Back
İÇİNDEKİLER
Next

 

 

37- Ebu Basir diyor ki; İmam Sâdık (a.s)'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Bizden oniki kişi mehdîdir; bunların altısı geçip gitti (öldü) ve altısı da bâki kalmıştır (gelecektir); Allah (c.c) altıncıları hakkında sevdiğini yapacaktır."

Şeyh Saduk (r.a) diyor: Bu konuda bana rivayet edilen hadisleri, "Kemâl'ud Din ve Tamam'un Nîme fi İsbat'il Gaybe” ve “Keşf'il Hayre" kitabında getirdim. Allah, daha iyi bilendir.


Text Box: 7. BÖLÜM
 

 

 

 

 

 


İMAM MÛSA BİN CAFER’İN HÂRUN REŞİD VE MÛSA GİBİ MEHDÎ[24] DEVRİNDEKİ BAZI OLAYLAR

 

 

1- Ali bin Muhammed bin Süleyman en-Nevfilî, Salih bin Ali bin Atiyye’den şöyle naklediyor: Mûsa bin Câfer (a.s)’ın Bağdat’a götürülmesinin sebebi şundan ibaret idi: Hârun'ur-Reşid, oğlu Muhammed bir Zübeyde’yi (Emin’i) yerine geçirmeye karar verdi. Hârun’un ondört oğlu vardı. Onlar arasından üçünü seçti. Zübeyde’nin oğlu Muhammed Emin’i kendi veliahdı yaptı. Abdullah Memun’u onun halefi, Kâsım el-Mutemen’i de Memun’un halefi yaptı. Hârun bu konuyu aleni olarak herkesin vâkıf olacağı şekilde halka duyurmaya karar verdi. Bu amaçla 179 yılında hac seferine çıktı. Bütün şehirlere mektup göndererek fakihleri, alimleri, Kur’an kârilerini, ordu komutanlarını hac günlerinde Mekke’de hazır olmalarını istedi. Kendisi de Medine yolunu tuttu.

Ali bin Muhammed en-Nefvelî sözlerinin devamında dedi ki: Babam bana şöyle nakletti: Yahya bin Halid’in (Hârun’un veziri), Hârun'ur-Reşid’in yanında Mûsa bin Câfer (a.s) aleyhinde sözler sarf etmesinin sebebi şuydu: Hârun, oğlu Muhammed Emin bin Zübeyde’yi okuması için Câfer bin Muhammed bin Eşas’ın yanına göndermişti. Yahya ise bundan rahatsızdı. Kendi kendine şöyle diyordu: “Hârun’un ölümünden sonra hilafet Muhammed’e ulaşacak. Doğal olarak Câfer bin Muhammed bin Eşas ve oğulları işin başına geçecek, benim ve oğullarımın da kudret dönemi sona erecektir.” Bundan dolayı çare aramaya koyuldu. Yahya, Câfer’in Şia olduğunu biliyordu. Bu yüzden kendisini ona Şia olarak tanıttı, o da buna çok sevindi. Bundan dolayı bütün sırlarını ve Mûsa bin Câfer hakkındaki inancını ona açıp söyledi. Yahya, Câfer’in inanç ve itikadından tamamen haberdar olunca Hârun’un yanında onu kötüledi. Ama Hârun, Yahya’nın ve babasının hilafeti desteklemedeki geçmişini göz önüne alıyor, onun hakkında acele etmiyor, söylenenleri de önemsemiyordu. Diğer taraftan Yahya, Câfer’in aleyhinde var gücüyle çalışıyordu. Bir gün Câfer, Hârun'ur-Reşid’in yanına gitti. Hârun ona ikramda bulundu. Câfer ve babasının saygınlığı ve meziyetleri hususunda sohbet ettiler. Hârun, o gün Câfer’e yirmibin dinar verilmesini emretti. Yahya durumu böyle görünce Câfer hakkında bir şey söylemekten sakındı ve akşama kadar bir şey söylemedi.

Sonra Hârun’a şöyle dedi: Ey müminlerin emiri! Daha önce sana Câfer ve mezhebi hakkında bazı şeyler söyledim. Ama sen, onları tekzip ediyor, dahası onu savunuyordun. Fakat şimdi olayı bir kerecikte halledecek bir şey ortadadır!

Hârun: Nedir o?

Yahya: Câfer kendisine ulaşan her malın humusunu (beşte birini) Mûsa bin Câfer’e gönderiyor. Senin verilmesini emrettiğin yirmibin dinarda da böyle yaptığından şüphem yoktur.

Hârun: Evet, bu, meseleyi halledebilir ve her şeyi açık bir şekilde ortaya çıkarabilir.

Hârun, o gece adamlarından birini Câfer’in evine gönderdi. Câfer de Yahya’nın kendisini Hârun’un yanında kötülediğinden haberdar olmuştu. Bundan dolayı dostlukları bozulmuş, düşman olmuşlardı.

Hârun’un gönderdiği kişi Câfer’in yanına geldiğinde Câfer, Hârun’un Yahya’nın sözlerine inanmış ve kendisini öldürmek için çağırmış olduğunu zannederek korktu. Bundan dolayı bedenine biraz su döktü. Misk ve kâfur istedi. Onunla kendini hünût[25] etti. Elbisesinin üstüne borde denilen ve kefen için de kullanılan abâya benzer bir elbise giyindi. Sonra Hârun’un yanına gitti. Hârun’un gözü ona iliştiğinde kâfurun kokusunu hissedip elbisesinin üzerine de borde giydiğini görünce; “Câfer! Durum nedir?” diye sordu.

Câfer: Ey müminlerin emiri! Senin yanında benim kötülendiğimi biliyorum. Gönderdiğin kişinin gecenin bu saatinde benim evime geldiğini görünce, bu sözlerin size tesir ettiğini, öldürtmek için beni çağırdığınızı zannettim.

Hârun: Kesinlikle hayır! Ama bana, senin eline ulaşan her paranın beşte birini Mûsa bin Câfer’e gönderdiğinin ve yirmibin dinarda da böyle yaptığının haberi geldi. Bu yüzden, bunun doğru olup olmadığını öğrenmek istedim.

Câfer: Allah-u Ekber! Ey müminlerin emiri! Hizmetçilerinden birini gönder, o parayı aynı şekilde mühürlenmiş halde getirsin.

Hârun hizmetçilerinden birine dönerek: Câfer’in yüzüğünü al, evine git ve paraları bana getir.

Câfer de paranın kendisinde olduğu cariyenin adını hizmetçiye söyledi. Cariye para keselerini mühürlendiği şekilde hizmetçiye verdi. Hizmetçi de paraları alarak Hârun’a götürdü.

Câfer: İşte benim aleyhimde konuşanın yalan söylediğini ispatlayan ilk delil budur.

Hârun: Doğru söylüyorsun ey Câfer! Evine geri dön, güvendesin artık. Bundan böyle senin hakkında hiç kimsenin sözüne inanmayacağım.

Ravi şöyle devam etti: Ne var ki Yahya, sürekli Câfer’i Hârun’un gözünden düşürmek için uğraşıyordu.

Nevfelî diyor ki; Ali bin Hasan bin Ali bin Ömer bin Ali üstatlarının birinden şöyle nakletti: Hârun’un bu haccından bir önceki hac seferinde Ali bin İsmail bin Câfer bin Muhammed (İmam Kâzım (a.s)’ın kardeşinin oğlu) beni gördü ve şöyle dedi: Neden kendini böyle kenara çekmişsin? Neden vezirin işlerine itina etmiyor ve elinden gelebilecek şeyleri onun için yapmıyorsun? Vezir birisini bana gönderdi, ben de onun yanına gittim. İhtiyaçlarımı ondan talep ettim.

(Ravi diyor ki:) Bunun sebebi şuydu ki; Yahya bin Halid, Yahya bin Ebu Meryem’e dedi ki: Acaba bana, yaşamını genişletmek için Ebu Talib ailesinden dünyaya düşkün olan birini tanıtabilir misin? O da cevaben: Evet, böyle birisini sana tanıtırım; o, Ali bin İsmail bin Câfer’dir, dedi. Bunun üzerine Yahya da adam göndererek onu çağırttı. Sonra ona hitaben: Amcanın ve Şialarının durumundan ve ona gönderilen mallardan bana haber ver, dedi.

Ali bin İsmail: Bunlardan haberim var, dedi ve sonra amcasının aleyhinde konuşmaya başladı. Sözlerinden bir kısmı şöyleydi: Onun servetinin çokluğuna bir örnek, otuzbin dinara satın aldığı Yesire adındaki yerdir. Burayı satın almak için paraları getirdiğinde satıcı bu sikkeleri istemediğini, başka sikkeler istediğini söyledi. İmam Kâzım (a.s) da emir verdi, sikkeleri hazineye döktüler ve satıcının istediği vasıflardaki otuzbin sikkeyi getirdiler.

Nevfelî diyor: Babam dedi ki; Mûsa bin Câfer (a.s), Ali bin İsmail’i kendi memurlarından yapmıştı ve ona güveniyordu. Hatta bazı Şialarına yazdığı mektupları bile Ali bin İsmail’in hattıyla idi. Fakat yavaş yavaş ondan uzaklaştı. Hârun'ur-Reşid Irak’a geri döneceği zaman İmam Mûsa Kâzım’ın kardeşi oğlu Ali’nin de onunla beraber Irak’a gitmek istediği haberi hazrete ulaştı. Bunun üzerine İmam Mûsa onu çağırtarak “Neden sultanla gitmek istiyorsun?” diye sordu.

Ali: Çünkü borçluyum.

İmam Kâzım: Ben senin borcunu öderim.

Ali: Ailemin durumu ve rızkı ne olacak?

İmam Kâzım (a.s): Onu da ben karşılarım.

Ne var ki Ali bin İsmail, İmam Kâzım (a.s)’ın sözünü dinlemedi. Bunun üzerine İmam (a.s), kardeşi Muhammed bin İsmail ile üçyüz dinar ve dörtbin dirhem göndererek şöyle buyurdu: “Bunları yol azığı olarak teçhizatlarının içerisine bırak ve benim çocuklarımı yetim bırakma!”

 

2- Ali bin Câfer’den şöyle nakledilmiştir: Muhammed bin İsmail bin Câfer (İmam Kâzım’ın yeğeni) benim yanıma geldi ve dedi ki; (İmam Kâzım’ın kardeşi) Muhammed bin Câfer, Hârun’un huzuruna çıktı. Ona “halife” diye hitap ederek selamladı. Sonra da şöyle dedi: Yeryüzünde iki halife olacağını zannetmiyordum. Oysa gördüm ki, kardeşim Mûsa bin Câfer’i de halife diyerek selamlıyorlar.

 

3- İbrahim bin Ebul Bilad dedi ki; Yâkub bin Dâvud (Mûsa bin Câfer (a.s)’ın aleyhinde olanlardan biri de Zeydî mezhebinden olan Yâkub bin Dâvud idi) bana, kendisinin imamların imametine inanmadığını söylüyordu. İbrahim şöyle devam etti: Mûsa bin Câfer (a.s)’ın tutuklandığı gecenin ertesi sabahı, Medine’de Yâkub bin Dâvud’un yanı gittim. Yâkub şöyle dedi: Biraz önce vezirin (Yahya bin Halid’in) yanındaydım. Bana dedi ki; “Resulullah’ın kabrinin yanı başında Hârun Resulullah’a hitaben şöyle diyordu: Annem ve babam sana feda olsun ey Allah’ın resulü! Aldığım karardan dolayı senden özür diliyorum. Ben Mûsa bin Câfer’i tutuklayıp zindana atmak istiyorum. Zira ümmetinin arasında onların kanının döküleceği bir savaş çıkaracağından korkuyorum.”

Yâkub (ya da Yahya) şöyle devam etti: “Yarın onu tutuklayacağını zannediyorum.”

Ravi diyor: O gecenin sabahında Hârun, Fazl bin Rebî’i Mûsa bin Câfer (a.s)’a göndererek tutuklanmasını ve hapsedilmesini istedi. (Fazl, İmam’ın yanına vardığında) İmam (a.s) Resulullah’ın makamında namaz kılıyordu.

 

4- Abdullah bin Salih, Fazl bin Rebî’in yakınlarından birinden Fazl’a şöyle dediğini naklediyor: Bir gece cariyelerimden biriyle beraber yataktaydım. Gece yarısı kapının sesini işittim. Bu ses beni korkuttu. Cariye, bunu rüzgârdan dolayı olduğunu söyledi. Biraz geçmeden bulunduğum odanın kapısı açıldı. Mesrur’ul Kebir (Hârun’un kölesi) içeriye girdi. Bana selam bile vermeden “Emir seni istiyor” dedi. Bundan sonra kendimden ümidi kestim. Kendi kendime “Bu, izinsiz ve selam vermeden içeri giren Mesrur’dur; mutlaka Hârun beni öldürecek” dedim. O sırada cünup idim. Gusül almak için ondan vakit istemeye bile cesaret edemedim. Cariye, benim şaşkınlığımı ve acizliğimi görünce bana; “Allah’a tevekkül et ve kalk” dedi. Derken kalktım, elbisemi giyindim ve onunla beraber evden çıktım. Bir süre sonra Hârun’un evine ulaştık. Müminlerin emiri (Hârun), yatağındaydı. Selam verdim, selamımı aldı. Kendimi yere attım. Hârun; “Korktun mu?” dedi. “Evet, ey müminlerin emiri!” dedim. Beni bir müddet kendi halime bıraktı. Rahatladım. Sonra bana şöyle dedi: “Zindana git; Mûsa bin Câfer’i serbest bırak. Ona otuzbin dirhem ver, beş tane hediyelik elbiselerden ver ve üç tane de merkep ihtiyarına bırak. Sen de bizimle kalmakta veya istediğin şehre gitmekte serbestsin!”

Ey müminlerin emiri! Mûsa bin Câfer’i serbest bırakmamı mı istiyorsun? diye sordum. Evet, dedi. Üç kere sorumu tekrarladım. Sonunda “Evet, onu serbest bırakmak istiyorum, yoksa ahdimi bozmamı mı istiyorsun?” dedi. “Ne ahdi?” diye sordum. “Bu yataktaydım, dedi. Aniden kendisinden daha büyük birini görmediğim, iri cüsseli bir zenci üzerime atıldı, göğsümde oturup boğazımı sıkarak “Mûsa bin Câfer’i zalimce hapsettin değil mi?” dedi. Ben de cevaben “Onu serbest bırakacağım, ona bağışta bulunacağım, hediye vereceğim” dedim. Sonra da zenci, benden söz aldı ve göğsümün üzerinden kalktı. Neredeyse canım çıkacaktı.”

Hârun’un yanından ayrıldım. Mûsa bin Câfer (a.s)’ın yanına gittim. Zindanda namaz halindeydi. Namazının selamını verinceye kadar oturdum. Sonra müminlerin emiri Hârun’un selamını ona ilettim. Emrettiği şeyleri de ona ulaştırdım ve dedim:

- Hârun’un hediyeleri hazırdır.

- Bundan başka bir memuriyetin de varsa yerine getir.

- Hayır, ceddin Resulullah’a yemin olsun ki, başka bir memuriyetim yoktur.

- Halkın hakkının üzerlerinde olduğu hediyelik giysilere, merkeplere ve mallara ihtiyacım yoktur.

- Allah aşkına bunları reddetme; Hârun’un sinirlenmesine sebep olabilir!

- Onlarla ne istiyorsan onu yap!

Sonra elini tutarak zindandan çıkardım. Bir müddet sonra:

- Ey Resulullah’ın oğlu, dedim. Bu adamdan size ulaşan ikramların sebebi nedir? Benim, senin üzerinde hakkım var; çünkü, özgürlüğünün müjdesini ben verdim. Allah bunu, benim elimle gerçekleştirdi. (O halde bu olayın sebebini bana anlat!)

- Çarşamba gecesi rüyamda Resulullah (s.a.a)’i gördüm. Bana “Ey Mûsa, zalimce mi hapsedildin?” diye sordu. Ben de “Evet, ey Allah’ın resulü! Mazlum (zulmedilmiş) olarak hapsedildim” dedim. Resulullah bana üç kez sordu ve sonra şöyle buyurdu: “Bilmiyorum, belki de bu, sizin için bir imtihandır ve bir zamana kadar yararlanma (zevk)’dır.” (Enbiya/111) Yarın (Çarşamba), Perşembe ve Cuma günü oruç tut. İftar olunca oniki rekât namaz kıl. Her rekâtta bir kez Hamd (Fâtiha Sûresi), 12 kez “Kul huvellahu ahad” (İhlas Sûresi) oku. Dört rekâtı tamamladıktan sonra secdeye git ve şöyle de: “Ey elinden kimsenin kaçmaya gücü olmayan kimse! Ey her sesi işiten! Ey ölümden sonra kemikleri yeniden dirilten! İsm-i Azim ve Âzam’ın hakkı için, kulun ve elçin Muhammed’e ve onun pak ehline salavat gönder ve beni içinde bulunduğum halden kurtar!” Ben de öyle yaptım ve neticesi gördüğün gibi oldu.

 

5- Ebu Muhammed Abdullah bin Fazl, babası Fazl bin Rabî’den şöyle naklediyor: Bir zamanlar Hârun'ur-Reşid’in teşrifatçısı idim. Hârun bir gün kızgın bir halde elinde kılıcı döndürdüğü halde bana yönelerek şöyle dedi:

- Ey Fazl! Hemen şimdi, amca oğlumu buraya getirmezsen Resulullah ile olan akrabalığıma yemin olsun ki boynunu vururum!

- Kimi buraya getireyim?

- Şu Hicazlıyı.

- Hangi Hicazlıyı?

- Mûsa bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebu Talib’i!

Fazl diyor ki; Mûsa bin Câfer’i onun huzuruna getirmek konusunda Allah’tan korktum. Ama işin sonucunu düşününce Hârun’a “bunu yaparım” dedim.

Hârun dedi: İki tane kırbaççı, iki keskin kılıç ve iki de cellat getir.

Fazl şöyle devam ediyor: İstediği şeyleri yerine getirdim. Ebu İbrahim Mûsa bin Câfer (a.s)’ın evine doğru hareket ettim. Bir harabeye ulaştım. Orada hurma ağacı dalından yapılmış bir kulübe vardı. Zenci bir gencin ayakta durmakta olduğunu gördüm. Ona “Efendinden içeri girmem için izin iste, Allah sana rahmet etsin” dedim. Cevaben: “İçeri gir, onun teşrifatçısı ve kapıcısı yoktur” dedi.

İçeri girdim. Başka bir zenci elinde makas, çok secde etmesinden dolayı Mûsa bin Câfer’in alnında ve burnunun üstünde oluşan nasırları kesiyordu.

Dedim ki; Allah’ın selamı üzerine olsun, ey Allah resulünün oğlu! Hârun'ur-Reşid seni çağırdı.

İmam: Hârun’un benimle ne işi var? Hayatının zevkleri onu benden gafil etmiyor mu? diye sordu. Daha sonra yerinden hızla kalkarak şöyle dedi: Eğer Resulullah (s.a.a)’in “Sultana takiye için itaat etmek vaciptir” şeklindeki hadisini duymamış olsaydım asla gelmezdim!

Bunun üzerine İmam’a dedim ki; Ey Ebu İbrahim! Allah sana merhamet etsin, Hârun’un cezası için hazırlan!

İmam (a.s) bu sözüme karşılık şöyle buyurdular: Dünya ve ahiretin maliki benimle beraber değil mi? İnşallah o (Hârun), bugün bana hiçbir kötülük yapamaz.

Fazl bin Rebî diyor ki: Gördüm ki, İmam (a.s) elini üç kez başının üzerinde ona işaret ederek döndürdü.

Nihayet Hârun’un yanına ulaştık. Hârun, genç yavrusunu kaybetmiş bir anne gibi, şaşkın bir şekilde ayakta idi. Beni görünce:

- Ey Fazl, dedi.

- Lebbeyk!

- Amca oğlumu getirdin mi?

- Evet.

- Onu rahatsız etmedin değil mi?

- Hayır.

- Ona, kendisine kızgın olduğumu söylemedin değil mi? Nefsim, beni istemediğim bir işe zorlamıştı. Ona içeri gelmesini söyle.

Mûsa bin Câfer (a.s) içeri girer girmez, Hârun yanına yaklaştı ve onu kucakladı. Sonra şöyle dedi: Amca oğlum, kardeşim, nimetimin varisi, hoş geldin!

Sonra onu yastığın üzerinde oturttu ve dedi ki: Benim ziyaretime gelmemenin sebebi nedir?

İmam cevaben; Saltanatının genişliği ve dünyaya olan sevgin, diye buyurdu.

Sonra Hârun esans kutusunu istedi. Getirdiklerinde kendi elleriyle ona bu esanstan sürdü. Uğurlarken de birkaç halet ve iki kese de altın verdi ve askerlerine, (İmam’a ihtiram için) hazretin önünden hareket edilmesini emretti.

İmam Mûsa bin Câfer (a.s): “Allah’a and olsun ki, bunlarla Ebu Talib oğullarının gençlerini (nesillerinin kesilmemesi için) evlendirmenin salah olduğunu görmeseydim, asla kabul etmezdim” dedi ve “Elhamdu lillahi rabbil alemin” (Alemlerin rabbi Allah’a hamd olsun) diyerek evine döndü.

Daha sonra Fazl, Hârun’a dönerek: Ey müminlerin emiri! Önce onu cezalandırmak istiyordun, ama sonra onun ihtiyaçlarını karşıladın ve ikramda bulundun, dedi.

Hârun: Sen gittikten sonra, evimin etrafını bir grup adamların sardığını gördüm. Her birinin elinde mızrak vardı. Mızrakları evin duvarlarının dibine saplamışlardı ve şöyle diyorlardı: “Eğer Resulullah (s.a.a)’ın oğluna eziyet ederse bu evi yerin dibine sokacağız, ama eğer ona iyilik ederse bu işten vazgeçeceğiz!"

Fazl diyor ki; Mûsa bin Câfer’in arkasından gittim ve ona: Ne söyledin de Hârun’un karşısında güvende kaldın, diye sordum.

İmam buyurdu ki: Ceddim Ali bin Ebu Talib’in duasını okudum; o hazret bu duayı okuduğunda karşılaştığı her orduyu hezimete uğratırdı; karşılaştığı her savaşçıya galip gelirdi. O dua, belaya karşı güvende kalma duasıdır.

Okuduğu duanın hangi dua olduğunu sorduğumda şöyle buyurdu: “Allahumme bike usaviru ve bike uhavilu ve bike uhaviru, ve bike esulu ve bike entesiru ve bike emutu ve bike ehya, eselemtu nefsi ileyke ve fevveztu emri ileyke vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim, allahumme inneke halekteni ve razekteni ve seterteni ve anil ibadi bilutfi ma hevvelteni eğteyteni ve iza heveytü rededteni ve iza aşertu kavvemteni ve iza meriztu şefeyteni ve iza deavtü ecebteni ya seyyidî irzı anni fekad erzeyteni."

 

Tercümesi:

“Allah’ım! Senin yardımınla saldırıyorum, senin vesilenle teşebbüs ediyorum, senin verdiğin güçle konuşuyorum, senin yardımınla hücum ediyorum, senin desteğinle zafere ulaşıyorum, senin kudretinle ölüyorum, senin yardımınla yaşıyorum. Kendimi sana teslim ettim. İşlerimin tedbirini sana bıraktım. Yüce ve azim Allah’ın gücü olmaksızın hiçbir güç ve kudret vârolmaz. Allah’ım! Şüphesiz beni sen yarattın, bana rızık verdin, beni örttün, bana verdiğin nimetin ve lütfünle beni kullarından müstağni kıldın, düştüğümde kaldırdın, sürçtüğümde doğrulttun, hastalığımda iyileştirdin, dua ettiğimde kabul ettin. Ey efendim! Benden razı ol, şüphesiz beni kendinden razı ettin.”

 

6- Osman bin İsa, bazı arkadaşlarından şöyle naklediyor: Ebu Yûsuf (Abbasî sarayının kadısı), Mûsa bin Câfer (a.s)’ın huzurunda Mehdî’ye (Mensur Divanikî’nin oğlu ve Hârun'ur-Reşid’in babasına) şöyle dedi: İzin veriyor musun; ondan (İmam Kâzım’dan) bazı sorular sorayım da cevap veremesin?

Mehdî: Evet, dedi.

Ebu Yûsuf, bu kez de İmam’a dönerek: Sorayım mı, dedi.

İmam (a.s): Evet.

Ebu Yûsuf: Muhrim (Hacda ihrama bürünmüş kimse)’in gölgelenmesi hakkında ne diyorsun? (Gölgelenmesi caiz midir?)

İmam (a.s): Caiz değildir.

Ebu Yûsuf: Çadır kurarak içinde oturmasının hükmü nedir?

İmam (a.s): Sakıncası yoktur.

Ebu Yûsuf: Bu ikisinin farkı nedir?

İmam (a.s): Hayız gören kadının namazını kaza etmesi gerekli midir?

Ebu Yûsuf: Hayır.

İmam (a.s): Orucu kaza etmesi gerekli midir?

Ebu Yûsuf: Evet.

İmam (a.s): Neden?

Ebu Yûsuf: Allah’ın hükmü böyledir.

İmam (a.s): Senin sorduğun soru hakkında da Allah’ın hükmü böyledir!

Mehdî, Ebu Yûsuf’a: “Bir şey yaptığını göremiyorum!” dedi.

Ebu Yûsuf da cevaben: Mahvedici bir taşla beni vurdu! (Bu cevabıyla beni mahkum etti) dedi.

 

7- Ali bin Yaktîn diyor ki; Mûsa bin Câfer (a.s)’a ehli beytinden bir kısmının da bulunduğu bir mecliste iken, Mûsa bin Mehdî (Hârun’un kardeşi)’nin kendisi hakkında aldığı kararın haberi ulaştı.

İmam ehli beytine; “Sizin bu konu üzere görüşünüz nedir?” diye sordu. Onlar; “Bize göre maslahat, kendini ondan gizlemendir; zira, bu adamın şerrinden güvende olunmaz” dediler.

Ebul Hasan (İmam Kâzım) tebessüm etti ve şu şiiri okudu (Tercümesi şöyledir):

“Sehîne kendi efendisine galip olacağını zannediyor.

Zira her zaman galip olan, mutlaka bir gün mağlup olacaktır.”

Ravi diyor ki: Sonra İmam (a.s) ellerini göğe kaldırdı ve şu duayı okudu: “Allah’ım! Nice düşmanlar bıçaklarının ağzını ve kılıçlarının ucunu bana karşı bilemiş ve keskinleştirmiştir; öldürücü zehirlerini benim için karıştırmıştır; bir an olsun gözetici gözü benden gafil olmamıştır! Benim musibet ve felaketler karşısında zaafımı ve aczimi gördüğünde benim kudretimle değil, kendi kudretinle onu benden uzaklaştırdın; dünyadaki arzusundan ümitsiz olduğu ve ahiret için ümidinden uzaklaştığı bir halde benim için onu, kendi kazdığı kuyuya attın. Bunlardan dolayı sana layık olduğun kadar hamd ediyorum. Allah’ım! Onu izzet ve kudretinle cezalandır! Kudretinle onun kılıcının keskinliğini bana karşı körelt. Onu kendi işleriyle meşgul et ve düşmanı karşısında aciz kıl. Ona karşı bana yardım et! Benim için ondan intikam al ki, içimdeki hışmım yatışsın ve ona kin beslememi önlesin (başka nüshaya göre; “ondaki hakkımı alayım”). Allah’ım! Duamı icabete eriştir; şikâyetimin değişmesini sağla; artık şikâyetim olmasın. Zalimlere verdiğin vaadi onlara göster; sıkıntıda olanların dualarını kabul etmek hakkında verdiğin vaadi ise bana göster. Şüphesiz sen, büyük fazl ve değerli nimet sahibisin.”

Ravi diyor ki: Sonra orada bulunanlar dağıldılar. Mûsa bin Mehdî’nin ölümüne kadar bir daha toplanmadılar. Mûsa bin Mehdî’nin ölümünden sonra, onun ölümünü bildiren bir mektubu okumak için hepsi Mûsa bin Câfer (a.s)’ın huzurunda toplandılar. Orada İmam’ın ehli beytinden biri şu şiiri okudu (Tercümesi şöyledir):

“Nice dualar vardır ki; gece vakti göğe yükselirler ve hiç kimse onların önünü alamaz.

Bir yere gider ki; hiçbir kervan orada hareket etmemiştir ve orası engellerle doludur.

Bu dua, gece perdesinin arkasından; bazılarının uykuda, bazılarının konuştuğu bir zamanda hareket eder.

Bu dualar, göğe ulaşmadan ve kimse göğün kapılarını açmadan o kapılar açılır.

Çünkü kafile oraya ulaşınca Allah-u Teala elçilerini oranın ehline geri çevirmez; Allah görendir, işitendir.

Ben Allah’a ümitliyim; öyle ki, hüsnü zan ile sanki Allah’ın ne yapacağını görüyorum.”

 

8- Ebu Ahmed Hani bin Muhammed el-Abdî babasından şöyle naklediyor: Mûsa bin Câfer (a.s), Hârun'ur-Reşid’in yanına gitti. Hârun dedi ki: Ey Resulullah’ın oğlu! Dört tabiat hakkında bana bilgi ver.

İmam (a.s): Rüzgâr şifa verici bir padişahtır. Kan, kötü bir köledir; bazen sahibini bile öldürmektedir. Balgam, güçlü bir düşmandır; nereden kapatırsan kapat, başka bir yerden kendine yol açar. Safra ise, yer gibidir; sallandığında üzerindekini de sallar.

Hârun: Ey Resulullah’ın oğlu! Allah ve resulünün hazinelerinden insanlara bağış yapıyorsun!

(9. Hadis tekrar olduğu için yazmadık).

 

10- Ali bin Muhammed bin Süleyman en-Nevfelî’den rivayet edilmiştir: Babamdan şöyle işittim: Hârun, Mûsa bin Câfer (a.s)’ı tutukladığı zaman o Resulullah (s.a.a)’in kabrinin başucunda namaz kılıyordu. Gelip namazını bozdular. Onu ağlar ve “Yâ Resulallah! Başıma geleni sana şikâyet ediyorum” dediği halde götürdüler. Halk da her taraftan, ağlayarak ve feryat ederek o hazrete koşuyorlardı. Onu Hârun’un yanına getirdiklerinde Hârun İmam (a.s)'a sövüp hakaret etti. Gece olunca iki ayrı (tahtırevan) hazırlanmasını emretti. Tahtırevanlar hazırlandığında Mûsa bin Câfer (a.s)’ı ondan birine gizli olarak naklettiler. Sonra hazreti, Hassan Şerevî’ye teslim etti. Onu Basra’ya götürmesini ve Basra emiri İsa bin Câfer bin Ebu Câfer’e teslim etmesini emretti. Diğer taraftan başka bir tahtırevanı gündüz ve açık bir şekilde bir grup ile birlikte olayı halktan gizli tutmak için Kûfe’ye gönderdi. Hassan da Terviye (Zihicce ayının sekizinci) gününden bir gün önce Basra’ya gitti. Gündüz açık bir şekilde hazreti, İsa bin Ebu Câfer’e teslim etti. Böylece olay, açıklığa kavuştu ve her yerde haberi yayıldı. İsa, İmam (a.s)'ı meclisinin oturduğu odalarının birine hapsetti ve kapıyı kilitledi. Bayram onu öylesine meşgul etti ki, hazreti tamamen unuttu. Sadece iki şey için kapıyı ona açıyorlardı: Taharet ve yemek için.

Nevfelî şöyle devam etti: Babam dedi ki: Feyz bin Ebu Salih ki önceden Hıristiyan idi, sonraları zahirde Müslüman oldu; ama, gerçekte kâfir idi. Aynı zamanda, İsa bin Ebu Câfer’in katili ve benim de özel arkadaşlarımdan idi. (Bir gün) bana şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah! Bu salih insan, bugünlerde bu evde bulunduğu müddet içerisinde çeşitli çirkin işlere şahit oldu. Hiç şüphem yok ki, böyle bir duruma düşeceğini aklının ucundan bile geçirmezdi.


Babam devam etti: O gün Ali bin Yâkub bin Avn bin Abbas bin Rebîa, İsa’nın zindancısı Ahmed bin Useyd’in kendisine verdiği bir mektupta beni İsa’nın yanında kötülemişti. Bu şahıs, yani Ali bin Yâkub Haşimoğullarının büyüklerindendi. Yaş olarak da diğerlerinden büyüktü. Yaşlı olmasına rağmen şarap içiyordu. Ahmed bin Useyd’i evine davet ediyor ve onun için içki meclisi düzenliyor, kadın ve erkek şarkıcılar getirtiyordu. Bununla Ahmed bin Useyd’in kendisini hakim (İsa)’in yanında iyilikle yâd etmesini umuyordu. Mektubun konularından birisi şöyleydi: “Sen Muhammed bin Süleyman’ı ikramda ve saygıda bizden öncelikli tutuyorsun. Ona misk hediye ediyorsun. Oysa bizim içimizde ondan daha yaşlısı vardır. Ayrıca o, sizin yanınızda hapsedilmiş olan Mûsa bin Câfer’e itaatin vacip olduğuna inanmaktadır.”

Babam (Muhammed bin Süleyman) şöyle devam etti: Çok sıcak bir gün, öğle vakti evde uyuyordum. Kapı çalındı. “Kim o” dedim. Köle, “Ka’neb bin Yahya kapıda ve sizinle şimdi mutlaka görüşmek istiyor” dedi. “Bırakın gelsin” dedim. Ka’neb içeri girdi. Feyz’den naklen mektup olayını bana açıkladı ve şöyle dedi: “Feyz bu olayı anlattıktan sonra ona demiş ki, Ebu Abdullah (Nevfelî)’a bunları anlatma. Çünkü gereksiz yere onun üzülmesine sebep olursun. Zira o şahsın mektubu, emire tesir etmedi. Ben emire sordum: “Acaba bu konuda şüphen mi var? Nevfelî’yi senin huzuruna getirtip bunların yalan olduğuna dair yemin etmesi için çağırtayım mı?” Emir “Onu çağırttırma, zira onun üzülmesine sebep olursun. Onun amcası oğlu ona hasedinden dolayı bu sözleri söylemiş” dedi. Ben yine emire dedim ki; “Sen kendin biliyorsun ve Nevfelî ile olduğu gibi kimseye yakın sohbetin olmazdı. Acaba şimdiye kadar seni bir kimse aleyhine kışkırttı mı?” “Hayır, asla” dedi. Ben, “Eğer onun mezhebi diğerlerinin mezhebinin muhalifi olsaydı mutlaka seni kendi mezhebine çekmeye çalışırdı” dedim. Emir, “Evet, elbette; ben kendim, onu daha iyi tanıyorum” dedi.

Babam devam etti: Merkebimin hazırlanmasını emrettim. Aynı gün, öğle vakti Ka’neb ile birlikte Feyz’in yanına gittim. Girme izni istedim. Biriyle bana haber gönderdi; “Canım sana feda olsun! Şu anda ben öyle bir durumdayım ki, sizin bu durumda burada bulunmanız şanınıza saygısızlıktır.” O vakitte şarap meclisindeydi. Ben de ona şöyle bir mesaj gönderdim: “Allah’a and olsun ki, hemen şimdi seninle görüşmeliyim.” Sonra ince bir gömlek ve kırmızı renkli bir izar (peştamal) ile meclisinden çıktı ve yanıma geldi. Ka’neb’in bana naklettiği olayı ona anlattım. Feyz Ka’neb’e dönerek: Hayır görmeyesin! Sana bu konuyu Ebu Abdullah’a (Nevfelî’ye) anlatma, onu rahatsız edersin, demedim mi? Sonra bana “Sakıncası yoktur, emirin bundan dolayı kalbinde bir şey yoktur” dedi.

Babam dedi: Bu olaydan birkaç gün sonra Mûsa bin Câfer (a.s) gizlice Bağdat’a götürülerek zindana atıldı. Sonra hazreti serbest bıraktılar. Sonra onu Sindî bin Şahik’e teslim ettiler. Sindi, hazrete çok kötü davrandı. Sonra Hârun'ur-Reşid, Sindî’ye zehirli hurma göndererek bu hurmalardan hazrete zorla yedirmesini emretti. Sindî de bu emri aynen uyguladı. Sonunda hazret vefat etti. Allah’ın selamı ona olsun.

(Bu Bölümün devamında dört hadis daha zikredilmiş olduğundan -11'den 14'de kadar- tekrarını gerek görmedik.)


Text Box: 8. BÖLÜM
 

 

 

 

 

 


MÛSA BİN CAFER (A.S)'IN VEFATINI DOĞRULAYAN RİVAYETLER

 

 

Sekizinci bölüm 10 hadisi kapsamakta ve İmam Mûsa Kâzım (a.s)’ın hayatta olmayıp vefat ettiğine delalet ediyor.

Merhum Şeyh Saduk (r.a) bu hadisleri “Vakfiye” Mezhebinin reddi için yazmıştır. Vakfiye Mezhebi İmam Mûsa Kâzım (a.s)’ın yaşadığına ve imametin İmam Rıza (a.s)’a ulaşmadığına inanıyorlardı. Günümüzde bu mezhepten eser kalmamıştır. Bu sebepten dolayı bu baptaki hadisleri zikretmeye gerek duymadık.


Text Box: 9. BÖLÜM
 

 

 

 

 


HÂRUN REŞİD'İN, İMAM MÛSA BİN CAFER (A.S)'I ZEHİRLE ŞEHİT ETMESİNDEN SONRA BİR GECEDE GERÇEKLEŞTİRDİĞİ TOPLU KATLİAM

 

 

1- Yaşlı birisi olan Ubeydullah el-Bezzaz en-Nîşaburî şöyle diyor: Humeyd bin Kahtaba et-Tâi et-Tûsi ile aramızda bir muamele vardı. Bundan dolayı bazen yanına giderdim. Benim gelme haberim ona ulaştığında beni hemen yanına çağırttı. Benim üzerimde yolculuk elbisesi vardı, henüz değiştirmemiştim. Ramazan ayında öğle namazı vaktinde yanına gitmiştim. Onu içerisinde su akan bir evde gördüm. Selam verip oturduğumda leğen ile ibrik getirdiler. O ellerini yıkadı, sonra bana da ellerimi yıkamamı söyledi. Sofra açıldı, ben de Ramazan ayında oruçlu olduğumu unutmuştum. Hatırladığımda elimi sofradan çektim. Humeyd; neden yemiyorsun, diye sorduğunda şöyle cevap verdim: Ey emir! Bu ay Ramazan ayıdır. Ben hasta değilim ve yemek yemem için de herhangi bir sebep yoktur. Herhalde sizin için bir özür vardır ki yemek yiyorsunuz.

Bu sözüme karşılık şöyle dedi: Benim için yemek yememe sebep olabilecek herhangi bir özür yoktur. Üstelik sağlığım da yerindedir. Sonra gözlerinden yaşlar aktı ve ağladı. Yemek yedikten sonra "Sizi ağlatan nedir?" diye sordum. Cevabında şöyle dedi: Hârun'ur-Reşid Tus'da olduğu zaman, gecenin bir vakti, birisini göndererek "Emirelmüminine icabet et!" diyerek beni çağırdı. Oraya vardığımda yanında yanan bir mum ve kınından çıkmış yeşil bir kılıç gördüm. Karşısında ise kölesi (ayakta) bekliyordu. Ben de onun karşısına geçtiğimde başını bana doğru kaldırarak şöyle dedi: Emirelmüminine karşı itaatin nasıldır? Ben de: Malım ve canımla (hizmetindeyim), dedim. Başını aşağı eğdi ve sonra eve dönmem için izin verdi. Eve vardığım zaman (kısa bir süre sonra) görevlisi tekrar yanıma gelip "Emirelmüminine icabet et!" dedi. Ben kendi kendime şöyle dedim: Herhalde o beni öldürmeye niyetlenmiş, beni görünce de utanmıştı. Tekrar yanına gittim. Başını bana doğru kaldırarak şöyle söyledi: Emirelmüminine olan itaatin nasıldır? (Bu kez) cevabında; malım, canım, ailem ve çocuklarımla (itaat ederim) dediğimde güldü, sonra tekrar dönmem için izin verdi.

Eve döndüm. Kısa bir süre geçmeden yine görevlisi gelip aynı şekilde (Emirelmüminine icabet et!) diye beni çağırdı. Ben tekrar Hârun'un yanına gittim. O yine aynı halindeydi. Başını bana doğru kaldırıp tekrar seslendi: Emirelmüminine olan itaatin nasıldır? Ben bu defasında şöyle dedim: Canım, malım, ailem, çocuklarım ve dinimle (itaat ederim). Hârun gülerek bana şöyle dedi: (O zaman) al bu kılıcı ve hizmetçinin sana emrettiği şeyleri yerine getir!

Hizmetçi kılıcı alıp bana vererek kapısı kilitli bir eve götürdü. Kapıyı açtığı zaman o evin ortasında bir kuyu, (etrafında ise) üç tane kilitli oda vardı. O kapılardan birisini açtığında, içerisinde saçları uzamış kâküllü yirmi tane zincirlerle bağlanmış yaşlı, genç (erkek) gördüm

Hizmetçi bana: Emirelmüminin bunları öldürmeni emrediyor, dedi. Bunların hepsi Fatıma ve Ali (a.s)'ın soyundan olan "seyit" evlatları idi. Onları bir bir çıkarıp bana getiriyor, ben de boyunlarını vuruyordum. Sonuna kadar hepsinin boynunu vurdum. Köle ise bu ceset ve kafaların hepsini (evin ortasında olan) o kuyuya attı. Daha sonra başka bir odanın kapısını açtı. Orada da Fatıma ve Ali (a.s)'ın soyundan olan zincirlerle bağlanmış yirmi tane seyit vardı. (Köle) bana: Emirelmüminin bunları da öldürmeni istiyor, dedi. Onları yine tek tek getirdi, ben de sonuna kadar hepsinin boyunlarını vurdum. (Köle) üçüncü odanın da kapısını açtı. Orada da aynı şekilde, Fatıma ve Ali (a.s)'ın evlatlarından zincirlere çekilmiş yirmi tane erkek vardı. Hizmetçi bana: Emirelmüminin bunları da öldürmeni emrediyor, dedi. (Köle) onları da tek tek getiriyor, ben de boyunlarını vuruyordum. O daha sonra cesetleri kuyuya atıyordu. Bu şekilde ondokuz tanesini öldürmüştüm, onlardan yalnızca yaşlı, uzun saçlı birisi kalmıştı. Bana şöyle dedi: Ey uğursuz adam! Allah seni kahretsin! Kıyamet günü ceddim Resulullah'ın yanına getirildiğinde nasıl bir mazeretin olacaktır? Oysa sen, Ali ve Fatıma (a.s)'ın evlatlarından olan altmış kişiyi öldürdün. (O zaman bunları duyduğumda) ellerim ve vücudum titremeye başladı. (Bunun üzerine) hizmetçi bana sinirli bir şekilde bakarak beni bu durumdan men etti.

Ben o yaşlı adamı da öldürdüm. (Köle) onu da kuyuya attı. Şimdi benim (geçmişte) böyle bir günahım vardır. Resulullah'ın evlatlarından altmışını öldürdüm, artık oruç ve namazımın bana ne faydası olabilir? Ben cehennemde ebedi olarak kalacağımdan şüphe etmiyorum.

Kitabın yazarı Şeyh Saduk (r.a) şöyle söylüyor: Mensur Devanikî'den de Peygamber (s.a.a)'in evlatları hakkında bu çeşit davranışları yazılmıştır.

 

2- Hakim Ebu Ahmed, el-Enmatî en-Nîşaburî'ye bağlı bir senetle şöyle diyor: Mensur, Bağdat'ta bina yaptığı zaman çok şiddetli bir şekilde seyitleri arıyordu. Onlardan yakalayabildiğini, içi boş olan direklerin içine bırakıp tuğla ve alçıyla da kapatarak ördürüyordu.

Bir gün, seyitlerden güzel çehreli bir genci yakaladı. Saçları siyah olan bu genç, İmam Hasan bin Ali bin Ebu Talib (a.s)'ın soyundandı. Onu binayı yapan ustaya teslim edip direklerin içerisine bırakarak öldürmesini emretti. Güvendiği birisini de bu işi kontrol etmek için görevlendirdi.

Usta, genci içi boş olan direğin içerisine bıraktığında vicdanı sızlayıp merhamete geldi. O yüzden direkten havanın girebilmesi için, bir delik bıraktı. Gence de şöyle dedi: Sana bir şey olmayacaktır, sabret. Karanlık çöktüğünde ben seni buradan kurtaracağım. Karanlık çöktüğü zaman, usta gelerek seyidi direğin içerisinden çıkarıp şöyle dedi: Kendini sakla, ben ve benimle çalışan işçilerin kanının akıtılmaması için Allah'tan kork (bizi tehlikeye sokma)! Seni bu karanlıkta direğin içerisinden çıkardım, çünkü seni bu şekilde bıraksaydım ceddin Resulullah (s.a.a)'in kıyamet gününde Allah'ın huzurunda benim düşmanım olacağından korktum!

O gencin saçlarından, inşaat malzemesi ile mümkün olduğu kadarıyla keserek şöyle dedi: Kendini gizle, canını kurtar ve annenin de yanına dönme!

Genç (ona hitaben) şöyle dedi: Öyleyse anneme kurtulduğumu ve canımı kurtarmak için de kaçtığımı haber ver. Böylelikle biraz rahatlar ve ağlaması da azalır. Anneme, onların yanlarına dönmemin mümkün olmayacağını da söyle.

Genç oradan uzaklaştı ve nereye gittiği de bilinmedi. Usta şöyle devam ediyor: Genç, annesinin bulunduğu semti alametleriyle birlikte bana tarif etti; ben o yere gittiğimde arı sesine benzeyen bir ağlama duydum, o gencin annesinin olduğunu anladım. Yanına gidip oğlunun haberini söyleyip saçlarını vererek geri döndüm.


Text Box: 10. BÖLÜM
 

 

 

 

 


VAKIFÎLERİN, VAKIFÎ OLMALARININ SEBEBİ

 

 

1- Rebî bin Abdurrahman şöyle diyor: "Allah'a and olsun ki, Mûsa bin Câfer (a.s) çok bilgili ve alametlerden anlayan birisi idi. Kendisinden sonra kimlerin "Vakıfî" olacağını ve sonraki imamların imametini kimlerin kabul etmeyeceklerini çok iyi biliyordu. Onlara olan öfkesini yenip (onlar) hakkında bildiklerini dışarıya vurmuyordu. İşte bu yüzden ona "Kâzım" (öfkesini yenen) denilirdi."

 

2- Yûnus bin Abdurrahman şöyle diyor: Mûsa bin Câfer (a.s) dünyadan göçtüğü zaman, her bir vekilinin yanında çok sayıda malı vardı. Bu mallar onların, "Vakıfî" olup (sonraki imamın imametini kabul etmemelerine), İmam'ın da ölümünü inkâr etmelerine sebep oldu. Ziyad bin Mervan-i Kandî'nin yanında yetmiş bin dinar ve Ali bin Hamza'nın yanında da otuz bin dinar vardı. Yûnus şöyle devam ediyor: Ben durumu bu şekilde gördüğümde hak benim için aşikâr oldu ve İmam Rıza (a.s)'ın da imametini anlamış oldum. Bu yüzden konuşup halkı İmam Rıza'ya davet etmeye başladım. O iki şahıs (Ziyad ile Ali bin Ebu Hamza) bir adamı yanıma göndererek bana şöyle dediler: Halkı neden ona (İmam Rıza'ya) davet ediyorsun? Eğer mal istiyorsan, biz seni müstağni kılarız! On bin dinar da bana sus payı vererek bu işlerden elimi çekmemi istediler. Ama ben umursamadım, onlara cevap olarak şöyle dedim: İki imamımızdan şöyle buyurdukları rivayet edilmiştir: "Bidatler ortaya çıktığı zaman alim ilmini ortaya koymalıdır, bunu yapmazsa iman nuru ondan alınır." Ben her durumda, yüce Allah uğrunda cihadı terk edecek birisi değilim. (Sonunda) o ikisi, bana düşman olup kin beslediler.

 

3- Muhammed bin Cumhur, Ahmed bin Hammad'dan şöyle naklediyor: Osman bin İsa er-Revasî İmam Mûsa bin Câfer (a.s)'ın vekillerinden birisi idi. Mısır'da yanında pek çok sayıda mal ve altı tane de cariye vardı. (Ravi şöyle devam ediyor): İmam Rıza (a.s) mal ve cariyeleri vermesi için haber gönderdi. O İmam Rıza (a.s)'a şöyle mektup yazdı: "Baban henüz ölmemiştir." İmam Rıza (a.s) da onun mektubuna cevap olarak şöyle yazdı: "Babam ölmüştür, (bırakmış olduğu) mirası ise paylaştık ve onun öldüğünü doğrulayan haberler de vardır." İmam (a.s), bu konuda ona deliller de getirdi.

Ravi diyor ki; Osman bin İsa cevap olarak "Baban ölse dahi senin için bu malda bir hak yoktur; çünkü bu malları sana vermek konusunda bir şey buyurmamıştır. Üstelik, ben cariyeleri özgür bırakıp onlarla da evlendim" dedi.

Bu kitabın yazarı (Şeyh Saduk), şöyle diyor: Mûsa bin Câfer (a.s), mal toplayacak birisi değildi; yalnız bu mal, Hârun'ur-Reşid zamanında toplanarak çoğaldı ve İmam da düşmanların çokluğu nedeniyle bu toplanan malı dağıtmaya kadir değildi. Yalnız sır saklamada güvenilir olan az bir kesime gönderebiliyordu. İşte bu mal, bundan dolayı toplanmış oldu.

Kendisi aleyhinde, Hârun'ur-Reşid'e söz taşıyanların bu amellerini engellemek, etkisiz hale getirmek istiyordu. Dalkavukluk ve ispiyonculuk yapanlar şöyle diyorlardı: Mûsa bin Câfer (a.s) için birçok mallar götürülüyor, imametin (yöneticilik makamının) kendine ait olduğu inancındadır, halkı halifenin aleyhinde kıyam etmeye kışkırtıyor!

Eğer böyle olmasaydı, İmam (a.s) toplanan o malları elbette fakirlere dağıtacaktı. Üstelik o mallar fakirlerin hakkı değildi, gerçekte İmam’a ikram ve iyilik maksadıyla dostlarından taraf ona gönderilen bir takım mallar idi.


Text Box: 11. BÖLÜM
 

 

 

 

 


İMAM RIZA (A.S)’DAN TEVHİD İLE İLGİLİ HADİSLER

 

 

1- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi Yasir, İmam Rıza (a.s)’dan bu sözleri işittiğini naklediyor: “Kim Allah’ı onun yaratıklarından birine benzetirse müşriktir ve kim Allah’ın nehyettiği bir şeyi Allah’a nispet verirse (Mesela; Allah’a zulüm nispeti verirse) kâfirdir.”

 

2- İbrahim bin Ebu Mahmud diyor ki;  İmam Rıza (a.s) “Nice yüzler o gün parlayacak, rablerine bakacaklar” (Kıyamet/22-23) ayetlerini şöyle tefsir ettiler: “Yani, yüzler parlayacak ve rablerinin onlara sevap vermesini bekleyecekler.”

 

3- Abdusselam bin Salih el-Herevî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a; “Ey Resulullah’ın oğlu! Hadis ehlinin naklettiği “Müminler cennetteki makamlarından Allah’ı ziyaret edecekler” hadisi hakkındaki görüşünüz nedir?” diye sordum. İmam şöyle buyurdular: “Ey Ebu Salt! Allah-u Teala, Hz. Muhammed (s.a.a)’i melekler ve peygamberler de dahil olmak üzere bütün yaratıklarına üstün kılmıştır. Ona yapılan itaati kendine yapılan itaat saymış, ona uymayı kendine uymak bilmiş ve onu ziyaret etmeyi dünya ve ahirette kendi ziyareti saymıştır. Bunun delili Allah-u Teala’nın “Kim resule itaat ederse Allah’a itaat etmiştir” (Nisa/80) sözüyle “Doğrusu sana biat edenler Allah’a biat etmiştir ve Allah’ın eli sizin ellerinizin üstündedir” (Feth/10) sözüdür. Ayrıca Resul-u Ekrem şöyle buyurmuştur: “Kim beni sağken veya ölümümden sonra ziyaret ederse Allah’ı ziyaret etmiştir.” Peygamber efendimizin cennetteki makamı herkesin makamından daha üstündür. Kim cennette kendi bulunduğu makamdan Peygamber (s.a.a)’i ziyaret ederse Allah’ı ziyaret etmiş gibidir.”

Ebu Salt diyor ki; Daha sonra İmam (a.s)’dan şu soruyu sordum: Ey Allah resulünün oğlu! “Lâ ilahe illallah demenin sevabı Allah’ın yüzüne bakmaktır” şeklindeki hadisin manası nedir?

İmam Rıza (a.s): Ey Ebu Salt! Kim Allah’ın kendi mahlukları gibi yüzü olduğuna inanırsa kâfirdir. Allah’ın yüzü, onun peygamber ve evliyalarıdır. Halk onların sayesinde Allah’a, dine ve Allah’ı tanımaya yönelir. Allah-u Teala buyuruyor ki: “Her şey fânidir. Yalnızca rabbinin veçhi (yüzü) bâkidir.” (Rahman/26-27) Ve yine buyuruyor: “Onun veçhinden (yüzünden) başka her şey helak olucudur.” (Kasas/88) Görüldüğü gibi, Allah'ın nebi; Peygamber ve hüccetlerine makamları ve dereceleri idrak olunarak bakılması, kıyamet gününde müminler için büyük bir sevaptır. Resul-u Ekrem buyuruyor ki: “Kim benim Ehl-i Beyt ve itretime kin güderse kıyamet gününde ne o beni görecektir, ne de ben onu.” Yine buyurmuştur ki: “Sizin aranızda bazı şahıslar vardır ki benden ayrıldıktan sonra bir daha beni göremeyecekler.” Ey Ebu Salt! Allah-u Teala’nın mekânı yoktur. Gözle görülmez ve akıllar da İlahi zatının derinliğini derk edemezler.

Ebu Salt: Ey Resulullah’ın oğlu! Acaba cennet ve cehennem şu anda yaratılmış mıdır?

İmam (a.s): Evet, Allah resulü Mirac'a götürüldüğü zaman cennete girdiler ve cehennemi de gördüler.

Ebu Salt: Bir grup, cennet ve cehennemin takdir edildiği fakat, yaratılmadığı inancındalar.

İmam (a.s): Ne onlar bizdendir, ne de biz onlardanız. Kim cennet ve cehennemin yaratılmışlığını inkâr ederse Peygamber (s.a.a)’i ve bizi yalanlamıştır. O şahıs, bizim velayetimiz üzere değildir ve ebedi olarak cehennemde kalacaktır. Allah-u Teala buyuruyor ki; “İşte bu, mücrimlerin yalan saydıkları cehennem!.. Onlar bununla kaynar su arasında dolaşırlar.” (Rahman/43-44)

 

4- Rayyan bin Salt diyor ki: İmam Rıza (a.s) değerli babalarından naklediyor ki, Emir’ül Müminin Ali (a.s), Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet etti: “Allah-u Teala buyurmuştur ki; “Kim benim kelamımı kendi reyine göre tefsir ederse bana iman etmemiştir; kim beni mahluklarıma benzetirse beni tanımamıştır ve kim dinimde kıyasa başvurursa benim dinim üzere değildir.”

 

5- Ahmed bin Muhammed bin Halid bazı ravilerimizden şöyle naklediyor: İmam Rıza (a.s) bir gün ailesinden birinin kabrinin yanından geçerken elini kabrin üzerine koyarak şöyle arz etti: “Allah’ım! Senin kudretin aşikârdır, hiçbir zaman zayıflamamıştır. Yaratıklar seni tanımamış ve (bu halde) seni övmeye kalkışmışlardır. Oysa bu şekilde seni vasfetmeleri rububiyet inancına aykırıdır. Allah’ım! Ben seni mahluklarına benzeterek tanımaya çalışanlardan uzağım.

Senin hiç bir eşin ve benzerin yoktur. Onlar (bu mantık ve tanıyışla) hiçbir zaman seni idrak edemeyeceklerdir. Eğer seni  yarattığınla tanımak isteseler, onlara vermiş olduğun zahiri nimetlerin seni tanımalarıyla ilgili onlar için yeterli delillerdir. Ey rabbim! Onlar seni tanımaya yönelmek aşırıya gittiler; seni yarattığınla aynı gördüler ve bu yüzden seni tanıyamadılar. Senin yerine, senin bazı ayet ve nişanelerini kendilerine rab edindiler; böylece seni yanlış vasıflandırdılar. Ey rabbim! Oysa sen, müşebbihlerin seni vasıflandırdıkları şeylerden çok daha yücesin.”

 

6- Muhammed bin Ebu Nasr (Ebu Câfer Bezentî) diyor ki: Mâveraun Nehri’nden olan bir grup, İmam Rıza (a.s)’ın yanına gelerek şöyle arz ettiler:

“Bizler üç meseleyi sormak için senin huzuruna geldik. Eğer bu üç meseleye cevap verirsen senin gerçekten alim olduğunu anlarız.”

İmam (a.s): Sorun!

Onlar: Allah nerededir, ne şekildedir ve neye dayanmaktadır?

İmam (a.s): Allah-u Teala’nın kendisi bir şekli olmaksızın şekle şekil vermiştir; bir mekânı olmaksızın mekânı mekân yapmıştır. Onun dayanağı ise kendi kudreti üzeredir.

Onlar: Şehadet ediyoruz ki sen, alimsin.

Kitabın yazarı Şeyh Saduk (r.a), İmam Rıza (a.s)’ın “Allah’ın dayanağı kudreti üzeredir” sözünü şöyle tefsir ediyor: Yani, Allah’ın dayanağı onun künhü üzeredir. Çünkü kudret, Allah’ın zati sıfatlarındandır.

 

7- Muhammed bin Arefe diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a sordum: Allah-u Teala eşyayı kudretiyle mi yarattı, yoksa kudret kullanmadan mı yarattı?

İmam (a.s) şöyle buyurdular: Allah’ın eşyayı (künhünün dışındaki bir) kudret ile yarattığını söylemek doğru değildir. Çünkü Allah, eşyayı kudretle yarattı, dediğin zaman sanki kudreti Allah’ın dışında bilip onu eşyanın yaratılışı için Allah’a bir aletmiş gibi tasavvur etmiş olursun ki, bu düşünce tarzı şirktir. Eğer Allah’ın eşyayı kudret olmaksızın (veya kudretin dışındaki bir güçle) yarattı, dersen bu sözün manası; Allah’ın eşyayı onların üzerindeki bir güç ve iktidarla yaratması demektir. Fakat (şunu bil ki) Allah-u Teala ne zayıf, ne aciz ve ne de başka bir şeye muhtaçtır. Allah-u Teala, zatı gereği kadirdir, zatının dışındaki bir kudretle değil.

 

8- Hüseyin bin Beşşar diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a şöyle sordum: Acaba Allah-u Teala, vârolmayan bir şeyin vârolduğunda nasıl olacağını biliyor mu?

İmam (a.s): Allah-u Teala her şeye vârolmadan önce alimdir. Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Doğrusu biz sizin yapmakta olduklarınızı yazıyorduk.” (Câsiye/29) Yine cehennem ehli hakkında buyuruyor ki: “Eğer geri çevrilselerdi, mutlaka yasak edildikleri fenalığa yine dönerlerdi. Şüphesiz onlar, yalancıdırlar.” (Enam/28) Ayette de görüldüğü gibi, eğer onlar dünya hayatına döndürülseler yine nehyedildikleri şeyleri yapmaya koyulacaklarını Allah-u Teala biliyordu.

Allah-u Teala meleklerin; “Sen orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni hamd ile tesbih ve noksan sıfatlardan tenzih edip duruyoruz” sözüne karşılık şu cevabı verdi: “Şüphesiz ben sizin bilmediğinizi biliyorum.” (Bakara/30) Demek ki Allah-u Teala, eşyayı yaratmadan önce daima onları biliyordu. Allah-u Teala pak ve münezzehtir. Eşyayı nasıl istemişse öyle yaratmıştır ve yaratmadan önce de onlara alim idi. İşte bizim rabbimiz alim, gören ve işitendir.

 

9- Fazl bin Şâzan diyor ki: İmam Rıza (a.s)’ın duasında şöyle dediğini duydum: “Allah her şeyden münezzehtir; kudretiyle varlıkları yarattı; yarattıklarını hikmetiyle sağlamlaştırdı; ilmiyle her şeyi kendi yerinde karar kıldı. Allah her şeyden münezzehtir; gözle yapılan hıyanetleri ve kalplerde saklı olanı bilmektedir. Onun gibisi yoktur. O, işiten ve görendir.”

 

10- Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s)’ın şöyle söylediğini duydum: “Allah-u Teala her zaman alim, kadir, canlı, kadim (ezelî), işiten ve görendir.”

Ben: Ey Peygamber’in oğlu! Bir grup, Allah’ın devamlı ilimle alim, kudretle kadir, hayatla canlı, kıdemlikle (öncesizlikle) kadim, bir işitmekle işiten ve bir görmekle gören olduğunu söylüyorlar, dedim.

İmam (a.s): Kim bunları söyler ve bu söylediklerine de inanırsa gerçekte Allah ile birlikte başka ilahların var olduğuna inanmıştır ve böyle bir şahıs da bizim dostlarımızdan sayılmaz. Allah-u Teala kendi zatı gereği her zaman alim, kadir, canlı, kadim (ezelî), işiten ve görendir. Allah-u Teala’nın şânı, müşriklerin ve teşbih ehlinin söylediklerinden çok daha yücedir.

 

11- Saffan bin Yahya diyor ki: “İmam Rıza (a.s)’a “Allah’ın iradesiyle mahlukların arasındaki fark nedir” diye sordum.

İmam (a.s): Mahluklar bir şeyi yapacakları zaman önce düşünürler ve daha sonra kendilerine göre en doğru olanı yapmaya karar verirler. Ama, Allah-u Teala’nın iradesi icat etmekten başka bir şey değildir. Çünkü o, düşünme ve daha sonra karar alma sıfatlarından münezzehtir. Bu sıfatlar mahluklara aittir. Allah’ın iradesi fiilinden başka bir şey değildir. O, bir şeyin olmasını isterse ol der ve o da oluverir. Bu iş için ne bir kelimeye, ne konuşmaya ve ne de düşünüp karar almaya muhtaçtır. Allah-u Teala nitelendirilemeyeceği gibi, onun işleri de nitelendirilemez.

Allah-u Teala’nın ne şekildeliği söz konusu olamayacağı gibi onun irade ve fiillerinde ne şekilde ve nasıllığı söz konusu olamaz.

12- Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a arz ettim: Halk Peygamber efendimizden “Allah Adem (a.s)’ı kendi şeklinde yarattı” buyurduğunu naklediyor.

İmam (a.s): Allah onların canını alsın! Hadisin birinci kısmını atmışlar. Hadisin aslı şöyledir: Bir gün Peygamber efendimiz, birbirine küfreden iki kişinin yanından geçiyordu. Onlardan biri diğerine “Allah senin yüzünü ve sana benzeyen herkesin yüzünü çirkinleştirsin” dedi. Allah’ın resulü ona “Ey Allah’ın kulu! Kardeşine böyle söyleme. Çünkü Allah-u Teala Adem (a.s)’ı da ona benzer şekilde yaratmıştır” buyurdular.

 

13- Muhammed bin Ubeyde diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a “Ey İblis! Benim kendi elimle yarattığıma secde etmene ne mani oldu?” (Sad/75) ayeti hakkında sordum. Şöyle buyurdular: Burada “elimle”den maksat, güç ve kudrettir.

Kitabın yazarı Şeyh Saduk diyor ki: Ben Şia’nın bazı büyüklerinden şöyle dediklerini duydum: İmamlar ayeti okuyunca “halaktu” (yarattım) kelimesinde duruyor, daha sonra “biyedi” (elimle) kelimesinden devamını okumaya başlıyorlardı. Bu durumda ayetin devamının manası şöyle oluyor: “Kendi elimle (nimetimle) bana mı kibirleniyorsun? Yoksa sen, yücelerden misin?” Burada “el” nimet ve ihsan manasında kullanılmıştır. Halk arasında bu tip tabirlere rastlanmaktadır. Örneğin; “Benim kılıcımla benimle mi savaşıyorsun?” veya “Benim mızrağımla bana mı vuruyorsun?” gibi tabirler yaygındır. Kısaca ayet “Benim nimetimle bana mı isyan ediyorsun?” manasına geliyor.

 

14- Hasan bin Sait, İmam Rıza (a.s)’dan şöyle naklediyor: İmam Rıza (a.s) “O gün paçalar sıvanır, secdeye davet edilirler fakat, güçleri yetmez.” (Kalem/42) ayetini şöyle tefsir ettiler: “Nurdan olan hicap kaldırıldığında müminler secdeye kapanırlar. Ama, münafıkların sırtı düz olur, sertleşir. Artık secde edemezler.”

 

15- İmam Rıza (a.s), metindeki senetle Emir’ül Müminin Ali (a.s)’ın Kûfe Mescidi’nde şöyle bir hutbe okuduğunu nakletti: “Hamd Allah'a mahsustur; ne kendisi bir şeyden yaratılmıştır, ne de yaratıklarını bir şeyden yaratmıştır. Eşyaların hâdis olmasını (sonradan yaratılmışlığını) kendi ezeli oluşuna tanık kılmıştır, mahluklarının acizlik ve zayıflığını kendi kudretinin göstergesi yapmıştır ve yaratıkların fenâsını kendi bekâsına delil kılmıştır. Hiçbir mekân onun dışında değildir ki, onun için bir mekân düşünülsün; onun bir benzeri yoktur ki, bir nitelikle vasfedilsin; hiçbir şey onun ilminin dışında değil ki, bir haysiyetle (durumla) tanınabilsin.

O, bütün sıfatlarda yaratıklarından farklıdır. Zâtının idrak edilmesi mümkün değildir. Çünkü yaratıklar (onun emriyle) devamlı değişim halindedirler. Oysa kendisi ululuk, azamet ve büyüklüğünden dolayı her türlü değişimlerden uzaktır. Mahir, zeki ve keskin anlayış sahiplerinin ona sınır tayin etmeleri haramdır; ince ve derin düşünürlerin onu biçimlendirmeleri yasaktır; görüş okyanusunun dalgıçlarının onu tasvir etmeleri de imkânsızdır. Mekânlar, azametinden dolayı onu kapsayamazlar; ölüler, celalinden dolayı onu ölçemezler; mikyaslar, ululuğundan dolayı onu ölçüp biçemezler; vehimlerin onun künhüne varması, kavrayışların onu kavraması, zihinlerin ona örnek getirmesi imkânsızdır. Yüce akıllar, onun vücudunu kuşatarak keşfetmekten ümitsizdirler. Uçsuz bucaksız ilim deryaları onun künhünün hakikatine işaret etmede kurudurlar. Onun kudretini vasfetmeye kalkışan en zarif düşünceli insanlar, aciz ve zelil bir şekilde geriye dönmüşlerdir. O birdir, ama birliği sayısal değildir; daimidir, ama daimiliği zamansal değildir; kaimdir, ama kaimliği sütunlarla değildir. O cins değildir ki cinsler, onun eşi olabilsinler. O karartı değil ki karartılar ona benzemiş olabilsinler. O eşyalar gibi değil ki bu vesileyle vasıflandırılabilsin. Akıllar, onu idrak etmenin akım dalgalarında sapmışlardır. Düşünceler onun ezeliliğinin niteliğini kavramakta şaşkındırlar. İdraklar onun kudretinin vasfını anlamakta mahsurdur. Zihinler onun melekutunun (ilahi aleminin) engin feleklerinde gark olmuştur. O, bütün nimetlere kadirdir; ululuğuyla güçlüdür; her şeyin sahibidir. Ne devran onu yıpratır, ne zaman onu eksiltir ve ne de vasıf onu kuşatabilir (belirleyebilir). Sabit ve sert varlıklar kökü ve esasında onun için boyun eğmiştir. Sağlam kale ve dağlar, en yüksek zirveye sahip olmalarına rağmen, onun için boyun eğmiş durumdadır. Bütün mahlukatı kendi rabliğine şahit, onların acizliğini kendi kudretine delil, hâdisliğini (sonradan oluşunu) kendi kadimliğine (ezelî oluşuna) tanık ve zevalini (yok oluşunu) de kendi bekâsına (ebedîliğine) gösterge kılmıştır. Varlıklar onun emrinden kaçıp kurtulamaz, onun kuşatma gücünden dışarı çıkamaz, onun saymasından (divan nizamından) kendilerini saklayamaz ve kendileri üzerindeki onun kudretinden kaçınamazlar. Hilkat, nizam ve sağlamlığı bir nişane, tabiat terkipleri bir delalet, alemdeki yıpranma ve yok olma kadimliğine bir delil ve sanatının sağlamlığı ve hikmeti ise, ibret olarak yeterlidir. Onun için belirlenmiş bir sınır, örnek verilebilecek bir misil ve ondan saklı tutulmuş hiçbir şey yoktur. Allah-u Teala örnek verilmekten ve mahlukların sıfatından çok üstün ve yücedir.

Onun Rabliğine iman ederek inkârcılarına da karşı çıkarak ondan başka ilahın olmadığına şehadet ederim. Muhammed’in onun kulu ve resulü olduğuna, onu (Peygamberimizi) en hayırlı yerde karar kıldığına, en değerli soy ve en temiz rahimlerden naklettiğine, en asil kaynaktan, en üstün kökten, en değerli soydan peygamberlerini yarattığına ve eminlerini de ondan seçtiği şecereden yarattığına şehadet ederim; öyle şecere ki ağacı tertemiz, sütunu dümdüz, gövdesi  yüksek, dalları yemyeşil ve parlak, meyveleri olgunlaşmış ve tatlı, içi ise kerametle doludur. O soy ağacı kerametli bir mekâna ekildi, kutsal haremde yeşerdi, orada yayıldı ve meyve verdi, orada aziz ve güçlü oldu, derken büyüdükçe büyüdü. Öyle bir hadde ulaştı ki, Allah onu Ruh’ul Emin ile (Cebrâil) şereflendirdi. Açık bir nur ve yazılı bir kitapla iftiharlandırdı. Burak’ı onun emrine verdi ve melekler onunla el sıkıştılar. Allah-u Teala şeytanları onun vesilesiyle korkuttu, putları ve sahte ilahları onun vesilesiyle yok etti. Onun sünneti rüşt, siyeri adalet, hükmü ise haktır. Rabbinin ona emrettiği şeyi açıkça söyledi ve ulaştırmakla görevli olduğu mesajı iletti. Öyle ki, halkı açıkça tevhide davet etti ve “lâ ilahe illallah, vahdehu lâ şerike leh” (Allah’tan başka ilah yoktur, O tektir ve şeriki yoktur) şiarını halk arasında yaygınlaştırdı. Öyle ki, vahdaniyeti Allah’a halis kıldı ve rububiyeti onun için sâf etti. Derken Allah-u Teala tevhidle onun delilini aşikâr etti, İslam ile onun derecesini yüceltti ve Allah-u Teala kendi katındaki rahmet ve makamı onun için seçti. Allah’ın selamı ona ve pak Ehl-i Beyt’ine olsun.”

 

16- İbrahim bin Ebu Mahmud diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan “Allah onları karanlıklara terk eder, görmezler” (Bakara/17) ayeti hakkında sordum, şöyle buyurdular: “Mahluklar için bırakma, terk etme tabirlerini kullanmak doğrudur ama, Allah-u Teala’yı bu tabirlerle vasıflandırmak doğru değildir. Allah-u Teala onların küfür ve dalaletten dönmeyeceğini bildiği için yardım ve lütfünü onlardan kesmekte ve onları kendi başlarına bırakmaktadır.”

Ravi diyor ki: İmam (a.s)’dan “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir” (Bakara/7) ayeti hakkında sordum, şöyle buyurdular: Allah-u Teala onların kalplerini kâfirliklerinden dolayı mühürlemiştir. Nitekim Allah-u Teala, Kur’an’ın başka bir ayetinde şöyle buyuruyor: “Doğrusu Allah, onların kalpleri üzerine küfürleri yüzünden mühür vurmuştur. Pek azı müstesna, onlar iman etmezler.” (Nisa/15)

Ravi diyor ki: Daha sonra İmam (a.s)’a şöyle sordum: Acaba Allah kullarını günah işlemeye mecbur eder mi?

İmam (a.s): Hayır, Allah-u Teala kullarına seçme hakkı tanıyarak her istediklerini yapmalarına izin vermiştir ve mühlet vererek onlara tövbe etme fırsatı tanımıştır.

Ravi: Allah kullarını güçlerinin yetmediği bir şeyle sorumlu tutar mı?

İmam (a.s): Allah-u Teala “Rabbin kullara zulmedici değildir” (Fussilet/3) buyurduğu halde nasıl böyle yapar?

İmam daha sonra şöyle devam etti: Babam Mûsa bin Câfer kendi babası Câfer bin Muhammed’den bana şöyle nakletti: “Kim Allah’ın, kullarını günaha mecbur ettiği ve kullarını onların güçleri yetmeyecek şeylerle mükellef kıldığı zannına kapılırsa onun boğazladığı hayvanın etinden yemeyin, tanıklığını kabul etmeyin, arkasında namaz kılmayın ve zekâttan da ona bir şey vermeyin!”

 

17- Yezid bin Umeyr bin Muaviye eş-Şamî diyor ki: Merv’de İmam Rıza (a.s)’ın huzuruna giderek kendisinden İmam Sâdık (a.s)’dan nakledilen “Ne cebirdir, ne tevfiz; ikisinin arasıdır” hadisin manasını sordum.

İmam (a.s): Kim Allah’ın bizim işlerimizi bizzat kendisinin yaptığına ve daha sonra da o işlerden dolayı bizi azaplandıracağına inanırsa, cebre inanmış olur. Kim de Allah’ın yaratma ve rızık verme işlerini hüccetlerine (imamlara) bıraktığını söylerse tevfize inanmış olur; cebre inanan ise kâfir; tevfize inanan da müşriktir.

Ravi: Öyleyse “ikisinin arasıdır” ibaretinin manası nedir?

İmam (a.s): Manası şudur ki: Kullar Allah’ın emrettiklerini yapmakta ve nehyettiklerini de yapmamakta muhtardırlar.

Ravi: Acaba kulların yaptıkları işlerde Allah-u Teala’nın meşiyyet ve iradesi var mıdır?

İmam (a.s): Allah-u Teala’nın itaatteki iradesi; onu emretme, amele razı olma ve kullarına o işte yardım etmektir. Allah’ın günahlar karşısındaki iradesi ise; nehyetme, o amelden dolayı gazaplanma ve o amelde kullara yardımda bulunmamaktır.

Ravi: Acaba kulların amellerinde Allah'ın kaza ve kaderi var mıdır?

İmam (a.s): Evet; kulların yaptıkları bütün işlerde ister hayır olsun, ister şer, Allah’ın kazası ve kaderi vardır.

Ravi: Bu kazanın manası nedir?

İmam (a.s): Kaza; Allah-u Teala’nın kullara amellerinden dolayı dünya ve ahirette hakketmiş oldukları sevap veya azabın verilmesine hükmetmesidir.

 

18- Abdulaziz bin Müslim diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a “Allah’ı unuttular ve Allah da onları unuttu” (Tevbe/67) ayetinin manasını sordum. Şöyle buyurdular: Allah-u Teala ne unutur, ne de gaflet eder. Unutmak ve gaflet, mahluklara mahsustur. Allah-u Teala’nın “Rabbin unutkan değildir” (Meryem/64) buyurduğunu duymadın mı? Yukarıdaki ayetin manası şudur: Allah-u Teala, kendisini ve kıyameti unutanları, kendileri kendi unutmakla cezalandırmaktadır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unutmuşlar. (Allah da) onlara kendilerini unutturmuştur. İşte bunlar, fâsıkların ta kendileridirler.” (Haşr/19) Yine şöyle buyurmuştur: “Onlar bugüne (kıyamet gününe) kavuşmayı nasıl unuttuysalar biz de onları bugün öyle unutacağız.” (Âraf/51) Yani onları terk edeceğiz (kendi başlarına bırakacağız). Nasıl ki onlar, böyle bir güne hazırlanmayı terk ettiler.

 

Kitabın yazarı diyor ki: “Onları terk edeceğiz” ibaretinden maksat; onlara, kıyametin gerçekleşeceğine inananların sevabını vermeyeceğiz demektir. Çünkü terk etme, (bırakma) gibi fiiller Allah için söz konusu edilemez. “Allah onları karanlıklara terk eder, öyle ki bir şeyi göremezler” ayetinden kasıt; yani, Allah onları azaplandırmada acele etmez ve tövbe etmeleri için onlara mühlet verir.

 

19- Ali bin Fazzal babasından şöyle naklediyor: İmam Rıza (a.s)’dan “Hayır! Muhakkak ki onlar, o gün Rablerinden (inen) bir perde arkasında kalacaklardır (onu göremeyeceklerdir)” (Mutaffifin/15) ayeti hakkında sordum. İmam Rıza (a.s) buyurdular ki: Allah-u Teala’yı, kullar bir perdenin arkasındadır ve onu göremeyecekler şeklinde vasıflandırmak doğru değildir. Ayetin manası, onlar Allah-u Teala’nın sevabından mahrum kalacaklardır, şeklindedir.

Ravi diyor ki; İmam Rıza’dan “Rabbin ve melekler saflar halinde geldiler” (Fecr/22) ayetini sordum. Buyurdular ki: Allah-u Teala gitme ve gelme eylemiyle vasıflandırılamaz. Allah’ın şânı bundan çok daha yücedir. Ayetin manası, “Rabbinin emri gelip, melekler saf-saf olduğunda..." şeklindedir.

Yine ravi diyor ki: İmam’dan “Onlar Allah’ın meleklerle birlikte kendilerine buluttan gölgeler arasında gelivermesini mi bekliyorlar?” (Bakara/210) ayeti hakkında sordum. Buyurdular ki; Ayet şu manadadır: Yani, “Acaba onlar, Allah’ın melekleri bulutlar arasından onlara göndermesini mi bekliyorlar?”

Yine ravi diyor ki: İmam (a.s)’a “Allah onlarla alay etti” (Tevbe/79), “Allah onları istihza eder” (Bakara/15), “Hile yaptılar ve Allah da hile yaptı” (Âl-i İmran/54) ve “Münafıklar Allah’a hile yapmaktadır, Allah da onlara hile yapmaktadır” (Nisa/142) ayetlerini sordum. Cevaben şöyle buyurdular: Allah-u Teala ne alay eder ve ne de hile yapar. Ancak, hile ve alaylarına uygun olarak onları cezalandırır. Allah-u Teala’nın şânı zalimlerin söyledikleri ve zannettiklerinden çok daha yücedir.

 

20- Hasan bin Ali el-Hazzaz (Veşşa) diyor ki: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdular: Kıyamet gününde Resulullah (s.a.a) Allah’ın eteğinden tutacak, bizler de Resulullah’ın eteğinden tutacağız, şialarımız da bizim eteğimizden tutacaklar. Sözlerine devam ederek buyurdular: Etekten kasıt, nurdur. Başka bir hadiste de şöyle buyurmuşlardır: Etekten kasıt dindir.

21- İbrahim bin Ebu Mahmud diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a halkın, Peygamber-i Ekrem’den naklettikleri: “Allah-u Teala her Cuma akşamı dünya semasına gelir” hadîsi hakkında görüşünüz nedir, diye sorduğumda şöyle buyurdular: Allah’ın lâneti, kelimelerin yerini değiştirerek sözün manasını tahrif edenlerin üzerine olsun. Allah’ın resulü böyle bir şey söylememiştir. Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu şundan ibarettir: “Allah-u Teala her gecenin son üçte birlik kısmında ve Cuma gecesinin evvelinden itibaren bir meleği dünya semasına gönderir. O melek, Allah’ın emriyle şöyle nida eder: Acaba bir şey isteyen yok mu ki, onun isteğini yerine getireyim? Tövbe eden yok mu ki, onun tövbesini kabul edeyim? Mağfiret dileyen yok mu ki, onu bağışlayayım? Ey hayrı isteyen! Bu tarafa gel. Ey kötülük peşinde olan! Vazgeç. Bu melek fecre kadar böyle seslenmeye devam eder. Fecir zamanı geldiğinde bu melek, melekut alemindeki yerine geri döner.” Bu hadisi babam kendi babasından ve o da kendi babaları vasıtasıyla Peygamber efendimiz (s.a.a)'den benim için nakletti.

 

22- Dâvud bin Süleyman Kazvinî, İmam Rıza (a.s)’ın babaları vasıtasıyla Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor: Allah’ın resulü buyurdular ki: “Mûsa bin İmran Allah-u Teala ile münacat ettiğinde şöyle arz etti: Allah’ım! Eğer bana uzaksan seni yüksek sesle anayım ve eğer bana yakınsan seni alçak sesle anayım? Allah-u Teala ona şöyle vahyetti: Ben, beni ananın yanındayım. Mûsa (a.s) arz etti: Ey rabbim! Ben, bazen öyle bir halde oluyorum ki, senin şânını seni o halde anmaktan çok daha yüce biliyorum. Allah-u Teala buyurdu ki: Ey Mûsa! Bütün hallerde beni anmaya devam et.”

 

23- Feth bin Yezid-i Curcanî diyor ki; İmam Rıza (a.s)’ın Allah-u Teala hakkında şöyle dediğini duydum: “O latif ve her şeyden haberdar olandır, işiten ve görendir, birdir ve ihtiyaçsızdır. Öyle bir ihtiyaçsız ki ne doğmuştur, ne doğurulmuştur ve ne de benzeri vardır. Eşyayı icat eden cisimlere cisimlik veren ve şekilleri şekillendiren odur. Eğer dedikleri gibi olsaydı yaratanla yaratılan, icat edenle icat edilen birbirinden ayırt edilemezdi. Ancak icat eden odur. Allah'ın, icat edip cisme büründürerek şekillendirdiği ile arasında fark vardır. Çünkü hiçbir şey onun benzeri değildir ve o da hiçbir şeye benzememektedir.”

Ravi diyor ki: İmam (a.s)’a şöyle arz ettim: Canım size feda olsun, doğru söylüyorsunuz. Ama siz, “Allah birdir ve ihtiyaçsızdır” ve “Hiçbir şeye benzemez” buyurdunuz. Oysa Allah-u Teala birdir, insan da birdir. Bu yönden birbirlerine benzemediler mi?

İmam (a.s) buyurdular ki: Ey Feth! Allah seni sabit kadem kılsın, imkânsız olan bir şey söyledin. Bizim kastettiğimiz benzerlik, mânâdaki benzerliktir. İsim, bütün varlıklarda aynıdır ve isimlendirilenin nişanesidir. İnsana “birdir” denildiğinde kasıt; onun iki değil de bir cüsseye sahip olduğudur. Ama insan, gerçek manada bir değildir. Çünkü aza ve renkleri çoktur. İnsan, birbirinden farklı olan bir grup azalardan ibarettir. Kanı etinden, eti kanından, asabı (sinir sistemi) damarından, saçı derisinden ve siyahlığı beyazlığından farklıdır. Diğer mahluklar da böyledir. Demek ki insan, sadece isim olarak tektir. Ama manada tek değildir. Oysa Allah-u Teala öyle birdir ki, ondan başka bir yoktur. Onun kendisinde hiçbir türlü farklılık söz konusu değildir. Onda eksiklik veya fazlalık yoktur. Ama insan, birbirinden farklı azalar ve maddeler topluluğundan yaratılmıştır. İnsan, bunların toplamıyla bir şeydir.”

Ravi: Fedan olayım, beni rahatlattın, Allah da seni rahatlatsın! Allah’ın birliğini tefsir ettiğiniz gibi, onun latiflik ve her şeyden haberdar olma (habir) sıfatını da benim için izah eder misiniz? Elbette Allah’ın lütfüyle yarattıklarının lütfü arasında fark olduğunu biliyorum. Ama, ben bu farkı bana izah etmenizi istiyorum.

İmam (a.s): Ey Feth! Allah-u Teala’ya, yaratmadaki zerafeti ve en küçük varlıklara dahi ilmiyle hükmetmesi dolayısıyla latif diyoruz. Onu, büyüklü küçüklü nebatlardaki sanatının eserini, sivrisinek veya gözün zor görebildiği hatta daha da küçük, bazıları o kadar küçük ki; büyüğünü küçüğünden, erkeğini dişisinden, yeni doğanı eski doğandan ayırt etmek dahi çok zor  hayvanları yaratmadaki inceliği görmüyor musun?

Halbuki onların küçüklüğünün nasıl bir zerafet dahilinde olduğunu eşleşmeye hidayet olduklarını, ölümden kaçışlarını, ihtiyaç duydukları şeyleri denizin engin yerlerinden, ağaç kavuklarından ve çöllerden toplamalarını, birbirleriyle kendilerine has dilleriyle konuşmalarını, yavrularının büyük olanların sözlerini anlamasını, ana ve babalarının yavruları için yiyecek getirmesini gördüğümüzde, daha sonra kırmızının sarı ve beyazın yeşille karışımındaki renklerin oluşumuna, aynı şekilde gözlerimizin zor göreceği, gözlerimizle görülmeyecek, elimizle hissedilmeyecek şeylere baktığımızda bunları yaratanın latif ve dakik olduğunu anlamış oluruz.

Latif olan Allah, açıkladığımız şeylerin yaratılışını hiçbir vesile ve alete ihtiyaç duymaksızın tam bir letafet ve incelikle yaratmıştır. Şüphesiz her bir şeyi yapan, yaptığı şeyi başka bir şeyle yapmıştır. Ama halik (yaratıcı) ve latif olan (cismani olmayan) Allah-u Teala, bütün alemi yoktan var etmiştir.

 

24- Muhammed bin Sinan diyor ki; İmam Rıza (a.s)’dan şöyle sordum: Acaba Allah-u Teala mahlukları yaratmadan önce kendi kendisinin farkında mıydı?

İmam (a.s): Evet.

Muhammed bin Sinan: Kendi nefsini görüyor ve sesini de duyuyor muydu?

İmam (a.s): Böyle bir şeye ihtiyaç duymuyordu. Çünkü kendisi böyle bir şey istememiştir. Onun varlığı kendisi ve kendisi de varlığıdır. Onun kudreti nâfizdir. Bundan dolayı da kendisini isimlendirmeye ihtiyacı yoktur. Ama kendisine bir takım isimler seçmiş ki, diğerleri onu bu vesileyle çağırsınlar. Zira kendi ismiyle çağırılmazsa tanınmaz. Onun kendisine seçtiği ilk isim, Aliyy’ul Azim’dir. Çünkü o, her şeyden üstündür. Onun manası ve gerçekliği Allah’tır. Adı ise Aliyy’ul Azim’dir. Zira o, her şeyden daha üstündür.

 

25- Muhammed bin Sinan diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan “İsim nedir?” diye sordum. Buyurdular ki: İsim, sıfatlandırılan için bir sıfattır (yani, tanımak için bir alâmettir).

 

26- Ali bin Hasan bin Ali bin Fazzal, babasından İmam Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor: Allah-u Teala, insanların yazıyla tanışabilmesi için yarattığı ilk şey alfabedir. Eğer birinin başına bir darbe vurulur ve bu darbe neticesinde bazı kelimeleri fasih bir şekilde söyleyemezse bu durumda hüküm şöyle olur: Alfabenin harfleri bir bir o şahsa sunulur ve telaffuz edemediği harf sayısınca ona diyet ödenir. Babam babasından, o da dedesinden Hz. Ali (a.s)’ın Elif-bâ harfleri hakkında şöyle buyurduğunu naklediyor: “Elif” Allah’ın nimetleri, “Bâ” Allah’ın sevinci, “Tâ” Âl-i Muhammed’in Kâimi’nin (İmam Zaman) işinin kemale ermesi, “Sâ” iyi işlerinden dolayı müminlerin alacağı sevaptır. “Cim” Allah’ın cemal ve celali, “Hâ” Allah’ın günahkârlar hakkındaki hilmi, Hâ” günahkârların Allah katında ad ve sanının batması, “Dal” Allah’ın Rauf ve Rahimliğini, “Zâ” kıyametteki zelzeleleri, “Sin” ise ilahi nuru simgeler. “Şin” Allah istediğini istedi ve irade ettiğini de irade etti; Allah istemedikçe siz isteyemezsiniz. “Sâd” insanların sırata sevk edilmesi ve zalimlerin mirsatta (gözetleme yerinde) hapsedilmesi hakkındaki vaadin gerçek olmasıdır. “Dâd” Muhammed ve Âl-i Muhammed’e muhalif olan herkesin dalalet içinde olduğunu simgeler. “Tâ” müminler için hayırlı ve güzel bir akıbetin olduğunu, “Zâ” da müminlerin Allah’a hüsnü zanları, kâfirlerin ise suizanları olduğunu simgeler. “Ayn” ilmi, “Gayn” ihtiyaçsızlığı, “Fâ” ateş şûlelerinden bir şûleyi ve “Gâf” toplanması ve okunması Allah’a ait olan Kur’an-ı Kerim’i simgeler. “Kâf” kifayeti, “Lâm” kâfirlerin Allah-u Teala’ya nispet verdikleri yalan ve boş sözleri simgeler. “Mim” Allah’tan başka hiç kimsenin malik olmadığı günde Allah’ın maliklik ve padişahlığını simgeler. Allah-u Teala o gün; “Bugün padişahlık kime aittir” (Mümin/16) buyuracak. Daha sonra Allah’ın peygamberi, elçileri ve hüccetleri “Bir ve kahhar olan Allah’a aittir” (Mümin/16) diyecekler. Daha sonra Allah-u Teala “Bugün herkes kazandığı ile cezalanacaktır, bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir” (Mümin/17) buyuracaktır. “Nûn” Allah-u Teala’nın müminlere vereceği bağışı ve kâfirleri düçar edeceği azaptır. “Vav” Allah’a isyan edenin vay haline! “Hâ” Allah’ın emrine uymayanın onun karşısındaki zelillik ve aşağılığıdır. “Lamelif” (Lâ), “lâ ilahe illallah”ın simgesidir ki, ona İhlas Kelimesi denilmektedir. Her kul onu ihlas ile zikrederse cennet ona farz olur. “Yâ” Allah’ın elinin yaratıkları üzerinde açık olduğunu ve onlara rızık verdiğini simgeler. Allah-u Teala, müşriklerin onu vasfettikleri şeylerden münezzeh ve yücedir.

Daha sonra İmam (a.s) buyurdular ki: Allah-u Teala Kur’an’ı bu harflerle (Arap alfabesine göre) nazil etti ve daha sonra şöyle buyurdu: “De ki: Yemin ederim insanlar ve cinler bu Kur’an’ın benzerini getirmek için toplanmış olsalar, birbirlerine yardım da etseler, yine onun bir benzerini getiremezler.” (İsra/88)

 

27- Hamdan bin Süleyman Nişaburî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a “Allah kime hidayet vermeyi dilerse onun gönlünü İslam’a açar, kimi de sapıklıkta bırakmak isterse onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır; sanki göğe çıkıyormuşçasına...” (Enam/125) ayeti hakkında sordum. Buyurdular: Allah-u Teala dünyada imanı olan birisini ahirette, cennet ve keramet evine sokmak isterse Allah’a teslim olmak, ona güvenmek ve onun vaadettiği sevaplara itimat etmek için onun gönlünü açar; böylece gönül rahatlığına kavuşur. Allah-u Teala her kimi de dünyadaki ona karşı küfür ve isyanından dolayı ahirette cennetinden ve keramet evinden mahrum kılmak isterse onun göğsünü daraltır; öyle ki küfründe şekke kapılır ve itikadından dolayı kalbi ıstıraba maruz kalır. Adeta göğe çıkacakmış gibi zorlaşır (gökyüzüne çıkıldıkça azalan oksijenin insana verdiği zorluk gibi). İşte böylece Allah-u Teala, ricsi (pislik ve çirkinliği) iman etmeyenlerin üzerine kılar.

 

28- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi olan Muhammed bin Horasanî diyor ki: Zındığın biri İmam Rıza (a.s)’ın huzuruna vardı. O sırada bir takım insanlar da oradaydı. İmam buyurdu ki: Söyle bakalım, eğer senin dediklerin doğru olursa -gerçi doğru değil- biz ve siz eşit değil miyiz? Bu durumda namaz, oruç, zekât ve diğer inançlarımız bize bir zarar verir mi?

Adam hiçbir şey söylemedi ve İmam şöyle devam etti: Eğer bizim dediklerimiz doğru olursa -ki doğrudur- bu durumda siz helak, bizse kurtulmuş olmaz mıyız?

Zındık: Allah sana rahmet etsin, bana Allah’ın nasıl ve nerede olduğunu açıklar mısın?

İmam (a.s): Vay senin haline! Allah hakkında yanlış bir zanna kapılmışsın. Mekânı icat eden odur. O vârolduğunda mekân yoktu. Nasıllığı icat eden de odur. O vâr iken nasıllık yoktu. Bundan dolayı da mekân, keyfiyet ve duyu organlarıyla derk edilmesi mümkün değildir ve hiçbir şeyle de kıyas edilmez.

Zındık: Eğer hiçbir duyu organıyla onu derk etmek mümkün değilse demek ki öyle bir şey yoktur.

İmam (a.s): Vay senin haline! Duyu organların onu idrak etmekten acizdir diye onu inkâr mı ediyorsun? Oysa ki biz onu idrak etmekten aciz olduğumuzda onun bizim rabbimiz ve diğer varlıklardan da farklı olduğuna yakin ediyoruz.

Zındık: Söyle bakalım, Allah ne zaman vardı?

İmam (a.s): Sen Allah’ın ne zamandan beri olmadığını söyle de ben ne zamandan beri olduğunu söyleyeyim.

Zındık: Allah’ın vârolduğuna dair deliliniz nedir?

İmam (a.s): Kendi bedenime baktığımda enimden ve boyumdan bir şey azaltmaya veya çoğaltmaya kadir olmadığımı, zorlukları ondan defedip faydalı olan şeyleri ona cezbetmekten aciz olduğumu görüyorum. Bu durumda bu yapının bir ustasının olduğunu anlıyor ve ona iman ediyorum. Buna ilaveten, gezegenlerin onun emri ve kudretiyle hareketine, bulutların oluşmasına, rüzgârın esmesine; ayın, güneşin ve yıldızların hareketlerine ve Allah-u Teala’nın diğer hayret verici sağlam ayetlerine baktığımda bütün bunları icat ve takdir eden birinin vârolduğu kanısına varıyorum.

Zındık: Öyleyse niçin gizlidir?

İmam (a.s): Allah’ın kullarına nispetle hicaplar arkasında olmasının nedeni onların aşırı günahlarıdır. Ama, gece ve gündüzde saklı olan hiçbir şey, Allah-u Teala’dan gizli değildir.

Zındık: Niçin gözler onu görmüyor?

İmam (a.s): Çünkü, onunla gözle görülen varlıklar arasında fark olmalıdır. Buna ilaveten, Allah’ın şânı; gözle görülmekten, fikir ve aklın onu idrak etmesinden çok daha yücedir.

Zındık: Onun sınırını benim için açıkla.

İmam (a.s): Onun sınırı yoktur.

Zındık: Niçin?

İmam (a.s): Çünkü sınırlanan her şeyin bir nihayeti vardır. Eğer onu sınırlamak mümkün olursa, çoğalıp eksilmesi de mümkün olur. Öyleyse Allah-u Teala sınırsızdır, çoğalıp eksilmez, kısımlara ayrılmaz ve akıl ile tasavvur edilmez.

Zındık: Siz, Allah’ın Latif, Semî (işiten), Hekim, Basir (gören) ve Alim olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar ne manaya geliyor? Acaba birisi gözü olmadan gören, kulağı olmadan duyan, eli olmadan latif (zarif ve dakik) veya sanat ehli olmadan hekim olabilir mi?

İmam (a.s): İnsanlar arasında latiflik sıfatı, bir kimse bir şeyi yapmak istediğinde söz konusu edilir. Hiç görmedin mi; biri bir işi yapmak istediğinde eğer çok dikkatle yaparsa, "filan şahıs işini ne kadar da dikkat ve zerafetle yapıyor" derler? Durum böyle iken, irili ufaklı bunca varlık yaratan, hayvanlarda ruhlar icat eden ve bütün cinsleri birbiriyle karışmayacak şekilde yaratan Allah, nasıl olur da latif olmaz? Bütün varlıklar zahiri terkipleri (yapıları) itibarıyla latif ve habir (her şeyden haberdar) olan Allah-u Teala’nın lütuflarından bir lütuftur. Daha sonra biz ağaçlara ve yenilen-yenilmeyen meyvelerine dikkatle bakarak “Bizim rabbimiz latiftir ama, latifliği kullarınınki gibi değildir” dedik. Daha sonra; “O, duyandır. Yerle gök arasındaki kara ve denizdeki en küçük karıncasından tut, en büyük hayvanlarına kadar yaratıklarının sesleri ona gizli değildir ve onların hiçbirinin dilini bir diğeriyle karıştırmaz” dedik. Bu durumda dedik ki: “O, kulaksız işiten ve gözsüz görendir.” Çünkü o, siyah bir taşın üzerindeki küçücük tohum tanesinin eserini zifiri karanlık bir gecede görüyor. Yine, karıncanın gece karanlığındaki hareketini, onun zarar ve faydalarını, eşiyle cinsel ilişkisinin eserini ve (bu ilişkiden sonra meydana gelen) yavrularının neslini görüyor. Sonuçta; “O, görendir ama mahlukların görmesi gibi değil” dedik.

Ravi diyor ki: Bu karşılıklı soru ve cevap o zındık Müslüman oluncaya dek devam etti. Zikredilen bu meselelerden başka diğer sözler de bu hadiste vardı.

 

29- Feth bin Yezid el-Curcanî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan “Marifetin (Allah’ı tanımanın) yolu nedir?” diye sordum. Şöyle buyurdular: Allah’tan başka bir mâbudun olmadığına, benzeri ve misli bulunmadığına, sabitliğine, kadimliğine, varlığına, kaybolmadığına ve hiçbir şeyin onun gibi olmadığına ikrar etmektir.

 

30- Abdulaziz bin el-Muhtedî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan tevhid hakkında sordum, şöyle buyurdular: Kim İhlas Sûresi’ni okur ve ona iman ederse tevhidi tanımıştır. Sordum ki: Nasıl okunmalı? Buyurdular: Halkın okuduğu gibi. Daha sonra üç defa “kezalikellahu rabbi” (benim rabbim böyledir) cümlesini de ekledi.

 

31- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi Muhammed bin Ali el-Horasanî diyor ki: Zındığın biri İmam Rıza (a.s)’dan şöyle sordu: Acaba Allah “şeydir” denilebilir mi?

İmam (a.s) buyurdular: Evet; Allah-u Teala Kur’an’da kendisini “şey” diye adlandırmıştır. Kur’an’da şöyle buyuruyor: “De ki: Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah benimle sizin aranızda şahittir.” (Enam/19) O, şeydir; ama, hiçbir şey onun gibi değildir.

 

32- Hüseyin bin Halid diyor ki: Bir gün adamın biri İmam Rıza (a.s)’ın yanına gelerek şöyle sordu: Ey Peygamber’in oğlu! Bu alemin hâdis (sonradan yaratılmış) olduğunun delili nedir? İmam buyurdular ki: Sen bir zamanlar yoktun. Sonra vâroldun ve kendin de biliyorsun ki sen, kendi kendini var etmedin ve kendin gibi birisi de seni icat etmedi.

 

33- Ebu Salt Abdüsselam bin Salih-i Herevî diyor ki: Bir gün Memun İmam Rıza (a.s)’a “O, hanginizin daha güzel amel ettiğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Daha önce arşı suyun üstünde idi” (Hud/7) ayeti hakkında sordu. İmam (a.s) buyurdular: Allah-u Teala arşı, suyu ve melekleri; göklerden ve yerlerden önce yarattı. Melekler kendilerine, arşa ve suya bakarak Allah'ın varlığına delil getiriyorlardı. Daha sonra Allah-u Teala kudretini meleklere göstermesi ve her şeye gücünün yeteceğini meleklerin anlaması için arşını suyun üzerine koydu. Daha sonra Allah-u Teala kendi kudretiyle arşını kaldırarak yedi göğün üzerine koydu. İşte o anda Allah-u Teala kendi arşına hakim bir halde, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Elbette Allah-u Teala dileseydi bu işi bir göz kırpmada da yapardı. Ama Allah-u Teala, zemin ve göklerdekileri bir bir yaratarak onların oluşum aşamalarını meleklere göstermesi ve böylece meleklerin bu vesileyle Allah’ın kudretine istidlal etmelerini sağlaması için onları altı günde yarattı. Allah-u Teala arşı, ona ihtiyaç duyduğu için yaratmamıştır. Çünkü o, arştan ve bütün yaratıklarından müstağnidir. Allah-u Teala hakkında o, arşın üzerine oturmuştur denilemez. Çünkü o, cisim değildir. Allah-u Teala yaratıkların sıfatlarından çok yücedir.

Ayetin “O, hanginizin daha güzel amel ettiğini imtihan etmek için...” kısmına gelince; maksat şudur ki: Allah-u Teala onları, kendine ibadet ve itaatiyle yükümlü kılarak imtihan etmek için yaratması; Kendisinin bilmesi için değil; onların durumunu sergilemek içindir. Çünkü o, her şeyi sürekli bilmektedir.

Söz buruya ulaşınca Memun şöyle dedi: Ey Ebul Hasan! Beni rahatlattın, Allah da seni rahatlatsın. Daha sonra Memun İmam (a.s)’a; Ey Resulullah’ın oğlu, Allah’ın “Eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi top yekün iman ederdi. O halde sen, mümin olsunlar diye insanları zorlayacak mısın? Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin iman etmesi mümkün değildir” (Yûnus/99-100) şeklindeki sözünün manası nedir? diye sordu.

İmam (a.s) cevaben şöyle buyurdular: Babam Mûsa bin Câfer babası Câfer bin Muhammed’den, o da babası Muhammed bin Ali’den, o da babası Ali bin Hüseyin’den, o da babası Hüseyin bin Ali’den ve o da babası Ali bin Ebu Talib’ten şöyle nakletmiştir: Müslümanlar, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e; “Ey Allah’ın resulü! Eğer üzerinde kudret sahibi olduğun kişileri Müslüman olmaya mecbur etseydin şimdi, sayımız daha çok olurdu ve düşman karşısında da daha kuvvetli olurduk” dediler. Resul-u Ekrem buyurdular: Ben, Allah’ın bana emretmediği bir şeyi yapmış olarak Allah’ın huzuruna çıkmak istemiyorum. Ayrıca ben, zorla bir işi yaptıranlardan değilim.

Bu o esnada Allah-u Teala şu ayeti nazil etti: “(Ey Muhammed!) Eğer rabbin dileseydi şüphesiz, herkes iman ederdi.” Ayet şu mantığı içermektedir: Ahirette zorluklarla karşılaştıklarından iman getirdikleri gibi, dünyada da iman ederlerdi. Eğer ben kullarıma iman etmeleri için böyle yapsaydım, onlar benim tarafımdan sevap ve övgüyü hakketmezlerdi. Ama ben, kullarımın zorla değil; kendi istekleriyle bana iman etmelerini istiyorum ki, böylece onlar, kendilerine ikramda bulunmayı, bana yakınlığı ve cennette daimi kalmayı hakketsinler. “Acaba sen, insanları iman etmeye mecbur mu etmek istiyorsun?”

Allah-u Teala’nın “Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez” sözüne gelince; ayet, insanların iman etmelerini haram kılmak manasında değildir. Ayet, Allah-u Teala’nın izni olmadan kimsenin iman edemeyeceğini beyan ediyor. Allah’ın izniyse, insanları teklif evi olan bu dünyada iman ve teslimiyete davet etmesinden ibarettir. İnsanlar iman etmeye, teklif onlardan kaldırıldıktan sonra mecbur edileceklerdir (yani, ölüp de Allah’ın azabını gördükleri an).

Memun: Ey Ebul Hasan! Beni rahatlattın, Allah da seni rahatlatsın. Şimdi de; “O kâfirler ki beni hatırlatan ayetlerimden gözleri perdelenmişti; işitmeye de güçleri yetmiyordu” (Kehf/101) ayetinin manasını açıklar mısın?

İmam (a.s): Perdenin gözün önünde olması, hatırlamanın (kalbi yönelişlerin) önünü alamaz ve hatırlamak gözle olmaz. Allah-u Teala, Ali bin Ebu Talib’in velayetini kabul etmeyenleri körlere benzetmektedir. Çünkü Peygamber (s.a.a)’in sözleri onlara ağır gelmekteydi ve onların bu sözleri dinlemeye tahammülleri yoktu.

Bunun üzerine Memun tekrar: Beni rahatlattın, Allah da seni rahatlığa kavuştursun, dedi.

 

34- Hamdan bin Süleyman diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a mektup yazarak insanların fiillerinin Allah-u Teala’nın mahluku olup olmadığını sordum. İmam (a.s) cevaben şöyle yazdılar: “İnsanların fiilleri, insanlar yaratılmadan ikibin yıl önce Allah’ın ilminde takdir edilmişti.”[26]

 

35- Hüseyin bin Halid İmam Rıza (a.s)’dan, onun da babaları vasıtasıyla Emir’ul Müminin Ali (a.s)’ın Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu naklediyor: “Kim benim havuzumun (Kevser Havuzu) varlığına iman etmezse Allah-u Teala onu bu havuza ulaştırmaz ve kim de benim şefaatime iman etmezse Allah-u Teala şefaatimi ona nasip etmez.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyen kimseleri içindir. Ümmetimden güzel amellerde bulunanlara gelince; onların aleyhine bir yol yoktur (onlar kınanmaya müstahak değillerdir).”

Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a: Ey Resulullah’ın oğlu, “Allah’ın razı olduklarından başkalarına şefaat etmezler” sözünün manası nedir? İmam (a.s) cevaben buyurdular ki: Yani, (şefaatçiler) Allah’ın, dinini beğendiği şahıslardan başkasına şefaat etmezler.

Yazar diyor ki: Mümin, iyilikleri kendisini sevindiren ve günahları ise kendisini rahatsız eden kimsedir. Çünkü Resul-u Ekrem şöyle buyurmuştur: Kim iyilikleri kendisini sevindirir ve günahları da kendisini rahatsız ederse işte o, mümindir. Mümin günahlarından dolayı üzülürse pişman olur ve pişmanlık da tövbedir; tövbe eden ise şefaat ve bağışlanmaya müstahaktır. Her kim de günahlarından dolayı rahatsızlık duymazsa mümin değildir ve mümin olamayınca da şefaate müstahak olamaz. Çünkü Allah-u Teala, onun dinini beğenmemektedir.

 

36- Yûsuf bin Muhammed bin Ziyad ve Ali bin Muhammed bin Seyyar, babaları vasıtasıyla İmam Hasan Askerî’den, o da İmam Hâdi (a.s)’dan, o da İmam Cevad (a.s)’dan, o da İmam Rıza (a.s)’dan, İmam Rıza da babaları vasıtasıyla İmam Seccad (a.s)’dan “O Allah ki size yeryüzünü döşek, gökyüzünü ise bina yapmıştır” (Bakara/22) ayeti hakkında şöyle buyurduğunu naklediyor: “Allah-u Teala yeryüzünü sizin tabiat, huy ve bedeninize uygunluk arz edecek şekilde yarattı. Onu ne yanacağınız kadar sıcak, ne donacağınız kadar soğuk, ne başınızı ağrıtacak kadar hoş kokulu, ne size eziyet edecek kadar kötü kokulu, ne onda gark olacağınız su gibi yumuşak ve ne de onda bina yapmayacak ve kabir kazamayacak kadar sert yaptı. Ama Allah-u Teala yeryüzünü, ondan faydalanabileceğiniz, kendiniz ve ailenizin onun üzerinde durabileceği bir sertlikte yarattı. Allah-u Teala onu, ev yapıp kabirler kazabileceğiniz ve sizin için gerekli olan bir çok ihtiyacı karşılayacak bir tarzda yaratmıştır. İşte bütün bunlardan dolayı Allah-u Teala, yeryüzünü sizin için bir döşek gibi yaratmıştır. Daha sonra Allah-u Teala buyuruyor ki: “Gökyüzünü de sizin için bina yaptı.” Burada binadan kasıt, tavandır. Öyle bir tavan ki; güneş, ay ve yıldızlar sizin faydanız için onda hareket halindedir. Daha sonra Allah-u Teala buyuruyor ki; “Gökyüzünden suyu indirdi...” Sudan kasıt; dağlara, tepelere ve vadilerin derinliklerine ulaşması için gökyüzünden gönderilen yağmurdur. Allah-u Teala bu yağmuru yerleriniz onu iyice kendine alması için çisentili, şiddetli, peyderpey, iri taneli ve sağnak olmak üzere muhtelif şekillere ayırdı. Allah-u Teala yağmuru bir parça olarak, bir kerede size yağdırmayı karar kılmadı. Eğer böyle yapsaydı, bu yağmur sizin yerlerinizi, ağaçlarınızı, tarlalarınızı ve meyvelerinizi yok edip giderdi. Daha sonra Allah-u Teala ayetin devamında şöyle buyuruyor: “O vasıtayla sizin için rızık olarak meyveler çıkardı.” Yani, yeryüzünde yetişen şeyleri sizin için rızık yaptı. “Öyleyse Allah’a eşler koşmayın!” Yani, akılları olmayan, duymayan, görmeyen ve ne de bir iş yapmaya gücü yetmeyen putları Allah’a benzetmeyin. Oysa ki sizin kendiniz de putların, Allah’ın size verdiği bunca nimeti vermeye kadir olmadıklarını biliyorsunuz.”

 

37- Abdulazim bin Abdullah el-Hasenî, İmam Hâdi ve İmam Cevad (a.s)’dan, onlar da İmam Rıza (a.s)’dan şöyle naklediyorlar: Bir gün, Ebu Hanife İmam Sâdık (a.s)’ın yanından ayrıldı ve yolda İmam Kâzım (a.s) ile karşılaşınca o hazretten şöyle sordu: Ey çocuk! Sence günah kimdendir?

İmam (a.s) buyurdular: Burada üç şekilde düşünülebilir: Ya Allah-u Teala’dandır; oysa kesinlikle ondan değildir. Çünkü Kerim olan Allah’a kulunu, işlemediği bir günahtan ötürü azaplandırması yakışmaz. Veya hem Allah ve hem de kuldandır; bu durumda kuvvetli olan ortağın, zayıf olan ortağa zulmetmesi doğru değildir. Veyahut da günah kuldandır -ki doğrusu budur- eğer Allah-u Teala bu kulu cezalandırırsa bu, kulun günahından dolayıdır. Eğer kulun suçundan geçerse bu da Allah-u Teala’nın kerem ve bağışlayıcılığındandır.

 

38- Ali bin Câfer el-Kûfî metindeki senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babaları vasıtasıyla İmam Hüseyin (a.s)’dan, Sekûnî ve Abdullah bin Necih İmam Sâdık (a.s)’dan, o da babaları vasıtasıyla Hz. Ali’den ve İkreme de İbn-i Abbas’tan şöyle nakletmişlerdir: Hz. Ali (a.s) Sıffın Savaşı’ndan döndüğü zaman onunla savaşa katılan yaşlılardan biri ayağa kalkarak dedi ki: Ey Müminlerin Emiri! Bizim Sıffin’e hareketimiz Allah-u Teala’nın kaza ve kaderiyle mi dir? (İmam Rıza (a.s)’ın babaları vasıtasıyla naklettiği bir başka hadiste şöyle deniyor: Irak ehlinden birisi Hz. Ali’nin yanına gelerek Şam ordusuna karşı çıkışlarının Allah-u Teala’nın kaza ve kaderi ile olup olmadığını sordu.) Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdular: Evet, ey yaşlı adam! Allah’a and olsun ki her dağa çıkmanız, her vadiye inmeniz Allah’ın kaza ve kaderiyleydi.

Yaşlı adam: Acaba benim katlandığım bu zorlukların Allah katında bir karşılığı var mı?

Hz. Ali: Sabret, ey yaşlı adam! Galiba sen, benim Allah’ın değişmez kaza ve kaderinden bahsettiğimi sandın. Eğer öyle olsaydı; sevap, azap, emir ve nehiy, müjde ve tehdit gibi şeyler boş, günahkâr kınanmaya ve iyilik yapan da övülmeye müstahak olmazdı. Hatta iyilik yapan, kınanmaya kötülük yapandan daha layık ve kötülük yapan ise övülmeye iyilik yapandan daha layık olurdu. Bu söz putperestlerin, Allah düşmanlarının ve bu ümmetin Kaderiyecilerinin ve Mecûsilerinin sözleridir. Ey şeyh! Allah-u Teala insanları muhtar oldukları halde mükellef kılmıştır, korkuttuğu halde nehyetmiştir (nehyettiği şeyleri yapmalarına engel olmayarak sadece onları korkutmakla yetinmiştir). Kulların az amellerine karşılık büyük sevaplar bağışlamıştır. Eğer kullar, Allah’ın kanunlarına uymazlarsa bu, Allah-u Teala’nın güçsüzlüğü ve yenilmişliğine delalet etmez. Eğer kullar, Allah-u Teala’nın emirlerine itaat ederlerse bu da mecbur olduklarından değildir. Allah-u Teala yeri, göğü ve onlar arasındakileri bâtıl (amaçsız) yaratmamıştır. “Bu, kâfirlerin zannıdır ve cehennem azabından dolayı vay onların haline!” (Sâd/27)

Ravi diyor ki: Yaşlı adam yerinden kalkarken şu şiiri okudu:

“Sen o imamsın ki, biz sana itaat ederek kıyamet gününde Allah’ın bizi bağışlayacağını ümit ediyoruz.

Bize dinimizin kapalı olan kısmını anlattın. Allah da bizden taraf sana güzel mükâfat versin.

Kötü amele karşılık hiçbir mâzeret yoktur. Eğer fâsıklık ve isyankârlığımdan dolayı onu yapmış isem.

Asla, asla! Kötülükten nehyedenin, insanı kötülüğe mecbur kıldığı inancında değilim. Ey kavmim, eğer böyle düşünürsem şeytana tapmış olurum.

Allah-u Teala kötülüğü sevmez, onu istemez de; velisinin zulüm ve düşmanlıkla kastedilmesine de kesinlikle razı olmaz.

Sünneti sahih olan arş sahibi Allah, nasıl böyle bir şeyi sevebilir? Oysa ki, kendisi bunu ilan etmiştir.”

Kitabın yazarı diyor ki: Muhammed bin Ömer, bu hadisin sonunda şiirden ancak ilk iki beyti nakletmiştir.

 

39- Ahmed bin Abdullah Cuybârî İmam Rıza (a.s)’dan, o da Peygamber efendimizden şöyle buyurduğunu naklediyor: “Allah-u Teala Adem (a.s)’ı yaratmadan ikibin yıl önce mukadderatı takdir etmiş ve gerekli olan tedbirleri de almıştır.”

 

40- Dâvud bin Süleyman el-Ferra (Kazvinî) İmam Rıza (a.s)’dan, o da babaları vasıtasıyla İmam Hüseyin (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: Yahudî’nin biri, Müminlerin Emiri Ali (a.s)’ın yanına gelerek şu soruları sordu: Hangi şeydir ki Allah’ da yoktur, sahip değildir? Yoktur? Hangi şeydir ki Allah onu bilmiyor?

Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdular: Allah’ın bilmediği şey, siz Yahudîlerin “Üzeyr Allah’ın oğludur” demenizdir ki Allah-u Teala, kendine ait bir çocuğunun olduğunu bilmiyor (tanımıyor). Allah’ın yanında olmayan şeye gelince; o da zulümdür. Allah-u Teala hiçbir zaman kullarına zulmetmez. Onun sahip olmadığı şeye gelince; o, şeriktir. Çünkü Allah’ın şeriki yoktur.

Yahudî bu cevapları duyunca şöyle dedi: Tanıklık ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine tanıklık ederim ki Muhammed (s.a.a) onun resulüdür.

 

41- Ahmed bin Süleyman diyor ki; Tavaf esnasında adamın biri İmam Rıza (a.s)’a “Cömert kimdir?” diye sordu. İmam Rıza (a.s) cevaben şöyle buyurdu: Senin sorun iki yönden ele alınabilir: Eğer kastın insanlarsa cömert, Allah’ın farz kıldığı şeyleri eda eden kimsedir; cimri ise Allah’ın ona farz kıldığı şeylerde cimrilik yapan kimsedir. Eğer kastın Allah-u Teala ise; bil ki o, ister bir şeyler versin, ister vermesin, cömerttir. Eğer o, kuluna bir şey verirse kul, o verdiği şeyin maliki değildir; esirgeyip vermezse de kulun hakkı olmadığı bir şeyi esirgeyip vermemiştir.

 

42- Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s) babaları aracılığıyla Müminlerin Emiri Ali (a.s)’dan, o da Resul-u Ekrem’den şöyle dediğini naklediyor: “Allah-u Teala buyurdu ki: Kim benim kazâma razı olmaz ve kaderime de iman etmezse kendisine başka bir ilah bulsun.” Allah resulü buyurdu ki: “Allah’ın her kazâsında müminler için bir hayır vardır.”

 

43- İbrahim bin Abbas diyor ki: Birisi İmam Rıza (a.s)’dan “Allah-u Teala insanlara güçlerinin yetmeyeceği bir görev verir mi?” diye sordu. İmam (a.s) şöyle buyurdular: Allah-u Teala bunu yapmama üstünlüğünden öte, daha yüce bir adalet makamına sahiptir ve böyle bir şey yapmaz.

Adam; “Acaba her istediklerini yapabilirler mi?” diye sorduğunda da İmam (a.s): “İnsanlar istediği her şeyi yapabilmek konusunda daha da acizdir” buyurdu.

 

44- Ebu Ahmed el-Gâzi (Dâvud bin Süleyman) diyor ki; İmam Rıza (a.s) babaları vasıtasıyla Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu bize nakletti: Ameller üç kısımdır; farz ameller, müstahap ameller ve günahlar. Farzlar Allah’ın emri, rızası, kazâsı, takdiri, isteği ve ilmiyledir. Müstahaplar, Allah’ın emriyle değildir; ama onun rızası, kazâsı, takdiri, isteği ve ilmiyledir. Günahlar da Allah’ın emriyle değildir. Ancak onun kazâsı, takdiri, meşiyeti ve ilmiyledir. Allah, daha sonra bu ameli yapanları cezalandıracaktır.

 

45- Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a arzettim ki; “Ey Resulullah’ın oğlu! Sizin babalarınızdan nakledilen rivayetlerden dolayı bizim cebir ve teşbihe inandığımızı sanıyorlar.” İmam (a.s) buyurdular: Ey İbn-i Halid! Söyle bakalım; teşbih ve cebirle ilgili rivayetler Peygamber (s.a.a)’den mi daha çok nakledilmiş, yoksa benim babalarımdan mı?

Dedim ki: Elbette Peygamber (s.a.a)’den nakledilen rivayetler daha fazladır.

İmam (a.s): Öyleyse Peygamber (s.a.a)’in de cebir ve teşbihe inandığını söylemeleri lazım.

Dedim ki: Onlar bu hadislerin hiçbirinin Peygamber (s.a.a) tarafından söylenmediğine ve bunların Peygamber’e atılmış iftiralar olduğuna inanıyorlar.

İmam (a.s): Öyleyse benim babalarım hakkında da; “Onlar bu hadisleri söylememişler, bu hadisler onlara atılmış iftiralardır” demelidirler.

 

Back Index Next