoruz. Ama onun alimliğinin manası, sonradan elde edilen ve onunla, karşılaşacağı şeyleri korumak için yardım aldığı bir ilim ve varlıkları yaratırken onlar üzerinde düşünmesi gibi bir şey değildir. Böyle bir şey, Allah için söz konusu değildir. Nasıl böyle bir şey mümkün olabilir? Oysa geçmişte bizzat kendisinin helak ettiği insanların hepsi dahi onun indinde hazırdırlar. (Kısacası) Allah-u Teala, ilim olmadığı takdirde kendisini cahil kılacak bir ilme muhtaç değildir. İnsanlarda ise durum tam tersinedir. Onlar, sahip olmadıkları bir ilmi elde ettiklerinde alim ismiyle isimlendirilirler. İnsanlar bu yeni bilgiyi edinmeden veya bu bilgiyi edindikten sonra unutmak suretiyle cahil olabilirler.

Allah-u Teala “Alim” olarak adlandırılmıştır. Çünkü o, hiçbir şeye nispetle cahil değildir. Gördüğün gibi hem yaratan ve hem de yaratılan “Alim” adıyla adlandırılmaktadırlar. Ama bu ikisi mana yönünden farklılık arz etmektedir.

Aynı şekilde bizim rabbimiz, “Semî” (işiten) olarak adlandırılmıştır. Ama bu işitme bir organ vasıtasıyla değil ki, onunla işitebilsin ama göremesin. Biz insanlarda olduğu gibi ki, işittiğimiz organla görme eylemini gerçekleştiremiyoruz. Oysa Allah, hiçbir sesin kendisine saklı olmadığını bildirmiştir. Allah-u Teala, bizim gibi değildir. Görüldüğü gibi duyma sıfatı hem Allah için kullanılıyor, hem de bizler için. Ama bunların mana ve mısdakları birbiriyle farklıdır.

Allah-u Teala’nın “Basîr” (gören) sıfatı da aynıdır. Allah-u Teala görüyor, ama herhangi bir organ vasıtasıyla değil. Bizde ise durum tersinedir. Bizler göz denen organla görüyoruz, ama o organdan başka bir alanda yararlanamayız. Oysa Allah-u Teala görendir ve görülebilir hiçbir şeye nispetle cahil değildir. Allah-u Teala ile bu isimde de ortağız. Ama mana yönünden bu ikisi arasında fark vardır.

Allah “Kaim”dir. Ama onun kaimliği diğer varlıklar gibi ayakları üstünde durup zahmet ve zorluklara katlanarak ayakta durma şeklinde değildir. Allah-u Teala kendisinin kaim olduğunu bildirdiğinde tüm alemlere sahip ve onların koruyucusu olduğunu bildirmektedir. Bir adamın; “Filan adam bizim işlere kaimdir” dediği gibi. Yani onun işleri, o adamın elindedir. Allah-u Teala, tüm insanların, yaptığı işlerde kudret sahibi ve koruyucudur. Kaim kelimesi “Bâki” ve “Kifayet” manalarına da gelmektedir. Örneğin; “Kum biemri filanin” (filancının işini yapmak için kalk) denildiğinde mezkur cümle burada “Onun ihtiyacını gider” manasındadır. Biz insanlardan ayak üstünde durana da kaim denmektedir. Burada da isim müşterektir, fakat mana farklıdır.

“Latif“ kelimesine gelince; az, ince ve küçük manasına gelmez. Latif; eşyaya nüfuz etme ve idrak edilmez manasındadır. Örneğin; “Letufe anni hazel emr” (filan iş bana inceldi) denildiğinde veya: “letufe fulanin fi mezhebihi ve kavlihi” (filan şahıs mezhep ve sözünde latif ve zarif davrandı) denildiğinde bu cümlenin manası şudur: Yani, filan şahıs, söz ve davranışında zarif ve ince davrandı; aklı hayrete düşürdü; elde edilmedi; çok zarif ve dakik idi; düşünceler onu idrak edemez. Allah-u Teala da aynı şekildedir. Vasıflarla idrak edilmekten daha latif, daha zarif ve daha karışıktır. Ama biz insanlarda latifin manası azlık ve küçüklüktür. Görüldüğü gibi, bu isimde de lafzi açıdan Allah-u Teala ile müşterekiz ama, mana ve kavram açısından da farklılık söz konusudur.

“Habir”e gelince; öyle bir haberdar olandır ki, hiçbir şey ondan uzak (saklı) kalamamakta ve hiçbir şey onun elinden çıkamamaktadır. Ama bu bilme öyle bir bilgi değil ki tecrübe ve deneme yoluyla elde edilmiş olsun ve bunlar olmadığı takdirde artık bir şey bilmesin. Böyle olan bir kimse cahildir. Oysa Allah-u Teala ezelden beri yaratmak istediği her şeyi biliyordu. Ama insanlar arasında habir, önce cahilken sonradan öğrenme peşine düşene denilmektedir. Bu isimde de bizimle Allah arasında manasal yönden farklılık vardır.

“Zâhir” sıfatına gelince; eşyanın üzerine oturarak onları üzerine çıkması manasında değildir. Allah-u Teala’ya zahir denmesinin nedeni, onun her şeye üstün, galip ve kadir olmasından dolayıdır. Örneğin; “zehertu ala âdaî” (düşmanlarıma zahir oldum) veya “ezhereniyellahu ala hasmi” (Allah beni düşmanlarıma zahir etsin) cümlelerinde zahirden kasıt, galip olmadır. Allah-u Teala’nın eşyaya olan zahirliği de bu manadadır.

Allah-u Teala’nın zahirliğinin başka bir manası da şudur ki: Kim onu çağırırsa Allah ona saklı değildir, hiçbir şeyde Allah saklı değildir ve o, görünen her şeyin müdebbiridir. Öyleyse hangi zahir, iş açısından Allah’tan daha zahir ve aşikârdır. Sen her nereye bakarsan bak Allah’ın yaratıklarını görürsün. Senin kendi vücudunda  Allah-u Teala’dan öyle alametler vardır ki (sadece) onlar sana yeterlidir.

Zahir kelimesi biz insanlar arasında vücudu aşikâr ve vasıfları belli olan kişi hakkında kullanılmaktadır. Burada da isim müşterek, mana farklıdır.

Allah’ın “Bâtın” sıfatına gelince; eşyanın içinde olma ve ona nüfuz etme manasında değildir. Bâtın; Allah’a oranla ilim, hıfz ve tedbir açısından eşyanın bâtınını bilme manasındadır. Örneğin; “ebtanduhu” dendiğinde onun saklı sırrını ve özünü kavradım, manasına gelmektedir. Ama insanlar içinde “Bâtın” eşyanın içine dalıp saklanan kişiye denmektedir. Görüldüğü gibi burada da isim müşterek, mana farklıdır.

“Kahir” sıfatına gelince; tedavi etme, zorluklardan bitkin düşme, hile yapma, birbirini itme ve aldatma gibi halk arasında yaygın olan manalara gelmemektedir. Nitekim insanların bazıları, bazılarına kahir (galip) oluyor. Halk arasında mahkur (kahredilen) olan kimse dönüp kahir oluyor, kahir olan kimse ise dönüp mahkur oluyor. Ama Allah’ın kahirliği hakkında durum böyle değildir. Allah’ın bütün yaratıkları yaratıcısı karşısında zelil ve onun iradesi karşısında ise mutîdirler. Onun saltanatından bir göz kırpmak süresi kadar bile çıkamayacak kadar güçsüzdürler. O, sadece bir kez “Ol” demiş, bütün mahlukat da oluvermiştir. Ama biz insanlar arasında kahir, yukarıda da belirttiğim gibi, bu manada değildir. Burada da isim müşterek olmasına rağmen mana farklıdır.

İşte Allah’ın bütün isimleri böyledir. Gerçi biz burada Allah’ın tüm isimlerini saymadık ama, sana saydıklarımızdan yola çıkarak diğerlerinde de aynı neticeye ulaşmak mümkündür. Allah-u Teala, irşat ve tevfikte bizim ve sizin yardımcınızdır.

 

51- İmam Rıza (a.s)’ın Tevhid Hutbesi

Kasım bin Eyyub el-Alevî diyor ki: Memun, İmam Rıza (a.s)’ı kendine veliaht yapmaya karar verdiğinde Haşimoğullarını (burada Haşimoğullarından maksat Abbasoğullarıdır) etrafına toplayarak şöyle dedi: Ben kendimden sonra Rıza (a.s)’ı kendi yerime halife tayin etmeye karar verdim. Abbasoğulları mensupları, hasetlerinden dediler ki: Sen, hilafet ve siyaset hakkında hiçbir bilgisi olmayan birisini mi kendine veliaht yapmak istiyorsun? Birisini yollayarak onu buraya getirt de onun kendi aleyhine delil olacak cehaletlerinden bazı örnekleri yakından gör!

Memun bunun üzerine İmam Rıza (a.s)’ı çağırttı. Abbasiler dediler ki: Ey Ebul Hasan! Minbere çıkarak Allah-u Teala’yı doğru tanıyıp o esasa göre ona ibadet edebilmemiz için bizi aydınlat.

İmam Rıza (a.s) minbere çıkarak başını önüne eğdi ve bir müddet sohbet etmeyerek o halde oturdu. Daha sonra hareket ederek yerinden ayağa kalktı.

(Muhammed bin Yahya bin Ömer bin Ali bin Ebu Talib de diyor ki: Ben kendim İmam (a.s)’ın o mecliste sohbetlerine şahit idim).

Allah’a hamd ve senada bulunup Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’ine selam gönderdikten sonra şöyle buyurdu: Allah’a ibadet etmedeki ilk aşama onu tanımaktır; Allah’ı tanımanın temeli ise onu “bir” bilmektir. Allah-u Teala’yı bir bilmenin nizamı (esası) ise, onu (zatının dışındaki) sıfatları ondan nefyetmektir. Çünkü insanın aklı şahitlik etmektedir ki; sıfat ve sıfatlananın bir araya gelmesiyle oluşan her şey mahluktur. Her mahluk da şehadet etmektedir ki; kendisini yaratan bir yaratıcısı vardır ve o yaratıcı ne sıfattır, ne de sıfatlanmış olan. Her sıfat ve sıfatlanan devamlı birlikte olmak zorundadır. İki şeyin devamlı birlikte olması; onların sonradan yaratılmış olduğuna delalet eder. Yaratılmış olmak ise, ezelî olmakla çelişmektedir. Öyleyse Allah-u Teala’yı künhünü yaratıklarına benzeterek onu tanımaya çalışan gerçekte onu tanımamıştır. Allah-u Teala’nın künhünü kavramaya çalışan gerçekte tevhide inanmamıştır; onun benzerinin olduğuna inanan, hakikatini anlamamıştır; onun bir nihayeti olduğunu farz eden, onu tasdik etmemiştir; ona işaret etmek isteyen gerçekte ona doğru yönelmemiştir (başka bir yöne yönelmiş ve başka bir vücuda işaret etmiştir); onu tesbih eden gerçekte onu kastetmemiştir; Allah’ın cüzleri olduğuna inanan gerçekte onun karşısında boyun eğmemiştir; akli gücü ile onun hakikatini derk etmek isteyen, gerçekte Allah’ı irade etmemiştir (ona doğru yönelmemiştir). Nefsi ve zâtı vasıtasıyla tanınan her şey yapmadır (sonradan yaratılmıştır). Başkasında kaim olan (varlığı başkasının varlığına bağlı olan) her şey mâlul (muhtaç olduğu sebeb vesilesiyle var olan) ve illete (sebebe) muhtaçtır. Allah-u Teala’nın varlığına, yaratıkları vasıtasıyla delil getirilmektedir. Akıl vasıtasıyla onu tanıma gerçekleşmekte ve fıtrat vesilesiyle de hüccet halka tamam olmaktadır. Allah’ın kulları yaratması, kendisiyle kulları arasında bir perdedir. Allah’ın kullarından uzaklığı (maddi ve mekânsal bir uzaklık değil), onun varlığının kulların varlığının nitelikleriyle farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Yaratıkların bir başlangıcının olması, kullar için Allah’ın ezeli oluşuna bir delidir. Çünkü başlangıcı olan bir şey, başka bir şeyin başlangıç nedeni olamaz. Allah-u Teala’nın mahluklarına vesile ve uzuvlar vermesi kendisinin bu vesilelere ihtiyaç duymadığının göstergesidir. Çünkü vesileler, sahibinin acizlik ve fakirliğinin göstergesidir. Onun isimleri tabir, fiilleri tefhim (anlatma), zâtı hakikat, künhü mahluklardan ayrılması, bekâsı ise diğer varlıkların sınırıdır. Allah’ı vasfetmeye kalkışan onu tanımamıştır. Onu düşüncesiyle kuşatmaya yeltenen gerçekte ondan geçip (onu bırakıp) başka bir şeyi kuşatmıştır; Allah’ın künhünü kavramaya kalkışan yanılmıştır.

Kim Allah’ın nasıl olduğunu sorsa onu mahluklara benzetmiştir; kim Allah’ın niçin, nasıl, hangi yoldan, varolduğunu sorsa, onun için illet (sebep) düşünmüştür; kim Allah ne zamandan beri vardır? diye sorsa, onun için vakit tayin etmiştir; kim Allah nerededir, diye sorsa onun mekânı olduğunu zannetmiştir; kim Allah’ın haddini -nereye kadar olduğunu- sorsa, onun için (mekân açısından) bir son düşünmüştür; kim Allah ne zamana kadar vardır? diye sorsa onun için bir süre tanımıştır (zaman açısından bir son düşünmüştür); her kim ona süre tanısa, onun için bir sınır çizmiştir; ona sınır çizen onu cüzler (noktalar, parçalar) halinde düşünmüştür; cüzlere ayıran da onu vasıflandırmıştır. Her kim onu vasfederse, sapıklığa düşmüştür.

Allah-u Teala mahlukların değişimiyle değişime uğramaz, o sınırlanmışın sınırlılığıyla da sınırlanmaz. Birdir ama, birliği sayısal değildir. O, zahirdir ama, ona dokunulamaz. Aşikârdır ama, görülmez. Bâtın ve saklıdır ama, kullarından ayrı değildir. Uzaktır ama, uzaklığı mesafe açısından değildir. Yakındır ama, mekân yakınlığı yönünden değil. Latiftir ama, cisimsel olarak değil. Vardır ama, yokluktan sonra değil. Faildir ama, failliği mecbur olarak değildir. Takdir edendir (karar alandır) ama, fikirle değil. Tedbir edendir ama, hareketle değil. İrade edendir ama, kararla değil. İsteyendir ama, himmetle değil. İdrak edendir ama, vesileyle değil. Duyan ve görendir ama, kulak ve gözle değil.

Zamanı ve mekânı yoktur. Uyuklamaz. Muhtelif sıfatlara sahip olmak, onu sınırlayamadığı gibi vesileler de onu sınırlayamaz. O hem zaman ve hem de yokluktan önce vardı. Bütün başlangıçlardan önce vardı. Duyu organlarını yaratması, onda duyu organı olmadığının delilidir. Cevherleri yaratması, onun cevherlerden teşkil olmadığının delilidir. Eşya arasındaki icat etmiş olduğu zıtlıktan kendisinde hiçbir zıtlığın olmadığı anlaşılmaktadır. İşler arasında icat ettiği ahenk ve birliktelikten kendisiyle birlikte olan hiçbir şeyin olmadığı anlaşılmaktadır. Aydınlık ve karanlık, açıklık ve gizlilik, kuruluk ve yaşlık, soğukluk ve sıcaklık arasında zıtlık icat etmiştir. Birbirinden uzak şeyleri birbirlerine yakınlaştırmış ve birbirlerine yakın olan şeyleri ise birbirinden ayırmıştır. Bunların ayrılık ve yakınlığı, onları yakınlaştıran ve uzaklaştıran birinin varlığına bir delildir.

Şu ayet: “Her şeyden iki çift yarattık, ta ki düşünüp öğüt alasınız” (Zâriyat/49) bahsedilen bu meseleye işaret etmektedir. Bunlarla öncelik ve sonralık arasında ayrılık icat etti ki, kendisinin öncesi ve sonrasının olmadığı belli olsun. Yaratıklardaki içgüdüler, onlara bu güdüleri verenin güdüsüz olduğunun nişanesidir. Varlıklar arasındaki farklılık ve eksiklikler, onları bu şekilde yaratanın her türlü eksiklikten uzak olduğunun göstergesidir. Varlıkların zamanlı oluşları, onları zamanlı yaratanın zamansız olduğunun delilidir. Varlıkların bazılarını bazılarına saklı kıldı ki kendisiyle varlıklar arasında hiçbir hicabın olmadığı anlaşılsın.

O hiçbir varlığın olmadığı zaman rab ve hiçbir mülkün olmadığı zaman malikti. O zaman ki, bilinebilecek hiçbir varlık yoktu Allah-u Teala bilendi. O zaman ki, hiçbir yaratık bu alemde yoktu o, yaratıcıydı. O zaman ki, duyulabilecek hiçbir şey yoktu o, işitendi. Allah-u Teala varlıkları yaratmaya başladığından beri değil; varlıkları yaratmadan ve icat etmeden önce de yaratıcı sıfatına sahipti. Nasıl olur da başka türlü düşünülebilir? Oysa ki, onun başlangıcı yoktur. Onu başlangıca delalet eden “den” ekiyle anarak bazı zamanlarda yok saymak mümkün değildir. O, devamlı ve bütün zamanlarda vardı. “Kad” (-ki Arapça’da bir zamanın diğerine oranla yakınlığına delalet eder) kelimesi onun zamanının yakın olduğunun göstergesi olamaz (çünkü bütün zamanlar ister uzak olsun, ister yakın, onun için birdir).

“Lealle” (“şayet” vb. kelimeler ki, bizler arasında bir işin bir engelden dolayı olmama ihtimali olduğunda kullanılır) Allah-u Teala hakkında geçerli olamaz (çünkü onun iradesinin gerçekleşmesi kesindir).

“Metâ” ve “hîne” (ne zaman ve o zaman) kelimeleri Allah-u Teala için zaman tayin etme manasında değildir (Allah hakkında zaman kelimesini kullanma onun zamanın hudutları içinde olduğunun göstergesi değildir).

Aynı şekilde, Allah hakkında “mea” (ile, birlikte) kelimesinin kullanılması onun başka bir şeyle birlikteliği manasında değildir.

Araç ve vesileler ancak kendileri ve kendileri gibi olan şeyleri sınırlayabilirler. Araç ve vesileler, Allah-u Teala’da değil, diğer varlıklarda tesir bırakabilirler. “Moz” (zaman) Allah dışındaki varlıkların, kadim olmamasına neden oldu. “Kad” (zamansal yakınlık) onların ezeli olmalarına engel oldu. “Levla” (olmasaydı) kelimesi onları mutlak kemalden uzaklaştırdı. Onlardaki ayrılık, onları ayıranın vücudunun delilidir. Onlardaki farklılıklar, bu farklılıkları vâr edenin varlığını açıklamıştır. Varlıkların yaratıcısı o, varlıklar vasıtasıyla insanoğlunun zihninde tecelli etmiş ve onlar vesilesiyle gözlerden saklanmıştır. Fikirler için Allah'ın varlığına delil getirmenin ölçüsü yine varlıkların kendisi olmuştur. Varlıklarda değişimi öngörmüş; delillerini varlıkların esası üzerine bina etmiştir. Allah-u Teala bu varlıklara, kendi birliğine ikrarı, varlıkları vesilesiyle tanıtmıştır (ilham etmiştir). Allah-u Teala’nın tasdiki akıllar vasıtasıyla gerçekleşir. Allah’a ikrarla iman kemale erir. Mârifet olmadan dindarlık olmaz. İhlas olmadan da mârifet elde edilmez. Allah-u Teala’yı yarattıklarına benzetmekle ihlas olmaz. Teşbih için sıfat ispat etmekle (Allah’ın zâtına izafi bir sıfat eklemekle nefy, teşbih inancını reddetmek) olmaz. Öyleyse yaratıkta olan her şey, onun yaratıcısında bulunmaz. Yaratıkta mümkün olan her şey, onu icat edende imkânsızdır. Onda hareket ve durgunluk tasavvur edilemez. Nasıl olur da kendi yarattığı şey, kendisinde vârolabilir? Ya da nasıl olabilir ki, kendisinin başlattığı (yarattığı) bir şey onun kendisine dönebilir (nasıl onun bir mısdakı olabilir)? Eğer böyle olsaydı, zâtında farklılık (noksanlık) meydana gelir, künhü kısımlara ayrılır (birliği bozulur) ve ezeliliği imkânsızlaşırdı. Neticede yaratıcı, aynı yaratılan gibi olurdu.

Eğer onun için arka taraf tasavvur edilirse, ön taraf da tasavvur edilmiş olur. Eğer onun için tamam olmak düşünülse, noksanlık da düşünülür. Eğer hâdislik (sonradan vârolma) onun için imkansız olmasaydı, ezelilik nasıl onun için söz konusu olabilir? İcat olmaktan mümtenî olmayan, eşyayı nasıl icat edebilir? Eğer böyle olmuş olsaydı mahluk olmanın alametleri onda vârolmuş olurdu. O zaman da diğer varlıklar onun nişanesi olmaz, onun kendisi (başka bir varlık için) nişane olurdu.

İmkansızlık dahilinde bir sözün, delil olabilmesi mümkün değildir; mevzuda (Allah hakkında) cevap da değildir. Aksi taktirde Allah’ın yüceliği ve saygınlığı söz konusu olmaz. Böyle bir sözü halka beyan etmemek haksızlık değildir. Gerçekte ezeli olan (onun için başlangıç söz konusu olmayan) “bir”den fazla ve bileşik olamaz; Başlangıcı olmayan da mahluk olamaz. Ezelî olan bir varlıkta ikilik ve başlangıcı olmayan bir varlıkta başlangıç olması imkânsızdır. Yüce ve her şeyden büyük olan Allah’tan başka ilah yoktur. Allah’ın dengi olduğunu söyleyenler (ona şirk koşanlar) yalancı, yoldan çıkmış ve açık bir hüsran içindedirler. Allah’ın selamı Muhammed (s.a.a)’e ve onun pak Ehl-i Beyt’ine olsun.


Text Box: 12. BÖLÜM
 

 

 

 

 


İMAM RIZA (A.S)’IN DİĞER DİN MENSUPLARIYLA MEMUN’UN HUZURUNDA TEVHİD HAKKINDAKİ MÜNAZARASI

 

 

Hasan bin Muhammed en-Nevfelî[27] el-Hâşimî’den şöyle nakledilmiştir: Ali bin Mûsa Rıza (a.s) Memun’un yanına gittiğinde Memun, Fazl bin Sehde, din ve kelam alimlerini örneğin; Caselik’e (Hıristiyan oskofların reisi) Res’ul Calut’u (Yahudîlerin büyük alimini) Ruus’us Saibiyn’i (melek ve yıldıza tapanlar veya Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Hz. Yahya’nın dininde olanların büyüklerini), Hirbiz’ul Ekber’i (Zerdüştlerin kadısını), Nistas-i Rûmi (Rumlu tabibi) ve mütekellimleri (akait ilminde üstat olan alimleri) onun için bir araya toplamasını emretti. Böylece İmam (a.s) ve onların sözlerini duymak istiyordu.

Fazl bin Sehl bunları topladı ve Memun’a geldiklerini haber verdi. Memun onları yanına çağırtarak hoş geldiniz dedikten sonra şöyle dedi: “Ben, sizi buraya hayırlı bir iş için çağırdım. Medine’den yanıma gelmiş olan amcamın oğlu ile konuşup tartışmanızı istiyorum. Hiçbiriniz bu emirin dışına çıkmadan yarın erken vakitte yanıma geliniz.” Onlar da; “Emredersiniz ey müminlerin emiri, inşallah erken vakitte buradayız” dediler.

Hasan bin Muhammed Nefveli şöyle diyor: Biz Rıza (a.s)’ın yanında sohbetle meşgulken İmam (a.s)’ın hizmetçisi olan Yasir gelerek hazrete şöyle arz etti: “Efendim; müminlerin emiri size selam göndererek şunları söyledi:

“Kardeşin sana feda olsun, din alimleri ve çeşitli milletlerden olan kelamcılar toplanmışlardır. Onların sözlerini duymak istiyorsanız sabahın erken saatinde yanıma geliniz ve eğer bundan hoşlanmıyorsanız zahmet etmeyiniz. Yine, eğer bizlerin sizin huzurunuza gelmemizi arzu ederseniz bu bizim için kolaydır.”

İmam Rıza (a.s) cevabında şöyle buyurdu:

“Ona selam söyle ve şöyle de: Maksadınızı anladım. Ben kendim sabahın erken saatinde yanınıza geleceğim inşallah.”

Hasan bin Muhammed Nefveli şöyle devam etti: Yasir gittikten sonra İmam (a.s) bana dönerek şöyle buyurdu: “Nefveli! Sen Iraklısın ve Iraklılar zeki ve dikkatlidirler. Sana göre amca oğlumun din ve şirk alimlerini karşımıza toplamasından amacı nedir?”

Ben de şöyle arz ettim: Sana feda olayım! Sizi sınamak ve akidenizi öğrenmek istiyor. Bu işi güvenilmeyecek bir esas üzere yapıyor (tehlikeli bir iş yapıyor), yaptığı iş ne de kötüdür! İmam (a.s), “Bundan amacı ne olabilir?” diye sordular. Ben şöyle arz ettim: Kelam ehli ve bidatçiler, alimler gibi değildirler. Alimler hakikati inkâr etmezler. Kelam ve şirk alimleri ise inkâr ve demogoji ehlidirler. Eğer onlara Allah’ın birliğinden bahsedersen, bir olduğunu ispat ederler. Eğer Muhammed (s.a.a) Allah’ın resulüdür dersen Resul olduğunu ispat ederler. Sonra demogoji ederek karşı tarafın kendi delilini ispat etmesine ve kendi sözünden dönmesine sebep olurlar. Size feda olayım, onlara karşı dikkatli olunuz.

İmam (a.s) gülümseyerek şöyle buyurdu: “Ey Nefveli! Onların benim delillerimi bâtıl etmelerinden mi korkuyorsun?” Ben ise; Vallahi hayır. Senin için bundan korkmuyorum. Allah’tan seni onlara muzaffer ve galip etmesini ümit ediyorum inşallah, dedim. İmam (a.s); “Ey Nefveli! Memun’un ne zaman pişman olacağını bilmek istiyor musun?” diye sordu. Ben, evet, dedim. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Tevrat ehline Tevrat’tan, İncil ehline İncil’den, Zebur ehline Zebur’dan delil getirdiğimi, Sabîlerle İbrice, Zerdüştlerle Farsça, Rumlarla Rumca ve bütün alim ve konuşmacılarla kendi dilleriyle sohbet ettiğimi, delillerinin bâtıl olduğunu ve sözlerinden vazgeçerek benim sözlerimi kabul ettiklerini gördüğü zaman Memun, peşinde olduğu şeye layık olmadığını bilecek ve işte o zaman pişman olacaktır. Allah’ın verdiği güçten başka bir güç ve kudret yoktur.”

Fazl bin Sehl, sabahleyin İmam (a.s)’ın yanına gelerek şöyle dedi: Sana feda olayım, amcanın oğlu sizi bekliyor. Bütün konuşmacılar toplandılar. Siz ne zaman toplantıya şeref vereceksiniz? İmam Rıza (a.s) cevaben: “Sen önden git, ben de geleceğim inşallah” diye buyurdular.

İmam (a.s) daha sonra abdest aldı ve sevik (bir tür şerbet) içti ve bize de ikram etti. Daha sonra biz de kendileriyle beraber oradan ayrıldık ve Memun’un yanına gittik.

Toplantı salonu oldukça kalabalıktı. Muhammed bin Câfer (İmam’ın amcası), Talibî ve Hâşimîler (seyitler)’den bir grup ve ordu komutanları hazır bulunmaktaydılar. İmam Rıza (a.s) meclise girdiği zaman Memun, Muhammed bin Câfer ve beraberindekiler ayağa kalktılar. İmam Rıza (a.s) ile Memun oturdular, diğerleri de öylece ayakta kaldılar. Daha sonra Memun onlara oturmalarını emretti, onlar da oturdular. Memun bir müddet İmam (a.s) ile karşılıklı konuştuktan sonra Caselik’e (Hıristiyan din adamlarının önderine) dönerek şöyle dedi:

Ey Caselik! Bu, amcam oğlu Ali bin Mûsa bin Câfer’dir ve kendileri Peygamberimizin kızı Fâtıma ve Ali bin Ebu Talib’in (Allah’ın selamı onların üzerine olsun) oğullarındandır. Onunla konuşmanı, delil getirmeni ve insaflı olmanı istiyorum.

Caselik: Ey müminlerin emiri! Benim kabul etmediğim kitaptan ve kendisine iman etmediğim peygamberden delil getiren bir kişiyle nasıl bahsedip tartışabilirim?

İmam (a.s): Ey Nasranî! Eğer sana İncil’den delil getirsem kabul eder misin?

Caselik: İncil’in buyruklarını ben nasıl reddedebilirim? Evet, vallahi gönül razılığıyla kabulleneceğim.

İmam (a.s): Öyleyse ne dilersen sor ve cevabını da dinle.

Caselik: Hz. İsa (a.s)’ın peygamberliği ve kitabı hakkında görüşün ve inancın nedir? Onlardan inkâr ettiğiniz şey var mıdır?

İmam (a.s): Ben İsa (a.s)’ın peygamberliğine, kitabına, ümmeti için müjdelediklerine inanıyor, Havarilerin kabullendiklerine inanıyor ve kabul ediyorum. Ama, Muhammed (s.a.a)’in peygamberliğini, kitabını inkâr eden ve bunu ümmetine müjdelemeyen bir İsa’nın peygamberliğini kabul etmiyorum.

Caselik: Acaba bütün hükümler iki adil şahitle ispatlanmıyor mu?

İmam (a.s): Evet.

Caselik: Öyleyse kendinizden olmamak şartıyla Muhammed (s.a.a)’in peygamberliğini ispatlayacak Hıristiyanların kabul ettiği iki şahit getirin ve bizden de kendimizden olmamak şartıyla iki şahit isteyin.

İmam (a.s): Ey Nasranî! Şimdi insaflı konuştun; İsa bin Meryem (a.s)’ın yanında belli bir makama sahip olan birini kabul etmiyor musun?

Caselik: Kimdir bu adam, bana ismini söyler misin?

İmam (a.s): Yuhenna Deylemî’dir. Hakkında ne diyorsun?

Caselik: Ne de güzel, Mesih’in en sevdiği birisinden bahsettin.

İmam (a.s): Acaba yemin ederek söyler misin? İncil, Yuhenna’nın şöyle dediğini buyurmuyor mu: “Mesih, Arap Muhammed’in dinini bana haber verdi ve onun, kendisinden sonra geleceğini bana müjdeledi; ben de Havarileri bununla müjdeledim. Onlar da buna iman ettiler.”

Caselik: Yuhenna bunu Mesih’ten naklediyor ve bir kişinin peygamberliğini, Ehl-i Beyt’i ve varisini müjdeliyor. Ama bunların ne zaman geleceğini ve bizim onları tanımamız için isimlerini bildirmiyor.

İmam (a.s): Eğer İncil okuyabilen birisini getirsem ve Muhammed, Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkındaki yerleri sana tilavet edecek olursa iman getirecek misin?

Caselik: Güzel sözdür.

İmam (a.s), bunun üzerine Nistas-i Rûmî’ye dönerek “İncil’in üçüncü kısmından öteye ezbere biliyor musun?” diye sordu. “Çok iyi biliyorum” dedi Nistas. İmam daha sonra Re’sul Câlut’a dönerek “İncil okumasını biliyor musun?” diye sordu. O da; evet, dedi. İmam (a.s); “Ben üçüncü bölümü okuyorum; Muhammed (s.a.a), Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkında olursa benim için tanıklık edin, ama eğer orada bunlardan bahsetmezse tanıklık etmeyin” buyurdu. Daha sonra İmam (a.s) üçüncü bölümü, Peygamber (s.a.a)’den bahsedinceye kadar okudu ve durdu. Sonra şöyle dedi:

“Ey Nasranî! Mesih ve annesi adına yemin ederek söyle; acaba benim İncil’i bildiğimi öğrendin mi?

Caselik: Evet, dedi. İmam daha sonra Muhammed (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkındaki bölümü de okuyarak şöyle buyurdu:

“Ne diyorsun ey Nasranî! Bu Mesih bin Meryem’in sözüdür. Eğer İncil’in dediklerini yalanlayacak olursan hakikatte Mûsa ve İsa (a.s)’ı yalanlamış olursun. Ama eğer sadece bu sözleri inkâr edersen Allah’ın peygamberini ve kitabını inkâr ettiğin için katlin vacip olur.”

Caselik: İncil’den bana açıklananı inkâr etmiyor, aksine kabulleniyorum.

İmam (a.s): Ey cemaat! Onun ikrarına şahit olunuz. (Daha sonra tekrar Caselik’i muhatap alarak:) Ey Caselik, dilediğin soruyu sor!

Caselik: Bana İsa bin Meryem (a.s)’ın Havarilerinin ve İncil alimlerinin kaç kişi olduklarını söyle.

İmam (a.s): Bilirkişiden soru sordun; Havariler oniki kişi idiler. Onların en alim ve üstünü Eluka idi. Ama Hıristiyanların alimleri üç kişi idiler: Büyük Yuhenna Ecde, Yuhenna Kırkısiyada ve Yuhenna Deylemi Reccazda idi ki, bu sonuncu kişi Hz. Peygamber (s.a.a)’in, Ehl-i Beyt’i ve ümmetiyle ilgili sözleri biliyordu ve İsa (a.s)’ın ümmetiyle İsrailoğulları ümmetine müjde veren de oydu. Daha sonra şöyle buyurdu: Ey Nasranî! Vallahi ben Muhammed (s.a.a)’e iman eden İsa’ya inanıyorum. Ama sizin İsa’da acizlik ile oruç ve namazın azlığından başka bir eksiklik bulamıyorum.

Caselik: Allah’a and olsun ki kendi sözlerini çürüttün, kendini zayıflattın. Oysa ben seni Müslümanların bilgini biliyordum.

İmam (a.s): Bu nasıl oldu?

Caselik: İsa’nın zaafiyetini, oruç ve namazının az olduğunu söylüyorsun; oysa İsa, hiçbir gün iftar etmedi, bir gece bile uyumadı; gündüzleri sürekli oruç tutuyor, geceleri de ibadetle geçiriyordu.

İmam (a.s): Öyleyse kimin için oruç tutuyor ve namaz kılıyordu? (Caselik söyleyecek bir şey bulamayıp sustu. Sonra İmam Caselik’e hitap ederek devam etti:) Ey Nasranî! Sana bir soru sormak istiyorum.

Caselik: Sor, eğer cevabını bilirsem söylerim.

İmam (a.s): İsa (a.s)’ın, ölüleri Allah’ın izniyle dirilttiğini neden inkâr ediyorsun?

Caselik: Çünkü ölüleri dirilten, körlere ve cüzzamlılara şifa veren kimse, Allah’tır ve o, ibadet edilmeye (daha) layıktır.

İmam (a.s): Yesa da Hz. İsa’nın yaptıklarını yapıyor; su üzerinde yürüyor, ölüleri diriltiyor, körleri ve abraş hastalığına yakalananları iyileştiriyordu. Ama ümmeti onu Allah olarak tanımadı ve Allah’ı bırakıp da kimse ona ibadet etmedi. Hızkîl Peygamber de İsa bin Meryem (a.s)’ın yaptıklarının aynını yapıyordu. Ölümlerinden altmış sene geçmesine rağmen otuz beşbin kişiyi diriltti.

Daha sonra, İmam (a.s) Re’sul Calut’a dönerek şöyle buyurdu: Ey Re’sul Calut! Acaba Tevrat’ta İsrailoğullarının şu gençleri hakkında herhangi bir konu buldun mu? Şöyle ki; Baht’un Nasr, Beyt’ul Mukaddes’e saldırdığı zaman onları İsrailoğulları arasından seçerek Babil’e götürdü. Allah da onu (Hızkîl’i) onlar için gönderdi ve o, onları diriltti. İşte bu konular Tevrat’tandır. Sizlerden kâfir olanlardan başka kimse bunları inkâr edemez.

Re’sul Calut: Bu konuları duymuşuz ve ondan haberdarız.

İmam (a.s): Doğru söyledin ey Yahudî, şimdi dikkat et, Tevrat’tan okuduğum bu bölüm doğru mudur? (Daha sonra İmam (a.s) bizler için birkaç bölüm okudu. Yahudî imamın böyle güzel okumasına hayran olup yerinde hareket etmeye başladı. Sonra İmam (a.s) Nasranî’ye dönerek):

“Ey Nasranî! Acaba bunlar mı İsa’dan önceydi, yoksa İsa mı bunlardan önceydi?” diye sordu.

Caselik: Onlar İsa (a.s)’dan önceydiler.

İmam (a.s): Kureyş Resulullah (s.a.a)’in etrafında toplanarak ondan, ölülerini diriltmesini istediler. Peygamber (s.a.a) Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı onlarla beraber göndererek Ali (a.s)’a şöyle buyurdu: Kabristana git, bunların dirilmesini istediği kişilerin isimlerini yükses sesle çağır. Sonra onlara; Allah’ın resulü Muhammed (s.a.a) Allah’ın izniyle kalkmanızı istiyor de! Ali (a.s) da onları aynı şekilde çağırdığında; Kalktılar ve başlarındaki toprakları temizlediler. Kureyşliler onlara kendi işleriyle ilgili sorular soruyor ve Muhammed (s.a.a)’in peygamber olduğunu haber veriyorlardı. Dirilenler ise: Keşke bizler de onu derk edebilsek ve iman getirebilseydik, dediler.[28] Hz. Peygamber de körlere, cüzzamlılara ve delilere şifa veriyor ve hayvanlar, kuşlar, cinler ve şeytanlarla konuşuyordu. Ama biz onu Allah diye tanımadık. Aynı zamanda bunların (İsa, Yesa, Hizkîl ve Muhammed) hiçbirinin faziletini de inkâr etmiyoruz. Peki nasıl oluyor da siz, sadece İsa’yı Allah olarak tanıyorsunuz? Halbuki Yesa ve Hızkîl’i de Allah olarak tanımalısınız. Çünkü onlar da İsa bin Meryem (a.s)’ın yaptıklarını yapıyor; ölü diriltiyor ve diğer işleri yapıyorlardı. İsrailoğullarından binlerce kişi veba hastalığı korkusundan kendi şehirlerinden dışarı çıktılar. Ama Allah bir anda hepsinin canını aldı. Şehir halkı etrafa duvar çekerek ölüleri o şekilde bıraktılar. Kemikleri de öylece çürümeye başladı.

İsrailoğulları peygamberlerinden biri oradan geçerken çürümüş kemiklerin çokluğu dikkatini çekti. Allah da peygamberine şu şekilde vahyetti: “Acaba onları senin için diriltmemi ve böylece onlara tebliğ ederek inzar etmeyi istiyor musun?” O da: Evet, ey Rabbim! Dedi. Allah-u Teala ona şöyle söylemesini vahyetti: “Ey çürümüş kemikler, Allah’ın izniyle kalkınız.” Daha sonra hepsi dirildi ve başlarındaki toprakları temizleyerek kalktılar.

İbrahim Halil-u Rahman (a.s) da kuşları parçalayarak her birinin parçasını bir dağın başına koydu. Sonra onları çağırdı ve onlar dirilerek İbrahim (a.s)’a doğru hareket ettiler. Mûsa bin İmran (a.s) da İsrailoğulları içerisinden seçtiği yetmiş ashabıyla beraber dağa çıktılar. Mûsa (a.s)’a sen Allah’ı gördün, onu nasıl gördüysen aynı şekilde bize de göster! dediler. Mûsa (a.s), ben Allah’ı görmedim, dedi. Onlar “Ey Mûsa! Biz Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayız” (Bakara/55) dediler. O anda yıldırım onlara çarparak hepsini yakıverdi. Mûsa (a.s) yalnız kaldı ve Allah’a şöyle arz etti: “Ey rabbim! Israiloğullarından yetmiş kişi seçerek kendimle getirdim. Şu an ise yalnız dönüyorum. Benim bu olaylarla ilgili söyleyeceklerimi nasıl doğrulayıp inanırlar? Dileseydin onları da daha önce helak ederdin beni de. İçimizdeki akılsızların işledikleri suç yüzünden bizi de mi helak edeceksin?” (Âraf/155) Derken Allah-u Teala, onları ölümlerinden sonra tekrar diriltti.

İmam (a.s) daha sonra sözlerine şöyle devam etti: Sana bu söylediklerimin hiçbirini reddedemezsin. Zira bunlarıp tümü Tevrat, Zebur, İncil ve Furkan (Kur’an)’ın bildirdikleridir. Öyleyse bütün ölü dirilten; körlere, cüzzamlılara ve delilere şifa veren, iyileştiren herkes Allah olmalıdır. O halde bunları da Allah olarak tanımalısın. Ne dersin ey Nasranî?

Caselik: Söz senin sözündür. Allah’tan başka ilah yoktur.

İmam daha sonra Re’sul Calut’a dönerek şöyle buyurdu: Ey Yahudî! Seni Mûsa bin İmran (a.s)’a nazil olan on ayete yemin etmeni istiyorum ki; Muhammed ve ümmetinin haberini Tevrat’ta görmedin mi? Şöyle ki; “Sonuncu ümmet, deve binenin takipçileri geldiği zaman ve Allah’ı yeni mabetlerde çok çok zikrettiklerinde, İsrailoğulları kalplerinin mutmain olması için onlara ve onların padişahlarına doğru hareket etmeliler. Zira onlar ellerindeki kılıçlarla köşe bucaktaki kâfirlerden intikam alırlar.” Acaba bu, Tevrat’ta aynen yazılı değil midir?

Re’sul Calut: Evet, biz de Tevrat’ta aynen öyle bulduk.

(İmam daha sonra Caselik’e dönerek): Ey Nasranî! Şâya kitabı hakkında ne biliyorsun?

Caselik: Onu harfi harfine biliyorum.

İmam ikisini de hitaben: Şu sözlerin onun sözlerinden olduğunu kabul ediyor musunuz: “Ey kavmim! Ben merkebe binen şahsı, nurdan bir elbiseyle gördüm ve deveye binen kişiyi de gördüm. Nuru ve parlaklığı ay ışığı gibiydi.”

Caselik ve Re’sul Calut: Evet, Şâya bunları söylemiştir.

İmam (a.s): Ey Nasranî! İsa (a.s)’ın İncil’de şöyle buyurduğunu biliyor musun: “Ben sizin Allah’ınıza ve kendi Allah’ıma doğru gideceğim ve Farkilita (Ahmed) gelecektir. Ben onun yararına tanıklık ettiğim gibi, o da benim yararıma tanıklık edecektir. O size herşeyi açıklayacaktır. Toplumların aşağılık yönlerini açıklayacak ve küfür sütunlarını kıracaktır.”

Caselik: İncil’den zikrettiğin şeylerin hepsini kabul ediyoruz.

İmam (a.s): Bunun İncil’de bulunduğunu kabul ediyor musun?

Caselik: Evet.

İmam (a.s): Ey Caselik! Önceki İncil’in kayboluşunu, kimin yanında bulunduğunu ve şimdiki İncil’i size kimin hazırladığını bana söyler misiniz?

Caselik: Biz İncil’i sadece bir gün kaybettik ve onu yepyeni olarak, Yuhenna ve Metta bizim için buldular.

İmam (a.s): İncil olayı ve alimleri hakkında ne kadar bilgisizmişsin! Eğer bu olay senin dediğin gibiyse neden İncil hakkında bu kadar ihtilafa düştünüz? Bu ihtilaf bugün elinizde bulunan İncil’dedir. Eğer önceki gibi olsaydı, onda ihtilafa düşmezdiniz. İşte ben olayı sana anlatıyorum: Daha önce kaybolduğunda Hıristiyanlar, alimlerinin yanına toplanarak; “İsa bin Meryem (a.s) öldürüldü ve İncil’i de kaybettik. Sizlerin alim olarak yanınızda neyiniz var?” diye sordular. Eluka ve Merkabus; “İncil bizim (göğsümüzde ve hafızamızdadır) ve her Pazar günü bir (Sıfr) bölümünü size getireceğiz. Bunun için üzülmeyiniz ve kiliseleri boş bırakmayınız. İncil tamamlanıncaya kadar her Pazar günü onun bir bölümünü de sizlere okuyacağız” dediler. Sonra Eluka, Merkabus, Yuhenna ve Metta bu İncil’i, birinci İncil’in kayboluşundan sonra sizler için yazdılar. Bunlar ilk dört öğrencilerdir. Acaba bunları biliyor muydunuz?

Caselik: Şimdiye kadar bilmiyordum. Sizin İncil hakkındaki ilminizin bereketiyle şimdi öğrendim ve bildiğiniz diğer şeyleri sizden işittim. Kalbim bunların doğruluğuna inandı ve sizin bilginizden çok yararlandım.

İmam (a.s): Bunların tanıklığı senin yanında nasıldır?

Caselik: Doğrudur, onlar İncil alimleridir. Tanıklık ettikleri ve onayladıkları her şey haktır.

Daha sonra İmam Rıza (a.s) Memun’a, yakınlarına ve orada bulunan diğerlerine “Siz de şahit olunuz” diye buyurdu. Onlar da “Biz şahidiz” dediler. Daha sonra İmam (a.s) Caselik’e dönerek: Senin İsa (a.s) ve annesi Meryem adına yemin ederek cevap vermeni isttiyorum: Metta’nın şunları söylediğini biliyor musun: “Mesih, Dâvud bin İbrahim bin İshak bin Yâkub bin Yehuza bin Hazrun’un oğludur.”

Merkabus, İsa bin Meryem (a.s)’ın nesebi hakkında şöyle diyor: “O Allah’ın kelimesidir; onu insan bedeninde karar vermiş ve o da insan şekline dönüşmüştür.”

Eluka ise söyle demiştir: “İsa bin Meryem (a.s) ve annesi, et ile kandan oluşmuş iki insandırlar ve Ruh’ul Kudüs onlara hulul etmiştir.” Sonra, senin de kabul ettiğin Hz. İsa’nın kendi hakkındaki şu sözüne ne diyorsun: “Ey Havariler! Hak olarak sizlere diyorum; gökyüzünden gelenden ve peygamberlerin sonuncusu olan deve binicisinden başka kimse gökyüzüne çıkmayacak. O, göğe yükselip tekrar dönecektir.”

Caselik: Bu, İsa (a.s)’ın sözüdür. Biz inkâr etmiyoruz.

İmam (a.s): Hz. İsa ve onun nesebi için Aluka, Merkabus ve Metta’nın tanıklığına ne diyorsun?

Caselik: İsa’ya yalan uydurdular.

İmam (orada bulunanlara dönerek): Ey insanlar! Az önce onların doğruluk ve temizliğini kabullenmedi mi? Onların İncil alimleri olduğunu kabul etmedi mi ve sözlerinin doğruluğunu onaylamadı mı?

Caselik: Ey Müslümanların alimi! Bu dört kişi hakkında beni mazur görmeni istiyorum.

İmam (a.s): Öyle olsun, biz seni mâzur görüyoruz ey Nasranî, (yine de) dilediğini sor!

Caselik: Başkası sorsun. Allah’a andolsun ki, Müslümanların içerisinde senin gibi bir alimin olduğunu zannetmezdim.

İmam (Re’sul Calut’a dönerek): Sen mi soracaksın, yoksa ben mi sorayım?

Re’sul Calut: Ben soruyorum ve senin delillerini sadece Tevrat, İncil, Dâvud’un Zebur’u ve İbrahim ve Mûsa’nın Suhuf’undan kabul edeceğim.

İmam (a.s): Benim delillerimi Mûsa’nın Tevrat’ından, İsa’nın İncil’inden ve Dâvud’un Zebur’undan başka kabul etmeyebilirsin.

Re’sul Calut: Muhammed (s.a.a)’in peygamberliğini nasıl ispat ediyorsun?

İmam (a.s): Mûsa bin İmran, İsa bin Meryem ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi Dâvud buna şehadet ettiler.

Re’sul Calut: Mûsa bin İmran’ın sözlerini ispatla!

İmam (a.s): Ey Yahudî! Mûsa’nın İsrailoğullarına vasiyet ederek şöyle dediğini biliyor musun: “Yakında kardeşlerinizden bir peygamber gelecektir. Onu tasdik edin, sözünü dinleyin, ona itaat edin.”

Eğer İsmail ve İsrailoğullarının akrabalığını ve aralarındaki irtibatının İbrahim (a.s) tarafından olduğunu kabul ediyorsan İsrail’in İsmail soyundan başka kardeşleri olmadığını biliyor musun?

Re’sul Calut: Bu, Mûsa’nın sözleridir, inkâr etmiyorum.

İmam (a.s): Acaba İsrailoğullarının kardeşlerinden Muhammed (s.a.a)’den başka bir peygamber gelmiş midir?

Re’sul Calut: Hayır.

İmam (a.s): Acaba bu söz, size göre doğru değil midir?

Re’sul Calut: Evet, doğrudur. Ama onları Tevrat’tan ispatlamanı istiyorum.

İmam (a.s): Tevrat’ın sizler için söylediği şu sözleri inkâr mı ediyorsun: “Nûr, Sîna Dağı’ndan geldi, Sair Dağı’ndan bizi nurlandırdı ve Faran Dağı’ndan bizlere göründü.”

Re’sul Calut: Bu sözleri biliyorum ama, açıklama ve yorumunu bilmiyorum.

İmam (a.s): Ben sana açıklayayım: “Nûr, Sîna Dağı’ndan geldi” yani, Allah-u Teala’nın vahyi Sina Dağı’nda Mûsa (a.s)’a indirildi. “Sair Dağı’ndan bizleri nurlandırdı” sözlerinden amaç, Allah’ın İsa bin Meryem (a.s)’a vahyi nazil ettiği dağdır ve “Faran Dağı’dan bizlere göründü” sözlerinden maksat ise, Mekke’yle arasında bir gün mesafe olan dağdan bahsetmektedir. Sen ve dostlarının dediklerine göre “Şâya” Peygamber Tevrat’ta şöyle diyor: “İki biniciyi görüyorum, yeryüzü onlara ışık saçıyor; onlardan biri merkebe, diğeri ise deveye binendir.” Merkep ve deveye binenler kimlerdir?

Re’sul Calut: Onları tanımıyorum, bana anlatır mısın?

İmam (a.s): Merkebe binen İsa (a.s)’dır; deveye binen ise Muhammed (s.a.a)’dir. Tevrat’ın bu konularını inkâr mı ediyorsun?

Re’sul Calut: Hayır, inkâr etmiyorum.

İmam (a.s): Haykuk Peygamberi tanıyor musun?

Re’sul Calut: Evet, onu tanıyorum.

İmam (a.s): O şöyle diyor ve aynı şeyi sizin kitap da bildiriyor: “Allah, Faran Dağı’ndan beyanı getirdi ve gökler Muhammed (s.a.a) ve ümmetinin tesbihiyle doldu. Ordusunu karada taşıdığı gibi, denizde de taşıyor -maksat, ümmetinin kara ve denize hakim olmasıdır- Beyt’ul Makdis’in (Beyt’ul Mukaddes’in) tahribinden sonra bizim için yeni bir kitap getirdi (kitaptan maksat Furkan’dır).” Acaba bu sözleri biliyor ve iman ediyor musun?

Re’sul Calut: Haykuk (a.s) bunları söylemiştir ve biz onun sözlerini inkâr etmiyoruz.

İmam (a.s): Dâvud, Zebur’da -ki sen de onu okuyordun- şöyle diyor: “Allah’ım! Fetretten sonra sünneti dirilten birini gönder.” Acaba Fetretten sonra Muhammed (s.a.a)’den başka sünneti dirilten bir peygamber tanıyor musun?

Re’sul Calut: Bu Dâvud’un sözüdür, kabul ediyor ve inkâr etmiyorum. Ama bundan amaç, İsa (a.s)’dır ve onun dönemi Fetret dönemidir.

İmam (a.s): Yanıldın, zira İsa (a.s) sünnete muhalif değildi. Aksine, Allah onu kendi yanına yükseltinceye kadar Tevrat’ın sünnetiyle muvafık idi. İncil’de de şöyle yazılıdır: “İyi bir kadının oğlu gidiyor ve kendisinden sonra Farkilitu (Ahmed) gelecek. O zorlukları kolaylaştıracak ve her şeyi sizlere açıklayacaktır. Benim onu doğruladığım gibi, o da beni doğrulayacaktır. Ben size Emsal’i getirdim. O da Tevil’i getirecektir.” Acaba İncil’in bu sözlerine inanıyor musun?

Re’sul Calut: Evet.

İmam (a.s): Ey Re’sul Calut! Sana peygamberin Mûsa bin İmran (a.s) hakkında soracağım.

Re’sul Calut: Sor!

İmam (a.s): Mûsa’nın peygamberliğini ispatlayacak delilin var mıdır?

Re’sul Calut: Mûsa kendisinden önce gelen peygamberlerden hiçbirinin getirmediği bir mucize getirdi.

İmam (a.s): Mesela ne gibi mucizeler...

Re’sul Calut: Denizi yarması, âsasının yılana dönüşmesi, taşa vurarak pınarlar akıtması, elini görenlerin huzurunda parlak olarak çıkarması ve diğer nişaneler ki, başkaları onları yapmaya muktedir değillerdir.

İma (a.s): Doğru söyledin, Hz. Mûsa peygamberliği için hiç kimsenin yapamayacağı şeyleri delil olarak getirdi. Acaba peygamberlik iddiasında bulunan herkes, diğer insanların getiremeyeceği şeyleri getirecek olurlarsa, sizlerin onu doğrulamanız gerekmez mi?

Re’sul Calut: Hayır, zira Mûsa (a.s)’ın Allah’a yakınlığı ve Allah yanındaki makamına benzer birisi yoktur. Her peygamberlik iddia edeni, Mûsa’nın getirdiği mucizeleri getirmedikçe onaylamak ve iman etmek bize vacip değildir.

İmam (a.s): Öyleyse Mûsa (a.s)’dan önceki peygamberleri; hiçbiri denizi yarmadığı, taştan oniki pınar akıtmadığı, elini Mûsa’nın eli gibi parlak çıkarmadığı ve âsasını yılan gibi yapmadığı halde nasıl kabul ediyorsunuz?

Re’sul Calut: Az önce söylediğim gibi, peygamberliğinin ispatı için harukulade şeyleri ve mucizeleri getiren herkesi, hatta eğer Mûsa’nın mucizelerinden başka mucizeler olsa bile doğrulamak gereklidir.

İmam (a.s): Ey Re’sul Calut! O zaman İsa bin Meryem’e ölüleri dirilttiği, kör ve cüzzamlıları iyileştirdiği ve çamurdan yapmış olduğu kuşa üfleyerek Allah’ın izniyle yaşayan bir kuşa dönüştürdüğü halde, ona neden iman etmiyorsunuz?

Re’sul Calut: Onun bunları yaptığı söyleniyor ama, biz onu görmedik.

İmam (a.s): Mûsa’nın getirdiği alamet ve mucizeleri gördün mü? Acaba bunların haberleri Mûsa’nın ashabından güvenilir şahıslar vasıtasıyla size ulaşmadı mı?

Re’sul Calut: Evet.

İmam (a.s): Aynı şekilde, İsa bin Meryem’in de mucizeleri de mütevatir olarak sizlere ulaşmıştır. Öyleyse neden Mûsa’yı kabul ediyor da İsa’yı kabullenmiyorsun?

Re’sul Calut cevap veremeyince İmam tekrar devam etti: Muhammed (s.a.a)’in ve Allah tarafından gönderilen diğer peygamberlerin durumu da aynen böyledir. Bizim peygamberimizin mucizelerinden bazıları şunlardan ibarettir: Yetim ve fakirdi, ücretle çobanlık yapıyordu, okuma yazma öğrenmemiş ve bir öğretmenin yanına da gidip gelmemişti. Bütün bunlara rağmen, peygamberlerin haberlerini harfi harfine anlatan bir Kur’an getirmiş, bundan öncekilerin ve kıyamete kadar gelecek olanların haberini vermiştir. Onların sırlarını ve evlerinde yapmış oldukları şeyleri dahi bildirmiştir, sonra sayılamayacak kadar mucizeler getirmiştir.

Re’sul Calut: Bizim yanımızda İsa ve Muhammed’in haberi doğrulanmamıştır ve doğrulanmayan bu olayları onaylamak ve iman getirmek bize göre doğru değildir.

İmam (a.s): Öyleyse İsa (a.s) ve Muhammed (s.a.a)’e tanıklık eden şahidin tanıklığı yalan mıdır?

Re’sul Calut yine cevap veremedi. Bunun üzerine İmam Hirbiz’il Ekber’i çağırarak şöyle buyurdu: Bana Zerdüşt’ten haber ver, onun peygamber olduğunu düşünüyorsun. Peki ama, peygamberliğini ispatlayacak delilin var mı?

Hirbiz: Zerdüşt, bize kendisinden öncekilerin getirmedikleri şeyleri getirdi. Kendisini görmedik ama, bizden öncekilerin vermiş oldukları haberlere göre başkalarının helal etmediği şeyleri bize helal etmiştir. Dolayısıyla biz de onu takip ediyoruz.

İmam (a.s): Size iletilen haberler vasıtasıyla onlara uymuyor musunuz?

Hirbiz: Evet.

İmam (a.s): Geçmiş ümmetlerde de aynen böyledir; peygamberlerin Mûsa, İsa ve Muhammed (s.a.a)’in dini hakkında olan haberler onlara iletiliyor, onlara iman etmemede mâzeretiniz nedir? Zira sizler Zerdüşt’e hiç kimsenin getirmediği mucizelerden dolayı mütevatir haberlere iman getirmişsiniz.

Hirbiz, bu sözleri duyunca donakaldı. Daha sonra İmam (a.s) orada bulunanlara hitaben şöyle buyurdu: Ey topluluk, eğer aranızda İslam’a muhalif olan biri varsa ve soru sormak istiyorsa hiç çekinmeden sorusunu sorsun.

Bu arada İmran-ı Sabbi (kelam alimlerinden) kalkarak şöyle dedi: Ey insanların alimi! Eğer soru sormak için davet etmeseydin sormayacaktım. Ben Kûfe, Basra, Şam ve Ceziyre'ye yolculuk yaptım ve mütekellimlerle (kelam alimleriyle) görüştüm ama, tek olan birini -ki ondan başkasının vahid olamayacağı şekliyle- ispatlayacak kimseyi bulamadım. Acaba bana soru sorma izni veriyor musun?

İmam (a.s): Burada bulunan cemaat içerisinde İmran-ı Sabbi varsa, muhakkak sen olmalısın.

İmran: O benim.

İmam (a.s): Sor ey İmran, ama insaflı ol, bâtıl ve haktan uzaklaştıran sözlerden sakın.

İmran: Efendim, Allah’a yemin ederim ki, sadece kendisine yapışabileceğim ve ondan başkasının tarafına gitmeyeceğim bir şeyi bana ispat etmeni istiyorum.

İmam (a.s): İstediğin şeyi sor.

Bu arada mecliste kalabalık arttı ve halk iyice sıkışarak mecliste konuşanları dikkatlice dinlemeye koyuldu.

İmran: İlk vücuttan ve yarattığı şeyden bana bahseder misin?

İmam (a.s): Soru sordun, cevabını da dikkatle dinle; Vahid (bir tek vücut), beraberinde hiçbir şey olmaksızın ve hiçbir sınır ve araz olmadan her zaman mevcut idi ve her zaman da böyle olacaktır. Sonra hiçbir örnek olmaksızın mahluku muhtelif boyutlarda onu başka bir şeyde karar vermemek, sınırlamamak, başka bir şeye benzeri olmayacak ve başka bir şeyin de ona benzeri olmayacak şekliyle yarattı. Ondan sonra mahlukatı çeşitli şekillerde örneğin; halis, gayri halis, farklı, eşit, renk ve tatlar yönünden muhtelif ve aynı zamanda onlara hiçbir ihtiyacı olmayacak ve yine herhangi bir makam ve mevkiye yetişmek için onlara muhtaç olmayacak bir şekilde yarattı. Bu yaratılışta kendisinde bir eksiklik veya fazlalık görmedi. Ey İmran, bunları anlıyor musun?

İmran: Evet efendim, yemin ederim ki anlıyorum.

İmam (a.s): Ey İmran! Bunu bilmiş ol ki, eğer Allah yarattıklarını onlara ihtiyacı olduğu için yaratsaydı, sadece ihtiyacını karşılayacağı yaratıkları yaratır ve bu yaratıklarının birkaç katını yaratması da uygun olurdu. Çünkü, yardım edenler ne kadar çok olursa, yardım alan o kadar güçlü olur.

Ey İmran! Bu durumda ihtiyaçlar bitmezdi ve her şeyi yarattıkça diğer bir hacet onda icat olurdu (bir şeyi olup da diğer bir şeye ihtiyaç duyan insanlar gibi olurdu). İşte bunun için diyorum ki, mahlukatı bir ihtiyaçtan dolayı yaratmadı; ama bu yaratışta ihtiyaçları bazılarından bazılarına intikal ettirdi ve üstün kıldığına hiçbir ihtiyacı olmaksızın ve aşağı kıldığından hiçbir intikam almaksızın bazılarını bazılarından üstün kıldı. İşte bu sebepten dolayı mahlukâtı yarattı.

İmran: Efendim, o mevcut kendiliğinden, kendi yanında belli miydi (kendisini tanıyor muydu)?

İmam (a.s): Bir şeyin tanınıp bilinmesi, başkalarından ayırt edilebilmesi ve varlığının sabit ve tanınmış olabilmesi içindir. Orada ona muhalif olacak bir şey yoktu ki onu belirtmekle o şeyi kendisinden nefyetmeye ihtiyaç duymuş olsun. Yani, bir tek mevcut olduğu için buna gerek yoktu. Anladın mı ey İmran?

İmran: Yemin ederim ki anladım efendim. Acaba bildiği şeyleri nasıl anlıyordu? Zamir vasıtasıyla mı, yoksa değişik bir yolla mı?

İmam (a.s): Onun ilmi zamir vasıtasıyla olursa o zamiri tanımak için belli bir sınır kararlaştırılmaz mı?

İmran: Kararlaştırılır.

İmam (a.s): Öyleyse o zamir nedir?

İmran sustu ve cevap vermedi.

İmam (a.s): Önemli değil, eğer senden bu zamiri başka bir zamir vasıtasıyla mı tanıyorsun, diye soracak olursam ve sen de evet dersen, kendi söz ve iddianı bâtıl etmiş olursun. Ey İmran! Şunu bilesin ki Vahid (tek vücut), zamirle vasıflandırılamaz; onun için "yaptı" demekten başka şey denilemez. (nasıl-ne ile? diye sorulmaz) ve mahlukatta olduğu gibi onun hakkında yön ve cüzler düşünülemez. Bunları iyice anla ve doğru bildiklerini de bu esas üzere ayarla.

İmran: Efendim, bana onun hilkatinin sınırlarının niteliği, manaları ve çeşitleri hakkında haber verir misin?

İmam (a.s): Soru sordun, o halde dikkatlice dinle; onun hilkatinin sınırları altı kısım üzeredir: Hissedilir, ağırlıklı, görülebilir, ağırlıksız (ruh gibi) başka bir kısım görünür ama ağırlığı yoktur, hissedilmez, dokunulmaz, renk ve tadı yoktur; takdir (miktar), araz (özle ilgili bulunmayan), sûret, uzunluk ve genişliği de yoktur. Amel ve hareket de onlardandır ki, eşyaları meydana getirir, onları halden hale sokar, artırır ve eksiltirler. Ama amel ve hareketler yok olur. Çünkü gerektikleri zamandan başka onlara ihtiyaç yoktur; iş tamamlandığı zaman hareket biter ama eseri kalır; aynen söz gibi kendisi gider fakat eseri kalır.

İmran: Efendim, eğer yaratıcı tek olur, ondan başkası ve beraberinde bir şey de olmazsa, mahlukatı yarattığı zaman değişikliğe uğramıyor mu?

İmam (a.s): Allah kadimdir (evvelden vardır), mahlukatı yaratmakla değişime uğramaz fakat, mahlukat onun değiştirmesiyle değişikliğe uğruyor.

İmran: Efendim, bizler onu nasıl ve neyle tanıdık?

İmam (a.s): Kendisinden başka bir şeyle tanıdık.

İmran: Ondan gayrisi kimdir?

İmam (a.s): Onun meşiyyeti, ismi, sıfatı ve buna benzer şeyler ondan gayridir; bunların hepsi hâdis, mahluk ve tedbir edilmiş (kararlaştırılmış) şeylerdir.

İmran: Efendim, o nedir?

İmam (a.s): O, gökyüzünde ve yerde yaratmış olduklarını hidayet eden bir nurdur. Onun vahdaniyet ve birliğini ispatlayıp açıklamaktan fazla senin benim üzerimde hakkın yoktur (ondan başka bir şeyle görevli değilim).

İmran: Efendim, Allah mahlukatı yaratmadan önce suskundu ama, mahlukatı yaratınca konuşmaya başladı öyle değil mi?

İmam (a.s): Bunun doğru olabilmesi için önceden nutuk ve konuşma olabilmeli ki, sonradan susmanın manası olabilsin. Bu aynen şuna benzer ki; lamba konuşandır ama, susmuştur denilsin; veya aydınlatıcıdan istenildiği yerde bizi aydınlatmak istiyor denilmez. Çünkü ışık ve aydınlık lambanın işi veya özü değildir ama, lambadan başka bir şey de değildir. Bizlere ışık saçtığında bizi aydınlattı, biz de onunla aydınlandık diyoruz. İşte sen o ışıkla kendi işini görüyorsun.

İmran: Efendim ben, yaratıcının mahlukatı yarattığı zaman, halden hale geçtiğini ve değiştiğini zannediyordum.

İmam (a.s): İmkansız bir şey söyledin ey İmran! Yaratıcının bir halden bir hale geçebilmesi için onu değiştirecek bir şeyin olması gerekir. Ey İmran! Şimdiye kadar ateşin kendisini değiştirdiğini, hararet ve sıcaklığın kendisini yaktığını veya kendi bakışını gören birini gördün mü?

İmran: Hayır efendim, görmedim. Söyler misiniz, o mu yaratıkları içerisindedir yoksa yakatıkları mı onun içindedir?

İmam (a.s): O, bu gibi şeylerden münezzehtir; ne o yaratıkları içerisindedir, nede yaratıkları onun içindedir. O bu gibi sözlerden çok yücedir. Şimdi Allah’ın gücü ve kuvveti ile onu sana tanıtacağım. Bana söyler misin, aynaya baktığında sen mi aynadasın yoksa ayna mı sendedir? Eğer hiç biri birbiri içerisinde değilse o zaman hangi şeyle aynayı kendine delil getiriyorsun ( kendini aynada görüyorsun)?

İmran:Benimle ayna arasında olan ışık ve nurla.

İmam (a.s): Acaba o aydınlığı gözünde gördüğünden fazlasıyla mı aynada görüyorsun?

İmran: Evet.

İmam (a.s): Öyleyse onu bize de göster.

İmran: ......

İmam (a.s): Ben bu nûru göremiyorum. Bu sende ve aynada olmadığı halde seni ve aynayı göstermekte yardımcı oluyor. Bu konunun daha fazla örnekleri de vardır ki, cahilin ona yolu yoktur. En yüce örnekler Allah’a aittir.

Daha sonra, İmam (a.s) Memun’a dönerek “Namaz vakti gelmiştir” buyurdular.

İmran: Efendim, kalbim yumuşamışken benim meselemi yarıda bırakmayın.

İmam (a.s): Namaz kılıp döneceğiz.

Sonra İmam ve Memun yerlerinden kalktılar. İmam (a.s) içeride, diğerleri de Muhammed bin Câfer’in imametinde dışarıda namaz kıldılar. Daha sonra İmam (a.s) meclise döndü ve İmran’ı çağırarak “Sorularını sor ey İmran!” diye buyurdu.

İmran: Efendim, Allah’ın birliği hakikatle mi yoksa vasıfla mı anlaşılır?

İmam (a.s): Vahidi (tekliği) icat eden Allah-u Teala önceden vârolan mevcudun aynısıdır. Onunla bir şey olmaksızın sürekli tekti; birdir ve ikincisi yoktur. Ne mâlumdur, ne de meçhul; ne muhkemdir, ne de müteşabih; ne mezkurdur, ne de mensi (ne hatırlanandır, ne de unutulan). Ona kendisinden başka eşyalardan birisinin ismi verilecek bir şey de değildir; (özel) bir vakitte vârolup belli bir vakte kadar kalacak bir mevcut da değildir. Ne bir şey vasıtasıyla ayakta durmuştur, ne de bir şeye kadar ayakta duracaktır. Hiçbir şeye dayanmadığı gibi, hiçbir şeyde de saklanmamıştır. Bunların hepsi mahlukatın yaratılmasından öncedir. Zira, kendisinden başka hiçbir şey yoktu. Ona taktığın her sıfat, bir takım hadis (yaratılmış) olan sıfatlar ve anlamaya sebep olan bir tercümandır.

Bilmelisin ki; ibdâ (icat etmek), meşiyet ve irade, üç isim olduğu halde manaları bir şeydir. Onun ilk ibdâ, irade ve meşiyeti, her şey de esas idrak edilen her şeye kılavuz ve her soruya açıklayıcı kılan harflerdir. Bu harfler vasıtasıyla hak bâtıldan, fiil mefulden ve mâna mânasızlıktan ayrılır. Bütün her şey, bu harfler üzerine toplanmıştır. Harflere, yaratılışında kendilerinden başka sonu olan ve vücûdî bir mâna verilmemiştir. Zira onlar, icat edilerek yaratılmışlardır. Bu arada Allah’ın ilk fiili nurdur; ki onun kendisi de yer ve göklerin nurudur. İşte harfler bu fiilin sonucudur ve konuşmanın aslı bu harflerledir. Allah’ın yarattıklarına öğretmiş olduğu ibaretlerin hepsi otuz üç harftir, bunlardan yirmi sekiz tanesi Arapça’ya aittir. Yine yirmi sekiz harften yirmi ikisi Süryanî ve İbrânice’ye aittir. Geriye kalan beş harf ise, çeşitli bölgelerde bulunan diğer acem dillerinde dağılmıştır. Bu beş harf, yirmi sekiz harften ayrılan harflerdir. İşte böylece harfler, otuz üç harf olmuştur. Bu beş harf, bazı sebeplerden dolayıdır ki söylediklerimizden fazla açıklanması caiz değildir. Sonra harfleri sayıp sayılarını sağlamlaştırdıktan sonra onları kendi fiili olarak karar verdi. Aynen Allah’ın şu buyruğu gibi: “Ol dedi, oluverdi.” Burada “Ol” Allah’ın yaratmasıdır; onun vasıtasıyla yaratılan şey de mahluktur. Allah’ın ilk mahluku ibdâdır (yoktan vâr etmektir); onda ağırlık, hareket, işitilebilirlik, renk ve hissedilebilirlik yoktur. İkinci mahluku ise harflerdir; (onlarda da) ağırlık ve renk yoktur; işitilebilir ve vasfedilebilir bir mahiyettedirler ama, görülebilir bir kabiliyete sahip değillerdir. Allah-u Teala’nın üçüncü mahluku ise dokunulur ve hissedilir mahiyetteki her şeydir; tadılabilme ve görülebilme özelliğine sahiptir. Allah Tebarek ve Teala ibdâdan öncedir. Zira ondan önce ve onunla beraber hiçbir şey yoktu. İbdâ da harflerden öncedir. Harfler kendilerinden başka bir şeye delalet etmezler.

Memun: Nasıl olur da kendilerinden başka bir şeye delalet etmezler?

İmam (a.s): Zira Allah-u Teala, onları mânadan başka bir şey için bir araya toplamaz (bir mâna teşkil etmeleri için birbirlerinin yanında toplar). Onlardan dört, beş, altı, daha çok veya daha az harfi bir araya getirdiği zaman önceden olmayan yeni bir mâna ortaya çıkar.

İmran: Biz bunu nasıl anlayabiliriz?

İmam (a.s): Bu konu şöyle açıklanabilir: Harfleri zikrettiğinde amacın onlardan başka bir şey değilse elif, bâ, tâ, sâ, cîm, hâ... diye tek tek zikreder ve sonuna kadar sayarsın. Böylece kendilerinden başka bir mâna bulamazsın. Ama, onları bir araya getirerek istediğin her hangi bir mâna için isim ve sıfat oluşturmak istersen kendi mâna ve sıfatlandırdığı şeye delalet ederler.

İmam (a.s): Söylediklerimi anladın mı?

İmran: Evet.

İmam (a.s): Bilesin ki sıfatlanansız sıfat, mânasız isim ve sınırsız da sınır olmaz. Bütün sıfat ve isimler, kemal ve vücûda delalet ederler. Sınırlar gibi; -üçer, dörder ve altışar da olduğu gibi-kuşatma ve kapsama delalet etmezler. Zira Allah azze ve celle, isim ve sıfatlar vasıtasıyla tanınır; uzunluk, genişlik, azlık, çokluk, renk, ağırlık ve buna benzer sınırlamalarla idrak edilmez; bunlardan hiçbirinin Allah hakkında geçerliliği yoktur; mahlukat, onları tanımakla (bu sınırlar vasıtasıyla) Allah’ı tanımış olabilirler. Ama Allah’ın sıfatlarıyla ona kılavuzluk edilir, isimleriyle idrak edilir ve yaratıkları vasıtasıyla ona delil getirilebilir; öyle ki, hakikat talep eden insan artık gözle görmeye, kulakla işitmeye, elle dokunmaya ve kalple kavramaya ihtiyaç duymaz.

Eğer isim ve sıfatları ona delalet etmeseydi mahlukatın ilmi onun mânasını idrak edemezdi. O halde mahlukat onun mânasına (özüne) değil, isim ve sıfatlarına ibadet etmiş olurlardı; eğer bu şekilde olmasaydı tapılacak tek vücut Allah’tan başkası olurdu. Zira onun isim ve sıfatları ondan başka bir şeydir, anladın mı?

İmran: Evet ey efendim! Daha fazla anlat.

İmam (a.s): Kalp gözleri kör ve sapık olan cahillerin sözlerinden sakın; onlar Allah-u Teala’nın ahirette sevap ve azap hususunda hesap sormak için hazır olduğunu, ama dünyada kulların itaat etmeleri ve ümitli olmaları için hazır olmadığını zannederler. Eğer Allah’ın hâzır olması onun için bir eksiklik ve aşağılık olsaydı ahirette de hiçbir zaman hâzır olmazdı. Ama böyle düşünenler şaşakalıp bilmedikleri yönden hakka karşı kör ve sağır olmuşlardır. İşte şu ayet de buna işaret etmektedir: “Kim bu dünyada kör ise ahirette de kördür ve yol bakımından daha şaşkın bir sapıktır.” (İsra/72) Bu ayette körden maksat, hakikatleri görmekten kör olandır. Akıl sahipleri biliyorlar ki ahirette olanlara delil getirmek, ancak bu dünyada olanlarla mümkündür. Kim onu kendi görüşüyle bilmek ve idrak etmek isterse, bu tutumuyla sadece ondan uzaklaşır. Zira Allah-u Teala, özellikle onun ilmini akıl eden, bilen ve anlayan kimselerin yanında bırakmıştır.

İmran: Efendim, bana ibdâın mahluk olup olmadığını anlatır mısınız?

İmam (a.s): Suskun bir mahluktur; (fakat) suskunlukla idrak edilmez. Hâdis olduğu için mahluk olmuş, Allah onu icat etmiş, sonuçta o da onun mahluku olmuştur. Allah ile onun arasında üçüncü bir şey yoktur. Allah’ın yaratmış olduğu şey, mahluk olmaktan dışarı çıkmaz. Yaratıkları ya suskun, ya hareketli, ya çeşitli, ya aynı, ya bilinen veya benzerdir. Sınırlanabilen her şey Allah’ın mahlukudur. Bil ki hislerin sana bulduğu her şey, hislerle idrak edilen bir mânadır. Bütün hisler, Allah-u Teala’nın idrakında onun için karar kıldığı şeye delalet eder. Bunların hepsini kavrayış, kalpten (akıldan) kaynaklanmaktadır.

Yine şunu da bil ki; hiçbir takdir ve sınırlama olmaksızın ayakta duran o tek vücut, takdirli ve sınırlı bir mahluk yarattı. Yarattığı iki şey takdir ve mukadderdir. Bunlardan hiçbirinde renk, ağırlık ve tadılabilme özelliğine sahip bir şey yoktur. Onlardan birini diğerlerinin idrak edilmesine vesile kıldı ve her ikisini de kendiliğinden idrak edilir bir şekilde kararlaştırdı ve kendi başına ayakta durabilen hiç bir şey yaratmadı. Çünkü böylelikle kendi varlığını ispatlamak istiyordu. Allah-u Teala eşsiz ve birdir; onu ayakta tutacak, ona yardım edecek ve koruyacak ikinci bir şey yoktur. Ama mahlukat, Allah-u Teala’nın izni ve iradesiyle birbirini  koruyorlar. Halk bu konuda ihtilafa düştü, hatta ne yapacağını şaşırdı ve hayrete kapıldı. Allah’ı kendi sıfatlarıyla vasıflandırarak karanlıktan karanlık vasıtasıyla kurtulmaya çalıştılar. Böylece haktan daha da uzaklaştılar. Eğer Allah’ı kendi sıfatlarıyla ve mahlukatı da kendi sıfatlarıyla vasıflandırsalardı kavrayış ve yakîn ile konuşup ihtilafa düşmezlerdi. Ama içinden çıkamadıkları (şaşkınlığa kapıldıkları) şeyi talep edince karışıklığa ve içinden çıkılamaz bir keşmekeşe yakalandılar. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.

İmran: Efendim, Allah’ın sizin vasıflandırdığınız gibi olduğuna şehadet ediyorum. Ama başka bir sorum kaldı.

İmam (a.s): Ne istersen sor!

İmran: Hekim (Allah) nerededir? Onu bir şey kuşatıyor mu? Bir yerden başka bir yere geçiyor mu veya başka bir şeye ihtiyacı var mı?

İmam (a.s): Ey İmran! Sorduğun şeyde iyice düşün; çünkü bu, halkın karşılaştığı en karışık meselelerden biridir. Aklı az ve ilmi olmayanlar bunu anlayamazlar ama, insaflı akıllılar onu anlamaktan aciz kalmazlar. Birinci nokta şu ki, eğer Allah-u Teala mahlukatı onlara ihtiyacı olduğundan dolayı yaratmış olsaydı o zaman mahlukatına ihtiyacı olduğundan dolayı onlara doğru hareket ediyor, dememiz caiz olurdu. Ama Allah azze ve celle, hiçbir şeyi ihtiyacı olduğu için yaratmamıştır. Her zaman sabittir; ne bir şeydedir, ne de bir şeyin üzerindedir. Ama yaratıklar, bazısı bazısını (ayakta) tutuyor, bazısı bazısına giriyor, bazısı da bazısından çıkıyor. Oysa Allah-u Teala, kendi kudretiyle bunların hepsini ayakta tutmaktadır; bir şeye girmez, bir şeyden çıkmaz, onları korumak onu yormaz, onları ayakta tutmaktan aciz olmaz. Allah resullerinden, sırrını bilenlerden ve şeriatını koruyanlardan başka mahlukattan hiç kimse onun niteliğini anlayamazlar. Allah’ın emri bir göz kırpmak veya ondan daha çabuk bir zamanda uygulanır. Bir şeyi istediğinde ona sadece ol der, o da Allah’ın irade ve isteğiyle oluverir. Mahlukatından hiçbir şey ona başka bir şeyden daha yakın olmadığı gibi, daha uzak da değildir. Ey İmran! Söylediklerimi anladın mı?

İmran: Evet efendim, anladım ve tanıklık ediyorum ki şüphesiz Allah-u Teala, senin açıkladığın ve birliğini vasfettiğin gibidir; yine tanıklık ederim ki Muhammed (s.a.a) onun hidayet ve hak dinle gönderilmiş olan kuludur.

İmran daha sonra kıbleye dönerek secde etti ve Müslüman oldu. Hasan bin Muhammed en-Nevfeli şöyle diyor: Diğer konuşmacılar aşırı cedel ehli olan ve o ana kadar da hiç kimsenin üstünlük sağlayamadığı İmran-ı Sabbî’yi bu şekilde görünce içlerinden hiç kimse İmam (a.s)’a yaklaşarak soru sorma cesaretini gösteremedi. Derken akşam oldu. Memun ve İmam Rıza (a.s) kalkarak içeri gittiler ve halk da dağıldı.

Ben cemaatten birkaçıyla beraberken Muhammed bin Câfer beni çağırttı. Yanına gittiğimde şöyle dedi: Ey Nevfeli, dostunun ne yaptığını gördün mü? Vallahi Ali bin Mûsa (İmam Rıza)’nın bu konulara musallat olduğunu zannetmiyordum. Biz onu Medine’de kelamdan bahseden veya kelamcıların onun etrafına toplanan biri olarak tanımıyorduk. Ben şöyle cevap verdim: Hacılar onun yanına gelerek helal ve haramdan sorular sorarlar ve cevabını alırlardı. Bazen de hazretin yanına gelerek münazara eder ve tartışırlardı.

Muhammed bin Câfer: Ey Ebu Muhammed! Ben o adamın (Memun’un) İmam’a haset ederek zehirleyeceğinden veya başına herhangi bir bela getireceğinden korkuyorum. Ona bu gibi şeylerden sakınmasını söyle, dedi.

Ben ise: Sözümü kabul etmez; o adam İmam’ı imtihan etmek ve babalarının ilminden bir şeyler bilip bilmediğini öğrenmek istiyordu, dedim. Muhammed bin Câfer, İmam’a şunu söylememi istedi: Amcan bir takım şeylerden hoşlanmıyor ve bunlardan sakınmanızı istiyor.

İmam Rıza (a.s)’ın evine gittiğimde amcasının söylediklerini kendisine ilettim, gülümseyerek şöyle buyurdular: Allah amcamı korusun; onlardan neden hoşlanmadıklarını çok iyi biliyorum. İmam daha sonra hizmetçisine dönerek İmran-ı Sabbi’yi yanına çağırmasını emretti. “Sana feda olayım, dedim. Ben onun şu anda nerede olduğunu biliyorum; o Şia kardeşlerimizden bazılarının yanındadır” İmam (a.s): önemli değil, ona bir binek verin, buyurdular. Ben de İmran’ın yanına giderek onu İmam’ın yanına getirdim. İmam (a.s) ona hoş geldin dedikten sonra elbise istedi ve üzerine giydirdi. Bir binek hayvan ve hediye olarak da onbin dinar para verdi. Ben; sana feda olayım, tıpkı ceddin Emir’el Müminin gibi davrandın, dedim. İmam (a.s): Böyle olmayı seviyorum, buyurdular.

Sonra, akşam yemeğinin getirilmesini emretti. Beni sağına, İmran’ı da soluna oturttu. Yemekten sonra İmran’a şöyle buyurdu: Evine dön ve sabahleyin erkenden bize gel ki, sana Medine yemeğinden verelim.

Bu olaydan sonra, çeşitli gruplardan kelam alimleri İmran’ın etrafına toplanıyor, o da onların soru ve delillerini iptal ediyordu. Sonuç olarak ondan uzaklaştılar. Memun ona onbin dirhem hediye etti, Fazl da mal ve binek bağışladı. Daha sonra İmam Rıza (a.s) onu Belha sadakalarının görevlisi yaptı.[29] Böylece büyük menfaatlere ulaştı.


Text Box: 13. BÖLÜM
 

 

 

 

 

 


İMAM RIZA (A.S)’IN HORASAN KELAM ALİMLERİNDEN SÜLEYMAN MERVEZÎ İLE MEMUN’UN HUZURUNDA TEVHİD HAKKINDA MÜNAZARASI

 

 

Hasan bin Muhammed Nevfelî’den şöyle naklediliyor: Horasan mütekellimi (kelam alimi) Süleyman Mervezî, Memun’un yanına geldi. Memun da ona saygı göstererek hediyeler verdi. Daha sonra şöyle dedi: Amcamın oğlu Ali bin Mûsa Rıza (a.s) Hicaz’dan yanıma kadar gelmiştir ve o, kelam ilmini ve mütekellimleri sever. Bundan dolayı Terviye günü onunla münazara için yanımıza gelmende herhangi bir sakınca yoktur.

Süleyman: Ey müminlerin emiri! Sizin meclisinizde ve Haşimoğulları cemaati huzurunda onun gibi bir şahsiyetten soru sormak istemiyorum; çünkü topluluk huzurunda benimle konuşurken ezik düşecektir (yenilecektir). Dolayısıyla onunla fazla tartışmam doğru olmaz!

Memun: Ben, senin münazaradaki gücünü bildiğim için arkandan adam gönderdim. Benim amacım, sadece onun bir delilini çürütmendir.

Süleyman: Anlaşıldı ey müminlerin emiri! Bizleri karşı karşıya getir ve kendin şahit ol!

Memun, İmam Rıza (a.s)’a haber göndererek şöyle dedi: Merv (Horasan) ehlinden kelam ilminde Horasan’da üstüne olmayan bir kişi yanımıza gelmiştir. Eğer size zahmet olmazsa ve herhangi bir mani yoksa yanımıza geliniz.

İmam Rıza (a.s) bu mesajı duyar duymaz abdest için kalktı ve bize “Siz benden önce gidiniz” buyurdular.

İmran-ı Sabbi de bizimle beraber idi; hareket ederek Memun’un kapısına vardık. Yasir ve Halid elimden tutarak beni Memun’un yanına götürdüler. Selam verdiğim zaman Memun şöyle dedi: “Kardeşim Ebul Hasan nerededir? Allah onu korusun!”

Ben; “Biz geldiğimizde elbisesini giymekle meşguldü ve bize önce gelmemizi emretti” dedim. Daha sonra şöyle dedim: Ey müminlerin emiri! Dostunuz İmran da benimle birliktedir. Kapının arkasında bekliyor.

Memun: İmran kimdir? diye sordu. “Sizin vesilenizle Müslüman olan Sabbi’dir” dediğimde içeri girmesini emretti. İmran içeri girdi. Memun ona “Merhaba, hoş geldin!” dedikten sonra; “Ey İmran! Ölmedin de sonunda Haşimoğullarından mı oldun?” dedi.

İmran: Hamd o Allah’a ki, beni sizin vesilenizle şereflendirdi ey müminlerin emiri, dedi.

Memun: Ey İmran! Bu Horasan mütekellimi Süleyman Mervezî’dir.

İmran: Ey müminlerin emiri! Bu, münazara yönünden Horasan’da tek olduğunu zannediyor. Kendisi de bedâ inancını inkâr ediyor.

Memun: Neden onunla münazara etmiyorsun?

İmran: Bu kendisine bağlıdır.

O sırada İmam Rıza (a.s) içeri girerek “Ne hakkında konuşuyorsunuz?” diye sordular.

İmran: Ey Allah resulünün oğlu! Bu, Süleyman Mervezî’dir.

Süleyman (İmran’a dönerek): Acaba Ebul Hasan’ın bedâ hakkında dediklerini kabul ediyor musun?

İmran: Evet, bedâ konusunda Ebul Hasan’ın sözlerini kabul ediyorum. Kendim gibi görüş sahiplerine delil göstermen için bana delil getirildiğinde kabul ederim.

Memun: Ey Ebul Hasan! Bunların bahsettikleri konu hakkında ne diyorsun?

İmam (a.s): Ey Süleyman! Neden bedâyı inkâr ediyorsun? Oysa Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “İnsan hiç düşünmez ki o hiçbir şey değilken daha önce biz yarattık onu.” (Meryem/67) Yine buyuruyor ki: “Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan odur.” (Rum/27) Yine buyuruyor ki: “Gökleri de eşsiz-örneksiz yaratan odur, yeryüzünü de.” (Bakara/117) Yine buyuruyor ki: “O, yaratışta neyi dilerse çoğaltır.” (Fâtır/1) Yine buyuruyor ki: “İnsanı da balçıktan yaratmaya koyulmuştur” (Secde/7) Yine buyuruyor ki: “Bir başka bölük de var ki işleri Allah’ın emrine kalmış; o bunları ya azaplandırır veya tövbelerini kabul eder.” (Tevbe/106) Yine buyuruyor ki: “Ömür sürene ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır.”  Fâtır/11)

Süleyman: Acaba bu konuda babalarınızdan size rivayet ulaştı mı?

İmam (a.s): Evet, Ebu Abdullah (İmam Sâdık)’tan şöyle bir rivayet bana nakledilmiştir: Allah-u Teala’nın iki gizli ve saklı ilmi vardır. Kendisinden başka hiç kimse onu bilemez. İşte bedâ da bu ilimden kaynaklanır. Diğer ilim ise, melekler ve peygamberlere öğrettiği ilimdir. Peygamberimizin Ehl-i Beyt’inin alimleri de o ilmi biliyorlardı.

Süleyman: Bu meseleyi Allah’ın kitabından açıklamanı istiyorum.

İmam (a.s): Allah-u Teala peygamberine şöyle buyurmuştur: “Artık yüz çevir onlardan, bundan dolayı da sen kınanmazsın.” (Zâriyat/54) Allah-u Teala önce onları helak etmek istedi, sonra"beda" hasıl oldu ve şöyle buyurdu: “Ve öğüt ver, gerçekten de öğüt, insanlara fayda verir.” (Zâriyat/55)

Süleyman: Size feda olayım, yine buyurun.

İmam (a.s): Babam, babalarından ve onlar da Allah resulünden şöyle rivayet etmişlerdir: “Allah-u Teala peygamberlerinden birine Falan padişaha, falan zamanda ruhunu alacağımı bildir, diye vahyetti. Peygamber de bu haberi padişaha bildirdi. Padişah bu haberi duyunca dua etmeye ve yakarmaya başladı; öyle ki, oturmuş olduğu tahttan düştü ve Allah’a şöyle arz etti: “Allah’ım! Oğlumun büyüyüp işlerimi yapmasına kadar bana mühlet ver.” Bunun üzerine Allah-u Teala peygamberine şöyle vahyetti: Padişaha git ve ecelini ertelediğimi ve ömrünü onbeş yıl uzattığımı bildir! Peygamber cevaben: Ey Rabbim! Benim şimdiye kadar yalan söylemediğimi biliyorsun, dedi. Allah (c.c) ona: Sen görevli bir kulsun, o halde bunu ona ilet; Allah yaptıklarından sorgulamaz, diye vahyetti.”

Daha sonra İmam (a.s) Süleyman’a dönerek: Bu konuda Yahudîlere benzediğini (onlar gibi düşündüğünü) zannediyorum.

Süleyman: Bundan Allah’a sığınırım; Yahudîler ne diyor?

İmam (a.s): Yahudîler, Allah’ın eli bağlıdır dediler. Bundan amaçları ise şu idi: Allah işini tamamlamış, artık hiçbir şey yaratmıyor. Buna karşılık Allah-u Teala da şöyle buyurdu: “Kendi elleri bağlanasılar! Söyledikleri söz yüzünden lânete uğrayasılar!” (Mâide/64) Bazılarının babam Mûsa bin Câfer (a.s)’dan bedâ hakkında soru sorduğunu işittim. Babam şöyle buyurdu: “Halk bedâyı ve Allah’ın, bir grubun işlerini karara bağlamak için geciktirmesini nasıl inkâr edebilir?”

Süleyman: “Biz Kur’an’ı Kadir Gecesi indirdik.” (Kadir/1) ayetinin hangi konu hakkında indiğini anlatır mısın?

İmam (a.s): Ey Süleyman! Allah-u Teala bu gecede, bu yıldan gelecek yıla kadar olan hayat, ölüm, hayır, şer ve rızık gibi şeyleri takdir eder ve bu gecede takdir ettiği her şey, kati ve kesindir.

Süleyman: İşte şimdi anladım. Sana feda olayım, yine buyurun.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Bazı işler Allah’ın yanında onun idaresine bağlıdır. İstediğini ileri alır, istediğini geciktirir ve istediğini yok eder. Ey Süleyman! Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Allah katında olan ilim iki kısımdır; biri melek ve peygamberlerine öğretmiş olduğu ilimdir; bunlar gerçekleşir ve Allah kendisini, melek ve peygamberlerini yalanlamaz. Allah katında olan diğer ilim ise gizlidir ve yarattıklarından hiç kimseye bildirmediği ilimdir. İşte bu ilimden istediğini ileri alır, istediğini geciktirir, istediğini yok eder ve istediğini gerçekleştirir.”

Süleyman Memun’a dönerek: Ey müminlerin emiri! Allah’ın izniyle bugünden itibaren bedâyı inkâr etmeyecek ve yalanlamayacağım.

Memun: Ey Süleyman! Ebul Hasan’a istediğin şeylerden sor ama, iyi dinle ve insaflı ol!

Süleyman (İmam’a dönerek): Efendim, soru sormama izin veriyor musunuz?

İmam (a.s): İstediğin şeylerden sor.

Süleyman: İradeyi tıpkı “Hay, Semî, Basir ve Kadir” gibi isim ve sıfat bilenler hakkındaki görüşünüz nedir?

İmam (a.s): Siz “Eşya yaratıldı ve birbirleriyle farklı oldu; çünkü Allah, onu öyle istedi ve irade etti” diyorsunuz. Ama “Eşya yaratıldı ve birbirleriyle farklı oldu; çünkü Allah “Semî” (duyan) ve “Basir” (gören)’dir demiyorsunuz. İşte bu, irade ve meşiyetin  Semî, Basir ve Kadir gibi olmadıklarına bir delildir.

Süleyman: Şüphesiz o, sürekli (ezelden) Mürid (irade eden) idi.

İmam (a.s): Ey Süleyman! İradesi kendisinden başka bir şey midir?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Öyleyse Allah’tan başka bir şeyi onunla beraber ezeli (kadimi) olduğunu ispatladın!

Süleyman: Hayır, hiçbir şeyin onunla beraber ezeli olduğunu ispatlamadım.

İmam (a.s): İrade muhdes midir, sonradan mı meydana gelmiştir?

Süleyman: Hayır, muhdes ne demektir?!

Memun araya girerek Süleyman’a yüksek bir sesle şöyle dedi: Ey Süleyman! Onun gibi birisi aciz kalır mı? Onun gibi birisine büyüklük taslanır mı? İnsaflı ol! Etrafındaki görüş sahiplerini görmüyor musun? (Daha sonra İmam’a dönerek): Ey Ebul Hasan! Sözüne devam et; o Horasan alimidir!

İmam (a.s): Ey Süleyman! İrade hâdistir; çünkü ezeli olmayan her şey hâdistir ve hâdis olmayan bir şey ise ezeldir.

Süleyman: Allah’ın iradesi duyması, görmesi ve ilminin aynıdır.

İmam (a.s): Allah kendisini irade etti mi?

Süleyman: Hayır.

İmam (a.s): Öyleyse Mürid (irade eden), Semî (duyan) ve Basir (gören) gibi değildir.

Süleyman: Aynen kendi sesini işittiği, kendisini gördüğü ve kendisini bildiği gibi kendisini de irade etmiştir.

İmam (a.s): “Kendisini irade etmiştir” derken neyi kastediyorsun? Bir şey olmayı mı irade etmiştir; diriliği, duymayı, görmeyi ve kadir olmayı mı irade kastetmiştir?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Acaba iradesiyle mi böyle oldu?

Süleyman: Hayır.

İmam (a.s): Eğer kendi iradesiyle böyle olmamışsa o zaman diri olmayı, duymayı, görmeyi ve kadir olmayı irade etmesinin hiçbir manası yoktur.

Süleyman: Hayır, bunların hepsi kendi iradesiyle olmuştur.

Böyle çelişkili konuşunca Memun ve etrafındakiler güldüler. İmam (a.s) da güldü. Daha sonra şöyle buyurdular: Horasan mütekellimine yumuşak davranın (onu zorlamayın). Ey Süleyman! Sizin inancınıza göre Allah-u Teala bir halden başka bir hale geçmektedir. Oysa Allah bu gibi şeylerle vasıflandırılamaz.

Süleyman donup kaldı. Sonra İmam (a.s) şöyle devam etti: Ey Süleyman! Senden bir mesele sormak istiyorum.

Süleyman: Sana feda olayım, sorun.

İmam (a.s): Söyler misin, sen ve arkadaşların halk ile anladıklarınız ve bildikleriniz şeylerle mi, yoksa bilmediğiniz şeylerle mi konuşuyorsunuz?

Süleyman: Elbette ki anlayıp bildiğimiz şeylerle.

İmam (a.s): Halk, Mürid (irade eden)’in iradeden başka bir şey olduğu, müridin iradeden önce ve failin de mefulden önce olduğu kanısındalar. İşte halkın bu düşüncesi sizin “müritle irade aynı şeydir” şeklindeki sözlerinizi iptal edip çürütüyor.

Süleyman: Size feda olayım, bunlar halkın anlamasına ve bilmesine göre değildir.

İmam (a.s): Öyleyse marifet ve bilginiz olmadan ilim iddiasında bulunduğunuzu ve iradenin Semî ve Basir gibi olduğunu söylüyorsunuz. Böyle düşündüğünüz müddetçe inancınız akıl ve marifet esası üzere değildir.

Süleyman cevapsız kaldı.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Allah (c.c) cennet ve cehennemdeki her şeyi biliyor mu?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Acaba Allah-u Teala’nın gelecekte olacağını bildiği şeyler icat olacak mı?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Olacak şeyler olup bittiğinde ve onlardan hiçbir şey bâki kalmadığında acaba yine Allah-u Teala onlara bir şeyler mi ekleyecek, yoksa bu işten vaz mı geçecek?

Süleyman: Onlara ekleyecektir.

İmam (a.s): Senin sözüne göre, Allah-u Teala ilminde olmayan şeyleri olacak şeylere ekleyecektir. (Çünkü farz edilene göre, Allah-u Teala’nın gelecekte vârolacaklarını bildirdiği şeylerin hepsi artık vârolmuş ve geriye hiçbir şey bâki kalmamıştır.)

Süleyman: Sana feda olayım, eklenenin sınır ve sonu yoktur.

İmam (a.s): Eğer onların sınır ve sonu düşünülmezse o zaman sizin görüşünüze göre Allah-u Teala’nın ilmi, cennet ve cehennemde olacak şeyleri kuşatmıyor (onları bilmez). Eğer Allah’ın ilmi, cennet ve cehennemde olabilecek şeyleri kuşatmıyorsa o zaman onlarda olacak şeyleri onlar olmadan önce bilmeyecektir. Allah-u Teala bu tür söz ve inançlardan pek yücedir.

Süleyman: Benim, Allah’ın onlara karşı ilmi yoktur demem, onların belli bir sınırı olmadığındandır. Zira Allah-u Teala, onları ebedilikle vasıflandırmıştır. İşte biz bunun için onları sınırlandırmak istemedik.

İmam (a.s): Allah’ın onlar hakkındaki ilme sahip olması, onların sınırlılığını gerektirmez. Zira Allah-u Teala bunu bilerek onlara ekliyor ve eklediği şeyleri onlardan kesmiyor. İşte Allah-u Teala, kitabında şöyle buyuruyor: “Derileri yanıp eridikçe de azabı tatsınlar diye yerlerine tekrar tekrar deriler bitiririz.” (Nisa/56)

Cennet ehli için ise şöyle buyuruyor: “Bitmez-tükenmez bir bağıştır bu.” (Hud/108) Yine buyuruyor ki: “Ve birçok meyveler; ne kesilip eksilir ne de yasaklanır.” (Vâkıa/32-33)

Allah-u Teala bunu (eklenenleri) biliyor ve onları onlardan esirgemiyor. Acaba Allah-u Teala cennet ehlinin yeyip içtiği şeylerin yerine başka bir şey yaratıyor mu?

Süleyman: Evet, yaratıyor.

İmam (a.s): Acaba yeyilip içilenlerin yerine bıraktığı şeyleri onlardan kesiyor mu?

Süleyman: Hayır.

İmam (a.s): İşte böylece cennette sarf edilen şeylerin yerine konan şeyler, artık onlardan kesilmeyecektir.

Süleyman: Hayır, onlardan kesilecek ve onlara bir şey eklenmeyecektir.

İmam (a.s): O zaman cennet ve cehennemde olan şeyler tükenip yok olacaklar. Ey Süleyman! Bu söz, ebediliğe ve Allah’ın kitabına aykırıdır. Zira Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Orada ne dilerlerse onlarındır ve katımızda daha fazlası da vardır.” (Kaf/35)

Yine buyuruyor ki: “Bitmez-tükenmez bir bağıştır bu.” (Hûd/108)

Yine buyuruyor ki: “Ve onlar oradan çıkarılacak değillerdir.” (Hicr/48)

Yine buyuruyor ki: “İçinde ebedi olarak kalacaklardır.” (Beyyine/8)

Yine buyuruyor ki: “Ve birçok meyveler; ne biter, ne de yasaklanır.” (Vâkıa/32-33)

Süleyman bir cevap veremedi. Daha sonra İmam (a.s) şöyle devam etti: Ey Süleyman! Söyle bakalım, irade fiil (iş) midir, yoksa fiilden başka bir şey midir?

Süleyman: Evet, fiildir.

İmam (a.s): Öyleyse hâdistir; çünkü bütün fiiller hâdistir.

Süleyman: İrade fiil değildir.

İmam (a.s): Öyleyse ezelden Allah ile birlikte başka şeyler de vardı!

Süleyman: İrade, inşa ve icattır.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Bu, sizin Zirar[30] ve ashabını kınadığınız sözün aynısıdır; Zira onlar şöyle diyorlar: “Allah’ın gökte ve yerde veya denizde ve karada yarattıkları örneğin; köpek, domuz, maymun, insan ve hayvan gibi, bunların hepsi Allah’ın iradesidir. Allah’ın iradesi dirilir, ölür, yürür, yer, içer, evlenir, ürer, zulmeder, kötü işler yapar, kâfir olur ve şirk koşar.” Biz bu tür sözlerden uzağız ve onlarla düşmanız. İşte onun sınırı budur.

Süleyman: İrade aynen Semî, Basir ve ilim gibidir.

İmam (a.s): Yine ilk sözüne döndün! Söyler misin Semî, Basir ve ilim sonradan mı icat olmuştur?

Süleyman: Hayır.

İmam (a.s): Öyleyse iradeyi neden nefyettiniz? Bir defasında; irade etmedi, bir defasında da irade etti dediniz ve iradeyi Allah’ın mefulü (yaptığı iş) bilmiyorsunuz.

Süleyman: Bu, aynen şuna benzer ki bazen biliyor diyoruz, bazen de bilmiyor diyoruz.

İmam (a.s): Bunlar aynı değillerdir. Zira bilinen şeyleri nefyetmek, ilmi nefyetmek değildir; oysa irade edileni nefyetmek, iradenin varlığını nefyetmektir. Çünkü eğer bir şey irade olunmazsa irade de olmamıştır. Ama bazen bilgi olur fakat, bilinen olmaz. Bu aynen insanın görme özelliğine sahip olup görülecek bir şeyin olmamasına benzer. Bilgi vardır ama bilinen yoktur.

Süleyman: İrade icat edilmiştir.

İmam (a.s): O hâdistir; Semî ve Basir gibi değildir. Çünkü Semî ve Basir icat edilmemiştir. Ama irade icat edilmiştir.

Süleyman: İrade, Allah’ın ezeli olan bir sıfatıdır.

İmam (a.s): Öyleyse insan da ezeli olmaya layıktır. Çünkü insanın sıfatı ezelidir.

Süleyman: Hayır, çünkü o sıfatı onun kendisi oluşturmamıştır.

İmam (a.s): Ey Horasanlı! Yanlışın ne kadar çoktur! Acaba onun irade ve kelamıyla eşya yaratılmıyor mu?

Süleyman: Hayır.

İmam (a.s): Eğer Allah’ın irade, meşiyet (istek) ve emri ile değilse ve kendisi de onları yaratmamışsa o zaman bunlar nasıl icat oldular? Allah-u Teala bunlardan pek üstün ve münezzehtir.

Süleyman verecek bir cevap bulamadı.

İmam (a.s): Şu ayet hakkında ne diyorsun? “Bir şehri helak etmeyi irade edersek ileri gelenlerine emrimizi tebliğ ederiz. Buyruktan çıkar, orada isyana koyulurlar da azabı hak ederler. Biz de onları tamamıyla helak eder, orasını yerle bir ederiz.” (İsra/16) Buradaki iradeden amaç, Allah’ın iradeyi icat etmesi midir?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Eğer Allah-u Teala iradeyi icat etmiş olursa, o zaman senin “İrade Allah’ın kendisi veya ondan başka bir şeydir” şeklindeki sözün bâtıl olur. Çünkü Allah, kendisini icat etmiyor ve kendi halinden değişmiyor. Allah bundan pek yücedir.

Süleyman: Allah-u Teala onunla iradeyi icat etmeyi kastetmemiştir.

İmam (a.s): Öyleyse onunla neyi kastetmiştir?

Süleyman: Allah-u Teala herhangi bir şeyin fiilini kastetmiştir.

İmam (a.s): Vay haline, bu meseleyi ne kadar tekrarlıyorsun! İradenin hâdis olduğunu sana söyledim; herhangi bir şeyin fiil ve icadı, onun hâdis olduğunu (sonradan yaratıldığını) gösterir.

Süleyman: O zaman onun bir manası olmaz.

İmam (a.s): Size göre Allah, kendisini manasız bir şeyle (iradeyle) vasıflandırmıştır. Eğer iradenin ezeli veya hâdis manası olmazsa “Allah ezelden irade edendir” diye söylediğiniz söz bâtıl olmuş olur.

Süleyman: Amacım, iradenin Allah’ın ezeli fiillerinden olmasıdır.

İmam (a.s): Ezeli olan bir şeyin aynı anda hem meful, hem hâdis ve hem de ezeli olmasının mümkün olmayacağını bilmiyor musun?

Süleyman yine cevap vermekten aciz kaldı.

İmam (a.s): Önemli değil, sorunu tamamla.

Süleyman: İradenin Allah’ın sıfatlarından biri olduğunu söylüyorum.

İmam (a.s): Bu konuyu ne kadar tekrar ediyorsun! Allah’ın sıfatı hâdis midir, yoksa ezelî midir?

Süleyman: Hâdistir.

İmam (a.s): Allah-u Ekber! Öyleyse irade, Allah’ın ezelî sıfatlarından olsa dahi hâdistir ve Allah herhangi bir şeyi irade etmemiştir! Ezelî olan bir şey, meful ve mesnû olamaz.

Süleyman: Eşya irade değildir ve Allah herhangi bir şeyi irade etmemiştir.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Vesvese ediyorsun. Acaba Allah, yaratılmasını ve icat olmasını irade etmediği bir şeyi mi yarattı? Bu, ne yaptığını bilmeyen bir kimsenin sıfatıdır. Allah-u Teala bu gibi sözlerden münezzehtir.

Süleyman: Efendim, iradenin aynen Semî, Basir ve ilim gibi olduklarını size arz ettim.

Bu arada Memun söze karışarak: Yazıklar olsun sana ey Süleyman! Bu yanlış sözü ne kadar tekrarlıyorsun! Bunu bırak, başka konular seç; çünkü başka cevap veremiyorsun.

İmam (a.s): Ey müminlerin emiri! Bırak konuşsun, sözlerini kesmeyin; çünkü kendisinin haklı olduğuna dair delil getiriyor. Devam et, ey Süleyman!

Süleyman: İradenin aynen Semî, Basir ve ilim gibi olduklarını arz ettim.

İmam (a.s): Önemli değil, söyler misin iradenin sadece bir manası mı vardır, yoksa çeşitli manaları da var mıdır?

Süleyman: İradenin sadece bir manası vardır.

İmam (a.s): Öyleyse bütün iradelerin manası aynı mıdır?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Eğer bütün iradelerin manası aynı olursa kalkmakla oturmanın, yaşamla ölümün manası aynı olur. Eğer Allah’ın iradesi bir olursa hiçbir irade birbirinden önce ve farklı olamaz ve hepsi bir şey olur.

Süleyman: İradenin manaları birbirinden farklıdır.

İmam (a.s): Peki Mürid (irade eden) iradenin kendisi midir, yoksa başka bir şey midir?

Süleyman: Mürid, iradenin kendisidir.

İmam (a.s): Öyleyse size göre mürit muhteliftir; çünkü o, iradenin aynıdır.

Süleyman: Efendim, irade müridin aynı değildir.

İmam (a.s): O halde irade hâdistir. Böyle olmazsa Allah ile beraber başka birinin de olması gerekir. Bunu iyice anla ve sorularına devam et.

Süleyman: İrade Allah’ın isimlerinden biridir.

İmam (a.s): Acaba Allah kendisini bununla mı adlandırdı?

Süleyman: Hayır, o kendisini bununla adlandırmadı.

İmam (a.s): Öyleyse kendisini adlandırmadığı bir şeyle senin onu adlandırmaya hakkın yoktur.

Süleyman: Kendisini Mürid (irade eden) olarak vasıflandırmıştır.

İmam (a.s): Kendisini Mürid olarak vasıflandırması, kendisinin irade olduğunu veya iradenin onun isimlerinden olduğunu da bildirmek manasına gelmez.

Süleyman: Çünkü iradesi ilminin aynıdır.

İmam (a.s): Ey cahil! Allah’ın herhangi bir şeyi bilmesi, onu irade ettiği anlamına mı gelir?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Eğer onu irade etmezse bilgisinin olmadığını göstermez mi?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Bunu da nereden çıkardın? Allah’ın iradesinin, ilminin aynı olduğuna delilin nedir? Halbuki Allah bazen, her şeyi biliyor ama onu asla irade etmiyor. İşte şöyle buyuruyor: “Ve dilersek sana vahyettiğimizi senden de gideririz.” (İsra/86) Allah onu gidereceğini bilir fakat, hiçbir zaman onu gidermez.

Süleyman: Çünkü Allah işini tamamlamış ve elini ondan çekmiştir ve artık ona bir şey ekleyemez.

İmam (a.s): Bu söz Yahudîlerin sözüdür. O halde Allah, niçin şöyle buyurmuştur: “Çağırın beni, icabet edeyim size.” (Mümin/60)

Süleyman: Buna kadir olduğunu bildirmek istiyor.

İmam (a.s): Acaba Allah, vefa etmeyeceği (yerine getirmeyeceği) sözü mü vaadediyor? Öyleyse neden şöyle buyurmuştur: “Yaratışta neyi dilerse çoğaltır.” (Fâtır/1) Yine buyurmuştur ki: “Allah dilediğini bozar, dilediğini yazar ve kitabın aslı, esası onun katındadır.” (Râd/39) Acaba gerçekten Allah, elini işten çekmiş midir?

Süleyman sustu ve cevap vermedi.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Allah, insanın vârolacağını bildiği halde onu yaratmayı asla irade etmemiş olabilir mi? Ya da insanın bugün öleceğini bildiği halde onun bugün öleceğini irade etmemiş olabilir mi?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Öyleyse Allah, irade ettiği bir şeyin mi olacağını biliyor, yoksa irade etmediği bir şeyin mi?

Süleyman: Her ikisinin de vârolacağını biliyor.

İmam (a.s): O halde o, insanın aynı anda hem hayatta, hem de ölü olduğunu; hem ayakta, hem de oturduğunu; hem kör, hem de görür olduğunu biliyor. İşte bu, imkânsız bir şeydir.

Süleyman: Sana feda olayım, Allah bunlardan birinin olacağını biliyor.

İmam (a.s): Önemli değil, öyleyse hangisi vârolacak; irade ettiği mi, irade etmediği mi?

Süleyman: İrade ettiği.

İmam (a.s), Memun ve meclisteki alimler hep birlikte güldüler.

İmam (a.s): Hata ettin ve önceki sözünden döndün. Daha önce “Allah, insanın bugün öleceğini biliyor ama, onun bugün öleceğini irade etmiyor; mahlukatı yaratıyor ama, onları yaratmayı irade etmiyor” diyordun. Sizin açınızdan irade etmediği şeyleri bilmek caiz olmadığına göre, demek ki sadece icat olmasını irade ettiği şeyleri biliyor!

Süleyman: Ben kısaca şöyle diyorum; irade ne Allah’tır, ne de Allah’tan başka bir şeydir.

İmam (a.s): Ey cahil! “İrade Allah değildir” dediğin zaman Allah’tan başka bir şey olduğunu kabul ediyorsun; “İrade Allah’tan başka bir şey değildir” dediğinde ise gerçekte onun Allah olduğunu kabul ediyorsun!

Süleyman: Allah herhangi bir şeyi nasıl yaratacağını biliyor mu?

İmam (a.s): Evet.

Süleyman: Bu, o şeyin önceden vârolduğuna delildir.[31]

İmam (a.s): İmkânsız bir şey söylüyorsun. Çünkü bir kişi usta olduğu halde bina yapmayabilir veya terzi olduğu halde dikiş yapmayabilir veyahut da bir şeyin yapılışını çok iyi bilebilir ama onu hiçbir zaman yapmaz. Ey Süleyman! Acaba Allah, kendisinin tek olduğunu ve başka bir şeyle birlikteliğinin olmadığını biliyor mu?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Bu, kendisiyle birlikte herhangi bir şeyin olduğunu ispat ediyor mu?

Süleyman: Allah kendisiyle başka bir şeyin olmadığını ve kendisinin de tek olduğunu bilmiyor.

İmam (a.s): Sen bunu biliyor musun?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Öyleyse sen Allah’tan daha bilgilisin!

Süleyman: Bu imkânsızdır.

İmam (a.s): Sana göre Allah’ın tek olup onunla birlikte bir şeyin olmaması; Semî, Basir, Hekim ve Kadir bir şeyin olması imkânsızdır.

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Öyleyse Allah bilmediği halde nasıl kendisinin diri, tek, semî, basir, hekim, kadir, alîm ve habîr olduğunu haber veriyor? Senin bu sözün Allah’ı yalanlamak demektir. Allah (c.c), bu gibi sözlerden münezzeh ve yücedir.

Peki, yapmasını bilmediği bir şeyi nasıl yapmak istiyor? Usta, bir şeyi yapmadan önce onu nasıl yapacağını bilmezse o hakikatte şaşkına döner. Allah-u Teala bu gibi düşüncelerden pek yücedir.

Süleyman: İrade, güç ve kudretin kendisidir.

İmam (a.s): Allah-u Teala kesinlikle irade etmediği şeye dahi kadirdir. Böyle de olmalıdır ve bu kesindir. Çünkü Allah, şöyle buyuruyor: “Ve dilersek sana vahyettiğimizi senden gidermeye muktediriz.” (İsra/86) Eğer irade kudretin kendisi olsaydı, kudreti olduğundan dolayı onu gidermeyi irade etmiş olurdu.

Süleyman sustu, kaldı. O sırada Memun araya girerek: Ey Süleyman! Bu, Haşimilerin en alimidir, dedi ve daha sonra meclistekiler dağılmaya başladı.

Kitabın yazarı Şeyh Saduk şöyle diyor: Memun, İmam Rıza (a.s)’ın delil getirmekten aciz kalmasını ve münazarada mahkum olmasını çok arzu ettiğinden dolayı çeşitli fırka ve mezheplerin, dünyanın her yerinden tanıdığı ve duyduğu sapık alimlerini hazretle tartışmaya davet ediyordu. Onun bu çabası, imamın ilmi mevkisine olan kıskançlığı yüzündendi. Ama İmam ile tartışan herkes onun üstünlüğünü itiraf ediyor, aleyhlerinde olan delillerini kabullenmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü Allah-u Teala, nurunu tamamlamayı ve hüccetine (İmam’a) yardımda bulunmayı irade etmişti. Allah, kitabında şu şekilde vaadetmiştir: “Şüphe yok ki biz, elbette peygamberlerimize ve inananlara dünya yaşayışında da yardım ederiz, tanıkların getirileceği günde de.” (Mümin/51)

Allah, inananlarla hidayet imamlarını ve onları tanıyan ve dünyada oldukları müddetçe muhalifleri aleyhinde onlardan hüccet (delil) alan takipçilerini kastetmektedir. Allah, ahirette de onlara böyle davranacaktır. Şüphesiz Allah, verdiği vaade aykırı şey gerçekleştirmez, sözünden dönmez.


 

Back Index Next