İÇİNDEKİLER

 

Back Index Next

 

Fatıma (a.s) Veda Haccı'ndan sonra rüyada, Kur'ân okuduğunu, aniden bu Kur'ân'ın elinden çıkıp kaybolduğunu görüyordu. Korkmuş bir hâlde uyandı. Gidip rüyayı babasına anlattı. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "O Kur'ân benim, ey gözümün nuru. Çok geçmeden göçeceğim."[170]

Hz. Fatıma (a.s) ve Emirü'l-Müminin (a.s), insanlar içinde Hz. Peygamber'e (s.a.a) en yakın ve en bağlı kimselerdi. Bu bağlılıkları hastalığı zamanında da, vefatı esnasında da devam etti. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Muaz, Aişe'ye, Resulullah'ı (s.a.a) ağrıları olduğu ve vefat ettiği zaman nasıl bulduğunu sordu. Aişe şu cevabı verdi: Ey Muaz! Ben onu vefatı esnasında görmedim. Ama kızı Fatıma'ya sorabilirsin; o, yanındaydı."[171]

Öte yandan Fatıma (a.s), Hz. Peygamber'in (s.a.a) hastalığı esnasında eşlerinin evlerini dolaşır ve "Peygamber (s.a.a) sizi ziyaret edecek durumda değildir." derdi. Onlar da, "O, serbesttir." derlerdi.[172]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) hastalığı, gün be gün ağırlaşıyordu. Ölüm döşeğinde uzanmış hâldeydi. Hz. Zehra (a.s) yanı başında oturmuş, babasından dolayı derin acılar içinde bekliyordu. Şöyle diyordu: "Ne acıdır, senin acın! Ah! Babacığım!" Bazen Peygamber'in (s.a.a) solgun yüzüne bakar, için için göz yaşı dökerdi. Bazen de babası için acil şifalar dilerdi.

Resulullah'ın (s.a.a) hastalığı iyice ağırlaşmıştı. Artık acılara güç yetiremediği için, bayıldı. Kendine geldiği zaman Ebubekir'i, Ömer'i ve başkalarını yanında gördü. Buyurdu ki: "Ben size, Usame ordusuyla birlikte sefere gitmenizi emretmedim mi?" Birtakım mazeretler bildirdilerse de, Hz. Peygamber (s.a.a) onların içlerinde sakladıkları niyetlerini, İslâm'ın yönetim merkezinde ısrarla kalmaya çalışmalarının gerisindeki amaçlarını biliyordu. Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Bana mürekkep ve kâğıt getirin! Size öyle bir şey yazayım ki, ebediyen yolunuzu şaşırmayasınız." Orada bulunanlar arasında kavga çıktı. Bazıları, "Resulullah (s.a.a) sayıklıyor." dedi. Bir diğer rivayette şöyle deniyor: Ömer dedi ki: "Peygamber (s.a.a) ağrıların etkisindedir. Bize Allah'ın kitabı yeter." Böylece ihtilâfa düştüler. O kadar çok gürültü çıkardılar ki, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Çıkın yanımdan, benim yanımda kavga olmaz."[173]

Hz. Zehra (a.s) bütün bunları mahzun bir yürekle ve yaşlı gözlerle izliyordu. Çok çetin olaylara gebe günlerin yakın olduğunu hissediyor gibiydi.

d- Veda Saatinde Resulullah'ın (s.a.a) Vasiyetleri

Peygamberimizin (s.a.a) hastalığı ağırlaşıp, acıları iyice artıp ölüm anı yaklaşınca, Emirü'l-Müminin Ali (a.s) mübarek başlarını kaldırıp kucağına koydu. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.a) bayıldı. Fatıma (a.s) yüzüne bakıyor, ağıtlar yakıyor, göz yaşları dökerek şöyle diyordu:

"Beyaz yüzlüdür. Yüzü hürmetine bulutlardan yağmur istenir

Yetimlerin koruyucusu, dulların sığınağıdır."

Resulullah (s.a.a) gözlerini açtı ve inilti şeklinde çıkan zayıf bir sesle şöyle buyurdu: "Kızım şöyle de: Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçti. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse, topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse, bilsin ki Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir."[174]

Fatıma (a.s) uzun uzun ağladı. Peygamberimiz (s.a.a), yaklaşması anlamında işaret etti. Fatıma'ya gizlice bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine az önce ağlayan Fatıma'nın yüzü sevinçten parladı. Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra Fatıma'ya soruldu: "Resulullah (s.a.a) sana gizlice ne söyledi ki, Peygamber'in (s.a.a) vefatından dolayı duyduğun hüzün ve keder bir anda dağıldı?" Dedi ki: "Peygamber (s.a.a), ailesinden kendisine ilkönce benim kavuşacağımı söyledi. Kendisinden sonra, uzun süre beklemeden kendisine yetişeceğimi belirtti. Bu da içinde bulunduğum hüzün ve kederi alıp götürdü."[175]

Enes'in şöyle dediği rivayet edilir: Peygamberimizin (s.a.a) vefat ettiği son hastalığı esnasında Fatıma (a.s) yanında oğulları Hasan ve Hüseyin (a.s) olduğu hâlde, Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına geldi. Peygamber'in (s.a.a) üzerine kapandı. Göğsünü göğsünün üzerine koydu ve ağlamaya başladı. Peygamber (s.a.a) ona dedi ki: "Ey Fatıma! Benim için ağlama. Dövünme, yüzünü tırmalama. Benim için saçını başını yolma. Ah-u figan edip vaveyla koparma. Allah'a sığınarak teselli bul." Ardından ağladı ve şunları söyledi: "Allah'ım! Ehl-i Beyt'im sana emanettir. Allah'ım! Bunlar, sana ve müminlere bıraktığım emanettirler."

Buharî ve Müslim, Sahih'lerinde Aişe'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Karşıdan Fatıma geliyordu. Yürüyüşü tıpkı Hz. Peygamber'in (s.a.a) yürüyüşü gibiydi. Hz. Peygamber (s.a.a), 'Hoş geldin, kızım.' dedi. Sonra onu sağına ya da soluna oturttu. Ardından ona gizlice bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fatıma ağlamaya başladı. Dedim ki: 'Resulullah (s.a.a) sana özel bir şeyler söylediği hâlde ağlıyor musun?' Ardından Resulullah (s.a.a) yine gizlice ona bir şeyler söyledi. Bu sefer Fatıma gülmeye başladı. Dedim ki: 'Bugünkü gibi, sevinçle hüznün bu kadar birbirlerine yakın olduklarını görmemiştim.' Fatıma'ya Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendisine ne söylediğini sordum. Dedi ki: 'Resulullah'ın (s.a.a) sırrını ifşa edemem.' Sonra Hz. Peygamber efendimiz (s.a.a) vefat edince, bir kez daha Fatıma'ya Peygamber'in (s.a.a) o zaman kendisine ne söylediğini sordum. Dedi ki: Peygamber (s.a.a) bana şunu söyledi: 'Cebrail her sene Kur'ân'ı bir kere bana tekrarlardı. Bu sene iki kere tekrarladı. Ben, bunu ecelimin yaklaştığına yoruyorum.' Bunun üzerine ağladım. Sonra bana dedi ki: 'Sen benim ailem içinde bana en önce kavuşacak kimsesin. Ben, ne güzel selefim senin için. Sen cennet kadınlarının efendisi olmak istemez misin?' Bunu deyince, ben de sevinçten güldüm."[176]

İmam Musa b. Cafer'in, babasından (her ikisine selâm olsun) şöyle rivayet ettiği belirtiliyor: "Hz. Peygamber (s.a.a) vefat edeceği sabahın hemen öncesindeki gece, Peygamberimiz (s.a.a) Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyin'i çağırdı. Onlar gelince de kapıyı üzerlerine kapadı ve 'Ey Fatıma!' dedi. Fatıma'yı kendisine yaklaştırdı. Gece boyunca gizli gizli onunla bir şeyler konuştu. Konuşmalar uzun sürünce Ali, Hasan ve Hüseyin'i de alarak kapıda durdular. İnsanlar kapının önünde durmuşlardı. Peygamber'in (s.a.a) eşleri de Ali ve oğullarına bakıyorlardı. Aişe dedi ki: 'Bu saatte Resulullah (s.a.a) ne tür bir iş için seni dışarı çıkarıp kızıyla baş başa kaldı?' Ali ona dedi ki:' Onunla niçin baş başa kaldığını ve ona neleri aktardığını biliyorsun. Bu, senin, babanın ve iki arkadaşının da içinde bulunduğu bir meseledir.' Aişe ne diyeceğini bilemez oldu. Tek kelime etmedi."

Ali (a.s) şöyle anlatır: "Çok geçmeden Fatıma (a.s) beni çağırdı. Peygamber'in (s.a.a) yanına girdiğimde, zorlukla nefes alıp veriyordu. Bana dedi ki: Niye ağlıyorsun ey Ali? Ağlama zamanı değildir, bu zaman. Seninle benim ayrılmamızın zamanı gelmiştir. Seni Allah'a emanet ediyorum, ey kardeşim! Rabbim, benim için yanındaki nimetleri seçti. Benim ağlamam, kederlenmem ve üzülmem, senin ve benden sonra zayi olacak şu Fatıma'dan dolayıdır. İnsanlar size zulmetmek için birleşmişlerdir. Ben sizi Allah'a emanet ettim ve Allah sizi emanet olarak kabul etti. Ben kızım Fatıma'ya bazı şeyler vasiyet ettim, onları sana anlatmasını emrettim. Sen de onun söylediklerini derhal uygula. Çünkü Fatıma, doğru sözlü ve sözleri tasdik edilen, doğrulanan biridir."

Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Fatıma'yı bağrına bastı ve başını öptü ve dedi ki: "Baban sana feda olsun, ey Fatıma!" Bunun üzerine Fatıma (a.s) sesli ağlamaya başladı, sonra babası yine onu kucakladı ve şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim ki, senin öfkelenmenden dolayı Allah intikam alır ve öfkelenir. Yazıklar olsun zalimlere, yazıklar olsun!" Ardından Resulullah da (s.a.a) ağladı.

Ali (a.s) şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.a) ağlayınca, yüreğimin bir parçası gitti sandım. Çünkü göz yaşları yağmur gibi akıyordu. Göz yaşları sakallarını ve üzerindeki çarşafı ıslatmıştı. Fatıma'ya sarılmış bırakmıyordu. Başı da benim göğsümün üstündeydi. Ona destek oluyordum. Hasan ve Hüseyin de hüngür hüngür ağlıyorlardı." Ali (a.s) devamla şöyle der: "Eğer Cebrail o sırada evdeydi, desem, doğru söylemiş olurum. Çünkü kimden geldiğini bilmediğim bir ağlama sesini duyuyordum. Bunların meleklerin ağlama sesleri olduğunda kuşku yoktu. Çünkü Cebrail böyle bir gecede Peygamber'i (s.a.a) yalnız bırakacak değildi. Fatıma (a.s) öylesine ağlıyordu ki, göklerin ve yerin onun hâline ağladığını sanıyorum."

Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Fatıma'ya (a.s) şunları söyledi: "Kızım! Sizi Allah'a bırakıyorum. O, halifelerin en iyisidir. Beni hak üzere peygamber olarak gönderen Allah'a andolsun ki, sizin ağlamanız üzerine, Allah'ın Arş'ı, onun çevresindeki melekler, gökler, yerler ve bu ikisi arasındaki varlıklar ağladılar. Ey Fatıma! Beni hak üzere peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben girmeden diğer varlıklara cennete girmek haram kılınmıştır. Benden sonra oraya ilk girecek Allah'ın kulu sensin. Giyinmiş, süslenmiş ve nimetlerle bezenmiş olarak oraya gireceksin. Ey Fatıma! Ne mutlu sana! Beni hak üzere peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, cehennem öyle bir uğultu çıkarır ki, yaklaştırılmış tüm melekler ve gönderilmiş tüm elçiler kendilerini kaybederler. Bu sırada cehenneme şöyle seslenilir: 'Ey cehennem! Cabbar olan Allah diyor ki: Benim izzetim hakkı için sakin ol ve durul. Ta ki Muhammed'in kızı Fatıma cennetlere gitsin. Orada yoksulluk ve zillet çekmesin.' Beni hak üzere peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Hasan ve Hüseyin de cennete girerler. Hasan senin sağında, Hüseyin de senin solunda yer alır. En yüksek cennette, Allah'ın huzurunda, onurlu bir konuk gibi ağırlanacaksın. Hamd sancağı da Ali b. Ebu Talib'in (a.s) elinde olur. Beni hak üzere peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, sana düşmanlık edenlerle bizzat muhakemeleşeceğim. Senin hakkını alan, senin sevgini kesen ve bana karşı yalan uyduran kimseler pişman olacaklardır. Onlar kıyamet günü benden uzaklaştırılacaklar. Ben, 'Ümmetim! Ümmetim!' diye bağıracağım. Denilecek ki: Onlar senden sonra [sünnetini] değiştirdiler. Bu yüzden çılgın alevli ateşe sürüklendiler."[177]

Bu noktada, Hz. Zehra'nın (a.s) hayatının üç aşaması hakkında birtakım açıklamalar yapmış olduk. Fatıma'nın hayatının dördüncü aşaması ise, babası Muhammed Mustafa'nın (s.a.a) vefatından sonra başlıyor, şehit olarak vefat etmesiyle son buluyor. (Allah'ın selâmı onun üzerine olsun.)

Hz. Fatıma'nın hayatının bu aşaması, kısa süreli olmakla birlikte, hayatının çok önemli ve belirgin bir dönemini kapsamaktadır. Bu yüzden bu aşamayı, birkaç bölümden ibaret özel bir bab olarak ele alacağız.


3. BÖLÜM

● Babasından Sonra Fatıma (a.s)

● Fatıma'nın (a.s) Hastalığı ve Şehit Olması

● Hz. Fatıma'nın (a.s) İlmî Mirası

 

 


babasından sonra fatıma (a.s)

1- Sakife Olayı

Resulullah efendimizden (s.a.a) sonra, İslâm tarihinde, kıvılcımları her tarafa yayılan ve büyük bir sarsıntı meydana getiren en zor ve en ağır olayların başında, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından hemen sonraki gelişmeler gelir.

O günkü zor koşulları etkileyen birtakım objektif ve sübjektif etkenler söz konusuydu. Resul-i Ekrem, Allah'ın risaletini en mükemmel şekliyle ve eksiksiz olarak tamamlamış, insanlara tebliğ etmişti. Hz. Peygamber'in (s.a.a) varlığı, iman nurunun parlamasına, toplumda güven ve istikrarın egemen olmasına vesile oluyordu. Ancak her zaman, insan topluluklarında bulunan ve çoğu zaman derin boyutlara varan hak batıl ayrılığı, o gün için bazı bireylerin akıllarında ve davranışlarında varlığını sürdürüyordu. Bunlar da Yarımada'daki güç merkezlerine yakın kimselerdi -İslâm'ın henüz teorik ve pratik açıdan her şeye hâkim olmadığını göz önünde bulundurursak-. Bu yüzden Peygamber efendimizden (s.a.a) sonra, hak ile batıl arasındaki mücadele biraz daha belirginleşmeye başladı.

İslâm toplumunda böyle bir mücadelenin meydana gelmiş olması, büyük bir kesimin, İslâm inanç sistemini bütün boyutlarıyla ve bütün sınırlarıyla kavrayıp özümsemediğinin somut bir kanıtıydı. Bu kavganın bir sonucu olarak İslâmî deneyimde sapmalar baş gösterdi. Bunun, Müslümanlar üzerindeki kötü ve olumsuz etkileri günümüze kadar devam etmektedir.

Resulullah'ın (s.a.a) vefatını izleyen dönem, birbiriyle çelişen ve ani gelişen birtakım olaylara sahne oldu. Hz. Fatıma'nın hayatını sağlıklı bir şekilde inceleyebilmemiz için, bu dönemde meydana gelen olaylara dair genel bir durum değerlendirmesi yapmamız gerekir. O günkü toplumun sosyal yapısını, etkin güç merkezlerini, bu güçler arasındaki etkileşim ve iletişimi, bu gelişmelerin genelde Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyt'i, özelde Hz. Fatıma üzerindeki etkilerini, özellikle zulüm ve saldırıları kavramamız böyle bir durum değerlendirmesi yapmamıza bağlıdır. İlk karşımıza çıkansa, Sakife toplantısıdır. Çünkü bu toplantı, sonraki tüm gelişmelere ilişkin temel bir rol oynamış, kendisinden sonraki süreçlerin şekillenmesine neden olmuştur.

İmam Ali (a.s), Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt'i, Haşimoğulları ve onların yakın dostları, Hz. Peygamber'in (s.a.a) cenaze işleriyle ilgileniyor, defin işlemleri için hazırlık yapıyorlardı. Toplumun liderliğini ele geçirmeye, iktidara gelmeye dair niyetler taşıyan birtakım odaklar, onların bu meşguliyetlerini fırsat bilerek, gelişmeleri kendi çıkarlarına göre yönlendirdiler. Hz. Peygamber'in (s.a.a) dile getirdiği ilâhî emir ve yasakları dikkate almadan hem de.

Ortada iki tavır vardı. Biri Ömer b. Hattab'ın tavrıydı. Peygamber'in (s.a.a) evini sarmış, yüreklerini hüzün kaplamış Müslümanların arasında bağırıyordu: "Peygamber ölmedi." diye. Peygamber'in (s.a.a) öldüğünü söyleyenleri tehdit edip duruyordu. Bu kuşku uyandırıcı davranışını Ebubekir Medine dışından gelinceye kadar sürdürdü.

İkinci tavır ise, ensardan bir topluluğun Benî Sâide Sakifesi'nde Hazreçli Sa'd b. Ubade başkanlığında toplanmış olmalarıydı.

Bütün tarihçiler ve hadisçiler, Ömer'in bu tavrının, Ebubekir'in gelip insanlara "Muhammed ancak bir peygamberdir…" ayetini okuyunca sona erdiği hususunda görüş birliği içindedirler. Ebubekir gelince, Ömer'in panik hâli sona eriyor ve ikisi birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.a) evinden çıkıyorlar. Onu (s.a.a), ölümünden dolayı musibetli olan ailesiyle baş başa bırakıyorlar.

Karinelerden ve olayların akışından anladığımız kadarıyla Ebubekir ve Ömer, gerekli tedbirleri almak için önceden belirledikleri bir yere gitmişlerdi. Yine olayların akışından anlaşılıyor ki, başta Sa'd b. Ubade olmak üzere ensar, Ali'den başkasının hilâfet iddiasında bulunacağını hesaba katmamışlardı. Nitekim Müslümanlar arasında yaygın olan kanaat de hiç kimsenin Ali'nin (a.s) halifeliğine karşı çıkmayacağı yönündeydi. Fakat çok geçmeden ensar, muhacirlerin ileri gelenlerinin hilâfeti Ali'ye vermemek, iktidarı ele geçirmek, Peygamber efendimizin (s.a.a) Ali'nin halifeliği ile ilgili sözlerini görmezlikten gelmek niyetinde olduklarını, onların bu Kureyş ittifakıyla eski cahiliyeyi ve kabile taassubunu yeniden canlandırmak niyetinde olduklarını anladılar. Halbuki ensar, İslâm davasına ve bu davanın tebliğcisine canlarını ve mallarını feda etmişlerdi ki, şimdi Peygamber'den (s.a.a) sonra hilâfet makamına oturmak isteyen muhacirlerden hiçbiri böyle bir fedakârlıkta bulunmamıştı.

Ensar bunu anladıktan sonra, içlerinde bir grup Sa'd b. Ubade liderliğinde, hilâfet meselesini ele almak üzere Benî Sâide Sakifesi'nde toplandı. İçlerinden bazıları, hilâfet için Sa'd b. Ubade'nin ismini ortaya attı. Sa'd'dan hoşlanmayan ve onun aleyhine faaliyet gösteren ensardan bazı kimseler aracılığıyla bu haber muhacirlere ulaştırılınca, derhal bulundukları yerden ayrıldılar ve Benî Sâide Sakifesi'ne gittiler. Ensar adına konuşmak üzere biri ayağa kalktı ve ensarı, tavırlarını ve İslâm uğruna gerçekleştirdikleri fedakârlıkları saydı. Muhacirlere de onları görmezlikten gelmemelerini ve iktidarda onlara bir pay vermelerini önerdi. Ondan sonra Ebubekir konuştu. Kureyş'in faziletinden ve üstünlüğünden bahsetti. İnsanlara Arapların İslâm öncesi tavırlarını hatırlattı. Bu sözleriyle, soy-sopla övünmeye ilişkin eski gelenekleri canlandırır gibiydi.

İkdu'l-Ferid adlı eserde yer alan rivayette Ebubekir'in şöyle dediği belirtiliyor: "Biz muhacirler, insanlar içinde ilkönce Müslüman olmuş kimseleriz. En üstün soy bizimdir. Yurdumuz da tam ortadadır. İnsanlar içinde seçkin yüzlere sahip bizleriz. Akrabalık bakımından da Resulullah'a (s.a.a) en yakın olanlar da biziz…" Devamla şöyle dedi: "Araplar, Kureyş'in bu oymağından başkasına boyun eğmez. Allah'ın verdiği lütuflar hususunda kardeşleriniz olan muhacirlerle yarışmayın. Sizin için halife olarak şu iki adamdan birine razı oldum..." Bunu söylerken Ömer b. Hattab ve Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı işaret etti.

Ebubekir Kureyş'ten, üstünlüklerinden ve muhacirlerden ve faziletlerinden söz ederken, altın bir fırsat buldu. Beşir b. Sa'd el-Hazrecî, evin bir köşesinde yüksek sesle bağırıyordu. Bu adam amcasının oğlu Sa'd b. Ubade'yi çekemiyordu. Şöyle diyordu: "Ey insanlar! Biliyorsunuz ki, Muhammed Kureyş'tendir. Onun kavmi herkesten daha çok ona yakındır, onun yerine geçmeye lâyıktır. Allah'a yemin ederim ki, bu işle ilgili olarak onlarla çekiştiğimi hiçbir zaman göremeyeceksiniz."

İnsanlar arasında böyle bir üslûpla ortaya çıkıp konuşmasından dolayı Habbab b. Münzir el-Hazrecî onu eleştirdi. Bunun bozgunculuk, nifak eseri bir konuşma olduğunu, amcasının oğlunu kıskandığı için böyle konuştuğunu belirtti. Dedi ki: "Peygamber'den (s.a.a) sonra, amcasının oğlunun yönetime geçmesi, Beşir b. Sa'd'a ağır geldi, amcasının oğlunu kıskandığı, çekemediği için. Ama, bir hak sahibinin hakkını almasına karşı çıkmak istemeyen biri gibi meydana atılıyor." Ardından şunları söyledi: "Böyle yapmaya ne ihtiyacın vardı ey Beşir?! Amcanın oğlu Sa'd b. Ubade'nin emirliğine karşı çıkmanın sebebi neydi?"

Tartışmalar burada son bulmadı. Bu arada, Evs kabilesinin reislerinden biri olan Useyd b. Hudayr ayağa kalktı. İnsanların içlerindeki cahiliye kinlerini, düşmanlıklarını yeniden kışkırttı. Eski yaraları kaşıdı. Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki ayrılıkları, kinleri ve düşmanlıkları hatırlattı. İslâm'ın söndürdüğü bu ateşi yeniden alevlendirmeye çalıştı. Evslilere hitap ederek şunları söyledi: "Ey Evsoğulları! Allah'a yemin ederim ki, eğer bir kere Sa'd'ı başınıza emir olarak tayin ederseniz, kıyamete kadar Hazreçliler bundan dolayı sizden üstün olacaklardır. Bu hususta ebediyen size bir pay vermezler."

Bu bölünmeyi sağlayan Beşir B. Sa'd'ın sözlerini fırsat bildi Ebubekir. Ardından Ömer ve Ebu Ubeyde'nin elinden tutarak şöyle seslendi: "Ey insanlar! Bu Ömer, bu da Ebu Ubeyde. Bunlardan istediğinize biat edin." Habbab b. Münzir, önceden hazırlanmış bu üçlü plânı fark ettikten sonra ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Ey ensar topluluğu! Elinize sahip çıkın ve bu adamın ve arkadaşlarının sözlerini dinlemeyin. Yoksa sizin bu işteki payınızı alıp götürürler." Bu sözler karşısında Ömer b. Hattab öfkelendi ve büyük bir kızgınlıkla şunları söyledi: "Muhammed'in iktidarı ve emirliği hususunda bizimle çekişecek olan kimmiş? Biz onun yakınları ve aşiretiyiz. Allah'a yemin ederim ki, sapıklığa dalmış, günahla hemhal olmuş ya da helâkete düşmek üzere olan birinden başkası böyle bir cüreti gösteremez."

Habbab b. Münzir, Ömer'in bu meydan okuyuşunu ve sert üslûbunu duyunca ensara döndü ve şöyle dedi: "Eğer bunlar istediğinizi kabul etmezlerse, onları bu memleketten çıkarın. Çünkü Allah'a yemin ederim ki, siz bu işte onlardan daha çok hak sahibisiniz. Bu dini kabul edenler, sizin kılıçlarınız sayesinde kabul ettiler…" Bunları söyledikten sonra kılıcını çekti ve şöyle dedi: "Ben onun kaşınma kütüğüyüm ve sığınağıyım.[178] Allah'a yemin ederim ki, eğer isterseniz, onu köksüz bir dala çeviririz…" Bu sözler karşısında Ömer büyük bir öfkeye kapıldı. İki taraf arasında büyük bir kavganın çıkması an meselesiydi. Ebu Ubeyde b. Cerrah bir fitne çıkmaması izin araya girdi. Gayet yumuşak ve sakin bir sesle şöyle dedi: "Ey ensar topluluğu! İlk yardım eden ve koruyan sizsiniz, değiştiren ve dönüştürenlerin ilki olmayın." Rica eder bir üslûpla, nazik bir dille konuşmaya başladı. Çok geçmeden öfkeleri dindi. Ensar da kendi aralarında bölünmüşlerdi.

Ömer, bu diyalogdan sonra Ebubekir'e yöneldi ve dedi ki: "Uzat elini ey Ebubekir! Allah'ın seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni uzak tutamaz." Onun ardından Ebu Ubeyde b. Cerrah ayağa kalktı ve ona dedi ki: "Sen muhacirlerin en faziletlisisin, mağaradaki iki kişinin ikincisisin. Resulullah olmadığı zaman onun yerine namaz kılan kimsesin." Bunun üzerine Ebubekir ellerini uzattı, onlar da biat ettiler. Onların ardından Beşir b. Sa'd ve Hazreç kabilesinden bazı kimseler kalkıp ona biat ettiler. Useyd b. Hudayr da Evs kabilesinden bazı kimselerle birlikte biat etti. Ebubekir'i kutlayarak Benî Sâide Sakifesi'nden çıktılar. Önlerine çıkan herkesten biat aldılar. Buna karşı çıkanları da Ömer kırbacıyla dövüyordu. Ebubekir'in yanındaki kalabalık gittikçe artıyordu, bu da başkalarının da biat etmeleri için bir tür baskı aracı olarak kullanılıyordu. Böylece Ebubekir'e, birçokları için sürpriz olacak bir şekilde biat alınmış oldu.

Bütün bunları üst üste koyduğumuz zaman, Ali'yi iktidardan uzak tutma plânının o anda spontane gelişmiş bir eylem olmadığını anlıyoruz. Birçok olay da bunun tanığıdır. Buna karşılık, Sa'd b. Ubade liderliğinde ensarın düzenlediği toplantı ise, tamamen kendiliğinden gelişmiş bir olaydı. Önceden bunun için bir hazırlık yapılmamıştı. Görüş ayrılıklarına düşmeleri ve birbirlerine karşıt fikirler savunmaları da bunun göstergesidir. Yine anlıyoruz ki, Ebubekir, Ömer b. Hattab ve İbn Cerrah Kureyş partisinin liderleriydiler. Bu partinin amacı, iktidarı ele geçirmek ve Ali'yi iktidardan uzak tutmaktı. Ensara karşı kullandıkları argümanlar ise ikiyi geçmiyordu: Birincisi: Muhacirler ilkönce Müslüman olan kimselerdir. İkincisi: Onlar insanlar içinde Resulullah'a en yakın olan kimselerdirler, onun birinci dereceden akrabalarıdırlar.

Aslında Kureyş partisinin bu liderleri ortaya attıkları bu kanıtla, bizzat kendileriyle çelişmiş oluyorlardı. Çünkü hilâfet, iddia ettikleri gibi, ilkönce Müslüman olmakla ve Peygamber'e akraba olmakla elde edilen bir makam idiyse, bu sadece Ali'nin hakkı olabilirdi. Çünkü insanlar içinde ilkönce Müslüman olan, ilkönce iman getiren ve Muhammed b. Abdullah'ın risaletini ilkönce tasdik eden oydu. Bu hususta bütün Müslümanlar görüş birliği içindedirler. Ayrıca Ali, Hz. Peygamber'in (s.a.a) Medine'de muhacirler ve ensar arasında gerçekleştirdiği kardeşlik uygulaması uyarınca da Peygamber'in kardeşidir. Soy olarak da Peygamber'in (s.a.a) amcasının oğludur. Peygamber'in (s.a.a) kalben onu herkesten çok sevdiği, herkesten çok kendisine yakın hissettiği biri olduğu hususunda da kimsenin kuşkusu yoktur.

Ebubekir, ensara karşı Peygamber'e yakınlığı, ilkönce Müslüman oluşu argüman olarak kullanırken, bu arada hilâfete Ömer b. Hattab ve Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı önerirken, onların ensardan önce Müslüman olduklarını, Peygamber'e akrabalık bakımından daha yakın olduklarını gerekçe gösterirken kendisiyle çelişkiye düşüyordu. Çünkü bunları söylediği sırada, daha üç ay önce Gadir-i Hum'da binlerce kişinin biat ettiği Ali b. Ebu Talib'i görmezlikten geliyordu. Ali ise, bütün Müslümanlardan daha önce Müslüman olmuştu. Soy olarak da Peygamber'in (s.a.a) amcasının oğluydu, onun din kardeşiydi. Bütün tarihçiler ve muhaddisler bu hususta görüş birliği içindedirler. Onun yiğit çıkışları ve fedakârlığı ve cihadıyla İslâm'ın mesajı istikrar buldu, şirke karşı üstünlük sağladı, putperestliği ve Kureyş'i yenilgiye uğrattı. Ama Kureyş, şu anda, Ali'nin (a.s) şahsında ve çizgisinde Muhammed'e (s.a.a) yeniden savaş başlatmış görünüyordu.

Ebubekir, adı geçen iki kişiyi hilâfete önerirken, bütün bunları bilmiyor değildi. Ama o ve yardımcıları, iktidarı ele geçirmek için önceden bir plân hazırlamışlardı. Ali'nin hilâfetten uzak tutulması hususunda ensar ve muhacirlerden bazı kimselerle de işbirliği yapmışlardı. Bunun için her yolu denemeye karar vermişlerdi. Ebubekir ve arkadaşlarının tavırlarını fark eden bir diğer ensar grubu, Benî Sâide Sakifesi'nde hilâfet meselesini konuşmak üzere toplanırlarken, Ebubekir onlara karşı kuvvetli bir mantık kullanıyordu. Bu mantık karşı tarafa kendini dayatıyordu. Bir parça maniplasyon yapılmış ve çarpıtma yönüne gidilmiş olsa da, ensarın bu muhalif grubu üzerinde etkili oldu bu mantık.

 Bunun bir kanıtı da, Ebubekir, hilâfet için Ömer b. Hattab'ı veya Ebu Ubeyde'yi önerirken, Ömer'in duraksamadan verdiği şu cevaptır: "Sen yaşıyorken bu mu olacak? Resulullah'ın (s.a.a) seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni alıkoyamaz!"[179]

Ömer'in bu cevabı, önceden Ebubekir'in halifeliği esasına dayalı olarak hazırlanan bir plânın varlığını ortaya koymaktadır. Bu arada Ömer b. Hattab kamuoyunu yanıltmak ve zihinlerini karıştırmak için de Resulullah'ın onu bu makama oturttuğunu söylüyor. "Resulullah'ın seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni alıkoyamaz." diyerek kafaları karıştırıyor. Oysa Resulullah'ın (s.a.a) hayatını inceleyen önde gelen tarihçilerin hiçbiri, Peygamber'in hadislerini ezberleyen ve onu sonraki kuşaklara ileten hadisçilerden ve güvenilir ravilerden hiç kimse, Peygamber'in (s.a.a) uzaktan da olsa, Ömer ve adamlarının ele geçirmek için uğraş verdikleri bu makamla ilgili olarak Ebubekir lehine bir işarette bulunduğunu söylememiştir. Bilâkis, Peygamberimizin (s.a.a) onunla ilgili tavrı, bu söylenenlerin tam tersi istikametteydi. Resulullah (s.a.a) Ebubekir'e herhangi bir vaatte bulunmamıştı, onu başkalarından ayrıcalıklı kılacak hiçbir makama getirmemişti. Onu bir müfrezenin başında devriye görevine gönderdiği zaman -Selasil gazvesinde olduğu gibi- veya ona ordu sancağını teslim ettiği zaman -Hayber Savaşı'nda olduğu gibi- başarısız ve hezimete uğramış olarak geri dönerdi. Peygamberimiz (s.a.a) hayatının sonlarında, ecelinin yaklaştığını anladığı zaman da onu ve Ömer'i herhangi bir Müslüman asker olarak, yaşı yirmiyi henüz bulmamış genç Usame'nin ordusu ile beraber Medine'nin dışına göndermek istemişti.

Ebu Ubeyde'nin ensar ile konuşurken işaret ettiği, Ebubekir'in, Peygamberimizin (s.a.a) hastalığının son demlerinde insanlara namaz kıldırması olayına gelince, Peygamberimizden (s.a.a) başkasının da zaman zaman insanlara namaz kıldırması, bu gün de, o gün de yaygın bir uygulamaydı; büyük küçük, fazilet sahibi olan, olmayan herkesin kıldırması mümkündü. Ebubekir'in de insanlara namaz kıldırdığı doğru olsa bile, o, sırf bundan dolayı diğer insanlara karşı bir üstünlük kazanamaz. Namaz kıldırmak sırf peygamberlere, velilere ve ermişlere özgü bir özellik değildir. Nitekim Ebubekir'i namaz kıldırmaya çağıran da kızı Aişe idi. O sırada Hz. Peygamber (s.a.a) hasta yatağındaydı ve yatağından çıkacak durumda değildi. Peygamberimiz (s.a.a) durumu anlayınca Ali'nin ve Abbas'ın desteğiyle ayağa kalktı ve Ebubekir'i mihrabından uzaklaştırdı. Hastalıktan bitkin düşmüş hâlde, acılar içinde insanlara namaz kıldırdı.

Aklın ve mantığın kabul etmediği nokta, Ehl-i Sünnet ulemasından ve muhaddislerinden bir grubun, bu olayı, Ebubekir'in halifeliği hak etmesini sağlayan bir üstünlük alâmeti olarak değerlendirmeleridir. Öte yandan yine bu Sünnî âlim ve muhaddisler, hicret gecesi, Uhud günü, Hendek Savaşı, Hudeybiye Barışı, Hayber Savaşı, Huneyn Cengi, Tebuk Seferi ve Gadir-i Hum günü Peygamberimizin (s.a.a) Ali'ye karşı nasıl bir tavır içinde olduğunu da kabul ediyorlar. Onu gerek Mekke'de, gerekse Medine'de kendisinin kardeşi olarak ilân ettiğini de itiraf ediyorlar. Ama bu Ehl-i Sünnet uleması ve muhaddisleri, bütün bunları, Peygamberimizin (s.a.a) Ali'yi (a.s) kendisinden sonraki halife olarak seçip tayin ettiğinin işareti olarak algılamıyorlar. Hatta bunları, Peygamberimizin (s.a.a) onu seçtiğinin dolaylı birer iması mesabesinde dahi görmüyorlar. Buna karşılık Ebubekir'in Müslümanlara iki rekat namaz kıldırmasını, Peygamberimizin (s.a.a) onu kendisinden sonra ümmetin liderliğine hazırladığının ve bu liderliğin tüm salahiyet ve yetkilerini ona verdiğinin açık bir kanıtı olarak değerlendiriyorlar.

Ensarın Sakife'de toplanmasının, Kureyş'in iktidarı ele geçirmek üzere ortaya koyduğu plâna karşı bir hareket niteliğinde olduğunun kanıtlarından biri Zübeyr b. Bekkar'dan rivayet edilen şu sözlerdir:

"Grup Ebubekir'e biat edince, onu Mescid'e doğru getirdiler. Etrafında tezahürat yapıyorlardı. Günün sonuna doğru, ensardan bir grup ve muhacirlerden bir grup bir yerde toplandılar. Birbirlerinin ardından konuya dair söz aldılar. Abdurrahman b. Avf şunları söyledi: Ey ensar topluluğu! Gerçi siz erdemli, yardım eden ve önceliği bulunan kimselersiniz; ama aranızda Ebubekir, Ömer, Ali ve Ebu Ubeyde gibi birisi yoktur."

"Bunun üzerine Zeyd b. Erkam şunları söyledi: Ey Abdurrahman! Biz, senin adını zikrettiğin kimselerin faziletini inkâr etmiyoruz. Ama bizden de ensarın efendisi Sa'd b. Ubade vardır. Allah, Resul'üne (s.a.a) O'nun selâmını iletmesini, kendisinden Kur'ân öğrenilmesini emrettiği Ubey b. Kâ'b, kıyamet günü âlimlerin başında gelecek olan Muaz b. Cebel, Resulullah'ın (s.a.a), onun şahitliğini iki adamın şahitliğine denk saydığı Huzeyme b. Sabit gibi isimler vardır. Yine biliyoruz ki, Kureyş'te, ismini zikrettiğin kimseler arasında öyle birisi vardır ki, şayet halifeliğe talip olsa hiç kimse buna itiraz etmeyecektir. O da Ali b. Ebu Talip'tir."

Tarih-i Taberî'de belirtildiğine göre, Ebubekir, Ebu Ubeyde ve Ömer b. Hattab'tan birinin halife seçilmesini önerdiği zaman, bu ikisi Ebubekir lehine halifelik adaylığından çekildiler. Buna ensarın tepkisi şöyle oldu: "Biz Ali b. Ebu Talib'ten başkasına biat etmeyiz."[180]

Bu iki rivayet açıkça ortaya koyuyor ki, şayet muhacirlerin halife adayı Ali b. Ebu Talib olsaydı, ensar buna itiraz etmeyecekti. Bu da gösteriyor ki, ensarın Sakife'de Ebubekir'e karşı sergilediği tavır, Kureyş'in, iktidarı ele geçirmek ve halifeliğin meşru sahibini bu hakkından uzak tutmak için kurduğu plânı reddetme anlamına geliyordu.

Üstad Tevfik Ebu İlm "Ehlu'l-Beyt" adlı eserinde şu değerlendirmeyi yapıyor: "Sa'd b. Ubade'nin; muhacirlerin, halifeliği asıl sahibine vermemeyi plânladıklarını anladıktan sonra onu kendisi için istemeye başlamış olması uzak bir ihtimal değildir."

Her neyse. Hiç kuşkusuz Peygamberimizin (s.a.a) Ali'ye (a.s) karşı tavırları, çeşitli münasebetlerle, onunla ilgili olarak yaptığı açıklamaları, Müslümanların kahir ekseriyetinin nazarında, Ali'yi (a.s) halifeliğe tayin edilmiş biri konumunda göstermektedir. Hatta bizzat Ali (a.s) bile bu görevin kendisinden başkasına verilebileceğine ihtimal vermiyordu.

İbn Ebi'l-Hadid'in Nehcu'l-Belâğa Şerhi'nde deniliyor ki: "Ali (a.s), halifeliğin kendisinin hakkı olduğundan kuşku duymuyordu ve herhangi bir insanın bu hususta kendisiyle mücadele edeceğini aklına dahi getirmiyordu."

Adı geçen yazar devamla şunları söylüyor:

"Nitekim Abbas ona şöyle demişti: 'Uzat elini sana biat edeyim. İnsanlar, 'Peygamber'in (s.a.a) amcası, Peygamber'in (s.a.a) amcasının oğluna biat etti.' diyecekler. Böylece iki kişi dahi senin halifeliğine itiraz etmez.' Ali (a.s) Abbas'a şu cevabı vermişti: 'Ey Amca! Benden başkası, halifeliği ister mi?!' Abbas şu cevabı vermişti: 'Göreceksin.' Ali (a.s), 'Ben, bu işin kapalı kapılar ardında bana tevdi edilmesini istemem.' diye cevap vermişti."

Doğal olarak o ve beraberindekiler, Ebubekir'in bir damadın gerdeğe gönderilişi gibi insanlar tarafından alayişle mescide doğru götürüldüğünü duydukları zaman, gördükleri bu manzara karşısında, bu büyük olay nedeniyle dehşete kapıldılar. Peygamber'in (s.a.a) naşı hâlâ ailesinin ve eşlerinin arasında olduğu yerde yatıyordu. Peygamber'in (s.a.a) kefenlenip cenaze merasiminin tamamlanıp kabre konulmasını bekliyorlardı. Ali (a.s), Ebubekir'in, kendisine muhalefet eden ensara karşı, Peygamber'in (s.a.a) akrabası oluşunu ve ilkönce Müslüman olmasını kanıt ve gerekçe olarak ileri sürdüğünü duyduğunda, onun da Ebubekir ve taraftarlarına aynı kanıtla karşı çıkması kaçınılmazdı. Kuşkusuz Ali (a.s), onların ensara karşı ileri sürdükleri bu kanıtın doğruluğunu ve önemini de kabul etmiyordu. Ayrıca o, tartışma kabul etmez onlarca kanıt da ortaya koyabilirdi. Ama bunun için mantık kurallarına uyan, savundukları görüşlerin kesin kanıtlara dayanmasının gerekliliğine inanan kimselerin bulunması gerekirdi. Buna rağmen Ali (a.s), onların ensara karşı kullandıkları ve ensarı bu sayede saf dışı bıraktıkları kanıtın aynısını onlara karşı kullandı. Resulullah'ın (s.a.a) kendisi hakkındaki övücü sözleri, görkemli geçmişi, cihadı ve Peygamber'in (s.a.a) kardeşi oluşunu ileri sürdü. O, hakkını sonuna kadar savundu. Hemen yanı başında da dünya kadınlarının efendisi eşi vardı. Kendisine bahşedilmiş hakları ve kocasının halifelik hakkını savunuyordu.

Birçok ravi, Ebu Süfyan'ın hararetli bir Ali (a.s) taraftarı olduğu görüşündedir. Etrafına tehditler savuruyor, birtakım vaatlerde bulunuyor ve şöyle diyordu: "Allah'a yemin ederim ki, onlara karşı bu vadiyi suvariler ve piyadelerle doldururum." Ali (a.s), Ebu Süfyan'ın bu davranışının, Müslümanları birbirine düşürme amacına yönelik olduğunu bilmiyor değildi. O, fitne ateşini yakmak istiyordu ki, kendisi gibi şirki ve nifakı içlerinde gizleyen kimselere gün doğsun. Bir kargaşa ortamında, amaçlarına ulaşabilsinler. İslâm'a karşı besledikleri düşmanca niyetlerini rahatlıkla tatbik edebilsinler. Ebu Süfyan ki, bu dine ve bu dinin hamilerine karşı yirmi yıl savaşmıştı. Kaldı ki onun ve insan ciğerini yiyen karısı Hind'in Mekke'nin fethedildiği gün Müslüman oluşları da, Müslümanların o güne kadar tanık oldukları en zor bir teslimiyetin, Müslüman oluşun örneğiydi. Çünkü bu, elinden bütün imkânları ve gereçleri alınmış bir mağlubun Müslüman oluşuydu. O da sonunda diğer Müslümanlarla birlikte İslâm'a girmek zorunda kalmıştı. Ama içinde, fırsatını buldukça kendini dışa vuran onulmaz acılar ve kinler saklayarak.

Taberî'nin, ayrıca İbn Esir'in el-Kâmil adlı eserde rivayet ettiklerine göre, Emirü'l-Müminin (a.s), Ebu Süfyan b. Harb'ı itti ve ona şu karşılığı verdi: "Allah'a yemin ederim ki, senin tek amacın fitne çıkarmaktır. Sen, Allah'a yemin ederim ki, İslâm için yeterince kötülük temenni ettin. Senin yardımına ihtiyacımız yoktur."[181]

2- Sakife'nin Sonuçları

Sakife olayları, üç muhalif kanadın belirginleşmesine yol açtı:

1- Ensar. Bunlar yeni halifeye ve iki arkadaşına Benî Sâide Sakifesi'nde karşı çıktılar. Aralarında tartışma ve karşılıklı konuşmalar oldu. Ama, sonunda Kureyş tarafı galip çıktı. Bunun nedeni de, dinî mirasın, Arap zihniyetinde merkezî bir yer tutmuş olmasıydı. Bir diğer neden de, ensarın kendi arasında bölünmüş olmasıydı.[182] Çünkü böyle bir ortamda bile kabilecilik taassubu baş gösterebilmişti.

Ebubekir ve iki arkadaşı, bu tartışma ortamında, kendi zanlarınca hakları olan bir şeyi savunurken, bir çoğunun nazarında dikkate değer ve önemli bir yere sahip olan bir nokta üzerinde yoğunlaşmışlardı. Çünkü birçok insana göre, Kureyş gerçekten Hz. Peygamber'in (s.a.a) aşiretiydi, onun en yakınıydı. Şu hâlde, diğer Müslümanlardan çok daha fazla Peygamber'e (s.a.a) yakındı, onun halifesi olmaya hak sahibiydi, onun adına iktidarı ele geçirme önceliği vardı. Ebubekir ve adamları, Sakife toplantısında iki açıdan yararlı çıktılar:

Birincisi: Ensar, bu davranışıyla kendini bağlamış oldu. Bundan böyle Ali'nin (a.s) safında yer alamaz, onun davasını ve hakkını savunamazdı.

İkincisi: Ebubekir, konjonktürün de yardımıyla ensar topluluğuna karşı muhacirlerin hakkını savunan tek adam olarak belirginleşti. Sakife toplantılarının onun çıkarına yardım ettiği gibi, başka bir olgunun yardım etmesine artık imkân yoktu. Çünkü Sakife'de muhacirlerin diğer önde gelenleri bulunmuyordu. Onların, Sakife'de bulunduğu takdirde toplantıdan alınan sonuç alınmayacaktı.

Ebubekir Sakife'den çıktığında bir grup Müslüman ona biat etmişti. Bunlar, onun hilâfet meselisine dair tezini benimseyen ya da Sa'd b. Muaz'ın halife olmasını kendilerine yediremeyen kimselerdi.

2- Emevîler. Bunlar, iktidardan bir pay kapmak istiyorlardı. Bu sayede cahiliye döneminde sahip oldukları siyasal üstünlüklerini bir ölçüde geri alma amacındaydılar. Başlarında da Ebu Süfyan bulunuyordu. Ebubekir ve grubu, Ebu Süfyan'ın, Peygamber'in (s.a.a) kendisini görevlendirdiği zekât mallarını toplama görevinden döndükten sonra savurduğu tehditleri ve ayaklanma çıkarmaya ilişkin sözlerini fazla ciddiye almadılar. Çünkü Emevîlerin karakterlerini ve siyasete ve maddeye düşkünlüklerini biliyorlardı. Emevîleri iktidarın safına katmak son derece kolaydı. Nitekim Ebubekir de öyle yaptı. Ebubekir- daha doğrusu Ömer-, bir rivayette de işaret edildiği gibi, Ebu Süfyan'a, Müslümanlara ait olarak elinde bulunan bütün malları ve zekât gelirlerini bağışladı. Ardından önemli bazı idarî makamlara Emevîlerden bazı kimseleri atayarak siyasal iktidarda onlara belli bir pay ayırdı.

3- Haşimîler ve Ammar, Selman, Ebuzer ve Mikdad (Allah'ın rıdvanı üzerlerine olsun) gibi içten bağlıları ile fıtratları gereği ve bildikleri siyasal yöntemler uyarınca Ehl-i Beyt'in, Peygamber'in (s.a.a) tek varisi olduğunu kabul eden bazı insanlar.[183]

Hâkim grubun, ensarı ve Emevîleri yanına çekmekte başarılı olduğunu görüyoruz. Ama bu başarı, aynı zamanda belirgin bir siyasal çelişkiye de düştüğünü gösteriyordu. Çünkü Sakife koşulları, hâkim grubu, hilâfet meselesine ilişkin olarak Peygamber'in (s.a.a) akrabalığını bir argüman olarak ileri sürmelerini gerektirmişti. Bu, dinî önderlik hususunda verasetin esas alındığını gösteriyordu. Ama Sakife olayından sonra durum değişti. Muhalefetin rengi bütünüyle değişmişti. Çok belirgin ve etkili bir muhalefet ortaya çıkmıştı. İleri sürülen argüman özetle şundan ibaretti: Peygamber (s.a.a) Kureyş'li olduğu için, Kureyş diğer Araplara göre Peygamber'in (s.a.a) siyasal mirasını almaya diğer Araplardan daha fazla hak sahibi ise, Haşimoğulları Kureyş'in geri kalan oymaklarından daha fazla hak sahibidir.

Bu gerçeği Ali (a.s) şu şekilde dile getiriyor: "Muhacirlerin ensara karşı kullandıkları Peygamber'in (s.a.a) akrabası olma kanıtı, bizim açımızdan da muhacirlere karşı geçerlidir. Eğer onların kanıtı kabul görüyorsa, bu, asıl bizim kanıtımızdır. Aksi takdirde ensarın iddiası geçerliliğini korur." Abbas, Ebubekir'le yaptığı bir konuşmada ona bu kanıtı hatırlatır: "Sen diyorsun ki, biz Resulullah'ın (s.a.a) şeceresiyiz (ağacıyız). Siz onun komşularısınız, ama biz onun yapraklarıyız."[184]

Haşimî muhalefetinin başını çeken Ali (a.s) iktidar grubunun yüreğinde derin bir endişe ve korku kaynağıydı. Çünkü Ali'nin (a.s) özel koşulları, iktidar grubuna karşı iki türlü pozitif eylem yapmasına imkân verecek nitelikteydi:

Birincisi: Emevîler, Muğire b. Şu'be ve benzeri muhalif grupları yanında toplayabilirdi. Çünkü bu gruplar oylarını en yüksek fiyatı verecek tarafa satmaya hazır olduklarını tavırlarıyla ilân etmişlerdi. Bunu, Medine'ye vardığı gün Sakife hilâfetine karşı Ebu Süfyan'ın sarf ettiği sözlerden algılamak mümkündür. Ebu Süfyan Medine'ye döndüğü gün Ali (a.s) ile konuşmuş, onu isyana teşvik etmiş, ardından Müslümanlardan topladığı zekât malları kendisine bağışlandıktan sonra halifenin safında yer alıp artık sesini çıkarmaz olmuştu. Bu da gösteriyor ki, o gün insanların bir kısmı üzerinde maddî kazanç elde etme arzusu son derece baskındı.

Ali onların arzularını tatmin edecek durumdaydı. Çünkü Resulullah (s.a.a) humus gelirlerinden ona bir pay ayırmıştı. Ayrıca Medine'deki arazilerinden ve büyük bir geliri bulunan Fedek arazilerinden yüksek oranda gelir elde ediyordu.

İkincisi: Diğer bir muhalefet yöntemi daha vardı ki, Ali (a.s) bu hususta son derece donanımlıydı. Bu yöntemi en etkili bir biçimde kullanma imkânına sahipti. Nitekim bu bağlamda şöyle demişti: "Ağacı kanıt olarak gösterdiler, ama meyvesini görmezlikten geldiler." Bununla Hz. Ali (a.s), genel kanaatin Ehl-i Beyt'in kutsanması, Resulullah'ın (s.a.a) akrabaları olmaları hasebiyle kendilerine büyük bir ayrıcalık tanınması noktasında birleştiğine işaret ediyor ki, bu, muhalefet olgusu açısından büyük bir dayanaktı.[185]

Hâkim Grubun Seçenekleri

Birinci Seçenek: İmam Ali'yi (a.s) Malî Bakımdan Güçsüzleştirmek

İktidar grubu, malî açıdan bunaltıcı bir konumda görüyordu kendisini. Her tarafından büyük bir malî kaynak akan İslâm devletinin merkez dışındaki bölgeleri, başkentte (Peygamber'in (s.a.a) şehrinde) istikrar tam sağlanmadıkça yeni hükümete itaat etmiyordu. Başkent ise henüz tam anlamıyla iktidara boyun eğmiş değildi. Örneğin yeni hükümete oy verdiklerini ilân eden Ebu Süfyan ve benzerlerinin, daha yüksek bir bedel ödeyen birinin safına geçmeleri her zaman mümkündü. Böyle bir bedeli ödemeye de Ali'nin (a.s) gücü her zaman yetmekteydi. Şu hâlde -bu saatte karşı konulacak durumda olmayan- Ali'yi (a.s) iktidar partisinin çıkarları açısından büyük bir tehlike arz eden malî kaynaklarından yoksun bırakmak bir zorunluluktu. Çünkü bu girişim neticesinde iktidara destek olan Ensar'ın bu desteklerini sürdürmeleri, muhalif olanların ise, çeşitli eğilimlere sahip olan ve bu eğilimleri karşılık bulmayan tarafları bir parti çatısı altında birleştirecek güçten yoksun bırakılmaları kaçınılmaz olacaktı.

Böyle bir siyasal değerlendirmeyi, iktidar grubunun yapmadığını söyleyemeyiz. Böyle bir düşünce, uygulanması ön görülen politikaların doğasına uygun olduğu sürece tatbik edilecekti zorunlu olarak. Ayrıca biliyoruz ki Ebubekir, Emevî hizbinin oylarını makam ve mal ile satın almıştı. Çünkü Ebu Süfyan'ın oğlunu vali olarak atamıştı. Rivayet edilir ki, Ebubekir halife olarak seçilince Ebu Süfyan gelir ve der ki: "Bizimle Ebu Fusayl'in ne ilgisi olabilir ki?! O, Abdumenafoğulları'ndandır." Derler ki: "Ama o senin oğlunu vali tayin etti." Bunun üzerine şu karşılığı verir: "Gerçekten o, akrabalık bağının hakkını vermiştir."[186]

İkinci Seçenek: İmam'ın (a.s) Muhalefetine Karşı Koymak

İktidar partisi, muhalefetin gücünün bu ikinci unsuruna karşı şu iki tavırdan birini esas almak zorundaydı.

Birincisi: Mesele çerçevesinde (hilâfet hususunda) Resulullah (s.a.a) ile akrabalık olgusuna yer vermemek. Bunun (akrabalık olgusuna yer vermek) anlamı, Ebubekir halifeliğinin, Sakife günü giydiği meşruiyet elbisesini çıkarmasıydı.

İkincisi: Kendisiyle çelişkiye düşmek pahasına tavrını sürdürmesi ve Sakife günü ilân edilen ilkeleri savunması. Bu bağlamda Haşimîlere de herhangi bir hak vermeyip, diğer önde gelen Müslümanlara karşı bunlar için bir imtiyaz tanınmaması, ya da sadece siyaset dışı konularda böyle bir imtiyazın olduğunun ön plâna çıkarılması. Çünkü bu koşullarda muhalefet; mevcut iktidara ve insanların hayatlarının temelini oluşturan düzene karşıtlık anlamını ifade edeceği için de kimse onlara yardım etmeyecektir.

İktidar grubu, [ikinci tavrı esas alarak] ensar toplantısında dile getirdiği görüşlerini ısrarla savundu ve muhaliflere karşı çıkarak, insanların halifeye biat etmesinden sonra muhalefet etmelerinin, İslâm'da haram olan fitne çıkarmaktan başka bir anlama gelmediğini söylemeye başladı.[187]

Muhalefetin Öncüleri Olarak Âl-i Muhammed'e Karşı Atılan Diğer Pratik Adımlar

Egemen grubun siyaseti üzerinde derinliğine düşündüğümüz zaman, onların Ehl-i Beyt'i, ekonomik olarak zayıf düşürme politikalarının yanı sıra, daha ilk andan itibaren, Âl-i Muhammed'e (s.a.a) karşı belli bir politikayı izlediklerini görürüz. Bu politikanın esasını, Haşimîlerin muhalefetlerinin ana dinamiğini oluşturan düşünceyi yok etmek oluşturuyordu. Nitekim Haşimoğulları'nın Hz. Peygamber'in (s.a.a) en yakın akrabaları olmaları fikrini bizzat ortadan kaldırarak kendilerine yönelen bu muhalefet unsurunun kendisini örtbas etmeye ve boğmaya çalışmışlardı.

Bu politikayı, Haşimî hanedanının ayrıcalığını ortadan kaldırma, bu hanedana destek olan kimseleri devletin önemli mevkilerinden tecrit etme, Haşimîleri İslâmî düşünce bazında sahip oldukları düzey ve makamdan uzaklaştırma şeklinde açıklamak mümkündür. Bu görüş, birkaç tarihî vakıaya dayanmaktadır:

1- Halife ve arkadaşlarının Ali'ye (a.s) karşı takındıkları sert tutum. Unutmayın; Ömer, içinde Fatıma dahi olsa, Ali'nin evini yakma tehdidinde bulunmuştu. Bunun anlamı şuydu: Fatıma ya da Haşimoğulları'ndan bir başkası, herhangi bir dokunulmazlığa ve ayrıcalığa sahip değildir. Dolayısıyla Sakife günü Sa'd b. Ubade'ye karşı uygulanan sert tutumun bir benzerinin ona karşı da uygulanmasının önünde hiçbir engel yoktur. Ömer Sakife günü Sa'd'ı öldürmekle tehdit etmişti. Bu sert tutumun göstergelerinden biri de halifenin Ali'yle ilgili şu değerlendirmesidir: "O, her fitnenin kışkırtıcısıdır..." Ayrıca onu, akrabaları için azgınlık isteyen biri olarak Ümmü Tıhal'a[188] benzetmişti. Ömer Ali'ye açık bir şekilde, "Resulullah (s.a.a) sizden olduğu kadar bizdendir de." derken, Peygamber'in halifesi olma noktasında onun kendilerine göre herhangi bir ayrıcalığının olmadığını anlatmak istemişti.

2- Birinci Halife, Haşimoğulları'ndan hiç kimseyi, halifeliğin önemli görevlerine getirmedi. Geniş İslâm coğrafyasının bir tek bölgesine, onlardan herhangi birini vali olarak tayin etmedi. Buna karşılık Emevîlere bu hususta büyük bir pay düşmüştü. Bunu, bilinçli ve hesaplanmış bir politikanın gereği olarak gayet net bir şekilde anlayabiliriz. Nitekim, İkinci Halife ile Abdullah b. Abbas arasında geçen bir konuşmada bu politikanın önceden belirlendiğini ve bilinçli olarak izlendiğini görüyoruz. Ömer, İbn Abbas'ı Humus valisi olarak atamak hususunda endişe içinde olduğunu belirtiyordu. Çünkü o, Haşimoğulları İslâm memleketinin geniş bölgelerinden birine vali oldukları takdirde, kendisinden sonra da valilikte kalmalarından ve güçlenmelerinden endişe ediyordu. Böyle bir güç kazanmaları durumunda da, ellerindeki hilâfet makamı açısından kendisinin istemediği birtakım olumsuzlukların gündeme gelmesi kaçınılmaz olacaktı.[189]

3- Halife (Ebubekir), Şam üzerine gönderdiği orduya komutan olarak atadığı Halid b. Said b. As'ı azletti. Bunu yapmasının tek nedeni; Ömer'in, halifeyi, Halid'in Haşimîlere eğilimli olduğu, Âl-i Muhammed'e (s.a.a) yakın durduğu yönündeki uyarısı ve Halid'in, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra Haşimîlere karşı olumlu bir tavır içinde olduğunu hatırlatmasıydı.

Şu hâlde, iktidar grubu; Haşimoğulları'yla diğer insanların eşit olduğunu anlatmak istiyordu. Resulullah ile onlar arasında akrabalık bakımından bir özel durumun olması yönündeki düşünceyi yok etmek amacındaydı. Böylece Haşimîlerin muhalefet hareketinin temelini oluşturan düşünsel dinamiği ortadan kaldırmayı hedefliyordu. İktidar grubu, Ali'nin (a.s), İslâm'ın geçtiği bu zor dönemeçte isyan etmeyeceğinden emindi. Ama, bundan sonra herhangi bir zamanda baş kaldırmayacağından emin olamıyordu. İşte böyle bir durumda, onun maddî ve manevî güç kaynaklarını kurutmaya kalkışmaları son derece doğaldı. Maddî kaynak olarak Fedek'i ve manevî kaynak olarak da Peygamber'in akrabası olma ayrıcalığını elinden almaları gerekiyordu. Durum müsait iken ve henüz fiilî bir çatışma başlamamışken, bunu yapmaları onlar açısından hayati bir önem arz ediyordu.

4- Bu bakımdan Halife'nin Fedek hususunda Hz. Fatıma'ya (a.s) karşı bildiğimiz tavrı sergilemesi, son derece makuldür. Çünkü bu tavır, güdülen amacın gerçekleşmesini sağlamakta ve Halife'nin izlediği politikanın iki temel çizgisini yansıtmaktaydı. Şöyle ki, Halife'yi Fedek'i almaya iten etken, aynı zamanda hasmının ayaklanma imkânlarını ortadan kaldırmaya da itiyordu. Çünkü maddî güç, o dönemdeki iktidar sahiplerinin literatüründe güçlü bir silâhı temsil ediyordu. Ki bununla kendi iktidarını pekiştirmesi kaçınılmazdı. Yoksa, Fedek'i Fatıma'ya teslim etmekten Halife'yi engelleyen başka ne sebep olabilir?! Kaldı ki, Fatıma (a.s) da Fedek'in gelirini hayır yolunda ve genel maslahat için harcayacağına dair kesin söz vermişti. Ama Halife, Fatıma'nın verdiği bu sözü, başka türlü yorumlamasından, Fedek gelirlerini genel maslahat adı altında siyasi amaçlar için harcamasından endişe etmişti. Yoksa, şayet söylendiği gibi Fedek Müslümanların ortak malı idiyse, sahabenin paylarına göz yumarak Fatıma'yı memnun etmekten onu alıkoyan neydi? Bunun bir tek izah yolu vardır. O da, Halife'nin Fedek'i Fatıma'dan alarak iktidarını pekiştirmek istediğidir.

Öte yandan Fatıma, eşinin en büyük destekçisiydi. Ali'nin (a.s) hilâfet iddiasında en büyük yardımcısı Fatıma'ydı. Yine Fatıma'nın bu tavrı, Ali taraftarlarının, İmam'ın haklılığı yönünde ortaya koyacakları bir kanıt niteliği taşımaktaydı. Bu bakımdan Halife, Fatıma'nın Fedek arazisini istemesini kabul etmeyerek, kendi stratejisi açısından büyük bir başarı kazanmış ve o anki hassas konumun gerektirdiği en uygun politikayı izlemişti. Böylece ustaca ve dolaylı yoldan Müslümanlara şunu anlatmasına, telkin etmesine ilişkin altın bir fırsat doğmuştu: Fatıma da diğer kadınlar gibi bir kadındır (başkalarına nazaran bir ayrıcalığı yoktur). Dolaysısıyla Fedek gibi basit ve önemsiz bir meselede, onun iddialarının ve görüşlerinin esas alınması doğru değildir. O hâlde, halifelik gibi önemli bir mesele hakkında onun görüşlerine itibar edilebilir mi?! Kendisine ait olmayan bir araziyi kendisi için isteyen Fatıma'nın, kocası için hakkı olmayan hilâfeti ve İslâm topraklarının tümünü istemesi mümkündür![190]

3- Hz. Peygamber (s.a.a) ve Fatıma (a.s) Arasında Fedek

Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "O hâlde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah'ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir."[191] Bize göre, bu ayette hitap Hz. Peygamber'e (s.a.a) yöneliktir. Burada yüce Allah, Peygamberi'ne, akrabalara haklarını vermesini emrediyor. Peki kimlerdir bu akrabalar? Nedir bunların hakları? Müfessirler, bu ayette sözü edilen akrabalardan maksadın, Hz. Peygamber'in (s.a.a) akrabaları olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Bunlar da, (üzerlerine selâm olsun) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'dir. Dolayısıyla, ayetteki hitabın anlamı şudur: Akrabalarına haklarını ver.

Suyuti'nin ed-Dürrü'l-Mensûr adlı eserinde Ebu Said el-Hudri'nin şöyle dediği belirtiliyor: "Akrabaya hakkını ver… ayeti nazil olunca, Hz. Resulullah (s.a.a) Fatıma'yı çağırdı ve ona Fedek'i verdi."[192]

İbn Hacer el-Askalanî es-Savaiku'l-Muhrika adlı eserinde şöyle der: "Ömer dedi ki: Size bu meseleyi anlatacağım. Bu ganimet hususunda Allah, bazı şeyleri sadece Peygamberi'ne (s.a.a) özgü kılmıştır ve bundan, onun dışında hiç kimseye herhangi bir pay vermemiştir. Allah şöyle buyuruyor: 'Allah'ın, onlardan Peygamber'ine verdiği ganimetler için siz at ve deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah, Peygamber'ini dilediği kimselere karşı üstün kılar…'[193] Dolayısıyla şu Fedek arazisi de sadece Peygamber'e (s.a.a) özgüdür."

Tarihî rivayetlerden Fedek'in Fatıma'nın elinde olduğu anlaşılıyor. Bu araziler üzerinde tasarruf hakkı ona aitti. Yine İmam Ali'nin (a.s) Basra'ya vali olarak tayin ettiği Osman b. Hüneyf'e gönderdiği mektuptan da anlaşılacağı üzere o dönemde Fedek Âl-i Resul'ün elindeydi.

"Evet, Fedek bizim elimizdeydi. Göğün gölgelediği şeylerin içinde sadece bu kadarı bize aitti. Ama bazıları onun bizde olmasını kıskandılar, bazıları da öfkelendiler. Fakat Allah ne güzel hakemdir!…"[194]

Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre, Ebubekir halifelik makamına oturur oturmaz Fedek'i Fatıma'dan (a.s) aldı.[195] Bunun anlamı şudur: Fedek, Resulullah (s.a.a) zamanından beri Fatıma'nın elinde ve onun tasarrufu altındaydı ve Ebubekir onu Fatıma'dan aldı.

Allâme Meclisî'nin rivayetinde şöyle deniyor:

"Resulullah (s.a.a) Fedek bölgesini ele geçirdikten sonra Medine'ye girince, Fatıma'nın (a.s) yanına gitti ve şöyle dedi: 'Ey Kızım! Allah babana Fedek'i ganimet olarak verdi, bu araziyi ona özgü kıldı. Başka hiçbir Müslüman için değil, sadece ona bu arazi üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisini verdi. Dolayısıyla bu arazi ile ilgili olarak dilediğimi yapabilirim. Annen Hatice'nin babanın üzerinde mehir borcu vardı. Bu mehir karşılığında Fedek'i sana veriyorum. Sana ve senden sonra da senin çocuklarına bağışlıyorum bu araziyi.' Peygamberimiz (s.a.a) bu sözleri söyledikten sonra bir deri parçasının getirilmesini, ardından da Ali b. Ebu Talib'in çağırılmasını istedi. Ali'ye dedi ki: 'Yaz. Fedek Resulullah'ın Fatıma'ya bağışıdır.' Buna Ali b. Ebu Talib, Resulullah'ın azatlısı ve Ümmü Eymen şahittir."[196]

4- Fedek'in Gasp Edilmesi

Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra Ebubekir iktidara geçtikten on gün sonra, bütün iktidarın dizginlerini iyice eline geçirdi. Sonra Fedek'e birini göndererek Resulullah'ın kızı Fatıma'nın vekilini oradan çıkardı.

Rivayet edilir ki, Fatıma Ebubekir'e şu haberi gönderir: "Sen mi Resulullah'ın (s.a.a) vârisisin, yoksa ailesi mi?" Ebubekir, "Elbette ailesi." diye cevap verir. Fatıma şöyle der: "Öyleyse Resulullah'ın (s.a.a) payına ne oldu?" Ebubekir şu karşılığı verir: "Ben Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: 'Allah, Peygamber'ine bir tadımlık tattırmıştır…' Sonra Allah Peygamber'in ruhunu kabzetti. Onun mirasını da ondan sonra onun yerine geçen kimseye vermiş oldu. Ondan sonra göreve ben geldim. Ben de Fedek'i Müslümanlara geri veriyorum."

Aişe'den şöyle rivayet edilir: "Fatıma Ebubekir'e haber göndererek Resulullah'ın (s.a.a) mirasından payına düşenleri istedi. Fatıma o sırada Medine'de, Fedek'te ve Hayber humusundan Resulullah'ın payına düşen kısımları istiyordu. Ebubekir şu karşılığı verdi: Resulullah (s.a.a): 'Biz peygamberler miras bırakmayız, bizden geride kalan mal sadakadır… Âl-i Muhammed bu maldan sadece yiyebilir.' buyurmuştur. Allah'a yemin ederim ki, ben Resulullah'ın (s.a.a) sadakalarının durumunu hiçbir şekilde değiştirmeyeceğim. Resulullah (s.a.a) zamanında nasıl idiyse, bundan sonra da öyle olacaktır. Bunlar üzerinde Resulullah'ın yaptığı tasarrufun aynısını yapacağım. Böylece Ebubekir Peygamber'in (s.a.a) mirasından Fatıma'ya bir pay vermeyi kabul etmedi."[197]

İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:

"Ali, Fatıma'ya (a.s) dedi ki: 'Git ve baban Resulullah'tan (s.a.a) sona kalan mirasını iste.' Bunun üzerine Fatıma, Ebubekir'in yanına geldi ve şöyle dedi: 'Niçin, babam Resulullah'ın (s.a.a) mirasını bana vermiyorsun? Neden benim vekilimi Fedek arazisinden çıkardın? Orayı Resulullah'ın (s.a.a), Allah'ın emriyle bana verdiğini bilmiyor musun?' Ebubekir şöyle dedi: 'Allah dilerse, hiç şüphesiz sen haktan başka bir şey söylemezsin. Ama bunun için şahitler getirmen gerekiyor.' Bunun üzerine Ümmü Eymen geldi ve Ebubekir'e şöyle dedi: 'Ey Ebubekir! Resulullah'ın söylediği bir sözü senin karşına kanıt olarak sunmadıkça şahitlik etmeyeceğim. Allah adına seni yemine veriyorum, Resulullah (s.a.a), 'Ümmü Eymen cennet ehlinden bir kadındır.' dediğini bilmiyor musun?' Ebubekir, 'Evet, biliyorum.' dedi. Bunun üzerine Ümmü Eymen şöyle dedi: 'Ben şahitlik ediyorum ki yüce Allah, Akrabalara hakkını ver… ayetiyle Resul'üne tavsiyede bulundu, o da Allah'ın bu emri doğrultusunda Fatıma'ya Fedek'i verdi.' Sonra Ali (a.s) geldi, o da aynı şekilde şahitlikte bulundu. Bunun üzerine Ebubekir, Fedek'in Fatıma'ya ait olduğunu belirten bir yazı yazarak ona verdi. Bu sırada Ömer içeri girdi ve 'Bu yazı nedir?' diye sordu. Ebubekir, 'Fatıma, Fedek'in kendisine ait olduğunu iddia etti, Ümmü Eymen ve Ali de onun lehine tanıklıkta bulundular. Ben de ona bu yazıyı verdim.' dedi. Ömer yazıyı Fatıma'dan aldı, içine tükürerek parçaladı. Fatıma ağlayarak dışarı çıktı."

Rivayet edilir ki: "İmam Ali (a.s) mescitte bulunan Ebubekir'in yanına geldi ve dedi ki: 'Ey Ebubekir! Niçin Fatıma'ya Resulullah'tan (s.a.a) kalan mirasını vermiyorsun? Fatıma, Resulullah (s.a.a) yaşarken bu araziye sahip olmuştu.' Ebubekir ona şu karşılığı verdi: 'Burası Müslümanlara kalan bir ganimettir. Resulullah'ın (s.a.a) burayı kendisine verdiğine dair şahit getirmesi gerekir. Aksi takdirde buranın üzerinde bir hak iddia edemez.' Bunun üzerine Emirü'l-Müminin (a.s) şöyle dedi: 'Ey Ebubekir! Sen, bizim hakkımızda, Müslümanlar için verdiğin hükümden farklı bir hüküm mü veriyorsun?' 'Hayır.' dedi. Ali (a.s) şöyle dedi: 'Müslümanların elinde sahip oldukları bir şey varsa, ben gelip bu şey üzerinde hak iddia etsem, kimden belge istersin?' 'Senden isterim.' dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) şu karşılığı verdi: 'Öyleyse, şu anda elinde bulunan, üstelik Resulullah'ın (s.a.a) zamanından, onun ölümünden sonraya kadar sahip olduğu bir arazi ile ilgili olarak ne diye Fatıma'dan belge istiyorsun? Niçin Fatıma'nın elinde bulunan bu arazi üzerinde hak iddia eden Müslümanlardan, tıpkı benden istediğin gibi, belge ve şahit istemiyorsun?...' Ebubekir bir şey söylemeden öylece susup kaldı."

"Bunu gören Ömer şöyle dedi: 'Ey Ali! Bizimle konuşmaya son ver. Çünkü senin sunacağın kanıtlara karşı koyabilecek güçte değiliz. Ya adil şahitler getirirsin, ya da orası Müslümanlara kalmış ganimettir; Fatıma'nın da, senin de orada herhangi bir hakkınız yoktur.' İmam Ali (a.s) şöyle dedi: 'Ey Ebubekir! Allah'ın kitabını okuyor musun?' 'Evet.' dedi. 'Peki bana, 'Allah ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü kötülüğü uzak tutmak ve sizi tertemiz kılmak ister.' ayetinin kimin hakkında indiğini söyler misin? Bizim hakkımızda mı, yoksa başkalarının hakkında mı inmiştir?' dedi. 'Tabi ki, sizin hakkınızda inmiştir.' dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) şöyle dedi: 'Peki, bazı kimseler, Resulullah'ın (s.a.a) kızı Fatıma'nın hayâsızca bir davranışta bulunduğuna dair şahitlik etseler, Fatıma'ya ne yaparsın?' 'Diğer kadınlara uyguladığım gibi, ona da had cezasını uygularım.' dedi. Ali (a.s) şöyle dedi: 'O zaman, Allah katında kâfirlerden olursun.' 'Niçin?' dedi. 'Çünkü, Allah'ın, onun tertemiz olduğuna ilişkin tanıklığını reddetmiş, şahitlerin onun aleyhindeki şahitliklerini dikkate almış oluyorsun. Tıpkı Allah'ın hükmünü ve Peygamber'in (s.a.a) Fedek'i Fatıma'ya ait kılan hükmünü reddedip, onun Müslümanlara kalmış bir ganimet olduğunu iddia ettiğin gibi. Oysa Resulullah (s.a.a), 'Belge getirmek, iddia sahibine, yemin etmek de inkâr edene aittir.' buyurmuştur.' buyurdu. Bunun üzerine ortalık dalgalanmaya başladı ve bazıları bazılarının görüşünü reddeder biçimde bir kaynaşma meydana geldi. Sonunda dediler ki: Allah'a andolsun, Ali doğru söylüyor."[198]

5- Hz. Zehra'nın (a.s) Mescid-i Nebevî'de Yaptığı Konuşma

İktidar grubu Fatıma'ya Fedek'i vermemeyi kararlaştırdıklarında ve Fatıma (a.s) da bundan haberdar olduğunda, mescide giderek zulme uğradığını ilân etmeyi, insanlara bu hususta önemli bir konuşma yapmayı kararlaştırdı. Fatıma'nın aldığı bu karara dair haber bir anda bütün Medine'ye yayıldı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) ciğerparesi, gülü, babasının mescidinde insanlara konuşmak istiyordu. Haber Medine'nin her tarafında yankılandı. İnsanlar bu önemli konuşmayı dinlemek için mescidi hıncahınç doldurdular.

Abdullah b. Hasan, atalarından (hepsine selâm olsun), bu konuşmanın bir kısmını bize rivayet etmiştir. Diyor ki: Ebubekir ve Ömer, Fedek'i Fatıma'ya (a.s) vermeme hususunda karar alınca, Fatıma'nın bundan haberi oldu. Derhal başörtüsünü başına bağladı, cilbabını[199] (çarşafını) giyindi, hizmetçilerinden ve akrabalarının kadınlarından oluşan bir grupla birlikte harekete geçti. Yürürken, etekleri yere çekilen uzun bir elbise giymişti. Resulullah'ın (s.a.a) yürüyüşünden farksızdı yürüyüşü. Nihayet Ebubekir'in yanına geldi. Ebubekir muhacir ve ensardan ve başkalarından oluşan bir grupla oturuyordu. Fatıma (a.s) ile diğer insanlar arasına bir perde asıldıktan sonra, (Resulullah'ın mezarı başında) oturdu ve öyle derin bir ah çekti ki, oradakiler de heyecanlanıp ağlamaya başladılar. Ağlama seslerinden mescit âdeta kaynıyordu. Bir süre bekledi. Dinleyicilerin sesleri dindikten sonra, ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Allah'a hamd ve sena edip Resul'üne (s.a.a) salât ederek sözlerine başladı. İnsanlar tekrar ağlamaya başladılar. İnsanlar susunca yeniden konuşmaya başladı ve şöyle dedi:

"Hamdolsun Allah'a verdiği nimetler için. Şükürler olsun O'na, ilham ettikleri için. İlk defa var edip sunduğu engin nimetler için övgüler olsun O'na; bahşettiği eksiksiz ve bol bağışları için, sunmuş olduğu tüm nimetleri için. Nimetleri sayılmaz, lütuflarının bölünemez sonsuzluğunun şükrü eda edilemez ve ebedî oluşları kavranabilmelerini imkânsız kılar. Nimetlerini daha da artırmak için insanları şükretmeye çağırmış, nimetlerini bollaştırarak kullarının kendisine hamdetmelerini istemiş ve (kıyamette) benzerlerine davet ederek ihsanını (salih kullara) iki kat artırmıştır."

"Tanıklık ederim ki, tek ve ortaksız Allah'tan başka ilah yoktur. Bu bir sözdür ki, Allah, ihlâsı, sırf kendisine yönelik kulluğu bunun tevili (esası, özü) olarak ön görmüştür. Kalplere, ona bağlılığını yerleştirmiştir. Aklın kavrayabilmesi için tevhit düşüncesini aşikâr etmiştir. O Allah ki, gözlerin O'nu görmesi yasaktır ve dillerin O'nu vasfetmesi ve tasavvurların keyfiyetini algılaması imkânsızdır."

"Varlıkları ilk defa var etti, öncesinde var olan bir şeyden değil. Benzeyen bir örneği karşısına almadan onları meydana getirdi. Onları kudretiyle oluşturdu. Dilemesiyle onları yeşertti. Bunların olmasına da ihtiyacı olduğu için değil. Onlara şekil vermede kendisine bir faydası olduğu için değil. Sadece hikmetini gerçekleştirmek (sağlamlığını bildirmek) için; ibadetine, itaatine dikkatleri çekmek için; kudretini göstermek için, mahlukatının kulluğunu sergilemek (ve onları kulluğa çağırmak) için, davetinin üstünlüğünü ortaya koymak için (onları var etti). Sonra ödülü, kendisine yönelik itaatin karşılığı kıldı ve cezayı, kendisine karşı gelinmesinin karşılığı, kullarını intikamından uzaklaştırmak için, onları toplayıp cennetine sevk etmek için."

"Tanıklık ederim ki, babam Muhammed O'nun elçisidir. Onu elçi olarak göndermeden önce seçti, kendi risaleti için ayırmadan önce isimlendirdi, göndermeden önce tercih etti; henüz mahlukatlar gayp âleminde gizliyken, korku veren perdelerin gerisinde koruma altındayken ve yokluk sınırının eşiğinde bulunuyorken... Çünkü Allah, işlerin varacakları sonu bilir. Zamanın içerdiği hadiseler O'nun bilgisinin kuşatması altındadır. Olguların konumlarına dair malumat O'nun katındadır. Allah, onu emrini tamamlamak için gönderdi, hükmünü yürürlüğe koymaya karar verdiği için, takdir ettiği rahmetini etkin kılmayı dilediği için. Çünkü milletlerin çeşitli dinlere bölündüklerini, ateşlere tapındıklarını, putlara kulluk sunduklarını, bildikleri hâlde Allah'ı inkâr ettiklerini gördü."

"Allah, babam Muhammed (s.a.a) aracılığıyla mahlukatın içinde bulunduğu karanlıkları aydınlattı, kalpleri kıskacına alan buhranları ortadan kaldırdı, gözlerin önündeki bulut perdelerini dağıttı. Böylece insanlara hidayeti gösterdi. Onları sapıklıktan kurtardı. Onları kör iken görür kıldı. Dosdoğru dine iletti onları. Onları doğru yola çağırdı."

"Sonra Allah, şefkatinin ve kendisine özgü kılmanın, seçiminin bir göstergesi olarak onun ruhunu kabz etti. Onu tercih ettiğini, yanına almayı arzuladığını gösterdi. Muhammed (s.a.a), şu dünyanın sıkıntılarından rahat etmiştir; seçkin melekler tarafından kuşatılmış, gafur / bağışlayıcı olan Rabbin hoşnutluğu onu sarmış ve muktedir sultan ulu Allah'ın civarına yerleşmiştir. Allah'ın peygamberi, vahyinin emini, mahlukatın içinde en hayırlısı ve en seçkini babam Muhammed'e salât olsun. Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun."

Sonra orada bulunan dinleyicilere döndü ve şöyle dedi:

"Siz, ey Allah'ın kulları! O'nun emrinin ve yasağının muhatabısınız. Dininin ve vahyinin taşıyıcıları sizsiniz. Allah'ın kendi nefislerine emin kıldığı kimselersiniz. Allah'ın dinini diğer milletlere tebliğ etmekle yükümlüsünüz. O'ndan gelen hakkın lideri (Kur'ân) sizin içinizdedir çünkü. O, Allah'ın size sunduğu bir ahittir ve size halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, Allah'ın konuşan kitabı, doğru söyleyen Kur'ân'ı, ışıldayan nuru ve parlak ışığıdır. Kanıtları apaçık ortadadır. Sırları açıktadır. Açık yönleri de göz kamaştırıcıdır. Ona uyanlara gıpta olunur. Ona tâbi olmak, insanı Allah'ın hoşnutluğuna götürür. Onu dinlemek, kurtuluşa vesile olur. Onun aracılığıyla Allah'ın aydınlık kanıtlarına, ayrıntılı olarak açıklanmış azimet gerektiren hükümlerine, yasaklanmış haramlarına, parlak açıklamalarına, yeterli kanıtlarına, teşvik edilen faziletlerine, bağışlanmış ruhsatlarına, yazılmış şeriatlarına ulaşılır."

"Allah sizin için imanı, şirkten arınmanın; namazı büyük günahlardan temizlenmenin; zekâtı, nefsi temizlemenin ve rızkı genişletmenin; orucu, ihlâsı kalıcılaştırmanın; haccı, dini ayakta tutmanın; adaleti, kalpleri uzlaştırmanın aracı kıldı. Bize (Ehl-i Beyt'e) itaati, din için bir düzen (halkın düzene girmesi için) farz kıldı; imametimizi tefrikadan korumak için koydu. Cihadı, İslâm'ın onur ve üstünlük göstergesi; sabrı, ilâhî ödüle kavuşmaya yardımcı; marufu emretmeyi, kötülükten sakındırmayı, halkın genelinin maslahatı icabı farz kıldı. Anne ve babaya iyiliği, ilâhî gazaba uğramaktan korunmanın yolu; akrabalık bağlarını gözetmeyi, ömrün uzamasına ve sayının artmasına vesile kıldı. Kısası, kanların dökülmesini önlemek; adakları yerine getirmeyi, bağışlanmak; ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmayı, haksızlığı, eksik tartıp ölçmenin neden olduğu kötülükleri ortadan kaldırmak için farz kıldı. İçki içmeyi yasaklamayı, pislikten arınma aracı kılmış; (zina vb.) iftira atmaktan uzak durmayı, lânete uğramaktan korunmak için; hırsızlığı terk etmeyi iffetliliğin ve toplumda emniyeti hâkim kılmanın bir gereği olarak farz kıldı. Allah, rablığın sırf kendisine özgü kılınmasının bir göstergesi olarak da şirk koşmayı haram kılmıştır."

"O hâlde Allah'tan gereği gibi korkup sakının. Ancak Müslüman olarak ölün."[200]

"Emrettiklerine ve yasakladıklarına uymak suretiyle Allah'a itaat edin. Çünkü ancak alim kulları Allah'tan korkar."[201]

Ardından sözlerini şöyle sürdürdü: "Biliniz ki, ben Fatıma'yım ve babam da Muhammed'dir. Dönüp dönüp tekrar söylüyorum. Söylediklerimde yanlış bir şey yoktur. Yaptıklarımı, haksızlık olarak yapmıyorum. 'Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O; size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.'[202] Eğer onun soyunu araştırıp tanırsanız, kadınlarınızın değil, benim babam olduğunu; sizin erkeklerinizin değil, benim amcamın oğlunun (Ali'nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Gerçekten onun soyundan olmak, onunla aynı nesepten olmak çok güzeldir. O, risaleti açıklayarak tebliğ etmiş, insanları uyarmıştır. Müşriklerin yolundan, hayat tarzlarından ise yüz çevirmiştir. Müşriklerin belini kırmış, nefes borularını kesmiştir. Hikmetle ve güzel öğütle insanları Rabbinin yoluna davet etmiştir. Putları parçalamış, şirkin elebaşlarını yerle bir etmiştir. Nihayet birlikleri dağılmış olarak gerisin geri kaçtılar. Derken gece sabahından ayrıldı, hak en yalın şekliyle ortaya çıktı. Dinin lideri konuşunca, şeytanın şakşakçılarının dili tutuldu. Münafıklığın hasis temsilcisi helâk ile burun buruna geldi (nifakın tacı yere düştü). Küfrün ve hak karşıtlığının düğümleri çözüldü. Karınları (oruçtan) aç, yüzleri ak toplulukla birlikte ihlâs kelimesini söylemeye başladınız. Bundan önce siz bir ateş çukurunun tam kenarında duruyordunuz. Kolayca içilen bir yudumluk su kadar önemsiz ve aç insanın bir kerede yutacağı az bir lokma gibi değersizdiniz. Çabuk parlayıp hemen sönüveren saman alevi gibi dayanıksızdınız. Başka toplumların ayakları altında eziliyordunuz. Develerin kirlettikleri pis su birikintilerini içiyor, tabaklanmamış bir deri parçasıydı yemeğiniz. İtilip kakılan, aşağılanan pespayelerdiniz. Çevrenizdeki toplumların sizi kapıp götürmelerinden korkuyordunuz. Bütün bunlardan ve de nice güçlü erlerin belâsına uğradıktan, Arap kurtlarına lokma olduktan ve Ehl-i Kitab'ın azgınlarına tutsak düştükten sonra Allah sizi Muhammed'le (s.a.a) kurtardı. Onlar her ne zaman savaş ateşini yakmak istedilerse, Allah onu söndürdü. Ne zaman şeytan boynuzunu gösterdiyse ya da ne zaman müşriklerden bir grup ağzını açmak istediyse, kardeşini (Ali'yi) tam ortasına attı. O da onların başlarını ezmedikçe, yaktıkları fitne ateşini kılıcıyla söndürmedikçe onlardan vazgeçmezdi. O, Allah'ın zatı için var gücünü harcar, Allah'ın emri hususunda hiçbir çabadan geri durmazdı. Resulullah'a (s.a.a) yakını, Allah'ın velilerinin önderidir. Kollarını sıvamış, insanlara öğüt veriyordu. Çok çalışıyor, büyük emekler sarf ediyordu. Allah için bir iş yaptığında kınayanların kınamasından korkmazdı. Siz ise refah içinde konforlu hayatınızı sürdürüyordunuz; rahatınız yerinde, bir eliniz yağda, bir eliniz balda olmak üzere can güvenliğine sahip olmanın keyfini çıkarıyordunuz. Bu arada başımıza bir felâket gelmesini dört gözle bekliyordunuz, bizim kara haberimizin bir an önce gelmesi için sabırsızlanıyordunuz. Savaş olunca geri durur, çatışmadan kaçardınız."

"Allah, Peygamber'inin (s.a.a) nebiler yurduna ve seçkinler diyarına intikalini uygun görünce, içinizdeki nifak düşmanlığı açığa çıktı, din kisvesi eskidi. O güne kadar susan hainler konuşmaya başladı, adı sanı bilinmeyen kimseler öne geçmeye, batıl ehlinin soylu develeri (önderleri) böğürmeye başladılar. Bunlar sizin meydanlarınızda itibar görür oldular. Şeytan bir kez daha başını deliğinden çıkardı, sizlere fısıldadı. Gördü ki, onun çağrısına icabet etmeye dünden razısınız, ona kanmayı içinizden geçiriyorsunuz. Derken sizi kışkırttı. Baktı ki, çabuk tahrik oluyorsunuz. Sizi öfkelendirdi; hemen küplere bindiğinizi gördü. Böylece size ait olmayan bir deveye damganızı vurdunuz. Kendinize ait olmayan kaynağın başına kondunuz. Bütün bunlar çok kısa bir sürede oldu; henüz yaramız tazeydi ve kabuk bağlamamıştı. Daha Peygamber'in na'şını kabre koymamıştık. 'Fitne çıkmasından korkuyoruz.' diyerek bu işleri kaşla göz arasında kotardınız. Haberiniz olsun! Tam fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Gerçekten cehennem kâfirleri kuşatmıştır."[203]

"Heyhat! Ne oldu size? Allah'ın kitabı elinizde olduğu hâlde nereye yöneliyorsunuz? Halbuki Allah'ın kitabının konuları açık, hükümleri parlak, bilgileri göz kamaştırıcı, yasakları göz önünde ve emirleri apaçık ortadadır. Ama siz onu arkanıza atmışsınız. Yoksa ondan yüz mü çevirmek istiyorsunuz? Yoksa ondan başkasıyla mı hükmediyorsunuz? Zalimler için bu ne fena bir değişmedir![204] Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.[205]"

"Sonra fitnenin oluşturduğu panik biraz yatışıncaya ve kontrol edilebilir hâle gelinceye kadar kısa bir süre beklediniz. Hemen ardından fitne ateşini harlandırdınız, alevlendirdiniz. Yoldan çıkaran şeytanın telkinlerine icabet etmeye başladınız. Şeytanın, dinin göz kamaştırıcı nurunu söndürme, seçilmiş Peygamber'in (s.a.a) sünnetini işlevsiz hâle getirme amacına yönelik vesveselerine kapıldınız. Köpük içiyoruz diyorsunuz ama, sütü de içip bitirdiniz.[206] Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt'ine ve çocuklarına zarar vermek için türlü dolaplar çeviriyorsunuz, gizli saklı plânlar kuruyorsunuz. Yüreğe saplanan bıçak gibi, ok gibi acı veren eziyetlerinize sabrediyoruz ve siz şimdi benim, babamdan miras alma hakkımın olmadığını diyorsunuz. Yoksa siz, cahiliye hükmünü mü istiyorsunuz? Kesin olarak inanan bir kavim için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?! Hâlâ bilmiyor musunuz? Evet, size gün gibi aşikârdır ki, ben onun kızıyım. Ey Müslümanlar! Bana kalan miras zorla elimden mi alınacak?!"

"Ey Ebu Kuhafe'nin oğlu! Allah'ın kitabında, sen babanın mirasını alabilirsin, fakat ben alamam diye mi yazıyor? Öyleyse iğrenç bir şey yapıyorsun. Yoksa bilinçli olarak mı Allah'ın kitabını terk ettiniz, onu arkanıza attınız? Çünkü Allah'ın kitabında, 'Ve Süleyman Davud'a mirasçı oldu.'[207] deniliyor. Zekeriyya Peygamber'in (a.s) oğlu Yahya'dan söz edilirken de şöyle deniyor: 'Bana bir veli lütfet ki, bana ve Yakub'un soyuna mirasçı olsun.'[208] Ve yine şöyle buyurmuştur: 'Allah'ın kitabında akrabaların bazıları, bazılarına (miras hususunda) daha evlâdır.'[209] Yine buyurmuştur ki: 'Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.'[210] Yine buyurmuştur ki: Eğer bir hayır (mal) bırakıyorsa, baba ve annesine ve yakınlarına verilmesi için adalet ve iyilik üzere vasiyet etmek takva sahipleri için bir borç olarak yazılmıştır.[211]"

"Ama siz, benim bir payımın olmadığını, babamın mirasını alamayacağımı, onunla benim aramızda bir akrabalık olmadığını iddia ediyorsunuz. Yoksa Allah özel olarak size bir ayet indirdi de babamın, miras ayetinin hükmünün dışında tutulmasını mı emretti? Yoksa, her biri başka bir dine mensup iki kişi birbirlerine mirasçı olamazlar mı demek istiyorsunuz? Acaba ben ve babam aynı dinin mensupları değil miyiz? Siz Kur'ân'ın özel nitelikli hükümlerini ve genel nitelikli hükümlerini babamdan ve amcamın oğlundan (Ali'den) daha mı iyi bileceksiniz?"

"Fedek'i hazır süslenmiş olarak al. Ama haşredildiğin gün karşına çıkacağını bil. Allah ne iyi hakemdir! Ve Muhammed (s.a.a) ne iyi önderdir! Kıyamette buluşuruz. Kıyamet kopunca batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. O zaman pişmanlık da size bir fayda sağlamayacaktır. Her haberin gerçekleştiği bir zaman vardır. Rezil eden azabın kime geldiğini göreceksiniz. Kimin kalıcı azaba mahkûm olduğunu da.[212]"

Sonra ensara taraf baktı ve şöyle dedi: "Ey yiğitler topluluğu! Ve ey dinin yardımcıları ve İslâm'ın koruyucuları! Bana yapılanlara karşı içinde bulunduğunuz bu gaflet nedir? Uğradığım zulme karşı bu uyuşukluk da neyin nesi? Babam Resulullah (s.a.a) şöyle demiyor muydu?: 'Kişinin saygınlığı çocuklarında devam eder.' Ne çabuk bozuldunuz? Bu aceleniz ne? Şu anda maruz kaldığım eziyetleri savma gücünüz var oysa. İstediğimi ve istemeye devam ettiğimi geri alacak kudrete sahipsiniz. Yoksa 'Muhammed öldü' mü diyorsunuz? Evet onun ölümü boşluğu doldurulmayacak, çatlağı kapatılmayacak, gediği doldurulmayacak denli büyük bir felâkettir. Onun kaybından dolayı yeryüzü karanlığa gömüldü. Güneşin, ayın yüzü tutuldu. Onun ölümüyle meydana gelen felâket yüzünden yıldızlar söndüler. Ümitler suya düştü, dağlar ürperdi; dokunulmazlıklar, mahremiyetler çiğnenir oldu. Onun ölümüyle birlikte hürmetlere riayet eden kalmadı. Bu, Allah'a andolsun, büyük bir felâkettir. Korkunç bir musibettir. Onun gibi bir felâket görülmüş değildir, şu dünyada onun gibi bir musibet bir daha yaşanmayacaktır. Sizin evlerinizde okunan Allah'ın kitabı bunu duyurmuştu. Bundan önce Allah tarafından gönderilen nebi ve resullerin başlarına neler geldiğini ve bu, değişmez bir hüküm ve kesin kazadan ibaret idi: Muhammed bir elçidir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzere gerisin geri mi döneceksiniz? Kim topukları üzere dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin ödülünü verecektir.[213]"

Ah Kıyleoğulları,[214] ah! Babamın mirası talan mı edilecek? Hem de ben sizin gözlerinizin önünde duruyorken, sesimi duyabiliyor iken? Meclislerde, toplantılarda davet edildiğiniz hâlde öylece susup bakacaksınız? Şaşkınlık, elinizi-kolunuzu bağlayacak mı? Gerekli sayınız ve donanımınız olduğu hâlde? Gücünüz ve araçlarınız, silâhlarınız ve kalkanlarınız olmasına rağmen size ulaşan çağrıya karşılık vermeyecek misiniz? İmdat çağrısını duyduğunuz hâlde yardıma koşmuyorsunuz. Hâlbuki sizler yiğit ve savaşçı insanlar olarak bilinirsiniz, hayırla ve iyilikle anılırsınız. Sizler ki, biz Ehl-i Beyt için seçilmiş seçkinlersiniz, beğenilmiş hayırlı kimselersiniz. Araplarla savaştınız, zorluklara ve ağır koşullara katlandınız. Milletlerle vuruştunuz, nice yiğitlerle savaştınız. Sizler sürekli bizimleydiniz, bizimle birlikte hareket ederdiniz. Biz emreder, sizler emrimizi hep yerine getirirdiniz. Derken İslâm değirmeni bizim eksenimizde dönmeye, günlerin bereketi, nimet ve rızk akmaya başladı. Şirkin soluğu kesildi, iftiranın coşkusu dindi ve küfrün ateşi söndü. Kargaşa çağrısı sustu. Dinin düzeni egemen oldu. Şu hâlde, gerçek açıklandıktan sonra neden bir kenara çekildiniz? Her şey açıklandıktan sonra neden gizlediniz? Karar verdikten sonra sözünüzden döndünüz? İmandan sonra şirke düştünüz?"

"Verdikleri sözü bozan, Peygamber'i yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilkönce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme yazıklar olsun! Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır."[215]

"Dikkat edin! Ben, sizin rahat ve konforlu hayata dört elle sarıldığınızı (bu rahatınızı bozmamak adına ses çıkarmadığınızı) görüyorum. Hilâfete daha lâyık olanı, ondan uzaklaştırdınız. Rahatınız ve keyfinizle baş başa kaldınız. Darlıktan kaçıp genişliğe sığındınız. Böylece daha önce içinize aldığınız şeyleri attınız. Oysa siz bu şeyleri kolaylıkla sindirmiştiniz. Siz ve yeryüzünde bulunan herkes inkâr etse de, Allah ganidir ve övgüye lâyıktır.[216]"

Haberiniz olsun! Ben, yüreğinizi kaplayan sevinci, kalplerinizi kaplayan hainliği bilerek bu sözleri söyledim. Ama bu sözler; keder ve hüznün kapladığı nefsin deşarj olması, öfkenin dışa vurması, canın iyice zayıflaması, göğsün içindekileri artık saklayamaması kabilinden sözlerdir. Önünüze somut kanıtlar koyma amacına yöneliktirler. Varın siz onu (hilâfeti) sırtlanın; hep sırtınızda bir yara gibi kalacaktır. Zayıf karakterinizin bir göstergesi ve utanç lekeniz olacaktır. Cebbar olan Allah'ın gazabının ve ebedî rezilliğin damgası olarak alnınızda kalacaktır. Allah'ın tutuşturulmuş ve kalplere sirayet eden ateşine sürükleyecektir sizi. (Bilin ki,) yaptıklarınız Allah'ın gözünün önündedir. 'Zalimler yakında hangi inkılapla devrileceklerini bileceklerdir.'[217] Ben, sizi önünüzdeki bir azaba karşı uyaran uyarıcının kızıyım. Öyleyse yapın yapacağınızı, biz de yapacağız. Bekleyin bakalım, biz de beklemekteyiz."

Bu konuşmadan sonra Ebubekir, kafaları karıştırmaya, meseleyi çarpıtmaya başladı; pozisyonunu güçlendirmek maksadına yönelik olarak çeşitli manevralar yaptı. Dedi ki: "Ey Resulullah'ın kızı! Hiç şüphesiz senin baban müminlere karşı yumuşak, cömert, şefkatli ve merhametli idi. Kâfirlere karşı elem veren bir azap ve büyük bir ceza gibiydi. Eğer babanın soyunu araştıracak olursak, elbette başka kadınların değil, senin onun kızı olduğunu; başka dostların değil, senin eşinin onun kardeşi olduğunu göreceğiz. O, senin eşini bütün dostlarına tercih etmiş, her büyük olayda ona yardımcı olmuştu. Sizi ancak bahtiyar kimse sever ve size ancak bedbaht, mutsuz ve haktan uzak kimseler buğzeder. Çünkü siz Resulullah'ın (s.a.a) soyusunuz. Soylu seçkinlersiniz. Bize hayır üzere yol gösterdiniz. Bizi cennete giden yollara ilettiniz."

"Ve sen ey bütün kadınların en hayırlısı! Ey peygamberlerin en üstününün kızı! Hiç şüphesiz söylediğin sözler doğrudur. Aklının genişliği bakımından herkesten öndesin. Senin hakkından vazgeçilmez ve doğruluğunun önüne set çekilmez. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'ın (s.a.a) görüşüne düşmanlık etmedim ve sadece onun izniyle hareket ettim. Bir lider halkına yalan söylemez. Ben şahitlik ediyorum -şahit olarak Allah yeter- ki Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: 'Biz peygamberler topluluğu, altın, gümüş, ev ve gelir getiren mülk miras bırakmayız. Sadece kitap, hikmet, ilim ve nübüvveti miras bırakırız. Bizden geriye kalan kazanç üzerinde, yöneticinin kendi hükmüne göre tasarrufta bulunması gerekir.' Senin almaya çalıştığın atlar ve silâhlarla Müslümanlar kâfirlere karşı savaşacak, yoldan çıkan günahkârları cezalandıracaklardır. Bu hususta Müslümanlar arasında görüş birliği vardır ve ben tek başıma bu kararı almadım. Ben görüşünü zorla dayatan biri değilim. İşte benim durumum ve malım ortadadır. Hepsi senindir ve önüne serilmiştir. Hiçbir şey senden esirgenmeyecektir. Senden saklanmayacaktır. Sen ki, babanın ümmetinin önderisin, seyyidesisin. Çocuklarının şecere-i tayyibesisin (temiz ağacısın). Senin faziletini reddetmeyiz. Senin aslın ve soyun inkâr edilemez. Benim sahip olduğum kişisel malım ile ilgili ne karar verirsen, derhal uygulanacaktır. Sence ben bu hususta babana muhalefet etmiş olabilir miyim?"

Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: "Suphanallah! Babam Allah'ın kitabına karşı çıkmaz ve onun hükümlerine muhalefet etmezdi. Bilâkis Kur'ân'ın izinden giderdi, surelerini takip ederdi. Yoksa siz, ona yalan isnat ederek hainlikte mi birleşiyorsunuz! Onun vefatından sonraki bu tavrınız, hayattayken başına açılan gailelere benziyor gibi. İşte Allah'ın kitabı adil bir hakemdir. Söyledikleri kesin çözüme bağlayıcı hükümdür. Diyor ki: 'Bana ve Yakub soyuna mirasçı olacak...'[218] Yine diyor ki: 'Süleyman Davud'a mirasçı oldu.'[219] Yüce Allah, adaletli taksimatı öngören açıklamaları yapmış, feraiz ve mirasa ilişkin hükmünü yasalaştırmıştır. Bu mirasta erkeklerin ve kadınların pay almasını mubah kılmıştır. Batıl ehlinin bütün gerekçelerini ortadan kaldırmış, geçmişlerin tüm zan ve kuşkularını gidermiştir. Hayır, nefisleriniz size kötü bir şey telkin etmiş bulunuyor. Bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin yakıştırmalarınıza karşı Allah'tan yardım istenir.[220]"

Ebubekir dedi ki: "Allah ve Resulü doğru söylemiştir. Resulullah'ın (s.a.a) kızı da doğru söylemektedir. Sen, hikmet madenisin, hidayet ve rahmetin kaynağı, dinin temeli, kanıtların pınarısın. Senin doğruluğunu uzak görmem ve konuşmanı da nahoş karşılamam. Şu Müslümanlar benimle senin aramızda şahit olsunlar. Yüklendiğim görevi onlar bana yüklediler. Aldığım kararı onların ittifakıyla aldım. Bu kararı alırken büyüklenmedim, zorba bir tutum takınmadım. Kimseyi etkilemeye çalışmadım. Onlar buna şahittirler."

Bu, Ebubekir'in, Müslümanların duygularını bastırma ve Fatıma'ya (a.s) destek olma noktasında görüşlerini çarpıtma hususunda gerçekleştirdiği ilk girişimdi. Böyle yaparken esas yöntemi, zihinleri bulandırmak ve yapıcı, iyi bir görüntü vermekti. Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine uyduğunu göstermekti.

Bunun ardından Fatıma (a.s) halka döndü ve şöyle dedi: "Batıl söylemlere hemencecik aldanan, çirkin ve zararlı fiillere derhal göz yuman Müslümanlar topluluğu! Kur'ân'ı hiç düşünmez misiniz? Yoksa kalplerin üzerine kilitler mi vurulmuş? Hayır, hayır! Kalpleriniz kirlenmiştir. Ne de kötüdür amelleriniz! Kulaklarınız ve gözleriniz iptal edilmiş âdeta. Yaptığınız tevil ne kötü! Ne biçim görüş belirtmişsiniz?! Bu nasıl istişaredir?! Hakkı gasp edişiniz ne kötü! Allah'a yemin ederim ki, bunun ne denli ağır bir yük, ne denli taşınmaz bir vebal olduğunu göreceksiniz. Önünüzdeki perde kaldırılıp zorlukların gerisindeki hakikat ortaya çıktığı gün… Rabbiniz katında sizin için tahmin edemediğiniz şeylerle karşılaştığınız gün... O zaman batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır.[221]"

Sonra Hz. Peygamber'in (s.a.a) kabrine yöneldi ve şunları söyledi:

"Senden sonra ne haberler var, ne musibetler!

Ağır gelmezdi; bunlara tanık olsaydın eğer

Biz seni yitirdik, yağmuru yitiren yer gibi

Kavmin bozuldu, sen gittin gideli

 

Her ailenin bir yakınlığı, bir menzili, değeri var

Allah katında, en aşağıdan en yakına kadar

İçlerindeki kini bize göstermeye başladı nice adamlar

Sen gittiğin ve seni bağrına bastığı için topraklar.

 

Surat asmaya başladı, bizi küçümser oldu çok kişi bizi görünce

Tüm yeryüzü gasp edilmiş oldu sen gidince

Sen dolunaydın, aydınlatan nurdun bizce

İzzet sahibi Allah katından sana inerdi kitaplar

 

Bize eşlik ederdi Cebrail ayetlerle

Sen gittin hayır gizlendi perdelerle

Ah! Ne olurdu, senden önce buluşsaydık ölümle!

Sen gittin, senden gelmez oldu kitaplar."[222]

Hz. Zehra (a.s) hakkı en açık bir şekilde ortaya koyduğu konuşmasına son verdi. Halifeden açıklama istedi ve onun plânlarını apaçık kanıtlarla ve sağlam ve parlak belgelerle çürütüp utanç verici bir duruma soktu. İslâm'ın istediği gerçek halifenin erdemlerini, olması gereken kemalatını açıkladı. Bunun üzerine ortam gerginleşti. Genel kanaat Fatıma'nın (a.s) lehine değişti. Ebubekir ise köşeye sıkışmıştı, kendini çıkmaz bir sokakta görüyordu.

İbn Ebi'l-Hadid der ki:

Bir gün Bağdat'taki Batı Medresesi'nin müderrisi olan İbnu'l-Farukî'ye sordum: "Fatıma doğru mu söylüyordu?" "Evet." dedi. "Peki, doğru söylediği hâlde, Ebubekir niçin ona Fedek arazisini vermedi?" dedim. Güldü, sonra çok hoş bir cevap verdi: "Eğer o gün Fedek'i sırf Fatıma'nın, o arazinin kendisine ait olduğunu iddia etmesinden dolayı ona verseydi, yarın da ona gelecek ve kocası adına halifelik makamını isteyecekti ve Ebubekir'i makamından uzaklaştırmış olacaktı. Bu noktadan sonra herhangi bir mazeret ileri sürüp karşı durmak mümkün olmazdı. Ve o, ne söylerse söylesin her iddiasında doğru kabul edilecekti. Onun ileri sürdüğü bir hususta kanıta ve tanığa gerek olmayacaktı."[223]

Fatıma'nın (a.s) Konuşmasına Halife'nin Gösterdiği Tepki

Meclis bir anda karıştı, gürültüden kimse kimseyi duymuyordu. İnsanlar ağlar hâlde dağılmaya başladılar. Herkesin dilinde Hz. Zehra'nın (a.s) konuşması vardı. Neticede Ebubekir tehditler savurmaya ve göz korkutmaya başladı.

Rivayet edilir ki: Ebubekir, Zehra'nın (a.s) konuşmasının insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi görünce, Ömer'e şöyle dedi: "Ellerin bağlansın! Beni bıraksan olmaz mı? Belki böylece rüzgar diner ve yırtık da kapanmış olur! Böylesi bizim için daha isabetli değil mi?" Ömer şu karşılığı verdi: "Eğer ona taviz verirsen, bu otoritenin zayıflaması ve emirlerinin ciddiye alınmaması sonucunu doğurur. Ben sadece sana acıyorum." Ebubekir dedi ki: "Yazıklar olsun sana! Muhammed'in kızını ne yapacağız? Bütün insanlar onun ne istediğini ve bizim nasıl ona kalleşlik yaptığımızı biliyorlar?" Dedi ki: "Bu suyun kabarması gibi bir şeydir. Biraz sonra çekilir, eski mecrasına döner, hiç olmamış gibi olur." Bunun üzerine Ebubekir elini Ömer'in omzuna vurdu ve şöyle dedi: "Nice sıkıntıları giderdin ey Ömer!" Sonra insanları cemaat namazına çağırdı. Herkes toplandı. Ebubekir minbere çıktı ve şöyle dedi:

"Ey insanlar! Şu her dedikoduya inanmak da nedir? Bu gibi arzular Resulullah (s.a.a) döneminde var mıydı? Bir şey duyan varsa söylesin. Bir şeye tanık olan varsa konuşsun. [Ama şıracının şahidi bozacı gibi bir durum var ortada.] O, şahidi kuyruğu olan bir tilkiye benzemer. O ki, her fitneyi beslemekte ve şöyle demektedir: 'Yaşlandıktan sonra bir daha onu (fitneyi) gençleştirin!' Zayıflardan yardım istiyorlar. Kadınların arkasına sığınıyorlar. Tıpkı Ümmü Tıhal[224] gibi, onun için ailesinin en sevimlisi azgınlıktır (fuhuştur). Haberiniz olsun! Eğer ben istersem konuşurum. Eğer konuşursam, açık seçik söylerim. Ama, bana karışılmadığı sürece de susarım."

Sonra ensara döndü ve şöyle dedi: "Ey ensar topluluğu! Sizden bazı beyinsizlerin sözlerini duydum. Herkesten daha çok siz Resulullah (s.a.a) dönemindeki gibi davranmaya lâyıksınız. Çünkü Resulullah (s.a.a) size geldi ve siz de onu barındırdınız, ona yardım ettiniz. Haberiniz olsun! Ben, içimizde bunu hak etmeyenlere elimi ve dilimi uzatacak değilim." Ardından minberden indi.[225]

İbn Ebi'l-Hadid şöyle der: Bu konuşmayı Nakib Ebu Yahya Cafer b. Ebî Yahya b. Ebî Zeyd el-Basrî'ye okudum ve dedim ki: "Burada kimi ima ediyor?" Dedi ki: "İma etmiyor, açıkça işaret ediyor." Dedim ki: "Eğer açıkça işaret etseydi, sana sormazdım." Bunun üzerine güldü ve şöyle dedi: "Ali b. Ebu Talib'i ima ediyor." Dedim ki: "Peki, ensar ne söylüyordu ki, böyle bir konuşma yapma gereğini duydu?" Dedi ki: "Ali'nin sözlerini söylüyorlardı. Bu yüzden, işin aleyhlerine bozulmasından korktu ve bir daha bu sözleri tekrarlamalarını yasakladı."[226]

Ümmü Seleme'nin, Fatıma'nın (a.s) Hakkını Savunması

Hz. Fatıma'nın (a.s) mescitte yaptığı konuşmadan ve Ebubekir'in bu konuşmanın ardından söylediği sözlerden sonra, Ümmü Seleme (r.a), Fatıma'ya (a.s) yapılanları duyunca şöyle dedi:

"Resulullah'ın (s.a.a) kızı Fatıma (a.s) gibi birisine mi bunlar söyleniyor? Allah'a yemin ederim ki, o, insanlar arasında bir cennet hurisidir. Canın nefesi gibidir. Takva sahiplerinin bağrında yetişmiştir. Meleklerin elinde büyümüştür. Tertemiz kimselerin kucağında yetişmiştir. En güzel bir şekilde gelişmiştir. En güzel terbiye üzere eğitilmiştir. Siz, Resulullah'ın (s.a.a), onu mirasından yoksun bıraktığını ve ona bunu bildirmediğini mi iddia ediyorsunuz? Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Yakın akrabalarını uyar.' Sizce Resulullah (s.a.a) onu uyardığı hâlde, o böyle bir istekte mi bulunuyor? Oysa kadınların en hayırlısı ve gençlerin efendilerinin annesi, Meryem'in dengidir. Babasının sayesinde Rabbinin risaletleri kemale ermiştir. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah (s.a.a) onu sıcaktan ve soğuktan korurdu. Onun için sağ kolunu yastık ve sol kolunu da yorgan yapardı. Yavaş olun! Resulullah (s.a.a) gözünüzün önündedir. Yarın Allah'ın huzuruna döneceksiniz. Vah olsun sizlere! Yakında bileceksiniz."

Denildiğine göre, bu konuşmasından dolayı Ümmü Seleme'nin o seneki maaşı kesildi.[227]

Hz. Fatıma'nın, Hz. Ali'ye Şikâyette Bulunması

Hz. Zehra, topluluğa yaptığı konuşmayı tamamladıktan sonra, Resulullah'ın (s.a.a) kabrinin başında ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki göz yaşlarından kabir ıslandı. Sonra evine çekildi. Emirü'l-Müminin (a.s), onun dönmesini, çıkagelmesini bekliyordu. Zehra (a.s) eve gelince Emirü'l-Müminin'e (a.s) şunları söyledi:

"Ey Ebu Talib'in oğlu! (Ana rahmindeki) cenin gibi dizlerini kucaklamışsın, töhmetliler gibi çömelip kalmışsın. Sen ki savaş meydanlarında, savaş erlerini alt ederdin, şimdi ne oldu da kanatları yolunmuş bir kuş sana ihanet etti. Şu Ebu Kuhafe'nin oğlu, babamın bağışını, oğullarımın rızkını benden zorla alıyor. Açıkça bana karşı çıktı, onu benimle konuşurken inatçı ve sert bir hasım olarak gördüm. Ensar, bana yardımını esirgedi, muhacirler ise akrabalık bağını benim hakkımda gözetmediler. Toplum, bana reva görülen muameleye göz yumdu; ne beni savundular, ne de haksızlıklara engel oldular. Öfkeli olarak çıkmıştım evden, gururu kırılmış ve zelil olarak geri döndüm. Yoksa sen, keskinliğini yitirdiğin gün, boyun mu eğdin? Kurtları avlardın, şimdi topraklara mı yatıyorsun? Konuşmaktan geri durmadın ve batıla hiçbir zaman destek olmadın. Artık benim bir seçeneğim yok. Keşke aşağılanmadan önce, zillete düşürülmeden ölseydim! Sen beni desteklesen de, desteklemesen de, yardımcım Allah'tır. Ah çekerim, her gün doğumunda. Dayanağım öldü. Güçsüz hâle düştüm. Şikâyetim babamadır. Derdimi Rabbime iletiyorum. Allah'ım! Senin gücünden ve kudretinden daha şiddetlisi, senin azabın ve tepelemenden daha keskini yoktur."

Emirü'l-Müminin (a.s) şöyle dedi:

"Senin ah çekmen gerekmez. Asıl ah çekmesi gereken, sana hınç duyandır. Ey seçilmişin kızı! Ve ey peygamberliğin bakiyesi! Heyecanına hâkim ol, sakin ol biraz! Ben dinimde gevşekliğe düşmediğim gibi, yapabilirliğim hususunda da yanılgıya düşmüş değilim. Eğer istediğin yiyecekse, senin rızkın garanti edilmiştir. Sana kefil olan da güvenilirdir. Senin için hazırlanan, senden alınandan daha hayırlıdır. Öyleyse sadece Allah ile yetin."

Bunun üzerine Fatıma (a.s), "Allah bana yeter!" dedi ve sustu.

6- İlişkileri Kesme İlânı

Hz. Fatıma (a.s), yaptığı bu konuşmayla yetinmedi. Tam tersine, cihadını sürdürdü. Bu aşamadan sonra, Ebubekir'le konuşmama yolunu seçti ve herkesin önünde, "Allah'a yemin ederim ki, yaşadığım sürece seninle bir tek kelime konuşmayacağım." dedi.[228]

Fatıma (a.s) sıradan bir insan değildi. Bu yüzden, halifeyle ilişkilerini kesmesi, etkilenmeyecek, önemsenmeyecek, üzerinde durmaya değmeyen bir davranış olarak algılanamazdı. Fatıma (a.s), Peygamber'in (s.a.a) en aziz evlâdı ve sevgilisiydi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) ona gösterdiği özen, ona karşı beslediği sevgi kimseye gizli değildi. O, Peygamber'in (s.a.a) hakkında, "Fatıma benim bir parçamdır, onu inciten beni incitmiş olur." dediği Fatıma'ydı.

Haber yavaş yavaş yayılmaya başladı: Peygamber'in (s.a.a) kızı Fatıma, Ebubekir'e kızgındır ve onunla konuşmuyor!... Bu haberi Medine'nin içinde ve dışında uzak yakın herkes duydu. Birbirlerine sormaya başladı insanlar. Gün be gün halifeye duydukları kin ve nefret artıyordu. Halife, birkaç kere ilişkileri normale döndürmek ve Hz. Zehra (a.s) ile barışmak için girişimde bulunduysa da, o, cihadını sürdürdü ve mazlum bir şehit olarak Rabbinin huzuruna çıkıncaya kadar direnişini kararlılıkla devam ettirdi.

Fedek'in Sembolik ve Siyasal Anlamı

İmam Ali ve Zehra'nın (a.s) İslâm hilâfetini, sapıklık mecrasından çıkarıp yeniden normal çizgisine yerleştirmek için başlattıkları doğrultma hareketi, çeşitli görünümlere ve değişik yöntemlere göre gelişiyordu. Hz. Zehra (a.s), açık siyasal cepheye önderlik ediyordu. İmam Ali'nin (a.s) hilâfet hakkını talep etmede değişik üsluplara baş vuruyordu. Bunlardan biri de Fedek arazisini istemekti. Hatta Fedek arazisini talep ederken de değişik yöntemlere baş vurduğu oluyordu.

 

Back Index Next