GERÇEK HİKAYELERDEN
İLAHÎ
LÜTUFLAR

Hikaye 23 GAYBΠ ME’MUR
Hikaye 24 GENCİN ÖLÜM HABERİ
Hikaye 25 ONBEŞ YIL ARADAN SONRA FELÇLİ ŞİFA BULDU
Hikaye 26 DERT VE BELANIN DÖNÜŞÜMÜ
Hikaye 27 PEYGAMBER HANIMINA İFTİRA
Hikaye 28 İYİLİĞİN NETİCESİ
Hikaye 29 BİR RUHANİNİN BORCU
Hikaye 30 YAVRUSU ÖLDÜRÜLEN FİL
Hikaye 31
SADAKANIN KARŞILIĞI


 

 

KİTABIN ORJİNAL ADI:         ELTAF-I İLAHÎ

MÜELLİF:                                   HEYET-Î TAHRİRİYE

ÇEVİRİ:                                       Ali Haydar Eroğlu

MUHAKKİK:                              STAD MUHAMMED HÜSEYİN HAKCU

YAYINLAYAN:                          MERKEZ-İ FERHENGİ-Yİ ENSARÜL MEHDİ (A.F)
EKİTAP:                                       www.islamkutuphanesi.com
      

Hikaye 12 YANIK YÜREKLİ KADININ DUÂSI
Hikaye 13 DÜYANIN EN GÜÇLÜ ADAMI
Hikaye 14 HALİSÂNE DUÂ
Hikaye 15 TUFAN FERYADA ULAŞIR

Hikaye 16 BAŞARILI BAYAN
Hikaye 17 BURUK KALP MÜCEVHERDİR
Hikaye 18 ÇELİK İRADE
Hikaye 19 SEHERDE UYANAN MURADINA ERER
Hikaye 20 VEFASIZ DOSTLAR VE MESUT TALİH
Hikaye 21 GÜNAHTAN KORUNMANIN MÜKÂFATI
Hikaye 22
FEDÂKARLIĞIN NETİCESİ

 

ÖNSÖZ
DİKKAT VE HATIRLATMA
ÜMİTSİZLİK VE YE’SİN NEDENLERİ
OLAYLAR VE SORUNLAR
ŞEYTAN
KIT DÜŞÜNCE
ÇEVRENİN TELKİNLERİ
ÎMAN VE NEFSiN ZÂÂFI
MÂNEVÎ İRTİBATIN KESİLMESİ
SIĞINILACAK HAKİKİ YERLER

Hikaye 1 GAYBÎ EL
        Hikaye 2 SALİH AMEL VE İLAHÎ YARDIM
Hikaye 3 KÖTÜLÜĞE KARŞI İYİLİK, EN BÜYÜK MÜKAFAT
Hikaye 4 SERVET VE İMTİHAN
Hikaye 5 ALLAH’IN LÜTFÜ
Hikaye 6 DİKENCİNİN PADİŞAHIN KIZIYLA EVLENMESİ
 Hikaye 7 KUYUYA DÜŞEN ZAT, VEZİRLİK VE PEYGAMBERLİĞE ULAŞTI
Hikaye 8 İFFETLİ OLMANIN VE SEFA SÜRMENİN ÂKIBETİ
Hikaye 9 PAK GÖZ MUZAFFERDİR
 Hikaye 10 İHLAS GÖLGESİNDE ZAFER
Hikaye
11 HZ. YAKUP HZ. YUSUF’UN FİRAKINDA

 

 

BİRİNCİ HİKAYE

 

GAYBÎ EL

 Merhûm Sığatul İsalm Nuri (k.s), kendi zamanından ilginç bir hikaye nakletmiştir. Şöyle buyuruyor:

Allame babamın[1] zamanında, Talıkan seyyitlerinden büyük bir Seyyit Reşt’e geliyor ve Reşt’in tacirleri ‘Seyyitlerin Payı’ adına ona yardım ediyorlardı.

O yıl ticaretin durumu da çok iyiydi. Bu asil Seyyit, 200 Eşrefi altın (o zaman hayli değerliymiş) toplayarak Reşt’ten hareket etmek istedi. Sonra Nûr köyüne, babamın yanına uğramak için seyir halindeyken atlı bir harami bu saf Seyyid’e ulaştı, rol yaparak Seyyid’in halini sordu. Seyyit te ona gönül sofrasını tümüyle açtı. Harami çok iyi bir yem gördüğünü düşündü, ki Seyyid’i yolun tenha bir yerinde yakalayıp paralarını kapsın. Çaresiz Seyyid’in hiç bir şeyden haberi yoktu. Harami, “sen nereye kadar gitmek istiyorsun?” diye sordu. Seyyit, “Nur köyüne kadar” dedi.Harami, “ben de tesadüfen oraya gitmek istiyorum, oraya kadar ikimiz yoldaşız” dedi.

Derken yolları deniz kenarına ulaştı. Burda balık tutmak için çadır kurmuş bir kaç balıkçıyla karşılaştılar. Bu ikisi yorgunluklarını gidermek için balıkçıların yanına çay içmeye oturdular. Balıkçılar, kendilerinden haraç aldığı için hırsızı tanıdıkları gibi yoldaşını da taniyorlardı.

Biraz oturduktan sonra harami ihtiyacını görmek için kalkıp uzağa gitti. Balıkçılar Seyyid’e:

_“Seyyit! Bu senin arkadaşın mıdır, nerden buldun?” dediler. Seyyit:

_ “Yoldaşımdır” dedi.

_“Onu tanıyor musun?” dediler.

_“İyi bir adamdır” dedi.

_“Bu adam haramidir” dediler.

Zavallı Seyyit korktu ve:

_“Nerden biliyorsunuz?” dedi.

_“Bizden haraç alıyor” dediler.

_“Ceddimin hatırı için bana yardım edin”dedi.

_“Biz hiç bir şey yapamayız, meğer Allah’tan yardım dileyesin ki Allah yardım edenlerin en hayırlısıdır.[2] O geldiği vakit sen bir bahane ile git, biz onu meşgul ederiz, kenedini ormana ulaştır ve kaç” dediler.

Çok geçmeden harami döndü. Seyyit te ihtiyacını giderme bahanesiyle ayrıldı. Biraz zaman geçince balıkçılar da haramiyi meşgul ettiler. Bir kaç sat sonra harami her şeyden haberdar oldu. Bunların, kendisini meşgul ederek başına külah geçirdiklerini ve avını kaçırttıklarını anladı. Harami balıkçıları tehdit ederek :

_“Ben Seyyid’e ulaşacağım, onu soyduktan sonra öldüreceğim. Sonra da dönüp sizinle hesaplaşacağım” dedi. Ata binip ormanın yolunu tuttu. Çaresiz Seyyit kendisini ormana ulaştırmısştı. Ta ki hava karardı. Ormandaki hayvanların korkunç uğultusundan dehşete düşen Seyyit bir ağaca tırmandı. Harami de Seyyid’in izlediği yoldan geldi, ta ki ormanda Seyid’in üzerinde olduğu ağaca yaklaştı. Oraya ulaşınca Seyyid’in izini kaybettiğinden nereye gittiğini anlamadı. Aynı ağacın altında bir şeyler yedi ve uyudu. Ki sebahleyin Seyyid’i takip etmeye devam etsin. Bu haldeyken Seyyit Allah û Taâla’dan yardım istedi ve bu mânevî irtibat, Seyyid’in kurtuluşuna vesile oldu. Seyyit yukarıdan her şeyi görüyordu.

Hülasa haraminin uykusu üzerinden bir saat geçince bir çakal ulumaya başladı. Çakalın sesiyle birdenbire onlarca çakal, ormanın etrafından bir araya toplandılar. Ama öyle aheste aheste geliyorlardı ki ayak seslerinden harami uyanmasın. Hepsi haraminin etrafında toplandılar. Seyyit gördü ki o ilk uluyan çakal öne çıktı, diğer çakallar da yavaş yavaş peşinden geldiler. Önce haraminin tüfeğini ağzıyla tutup kenara aldılar, kılıfını yırtıp yediler, tüfeğini bir çukura attılar ve tırnaklarıyla üstüne toprak örttüler. Sonra haraminin kılıcını aldılar ve diğer bir yere gömdüler. Derken harami daha uyanmdan atın eyerini de söküp attılar. Bütün çakallar yavaş yavaş geldiler, haramiye yaklaştıklar, hep baraber aniden haraminin üstüne çullandılar. Haramiye mühlet vermeden kemikleri dışında yiyilebilecek neyi varsa hepsini tepeden tırnağa kadar yediler. Seyyit te ağacın üstünden bu manzaranın tümüne şahit oldu ve kendi kendine:

_ “Budur hıyanetin âkıbeti” dedi.

Hülasa her ne kadar Allah û Taâla haydutlara ve cinayetklara kısa bir mühlet veriyorsa da başkalarına zülum yapıldı mı ansızın onları tuzağa düşürür ki Allah en iyi tuzak kurandır.[3]

Sabah olunca Seyyit ağaçtan indi, haraminin kılıcını ve tüfeğini aldı, zira çakalların nereye bıraktıklarını görmüştü. Eyerini de atın üstüne bıraktı, haraminin atına binerek Nur köyüne, babamın yanına gelip rahat bir nefes aldı ve olayı baştan sona anlattı.

Gerçi Seyyit başta saflık ederek kendi sırlarını güvenilmez birisine açmıştı ve bu griftar zeminin oluşmsına sebep olmuştu. Ama Allah’a tevekkül edip, yardım dilemesiyle Âziz olan Allah onu kutardı, düşmanın planını bozdu ve gaybî bir elle onu muhafaza etti.



 

İKİNCİ HİKAYE

 SALİH AMEL VE İLAHÎ YARDIM

 

Fazıl, Muhakkik, Müctehit Mirza Mahmut Şirazi nakletmişler ki:

Merhum Şeyh Muhammed Hüseyin Komşeyhi, Irak’ta defnedilmiş olan pak İmamlar’ı ziyaret etmeye azmetti. Sonra hızlı giden bir eşek satın aldı. Bir miktar elbise, biraz yemek ve bir kaç cilt kitaptan müteşekkil olan eşyalarını bir heybeye koyup eşeğin üstüne attı. Bu eşyalarının arasında küçük bir kitap vardı, onda kısmen takiyeye zıt olan bazı konular mevcuttu. O dönemde Ehli Beyt’in muhaliflerini açıkça lanetlemek ve kötülemek kanunen yasaklanmıştı.

Şeyh Muhammed Hüseyin bir kafile ile beraber yola çıktı. Bağdat sınırına ulaştıklarında gömrükten sorumlu bir müftettiş ile iki polis tarafından durduruldular.

Müfettiş; “Seyh’in heybesini açın” dedi. Polis heybeyi açtığında, tesadüfen bütün kitapların arasından zikri geçen kitapçık müfettişin gözüne ilişti. Müftettiş, takiyenin yapılmadığı konuların sayfalarını açıp okudu ve hışımlı bir şekilde Şeyh’e baktı. Şeyh’i mehkemeye vermek üzere tuttu ve onun dışındaki bütün ziyaretçileri aramadan salıverdi.

Eskiden, şehir ile gömrük arasında yerleşimden yoksun mıntıka hayli fazla idi. Bu iki polis Şeyh’in eşyalarını eşeğe bindirdiler ve Şeyh’i gümrükten çıkardılar.

Onlardan birisi diğerine:

_“Ben yoruldum, Şeyh te bir yere kaçamaz. Ben önden gidiyorum, sen Şeyh’le peşimden gelirsin” dedi. İkinci polisle yola devam ettiler.

Sonunda güneşin harareti ve havanın sıcaklığı nedeniyle ikinci polis te yoruldu, susadı ve bitkin hale geldi. Şeyh’e:

_ “Ben bir gölge bolop dinlenmek üzere önden gidiyorum, sen arkamdan gelip bana yetişirsin” dedi.

Şeyh kendisini yanlız ve serbest görünce yorgunluktan dolayı hemen eşeğine bindi. Şeyh eşeğe binince, eşeğin durumunda bir değişiklik oldu. İki kulağını kaldırarak adeta bir arap atı gibi süratle koşmaya başladı. Kendisinden son olarak ayrılan polise ulaşınca ona ‘ bak, eşek süratle gidiyor sen de gel bin’ demek istedi ama sanki ağzı kapandı ve hiç bir şey diyemez hale geldi. Polisin yanından geçtiği halde, polis farkına bile varmadı.

Şeyh, bunun ilahi bir lütüf olduğunu ve onu kurtarmak istediğini anladı. Şeyh diğer polise de ulaştığında muhattap olmadı. Bu polis te sağırlar ve körler gibi Şeyh’i fark etmedi. Derken ikinci polisin yanından da geçerek eşeğin dizginini serbest bıraktı. Böylece istediği yere götürsün diye kendisini Allah’a havale etti.

Eşek, hızlı bir şekilde Bağdat’a girdi, Bağdat sokaklarından geçti ve Kâzımeyn şehrine girdi. Kâzımeyn sokaklarından geçen eşek, Şeyh’in arkadaşlarının bulundukları evin yanına geldi, durdu ve kafasını o evin kapısına sürttü. Böylece Şeyh, arkadaşlarıyla karşılaştı ve Kâzımeyn’den ayrıldı. Bu büyük beladan kurtardığı için Allah’a şükretti.

Şeyh Allah için yazmıştı ve ondan yardım istedi. Allah ta ona yardım ederek kurtardı.



 

ÜÇÜNCÜ HİKAYE

 KÖTÜLÜĞE KARŞI İYİLİK, EN BÜYÜK MÜKAFAT

 

Hint şehirlerinden birinde güçlü ve âdil bir sultan ölür. Onun ölümünden sonra; iman, âdalet ve halka düşkünlük bakımından babasını örnek alan oğlu başa geçer. Fakat ülkede bir asi başkaldırır.Derken kanlar dökülür ve her yeri fesat kaplar. Sultan kendi kendine; ‘en iyisi kenara çekilmemdir’ dedi . Oradan kaçmaya karar verdi.

Sultan kaçacağı sırada ; zor günlerde kendisine lazım olabilecek, mücevherlerle bezeli saltanat elbisesini de beraberinde götürdü. Fakat yanında ne para ne de yiyecek bir şeyler olmadığı halde çöllere düştü. Gece boyunca yol aldı. Nihayet küçük bir ırmağa ulaşarak bir ağacın altında oturup dinlendi.

Sırtında yükü olduğu halde Sultan’ın arkasından bir adam çıkageldi. Sultan kendi kendine, ‘bu şahıs yolcudur, onunla yolculuk ederim, onda yiyecek bir şeyler de bulunur’ dedi. Derken adam ağacın altına oturdu, sofrasını serdi ve Sultan’a iltifat etmeden yemeye başladı. Sultan da açlığını dile getirmekten utandı. Sonunda onunla beraber yola koyuldular. Yemek zamanları gelince adam tekrar sofrasını serdi ve Sultan’ı yemeğe davet etmedi.

Hülasa, firari Sultan iki gün boyunca bu cimri yol arkadaşıyla birlikte yol aldığı halde hiç bir şey yemedi. Üçüncü gün artık Sultan’ın yürümeye mecalı kalmadı. Adamdan ayrıldı ve tek başına yol alırken önüne bir köy çıktı.

Köyün yakınında bir inşaâtın yapıldığını gördü. Ustaya:

_“Acaba bir ücret karşılığında yanınızda çalışmam mümkün mü?” dedi. Usta:

_ “Evet” dedi. Sultan, ücertinin erken verilmesi ricasında bulunrarak işe başladı. Usta da bu ricasını kabul edince, Sultan yiyecek bir şeyler alarak o arada karnını da doyurmuş oldu. Usta, bu şahsın sıradan biri olmadığı, hal ve hareketleriyle bir asilzâde, belki de bazı tavırlarıyla bir padişah olduğu izlenimini aldı.

Usta, saygın bir bayan olan binanın sahibine, böyle bir şahsın işe başladığını rapor etti. Bu muhterem bayan, onu getirmelerini emretti. Gece olunca onu getirdiler. İlk bakışta onun büyük biri olduğunu anladı. Onu misafir etti ve evlenme teklifinde bulundu. Sultan’ın da Allah’tan isteği zaten buydu. Zira gidecek hiç bir yeri yoktu.

Üç yıl bu kadınla yaşadı. Kadının cömert bağışlarıyla hayatını sürdürüyordu. Bu süre boyunca kim olduğunu ve ne iş yaptığını açıklamadı.

Üç yıl aradan sonra Sultan, şehir dışına çıkarken; bir şeyler aramakta olan kendi ülke halkından birisini gördü ve sordu:

_ “Hint’ten ne haber?” Adam:

_ “Âdil bir sultanımız vardı. Âsi bir adam ona isyan edip üç yıl bize musallat oldu, bize hadsiz zülumler ve haksızlıklar yaptı. Ta ki halk onun elinden çok sıkıntı çekti ve başkaldırarak onu öldürdü. Şimdi, âdil sultanlarını bulabilmek için bir grup insanı çevre şehirlerine göndermişler. Ki tekrar gelsin de önceki âdaletini ülkemizde ikame etsin” dedi.

Sultan kendini tanıttı ve kendine mahsus saltanat elbisesini adama gösterdi. Eşinin yanına dönerek hakikatları ona da anlattı ve ona: “Ben gidiyorum, eğer bir engelle karşılaşmadan tahta geçersem, seni yanıma almak üzere haber göndereceğım” dedi.

Sultan’dan haber alan adam halkına dönerek duyduklarını anlattı. Halk çok sevindi, hak ve âdil olan padişahlarını karşılamak üzere yola çıktılar. Bazıları birbirine: “Hak geldi, batıl kayboldu. Doğrusu batıl gidicidir.[4] Her ne kadar batıl bir süre kudret tahtına otursa da sonunda ebedi bir ölümün hücumuna maruz kalacaktır” dediler.

Âdil padişah; firari birinin yanlız başına yolculuğunun ve fakirliğinin ne kadar meşakkatlı olduğunu düşündüğü vakit kafasında bir fikir canlandı. Bundan dolayı, ‘yolların arasında kervanseraylar inşâ edilsin, bu yerlerde her misafirin üç günlük azığı verilsin. Ayrıca şehre gelen her garip huzuruma getirilsin, belki işi olur da kendim hallederim’ diye tâlimat verdi.

Bir müddet geçince, Sultan’ın firar ettiği o ilk üç günde onunla yolculuk yaptığı cimri adam şehre geldi. Sultan hemen onu tanıdı ve sordu:

_ “Beni tanıyor musun?”

_ “Siz sultansınız” dedi.

_ “Hayır, senin bir kaç günlük yoldaşınım” dedi.

Gerçeği anladığında yerin dibine girmek istedi. Sultan:

_ “Kendini asla üzme, burada iyilikten başka hiç bir şey görmeyeceksin” dedi. Hemen onu özel odasına yerleştirdi, onunla yemek yedi ve ona çok fazla ikramda bulundu.

Geceleyin uyku zamanı gelince onu saltanat yatağında yatırdı ve en iyi cariyeleri emrine verdi. Bir müddet geçtikten sonra cariye gelerek:

_“Misafiriniz uyumuş ve rahatlanmış” dedi.Sultan:

_“Yalnış söylüyorsun, adam ölmüştür” dedi. Gidip baktıklarında geçekten de adamın öldüğünü gördüler. Sultan:

_”Bu şahıs pişmanlıktan dolayı şok geçirmiştir, gerçi ben de böyle olmasını istemezdim, ama sonunu kendisi hazırladı”[5]

Bu konuda imam Ali (a.s) şöyle buyuruyor:

_ “Düşmanına üstün geldiğin vakit bağışla! Ki kudretin şükrünü eda edesin , senden bir günah sadır olmasın ve zahmetle ele geçirdiğin nimeti kaybetmeyesin.”[6]

Elbette bu tarz; Allah û Taâla’nın, peygamberlerin ve Allah velilerinin tarzıdır. İslam’ın iftihar dolu tarihine göz attığımızda bu tarz herketlerin çok olduğunu görürüz . İnsan biraz dikkat eder ve düşünürse görecek ki, İslâm düşmanlarının sayısız savaşlara girştikleri, Resul-i Ekrem(s.a.a)’in biseti üzerinden 15 asır geçtiği ve diğer taraftan, müslümanların ittifak etmedikleri metodlarla tebliğ yapıldığı halde dünyanın üçte birini müslümanlar teşkil ediyorlar. İnsanlara şiddetle düşkün olan bu rehberler çok iyi anlamışlardı ki , halkı kovmak ve dışlamakla gerçek bir başarıya hiç bir zaman ulaşamayacaklardır. Bunun için pak imamlarımız (a.s) bu hususlarda nümune olmuşlardır.



 

DÖRDÜNCÜ HİKAYE

 SERVET VE İMTİHAN

 

Büyük tücarlardan biri şöyle hikaye eder:

Yılların birinde Mekke-i Muazzama ve Kerbela ‘yı ziyaret etmeye niyetlenmiştim. O zaman bir hayli servetim vardı. Bu cümleden, içinde üçbin altın ve mücevher bulunan bir para kesesine sahiptim.

Yolun merhalelerinden birinde işimi görmek için binekten inmiştim. Eşyalarımın arasında olan o keseyi, farkında olmadan düşürmüştüm.

 O yerden bir kaç fersah uzaklaştıktan sonra farkına vardım, fakat oraya dönmem artık imkansızdı. Ben o keseyi, Allah û Taâla‘ya emanet ederek:

 _“O keseyi; Mescid-ül Haram‘ı, Nebi-yi Ekrem(s.a.a)‘i, ziyaret etmek ve Allah‘ın rızasını kazanmak maksadıyla çıktığım bu yolda düşürdüm. İnşaallah, Allah û Taâla bu darlıkta onun yerine bana başka bir şey verecektir” diye kendi kendime söylendim.

 Mekke ‘den dönüp vatanıma ulaştığımda dünya bana sırtını döndü, olayların ve belaların kapıları yüzüme açıldı, çeşitli mûsibetler ard arda bana ulaştı. Ta ki servetim tükendi, şanım ve şerefim ortadan kalktı. Dost ile akrabalara karşı utancımdan ve düşmanların kınanmasından vatanımda âvare oldum. Sonunda yüzümü gurbet diyarına çevirdim.

Yolculuğum da aynen sefaletim gibi oldu. Yanımda çok az bir para olduğu halde yolculuğum sürerken bir köye ulaştım.

Hamile olan eşim de yanımdaydı. Etrafın zifiri karanlık olduğu ve yağmurun şiddetle yağdığı bir gecede, yol kenarında bulunan bir kervansaraya sığındık ve eşim doğum yaptı. Sonra eşim bana dönerek şöyle dedi:

_ “Ben can vermek üzereyim. Allah için git ve bir şeyler getir ki yiyeyim ve biraz kuvvet alayım. Gerçi zahmet çekeceğini biliyorum ama bir çare bulmassan şüphesiz ben ölürüm”

O karanlıkta düşe kalkarak, zahmetle gidiyordum. Köyde bulunan bakkala gittim, yaluarıp yakardım, yanımdakı bütün parayı verdim. Bakkal da bana biraz zeytin yağı ve kaynatılmış çimen tohumunu bir kaba bırakarak verdi.

Eşimin yanına gelmek üzere geri döndüm. Kervansaraya yaklaştığım vakit ayağım kaydı ve düştüm. Yiyecek kabı da kırılup içindekiler döküldü. Bu hadiseden dolayı öyle üzüldüm ki bunu tasvir edemem. Kendi hayatımdan bıktım. Aşırı üzüntü ve nihayetsiz gamdan sonra durdum, Allah ‘tan ölümümü istedim. Hasta eşime karşı çok utanıyordum ve tahammül kabiliyetim kalmamıştı.

 Kervansarayın yakınında güzel ve süslü bir ev vardı. O anda bir adam,

 evin bir penceresinden başını çıkardı ve seslenerek:

 _“Bize uykuyu haram edip rahatımızı kaçıran bu gürültü ve feryat ta nedir?” dedi. Ben başımdan geçenleri anlattım. O ise cevaben:

_ “ Bu kadar rahatsızlık az bir para ve yemek içindir ki onu da zaten döktün” diyerek serzenişte bulundu.

 Benim rahatsızlığım zaten son kerteye varmışken bu adamın serzenişi de ayrıca eklendi. Onun azarlamaları üzüntümü artırdı ve :

_“Bre adam, Allah biliyor ki para benim için bir hiçtir. Ama ben; eşim, çocuğum ve kendim -ki hepimiz açlıktan ölmek üzereyiz- için eziyet çekiyorum.

Ben falan yıl Mekke ‘ye gitmiştim. İçinde üç bin altın ve mücevher bulunan bir kese kaybettim. Servetim çoktu, onu kaybetmekle asla üzülmedim. Fakat bugün ihtiyaç, fakirlik ve sefalet beni öyle bir duruma getirdi ki, az bir miktar gümüş için bu kadar yakarıp ağlıyorum. Sen git ve Allah‘tan kork, O‘ndan selamet ve afiyet dile. Bana da böyle serzenişte bulunma. Kork, benim girifttar olduğum bu beladan ki sen de müptela olmayasın!”dedim.

 Adam benim sözlerimi dinleyince :

 _ “O kaybettiğin altın kese nasıl bir kese idi?” diye sordu. Ben , bu sözleri üzerine ağlayarak:

_ “Bana böyle serzeniş ve hakarette bulunman sana hiç yakışmıyordu. Ayrıca altınlarımın nişanını anlatmanın ne faydası var?” dedim.

 Başımı aşağı indirerek gitmek istedim. Daha bir kaç adım atmamışken, adam evinden dışarı çıktı ve bana seslendi. Onun ‘gel al!’ demesi beni düşündürdü. Geri döndüm ve kendi kendime ‘belki bana bir sadaka vermek istiyor’ dedim. Adam elimi tuttu ve:

_ “O nişanı bana söylemeyene kadar senin elini bırakmayacağım” dedi. Elimi çekerek kesenin işaretini ona söyledim. Sözlerim tamamlandıktan sonra adam beni evine davet etti. Bu arada ailemi de sordu. Ben ailemin yerini ona söyledim ve kendi uşaklarını göndererek onları da getirtti. Onları kendi özel evine götürerek ehline ve ıyalına, ‘eşime hizmet etmye ara vermemeleri, çocoğum ve annesi için gereken rahatlığı amada etmeleri’ hususunda talimat verdi.

Derken benim için de elbiselerin getirilmesini istedi. Giymem için getirilen o güzel elbiseleri bana vererek beni hamama gönderdi. Hûlasa o gece en iyi şekilde geçti.

Sabahleyin kalktığımda kendimi çok iyi hissettim. Adam bana:

_“Bir kaç gün burda kal, ta ki eşin iyileşsin” dedi. On gün müddetle orda kaldım ve O, her gün için bana on dinar para veriyordu. Ben onun bütün ikramlarına ve baştaki o ilk serzenişine epey hayret ettim.

 On gün geçtikten sonra bana:

_ “Ne işle meşguldun?” diye sordu.

_ “Ben tüccardım, alış-verişten iyi anlarım” dedim.

_ “İstersen şirketimde çalıştırman için sana bir miktar para vereyim” dedi.

_ “Her neyi bana buyurursan hizmete hazırım” dedim.

 O bana iki yüz altın dinar vererek :

_ “Hemen burda ticaret yapmaya başla” dedi.

 Ben buna çok sevindim ve o altınlarla ticaret yaptım. Bir kaç gün sonra kâr hasıl olunca getirip ona vermeye başladım.

 Benim durumum adama kâmilen malum olduğu vakit keseyi getirerek bana verdi. Ben aşırı sevinçten düşüp bayıldım !

 Ayıldığım vakit :

_ “Ey Allah’ım , bu Mekke yolunda düşürmüş olduğum kesenin aynısıdır! Ey mert adam! Acaba melek misin?” dedim.

_ “Hayır, ben de bir insanım. Bir kaç yıldır bu keseyi zahmetle saklıyordum. Kesenin işaretini bana verdiğin o gece sana hemen vermek isterdim ama sevinçten ölüp helak olmandan korktum. Bunun için kendi malımdan sana borçla on dinar verdim. Şimdi borcum olan ikiyüz dinarı ver ve paraların üstü de sana kalsın” dedi.

 Ben sevinçle keseyi alıp borcumu verdim ve ona sayısız teşekkürde bulunarak duâ ettim.Vatanıma sefer hazırlıklarını yaptım. Kendi şehrime giderek tekrar hayata atıldım. Gün geçtikçe hayatımız ve yaşama imkanlarımız düzene giriyordu[7].

 Kendi kendime şöyle dedim: “Servet sahibi olduğum dönemde, elimdeki nimetlerin kıymetini bilmediğim ve hayatımın bu bölümünü şükretmeden geçirdiğim için o zorluk ve sıkıntılara girdim. Bundan böyle ilahî nimetlerin şükrünü eda edeceğime, ömrümün tüm vakitlerinde Allah’ı âmellerime şahit bileceğime ve O’ndan yardım dileyeceğime karar verdim ki, imtihanlarda başı dik olabileyim. Para , evlat ve makam ... Allah’ın imtihan vesileleridir.[8]



 

BEŞİNCİ HİKAYE

  ALLAH’IN LÜTFÜ

 

Merhum Seyyid Zeynel Abidin Kaşanî (k.s )’nin Kerbela’da Tebriz’li bir hizmetçisi vardı. Takva ehli ve salih bir adam olan bu hizmetçi nakleder :

 Kerbela’nın yakınlarında oturmadan önce, Tebriz şehrinin dışında, bir mezarlığın yakınında kahvehanem vardı. Geceleri bazen orda yatıyordum. Havanın çok soğuk olduğu bir gece, kahvenin kapısını sımsıkı kapatarak yattım.

 Aniden kapı şiddetle çalındı. Kalktım, kapıyı açtım fakat şahıs kaçtı. İkinci defa daha şiddetle kapıyı çaldı. Gidip kapıyı açtığımda yine kaçtı. ‘ Gerçekten bu şahıs, bana bu gece zahmet verdi’ dedim. Derken elime bir sopa geçirdim ve kapının arkasında oturdum. Ona karşılık vermek için hazırlandım. Nihayet üçüncü sefer de kapıyı çaldı, ben kapıyı hemen açarak peşine düştüm. Bu şahıs kabristana girdi ve bir noktada kayboldu. Ben de orda beklemeye başladım, çevreye bakarak bu şahsı aradım. Bu şahsın bir yere saklandığını zanettim, eğer saklanmışsa ortaya çıkar düşüncesiyle oracıkta yere uzandım.

 Ben uzanıp kulağımı zemine koyduğumda aniden cılız bir ses işttim, hayret! Toprağın altından bir şahıs inliyordu.

 Baktım ki kabir yenidir, ikindi vakitlerinde birini defnetmişler. Ve anladım ki kalp krizi geçirmiş, kabirde kendine gelmiştir. Birden yüreğim onun için yandı ve onu çıkarıp kurtarmak amacıyla taş ve toprakları kaldırdım. Onun şöyle dediğini işittim:

_ “Ben nerdeyim?”

_ “Babam nerde?”

_ “Annem nerde?”

Elbisemi ona giydirdim ve onu kahvehaneye götürerek bir yer verdim. Fakat, onu tanımadğım için ailesine hemen haber veremedim.

Aheste aheste ona sorular sordum ve evini öğrendim. Kahvehaneden çıkıp gittim. Hemen o gece anne ve babasını bularak onlara haber verdim. Geldiler ve onu selametle eve götürdüler.

O vakit anladım ki; beni rahatsız eden o adam Allah’ın gaybî bir me’muru olup; o gencin, o simsiyah gece yarısında, soğuk toprağın altından kurtuluşu için görevlendirilmişti.

Allah’ın lütfü insanın üzerine şamil olunca, tonlarca toprağın altından kurtuluş verir, onu canlı olarak çıkarır. Öyleyse çalışalım, Allah ile rabıtamızı doğru ve sağlam kuralım. Ta ki Allah bize her durumda yardımcı olsun ve bütün müşkülatlarımızı, ıslahımıza sebep olacaksa bertaraf etsin.

Bu cümleden, size bir nükte anlatmaya mecburum: Örneğin, 15-16 yaşlarında bir çocuk, babasından bir motorsiklet veya bir tabanca almak için istekte bulunsa, her ne kadar babası onu seviyorsa da, acaba, öğrenmek, bilmek ve geleceği için lazım olabilecek bu iki vesileyi alması doğru mudur? Gerçi çocuk çok fazla yalvarıp ağlar, fakat uyanık ve haberdar olan bir baba, böyle şartlarda asla çocuğuna almaz. Kendi çocuğunu sevmediği için değil, belki onu çok sevdiği ve selametini istediği için almaz.

Bu şekilde bazen insan da, Allah û taâla’dan bir şey ister ki, dünya ve ahirette mutlu ve bahtı açık olsun. Ne ki bu ona zarardır.



 

ALTINCI HİKAYE

DİKENCİNİN PADİŞAHIN KIZIYLA

EVLENMESİ

 

Hazreti İsa (a.s), kendi metebinden bir gurup öğrenciyle bir yoldan geçerler. Birdenbire yer Hz. İsa (a.s)’ın ayağının önünde yarıldı ve çok kıymetli mücevherleri olan bir hazine ortaya çıktı. Bu, yerin vazifelerinden biriydi ki, her neresinde bir hazine bulunsaydı, kendisini Hz.İsa (a.s)’a gösteriyordu.

Hz. İsa (a.s)’ın yolarkadaşlarının ayakları gevşedi ve kalplerini o kıymetli mücevherlerden koparamadılar.

Hz. İsa (a.s), onların duraksadıklarını görünce buyurdu:

_ “Niye gelmiyorsunuz?”

_ “Bu güzel mücevherlere bakınız! Bunları bırakıp gitmek yazık değil mi?” dediler.

Hz. İsa (a.s) gördüler ki, bunlar nasihat ve sözlerden anlamazlar. onlara:

_ “Siz burda oturun. Ta ki size gerçek bir hazine getireyim” dedi.

Onlar oturdular ve Hz.İsa (a.s) da şehre doğru yola koyuldu. Yaşlı bir kadının evine vardı. Kapıyı çaldı, yaşlı kadın kapıyı açtı. Hazret, kadına:

_ “Bu geceyi burda misafir olarak geçirmeme izin verir misiniz?” diye sordular. Kadın:

_ “Buranın padişahı, bu şehre giren her yabancının başını keser. Ben seni eve almaktan korkuyorum” dedi. Hz. İsa(a.s):

_ “Benim, hükümet ve padişahıyla bir işim yok. Sadece burda gecemi geçirmek istiyorum” dedi.

Kadın, Hz. İsa(a.s)’ı tanımadan eve aldı ve ona ikramda bulunmakla meşgul oldu. (Elbette şunu da demeden geçemiyeceğim ki; kadının ona izin vermesi, Allah tarafından, Hz.İsa (a.s)’ın manevî yönü hatırına, kadına dolaylı şekilde bir ilka edilmeydi).

Bu yaşlı kadının, diken toplayan genç bir oğlu vardı. Oğlu, akşam üzeri işinden dönüp eve gelince annesinin yemek pişirmekle meşgul olduğunu gördü.

_ “Anne! Misafirimiz mi var?” diye sordu. Annesi:

_ “Evet, sen git onunla konuş, ben de yemek hazırlıyayım” dedi. Oğlu kendi kendine:

_ “Tanımadığım bu misafir de kim?” diye sordu. Velhasıl odaya girdi, selam verdi. Hz. İsa (a.s) da selamını aldı. Derken oğlu O’nunla sohbet etmeye koyuldu.

Hz.İsa(a.s):

_ “Genç! Sanki rahat değilsin ve bir arzun var. Bana söyle, olur ki sana bir çıkış yolu bulunur” diye buyurdu. Genç ilkin derdini anlatmaya yanaşmadı. Annesine danıştıktan sonra Hz.İsa(a.s)’ın ısrarı üzerine gönül sofarasını açtı:

_ “Evet, ey aziz misafir! Benim babam diken toplayan bir adamdı, babam ölünce ben de onun gibi diken toplamaya başladım. Bir gün çölde diken toplamakla meşguldum. Gördüm ki Kükebe isimli padişahın kızını getiriyorlar. Sordum:

_ “Nereye böyle?”

_ “Padişahın kızı avlanmaya gidiyor” dediler.

Bineği tam önümden geçtiği vakit, padişahın kızı çöle bakmak üzere tahtıravanın perdesini tesadüfen kaldırdı. Benim gözüm de ona ilişti ve ondan hoşlandım. O günden sonra bitap olmuşum.

_ “Benim derdim budur, acaba bu derdin devası için bir önerin var mı?” Hz.İsa(a.s), gence:

_ “Acaba yarın akşam, padışahın kızına kavuşabileceğini kendin görebiliyor musun?” diye sordu.

Genç adam hayretle Hz.İsa(a.s)’a bakarak derin derin düşündü ve:

_ “Bre adam! Ne diyorsun? Ben nerde padişahın kızı nerde? Ben diken toplayan birinin çocuğuyum; kesinlikle padişah beni damadı olarak kabul etmez” dedi.

Hz.İsa(a.s), gence umut verdi ve sabahleyin ona:

_ “Git padişahın sarayına ve sultanın katına çık, otur, kıznı iste. Her sana ne dediyse gel bana ilet” dedi.

Genç, önce duraksadı, sonra Allah’a tevekkül ederek işe koyuldu. Kendine şöyle diyordu:

_ “Eğer işim gerçekleşirse ne âla! Eğer olmazsa eski işime geri dönerim”.

Genç gitmek istediği vakit Hz.İsa(a.s):

_ “Hiç telaşlanma. Sadece padişah ne derse, sen gel bana söyle” diye buyurdular.

Genç zahmetle kendini padişahın sarayına ulaştırdı. Padişah memurlarının her türlü engellemelerine rağmen kendi kuvvetiyle onları geçmeyi başardı. Kapıcılar onu önleyerek:

_ “Ne işin var burada?” diye sordular. Genç:

_ “Padişahla bir işim var”

_ “Nasıl bir işin var?”

_ “Özel bir iştir”

Kapıcılar padişahın huzuruna gittiler ve:

_ “Fakir ve yırtık elbiseli bir gencin sizinle özel bir işi var. Girmesine izin veriyor musunuz?” diye sordular. Padişah:

_ “Bırakın girsin” dedi. Genç geldiği vakit, padişah:

_ “Ne işin var?” diye sordu. Genç gecikmeden ve korkuyla:

_ “Senin kızını istemeye geldim” dedi.

Padişah tepeden tırnağa kadar genci süzdü. Bir müddet sonra kendi kendine dedi ki:

_ “Ben bu gencin kalbini kırmadan önüne kaldıramıyacağı büyük bir taş koyacağım”

Böylece Allah'ın yardımı dikenci çocuğun imdadına yetişti ki Sultan’ın gönlüne bu söz düştü. Sultan, gence dedi:

_ “Eğer kızımı istiyorsan, bana bir tabak mücevher getirmelisin”

Genç döndü ve Hz.İsa(a.s)'a arzetti:

_ “Padişah benden bir tabak mücevher istedi”. Hz.İsa(a.s) gence buyurdu:

_ “Bana bir tabak getir”. Sonra yerden bir avuç çakıl alarak tabağa koydu. Derken yüzünü Allah û Taâla'nın dergahına çevirdi ve arzetti:

_ “Ey Allahım! Dünyadaki mücevherler, önceden mücevher değillerdi. Sen kudret elinle bunları mücevher yaptın. Ve bu iş Sen’in için hiç te zor değildi. Bu çakılları da mücevher yap.”

Genç, hayretle çakılların mücevherlere dönüştüklerini gördü. Sevinçle onları alarak padişahın sarayına doğru yola koyuldu. Padişah taâccüple mücevherlere göz attı ve şaşırarak kendine: “İlginç! Bunlar gibi mücevherler hazinemde dahi yoktur” dedi. Ve:

_ “Ey genç! Bir tabak yetmez, beş tabak getirmen gerekir” dedi. Genç te:

_ “Eğer mümkünse bana sadece boş tabaklar verin, gerisine karışmayın” dedi.

Sultan’ın isteğiyle ona beş adet boş tabak getirildi, genç te o tabakları alarak götürdü. Allah û Taâla'nın lütfü ve Hz.İsa(a.s)’ın mu’cizesiyle bu tabakları mücevheratlarla doldurarak padişaha götürdü.

Padişah son olarak kılıcını kılıfından çekerek:

_ “Her ne sorarsam doğru söylemen gerek. Yoksa seni öldüreceğim” dedi. Genç:

_ “Ben doğru şeyden gayrı bir şey demeyeceğim” dedi.

Padişah sordu:

_ “Bir hazine mi bulmuşsun?”

Genç, kendi misafirinin olayını padişaha açıkladı. Padişah anladı ki o misafir Hz.İsa(a.s)’dır. Gence söyledi:

_ “Git, misafirini getir getir ki kızımı sana nikahlasın”

Genç gitti ve Hz.İsa(a.s)’ı getirdi. Kızı dikenci gence nikahladılar. Bütün şehir halkına bu döğün merasimi kutlamaları için akşam yemeği verdiler. Gelin ve damadı da odalarına götürdüler.

Yaklaşık bir saât geçince padişah, tesadüfen kalbinden rahatsızlandı ve bir müddet sonra öldü. Babasının durumunun kötü olduğu haberini kızına ilettiler. Kız gelip bakınca babasını ölü buldu. Çok fazla ağladı. Sonra büyük bir matemle padışahı toprağa verdıler.

Kabilenin ileri gelenleri, padişahın yerine geçecek birini belirlemek üzere toplandılar. Sonunda yeni damadı, padişahın yerine oturttular. Derken dünün dikenci çocuğu bugün o yerin padişahı oluverdi.

Ertesi gün sabah Hz.İsa(a.s), gencin yanına gitti ve:

_ “Eğer işin yoksa biz de gidip işimize bakalım” dedi.

Genç dedi:

_ “Yalnız benim bir sorum var. O kimse ki dünyanın çakılları onun için birer mücevherat olmasına karşın, neden hayatında arpa ekmeğiyle yetiniyor?” Hz.İsa(a.s) buyurdular:

_ “Genç! Dünya vefalı değildir”. Genç:

_ “Nasıl?” Hz.İsa(a.s) buyurdu:

_ “Sen dün nerdeydin?”

_ “Çölde diken topluyordum” dedi. Hazret:

_ “Bugün nerdesin?” Genç:

_ “Buranın padişahıyım”. Hazret:

_“Hanımının babası dün neredeydi?” Genç:

_ “Buranın padişahıydı.” Hazret:

_ “Bugün nerededir?” Genç:

_ “Toprak altında!”

Hz.İsa(a.s) buyurdu:

_ “Daha dünyanın nasıl vefâlı olmadığını soruyorsun.Dünyanın vefâsızlığını şimdi anlamadın mı?”

Genç düşünceye daldı. Derken Hz.İsa(a.s) gitmeye azmettiği sırada genç aniden:

_ “Ey aziz misafir! Ben de seninle geliyorum” dedi. Hz.İsa(a.s) :

_ “Genç! Nereye? Sultanın kızını istedin, ona kavuştun. Makam istedin, işte makam! Benimle nereye gelmek istiyorsun?” Genç arzetti:

_ “Dünyanın vefâlı olmadığını siz kendiniz buyurmadınız mı?” Hz.İsa(a.s) buyurdular:

_ “Genç! Bu, gelin ve bu da şahın tahtı. Daha ne istiyorsun?”. Ama genç dedi ki:

_ “Bunların kiymeti yoktur.”

Sonunda eşini de yanına alarak Hz.İsa(a.s)’la birlikte yola koyuldular. Hazret genci, o hazinenin yanında oturmakta olan yol arkadaşlarının yanına götürdü ve dedi:

_ “Bu genç, her şeyden vazgeçti”.

Evet, bu genç; Al-i Muhammed (a.f.)’in kıyamı başladığı zaman, Hz.İsa(a.s)’la birlikte gökten yere iner ve Hz. Mehdi ( a.f )’nin arkasında namaza dururlar.



 

YEDİNCİ HİKAYE

KUYUYA DÜŞEN ZAT, VEZİRLİK VE

PEYGAMBERLİĞE ULAŞTI

 

Hz. Yakup ( a.s ), Hz. Yusuf ( a.s )’ı diğer çocuklarından daha çok seviyordu. Hz. Yusuf ( a.s) ’ın kardeşleri, Hz. yakup ( a.s )’ın davranışlarından, Hz. yusuf ( a.s )’a daha çok sevgi beslediğini farkediyorlardı. Sevgideki bu farklılık sebebiyle babalarına kızgındılar. Derken Hz. yusuf (a.s )’ı ortadan kaldırmaya karar verdiler. Ta ki Hz. Yakup (a.s )’ın ona olan muhabbetini artık görmesinler.

Kardeşleri Hz. Yusuf (a.s )’ı kendi elleriyle kuyuya attılar. Sonra babalarının yanına giderek kanlı bir elbise göstererek:

_ “Yusuf ’u kurt yedi. Bu da onun kanlı gömleğidir” dediler.
Bir kafile, kuyunun yanından geçerek Hz. Yusuf ( a.s )’ı kuyudan dışarı çıkardı ve Mısır’da ucuz bir fiyata sattı. Allah peygemberi (a.s )’nin çocuğu köle olarak satılıyordu.

Hz. Yusuf ( a.s )’ı, Zeliha adında bir kadın satın alarak, ona aşık oldu.O’nu gayrı meşru bir yola çekmek istiyordu.Fakat Hz. Yusuf ( a.s ), kendini muhafaza etti ve evli kadına teslim olmadı. Kendini gayrı meşru olarak cinsi yönden kirletmedi.

Kadın da yönetimin desteğiyle O’nu, yedi yıl zindan’a attı. Mısır padişahı bir rüya gördü ki,onu tabir etmekten herkes aciz kaldı. Çaresiz onu, rüya tabir edebilen Hz.Yusuf (a.s )’a götürdüler. İşte bu rüya tabiri ve O’nun Allah (c.c)’la olan manevî rabıtası, zindandan kurtulmasına sebep oldu. Allah ( c.c ); kardeşlerinin kıskançlıklarına karşı gösterdiği sabra, kadının o şeytani planına karşı gösterdiği sabra, nefsi arzularına teslim olmayarak gösterdiği sabra, zindanda kaldığı yedi yılda gösterdiği sabra karşılık bir ücret ve de zindanda Allah (c.c )’la rabıtasını sağlamlaştırmanın bir semeresi olarak O’nu Mısır’ın Maliye Bakanlığına ve peygamberliğe ulaştırdı. [9]

Evet; kıskanç kardeşler, onun âzametine ve yücelmesine sebep oldular. Hz. Yusuf (a.s )’ın istikameti ve bunun neticesi bir ders ve ibret oldu. Özellikle inişli-çıkışlı bir hayat geçiren bütün değerli gençlere daha büyük bir ibret olacaktır.

Neticesinde fayda olan, sahih ve üsûlüne uygun bir mücadeyi, Allah’tan başka bir yâr vasıtasıyla kazanmak imkansızdır. Hz. Yusuf(a.s)’ ın buyurduğu gibi :

_ “Eğer Allah û Taâla’nın yardımı olmasaydı ben de günahkar olacaktım.” (Yusuf:53 )

İmam Kazım (a.s): “Mûsibet; sabredene bir; feryad edene iki defadır” diye buyurmuştur[10]

( Mûsibet vakıadan , gam da kendinden.)



 

SEKİZİNCİ HİKAYE

 İFFETLİ OLMANIN VE SEFA SÜRMENİN ÂKIBETİ

 

Huzistan alimlerinden Ağa-ı Mirza Seyyid Ali Behbehanî (k.s), yaz mevsimlerinde İsfahan’ın alimlerinin daveti üzerine o kente giderdi. Orda ders ve tartışma oturumlarına katılırlardı. Onlar hikaye eder:

Babam eski zamanlarda gemi ile hacc’a gitmeye azmetmişlerdi. O zamanlarda yolculuk; ya gemiyle ya da at ve deve gibi diğer yük hayvanlarıyla yapılıyordu. Babam naklediyorlar:

Gemi, denizin ortasına ulaştığında, bir engel gözükmezken birdenbire durdu. Geminin personelleri, bu durumun teknik bir arızadan kaynaklandığını düşünerek araştırmaya koyuldular. Fakat teknik arızanın olmadığını gördüler.

Geminin kaptanı mûzdarip oldu ve “Geminin denizin ortasında durmasının sebebi nedir?” diye sordu.

Geminin personelleri de hiç bir şey yapamıyorlardı. 7-8 dakika geçtikten sonra çok büyük bir hayvan denizden çıktı ve o kadar sıçradı ki başı geminin güvertesine ulaştı. Henüz bedenin yarısı da sudaydı. Bu hayvan ağzından, kundaktaki bir bebeği çıkararak geminin güvertesi üzerine bıraktı. Sonra hayvan suya dalıp kayboldu.

Çocuğun sadece elbiseleri ıslanmış olup ağlıyordu. Kaptan, ihtiyat kayıklarının denize salınmasını emretti; olur ki o tarafta başka bir gemi batmış ve Allah (c.c) bu çocuğun hayatta kalmasını dilemiştir. Eğer başka bir kimseden eser kalmışsa onu da gemiye alabilsinler. Batmış olan gemiden geri kalanları bulabilmek için kayıklar suya salındılar.

Tayfalardan biri şöyle naklediyormuş:

Ben o kadar kürek sallıyordum ve önden gidiyordum ki kollarım halden düştüler. Ama ne kadar geri dönmek istedimse de sanki birileri bana; “ileri ! ileri !” diyorlardı.Uzaktan bir insan şeklini görene kadar bu şekilde ilerledim.Yanına ulaştığımda suyun üzerinde büyük bir tahta parçasını gördüm. Yanına gittiğimde bu tahta parçasına sımsıkı yapışmış bir kadın gördüm

Kayığı ileri aldım ve kadını kurtardım. Ona sordum:

_ “Neler oldu? Buralarda başka kimse var mı? Sizin geminiz ne zaman batmış?” Kadın:

_ “ Ben, eşim ve çocuğum yaklaşık 20 kişi ile birlikte bir gemiye bindik. Bir adadan başka bir adaya gidiyorduk. Aniden denizde bir fırtına meydana geldi. Biz de 5-6 gün denizde şaşkın kaldık. Ta ki sonunda gemi, denize battı. Ben çocuğuma sımsıkı sarıldım ki eğer hayatta kaldıysak bari birlikte kalalım ve eğer boğulduysak ta beraber boğulalım. Su, eşimi ve bütün yol arkadaşlarımızı alıp götürdü. Allah (c.c) bizi kurtarsın diye biz de bu tahta parçasına tutunduk.

Birdenbire, iyi yüzebilen bir yolcumuz,

suların altından “durum nasıl?” der gibi başını çıkardı. Bizi tahtanın üstünde gördüğü vakit yaklaştı ve tahtanın üstüne çıktı. Biraz rahatlanıp elbiseleri kuruduktan sonra, göz altından beni süzdüğünü farkettim.Ondan koktum, çocuğuma sımsıkı sarılarak kendimi toparladım. Ama genç yolcunun gittikçe yaklaştığını gördüm. Elini bize uzatmak istediğini hissettim. Ona dedim ki:

_ “ Biz denizin ortasında fırtınaya yakalanmışken sen günaha mı girmek istiyorsun, utanmıyor musun? Beni rahat bırak. Onun yerine, kesin gelecek olan ölümden kurtulmak için Allah’a sığın.” Ama Genç:

_ “Fayda etmez, ben seni bırakmam” dedi.

Adamla başa çıkamayacağımı düşündüm. Eğer arkaya gitseydim, dalgaları şiddetli olan deniz beni yutardı. Orda imdadıma yetişecek kimse de yoktu. Aniden Allah’la kalbi bir rabıtam oluştu. Bu rabıta, sanki telefon, telgraf gibi bir temas kurmaydı. Dedim ki: “Ya Allah! Ya Rahman! Bana yardım et!” Genç bana :

_”Eğer sana el uzatmama engel olursan çocuğunu denize atarım” dedi.

Adamın beni tehdit ettiğini düşünerek:

_ “Şayet çocuğumu da denize atarsan, ben sana teslim olmam” dedim.

Genç adam yanıma gelerek çocuğumu kucağımdan aldı ve:

_ “Hala teslim olmuyor musun?”dedi. Ben:

_ “Asla!” dedim.

Aniden çocuğumu denize attı, ben çaresiz kaldım. Ççocuğun peşinden gitseydim boğulurdum. Yüreğim yandı ve dedim ki: “ Ey Allah’ım! Ben günaha girmemek için çocuğumu feda ettim. Beni bu gencin elinden kurtar” dedim.

Birdenbire büyük bir dalga gelerek genci içine aldı. İyi bir yüzücü olmasına rağmen her ne yaptıysa da kendini kurtaramadı ve boğuldu. Sonra da siz geldiniz ve beni kurtardınız” diye başından geçenleri anlattı.

Aniden kadın ağlamaya başladı. Kadına:

_ “Niye ağlıyorsun?” diye sordum.

_ “ Çocuğumu kaybettim” dedi.

_ “Eğer çocuğunu görürsen tanır mısın?” dedim.

 _“Anne, çocuğunu nasıl tanımaz?” dedi.

Kayığı gemiye ulaştırdım, kadını gemiye aldım ve çocuğunu ona gösterdim. Hayretle dedi:

_ “Benim çocuğum burda ne yapıyor?”

Olayı ona nakledip dedik:

_ “ Çocuğunu iyi birinin eline bıraktın; Allah’ın eline!”

Kadın, kendi iffetini muhafaza etmek için Allah’tan yardım diledi. Allah ta hem çocuğunu hem de kendisini kurtardı ve o uzman yüzücü olan genci de korkunç bir dalgayla yoketti.

İşte budur Allah için yapılan işin neticesi. Takvanın ve şefkatlı yüce Allah’la rabıtanın semeresi bundan başkası olmaz ve olmayacaktır.



 

DOKUZUNCU HİKAYE

 PAK GÖZ MUZAFFERDİR

 

Muhammed bin Abdulhamid-ül Heşmi nakleder ki:

Hicri 230 yılında Mekke’ye gittim. Mekke’den dönüşte, Medine’nin fakirleri hacıların çadırlarına geliyorlar ve dilencilik ediyorlardı. Herkes imkanı nispetinde onlara yardım ediyor ve bir iyilikte bulunuyordu.

Bu fakirlerin arasında çok güzel bir kız gördüm. Şairlerin, kadınların güzellikleri hakkında getirdikleri bütün teşbihleri onda gördüm. Yüzü ay gibi, saçları şelâle gibiydi. Sanki bütün güzellik çeşitleri bir gövdede toplanmış ve o gövdeye bu kız bürünmüştü.

Benim gözüm bu kıza iliştiği vakit yüzünün güzelliğinden çok etkilendim. Ama yüzümü çevirdim. Bir yanlışa düşmemek ve günaha girmemek için Allah’a sığındım.

Ancak kız tekrar önüme gelip, yalvararak, yakararak benden yardım diliyordu.

Ben yüzümü ona çevirerek dedim:

_ “Ey kız! Allah’tan kork! Halkın önüne bu alımlı, güzel sîmanla çıkmaktan ve kendi iffet perdeni açmaktan dolayı Allah’tan utan!”

Bu sözlerimi işittiği vakit kız çok acıklı bir kaç mısra şiirle cevabımı verdi.

Ben bu güzel beyitleri dinlediğim vakit, kızın fesahat ve belağatı, güzelliğinin önüne geçti. Bu kemal, cemal, fesahat ve belağatı bir şahısta topladığı için Allah’a senâlarda bulundum.

Kendisine şefkat göstererek bu beyitlerini yazdım. Ona:

_ “ Adın ne, nasıl yaşıyorsun?” diye sordum.

_ “ Ben Mühennat. Babam da Heysem Şibani’dir. Bir ara babam hastalandı ve bu hastalık yüzünden bize mal ve servet kalmadı. Sonunda da bu fani diyara vedâ etti. Böylece ben kimsesiz, yalnız ve fakir kaldım. İşte gördüğünüz gibi bu şekilde muhtaç olarak yaşıyorum.

Biz kafileyle oradan ayrılıp yola koyulduk ve “Habbe” denilen mıntıkaya ulaştık. O mıntıkanın hakimi olan Malik bin Tuk’un yanına gittim. O, Hacc seferimin durumunu ve yeni haberlerini sordu.

Ben de o kızın hikayesini ona anlattım ve o şiirin beyitlerini ona okudum.

O çok fazla hayret etti ve bu şiiri yazarak kızı methetti.

Ben de hemen o gece Şam’a doğru yola çıktım.

Bir müddet sonra Malik bin Tuk’un elçisi geldi. Benden yanlarına gitmemi ve bir süre onlarda kalmamı isteyen bir mektup getirmişti.

Ben de kabul ederek yanına gittim. Bir kaç gün orda kaldım. Gecelerin birinde ben ve Malik, tenha bir odada iken hizmetçilerinin geldiklerini gördüm. Bir kaç altınla dolu kese, elbiseler ve çok fazla kumaş getirip önüme bıraktılar. Ben Malik’e sordum:

_ “ Bunlar nedir?”

_ “ Bunlar; senin, benim ve Heysem Şibani’nın kızı olan Mühennat’ın üzerinde olan hakkındır. Allah û Taâla’nın uğurlu gelen irşad bereket ve hidayetiyle sen, bizi birbirimize kavuşturdun. Ben, bir gün böyle büyük bir saadetin bana nasip olacağını hayal bile edemezdim. Bu hediyeleri, O sana göndermiştir. Ben de bunlardan daha fazla şeyleri sana hediye etmeyi düşünüyorum.

Ben, Malik ve Mühennat’ın evliliklerinden sordum. Malik:

_ “ Senden Mühennat’ın hikayesini dinlediğimde ve sen Şam’a gittiğinde, onun güzelliğinin aşkı içimde kaldı. Bu yüzden; dindar, emanete riâyet eden ve akıllarının kemâlinden emin olduğum bir grubu, Mühennat’ı bulmak üzere görevlendirdim. Onlar Arap kentleri ve çöllerinde bir müddet araştırma yaptılar. Ta ki O’nu ve efendisini buraya getirdiler.

Mühennat ‘ın kendisini; senin vasfetiğinden daha iyi, daha güzel ve daha alımlı buldum. Onu efendisinden istedim ve şerî bir akitle kendime nikahladım. Ona dayduğum alaka kadar mal bahşettım ve gönlümdeki aşkı kadar onu mülküme ve kendime ortak ettim.

Mühennat benden, kendisini isteme ve kendisiyle evlenme nedenini sordu. Ben de ona, seni ve onun hakkında anlattıklarını naklettim. Seni bu olanlardan haberdar etmek için o elçiyi gönderdim. Mühennat senin geldiğinden haberdar olunca, bu hediyeleri senin için gönderdi” dedi.

 Sonra Malik’in kendisi de, yirmi bin altın ve on parça kumaşı bana getirmelerini emretti. Böylece Malik te hediyelerini vermiş oldu.

Allah û Taâla, Mühennat’tan Malik’e bir kaç çocuk ihsan etti. [11]

Birdenbire içimden şöyle söylemeye başladım: ‘Bütün bu servet, mal ve mevki; Allah’ın evinin yakınlarında gözün, fikrin ve kalbin; isyan ve günahtan korunması dolayısıyladır. Çünkü o vakit Allah’ı hatırladın ve Allah ta sana yardım ederek bu serveti verdi’.

O halde Allah’ı hatırlarsanız Allah ta sizi hatırlar.[12]

Evet, her yer Allah'ın huzurudur ve eğer insan Allah'ın hatırı için hiç bir yerde masiyet işlemesse, Aziz olan Allah, muhakkak yâr ve yardımcı olacaktır. Zira kendisi vaâdetmiştir ki, ‘eğer bizim yolumuzda mücadele ve cihad ederseniz Biz, sizleri kendi yolumuza iletir ve size rehberlik ederiz’ ( Ankebut:69 )

Hatta Allah'tan başka hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde de insan günah işlememelidir. Zira oralarda öyle biri vardır ki hükmünü kıyamet gününde verecektir. Bu konuda İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

“ Halvette günah işlemekten sakınınız. Zira kıyamet gününde size karşılık verecek olan biri, size şahittir”.[13]

Güzellik büyük bir nimet ve servettir. Eğer onu iyi muhafaza edebilirsek ve sürekli Allah'ı hatırlayabilirsek bu servet iyi bir yerde kalacak ve şerefini koruyacaktır.[14]



 

 ONUNCU HİKAYE

 İHLAS GÖLGESİNDE ZAFER

 

Tüccarlardan bir topluluk ticaret yapmak amacıyla gemiyle yolculuk ediyorlardı. Yolda ansızın bir ses işittiler. Gökten gelen ses :

_“Aranızdan kim on bin dinar verip bir kelime öğrenmek ister. Bu kelimeyle; derdi olduğunda onu mutluluğa çevirsin, sıkıntı ve belaya düccar olduğunda sıkıntıyı bertaraf etsin ve müşkülatı ona kolaylaşsın. Eğer ölümden korkusu varsa, o korkudan kurtulsun ve ona bir zarar ulaşmasın” şeklinde nida ediyordu.

Gemideki tüccarların arasından bir şahısta 10,000 dinar nakit vardı. Kalktı ve dedi:

_“Ey ses! Senin bahsettiğin bu sermayeyi satın alıcıyım ve parası da hazırdır”.

Adam üstündeki paranın tamamını, hiç bir şey ayırmadan suya attı. O ses tekrar nida etti: “Ey adam! Paradan vazgeçmene karşılık bu hikmeti iyi dinle. Zorluklara ve sıkıntılara düştüğün vakit bunu ihlasla oku:

“Her kim Allah'tan korkarsa, O, ona bir yol açacaktır. Ve ummadığı bir yerden onu rızıklandıracaktır. Her kim Allah'a tevekkül ederse O, ona yeterdır. Her şey O’nun emrine bağlıdır. Allah her şeye bir ölçü koymuştur”.

Gemideki insanlar adama serzenişte bulundular:

_ “Kazanmak için bir ömür tükettiğin bu sermayeni cahilce kaybettin. Birazdan yaptığından pişman olacaksın” dediler. O adam:

_“Ben bu ticareti bir ganimet biliyorum, bu ayeti de kendi saâdetimin mayası olarak görüyorum” dedi.

Bu olayın üzerinden bir kaç gün geçti. Aniden denizde bir tufan koptu. Tufanın devalılıgı geminin batmasına sebep oldu. Yolcular denize düştülar ve onların arasından sadece, daha önce parasını denize atan adam kurtuldu. Ve Allah û Taâla bu ayet sebebiyle onu korudu. Bir tahta parçasıyla kendini sahile ulaştırdı. Yaptığı o infaktan başka, onu diğer yolculardan ayıran hiç bir imtiyaza da sahip değildi.

Bundan sonrasını adamın ağzından dinliyleim:

“Denizin dalgalar beni; çevresi yemyeşil ve içi îmar edilmiş olan bir adaya attı. Adanın suyu ve havası çok güzel ve latifti. O adanın ortasında; güzel, yüksek ve o zaman kadar ömürümde görmediğim mücevherlerle bezenmiş bir saray gördüm. Bu sarayda çok güzel ve süslenmiş bir kadın gözüme çarptı. Güzelliğinden o kadar etkilendim ki şu ayeti okudum:

“Şüphesiz bu ancak güzle bir melektir”. (Yusuf:31).

Kadın beni görünce:

_ “Babam; büyük bir tüccar ve Basra’nın zenginlerindendi. Sürekli uzak ve uzun seferlere çıkar ve hiç bir şeyden de korkmazdı. Beni çok sevdiği için seferlerinde beni beraberinde götürüyordu. Bir defa gemiyle yolculuk ettiğimiz bir sefer sırasında kopan bir fırtına yüzünden gemimiz battı ve ben de bu adaya ulaştım

Gerçi görünürde yerim iyidir ve çok fazla nimetlere garkolmuş bulunuyorum. Fakat haftada bir; öcü gibi bir varlık denizden çıkagelip benimle bir erkek gibi eğleniyor. Erkeğin, cimadan hariç, eşiyle yaptıklarını benimle yapıyor. Bu ilişkileri, şakaları ve oynamaları bana çok eziyet veriyor.

Bugün de denizden çıkacağı gündür. Eğer canını onun elinden kurtarmak istiyorsan burdan hemen kaybol. Çünkü vahşetten ve korkudan ölmen bile mümkündür” dedi.

Henüz onun sözü bitmemişken, dağ büyüklüğündeki o mel’ûn denizden çıktı ve bana yaklaştı. Ben aşırı korkudan hemen o ayeti okumaya başladım ve üzerime üfledim. Daha ayet temamlanmadan o ûcube yere yığıldı ve onun vücudundan sadece küller geride kaldı.

Ben mutluluktan oracıkta şükür secdesine vardım ve o kadın da, Kur’ân’ın şerefli ayetinin bereketiyle o varlığın elinden kurtulduğumuz için Allah'a hamdetti.

Sonra ayağa kalktık, güzel ve kıymetli mücevherlerden her ne bulduysak deniz sahiline götürdük. Ki eğer o taraftan bir gemi geçerse bizi de kurtarsın.

Bir kaç gün işimiz, mücevherleri toplamak ve deniz sahiline nakletmekti. Gecelerimizi de o adadaki sarayda geçiriyorduk.

Ta ki günün birinde, uzaktan bir gemi gördük çubuğun başına bir parça kumaş geçirerek onlar bizi görene kadar salladık. Gemi, sahilin kenarına yanaştı ve bizi, adada topladığımız mücevherlerle birlikte gemiye bindirdiler. Derken, Allah û Taâla'nın lütfü sayesinde kazandığımız saysız servetle beraber selametle Basra’ya ulaştık. O kadın, evlerini bana gösterdi. Ben onların evine gidip kapıyı çaldım. Kapıyı açtıkları vakit:

_ “Beni falan bayan göndermiştir” dedim. Henüz konuşmam bitmemişken evden bir inleme ve feryat sesi yükseldi. Bana:

_ “Sen kimsin, yaramızı deşiyor ve çilekeş olduğumuz halde bizimle dalga geçiyorsun” dediler. Ben:

_ “Ben yalan konuşmaktan Allah'a sıgınırım. Rica ederim, sözümü yalanlamayın ve bana îtimat edin” dedim.

Böylece onları muhterem yoldaşım olan o kadının yanına götürdüm. Ve onları birbirlerine kavuşturdum. Bayanın yakınları mutluluktan neredeyse can vereceklerdi. O büyük, sayısız nimetlerden dolayı da Allah û Taâla’ya şükrettiler.

Ben de olayı ayrıntılı olarak onlara anlattım. Onlar o bayanı şerî bir akitle bana nikahladılar. Ben de o mücevherleri sermaye edindim. Şu anda Basra halkının en zenginlerindenim. Allah û Taâla, o kadından bana bir kaç salih ve seçkin çocuk ihsan etmiştir.

Böylece Kur'ân'ın şerefli ayetinin bereketiyle bütün nimetler üstme yağdı; bütün sıkıntılarım sevinç ve mutluluğa dönüştü.

Elbette, başarının önemli bir sırrı, söylenenlerin halis bir kalpten gelmesidir. Bir çokları vardır ki, bu ayeti ezberler, hatta tefsir...v.b.’ni de biliyorlar ancak ayetin bereketlerinden ve mânevî değerlerinden yoksundurlar. Demek ki âmelle yoldaş olan ilim, zaferi yaratandır.

Bu yüzden Kurân'ı Kerim, âmeli olmayan âlimleri merkep ile teşbih etmiştir.[15]

Bazen de Kurân o kimselere ilahî gazabı vaâdetmiştir:

“Niçin yapmadığınız halde söylüyorsunuz. Bilmiyor musunuz ki Allah, âmel etmedikleri halde söyleyenlere gazaplanır?”[16]

Diğer taraftan bazıları da var ki, âlimdirler ve âmel de ediyorlar. Ancak ihlasları yoktur. Bunlar da ‘münafık’ ve ‘kafir’ olarak tâbir edilmişlerdir. Kurân'ı Kerim’de âmellerin kabul edilme şartı sadece ihlas olarak görülmüştür.

O halde dünya ve ahiret başarıların sırrı; irfan, îman ve ihlasla yapılan âmeldedir.



 

 ONBİRİNCİ HİKAYE

 HZ. YAKUP HZ. YUSUF’UN FİRAKINDA

 

 İmam Sadık ( a.s) buyurdu:

Bünyamin (Yusuf a.s’ın kardeşi ), Mısır Şehri’ne, Hz. Yusuf ( a.s )’ ın yanına gidip orda kaldığında Hz. Yakup (a.s), ikinci oğlunun ayrılığına da mahkum oldu. Allah'ın dergahına yalvararak şöyle arz etti :

“Allah’ım! Acaba ne zaman rahmetinin altına gireceğim. Gözüm Yusuf’’un firakında[17] kör oldu. İki oğlumu (Yusuf ve Bünyamin) kaybettim”.[18]

Allah Hz. Yakup (a.s)’a ilahî elçi olarak bir melek’le haber verdi: _“Eğer senin iki oğlunu dünyadan götürsem bile yine onları dirilteceğim, ta ki gözün onlarla aydınolsun. (Hem gözlerin iyileşir hem de çocuklarını görürsün) ve onların firakından kurtulasın.[19]

Hatırla ki, (kırk yıl önce) bir koyun keserek kızarttın ve yedin. Ancak senin komşun olan falan oruçlu şahsa o koyundan hiç pay vermedin”.

Hz. Yakup (a.s) o tarihten sonra günün her üç vaktinde bir me’mur görevlendirmiş, ‘tâ bir fersah uzaklığa kadar her kim yemek yememişse Hz.Yakup (a.s)'ın evine gelsin ve yemek yesin, yemek hazırdır’ diye nida etmesini istemişti.

Hz. Yakup (a.s) Allah'ın peygamberiydi. Ve çaresizlerin hallerinden gafil kalmamalıydı. Bir an gaflet, kırk yıl körlük ve firaka sebep oldu. Fakat O, Allah'a duâ ederek kurtuluşunu isteyince Allah ta âma olan gözlerini açarak ve çocukları olan Hz. Yusuf (a.s) ile Bünyamin’i ona geri vererek dileğini yerine getirdi.

Kırk yıl boyunca Hz. Yakup (a.s) sıkıntı çekti. Ta ki, sorumluluktaki îtinasızlığın cezasını görsün ve kıyamet günü azap çekmesin.

Gerçi çaresizlere yardım etmek, zekât verebilecek maddi düzeye gelmemiş olanlara vacip değildir. Ama Allah'ın peygamberi ve velilerinden beklenen, her halukarda böyle ahlakî işleri unutmamalarıdır.

İnsan sûresinde okuyoruz ki, Risalet Ailesi üç gün kendi yemeklerini fakire, yetime ve esire verdiler. O aç karınlarıyla yine de sadece Allah rızası için oruç tuttular. Riyakârlık, âvamı kandırma ve insanlarin beğenisini kazanma için değildi. Ki bu riya; mükafat ve ücretlerinin yokolmasına sebep olsun.

Onlar, böyle güzel ve değerli bir âmel işlediklerinde Allah û Taâla kendi Peygamberi (s.a.a)’ ne bir ayet indirdi. Ki kıyamete kadar onlara bir iftihar ve azamet sebebi olsun. Zira, Allah û Taâla buyurmuştur:

“Her neyi kendiniz için işliyorsanız o fani olacaktır ve her neyi Allah için işliyorsanız o baki kalacaktır”.(Nahl: 96).



 

ONİKİNCİ HİKAYE

 YANIK YÜREKLİ KADININ DUÂSI

 

Berni Kadısî nakleder ki:

Köylerin birinde bir kadın gördüm ki, soğuk hava bütün ziraâtını mahvetmişti. O kadının tek geçim kaynağı o ziraât olup ondan başka geliri yoktu.

Bu mûsibet, o kadına çok ağır gelmişti. Ziraâtının yokolmasına çok fazla üzülmüştü. Halk ta ona sabrı tavsiye ediyor ve dayanıklı olmasını istiyorlardı.

Kadın da hemen orda, elini açarak şu duayı okudu:

“Allah’ım! Ben senin rahmetini ummarım. Telef olmuş olan ziraâtımın yerini doldurmaya kadirsin. O halde, kendi nimetlerini bildiğin şekilde bize bağışla. Çünkü nimetlerini nasıl taksim edeceğini biliyorsun ve istenmeye layık olan Sen’sin. Biz çilekeşlerin ve biçarelerin elinden tut. Zira günlük rızkımız Sen’dendir, umudumuz Sen’dedir”.

Henüz ordan uzaklaşmadan duası kabul edildi. Şöyle ki, zengin bir adam oradan geçiyordu, ona bu olayı naklettikleri vakit hemen beş yüz altın dinarı o kadına bahşetti.

Böylece Allah û Taâla mümkün olan en kısa zamanda onun duâsına icabet etti ve onun için böyle bir çıkış yolu hasıl oldu.

Derken artık çiftçilik yapmaktan ve iş sıkıntısı çekmekten kurtuldu, Allah onun için nakit bir havale gönderdi.

Yanık yüreğiyle Allah'ın dergahına gitti. Allah ta onu muhabbete layık gördü, onun duasına hemen icabet etti.



 

ONÜÇÜNCÜ HİKAYE

 DÜYANIN EN GÜÇLÜ ADAMI

 

36 ülke fetheden, sürekli ülkesini genişletmekle meşgul olan meşhur İskender, dünya imparatorluğu arzusuyla surâtle yol alırken ölüm düşeğine düştü.

İskender; ölümün kendisini yutmak üzere olduğunu farkettiğinde, öğretmeni olan büyük hekim Erastatlis’e bir mektup yazdı

Hekim de ona cevaben şöyle yazdı:
Kendini koru ve canını Allah'a havale et.

Dünya tarlasında iyilik tohumundan başka hiç bir şey ekme.

Biz annelerden ölmek için doğurulmuşuz,

Çaresizlikte kalınca canımızı ölüme adamışız.

Kendini koru ve büyüklerini kânını dökme,

Ki bedduâ seninle olur kıyamete kadar.

İskender, ölümün nişanelerini gördüğü vakit vasiyetini şöyle yazdı:

1- Benim elimi tabuttan dışarı sarkıtın. Böylece insanlar bütün o kuvvet ve kudreti eline geçiren İskender’in boş ellerle dünyayı terkettiğini idrak etsinler.

2- Ölümümden sonra anneme bir yemek hazırlamasını ve bütün halkı bu yemeğe davet etmesini söyleyin. Fakat yemek yiyecek olanlara şu şartı koysun: ‘Akrabalarından hiç kimsenin ölüm acısını görmemiş olsunlar; ne âzizlerinin, ne dostlarının ve ne de kavimlerinden herhangi birininin ölümünü.

Bu davet zamanı geldiği vakit hiç kimse icabet edemedi. Zira herkes bu gam ve kederden nasibini almıştı.

İskender, bütün o ülkeleriyle; Firâvun, bütün o kudretiyle ve dinî rehberler olan Peygamberler (a.s) ve İmamlar (a.s), bütün o mânevi âzametleriyle dünyadan göç ettiler.

Değerli okuyucular! Eğer bir paraya elimiz ulaşmadıysa, bir makama yetişemediysek ve eğer herhangi bir konuda başarlı olamadıysak bu, dünyanın sonu değildir. Yine de çabalamalıyız, gördüğümüz bu başarısızlıklardan tecrübe kazanmalıyız. Ve yeniden kendi emellerimizi - eğer Allah maslahatımıza uygun görürse- gerçekleştirmeliyiz.

Bu dünya odur ki, sonu ölümdür. Onun ne değeri var ki: altın, gümüş, mevki, makam, kadın, çocuk v.b. dünyalıklarla kendimizi üzelim.

İsalmî rivayetlerde şu tavsiye edilmiştir: “Ne zaman dünyevî dertler sizi sardıysa kabristana gidiniz ve ölmüş olanların durumuna bakınız”.

Eğer Allah û Taâla dünyayı; iyi, yaşamaya layık ve değerli görseydi, en iyi kullarına; yani kendi Enbiya (a.s) ve Evliyalarına güzel bir yaşamın imkânlarını hazırlardı. Ancak, eğer siz tarihe bir göz atarsanız göreceksiniz ki; Âdem (a.s)’ın yaradılışının başlangıcından ta Peygamber (s.a.a)’e, tertemiz İmamlar (a.s)’a ve yüksek mekamlı âriflere, fakihlere ve gerçek mü’minlere kadar olan zaman sürecinde, yaşamlarının hiç bir bölümünde tam bir rahatlık içinde oldukları görülmemiştir. Eğer bir rahatlık görülmüşse de bu çok kısa bir dönem olmuştur. Allah û Taâla Kurân’da defalarca şöyle buyurmuştur:

“Ahiret diyarı sizin için; geçici, zorluk ve meşekketle dolu olan dünyadan daha kalıcı, daha bereketlidir. Bu yüzden âziz olan canlarımızı o büyük ilahî misafirliğe hazırlayınız ki,

o gün temiz bir kalpten başka ne makam, ne servet ve ne de şöhret fayda eder.



 

ONDÖRDÜNCÜ HİKAYE

 HALİSÂNE DUÂ

 

Salih Bin Mismar nakleder:

Hasan-ı Basrî,[20] Vasıt(Şam) şehrinde Haccâc’ın yanına gitti. Haccâc, süslenmesi ve güzelliği için müthiş bir dikkat gösterdiği ve yeni yapmış olduğu sarayında dinleniyordu. Etrafındakiler de onun çevresinde toplanmış; yemek ve eğlence için gerekli olan vesileler hazırlanmıştı.

Hasan-ı Basrî yanlarına girdiği vakit, Haccâc’a hitap ederek:

_ “Biz ibretle bakıyoruz ki, dünya melikleri gibi görünüyorsunuz. Öyle ki, siz melikler yek diğerinizle hasetle rekabet ediyorsunuz. Herhangi biriniz diğerine haset ettiğinde kendisi için, yeni halı ve güzel şeylerle döşeli bir saray yapıyor. Pislikler üzerinde toplanmış sinekler gibi olan bir topluluk ta sizin çevrenizi sarıyor, size yağcılık ve yalakalık yapıyorlar, siz de onlardan hoşlanıyorsunuz; onlarla iftihâr ediyorsunuz ve kendi kendinize diyorsunuz: ‘ Bu saraylar ne güzel ! Bu halılar ne kadar pahalı ! Biz ihtişam sahibiyiz.

Siz melikler bilmediğiniz halde fasıkların en fasıklarısınız. Allah'ın ve meleklerin nazarında mel’ûn; yeryüzünde, halkın arasında, kınama ve nefret altındasınız” şeklinde O’nu kınadı.

Hasan-ı Basrî konuşmalarını bitirdikten sonra Haccâc’ın yanından çıkıp gitti ve etrafındakilere:

“Muhakkak Allah, âlimlerden, insanlara vaâz ve nasihat etmeleri ve insanlardan bir şey saklamamaları hususunda söz almıştır.”

Haccâc, ferman verenlerin en kan içicilerinden biriydi. Hasan-ı Basrî’nin sözlerinden sonra çok kızdı ve rahatsız oldu. Etrafındakilere:

_ “Ey Vasıt’ın insanları! Basra halkından bir şahıs yanıma gelmiş, karşıma geçerek bana çirkin kelimeler söylüyor ve sizden hiç biri ona itiraz etmiyor, hiç bir şey yapmıyorsunuz ! Allah'a andolsun onu öldüreceğim!” dedi.

Şam halkı da Hasan-ı Basrî’nin peşinden koşup onu Haccâc’ın yanına geri getirdiler. Hasan-ı Basrî, ne için geri getirildiğini ve Haccâc’ın hışmından kurtulamayacağını biliyordu. Dudaklarından sessizce duâlar döküldüğü halde Haccâc’ın sarayına girdiği zaman, Haccâc ve etrafındakilerin, kendisini öldürmek için kılıçlarıyla hazır beklediklerini gördü.

Haccâc, Hasan-ı Basrî’yi gördüğünde serzenişte bulundu, ona çirkin ve fahiş kelimeler söyledi. Ama Hasan-ı Basrî, nasihat ve irşatla ona karşılık verdi.

Haccâc’ın birdenbire sükût etmesi, etarfındakilerin hayret etmelerine sebep oldu. Haccâc, kılıçların kınlarına geçirilmesini emretti. Hasan-ı Basrî’yi hürmetle oturtarak kararından vazgeçti. Hasan-ı Basrî’ye ikrâmda bulunulmasını istedi. Yapılan ikrâmlardan sonra Hasan-ı Basrî sağ ve selametle Haccâc’ın yanından ayrıldı.

Salih Bin Mismar, devamında;

 “Hasan-ı Basrî’ye sordum:

_Hangi duâyı okudun ki, Allah û Taâla onun bereketiyle seni belâdan ve Hccâc’ın hışmından korudu, onun hışmını lütfe çevirdi?!”

Hasan-ı Basrî cevabıımda:

_ “O duâ şuydu:

“Ey dâvet ettiğimde îcabet eden! Ey, velisiz kalıınca benim velim olan! Ey, zorluklarda benim sahibim! Ey nimetlerimin sahibi! Ey Allah’ım! Ey, atalarım olan Îbrahim, İsmaîl, İshâk, Yakup ve torunlarının; Mûsa ve Îsa’nın îlahı! Ve ey bütün Peygamberlerin îlahı! Ey, Kâf-Hâ-Yâ-Âyn-Sad; Yâ-sîn ve Hâkim olan Kurân’ın îlahı! Muhammed (s.a.a) ve pâk olan Ehli Beyt’ine selat ve selam olsun.

Haccâc’ın iyiliğinden , marifetinden ve merhametinden beni nasiplendir. Onun eziyetini, kötülüğünü ve çirkinliklerini benden uzaklaştır”.

Salib Bin Mismar şöyle devam eder:

“Her ne vakit bir sıkıntıya, bir üzüntüye ve ya bir belâya müptela olduğumda bu duâyı okuyordum, Allah ta benim için bir çıkış kapısını açıyordu ve o bela nimete dönüşüyordu”.[21]

Hsan-ı Basrî, Haccâc’ın gönlüne bir merhamet girsin ve kendisini öldürmesin diye Allah’tan; Peygamberleri ve en güzel isimleriyle amân diledi.

Hasan-ı Basrî ayrıca bu duâyı, Peygamberler (s.a.a ) ve Ehlli Beyt’e salavat getirerek yaptı. Salavatlarla birlikte yapılan bir duâ, -Allah’ın izniyle- icabet edilmeye yakındır. Halis âmelle ve içtenlikle yapılan bir duâ çok etkili olur.

Evet, eğer kalp bütün vasıtalardan, Allah’ın dışındaki bütün dayanaklardan temizlenir ve buruk bir halde Allah û Taâla’yla irtibat kurarsa mütiş bir etki yapar. Genelde çok kıymetli eşyalar kırıldıkları vakit, gerçek olan kıymetlerini kaybederler. Ancak Allah'ın yarattığı tek bir şey var ki, o kırılır yahut yanarsa mânevi bir makam kazanır ve Allah'a yakın bir dereceye yükselir. İşte o şeyin adı gönül ve kalptır.

Evet, Âziz olan Allah buyurmuş:

“Benim yerim, o kırılan kalplerin içidir”. Diğer taraftan şöyle buyurmuş:

“Ne zaman; beni çağırsanız, hemen icabet ederim”.[22] Ve de kendi peygamber (s.a.a)’ne buyurmuş:

“(Ey Resülüm!) Kullarıma haber ver, şüphesiz ben affediciyim ve şefkatliyimdir”[23]



 

ONBEŞİNCİ HİKAYE

 TUFAN FERYADA ULAŞIR

 

Bir gün Abbasî halifelerinden Harun Reşit, kendi hizmetçilerinden birine şöyle dedi:

_“Geceleyin falan eve gidip kapıyı açın, evde bulunan o şahsı alın ve falan sahraya götürün, falan yerde kazılmış hazır bir kuyu vardır. O’nu o kuyuya atın ve sonra kuyuyu toprakla doldurun. Falan hizmetçiyi de beraberinde götürerek bu işi onunla birlikte yapın.”

O şahıs ta Harun’un fermanıyla o evin kapısını açtı. Orda çok güzel ve latif bir çocuk gördü, çehresinden îmanın nuru okunuyordu.

O şahıs, gencin sözüne kulak asmadan onu, Harun’un emrettiği o yere götürdü. Genç, artık kesin olarak öldürüleceğini anlayınca adama:

_“Ey adam! Beni öldürmede âcele etme. İstediğin vakit beni öldürebilirsin. Yalnız bana biraz vakit tanı, iki rek’ât namaz kılayım. Ondan sonra benim için her ne demişlerse yerine getir” dedi.

Sonra kalkıp namaz kıldı. Harun’un elçileri, o gencin namazda şöyle dediğini duydular:

“Ey lütfü gizli olan Allah’ım! Bu şartların altında bana yardım et ve gizli lutfundan bana merhamette bulun”.

Onlar dediler: “Henüz duâsı temamlanmadan kuvvetli bir tufanın koptuğunu gördük. Hava, kalkan toz bulutuyla karardı. Öyle oldu ki biz artık onu göremiyorduk.O dehşet halinden yere düştük ve kendi halimizle o denli meşgul olduk ki genci unuttuk. Tozlar dinip rüzgar kesildiği vakit genci bulamadık. Onunla genci bağladığımız ipleri yere düşmüş olarak gördük”.

Onlar, Harun’a verecekleri cevap hususunda birbirleriyle müşavere ettiler. ‘Eğer bu olayı, aynen vukubulduğu şeklilye iletirsek, kesinlikle bunu bizden kabul etmez.

Eğer onu kuyuya attık şeklinde bir yalan uydurursak ve gençten de ona bir haber ulaşır ve hayatta olduğu anlaşırsa, her durumda Harun bizi öldürecektir. O halde doğruyu söyliyelim. Zira yalan, kurtuluş yolunu meydana getirmez ve doğruluk her ne kadar ağır olsa da yalandan daha iyidir’ sonucuna vardılar.

Harun’un yanına geldikleri ve olayı ayrıntılı olarak anlattıkları vakit, Harun cevaben onlara şöyle dedi:

_“Gizli lütüflerin sahibi onu kurtardı, ben de bu duâyı unutmayacağım. Sizden istediğim de bu olayı kimsenin yanında konuşmamanızdır. Ben buna karşılık size aman vereceğim ve size hiç bir şey yapmayacağım.[24]

Evet, Allah'ın lütfü bir duruma şamil olunca tufan, duşmanın gözlerini kapatır ve duâ edene kurtuluş bahşeder.



 

ONALTINCI HİKAYE

 BAŞARILI BAYAN

 

Rabiâ Âdviyye, zahit ve takvalı kadınlardandı. Babası fakir ve güçsüzdü. Bir zalim onu tuttu ve sattı. Yabancı biri Rabiâ’yı tâkip etti. O da kaçtı, eli kırıldı ve yüzünü toprağa sürterek şöyle dedi:

_ “Ey Allah’ım! Garibim. Yetimim, elim de kırıldı, cariyelik için kuvvetim yoktur. Senin kaderine razıyım”

Rabiâ, gündüzleri oruç tutar ve oruçlu haliyle insanların işlerinde çalışırdı.

Mekke seferinde, bindiği merkebini kaybetti. Yol arkadaşları:

_ “Senin yükünü getireceğiz” dediklerinde Rabiâ:

_ “Ben size güvenerek Mekke’ye hareket etmedim ki sizden yardım istiyeyim” dedi.

Yol arkadaşları gittiler. Rabiâ Allah’tan yardım istedi. Allah ta nakil vasıtasını ona hazırladı.

Bir hırsız Rabiâ’nın çadırına gitti. Rabiâ uyuyordu. Hırsız Rabiâ’nın çadırının perdesini kaldırdığı vakit göremez duruma düştü. Kaçmak istedi ancak bir çıkış yolu göremedi, çadırın perdesini bırakınca görmeye başladı. Çadırın perdesini tekrar kaldırdığında, ikinci defa köreldi ve yolunu kaybetti.

Bu olay yedi sefer tekrarlandı. Sonunda hırsız, bir nida işitti: “Rabiâ, yıllardır her şeyini Allah’a havale etmiştir. Ondan vazgeç! İblis’in eline geçiremediğini ele geçirmek, bir hırsızın ne haddine”!

İki misafir Rabiâ’nın yanına geldiler. İki tane ekmeği vardı, onların önüne bıraktı. Derken bir fakir de evinin kapısına geldi, ekmeği fakire verdi. Misafirler aç kaldıklarından dolayı kalpleri kırıldı.

Bir cariye, evin kapısını çaldı ve onsekiz tane tâze ekmek getirdi.

Rabiâ sayarak: “Benim için gönderilmemiş, bunları geri götür” dedi. Cariye gitti ve üstüne iki tane ekmek daha koyarak geri getirdi, Rabiâ’ya teslim etti.

Rabiâ’ya sordular: “Niye ilk seferde almadın?”. Rabiâ:

_“Ben Allah'ın yolunda iki ekmek verdim ki yirmi ekmek alayım. Çünkü Allah û Taâla Kurân’da:

 “Her kim bir hayır işlerse, karşılığında on katı ona verilir”[25] diye buyurmuştur. O, onsekiz tane ekmek getirince, ondan eksiltildiğini anladım.

Bilge biri Rabiâ’ya dedi: “Kimseden almadığın, sadece sana mahsus olan ilimden bildiklerini bana öğret”.

Rabiâ cevabında: “Bir yumak ipliği iki sikke (demir para)’ye sattım. Bir sikkeyi bu elime öbür sikkeyi diğer elime koydum ki üst-üste gelmesinler. Böylece beni hakikatten ve Allah'ı tanımaktan alıkoymasın, dünyaya yüzümü döndürmesinler”dedi.

Rabiâ’ya sordular:

_ “Ne isteğin var?”

Rabiâ:

_ “On iki yıldır tâze hurma yemek istiyorum ama henüz yemedim. Basra’da hurma yemenin zarar vermediğini biliyorum. Ama ben Allah'a ait olduğum için istekte bulunmak istemem. Eğer ben istersem ve Allah istemez ise bu nankörlüktür. Çünkü, Allah'ın istediğini istiyorum, Allah'ın gönderereceğini ve ikram edeceğini arzu ediyorum” dedi.

Rabiâ, mukavemet ve sebatıyla bu mârifet derecesine ulaşmıştı. Mu’cizelere benzeyen acaip işler ondan sadır oldu.

Bir çok problemin ayaklarımıza dolanmasının sebebi, Allah'ı tanımada ve vazifemiz olan amelleri icrada eksik kalmamızdır.

“Sabreden kimselerin mükafatlarını elbette en güzel bir ecirler, işledikleri o amellerinin karşılığı olarak vereceğiz”.



 

ONYEDİNCİ HİKAYE

 BURUK KALP MÜCEVHERDİR

 

Muhammed Bin Mûsa Bin Fırat nakletmştir:

‘El-Berid’ kitabının sahibi Zeyd dedi ki:

Bir zamanlar Me’mun’un katibiydim. Bir müddet bu şekilde geçti ve bununla meşgul oluyordum.

Bir dönem geldi ki, Abbas Bin Me’mun’un elinden çok çektim. Öyle ki bütün mallarımı müsadere etti. Elimde ne varsa benden aldı. Ben, çocuğumla malsız ve hayattan mahrum olarak kaldık. Sadece eyeri ve yuları bulunan bir at ile giydiğimiz elbiselerimiz kaldı.

Elimize biraz para geçirerek, bu sayede kendmizi doyurmak, atımıza bakabilmek ve insanlara muhtaç olmamak için atı oğluma teslim edip bir kaç gün yük nakline gönderdim.

Bir kaç gün geçmesine rağmen, bir gün yükünü taşımak içn müracaât eden kimse çıkmadı ve para kazanamadık. Başka bir kazanç yolu da yoktu. Bundan dolayı bir müddet hep beraber aç kaldık. Bir kurtuluş için ümitle bekledik.

O gece yattık. Diğer gün de yine müşteri çıkmadı. O gün de aç kaldık. Çocuğum bana:

_“Babacığım! Aç kaldığımız için çok fazla üzülmüyorum. Benim asıl üüzüntüm telef olmasından korktuğu at içindir. Zira, iki gündür hiç bir şey yemememiş” dedi. Ben:

_ “Oğlum! Ben ne yapabilirim ki. Atın eyerini ve yularını satamam, çünkü ona ihtiyacım var. Ev eşyalarına bakıyorum da, benim için hiç bir şeyin kalmadığını görüyorum. Köhne bir hasır, bir parçaya sardığım bir kerpiç; su içmek, yemek ve abdes almak için kullandığımız bir tabak ve köhne bir havlumuz var.” Oğluma:

_ “Hemen şu havluyu götür, sat ve o parayla bir şeyler al” dedim. Çocuğum gitti ve ben yanlız kaldım.

Ha!! Evet, evde aç olan bir tavuğumuz da vardı. Ben onun yanına gidip bakarken, bir civcivin geldiğini ve bu tavuğun hemen civcivin üstüne atlıyarak onu yediğini, bu sevinç üzerine avazı çıktığı kadar kendine mahsus sesler çıkardığını gördüm.

Ben açlığın şiddetinden dolayı ağladım, başımı kaldırarak:

_ “Ey Allah'ım! Sen bizzat şöyle buyurmadın mı? Beni ihlasla isteyin ki size hemen icabet edeyim [26]

Ey Allah'ım! Bu tavuğa bile bir rızık gönderdin. Bizim için de bir rızık gönder. Şiddetli açlıktan ben ölmek üzereyim” dedim.

Henüz, göğe doğru kaldırdığım başımı indirmemişken evin kapısı çalındı.

Yanan her şey; genellikle faydasından, değerinden ve kıymetinden kaybeder. Ancak gönül ateşlenir, derken yanarsa diğer gönülleri de yakarsa kıymet kazanır. Yani eğer gönül Allah'ın huzurunda yanarsa ve kırılırsa bir cevher oluverir.

Kalbin kırılmadığı müddetçe, gözyaşların güzel akmaz.

_ “Kimsin?” dedim.

_ “Abbas Bin Me’mun’un vekili olan Îbrahim Bin Nuh” dedi.

_ “Buyur içeri gel” dedim.

Eve gelip beni mahzun bir vaziyette görünce halimi sordu.

Ben kendi vaziyetimin hakikatini ona söylemedim ve durumumu ondan sakladım, o da ısrar etmedi ve ekledi:

_ “Emir sana selam göndermiş ve bu gün seni hatırlayarak sana beş yüz altın dinar göndermiş ki, onunla kendi yaşamın için harcama yapabilesin”.

Ben para kesesini aldım, Allah'a çok şükrettim. Ondan sonra Emir’e de teşekkür ettim. O arada elçisine; iki gündür aç olduğumuzu, tavuğun durumunu, köhne havlunun satılığa çıkarılışını ve bunun üzerine duâ etmekte olduğumu anlattım.

O, bizim hayatımızı derin bakışlarla dinleği zaman, sahip olduğumuz bütün eşyaların bir dinardan fazla para etmediğini anladı.

Elçi kalkıp gitti. Kısa bir müddet sonra tekrar geri geldi.

Bu sefer de bana beş yüz dinar getirerek: “Ben senin durumunu Emir’e söyledim. O da bu parayı, ev ve elbise ihtiyaçlarına harcaman için gönderdi. Ta ki Allah sana bir kurtuluş kapısını açsın”. O da çok sevinerek Allah’a şükretti.

 

Bu olaydan sonra işimde bir açılış meydana geldi.

Her gün Allah û Taâla’nın nimetlerinden daha fazla nasibleniyordum.[27]

Allah; yoksulları düşünmesi ve kendine gelmesi için bu olayı bir imtihan olarak onun önüne koymuştu. Fakat bir an, kırık bir kalple Allah'ı çağırdı, Allah ta duâsını kabul etti ve sorunlarını halletti.

 “Dünyada sabretmelerine karşılık üzerlerine esenlik ve mutluluk olsun. Ahiret diyarı ise ne güzeldir.”[28]



 

ONSEKİZİNCİ HİKAYE

  ÇELİK İRADE

 

Ahmed Kerrûvi’nin kızı, Nasrıüd - Devle’nin hanımı olan Fatıma adlı kadının bir erkek hizmetçisi vardı. Adı Ebi Kasiye idi. Bu hizmetçi hıyanetle suçlandı ve Nasırüd - Devle’nin hanımının tâlimatıyla, bir kâlenin üstün de bulunan zindana atıldı.

Bir müddet sonra Nasırüd - Devle’nin hanımı, o hizmetçiyi öldürmeye karar verdi. Ve dedi:

_ “O kâlenin komutuanlarına, Ebi Kasiye’yi öldürmelerini yazınız”.

O mektup kâleye ulaştığında, o gün tesadüfen Ebi Kasiye’den başka mektubu okuyabilecek kimse yoktu. Çünkü kalenin görevlileri hazır değillerdi.

Ebi Kasiye mektubu alıp okudu ve onu öldürmek istediklerini anladı. Kimse ondan haberdar olmasın diye mektubu yanına alıp sakladı.

Kendisi naklediyor:

“O mektubu okuduğumda hayatımdan ümit kestim. Beni öldüreceklerini anladım. Kendi kendime; ‘Şayet Nasırüd - Devle’nin hanımı başka bir mektup yazarsa ve olaylar herkese aşina olursa, onlar eninde sonunda beni öldürecekler’ dedim. Bu yüzden zindandan kaçıp kendimi kurtarmaya karar verdim.

O Kâlenin duvarına baktığımda dışa açılan küçük bir yol gördüm. Ordan da. zemine kadar inen bir yol vardı. Eğer burdan zemine düşseydim kesinlikle ölürdüm. İyice incelediğim vakit, bu yolun dışa çıkan ucunda aşırı yağan kardan dolayı dağ gibi buz kütlesini buldum. Kendi kendime; ‘Allah'a tevekkül ederek kendimi buzların üstüne atacağım, olur ki kurtulurum’ dedim.

Kendimi o delikten dışarı atınca daha yere düşmeden bayıldım. Ayıldığımda kalkıp oturdum. Bedenimde hiç bir zararın meydana gelmediğini gördüm. Beni ölümden kurtardığı için Allah'a şükrettim.

Ayaklarımı zindanda zincirle bağlamışlardı ve o zincirler havanın aşırı soğuğunda buz kesilmişlerdi. Bir kaya parçasıyla zinciri kırdım ve ondan kurtuldum. Kalkıp karların üstünde yürümeye başladım. Biraz yol aldıktan sonra bir ırmağa ulaştım. Kâlenin görevlileri, karların üstündeki izlerimi takip ederek bana ulaşmalarından korktuğum için suya girdim. Suda yürümeye başladım. Ayaklarım donduğunda ırmağın kenarında ayaklarım ısınıncaya kadar oturuyordum.

Öyle yorulmuş ve bitkin olmuştum ki yavaş yavaş gelecek hayatımdan ümit kesiyordum. Biraz kendime gelince Allah’la mânevî bir irtibat kurdum ve tekrar yola koyuldum. Derken sonunda bir çadıra ulaştım.

Durumumu onlara ayrıntılı olarak açıkladım. Onlar da bana çok şefkat göstererek ısınmama yardımcı oldular, yemek verdiler. Diğer gün sabah, kâlenin görevlileri beni bulabilmek için oraya geldiler. Çadırdakiler, beni bulmamaları için onlardan sakladılar.

Bir kaç gün geçti. Ben, Bağdat’a giden yolların güvenlığinden emin olduğum vakit yola çıkmaya karar verdim. Başımdan geçen olayın iç yüzünü Nasırüd - Devle’ye beyan ettim. Ki hanımının vasıtasıyla ölüme mahkum edilmiştim. Nasırüd - Devle bana âman verdi ve çok şefkat gösterdi. Böylece ben selametle bu belayı atlattım.[29]

Hayatta kalabilmek için suda ve karda, buzda ve soğukta dayandı. Kararlı davranma ve Allah'tan yardım isteme ile sorunları halloldu.



 

ONDOKUZUNCU HİKAYE

 SEHERDE UYANAN MURADINA ERER

 

Me’mun’un zamanında yaşamış olan Ebu Hasan Ziyadî nakleder:

Bir zaman bana fakirlik gelip çattı ve ben parasız, pulsuz kaldım. Borçlarım çoğaldı, bu borçları ödemeye imkanım kalmadı. Öyle ki ekmek ve et gibi ev ihtiyaçlarını dahi borçla almaya başladım. Ne ki, bu borçları ödeyebilecek bir durumum artık kalmamıştı.

Dostlarım da yavaş yavaş benden ilişkilerini kestiler. Bu büyük mûsibet esnasında bana acımadıkları gibi yardımcı da olmadılar. Borç sahipleri de arka arkaya borçlarını istediler. Ve ben perişan halde ne yapacağımı bilemiyordum.

Derin düşüncelere daldığım günün birinde hizmetçim gelerek; “Bir şahısın seninle işi var” dedi. Ben de:

_ “Ona müsade et, gelsin bakalım” dedim.

O adam geldi. Horasan’lı bir adamdı. Selamdan sonra:

_ “Ebu Hasan sen misin?” dedi. Ben: “Evet” deyince;

_ “Ben yabancı bir adamım. Mekke’ye gitmeyi düşünüyorum. Yanımda on bin dinar var. Bunu senin yanına emanet olarak bırakmak istiyorum. Ondan istifade edersin, döndüğümde bana geri verirsin” dedi.

Sonra paraları çıkarttı, bana teslim etti ve kendisi çıkıp gitti. Ben de hemen keseyi açtım, mevcut olan borçlarımı iâde ettim. Geriye kalan parayla da evin ihtiyaçlarını giderdim. Kendi kendime; ‘O Mekke’den dönünce parasını veririm’ dedim. Derken o gece rahat bir şekilde yattım.

Diğer gün sabah hizmetçim gelerek:

_ “O Horasan’lı adam gelmiş girmek için izin istiyor” dedi.

Ona izin verdim. Adam geldiğinde:

_ “Ben dün Mekke’ye gitme niyetiyle yola çıktım. Ama burdan ayrıldığımda babamın vefat haberi bana ulaştı. Bu yüzden Horasan’a geri gitmeye mecburum. Ancak senden, paramı bana geri vermeni istiyorum” dedi.

Onun bu sözlerini işittikten sonra o kadar üzüldüm ki, ömrüm boyunca böyle bir üzüntüye asla mübtela olmamıştım.

Ben öyle bir haldeydim ki o paradan elimde hiç bir şey kalmamıştı. Zira hepsini harcamıştım. Ne yapacağımı bilemiyordum.

Kendi kendime; ‘Eğer inkâr edersem, beni şehrin kadısının yanına götürür... Hem dünyada rezil ve yüzsüz olurum. Hem de ahirette Allah’ın âzabına düccar olurum’ dedim.

Ona verebilecek tutarlı hiç bir cevap bulamadım. En son ona:

_ “ Onun muhafazası ve saklanması için başka bir yere götürdüm. Sen yarın buraya teşrif et te onu sana geri vereyim” dedim.

Kendisi gitti, fakat ben perişan bir haldeydim.

Ne önümü, ne de arkamı görebiliyordum. Öyle perişan olmuştum ki, bir türlü rahat edemiyordum. Yatabilmek için her ne yaptımsa, düşünce ve hayaller yatmama izin vermediler. Hizmetçime:

_“Katırımı hazırla” dedim. Hizmetçim:

_“Henüz gecenin başındayız. Seher vaktinde onu hazırlarım” dedi. Seher vaktinde hizmetçim katırı hazırladı. Ona bindim. Ama nereye gideceğimi ve ne yapacağımı bilemiyordum. İrademin yularını elimden kaybetmiş olarak gidiyordum ve biçare kalmıştım.

Gitmek istediği yere gitsin diye katırın yularını serbest bıraktım. Kendim de Allah'a sığınarak O’na tevekkül ettim. Kendimi ilahi kaderin eline teslim ederek hayırlı bir kapının açılmasını bekledim.

Katırım gitti de gitti. Ta Bağdat köprüsüne ulaştı. Sonra Me’mun’un sarayına yöneldi. Sarayın yakınına ulaştığımda, daha hava tam olarak aydınlanmamıştı.

O vakitte bir atlı gördüm. Gelip yanımdan geçerken bana derin bakışlarla baktı. Beni süzdükten sonra gitti. Fakat bir kaç adım attıktan sonra döndü ve:

_“Sen Ebu Hasan Ziyad değil misin?” diye sordu.

_ “Niye? Benim” dedim.

_ “Emir Hasan Bin Sehl beni gönderdi, seni onun yanına götürmemi istedi”. Ben, ‘acaba Emir benden ne istiyor’ diye bir an düşündüm ve atlı adama:

_ “Ben kendim ona giderim” dedim.

Hasan Bin Sehl’in yanına gittiğim vakit önce selam verdim, o da karşılık vererek bana iltifatta bulundu. Sonra:

_ “Ey Ebu Hasan; durumun nasıl, keyfin nasıl? Bizim taraflara artık gelmez oldun” dedi.

Durumumu ondan gizlemek ve özür beyan etmek istedim ancak o hemen araya girerek:

_ “Bana hayatının gerçeklerini anlat, zira çok çaresiz olduğunu işittim. Senden bunları öğrenmek istiyorum ve hakkından gelebileceğim bir işse sana yardımcı olmak istiyorum” dedi.

Ben de hayatımın gerçeklerini ve Horasan’lı adamın borç meselesini anlattım.

Hasan Bin Sehl, içlerinde on biner dinar bulunan iki kese vererek şöyle dedi:

_“Birini Horasan’lı adama ver, diğerini de kendi yaşamın için harca”.

Ve böylece Allah bana hayırlı bir kapı açtı. Beni hüznün ve sıkıntının acılarından kurtardı.

“Ey Allah'ım! Gerçi ben bu muhabbete layık değildim. Ancak şu kısacık tevekkül ve irtibatim, senin bana çok nimetler vermene ve ikramda bulunmana vesile oldu” dedim.

Evet, Allah meşakkati bertaraf etmek için bir sebep meydana getirir. Gezmekle, aramakla, düşünmekle, çalışmakla ve Allah'a tevekkül etmekle derdin çaresi ve devası ortaya çıktı.



 

YİRMİNCİ HİKAYE

 VEFASIZ DOSTLAR VE MESUT TALİH

 

Hasan Bin Muhammed Semerî der:

Ebu Amr-ûl Kazî’nin bir komşusu vardı. Bir zamanlar fakirliğin zorluk ve sıkıntıları onu sarmışken birdenbire eline çok fazla mal geçti ve durumu düzeldi. Öyle bir seviyeye geldi ki zamanın sultanı onun malını yağmalamak istedi.

 Ebu Amr-ûl Kazî, o adamla olan komşuluğu münasebetiyle Sultan’ın ona bir şey yapmaması için aracı oldu.

Hasan Bin Muhammed Semerî diyor:

Ben, Kazî ve onun komşusuyla zamanla dost oldum. Aramızda bir samimiyet meydana gelince ona:

_ “Bir zamanki el darlığından nasıl şu anki servete ulaşabildin?” diye sordum,

Önce inkâr etti, bana söylemek istemedi. Ama ısrarım üzerine bana:

_ “Babamdan bana çok fazla servet kaldı. Ben de toy olduğumdan dolayı bir endişem yoktu.O malı dostlar ve arkadaşlarla yiyiyor ve eğleniyorduk. Paraları her türlü yola harcıyorduk.

Aradan pek zaman geçmeden, o büyük servetten geriye hiç bir şey kalmadı. Öyle bir yere ulaştı ki, evin kapı ve pencerelerini satıyor, onunla ekmek yiyiyor ve maişetimi sürdürüyordum.

Satabileceğim bir şey artık kalmadı. Sonunda, annemin dikerek sattığı kumaşla geçinmeye başlayacak bir duruma düştük. Onunla da geçinemeyeceğımız ortadaydı. Durumumuz çok kötüydü. Menfaâtçı dostlar beni çaresiz bırakmış, cehalet beni bedbaht etmişti. Derken annemin el emeğine muhtaç bir hale gelmiştim.

Sıkıntılı olduğum bir gecede yatarken rüyama bir şahıs girerek bana:

_ “Mısır’da zenginlik ve servet senin yüzüne çok kısa zamanda gülecektir” dedi.

Sabahleyin uykudan uyandığımda Ebu Amr-ûl Kazî’nin yanına gittim. Ondan, komşuluk ve daha önce ona yaptığım iyiliklerin hatırı için bana, meşgul olmam için Mısır’da bir iş bulmasını istedim.

Sonunda Mısır’a gittim. Bir müddet geçtiği halde önümde herhangi bir hayır kapısı açılmadı. Bir türlü rahat ve huzur göremedim. Çok zor koşullarda yaşadığım için en son dilencilik yapmaya karar verdim. Onurumun kırılmaması için bu işi gündüzün yapmaya cesaret edemezdim. Geceleyin dilencilik yapmayı düşündüm. Evden çıktım ve bocalaranak gezmeye başladım. Şaşkın şaşkın sokaklarda gezerken önüme bir kaç kişi çıkıp etrafımı sardılar. Yabancı olduğumu farkettiklerinde bana:

_ “Doğru söyle, sen kimsin?” diye sordular. Ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım. Ve:

_ “Rüyada, burada benim için hayırlı bir kapının açılacağını gördüm. Fakat burda henüz bir şeye ulaşamadım. Ve şimdi de evlerden dilenmek istiyorum” dedim. Önce inanmadılar, hatta bana bir kaç kırbaç bile vurdular. Ancak söylediklerimin doğru olduğuna dair yemin etmem üzerine benden el çektiler. Onlardan biri:

_ “Ömrümde senin kadar ahmak birini görmemiştim. Bir kaç yıldır rüyada, bir şahsın gelip bana şöyle söylediğini görüyorum; ‘Bağdat’ın falan mahallesinin falan sokağında bahçeli bir ev bulunmaktadır ( verdiği adres, evimin adresiydi). Bahçenin falan yerinde bulunan ağacın altında otuz bin altın dinar gömülüdür” dedi.

Adamdan o adresi duyar duymaz sanki vucudum komple kulak kesildi. Sözlerini pür dikkatle dinlerken dilinden dökülen kelimeler tam da oturduğum evin tarifesiydi. Adam:

_ “Ben bu rüyayı görmeme rağmen asla ona teveccüh etmedim. Ama sen o kadar ahmak birisin ki bir rüya uğuruna kendi vatanından ayrılmış, bu uzun ve uzak olan yolu göze almışsın” diyerek yakındı.

Ben onlara bir şey söylemedim, o geceyi bir mescitte geçirdim. Sabahleyin adamın tarif ettiği adres olan kaldığım eve acilen gittim. Derken o ağacın altına, adamın dediği yere baktığımda aynen o miktarda para buldum. Bunu üzerine Allah û Taâla’yı çokça tesbih ve takdis ettim.[30]

İşte o zamandan sonra mukemmel bir rafaha ve huzura kavuştum. Ama bu farkla, elime geçen bu kadar para ve servetin değerini biliyor ve israftan uzak duruyorum. Başımdan geçenler bana tecrübe oldu; gerçekte samimi olmayan dost ve arkadaşlara parayı sebepsiz harcamamak ve helal olmayan masraflardan el çekmek, vefasız dost ve arkadaşların peşinden gitmemek gerekmektedir.

Elbette benim ilk servetim babamdan kalma bir mirastı ve onun için herhangi bir zahmet çekmemiştim. Ancak mâsum İmamlar’dan birinin şöyle dediğinden habersizdim:

_ “Mal, makam, şöhret, nimet v.s, eğer meşru ve helal yoldan kazanılmışsa hesabı ve sorgusu vardır; ‘onu nerelere ve niçin harcadın?’

Ancak, eğer gayrı meşru ve haram bir yoldan ele geçirilmişse iki sorgusu vardır; ‘1- Niye bu mal için günah işledin? 2- Niye onu gereksiz yere harcadın?’ ”

Şimdilik hem pişmanım hem de ümitvarım. Allah û Taâla’dan beni affetmesini ve başarı ihsan etmesini diliyorum ki bir daha aynı günahlara girmeyeyim.



 

YİRMİ BİRİNCİ HİKAYE

 GÜNAHTAN KORUNMANIN MÜKÂFATI

 

Bir şahıs hikaye eder:

Ben demirciler çarşısından geçiyordum. Bir demircinin demiri ateşle dolu olan ocakta işlettiğini gördüm. Ama ne göreyim! Demirci, demiri ocağa koyup kızartıyor, maşayla demiri tutması geregirken elini ocağa koyuyor ve kıpkırmızı demiri dışarı çıkarıyordu.

Ben durdum, çok şaşırdım; ‘Bu ne biçim deri, et ve kemiklerdir ki, ateşi bile tanımıyor’ diye hayret ettim. ‘Bu şahıs, elini ocağa nasıl koyuyor ve kıpkırmızı demiri dışarı çıkarıyor da eli hiç yanmıyor? !’ diye söylendim. Sonunda dayanamadım ve ilerledim. Adamın hal - hatırını sorduktan sonra:

_ “Görmekte olduğum bu manzara nedir?” diye sordum.

Aşırı ısrarım üzerine:

_ “Bu durum, Âlevî bir kadının duâsının eseridir. Olayın özeti şudur: “Kıtlık ve kuraklığın hakim olduğu bir yıl yaşadık. Benim buğdayım ve yemeğim vardı. Bir gün Seyyit bir kadın yanıma geldi ve dedi:

_ “Ben Âlevî bir kadınım. Ben ve çocuklarım açız. Bize borçla bir yemek ver”.

Ben onun güzelliğinden çok etkilendim ve ona zina teklifinde bulundum.

Kabul etmedi ve gitti. İkinci defa geldi, ben yine o haram teklifte bulundum. Kabul etmedi ve:

_ “Ben şimdiye kadar kendimi bir haramla kirletmedim” dedi.

Çaresizlikten dolayı üçüncü sefer de gelerek:

_ “Teslim oldum. Fakat bir şartım var; tenha bir yerde olsun. Çünkü benim şerefim var. Yaptıklarımdan kimse haberdar olmasın” dedi.

Ben de kabul edip onu tenha bir yere götürdüm. Âlevî kadın titremeye başladı. Ben:

_ “Ne oldu?” diye sordum.

_ “Ben senden tenha bir yer istedim ve kimsenin görmemesini şart koştum” dedi.

_ “Burası tenha bir yerdir. Burda ben ve senden başka kimse yok” dedim.

_ “Allah'ın her yerde görücü olduğunu ve seni gördüğünü bilmiyor musun? Allah’ın seni şu an görmekte olduğunun farkında mısın?” dedi.[31]

Ben bu acı gerçekle yüz yüze geldiğmde kadına:

_ “Bana yazıklar olsun! Benim aslında titremem gerek” dedim. Nefse sırt çevirerek Âlevî kadına el uzatmaktan vazgeçtim. Benim yüzümü Allah'a çevirdiği için ona çok teşekkür ettim. Ona pirinç, buğday ve taâmdan bir miktar azık verdim. O da bana şöyle duâ etti:

_ “Ateşte yakılmama sebep olacak davranıştan vazgeçtiğin için, Allah ta dünya ve ahiret ateşini sana haram etsin”. O, bu duâyı ettikten sonra dünya ateşi beni yakmıyor.[32]

O, günah işlememenin semeresini bu dünyada gördü.

Halk arasında bilinen bir sözle; bazen insan, yüz yıllık bir yolu bir günde kat’ediyor.

Adam, bir an etkilenip derinden baktığında, çok kısa bir zamanda kıyameti ve Allah'ın âzabını hatırladı. Bu tefekkür, seri ve ani bir şekilde semeresini gösterecek kadar etki yaptı.

Bu kadın bir Seyyitti. Âlimlerimiz ve büyüklerimiz, Seyyitlere ihtiram gösterilmesini ısrarla istemişler. Özellikle mü’min oan Seyyitlere özel bir saygı gösterilmesinin gerekliliğini vurgulamışlar. Zira onlar kendilerini en güzel şekilde muhafaza edebilseler, zaten Allah û Taâla özel bir lütüfla tüm mü’minleri kuşatıcıdır.



 

 YİRMİ İKİNCİ HİKAYE

 FEDÂKARLIĞIN NETİCESİ

 

Malik Dinar anlatır:

Hac yapmak için bir kafileyle beraber Mekke’ye doğru yola çıktık. Kufe’ye vardığımızda hazırlıklarımızı tamamlamak üzere iki-üç gün orda bekledik.

Bu günlerden birinde, bir harabenin yanından geçiyordum. Harabeye giden bir kadın gördüm. Birilerinden gizlenmek ister gibi etrafına bakıyordu. Derken ölü bir tavuğu koltuk altına yerleştirerek harabeden ayrıldı.

Kadın evine ulaşana kadar ben de peşinden gittim.

Kapıyı çaldı. Bir kaç çocuk gelip ona kapıyı açtılar ve:

_ “Anne! Acaba bize bir şey getirdin mi?” diye sordular.

_ “Evet, size bir tavuk getirdim. Şimdi size pişiririm ve sonra yersiniz” dedi.

Bu olanlara hayret ettim. Kadının neden böyle yaptığını merak ettim.

Seyyit olan o kadına seslenerek:

_ “Seni az önce takip ettim. Ölü bir tavuğu aldığını gördüm. Ölmüş olan bir tavuğu yemek te haramdır. Niye böyle yaptın? Ben sebebini öğrenmek istiyorum” diye sordum. O cevaben:

_ “Meselenin hakikatı şudur; bir kaç gündür evde hiç bir şey kalmamış. Komşumuz et pişirmişti. Etin kokusu çocuklarımı mahzun etti. ben de; ‘ölü bir tavuk gibi bir şey dahi bulabilirsem getirip pişirir ve çocuklarımı onunla teskin ederim’ şeklinde karar aldım” dedi.

Ben durumun vehametini idrak ettiğimde, Hacc için ayırmış olduğum takriben on bin dirhem parayı kadına verdim. Onunla kendine ve çocuklarına harcamasını söyledim.

Malik Dinar daha önce Hacc’a gitmişti. Bu seferki gidişi ise müstahaptı. Burada daha acil gördüğü bir hayır yolunda parasını harcayarak Hacc’a gidemedi. Malik, Kufe’de kalıp geçimi için su satmaya başladı.

Hacılar Mekke’ye gittiler. Döndüklerinde Malik onları karşılamaya gitti. Hacılarlarla bir araya geldiğinde:

_ “Sen neden ‘ben gelmiyorum?’ dedin ki. Sen her yerde daha önde görünüyordun. Ne zaman döndün? Biz seni Mina’da ve Arafat’ta gördük” dediler.

_ “Ne tuhaf! Ben Kûfe’deydim” dedi.

Bir adam Malik Dinar’ın yanına gelerek:

_ “Siz Malik Dinar mısınız?” diye sordu.

_ “Evet” dedi.

_ “Bu paralarını al, senin bendeki emanetindir”

_ “Ne parası?”

_ “Bir gün Mina’da biz çadırdayken bir şahıs geldi ve: ‘Kûfe ehlinden misiniz?’ diye sordu. Ben ‘evet’ dediğimde; ‘Kûfe’ye gittğin vakit bu para kesesini Malik Dinar’a ver’ dedi ve ayrıldı.

Malik: “Vallahi bu para benim değildir” dedi.

Malik o paraları alıp saydığında tam olarak on bin dirhem çıktı; derken rüyada birinin ona şöyle söylediğini gördü: “Bu dünyevî bir kazançtır, dünyadaki âmelinin karşılığıdır. Ahiret kazancın da ayrıca muhafaza edilmektedir”.

Allah û Taâla, Malik’in yerine Hacc yapmak üzere bir me’murunu, onun kıllığında görevlendirmişti.

Böylece Malik, Haccını yerine getirerek sevabından mahrum kalmadı. Dostlarının gözleri önünde görülen bu gaybi me’mur Malik sanıldı. Bununla beraber dünyada kaybettiğine, hemen karşılıkta bulunuldu. Zira erdemli bir iş Allah'ın yanında asla kaybolmaz.

Bir çok insan, bu gibi işleri daha fazla ve daha iyi yapmlarına rağmen neden böyle bereketlerden mahrum kalıyorlar?

Çünkü; sadaka, infak, hediye ve fedâkarlık gibi salih âmellerin yerini ve zamanın dakik bir şekilde tesbit etmek gerekir. İşlenen âmelin gayesi olan ihlasın yerini kendini beğenmişlik gibi hastalıklar almamalıdır. Böylece; dünya ve ahirette semersi görülebilsin.

İnsan rastgele fedâkarlık yapmakla değil; bunu nerde, ne zaman, kime ve niçin yapması gerektiğinin bilincinde olmalıdır. Yoksa semeresi görülmez, yahut çok azı görülür.

Çokları vardır ki; malını, makamını, şöhretini ve şerefini veriyor da bunların faydasını göremiyor. Kurân’ın tâbir ettiği şekilde: “Hem dünyada hem de ahirette hüsrandadırlar” .



 

YİRMİ ÜÇÜNCÜ HİKAYE

GAYBΠ ME’MUR

 

Bir kaç müslüman, Afrika çöllerinden biri olduğu sanılan bir yerde yolculuk yapıyorlardı. Kurak çölde giderlerken sussuzluk ve sıcaklığın tesiriyle halden düştüler. Onların her biri bir yere düşerek artık ölülümü beklemeye başladılar.

Aniden, beyaz elbiseler giymiş olan yaşlı bir adam onların yanıbaşına geldi ve ‘kalkın su içın’ diye seslendi.

Başlarını kaldırdıklarında, beyaz elbiseler giymiş bir adamın elinde bir su kabının olduğunu gördüler. Onların hepsi içtiler ve kendilerine geldiler. Adama hemen sorduler:

_ “Sen kimsin, ey Allah’ın kulu! Bu çölde gelip imdadımıza yetiştin. Biz sussuzluktan ölmek üzereydik”. Yaşlı adam:

_ “Ben cin taifesinden bir müslümanım. Cinler de insanlar gibi; hem müslüman olanları, hem de kafir olanları vardır. Hem zalim olanları, hem de merhemetli olanları vardır. Ben kendim müslümanım. Ben bizzat kendi kulaklarımla Peygamber (s.a.a)’inden şöyle buyurduğunu işittim:

_”Müslüman, müslümanın kardeşidir. Birbirlerini terk etmemeli ve birbirlerine ihanet etmemelidirler”.[33]

Din kardeşlerimin sıkıntıda olduklarını, onların her birinin bir köşede inlediklerini ve Allah’a yalvarıp yakardıklarını işittim. Sanki biri size su getirmemi emretti” dedi. Sonra gözümüzün önünden ansızın kayboldu.

Bazen insan, dostlardan bir toplulukla yolculuk eder. O dostarın arasından Allah’a âşık birinin olması, tüm cemaâtın emniyette kalmasına sebep olabilir. Zira Allah û Teâla, o ferdin hatırı için diğer fertleri de muhafaza eder veya onları sıkıntılardan kurtarır.



 

YİRMİ DÖRDÜNCÜ HİKAYE

GENCİN ÖLÜM HABERİ

 

Rivayetlerin birinde şöyle geçer:

Nebi Davut (a.s) zamanında; Hz. Davut (a.s)’ı çok seven ve kendisiyle devamlı irtibatta olan bir genç vardı. Bu genç, Hz. Davut’un huzuruna her çıktığı vakit, Hz. Davud’un Zebur okuduğunu görüyordu. Genç, bundan çok etkilendiği için diğer işlerini unutarak zamanını orda geçiriyordu.

Hülasa, bir gün ölüm meleği Hz. Davut(a.s)’ı görmeye geldi. Sohbet sırasında gence dikkatle bakınca Hz. Davut (a.s) sordu:

_ “Arkadaşıma neden dikkatle bakıyorsun?”

_ “Gelecek hafta aynen bu günde onun ölüm vaktidir”

_ “Ölüm vakti kesin midir?”

_ “Evet” dedi ve gitti.

Hz. Davut (a.s) bu genci Allah için çok sevdiğinden dolayı epey üzüldü. Gençle ilgilenerek onu teselli etti ve:

_ “Acaba evli misin?” diye sordu. Genç “hayır” deyince Hz. Davut (a.s) kendi kendine, ‘bu genç ömrünün son haftasını yaşıyor ve bekârdır. En iyisi onu evlendiryim de ömrünün son günlerini güzel geçirsin’ dedi.

İsrailoğullarından ihlaslı ve şefkatlı bir adama meseleyi açıklayarak kızını hemen o gece, Allah için, o gençle evlendirmesini istedi. O şerefli adam da hemen itaât ederek kızının yanına gitti. Kız da olumlu yanıt verince evlilik işleri rastgitti ve döğünleri yapıldı.

Bu genç, Hz. Davut(a.s)’ın yanına, yedinci güne kadar da gitmeye devam etti. Son gün Hz. Davut (a.s) gencin ölüm haberini beklediği ve cenazesini kaldırmak üzere hazırlandığı halde bir türlü haber gelmedi. O genç te her zamanki gibi yine geldi ve herhangi bir şeyden söz etmedi.

Derken aradan bir hafta daha geçti ve nihayet Azrâîl geldi. Hz. Davut (a.s):

_ “Neden o genç ölmedi?”

_ “Aslında onun ölüm vakti kesinleşmişti. Fakat; siz, o kız, kızın annesi ve babasıyla öyle bir iş yaptınız ki Allah ta ona bir lütufta bulunmayı hak gördü. Ona gösterdiğiniz o alaka ile, Allah'ın rahmet çeşmelerini onun üstüne akıttınız. Onu muhabbetle kucakladığınızda şöyle bir nida yükseldi:

_ “Biz, sizden daha yüceyiz, Biz de ona rahmet ve muhabbet ediyoruz. Bu yüzden gencin ömrü uzatıldı”[34]

Allah'ın lütfü gencin üstüne aktığında kesinleşmiş olan ölümünü geciktirdi. Muâllak olan ölüm öyle bir ölümdür ki, güzel âmellerle sonraya ertelenir. Akrabaları ziyaret etmek, yoksullara yardım etmek, insanların dertleriyle dertlenmek, hastaları ziyaret etmek, insanları bağışlamak ve gençlerin sorunlarını çözmek gibi âmeller, hemen gelebilecek olan ölümün ve belânın engellenmesine-geciktirilmesine yol açarak tabiî bir şekilde, sonradan dünyadan göç etmeye sebep olabilirler. Nitekim o gencin gençliğinde kesinleşmiş olan alınyazısı te’hir edildi ve Allah'ın dileğiyle eceli tabiî ölümle değiştirildi.



 

YİRMİ BEŞİNCİ HİKAYE

 ONBEŞ YIL ARADAN SONRA FELÇLİ ŞİFA BULDU

 

Âlevî bir kadın, ayaklarından başlıyarak, yavaş yavaş bütün vucuduna yayılan bir felç hastalığına müptela oldu. Bu felç hastalığı öyle bir duruma geldi ki hasta, kendini sağa – sola çeviremiyor, bu hareket için bile birisinin yardım etmesi gerekiyordu.

Bu kadın, yaklaşık on beş yıl bu halde kaldı. Bu müdette ona bakan bir hizmetçisi vardı. Müptela olduğu hastalığın üzerinden on beş yıl geçince, bir sabahın erken vaktinde uyanırken hastalığının tamamıyla geçtiğini ve selamete kavuştuğunu gördü. Bütün hastalığı bertaraf olmuş; eli, ayağı ve bedeninin diğer âzaları kâmilen iyileşmişlerdi. Kendisi de kuvvet bulmuş ve kimseden yardım almadan işlerini görebilecek duruma gelmişti. Komşuları ve onun durumundan haberdar olan herkes, kendisinin ansızın iyileşmesine hâyret etti. Çünkü; ‘dün akşam bile felçli olan bir şahıs nasıl olur da hemen bu sabah iyileşiyor, zorluk çekmeden diğer insanlar gibi yürüyor, yiyiyor ve diğer işlerini görebiliyor. Bu mu’cizeden başka bir şey olamaz’ diye merak ediyorlardı.

Âlevî kadın, iyileşme şeklini şöyle anlattı:

_ “Benim hizmetçim olan kadın, o gece beni kendi başıma bıraktı. Onun tavırları beni çok fazla üzdü. Kalbim kırıldı, yaşamaktan pişmanlık duydum. Bu yüzden çok ağladım, dertlerimden ve çaresizliğimden dolayı Allah'a yalvarıp yakardım. Ağlayarak:

_ “Artık yaşamak istemiyorum, bu sıkıntılardan kurtulmak için benim canımı al!”dedim. Ağlaya ağlaya uyuyakaldım.

Rüyada üzerimde elbise olmadığı bir halde yere düşmüşken yanıma bir adamın geldiğini gördüm. Ben korkarak:

_ “Ey adam, Allah'tan kork, Resül’ünden utan! Bir namahrem olduğun halde nasıl bana bakabiliyorsun?” dedim. Adam:

_ “Ben senin ceddinim” dedi.

Ben onun İmam Ali (a.s) olduğunu zannediyordum. Ben:

_ “Ya Emirel Mü’minin! Nasıl bir belâ ve mûsibete düccar olduğumu görüyor musun?” dedim. Adam:

_ “Ben senin ceddin Muhemmed’im” dedi. Ben tekrar ağlayarak ona:

_ “Ya Resulüllah! Benim için Allah'tan şifa dile” dedim. Resulüllah (s.a.a)’ın mübarek dudağının hareket ettiğini gördüm, ancak ne dediğini anlayamıyordum. Sonra bana şöyle buyurdu:

_ “Allah'ın adıyla ayağa kalk!”. Ben mübarek elini tutarak:

_ “Nasıl kalkayım” diye sordum. Buyurdular:

_ “Her iki elini de bana uzat!”.

Her iki elimi de uzattım ve her nereye gittiyse ben de onunla gidiyordum. Sonra beni oturttu ve kaldırdı. Bu hareketi üç defa tekrarlayarak üç sefer şöyle buyurdular:

_ “Allah û Taâla sana afiyet verdi ve seni iyileştirdi”. Aynı zamanda bana şunları emretti:

_ “Allah'a şükret, tâkva ve ihlası şiâr edin”.

Ben uyandığımda hâla Hazret (s.a.a)’nin sesi kulağımda yankılanıyordu. Sanki onu yanı başımda hissediyordum. Bana hizmet eden kadını çağırdım. Yine ona bir işim düşmüş sanarak isteksizce davrandı ve bana sert bir şekilde cevap verdi. Bir çıra yakmasını istedim, çünkü ‘az önce rüyamda varlık ve yaradılış nurunu gördüğümü’ söyledim, o da bir çıra yaktı. Ben ilkin ona rüyamı anlattım. O:

_ “İnşaallah, Allah sana şıfa veriyor. Müptela olduğun bu uzun hastalık döneminden kurtuluyorsun” dedi. Elimden tutarak beni ayağa kaldırdı. Hizmetçime yaslanarak biraz yürüdüm ve tekrar oturdum bunu üç kez tekrarladım. Sonunda tek başıma ayağa kalkarak yürümeye başladım. O zamandan beri sözkonusu hastalıktan kurtularak normal yaşamıma geri döndüm. Şu ana kadar kendimde herhangi bir sorun hissetmedim”.

Böylece ağlayan yanık bir kalple Allah'a sığınması, kadının on beş yıllık ömrü olan bu hastalıktan kurtulmasına ve şifa bulmasına sebep oldu.

Deyimlerde geçtiği gibi; bıçak kemiğe dayandığı ve insanın Allah'tan ölümünü istediği bir vakitte bilinmelidir ki, zafer, mânevi bir irtibatın ardından kesin olarak gelir, başarıyla sorunları bertaraf eder. Zaferden sonra nimet takdir edilmeli ve Allah, çokça zikredilmelidir. Zira ilahi lütüfler çok nadir insanlara nasip olmaktadır.

İnsan, nimete sahipken değerini ve kiymetini pek bilmez.Ama nimeti elden kaçırınca feryat etmeye başlar. Kaçırdığı nimetlerden dolayı sürekli Allah'a şikayetlerde bulunur.

Balığın suda nasıl yüzdüğüne bakınız. Sanki, devamlı suda kalacak ve hiç çıkmıyacakmış gibi rahat rahat yüzer. Suyun balık için ne derece önemli bir nimet olduğunu öğrenmek isterseniz, onu kuyruğundan tutup dışarı çıkarın ve yere atın. Görün nasıl da çırpınır! Kısa bir zamanda imdadına yetişmezseniz hareketten düşer, yavaş yavaş ağzını açıp kapatır ve sonunda can verir.

Kendinize bakınız. Nimetlere gark olduğunuzun farkında mısnız? Bunu farketmek istiyorsanız hastanelere ve polikliniklere uğrayın. Karnı ağrıyan, başı ağrıyan, kulağı ağrıyan, apandisinden dolayı ölmek üzre olan hastalara baktığınızda, büyük bir nimet olan iyi bir sağlığa sahip olduğunuzu anlarsınız.



 

YİRMİ ALTINCI HİKAYE

DERT VE BELANIN DÖNÜŞÜMÜ

 

‘Beğa’ namıyla bilinen Ebu Faracül Katip anlatır:

Ben bir zamanlar Halep’te[35] oturuyordum. Bütün bedenimin felç olduğu bir hastalığa yakalanmış ve hiç hareket edemiyordum. Hareket etme kabiliyetim kalmadığı için bir köşeye düşmüştüm. Bu hastalık öyle beni eritmiş ve zayıf düşürmüşdü ki bir deri, bir kemik kalmıştı.

Üç yıl boyunca bu vaziyette kaldım. Bütün doktorlar ve hekimler bana ilaç bulmada ve beni iyileştirmede âciz kalmışlardı. Beni hayatımdan ve selametimden ümitsiz etmişlerdi. Bu hastalıktan kurtulmanın hiç bir çıkış yolunu göremiyordum. Artık ben de hayattan ümit kesmiş olarak ölümümü beklemekteydim.

Ebu Farac adında bir dostum vardı, birbirimizi çok seviyorduk. Güçlü bir irtibata sahip olduğumuz için sık sık beni ziyaret etmeye geliyordu. Beni çok sevdiği için, bu yatalak halimi gördüğünde epey ağlayıp sızlıyordu. Ölümümden önce, sanki ölmüşüm gibi matemimi tutuyordu. Beni her gördüğünde gözlerinden yaşlar akar ve sonunda dayanamayıp hüngür hüngür ağlardı.

Ben hastalıktan dolayı zaten çok zayıftım. O dostumun ağlamaları ve sızlamaları da benim acılarımın artmasına ve hastalığımın beni daha çok yıpratmasına sebep oluyordu. Kendi kendime: ‘Uşağımdan, benim adıma Ebu Farac’a şunları söylemesini istiyeceğim; seni eve almamak gibi bir nezaketsizliği gösteremem. Fakat hastalığım, senin ağlamalarınla daha da artıyor. Senin, benim yanımda ölümümden bahsetmen acılarımı artırıyor. Artık o ağlamaları görmeye takatım kalmadı. Beni görmeye gelmek istiyorsan ağlamayı, sızlamayı ve feryat etmeyi bırakmalısın. Gamlarımı ve acılarımı artırmamalısın. Eğer bunları yapamazsan lütfen ziyaretime bir daha gelme ve kendini de boşuna yorma’ dedim.

Henüz söyleceklerimi tam olarak tasarlamamışken Ebu Farac, her günkü gibi tekrar ziyaretime geldi. Gözüm ona iliştiğinde yine rahatsız oldum ve ‘eğer o ağlar ve inlemeye başlarsa ben içimi dökerim’ diye kararımı veriyorken Ebu Farac:

_ “Ey benim dostum! Sana bir müjdem var” dedi.

_ “Ne müjdesi?”

_ “Şöyle bir rüya gördüm: Sıffın şehitlerinin de bulundukları bir mezarlıkta, bir gurup insanla türbeleri ziyaret ediyorduk. Derken bir odanın çevresinde tevaf yapan başka bir gruba ulaştığımızda:

_ “Bu kabir kimindir” diye sordum.

_ “Âmmar Bin Yasir’indir” dediler.

Ben o mezarın içine girdim. Orda; beyaz elbiseler giyimiş, yaraları daha taze, saçları kanlı olan yaşlı bir asker gördüm. Halk, “bu Âmmar Bin Yasir’dir” diyorlardı.

Ben yanına giderek selam verdim, o da selamımı aldı. Halk bir bir soru soruyordu, kendisi de cevaplıyordu. Ben neyi sorayım diye düşünürken aklıma hemen sen geldin. Âmmar’a:

_ “Ey Âmmar! ‘Beğa’ namıyla bilinen Ebu Faracül Katib’i tanıyor musun?” diye sordum.

_ “Evet” dedi.

_ “O, şiddetli bir hastalığa müptela olmuş, üç yıldır tedavi oluyor fakat bir türlü iyileşemiyor” dedim.

_ “Evet, biliyorum” dedi.

_ “Acaba o, şifa bulup iyileşir mi?” diye sordum.

_ “Evet O, hastalıktan kurtulacaktır. Ama senin bir oğlun, yakın bir zamanda aynı hastalığa yakalanacaktır, sen ondan kork!” dedi.

Ben uyanır uyanmaz senin selamete kavuşma haberine sevinirken, oğlumun hastalık haberine de kahroldum. İnşaallah iyileşip Allah'tan selamet bulursun” dedi.

Ebu Farac’ın otuz yaşındaki oğlunun sağlığı tam yerinde olmasına rağmen bir müddet sonra hastalandı ve gün geçtikçe hastalığı şiddetlendi. Nihayet hastalığının dördüncü gününde vefat edip Allah'a kavuştu.

Ben de, selamete kavuşma haberini alınca çok sevindim ve hastalığımın yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başladığını hissediyordum. Kısa bir zamanda mükemmel bir sağlığa yeniden kavuştum.



 

YİRMİ YEDİNCİ HİKAYE

 PEYGAMBER HANIMINA İFTİRA

 

Safvan, Allah Resûlü (s.a.a)’in kervanından geride kalmıştı. Kervana yetişmek için dönerken yolda, derin bir uykuya dalmış olan birini gördü.

Safvan deveden inerek uykudaki kişinin çevresinde dolaştı. Kim olduğunu merak edip bakarken, bunun Hz. Peygamber’in hanımı olan Aişe olduğunu gördü. Safvan şaşırdı ve yüksek sesle şöyle dedi:

“Biz Allah'tan geldik ve yine ona dönücüleriz”

Peygamber (s.a.a)’in eşi bu şekilde, çölde yalnız kalmıştı. Aişe, safvan’ın sesiyle uyandı. Safvan, Aişe’yi kervana ve Hz. Muhammed (s.a.a)’e ulaştırdı. Resülüllah, Aişe’ye:

_ “Niye geride kaldın?” diye sordu. Aişe:

_ “Hareket emrini işittiğim vakit hazırlanmak için kenara çekildim. Çadırıma döndüğümde gerdanlığımı düşürdüğümü anladım ve onu aramaya çıktım. Döndüğümde askerler hareket etmişlerdi. Ben, Safvan’ın sesini işittiğim zamana kadar bir köşeye çekilip yatıyordum” diye cevap verdi.

Dedikoducular, Peygamber (s.a.a)’in eşi hakkında ileri - geri konuşmaya başladılar; ‘Peygamber (s.a.a)’in genç eşi, Safvan’la ilişkilidir’ dediler.

Medine’ye ulaştıklarında, Aişe hastalandı ve yatağa düştü. Böylece bu dedikodularla ilk başta ilgilenemedi. Aişe’nin hastalığı artınca babası olan Ebubekir’in evine gitti. Babasının evinde yirmi gün kaldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a)’in evine döndü. Bu arada dedikoduların dozu gittikçe artıyordu. Bu dedikoduları duyunca tekrar Hz. Peygamber (s.a.a)’in evinden babasının evine gitti.

Bu dedikoduların üzerinden bir ay geçti. Hz. Peygamber (s.a.a) çok çaresiz kaldı ve Allah'ın elçisi olan Cebrail (a.s)’ı beklemeye başladı.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu meselenin tahkiki için hizmetçilerine, Aişe’nin cariyesine ve Hz. Ali (a.s)’a başvurdu. Bunların tümü de, Aişe’nin temiz olduğuna kanaât getirdiler, ‘bu ithama sebep olan bir amelinin bulunmadığını’ söylediler.

Hz. Peygamber (s.a.a) Ebubekir’in evine giderek Aişe’ye:
_ “ Eğer böyle bir iş senden meydana gelmişse tövbe et” diye buyurdular. Aişe:

_ “Bir şey yapmadım ki tövbe edeyim. Madem halk ta bana inanmiyor, bana düşen sabretmektir. Ta ki Allah bu vaziyetimi aydınlatsın” dedi.

Derken bir ay geçti ve Allah'ın elçisi geldi. Takriben on ayet getirerek Hz. Muhammed (s.a.a)’i, Aişe’yi ve Safvan’ı temize çıkradı. Böylece Peygamber (s.a.a)’in gönlü yatıştırıldı ve iftiracıların ortaya atmış oldukları dedikoduların asılsız olduğu anlaşıldı. Bu mesele Peygamber (s.a.a)’in zaferiyle aydınlığa kavuştu. “...Neden müslümanlar, yapılan dedikodulara dikkat etmiyorlar? Özellikle zina gibi bir iftirayı tahkik etmek için dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Müslümanlar böyle iftiraları birbirlerine nakletmesinler ve bu gibi dedikoduları tekrarlamasınlar ki kiyamette şiddetli bir azaba düccar olmasınlar...”.[36]

Değerli müslüman okuyucular!

Zahiri surette Aişe, yapılan iftiralar karşısında ilk başta mağlup oldu. Ancak Allah, O’nun imdadına ulaşarak isnat edilen töhmetlerden kendisini temizledi. Peygamber (s.a.a)’in eşini bu asılsız itifiralardan tenzih etti.

Hakikatte olmadığı halde ortaya bir dedikodu atıldığında kendimizi kaybetmemeli ve gerçekte vukubulmuş gibi davranmamalıyız.

Diğer taraftan dedikoducular ve yalancılar şunu iyi bilmelidirler ki, bu işlerinin sonunda, rezillik onları beklemektedir. Ortaya attıkları o iftiralar ve dedikodularla birinin onurunu kirlettiklerinde, bu işin akibetini ve neye yol açacağını bilmelidirler. Gerçi bir kaç gün işleri rast gidebilir ve bu dedikodularıyla eğlenebilirler ama sonunda zafer, gerçeklerin ve hakkın olacaktır. Allah'ın âzabı iftiracıların ve yalancıların üzerinedir.



 

YİRMİ SEKİZİNCİ HİKAYE

 İYİLİĞİN NETİCESİ

 

Basra şehrinde iki kardeş yaşıyorlardı. Babalarının ölümünden sonra onlara büyük bir servet miras kaldı. Onlar da eşit ve şerî bir şekilde bu serveti kendi aralarında taksim ettiler.

 O kardeşlerden biri, parasını çalıştırıp değerlendirerek gün be gün sermayesini artırdı. Böylece bu kardeşin maddî durumu çok iyi bir seviyeye ulaştı. Ama diğer kardeş parasını gereksiz bir şekilde israf etti, savurganlıkla öyle bir hale geldi ki, bu servetinden geride hiç bir şey kalmadı. Derken yoksul ve muhtaç bir duruma dütü.

Bu esnada zengin olan kardeş, ticari bir yoculuğa çıkmaya hazırlanyordu. Fakir düşmüş olan kardeş onun yanına gelerek:

_ “Ben o kadar muhtaç bir duruma düşmüşüm ki bir yerlerde çalışmaya hazırlanmışım. Senin de bu sefer sırasında işçilere ihtiyacın olacak. Beni işçin olarak kabul edersen senin yanında çalışacağım. Böylece beni başkalarının yanında çalışmaya muhtaç etmemiş olursun” dedi.

Zengin olan kardeş, kardeşinin doğru söylediğine inandı ve aklından herhangi bir aldatma ve hile geçmeden kardeşine bir binek ayarladı. Zengin kardeş, bir yol arkadaşı ve kardeşi ile yola koyuldu.

Bir kaç günden sonra, altında su kaynağı bulunan bir dağa ulaştılar. Fakir kardeş:

_ “Burada biraz otursak, yemek yesek ve hayvanlarımız da dinlenseler hiç fena olmaz” dedi.

Zengin hardeş bu isteğini kabul etti. Oraya indiler ve yemek sofrasını kurdular.

Kardeşi ve yol arkadaşları olan şahıs hayvanlara su vermek için ordan ayrıldılar. Yaklaşık bir saate kadar Tacir kardeş yemek yemeden onları bekleyedurdu. Yaklaşık bir saat geçince fakir kardeş tek başına dönerek, öncelikle kaçmasınlar diye ordaki hayvanları bir yerlere bağladı. Tacir:

_ “O şahıs nerde?” diye sorunca kardeşi:

_ “O biraz uzanıp dinlenmek için dağa çekildi, sonra gelir” dedi. Bunu söyledikten hemen sonra eline bir taş geçirerek kardeşine hamle yaptı.

Kardeşi ona:

_ “Ne yapıyorsun?”diye sordu. Fakir kardeş:

_ “Babamızın servetini âdaletsiz bir şekilde taksim ederek onunla ticaret yapacağını, beni kendi yanında işçi olarak çalıştıracağını, benim de hiç bir şey demeyeceğimi, canın istediği her şeyi yapacağını ve kendini elimden sağlam olarak kurtaracağını mı hayal ediyorsun?” dedi ve kardeşini taşlamaya başladı. Zengin kardeşinin ellerini ve ayaklarını yaraladı. Onun üzerine giderek yaralı ellerini ve ayaklarını bağladı. Bıçağını çekti, kardeşini yere yatırdı ve göğsüne çıktı. Derken bıçağını kılıfından çıkarmak istedi. Ama ne mümkün? Bıçak bir türlü çıkmıyordu. Bu sefer diğer eliyle çekmeye çalıştı. Bıçağı çok sert çekmeye çalışırken bıçak birdenbire kılıfından fırlayıp boğazına sapladı. Yere düştü, şiddetle azap çekerek can verdi. Bir müddet sonra bıçağın üzerinde kalan parmaklarının üzerindeki ve avucunun içindeki kanlar kurumuştu.

Tacir kardeşin elleri ve ayakları bağlı, sofra oracıkta serili ve hayvanlar da bağlıydı.

Bu vaziyetinin üstünden bir gün geçtiğnde oraya bir kervan geldi. Fakat bu gelen kafilenin yolu Tacir’in oturduğu yerden gayet uzaktı. Hayvanlar kervanın sesini işittiklerinde gemlerini kopararak kervana doğru kaçmaya başladılar. Kervandaki insanlar gelen bu hayvanları yakalamaya çalışırlarken, hayvanlar bu sefer de Tacir’in bulunduğu mevkiye doğru kaçtılar.

Kafiledeki insanlar da oraya ulaştıklarında mevcut durumu gördüler. Tacir’in ellerini - ayaklarını çözdüler ve ondan kazayı sordular. O da olayı ayrıntılı bir şekilde açıkladı. Hep beraber, Tacir’in yol arkadaşını görmek için peşinden gittiler. Ama maâlesef onu da ırmakta öldürülmüş olarak buldular. Sonra Tacir’in yükünü hayvanlara bindirerek, onu selametle kendi maksadına ulaştırdılar.[37]

Tacir, yapmış olduğu iyiliğin neticesini zor durumdayken gördü. Vefâsız kardeş te kendi amelinin ateşinde yanıp yokoldu.

“Âlemin kılıcı çekilmişse bile

Allah istemezse, hiç bir damar kesemez,”



 

YİRMİ DOKUZUNCU HİKAYE

 BİR RUHANİNİN BORCU

 

Alim, Müttakî, Merhum Hacı Mirza Muhammed Sadr nakletmişlerdir:

Merhum Ceddim Molla Abdullah Behbehanî, Şeyh Murtaza Ensari’nin öğrencisiydi. Dünyevî hadiselerin etkisiyle çok fazla borca girmişti. Öyle ki bu borcu 500 Tümen ( takriben 20 yıl önce)’e ulaşmıştı. O, üstadının yanına giderek müptela olduğu derdini söyledi. Üstadı biraz düşündükten sonra:

_ “Tebriz’e git. İnşaallah bir kurtuluş yolu bulursun” dedi.

O da harekete geçerek Tebriz’e vardı ve o dönemde Tebriz âlimlerin en meşhur olanlarından biri olan Merhum Cuma İmamı’nın evine gitti.

Merhum Cuma İmamı onunla o kadar ilgilenmedi. O da geceyi Cuma İmamı’n evinin dışında bulunan avlusunda geçirdi. Sabah namazından sonra evin kapısı çalındı. Evin hizmetçisi kapıyı açtığında, kendisini Tebriz’in ticaret reisi olarak tanıtan kişi, Cuma İmamı’nı istedi. Cuma İmamı kapıya çıkarak geliş sebebini sordu. Tüccarların Reisi:

_ “Acaba geçen akşam ilim ehlinden bir kişi size gelmedi mi?” dedi. Cuma İmamı:

_ “Evet. Kutsal Necef Şehri’nden bir ilim adamı geldi. Henüz onunla sohbet etmediğim için kim olduğunu ve niçin geldiğini bilmiyorum” dedi. Tüccarların Reis’i:

_ “Rica ederim, misafirinizi bana tanıtın” dedi. Cuma İmamı:

_ “Sorun yok. O şeyh bu hücrededir” dedi.

Tüccarların Reisi gider, büyük bir hürmetle değerli Şeyh’i kendi evine götürür ve o gün tüccarlardan takriben 50 kişiyi öğle yemeği için davet eder. Öğle yemeğinden sonra:

_ “Ağalar! Geçen gece evde yatıyordum. Rüyada şehir dışına çıktığımı gördüm. Birden o eşsiz mübarek yüzlü Hazreti Emirül Mü’minin(a.s)’ın atlı olarak şehrimize doğru geldiğini gördüm. Koşup mübarek ayaklarını öptüm ve arzettim:

_ “Ey Mevlam! Ne oldu da bizim şehre teşrif ettiniz ve mübarek ayaklarınızla şehrimizi tezyin ettiniz”. İmam (a.s):

_ “Epey borcum var. Borcumu eda etmek için şehrinize geldim” dedi.

Uykudan uyanıp düşüncelere daldım. Rüyamı şöyle tabir ettim: ‘Hazret’in dergahına yakın olan bir kişi borçlu olduğu halde şehrimize gelmiş olmalı! Biraz daha düşündüğümde Mevla’nın dergahına en yakın olanlar Seyyitler ve âlimlerdir dedim. Nereye gideyim de onu bulayım diye arayışa girdim. Eğer ilim ehlidense âlimlerden birinin evine gitmiş olmalıdır’ şeklinde karar kıldım.

Derken sabah namazını eda ederek onu aramaya çıktım. Öncelikle âlimlerin evine, sonra misafirhanelere ve kervansaraylara bakmayı hedeflemiştim. Ama güzel bir tesadüfle önce Cuma İmamı’nın evine gittim ve bu değerli Şeyh’i orada buldum. Böylece bu Zat-ı Âlî, Necef ûlemalarından olup Hazreti Emirül Mü’minin (a.s)’ın yanından (türbesinin) geldiğini anladım. Bizim şehrimize borçlarını eda edebilmek için gelmişlerdir. 500 Tümen’den fazla borcu var. Ben kendim 100 Tümen verdim” dedi. Orda bulunan tüccarlar da kendilerine göre bir miktar para verdiler. Böylece borcundan daha fazla para birikmiş oldu. Şeyh’in borç sorunu kalmadığı gibi, kalan parayla da Necef’te kendine bir ev satın aldı.

Merhum Ayetûllah Sadr şöyle devam eder:
_ “Miras olarak bana kalan bu ev hâla mevcuttur”.[38]

Genelde sıkıntıların üstesinden gelebilmek için biraz sabır ve tahammül etmek gerek. Ancak, müsibetlere karşı mücadelede insanın ayakları sarsılır ve istikametini kaybederse, hem kendini harap eder hem de ahiretini rüzgara verir.

Bedenî ve maddî sıkıntılarla çıkmazlar, genelde bir hastalık gibiderler. Örneğin, bazen insan geceleyin sapasağlam olarak yatar, ancak sabahleyin bir hastalığa yakalanmış olarak uyanır. Eğer bu durumda hemen tedavisi için uğraşarak bilgili ve uzman doktorların yanına gider de, uzun sürebilecek iyileşme sürecine tahammül gösterirse, eski sağlığına tekrar kavuşabilir. Fakat hastalandığı gibi ağlar, feryad eder ve inlerse, değil ki hastalığın iyileşmesi, belki durumun daha da kötüye gitmesine sebep olabilir.



  

OTUZUNCU HİKAYE

YAVRUSU ÖLDÜRÜLEN FİL

 

Havastan gerçek zühd ehli olan bir kişi ilginç bir hikaye nakleder:

Bir zamanlar dostlardan bir kaç kişi ile gemiye binerek yoculuk ediyorduk. Denizde kopan bir fırtına sebebiyle gemimiz kırıldı. Geminin tahta parçaları yardımıyla kendimizi, üzerinde hayat bulunmayan bir adaya ulaştırdık. Yanımızda bulunan bütün yemeği bir kaç gün içinde yedik. Artık yiyebileceğimiz hiç bir şey kalmayacak bir noktaya geldik.

Helak olacağımıza kanaât ettik. Zira, yiyebileceğiniz hiç bir şey kalmamıştı. Yekdiğerimize:

_ “Geliniz! Eğer bu adadan kurtulabilirsek, mutlaka yerine getirmek üzere herbirimiz ihlasla bir adak sunalım. Şimdi herkes adağını sunsun. Bunu; ya kendi üstüne vacip kılacağı bir ibadet üzerine ya da herhangi bir günah ve mâsiyetten el - etek çekme üzerine kararlaştıralım” dedik.

Herkes adak sunarak kararını bağladı.

Aramızdan biri:

_ “Ben bütün ömrümde şu kadar müddet oruç tutmayı”.

Diğeri:

_ “Günde bir kaç rek’ât namaz kılmayı”.

Üçüncü kişi:

_ “Ben bir kaç defa Hacc’ı yayan olarak tavaf etmeyi”

 “üzerimize vacip biliyoruz” şeklinde adaklarını açıkladılar.

Hülasa bütün o dostlar, mâsiyeti terk ve ya ibadeti icra üstüne karar verdiler. Nitekim sıra bana ulaştığında ben bir şey söylemedim.

Onlar:

_ “Sen de bir adak sun!” dediler.

Ben de benzer bir adak sunmak istedim. Ama gayri ihtiyari dilime şu geldi:

_ “Fil etini yemeyeceğim”. Dostlarım:

_ “Şimdi şaka ve espiri zamanı değil. Mûsibetlerle boğuştuğumuz böyle bir halde ne biçim bir adak sunuyorsun?” şeklinde tenkit ettiler. Ben:

_ “Allah'a kasem ederim şaka yapmıyorum ve mizah yapma amacında da değilim. Siz, herbiriniz birer adak sunarken ben de, ‘kendim ne adayabilirim’ diye tefekkür ediyordum. Fakat bu dilek, gayri ihtiyari dilime geldi. Belki, Allah û Taâla bu düşünceyi kalbime attı ve bu cümleyi dilime getirtti ki hikmeti yerine gelsin.

Bir saât geçtikten sonra, kendi aramızda şöyle bir karara vardık. “Her birimiz adanın bir tarafına gidecek ve yemek için bir şeyler bulmaya çalışacak, sonra da oturduğumuz aynı ağaçın altına tekrar dönüp toplanacak”. Yol arkadaşları bir müddet sonra bir fil yavrusunu buldular, onu öldürüp kızarttılar ve açlıktan ölmesinler diye hemen yemeye başladılar.

Benden de, fil yavrusunun etini yememi ve açlıktan kendimi ölüme terk etmememi istediler. “Olur ki Allah bizim için hayırlı bir kapı açar da bu adadan kurtuluruz” dediler. Ben de cevaben:

_ “Fil etini yemeyeceğim diye dilekte bulunduğumu unutunuz mu? Belki bu dileğin hikmeti, açlıktan ölmem gerektiğidir. Her halukarda ben adağımdan caymayacağım ve bu fil yavrusunun etinden yemeyeceğim” dedim.

Dostlarım o etten yediler ve her biri, bir ağacın altında istirhate çekildiler.

Çok geçmeden kükreyen bir fil çıkageldi. Onun kükreyiş sesinden dağların bile sarsıldığını düşünüyorduk. Korkudan hepimiz ölümü gözümüzün önünde görüyorduk. Sığınabileceğimiz herhangi bir yer de yoktu. Herkes nefesini tutup şehadetini getirdi ve günahlarından tövbe ettiler.

Fil bize yaklaştığı vakit yol arkadaşlarımın üstüne tek tek giderek hepsini tepeden tırnağa kadar bir bir kokluyor, yavrusunun kokusunu aldığı her birinin gövdesini ayaklarıyla eziyordu.

Sırayla bütün arkadaşlarımı öldürdükten sonra yanıma geldi. Ben yerde sinmiş bir vaziyette, olanları seyrediyor, Allah'ı tesbih ediyor ve şehadetimi dile getiriyordum.

Fil bana yaklaşınca korkudan kendimi yere attım ve heyecandan can vermek üzereydim. Fil beni kokladı, durdu. Tekrar kokladı, durdu. Bunu bir kaç defa tekrarladı. Halbuki diğerlerini kokladığı gibi öldürüyordu. Son bir kez daha kokladıktan sonra hortomuyla beni havaya kaldırdı. ‘Beni dostlarımdan farklı bir şekilde öldürmek istiyor’ diye düşündüm. Ancak fil, beni sırtına bindirdi. Ben de sırtında oturarak iyice yerleştim. Dengemi sağlam bir şekilde kurduktan sonra fil harekete geçip sürâtle koşmaya başladı. Benim ölümümü geciktirdiği için Allah û Taâla’ya şükrettim. Hayatta kalmaya ümidim giderek arttı. Ancak koşmakta olan filin sürâtinden bütün âzalarım incindiler.

Sabah olunca fil beni yere bıraktı ve yavaş yavaş gözümün önünden uzaklaştı. Ben kurtulduğuma inanamıyordum. Nitekim güneş yükselmeye başladı ve ben kendimi bir anayolda görünce Allah'a çok fazla şükrettim, O’na sayısızca hamdettim.

Yola koyularak, takriben iki fersah yol aldım. Derken büyük bir şehir gördüm. Şehre girdiğimde başımdan geçenleri şehir halkına anlattım. Onlar çok hayret edip bana:

_ “Senin anlattığın yerle bu şehirin arasında bir kaç günlük mesafe var” dediler. Yol yorgunluğumu giderene kadar o şehirde kaldım. Nihayet selamletle kendi vatanıma ve şehrime geri döndüm.



 

OTUZ BİRİNCİ HİKAYE

SADAKANIN KARŞILIĞI

 

Yaşlılığın kendisini aciz ve güçsüz bıraktığı bir kadın vardı. İhtiyarlıktan doğan güçsüzlük onu evde oturtmuş ve belini bükmüştü. Bu yaşlı kadının dünyadaki gözü, ümidi ve çok sevdiği tek bir oğlu vardı.

Yaşlı kadının bu oğlunun sefere çıktığı bir zaman geldi. Yolculuğu o kadar uzun sürdü ki, artık annesi döneceğinden ümit kesmişti.

Yaşlı kadın bir gün evin avlusunda oturmuş ve belki oğlu seferden her an döner diye gözünü kapıya dikmişti.

Yaşlı kadın, öğle yemeği için kendine bir parça ekmek hazırladı. Derken bir fakir evin kapısını çaldı, gurbet ve fakirlikten şikayet ederek yaşlı kadından bir yemek istedi.

Yaşlı kadın “gurbet” kelimesini fakirden işittiğinde, gurbette olan oğlunu hatırladı. Tereddüt etmeden önündeki ekmeği fakire; ‘belki gurbette olan oğlunun feryadına da ulaşan birileri olur’ ümidiyle verdi.

O gün yaşlı kadın zorluk ve açlığa tahammül göstererek fakiri doyurdu.

Çok geçmeden oğlu sapasağlam seferden döndü. Ve yaşlı kadının gözü aydınlandı. Yaşlı kadın ondan, ilginç yolculuğunu anlatmasını istedi. Oğlu:

_ “En zorlu hadise ve tehlikeler yolculuğumun sonlarında meydana geldi. Bir gün ben, içinde aslanlar olduklarından dolayı herkesin korktuğu bir korukluktan geçiyordum. Aniden bir aslan koruluktan çıkıp, beni bindiğim attan düşürerek koruluğun içine götürmek istedi. Fakat gömleğim, sanki beni ısırıp götürmesini engelledi. ‘Nasıl böyle oluyor da aslanın keskin dişlerinden amanda kalıyorum’ diye hayretler içerisindeydim. Sonsuz âzamete ve büyüklüğe sahip olan bir şahıs gördüm. O şahıs yanımıza geldi, gömleğimi aslanın agzından çıkarıp beni güzelce yere bıraktı ve silahsız olarak, aslanı sert bir şekilde yere attı. Ona:

_ “Ey köpek, git! Lokma, lokmaya karşı” dedi.

Aslan, o adamın elinden kurtulduğunda sürâtle koşup kayboldu. O adam da ansızın kayboldu.

Ben kısa bir zamanda kendime geldim. Sapasağlam olduğumu hissederek ayağa kalktım. Daha önce birlikte olduğum kafileyi aramaya koyuldum. Onlara ulaştığımda başımdan geçenleri anlatınca çok şaşırdılar. Ben, o adamın aslana; “lokma, lokmaya karşı” demesinin sırrını anlayamadım.

Yaşlı kadın bu kelimeleri duyduğu vakit biraz düşündü ve oğluna o olayın gününü ve saâtini sordu. Derken aydınlandı ki; bu vakit, yaşlı kadının o fakire bir parça ekmek verdiği vakitti.

Yüce Allah o fedâkarlığın mükafatını, arslanın ağzından yaşlı kadının oğlunu kurtararak verdi.


 

[1] Babası zamanın büyük âlimlerinden olup Nûr köyü sakinlerindendi.

[2] “Herkim Allah'a tevekkül ederse O, ona yeter (Talak: 3).

[3] Fecir Sûresi: 14.

[4] İsra Suresi : 81

[5] Kurtuluş zorluktan sonradır.

[6] “Kurân Bakışında Nehcül Belağa . c .4 sh: 15

[7] “Faracü Bâdeş- Şidde”. Sh: 206 – 9. Hikaye.

[8] Enfal Sûresi: 29.

[9] Açıklama: “ Kurân Kıssaları “adlı kitapta.

[10] “ Hudsazi Der Mekteb-i Kurân” adlı kitaptan.

[11] Faracü Bâ’ de şidde

[12] Bakara: 152.

[13] “Allah’ın masiyetlerinden korunun” (Nehcül Belağa: Kısa Kelimeler-330.)

[14] Bkz: “Çeşm ve Nigah” adlı kitap.

[15] Cuma :8.

[16] Saf : 2.

[17] Yakup (a.s), Yusuf’un ayrılığına 40 yıl ağladı ve gözleri kör oldu.

[18] Bu iki kardeş, aynı anneden olup Yakup’un büyük sevgisi altındaydılar.

[19] Kurân’ı mecit (Yusuf:93-97).

[20] İmam Sadık (a.s)’ın yakın arkadaşlarından biriydi.

[21] “Faracü Bâdeş- Şidde”. Sh: 38 .

[22] Gafir sûresi: 60

[23] Hicr sûresi: 49

[24] “Faracü Bâdeş- Şidde”. Sh: 58

[25] Enâm sûresi: 161

[26] Gafîr Sûresi: 60

[27] “Faracü Bâdeş- Şidde”. Sh: 65

[28] Râd: 24

[29] “Faracü Bâdeş- Şidde”. Sh: 32

[30] “Faracü Bâdeş- Şidde”. Sh: 170

[31] Âlak sûresi: 14.

[32] “Tezkire-i İbni Cüzî”_Seyyitlerin faziletleri bölümü

[33] Usulu-l Kafi.

[34] Biharül Envar, 6. cilt.

[35] Sûriye’nin kuzeyinde şu anki adı Menced olan bir şehirdir.

[36] Nur Sûresi: 12-21. açıklama: “Kıss – ı hayi Kur’an” adlı kitapta. Terc: Mustafa Zamani. Sh: 470-477,

[37] “Faracü Bâdeş- Şidde”. Sh: 321.

[38] “Dastanha – ı şıgeft”

index