İçindekiler

 

Back Index Next

 

İkincisi: Peygamber'in (s.a.a) olmadığı zamanlarda topluma önderlik edecek, İslâm risaletini temsil edecek, İslâm inancını sapmalara ve eğrilmelere karşı koruyacak Allah tarafından seçilmiş çekirdek kadroyu bilinçlendirmek, deneyimli bir önderlik niteliğine haiz olmalarını, koşullara hâkim olacak nitelikte olmalarını sağlamak. Nitekim Resulullah efendimiz (s.a.a), onu her önemli, karmaşık ve zor olayda hazır bulundurarak, ayrıca başka hiç kimseye yapmadığı gibi, onu özel bir eğitime tâbi tutarak kendisinden sonra İslâmî denetimi teslim almaya hazırlıyordu. Nitekim Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Resulullah (s.a.a) bana ilimden bin bölüm öğretti ki, her bir bölümden bin bölüm daha açılıyor."[183]

Ali (a.s) üst düzey bir liyakat ve yeterliliğe sahipti. Sözleri ve fiilleri itibariyle Hz. Peygamber'in (s.a.a) mutlak olarak güvenini kazanmıştı. Peygamber'in (s.a.a) onu küçüklükten beri yanına aldığını, yetiştirdiğini ve eğittiğini, hayatı boyunca yanından ayırmadığını görüyoruz. İslâmî hiçbir dönem yoktur ki, Resulullah (s.a.a) bu esnada Ali'yi kardeş edindiğini ve Ali'nin kendisinin veziri olduğunu ilân etmiş olmasın. Peygamber'imiz (s.a.a) bu ilânı birçok yerde tekrarlamıştır. Daha doğrusu, peygamberlik dışında Ali'yi her şeyde kardeşi olarak ilân etmiş ve her şeyde kendisiyle eşit olduğunu belirtmiştir.

Ali'nin (a.s) şahsiyeti iyice belirginleşince Peygamber efendimiz (s.a.a), kendisinden veya kendisi gibi birisinden başkasının yerine getiremeyeceği önemli görevlere kendisi adına onu atamaya başladı. Hicret gecesi Peygamber'in (s.a.a) yatağında sabahlamak, Peygamber'e (s.a.a) bırakılan emanetleri sahiplerine vermek, Fatımaları Medine'ye götürmek... gibi. Bu aşamada Resulullah'ın (s.a.a) Ali'ye (a.s) verdiği önemin bir göstergesi de Medine'ye hicret ettiği sırada Ali gelmeden Medine'ye girmemesi, Ali gelmeden kalacağı yeri belirlemeyeceğini açık bir şekilde söylemesidir. Tevbe Suresi'nin tebliği meselesi de bir diğer örnektir. Ali (a.s) sureyi Ebu Bekir'den alıyor, kendisi tebliğ ediyor.

Peygamber (s.a.a) askerî bir operasyona kalkışmak zorunda kaldığı durumlarda sancağını Ali'den başkasına vermezdi. Yüksek bir beceri isteyen her zor göreve onu gönderirdi. Ali de bu görevleri en iyi bir şekilde yerine getirirdi.

Yeni aşamayla birlikte Ali, doğru yaşayışı, derin imanı, inanç ve ilkeler uğruna her türlü tehlikeyi göze alışı itibariyle diğer sahabelerden iyice belirginleştikten sonra Resulullah (s.a.a) Ehlibeyti'nin, varlıklarının önemine, onları ne kadar sevdiğine işaret etmeye başladı ve Ali'nin ayrıcalığını her fırsatta vurguladı. Resulullah'ın (s.a.a) bu tutumunu Kur'ân şu ayetle pekiştiriyordu: "De ki: Ona karşılık akrabalarımı sevmenizden başka bir ücret talep etmiyorum."[184]

Bu arada Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'nin (a.s) her türlü maddî ve manevi pislikten arınmış olduğunu da söylüyordu. Nitekim Ali'den (a.s) başka hiç kimsenin her durumda mescidinden geçmesine izin vermiyordu.

Peygamber (s.a.a) Ali'nin (a.s) etrafında kümelenmiş bir halk tabanının oluşması için çabalıyordu. Bunlara, onu sevmelerini, problemlerin ortaya çıkması veya zor olguların baş göstermesi durumunda ona bağlanmalarını tavsiye ediyordu. Allah'a yönelik güçlü ve sarsılmaz imanı, İslâm inancına ilişkin derin anlayışı ve ilminin genişliği bağlamında Ali'nin şahsiyetini anlamalarının zorunluluğunu vurguluyordu. Birçok hadiste: "En iyi yargılama yapanınız, Ali'dir. En bilgiliniz Ali'dir. En adil olanınız Ali'dir." benzeri ifadeler yer almıştır. Sonraki hadiseler bu sözlerin doğruluğunu ortaya koymuştur.

İslâmî ibadetler manzumesinin son halkalarından biri olan hac merasiminde Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi kendine ortak yaptı. Başka hiçbir Müslümana bu ayrıcalığı tanımadı. Birlikte kurban kestiler.

Bu adımları, Gadir günü yapılacak ilâna zemin hazırlama niteliğindeydi. Nitekim Peygamber'imiz (s.a.a) Veda Haccını tamamladıktan sonra toplanan Müslümanlara, yakında dünyadan ayrılacağını ve kendisinden sonra Ali'nin (a.s) ümmetinin lideri ve başvuru mercii olacağını ilân etti. Bu ilân ve atamanın da Allah tarafından öngörüldüğünü vurguladı. Bunun üzerine oradaki Müslümanlar "Emir'ül-Müminin" olarak Ali'ye biat ettiler. Bunun ardından, nimetin tamamlandığına ve dinin kemale erdirildiğine dair ilâhî buyruğu içeren vahiy nazil oldu.

Veda Haccında Ali (a.s)

Müslümanlar yüreklerini dolduran derin bir şevk ve gıpta duygusuyla tarihin bundan önce tanık olmadığı ibadî ve siyasî bir buluşmanın gerçekleşeceği anı heyecanla bekliyordu. Peygamber'in (s.a.a) içinde yer aldığı kafile, hicretin onuncu senesinin zilkade ayının sonlarında hac ibadetini yerine getirmek üzere Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Arap Yarımadası'nın dört bir yanından yığınlar akın akın Mekke'ye koşuyordu. Hepsinin hedefi birdi. Aynı bayrak altında, aynı ilâhî şiarları tekrarlıyorlardı:[185]

"Lebbeyk Allahumme lebbeyk. Lebbeyke la şerike leke lebbeyk. İnne'l-hamde ve'n-nimete leke ve'l-mulk, la şerike leke lebbeyk."

Peygamber (s.a.a), Mekke'de kendilerine katılması ve birlikte hac yapması için Yemen'de bulunan Ali'ye bir mektup yazmıştı. Ali (a.s) Yemen'de ele geçirdiği ganimetler ve giysilerle derhal yola çıktı. Peygamber'le (s.a.a) Mekke'ye girmek üzereyken buluştu. Peygamber'le (s.a.a) buluşmaktan dolayı büyük bir mutluluk yaşadı ve Yemen'de yaptıklarını Peygamber'e (s.a.a) anlattı. Peygamber (s.a.a) bundan son derece memnun oldu, sevindi. Sonra Ali'ye, "Nasıl tehlil getirdin?" diye sordu. Dedi ki: "Ya Resulallah! Nasıl tehlil getirildiğini bana yazmamıştın. Ben de bilmiyordum. Ben de niyetimi senin niyetine bağladım ve dedim ki: Allah'ım! Peygamber'inin tehlili gibi tehlil getiriyorum. Beraberimde de otuz dört tane kurbanlık deve getirdim." Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allahu ekber! Ben de beraberimde altmış altı kurbanlık getirmiştim. Sen hacda, ibadetlerde ve kurbanda benim ortağımsın. İhramlı olarak kalk ve ordunun yanına dön. Mekke'de buluşmak üzere onları bir an önce getir." Ali (a.s) Mekke yakınlarına geldiklerinde ordusunu geride bırakıp gelmiş ve içlerinden birini onların başına komutan olarak görevlendirmişti.[186]

Peygamber (s.a.a) hac ve umre menasikini yerine getirirken Ali de yanındaydı. "Mina'nın tamamı kurban kesme yeridir." buyurdu. Mübarek elleriyle kurbanlık develerden altmış üçünü kesti. Ali de otuz yedi tanesini kesti. Böylece kurbanlıkların sayısı yüze tamamlanmış oldu. Sonra insanlar toplandı ve Peygamber (s.a.a) derin anlamlar içeren bir konuşma yaptı. Müslümanlara vaaz etti, onlara öğüt verdi.[187]

Peygamber (s.a.a), Müslümanlarla birlikte Mina'daki menasiklerini (hac amellerini) tamamladıktan sonra Mekke'ye geri döndü ve şehre girdi. Veda tavafını yaptı ve ardından Medine'ye yöneldi.

Ali Gadir-i Hum'da Müminlerin Emiri Olarak İlân Ediliyor:

Peygamber (s.a.a) yanındaki muazzam kalabalıkla birlikte Medine'ye döndüğü sırada, Medine, Irak ve Mısır yollarının ayrıldığı yer olan Cuhfe bölgesindeki Gadir-i Hum denilen yere vardı. Zilhicce ayının on sekiziydi. Orada şu ayet nazil oldu: "Ey Elçi! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et..."[188] Yüce Allah Peygamber'e, Ali'yi insanlara göstermesini ve onu veli edinmenin, ona itaat etmenin herkese farz olduğunu onlar duyurmasını emretti. Bu arada vahiy, kincilerin ve kıskançların şerrine karşı kendisinin korunacağını da Peygamber'e garanti ediyordu. Kalabalığın başı Cuhfe yakınlarına kadar varmıştı. Peygamber (s.a.a) önde gidenlerin geri döndürülmelerini ve geridekilerin de yerlerinde kalmalarını istedi. Burası, daha önce hiç kimse tarafından konaklama yeri olarak kullanılmamıştı. Eğer vahiy gelmeseydi, Peygamber (s.a.a) de burada konaklamayı düşünmüyordu. Sonra kalabalığın ortasında durdu ve herkesin duyacağı yüksek bir sesle şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Davet edilip de daveti kabul etmiş gibiyim. Size iki ağır emanet bırakıyorum. Biri Allah'ın kitabı, diğeri de Ehlibeyt'im. Benden sonra bunlara karşı nasıl bir tavır takınacağınıza bakın. Bu ikisi havuz başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar."

Ardından şunları söyledi: "Allah benim mevlâmdır ve ben de her mümin erkek ve kadının mevlâsıyım." Bunu dedikten sonra Ali'nin elinden tuttu ve şöyle dedi: "Ben kimin mevlâsıysam, işte Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım! Onu veli ve dost edineni sen de veli ve dost edin. Ona düşman olana sen de düşman ol. Ona yardım edene yardım et. Onu yalnız bırakıp yardım etmeyeni sen de yalnız bırak ve yardım etme. Nereye giderse gitsin, hakkın onunla beraber olmasını sağla. Dikkat edin! Bu sözlerimi burada bulunanlar, burada bulunmayanlara ulaştırsınlar."

Daha oradan ayrılmamışlardı ki Emin'ül-Vahy Cebrail şu ayeti indirdi: "Bu gün dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum."

Bu ayetin inmesi üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle dedi: "Allahu ekber! Dinin kemale ermesinden ve nimetini tamamlamasından dolayı." Sonra insanlar Emir'ül-Müminin'i kutlamaya başladılar. Onu kutlayan sahabîlerin en başında Şeyheyn Ebu Bekir ve Ömer de vardı. Diyorlardı ki: "Pehpeh! Ne mutlu sana ey Ebu Talib'in oğlu! Artık benim ve bütün mümin erkek ve kadınların mevlâsı oldun."[189]

Rivayete göre, Peygamber efendimiz (s.a.a), Ali için bir çadır kurulmasını istemiş ve Müslümanlara da gruplar hâlinde yanına girerek Emir'ül-Müminin sıfatıyla onu selâmlamalarını emretmiştir. Bütün Müslümanlar bunu yaptılar. Hatta o sırada Peygamber'in (s.a.a) yanında bulunan eşleri ve diğer Müslümanların hanımları da çadıra girip Emir'ül-Müminin olarak Ali'yi selâmladılar.[190]

Haris b. Numan Olayı ve "Birisi gelecek olan bir azabı istedi." Ayetinin İnişi

İnsanlar arasında Peygamber'in (s.a.a) "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." sözü yayıldı. Haris b. Numan el-Fihrî de bu sözü duymuştu. Ebtah bölgesinde oturan Haris b Numan devesine binerek Peygamber'in (s.a.a) yanına geldi. Devesinden indi, onu bir yere bağladı, sonra bir grup sahabînin arasında oturan Peygamber'e (s.a.a) hitaben dedi ki: "Ya Muhammed! Allah'tan haber getirerek, Allah'tan başka ilah olmadığına ve senin de Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmemizi istedin, biz de senin bu isteğini kabul ettik. -sonra İslâm'ın diğer şartlarını saydı- Bununla da yetinmedin, şimdi de amcanın oğlunun elini uzatmışsın ve onu bizden üstün tutuyorsun ve diyorsun ki: 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.' Bu sözü kendiliğinden mi söylüyorsun, yoksa Allah'tan mı?"

Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a andolsun ki, bunu emreden Allah'tır." Haris devesine binmek üzere geri döndü. Bir yandan da şunları söylüyordu: "Allah'ım! Eğer bu senden gelen bir hak ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap indir." Daha yerine varmamıştı ki, Allah üzerine bir taş düşürdü. Taş başından girip altından çıktı. Bunun üzerine yüce Allah: "Birisi gelecek olan bir azabı istedi."[191] ayetini indirdi.[192]

Peygamberimizin (s.a.a) Ali'ye (a.s) Biat Edilmesini Sağlamaya Dönük Çalışmaları

Resulullah (s.a.a), kendisinden sonra Müslümanların durumunun nasıl olacağına dair tam bir bilgiye sahipti. Çünkü o bu toplumun müptelâ olduğu hastalıkları sürekli olarak gözlüyordu. Kendisinden sonra ilk darbenin, kendisinin ve Ali'nin temellerini attıkları nebevî çizgiye yöneleceğini çok iyi biliyordu. İlk darbeyi, kendisinden sonra, benimsenmesini istediği İslâmî davete ilişkin sahih çizginin yiyeceğinden emindi. Çünkü İslâmî davete ilişkin bu sahih çizgi, İslâm'dan yararlanmak, İslâm'ın gölgesinde kişisel tutkularını tatmin etmek isteyen birçok insan açısından bir tehditti. Bunların derdi, zahmet çekmek, çaba sarf etmek ve İslâm'a yararlı olmak değildi. Amaçları, Peygamber'in (s.a.a) kurduğu bu muazzam topluma önderlik etmekti.

Peygamber (s.a.a), kendisinden sonra İslâm şeriatının Allah'ın kendisine indirdiğinden başka bir şeye dönüşmesinden, kişisel arzuların ve tutkuların oyuncağı hâline gelmesinden korkuyordu. Nitekim Peygamber'in tavrından kuşku duyan ve bundan hoşnut olmadığını gösteren Haris b. Numan'ın olayı, Peygamberimizin (s.a.a) endişesini haklı çıkaran bir örnekti.

Peygamber (s.a.a), çeşitli aşamalarda ve dönemlerde davetin sahih çizgisini açık bir şekilde ortaya koymak durumundaydı. Ashabına sık sık şöyle derdi: "Eğer Ali'nin (a.s) peşinden giderseniz, -ki sizin bunu yapacağınızı sanmıyorum- onun doğru yol üzere giden bir yol gösterici olduğunu, sizi apaydınlık bir yola ileteceğini görürsünüz."[193]

Rivayet edilir ki Sa'd b. Ubade, kalabalık bir topluluğun içinde şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Ben öldüğüm zaman, heva ve hevesler sapar ve insanlar gerisin geri dönerler. O gün hak Ali ile beraber olur."

Sekaleyn (iki ağır emanet/Kur'ân ve Ehlibeyt) hadisi, İslâm akidesinin selâmeti ve sapmalar karşısında korunması için Ali'ye itaat etmenin, onun rehberliğinde yol almanın, onun velâyeti yolunda hareket etmenin zorunluluğunu gösteren bir diğer kanıttır.

Daha sonra Resulullah (s.a.a), Ali'nin (a.s) müminlerin emiri olarak atanmasına ilişkin ilâhî emri gerçekleştirmek için yeni bir plân hazırlamaya başladı. Büyük bir ordu hazırladı. Bu orduya, İmam Ali'ye (a.s) karşı siyasal mücadele içinde yer alabilecek, İslâm toplumunun önderliği noktasında onunla sürtüşmeye girebilecek veya en azından devlet organında kendisi için siyasal bir mevki isteyebilecek bütün unsurları aldı. Çünkü bu siyasal kavganın gerçekleşmesi ve İmam Ali'nin önderliğinin önlenmesi durumunda İslâmî risalet doğal çizgisinden sapacak, dosdoğru yolundan çıkacak veya en azından siyasal talepleri İmam Ali tarafından reddedilen kimseler, İslâmî çizgiyi karşı düşmanca bir tavır takınacak, bu da Peygamber'in (s.a.a) yokluğunda İslâm ümmetinin başına onulmaz gaileler açacaktı.

Resulullah'ın (s.a.a) Hastalanması ve Üsame Seriyesi

Ali'nin (a.s) hayatı, Peygamber'in (s.a.a) hayatından ve İslâm risaletinden ibaretti. Birçok kavgada, krizde ve dönemeçte belirginleşen zor ve önemli görevlerde, Ali'nin (a.s) büyük bir kahramanlıkla ve hayranlık uyandıran bir cesaretle Peygamber'in (s.a.a) yanında yer aldığını ve bu tavrını Peygamber'in (s.a.a) ömrünün son demlerine kadar sürdürdüğünü görüyoruz. Bu da, onun Peygamber'e (s.a.a) ne kadar yakın olduğunu, ona nasıl bağlı olduğunu, onunla nasıl kader birliği ettiğini gösterir. Ayetler, hadisler ve tarihî olaylar, bize Ali'nin (a.s) İslâm Peygamber'inin (s.a.a) doğal bir devamı olduğunu göstermektedir. O, Peygamber'den sonra İslâm ümmetinin önderliğini üstlenecek liyakatteydi. Ondan başka da bu nitelikte kimse yoktu.

Resulullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) nübüvvetin sırlarını, risaletin detaylarını bildirmiş, bunları koruma ve gözetme sorumluluğunu ona yüklemişti. Hatta vefat ettiği zaman kendisinin cenaze işlerini ve kefenleme ve defin görevini de ona vermişti, başkasına değil. Çünkü Ali'nin emirlerini eksiksiz bir şekilde yerine getireceğini ve bir parmak ucu kadar bile emirlerinin dışına çıkmayacağını, bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir sürede dahi tereddüt geçirmeyeceğini biliyordu. Peygamber (s.a.a) ondan başkasına bu şekilde güvenmiş değildi.

Resulullah (s.a.a), Ali'nin (a.s) hilâfetini ve onun kendisinden sonra vasisi olduğunu açıklamakta ısrarlıydı. Bunu mübarek hayatının sonlarına kadar sürdürdü. Değişik münasebetlerle çeşitli yerlerde yaptığı açıklamalarda bunu açıkça veya işaretlerle dile getirdi.

Resulullah (s.a.a), haccını tamamlayıp Yesrib'e (Medine'ye) döndü. Dönüşünden birkaç gün sonra sağlığı bozuldu ve hastalığı kendisine ıstırap vermeye başladı. Şöyle diyordu: "Hayber'de yediğim (zehirli) yemeğin acısını hissediyorum. Şimdi bu zehrin şah damarımı kesme zamanıdır."[194] Müslümanlar birer birer gelip hasta yatağında onu ziyaret ediyorlardı. İçlerinde bir sıkıntı, bir karamsarlık, zihinlerde bir şaşkınlık ve gelecek günlere ve semavî risaletin akıbetine dair sorular vardı. Peygamber (s.a.a) Müslümanlara öleceğini haber verdi. Risaletin devamını, mutluluk ve başarının gerçekleşmesini garanti eden tavsiyelerde bulundu. Dedi ki: "Ey insanlar! Yakında öleceğim gibi geliyor bana. Aranızdan ayrılmak üzereyim. Size önceden söyledim ki, herhangi bir mazeretiniz olmasın. Haberiniz olsun! Size Allah'ın kitabını ve Ehlibeyt'imi bırakıyorum." Sonra Ali'nin (a.s) elini tuttu ve şöyle dedi: "Bu Ali daima Kur'ân'la beraberdir, Kur'ân da onunla beraberdir. Havuz başında yanıma gelinceye kadar birbirlerinden ayrılmazlar."

Ali'nin (a.s) rakip güçlerin muhalefetiyle, hileci ve sapkınların komplolarıyla karşılaşmadan halife olarak atanmasını sağlamak için son çabalarını da sergilemek istedi. Bütün tarihçiler, Peygamberimizin (s.a.a) son günlerinde, en çok ilgilendiği şeyin, aralarında Ebu Bekir, Ömer, muhacirler ve ensarın ileri gelenlerinin de yer aldığı orduyu donatıp göndermek olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Bu ordunun başına Üsame b. Zeyd'i getirmişti. Arap Yarımadası'nın kuzey sınırlarına göndermek istiyordu bu orduyu. Sadece Ali'yi (a.s) istisna etmişti.

Ancak öyle anlaşılıyor ki, Peygamber'in (s.a.a) emri bazı sahabîleri harekete geçirmeye yetmiyordu. Emre gereken titizliği göstermiyorlardı. Üsame'nin ordusuyla birlikte sefere çıkmayı ağırdan alıyorlardı. İpe sapa gelmez mazeretler ileri sürüyorlardı. Bu arada Üsame'nin ordunun başına komutan olarak tayin edilmesine itiraz ediyor, bu hususta ileri geri konuşuyorlardı. Peygamber'imiz (s.a.a) çektiği bütün acılara rağmen evinden çıktı ve insanlara hitap etti. Onları Üsame'nin komutası altında sefere çıkmaya teşvik etti. Ordunun gönderilişinin savsaklanmasından dolayı canının sıkıldığı anlaşılıyordu. Ordunun donatılması ve hedefine doğru yola koyulması hususunda ısrarlıydı. Şöyle diyordu: "Üsame'nin ordusunu gönderin. Üsame'nin ordusundan geri kalana Allah lânet etsin."[195]

Burada ilgi çekici bir tavırla karşı karşıyayız. Peygamber'imiz (s.a.a) hastalığına ve ecelinin iyice yaklaştığını bilmesine rağmen Üsame'nin ordusunun kendisi için belirlenen hedefe yönelmesinin zorunluluğunu ısrarla vurguluyordu. Eğer Peygamber'in (s.a.a) vefatı durumunda Üsame'nin emri altında bulunanlardan birinin bir önemi olsaydı, mutlaka Peygamber (s.a.a) onu istisna ederdi. Bundan daha garip olanı ise, insanların Peygamber'in (s.a.a) emrini yerine getirme hususunda istekli olmaması, kelimenin tam anlamıyla savsaklamasıdır. Sanki Peygamber'in (s.a.a) emrine karşı, yerine getirilmesi zorunlu olan gizli bir emir vardı.[196]

Öyle anlaşılıyor ki, Peygamber (s.a.a) bazı sahabîlerin sergiledikleri davranışlardan, onların Ehlibeytinin başına birtakım gaileler açmayı istediklerini, onlara karşı birtakım plânları devreye sokmak için fırsat kolladıklarını, hilâfeti Ehlibeyt'e kaptırmamak hususunda söz birliği ettiklerini anlamıştı. Bu yüzden ümmetini sapmalardan korumak, fitneler girdabına düşmesine engel olmak istemişti. Bu bakımdan onları bu olumsuz niyetlerinden caydırmak için son bir girişimde bulunmak istedi. Ali'nin (a.s) velâyetini ve kendisinden sonraki halifesi olduğunu vurgulamaya çalıştı. Dedi ki: "Bana bir kürek kemiği (üzerine yazı yazmak için) ve mürekkep getirin. Sizin için bir şey yazayım ki, ondan sonra hiçbir zaman sapmayasınız."

Kavga gürültü çıkarmaya başladılar -hâlbuki Peygamber'in (s.a.a) yanında kavga etmek yakışık almazdı-. Buna ne oluyor? Yoksa sayıklıyor mu? Sorun bakalım, ne yapmak istiyor?" gibi lâflar ederek ileri geri konuşmaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) buyurdu ki: "Beni yalnız bırakın; içinde bulunduğum durum, sizin beni çağırdığınız durumdan daha iyidir." Onlara üç şeyi vasiyet etti: "Müşrikleri Arap Yarımadası'ndan çıkarın. Gelen heyetleri benim yaptığım gibi ağırlayıp yolcu edin. Üçüncüsünü ise, -ravi bilerek söylemedi veya 'Unuttum.' dedi."[197]

Şimdi bu son hadise ilişkin bir değerlendirmeye yer verelim:

Birçok tarihçi bu hadisi bu şekilde kaydetmiştir. Peygamber'in (s.a.a) vasiyetlerinden sadece ikisini yazmışlar ve üçüncüsünü zikretmemişler; ya da Peygamber'den sonra hilâfeti ele geçiren egemenlere yaranmak için unutmuş gibi davranmışlar. Oysa Peygamber'in (s.a.a) hadislerini rivayet eden ravilerin bundan önce bir şey unuttuklarına rastlanmamıştır. Onlar hiçbir şeyi kaçırmadan kayda geçerlerdi. Hatta denebilir ki, Peygamber'in (s.a.a) nefeslerini dahi sayıyorlardı. Peki, Peygamber'in (s.a.a) yanında bulunan onca kalabalık, kendilerine veda etmek üzere olan Peygamber'in (s.a.a) vasiyetini nasıl unutabilir? Onlar, Peygamber'in (s.a.a) ağzından çıkacak ve gelecekteki korkularını dindirecek, umutlarını canlandıracak bir sözü beklemiyorlar mıydı? Ama eğer Peygamber'in (s.a.a) üçüncü vasiyeti, Ali'nin hilâfetiyle ilgili olarak daha önce söylediği sözlerini tekit edici, pekiştirici mahiyette olmasaydı, kesinlikle unutmazlardı; ya da hiçbir ravi bunu görmezlikten gelmezdi.[198]

Ali (a.s), Son Nefesini Verirken Peygamber'in (s.a.a) Yanında

Peygamber'in (s.a.a) hastalığı iyice şiddetlendi. Bir ara bayıldı. Kendine gelince şöyle dedi: "Bana kardeşimi ve arkadaşımı çağırın." İyice zayıf düşmüştü. Aişe, "Ebu Bekir'i çağırayım." Hafsa da, "Ömer'i çağırayım." diye düşündü. Ve öyle de yaptılar. Bunlar Peygamber'in (s.a.a) yanında toplandıkları zaman Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Dağılın. Eğer size ihtiyacım olursa, sizi çağırırım."[199]

Sonra Ali'yi çağırdılar. Ali Peygamber'e yaklaşınca, onu eliyle yanına çağırdı. Ali iyice Peygamber'e sokuldu. Peygamber'imiz (s.a.a) uzun uzun kulağına bir şeyler fısıldadı. Sonra Resulullah iyice ağırlaştı ve ölmesi an meselesiydi. Son nefesi çıkmak üzereyken Ali'ye (a.s) şöyle dedi: "Başımı göğsüne yasla. Artık Allah'ın emri geldi. Nefesim çıkınca onu elinle alıp yüzüne sür. Sonra yüzümü kıbleye çevir, kefen ve defin işlerimi sen yap. Bütün insanlar içinde ilk önce sen namazımı kıl. Beni kabre koyuncaya kadar benden ayrılma. Bu hususta Allah'tan yardım iste."[200]

Böylece Peygamber (s.a.a) risaletini en güzel şekilde yerine getirdikten ve ümmetine kendisinden sonra izleyecekleri yolu açıkladıktan sonra razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabb'inin katına gitti. O bu görevini yerine getirirken, Ali b. Ebu Talib (a.s) bir gölge gibi onu takip etti. Mübarek risalet hayatı boyunca, hocasını izleyen bir talebe gibi yanı başından hiç ayrılmadı.



3. BÖLÜM

 

● İmam Ali (a.s) Dönemi

● Ebu Bekir Zamanında İmam Ali (a.s)

● Ömer Zamanında İmam Ali (a.s)

● Osman Zamanında İmam Ali (a.s)



İMAM ALİ (a.s) DÖNEMİ

Vefat Olayı

Hayatının son demlerinde Peygamber'in (s.a.a) yanında Ali'den ve Haşimoğulları'ndan başka kimse yoktu. İnsanların kadınların ağlaşmalarından ve ağıtlar yakmalarından Peygamber'in (s.a.a) vefat ettiğini anladılar. Derhal mescitte ve mescidin dışında toplanmaya başladılar. Herkes dehşet içindeydi. Ağlamaktan ve feryat etmekten başka yapacak bir şeyleri yoktu. Müslümanlar bu derin keder içindeyken, Ömer tuhaf bir tavır sergiledi. Peygamber'in (s.a.a) yanına girip çıktıktan sonra, elinde kılıcı etrafa tehdit savurarak şöyle dedi: "Bazı münafıklar Resulullah'ın öldüğünü iddia ediyorlar. Allah'a yemin ederim ki, o ölmedi. Bilâkis, Musa b. İmran gibi Rabb'inin yanına gitti."[201] Ebu Bekir Resulullah'ın (s.a.a) evine gelinceye kadar sakinleşmedi Ömer.[202] Ebu Bekir Peygamber'in (s.a.a) yüzünü açıp baktı, derhal dışarı çıkarak şöyle dedi: "Ey insanlar! Kim Muhammed'e tapıyorduysa, bilsin ki Muhammed öldü. Kim de Allah'a tapıyorsa bilsin ki Allah daima diri ve ölümsüzdür." Sonra şu ayeti okudu: "Muhammed ancak bir elçidir; ondan önce de elçiler gelip geçti..."[203]

Ardından Ömer, Ebu Bekir ve Ebu Ubeyde b. Cerrah Peygamber'in (s.a.a) mübarek na'şının bulunduğu evden çıktılar. Onu, ölümünden dolayı büyük bir üzüntüye gark olan Ali'ye ve Ehlibeytine bıraktılar. Ehlibeyt başka her şeyden ilgisini kesmişti. Ali ve Ehlibeyt, Peygamber'i (s.a.a) teçhiz etmek, namazını kılmak ve mübarek na'şını defnetmekle meşgul oldular. Bu sırada ensar hilâfet meselesini konuşmak üzere Beni Saide Sakife'sinde toplantı hâlindeydi.

Kureyş Hizbi ve Ensar Sakife'de

Ömer ensarın Sakife'de toplantı yaptığını duyar duymaz, Resulullah'ın (s.a.a) evine geldi ve orada bulunan Ebu Bekir'i çağırdı. Ebu Bekir, işinin olduğunu söyleyerek dışarı çıkmadı. Ömer bir daha adam göndererek, mutlaka senin bulunman gereken bir olay oldu, diyerek gelmesini istedi.

Bunun üzerine Ebu Bekir dışarı çıktı. Hızla Sakife'ye doğru yol aldılar. Ebu Ubeyde de yanlarındaydı. Yolda başkaları da onlara katıldılar. Ensarın toplantı yaptığı yere girdiler. Toplantı henüz bitmemişti ve toplantıda bulunanlar daha dağılmamışlardı. Sa'd b. Ubade'nin rengi değişti. Ensarın elindeki koz alınmış oldu ve hepsinin yüzü, endişeden, korkudan renkten renge girdi. Bu üç adam ensar toplantısına kelimenin tam anlamıyla nüfuz ettiler. Onları gerçek anlamda nüfuzları altına aldılar. Çünkü nefisleri, nefislerin arzularını, dürtülerini çok iyi biliyorlardı. İnsanların zaaf noktalarını yakalama hususunda ustaydılar. Koz ensarın elinden alınmıştı.

Ömer konuşmak istedi. Ebu Bekir buna engel oldu. Çünkü Ömer'in sert biri olduğunu biliyordu. Durum son derece tehlikeli ve hassastı. Böyle anlarda en ufak bir tahrikte kinler ve düşmanlık duyguları galeyana gelir. Böyle durumlarda parlak bir siyaset izlemek gerekir. Gönül okşayıcı kelimeler kullanmak lâzım. Böylece dizginler ele geçirildikten sonra şiddet ve baskı dönemi arkasından gelir.

Ebu Bekir bir usta konuşmacı olarak söze başladı. Ensara onları okşayıcı bir üslûpla hitap etti. Konuşmasında tahrik edici, öfkelendirici bir tek kelime kullanmadı. Şöyle dedi: "Biz muhacirler ilk önce Müslüman olan insanlarız. Bizim soyumuz diğer insanlardan daha şereflidir. Bizim yurdumuz en ortadadır. Bizim yüzlerimiz daha güzeldir. Resulullah'ın (s.a.a) en yakın akrabaları biziz. Siz İslâm'da bizim kardeşlerimizsiniz. Dinde ortaklarımızsınız. Yardım ettiniz ve destek oldunuz. Allah sizi hayırla ödüllendirsin. Bu da gösteriyor ki, biz emir, siz de vezirsiniz. Size danışmadan bir karar almayız. Siz olmadan hiçbir işi çözmeyiz."

Bu sırada Habbab b. Münzir b. Cümuh şöyle dedi: "Ey ensar topluluğu! İşinize sahip çıkın. Çünkü insanlar şu anda sizin gölgenizdedirler. Hiç kimse size aykırı bir işe girişmeye cesaret edemez. Hiç kimse sizin görüşünüzü almadan, bir hüküm çıkaramaz. Siz onur sahibi ve caydırıcı kimselersiniz. Yeterli sayınız ve çoğunluğunuz var. Şiddetiniz ve sonuç alıcı gücünüz var. Şu anda insanlar sizin takınacağınız tavra bakıyorlar. Sakın ayrılığa düşmeyin. O zaman bütün işleriniz bozulur. Eğer bunlar sizin duyduğunuz bu sözlerinden başkasını kabul etmiyorlarsa, o zaman bir emir bizden, bir emir de onlardan olsun."

Burada Ömer araya girerek şöyle dedi: "Heyhat! İki kılıç bir kına girmez. Allah'a yemin ederim ki, Araplar, peygamberleri sizden başka bir topluluğa mensupken sizin emirliğinize razı olmazlar. Araplar, peygamberlerinin mensup olduğu kavmin emirliği elinde bulundurmasına da engel olmazlar. O hâlde biz Muhammed'in dostları ve aşiretiyken, kim bizim egemenliğimize karşı çıkabilir!"

Habbab b. Münzir şöyle dedi: "Ey ensar topluluğu! Kozlarınıza sahip çıkın. Bu adamın ve arkadaşlarının sözlerini dinlemeyin. Onlar sizin bu işteki payınızı elinizden alırlar. Eğer sizin istediğinize uymazlarsa, onları yurtlarınızdan çıkarın. Siz bu işe onlardan daha lâyıksınız. Çünkü sizin kılıçlarınız sayesinde insanlar bu dine boyun eğdiler. Ben onun kaşınma kütüğüyüm. Ben heybetli dalıyım. Ben arslan inindeki arslan yavrusu babasıyım. Allah'a yemin ederim ki, eğer isterseniz, onu gövdesine geri döndürürüz."

Bu noktada hava iyice gerildi. İki taraf arasında bir kavganın çıkması an meselesiydi. Ebu Ubeyde b. Cerrah bunun önüne geçmek için harekete geçti. Plânlarının bozulmasını önledi. Ensara sakin bir sesle hitap etti: "Ey ensar topluluğu! Yardım edenlerin ve barındıranların ilki sizsiniz. Dinlerini değiştirenlerin ilki olmayın." Ebu Ubeyde'nin sakin sözleri etkili oldu. Bir süre kimseden ses çıkmadı. Bu sefer Beşir b. Sa'd bu sessizliği muhacirlerin lehine kullanmak istedi. Sa'd b. Ubade'yi kıskandığı için böyle davranıyordu. Dedi ki: "Ey ensar topluluğu! Haberiniz olsun! Muhammed Kureyş'tendir. Kavmi ona herkesten daha yakındır. Allah'a yemin ederim ki, bu hususta onlarla çekişmeyeceğim."

Üç muhacir, ensar cephesinde açılan bu gediği iyi kullandılar. Derhal birbirlerini ileri sürmeye başladılar. Öyle anlaşılıyor ki, onlar da içlerinde herhangi birinin hilâfetini destekleyen şer'î bir nassın veya başkaları içinde hilâfete uygun olmasını sağlayan bir meziyetinin bulunduğunu düşünmüyordu.

Bu yüzden Ebu Bekir dedi ki: "İşte Ömer ve Ebu Ubeyde! Onlardan istediğinize biat edin."[204] Ömer dedi ki: "Ey Ebu Ubeyde! Elini uzat sana biat edeyim. Çünkü sen şu ümmetin eminisin."[205] Ebu Bekir: "Ey Ömer! Uzat elini sana biat edelim." dedi. Ömer dedi ki: "Sen benden daha üstünsün." Ebu Bekir: "Sen benden daha güçlüsün." dedi. Ömer: "Benim kuvvetim, senin üstünlüğünle beraber sana aittir. Uzat elini sana biat edeyim." dedi.[206] Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde'nin kendisine biat etmeleri için elini uzatınca, Beşir b. Sa'd erken davrandı ve Ebu Bekir'e biat etti. Bunun üzerine Habbab b. Münzir şunları söyledi: Ey Beşir! Büyük bir hayırsızlık örneği sergiledin, vefasız çıktın. Emirliğin amcan oğlundan başkasına geçmesi için mi yarıştın?"

Evs kabilesi, Beşir'in yaptıklarını ve Hazrec'in de Sa'd'ı emir yapma çabalarını görünce, birbirleriyle konuşmaya başladılar. Aralarında büyükleri olan Üseyd b. Hudayr de vardı. Dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, eğer Hazrec'i bir kez yönetime getirirseniz, size karşı sonsuza dek bu fazileti sürdürürler. Kalkın ve Ebu Bekir'e biat edin." Böylece Sa'd ve Hazrec'in plânı suya düştü. Üseyd'in arkadaşları Ebu Bekir'e biat etmeye başladılar.[207] Bu arada ensardan bazı kimseler, "Ali'den başkasına biat etmeyiz." dediler.[208]

Sonra Ebu Bekir ve etrafını saran grup mescide doğru yöneldi, Ebu Bekir'in etrafını saranlar, gelini zifafa uğurlar gibi onu mescide uğurluyorlardı.[209] Peygamber'in (s.a.a) na'şı hâla yerinde duruyordu. Ömer Ebu Bekir'in etrafında fır dönüyordu. Bağırıp çağırmaktan ağzı köpürmüştü. Yemen kumaşından süslü elbiseler giyen adamları yanından ayrılmıyordu. Kimin yanına gitseler, Ebu Bekir'i öne çıkarıyor, ellerini istese de istemese de Ebu Bekir'in ellerine sürüp biat ettiriyorlardı.[210]

Kureyş hizbinin Sakife'de ensara karşı ileri sürdüğü iki argüman vardı:

1- Muhacirler bütün insanlar içinde ilk önce Müslüman olan kimselerdir.

2- Muhacirler Resulullah'a (s.a.a) en yakın kimselerdir ve akrabalık bakımından en yakın olanlardır.

Aslında bunlar bu argümanları ileri sürmekle kendilerini de bağlamış oluyorlardı. Çünkü -iddia ettikleri gibi- hilâfet ilk önce Müslüman olmakla ve Resulullah'ın yakın akrabası olmakla hak ediliyorduysa, bu hak sadece Ali'nindi. Çünkü bütün insanlar içinde ilk önce İslâm'a giren, iman eden, İslâm risaletini tasdik eden oydu. Öte yandan Peygamber'imiz (s.a.a) Mekke'de muhacirler arasında, Medine'de muhacirlerle ensar arasında kardeşlik ilân ederken Ali'yi (a.s) kardeşi olarak ilân etmişti. Ali (a.s) soy olarak da Peygamber'in (s.a.a) amcasının oğluydu. İnsanlar içinde Peygamber'e (s.a.a) ve sevgi olarak Peygamber'in kalbine en yakın insan olduğu kuşku götürmez bir gerçekti.

Sakife Toplantısının Analizi

Ensar topluluğu Benî Saide Sakifesi'ne gidip gizli bir toplantı düzenledi. Bu toplantının gizli olması için her türlü önlemi almışlardı. Hazrec kabilesinin lideri Sa'd b. Ubade'yi de toplantıya çağırmışlardı. Sa'd o sırada hastaydı. Sa'doğulları'ndan birine dedi ki: "Hasta olduğum için toplantıdaki herkese sesimi duyurmam mümkün değildir. Sen sözlerimi dinle sonra yüksek bir sesle halka duyur." Sa'd kunuşuyordu, oğlu da ondan sonra dediklerini yüksek sesle halka duyuruyordu. Sa'd toplantıya katılanlara şöyle dedi:

"Hiç kuşkusuz, sizin dinde önceliğiniz ve İslâm'da üstünlüğünüz vardır ki, başka hiçbir Arap kabilesinde bu özellik yoktur. Resulullah (s.a.a) on küsur sene kavmi arasında kaldı, onları Rahman'a ibadet etmeye ve putlardan uzaklaşmaya çağırdı. Çok azı hariç kimse inanmadı. Nihayet Peygamber (s.a.a) sizinle ilgili en faziletli kararı verdi. Onuru ve kerameti size bahşetti. Sizi dininin has adamları yaptı. Böylece, Peygamber'e karşı çıkanların karşısında şiddetli durdunuz. Düşmanlarına karşı yerinden sarsılamaz bir engel işlevini gördünüz. Sonra Peygamber (s.a.a) sizden razı olarak vefat etti. Şu hâlde bu konuyla ilgili sağlam bir karar alın. Çünkü siz bu işi herkesten çok hak ediyorsunuz ve herkesten çok buna lâyıksınız."

Fakat olayları incelediğimiz zaman, ensar toplantısının başlangıçta Peygamber'in (s.a.a) mirasını paylaşmaya ve hilâfeti şer'î yetkililerinin elinden almaya dönük olmadığını görürüz. Bu hususta birkaç nokta aydınlatıcıdır:

1- Ensarın Ebu Eyyub el-Ensarî, Huzeyfe b. Yeman, Berâ b. Azib ve Ubade b. Samit gibi seçkinleri, yani Bedir Savaşı'na katılanlar bu toplantıda yokturlar. .

2- Ensar, Peygamber'in (s.a.a) bu konuyla ilgili olarak söylediklerini çok iyi biliyorlardı ve bunları unutmamışlardı. Bu sözlerden biri de şudur: "İmamlar Kureyş'tendir." Ehlibeyt'le ilgili hükümleri de çok iyi biliyorlardı. Ali'nin (a.s) Gadir-i Hum'da hilâfete tayin edildiğine şahit olmuşlardı. Peygamber (s.a.a), Ali'yi ve Ehlibeytini onlara tavsiye etmişti. Nitekim Ali'nin yöneticinin belirlenmesinde etkin bir rolünün olmadığını anladıkları zaman, "Ali'den başkasına biat etmeyiz." demişlerdi.[211]

3- Peygamber'in (s.a.a) mübarek na'şı hâlâ yerdeydi ve henüz defnedilmemişti. Ensarın en şereflilerinin Peygamber'in (s.a.a) defin merasimlerine katılmaması, halife seçme işleriyle meşgul olması düşünülebilir mi?

4- Ensarın bu toplantısını şöyle değerlendirmek mümkündür: Ensar bu toplantıyı yapmakla, yeni yönetim karşısında kendi konumunu belirlemek istiyordu. Çünkü Kureyş'in aldığı "Peygamberlik ve halifelik, Haşimoğulları'nda toplanmamalıdır." kararını uygulamak için bir plân hazırladığını haber almışlardı. Kureyş liderlerinin içlerindeki gibi niyetler onların içinde yoktu. Ayrıca bu endişelerinin öncesi de vardı. Nitekim Mekke fethinden sonra ensar, Peygamber'in bir daha şehirlerine dönmemesinden endişe etmişlerdi. Dolayısıyla siyasetten ve yönetimden uzaklaştırılmaktan endişe etmeleri doğaldı.

Kureyş hilâfeti meşru sahibine, yani Ali'ye (a.s) vermemeyi kararlaştırdıktan sonra, Müslüman kitle içinde ağırlıklı bir yere sahip bulunan, İslâm risaletinin yayılmasında aktif rol oynayan bir grup olarak ensar ne yapsındı?!

Ensarın Sakife'de gerçekleştirdiği toplantının kararları kesin olarak belirlenmiş değildi. Peygamber'den (s.a.a) sonra hilâfetle ilgili olarak ortaya çıkabilecek muhtemel durumları araştırmak maksadıyla düzenlenmişti. Ayrıca bütün ensar aynı görüşte değildi. Toplantıda birbiriyle çelişen görüşler havada uçuşuyordu. İnsanların içinde zıt niyetler saklıydı. Bazıları Sa'd'a, "Görüşünde isabetlisin. Sözün doğrudur. Senin dediklerine karşı çıkmayız, senin bu işin başına getireceğiz." derken, bir süre sonra bu görüşlerinden döndüklerini ve şöyle demeye başladıklarını görüyoruz: "Ya muhacirler, bunu kabul etmezlerse ve biz Peygamber'in yakınları ve aşiretiyiz, derlerse?"

Bir diğer grup ortaya çıkıyor, şöyle diyordu: "O zaman biz de deriz ki: Bir emir bizden, bir emir de sizden olsun." Sa'd bu duruma ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştı: "Bu, gevşemenin ilk belirtisidir."[212]

Kuşku yoktur ki ensar bu tavrıyla, iktidarı ele geçirmek için tetikte bekleyen gruba paha biçilmez siyasî bir fırsat veriyordu. Bu fırsat kaçmazdı. İslâmî değerlerden ve hükümlerden uzak bir yönelime kapıları sonuna kadar açmış oluyorlardı. Çünkü burada kabile hesapları şer'î hesapların önü geçmişti. Kabile çıkarı, İslâm risaletinin çıkarına baskın çıkmıştı.

Ömer ensarın Sakife'deki bu sürpriz davranışını daha sonra şöyle yorumlayacaktı: "Allah'a yemin ederim ki biz, Ebu Bekir'e biat meselesinde karşılaştığımız zorluk gibi bir zorlukla karşılaşmadık. Onlardan biat almadan toplantıyı terk edecek olsaydık, bizden sonra birine biat etmelerinden korkmuştuk. O zaman ya razı olmadığımız birine biat edecektik ya da ona karşı çıkacak ve fesat baş gösterecekti..."[213]

Böylece siyasî durum daha bir karmaşık ve içinden çıkılmaz hâle geldi.

Kureyş'in Hilâfete Bakışı

İslâm risaleti Mekke'de Kureyş arasında ortaya çıkınca, Kureyşliler içlerindeki en hayırlı, hatta en üstün boy olan Haşimoğulları arasından bir Peygamber'in çıkmış olmasına tahammül edemediler. Bunun için Kureyşliler Peygamber (s.a.a) ve Haşimoğulları'yla her yola başvurarak savaşmaya, her türlü yöntemi uygulayarak direnmeye karar verdiler. Mücadele için bir plân hazırladılar. Kuşkusuz bunun nedeni putları sevmeleri veya ibadet sistemlerinden vazgeçmek istememeleri yahut yeni daveti istememeleri değildi. Çünkü İslâm, sağlam fıtratın hoşlanmayacağı bir şey içermiyordu.[214] Fakat Kureyş, şeref ve liderlik makamlarının paylaşımı esasına dayanan siyasal rejiminin değişmesini istemiyordu. Özellikle kabileci anlayışın hâkim olduğu Arap Yarımadası'nda bu rejim Kureyş'e büyük bir ayrıcalık sağlamıştı.

Bundan dolayı Kureyş kabilesi, Haşimoğulları oymağının diğer oymaklardan belirgin bir şekilde ayrılmasını ve onlardan üstün bir pozisyona gelmesini istemiyordu. Haşimîlerin Peygamber'in etrafını sarmalarını, Peygamber'i (s.a.a) ölümleri pahasına savunmalarını, bir Hâşimî'nin (Peygamber'in) onları diğer oymaklardan üstün bir pozisyona getirmede ısrarcı bir tutum içinde olduğu şeklinde değerlendiriyorlardı. Bu yüzden Kureyşliler Haşimîleri Ebu Talib vadisinde ablukaya aldı. Peygamber'i (s.a.a) öldürmeye yönelik plânlar yaptı. Fakat abluka ve Peygamber'i (s.a.a) öldürme plânları başarısızlıkla sonuçlandı. İslâm risaletinin kasırgası bütün muhalif güçleri tuz buz ederek dağıttı. Kureyş ister istemez Müslüman oldu, peygamberliğe karşı koyacak gücü bulamadı.

Ancak Peygamber'in (s.a.a), kendisinden sonra hilâfetin, şeriatın temel prensiplerini ve hükümlerini en iyi bilenler, en lâyık olanlar olmaları, bütün tâbilerinden daha üstün ve İslâm ümmetine önderlik etmeye en uygun olmaları hasebiyle Ali ve zürriyetinin (a.s) olması için hazırlık yapması, Kureyş'in içinde bastırılmış hâlde bulunan kabileci anlayışı ve cahiliye dönemine ait kini yeniden harekete geçirdi. Kureyş, hem peygamberliğin, hem de halifeliğin Haşimîlerde toplanmaması için harekete geçti. Çünkü Kureyş mantığına göre peygamberlik ve hilâfet iktidar ve egemenlik demekti. Nitekim Ebu Süfyan Mekke'nin fethedildiği gün Abbas'a şöyle demişti: "Yeğenin gerçekten büyük bir hâkimiyet kurdu."[215]

Bu düşünce ve bu anlayış, Peygamberimizin (s.a.a) son günlerinde siyasî atmosfere hâkim olmuştu. Kureyş Peygamber'in (s.a.a) yakalandığı bu hastalık yüzünden öleceğini anlamıştı. Peygamber (s.a.a) de onlara bunu haber vermişti. Ayrıca işler doğal mecrasında bırakılacak olursa, hilâfetin Ali'ye (a.s) geçeceği kesindi. Bu noktada genelde Haşimoğulları'na, özelde Ali'ye (a.s) muhalif olan hizip harekete geçti. Derken Sakife olayı gerçekleşti.

Peygamberlik ve hilâfetin Haşimoğulları'nda toplanmaması fikrini, halifeliği zamanında Ömer ile İbn-i Abbas arasında geçen bir konuşmada da gözlemliyoruz. Ömer diyor ki: "Ey İbn-i Abbas! Hz. Muhammed'den (s.a.a) sonra kavminizi sizden engelleyen neydi biliyor musun?" İbn-i Abbas diyor ki: "Buna cevap vermek istemediğim için şöyle dedim: Eğer ben bilmiyorsam, kuşkusuz Emir'ül-Müminin bilir." Ömer devam ediyor: "Peygamberliğin ve halifeliğin Haşimoğulları'nda toplanmasını istemediler. Bu yüzden kavminizin aleyhinde birleştiler. Kureyş halifeliği kendisi çin tercih etti. İsabet etti ve başarılı da oldu."[216]

Hilâfetin Ali'ye (a.s) verilmemesinin bir diğer nedeni de var. Kureyş'in İslâm'a karşı girdiği savaşlarda onları caydıran ve büyük darbeler indiren kişi Ali'ydi. Peygamber'in (s.a.a), Ali'nin (a.s) ve başkalarının kılıçları aracılığıyla döktüğü bütün Kureyş kanlarının hesabını, Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra yalnızca Ali'ye (a.s) yüklediler. Çünkü Kureyş'in kabile geleneğinde, Peygamber'den sonra, dökülen kanlarının öcünü alacakları Ali'den başka birisi yoktu.[217]

Ali'yi Hilâfete Yaklaştırmama Plânının Belirtileri

 Halifeliği Ali'ye (a.s) kaptırmamak için hareket eden muhalif grubun önceden hazırladığı sağlam bir plânın olduğunu düşünüyoruz ve bu düşüncemizi destekleyen birtakım veriler de vardır:

1- Bu grubun Medine'den ayrılmaması ve durum ne olursa olsun Medine'den çıkmaya yanaşmamaları. Çünkü Peygamber'in (s.a.a) sağlığının gittikçe bozulduğunu görüyorlardı. Ayrıca Peygamber'in (s.a.a), dinin ve devletin selâmeti için sık sık Ali'yi Müslümanlara tavsiye ettiğini de gözlemliyorlardı.

2- Her zaman Peygamber'in (s.a.a) yanında durmaları ve Ali'nin (a.s) hilâfetini pekiştirici bir gelişmenin gerçekleşmemesi için tetikte beklemeleri. Ömer'in; "Allah'ın kitabı bize yeter." sözüyle kopardığı gürültü bunun bir göstergesidir. Sonra Masum Peygamber'in (s.a.a) ağrılardan dolayı ne dediğini bilmemekle suçlanması. Çünkü Peygamber'in (s.a.a); "Bana kürek kemiği ve mürekkep getirin." şeklindeki sözü, eğer bazılarının önceden belirlenen bir plânı olmasaydı, nefret ve kuşkuya neden olmazdı, Peygamber'i engellemek için gürültü çıkarmalarına sebebiyet teşkil etmezdi.

3- Ali'nin (a.s) ve Haşimoğulları'nın Resulullah'ın (s.a.a) defin işlemleriyle meşgul olmaları fırsat bilinerek derhal halifelik meselesi ele almaları. Ömer, Sakife toplantısını duyar duymaz, Peygamber'in (s.a.a) evine giren Ebu Bekir'i çağırıyor, senin de bulunmanı gerektiren bir olay baş gösterdi, diyor. Ali'nin veya Haşimoğulları'ndan başka birinin haberdar olmaması için de olayın ne olduğunu açıklamıyor. Niçin? Acaba bu önemli olay, içlerinde Ebu Bekir ve Ömer'den daha fazla İslâm'ın üzerine düşen kimselerin de bulunduğu başka Müslümanları ilgilendirmezken neden Ebu Bekir'i ilgilendiriyor? Niçin Ömer'in kendisi Peygamber'in (s.a.a) evine girmiyor. Neden meseleyi orada bulunan diğer Müslümanlara da açmıyor?

4- Ensarın tarafsız kalmasını sağlamaya çalışmaları, Peygamber'in (s.a.a) aşireti olmadıklarını ileri sürerek onları siyasî rekabet meydanının dışına çekmeye çaba göstermeleri.

5- Biatin ilk önce ensardan alınması. Çünkü yeni halifeye ilkin Kureyş biat etmiş olsaydı, bu biatin en küçük bir pratik değeri olmazdı. Bilâkis İmam Ali (a.s) sonraki aşamada Kureyş'in aleyhine argüman geliştirebilirdi. Ensar İmam Ali'nin yanında olduktan sonra hiç kimse onunla bu hususta mücadele edemezdi.

Sakife'den çıkıldıktan sonra biatin alınış biçiminden de bu niyeti algılayabiliriz. O sırada insanlar mescitte toplanmışlardı. Ömer şöyle dedi: "Niçin ayrı halkalar şeklinde toplanmışsınız? Ensarın biat ettiği Ebu Bekir'e biat etsenize!" Bunun üzerine Osman ve Ümeyyeoğulları'ndan bazı kimseler kalktılar ve biat ettiler. Sonra Sa'd ve Abdurrahman'la birlikte Zühreoğulları'ndan bazı kimseler kalkıp biat ettiler.

6- Haşimoğulları'na muhalif grubu desteklemek maksadıyla önceden Medine'nin dışından başka unsurların Medine'ye getirilip hazır bekletilmesi. Bunun kanıtı da Ömer'in şu sözüdür: "Eslem kabilesini gördüğümde bunların bize yardım edeceğinden emin oldum."[218]

7- Bir aldatma olarak gerçekleşmiş uygulamaları bir oldu bittiyle kabul ettirmeye çabalamaları. Kendilerine karşı çıkanları Müslümanların birliğini bozmak ve fitne çıkarmakla suçlamaları. Nitekim bunu, daha sonra peş peşe meydana gelen olaylar aracılığıyla gözlemleyebiliyoruz. Bu arada biat etmeyenleri ve Sakife kararlarına muhalefet edenleri bastırma girişimlerinde bulunmaları.[219]

8- Önceden belirlenmiş bir plânın bulunduğunun kanıtlarından biri de, Osman b. Affan'ın, kendisine böyle bir şeyi yazmasını emretmediği hâlde Ebu Bekir'in vasiyetine, ondan sonraki halife olarak Ömer'in adını yazmasıdır.[220] Çünkü Ebu Bekir baygındı. Osman, Ömer'in Ebu Bekir'den sonraki halife olduğunu nereden biliyordu?

9- Daha sonra Ömer Osman'ı, aralarında birinin halife seçecekleri kurula atıyor ve onun halife olmasını sağlayacak şekilde desteğini açıklıyor. Hiçbir tarihçi ve uzman araştırmacı, bu altı kişilik kurulu, Ali (a.s) gibi açık ve net bir şekilde tahlil edememiştir.[221]

10- Sakife toplantısından sonra hükümet kurulunca, Ebu Bekir halife oldu, Ebu Ubeyde maliyenin başına getirildi, yargı görevi de Ömer'e verildi.[222] Bu üçü de devlet mekanizmasında en önemli ve en hassas görevlerdir. Devlet mekanizmasındaki bu görevler, önceden plânlanmadan öyle rast gele birine verilmez.

11- Ömer öleceği sırada şunu söylüyor: "Eğer Ebu Ubeyde sağ olsaydı, onu kendimden sonraki halife olarak tayin ederdim."[223] Ömer'in böyle bir temennide bulunmasının nedeni, Ebu Ubeyde'nin yeterliliği ve liyakati değildi kuşkusuz. Çünkü Ömer asıl hilâfete lâyık olanın Ali (a.s) olduğunu biliyordu. Ama yaşarken olduğu gibi öldükten sonrada da Ali'nin ümmetin liderliğini üstlenmesini istemiyordu.

12- Muaviye, Muhammed b. Ebu Bekir'e yazdığı bir mektupta, Ebu Bekir'i ve Ömer'i plân yaparak halifeliği Ali'nin elinden kapmakla suçlamaktadır. Mektubunda şöyle diyor: "Biz de biliyorduk, baban da biliyordu, halifelik Ali'nin hakkıydı. Bu hakka uymak ve yerine getirilmesini sağlamak bizim görevimizdi. Allah Peygamber'i için katındaki nimetleri vermeyi dileyince, vadi de tamamlanınca ve kanıtı da her yerde belirgin bir şekilde ortaya konulunca, Allah Peygamber'ini (s.a.a) katına aldı. Ali'nin hakkını elinden alan ilk kişiler senin baban ve Faruk (Ömer) oldu. Onun emirliğine karşı çıktılar. Bu hususta aralarında tam bir ittifak ve uyum vardı. Sonra Ali'yi kendilerine biat etmeye çağırdılar. O da biat işini geciktirdi, ağırdan aldı. Bunun üzerine ona karşı birtakım tedbirler aldılar ve onunla ilgili ağır plânlar kurdular.[224]

13- Emir'ül-Miminin Ali'nin (a.s) Ömer'e söylediği şu söz: "Yarısı senin olan sütü sağ ey Ömer! Yarın sana dönmesi için bu gün onun (Ebu Bekir'in) işini iyi bağla (sağlamlaştırmaya çalış)."[225]

14- Hz. Fatıma'nın (a.s) egemenliği ele geçirenleri siyasî hizipçilikle ve iktidarı Haşimoğulları'nın elinden almak için plân hazırlamakla suçlaması.[226] Şöyle demişti Hz. Zehra: "Size ait olmayan bir deveye (hilâfete) kendi damganızı bastınız. Onu size ait olmayan bir yerde suvarmaya kalktınız. Fitne çıkacak iddiasıyla ve el çabukluğuyla iktidara el koydunuz. Haberiniz olsun! Kendileri fitneye düştüler ve cehennem kâfirleri kuşatmıştır."

Sakife Olayının Olumsuzlukları

1- Tam bir diktatörlük örneği sergilendi. Sakife'ye katılanlar, Resulullah'ın (s.a.a) tertemiz Ehlibeytiyle ilgili tavsiyelerini önemsemediler. Onları önder edinmenin ve onların ipine sarılmanın gerekliliğine dair apaçık emirlerini umursamadılar. Bir an için -sırf fikir yürütmek için söylüyoruz- bu tür emirlerin olmadığını varsayalım, Peygamber'in (s.a.a) Ehlibeyt'inden birinin halifeliğine dair açık sözünün olmadığını düşünelim ve diyelim ki, Ehlibeyt soy, sop, ahlâk, cihad, ilim, amel, iman veya ihlâs bakımından diğer sahabîlerden hiçbir şekilde farklı ve ayrıcalıklı değildiler, peki, Peygamber'in (s.a.a) tekfin ve defin işlemlerinin tamamlanmasından sonra biat işini gerçekleştirmenin, biati bu işlemlerden sonraya ertelemenin önünde şer'î, aklî ya da geleneksel bir engel mi vardı?[227]

Peygamber'in (s.a.a) vefatından hemen sonra boşluğu doldurmak için acele edenlerin bu telâşı, eğer bir şeye delâlet ediyorsa, o da şudur: Ortada birtakım kanıtlar veya şer'î bir zemin vardı. Bu kanıtların ve bu zeminin etkin olmasına fırsat vermeden dizginleri ele almaları gerekiyordu. Ki naslar belirleyici olmasın ve işler doğal mecrasında gelişmesin. Bu yüzden sonraki yıllarda Ömer Ebu Bekir'e biat meselesiyle ilgili olarak: "O bir oldu bittiydi. Allah Müslümanları bu oldu bittinin şerrinden korudu. Bir daha bir kimse benzeri bir şeye kalkışırsa, onu öldürün." diyecekti.[228]

2- Biat, seçimin meşruiyeti ve icmanın gerçekleşmesi için şart koşulan hususlardan biri olarak ehli hal ve akd sayılan kimselerin katılımıyla gerçekleşmemişti. Çünkü Sakife'de Ali (a.s), Abbas, Ammar b. Yasir, Selman, Huzeyme b. Sabit, Ebu Zer, Ebu Eyyub el-Ensarî, Zübeyr b. Avvam, Talha ve Übey b. Kâb gibi üst kesimden büyük sahabîlerin görüşlerine başvurulmadan gerçekleşmişti.

3- Müslümanlardan biat alınırken şiddet ve sertlik yöntemi esas alındı. Birçok Müslüman biat etmeye zorlandı. Biat alınmasında Ömer'in kırbacı çok işe yaramıştı.

4- Sakife olayı Müslümanlara sapkın kavramları telkin etti:

a) "Muhammed'in saltanatı hususunda kim bize karşı çıkabilir?!" sloganıyla ümmet üzerinde bir egemenlik kuruldu ve ümmetin rolü küçümsendi.

b) Rabbanî nübüvvet ve Resulullah'ın hilâfeti, bir aşiret iktidarına indirgendi. Başa gelecek kişi için kutsal şeriatın naslarından meşruiyet aranacağına aşiretin mensubu olması prensibi yeterli görüldü.

c) Müslümanların önünde iktidar bağlamında çok başlılığın yolu açılmış oldu. Artık Allah'ın nass ile tayin ettiği kimseye baş kaldırmak normal karşılandı. Allah'ın emriyle tayin edilmiş yöneticiye baş kaldırmak için insanlara cesaret verilmiş oldu. Bunun tipik bir örneği Sakife'de ortaya atılan şu görüştür: "Bizden bir emir, sizden de bir emir olsun."

d) Sakife toplantısı, ümmetin varlığına ve siyasî görüşünü aşmak, görmezlikten gelmek için uygun bir zemin hazırlamış oldu. Nitekim daha sonra bunun örneklerini Ömer'in halife tayin edilmesinde, ardından Ömer'in ölümüyle birlikte, kendisinin ümmetin başına sardığı şûra olayında görüyoruz.

İmam'ın (a.s) Sakife Toplantısı Karşısındaki Tavrı

İmam Ali (a.s) diğerleri gibi hilâfeti teslim almaya, hilâfet tahtına oturmaya can atmıyordu, böyle bir ihtirası yoktu. Onun tek amacı İslâm'ın prensiplerini oturtmak, İslâm davasını yaymak, dini ve din mensupları onurlu bir konuma getirmekti. Peygamber'in (s.a.a) büyüklüğünü ortaya koymak ve hayat biçimini gelecek kuşaklara aktarmaktı. İnsanların Peygamber'in (s.a.a) hayat tarzına uymalarını sağlamaktı. Bu yüzden Peygamber'in (s.a.a) tekfini, namazının kılınması ve defnedilmesiyle uğraştı. Resul tarafından lâyık olduğu ve nebevî nasla tayin edildiği hilâfetin başkasına verileceğini aklından geçirmiyordu. Fakat insanların içinden, Peygamberlerinin (s.a.a) Uhud ve Huneyn günlerinde dile getirdiği tavsiyelerden farklı duygular geçiyordu. Haksız iktidarı ele geçirme ihtirası akıllarını başlarından almıştı. Bu yüzden Peygamberlerinin (s.a.a) na'şını, kefenlenmeden öylece orada bırakıverdiler. Daha önce Peygamber hayattayken zor zamanlarda ve şiddetli çarpışmalarda onu yalnız bırakıp kaçtıkları gibi.

Sakife toplantısının haberi, Peygamber'in (s.a.a) evine ulaştı. Ali (a.s) ve Haşimoğulları ile birlikte samimî bazı sahabîler Peygamber'in evindeydiler. Resulullah'ın (s.a.a) mübarek na'şının başında toplanmışlardı. Peygamber'in amcası Abbas Ali'ye şöyle dedi: "Ey kardeşimin oğlu! Uzat elini sana biat edeyim. İnsanlar: Peygamber'in amcası Peygamber'in amcasının oğluna biat etti! diyecekler. O zaman sana kimse karşı çıkmaz."

Ali (a.s) şu karşılığı verdi: "Ey Amca! Benden başka bu görevi isteyecek biri çıkar mı?"

Abbas şöyle dedi: "Yakında göreceksin."

Kuşkusuz İmam (a.s) o sırada olup bitenleri bilmiyor değildi. Bu yüzden Abbas'a şu net cevabı verdi: "Ben bu görevin kapalı kapılar ardında bana verilmesini istemem."[229]

Ebu Süfyan'ın Tavrı

Rivayet edilir ki: Ebu Süfyan Peygamber'in (s.a.a) evinin kapısına gelir. Ali (a.s) ve Abbas oradadır. Der ki: "Bu iş nasıl oluyor da Kureyş'ten en küçük oymağın eline geçebiliyor? Allah'a yemin ederim ki, eğer istersen onlara karşı vadiyi atlı ve piyadelerle doldururum." Ali (a.s) ona şu karşılığı verir: "Geri dön ey Ebu Süfyan! İslâm'a ve Müslümanlara yeterince düşmanlık ettin. Bu sefer de ona bir zarar veremeyeceksin."

Yine rivayet edilir ki: İnsanlar Ebu Bekir'e biat için toplanınca, Ebu Süfyan gelir ve şöyle der: "Allah'a yemin ederim ki, öyle bir gürültü ve toz duman görüyorum ki, onu ancak kan bastırabilir. Ey Abdumenafoğulları! Nasıl oluyor da Ebu Bekir sizin yönetiminizi ele alabiliyor? Nerede şu iki çaresiz; Ali ve Abbas?!" Sonra şöyle der: "Ey Ebu'l-Hasan! Uzat elini, sana biat edeyim." Ali (a.s) bu teklifi reddeder, onu bir kenara iterek şöyle der: "Allah'a yemin ederim ki, sen bunu fitne çıkarmaktan başka bir amaç için istemiyorsun. İslâm'a yeterince kötülük ettin. Senin öğütlerine ihtiyacımız yoktur."[230] Ebu Bekir'e biat edilince de, Ebu Süfyan şöyle der: Bizim Fasil'le (Ebu Bekir) işimiz yok. Bu, Abdumenafoğulları'nın hakkıdır."

Ona denir ki: "Ama Ebu Bekir senin oğlunu vali tayin etti."

Şu karşılığı verir: "Aramızdaki bir akrabalık bağı buna sebep olmuştur."[231]

Ebu Süfyan'ın Sakife'ye karşı çıkması, İmam Ali'nin (a.s) ve Haşimoğulları'nın hakkına inanmasından kaynaklanmıyordu. Onun tavrı göstermelik bir siyasî hareketti. Amacı İslâm'a karşı bir komplo kurmak ve İslâm'a bir şekilde zarar vermekti. Çünkü Ebu Süfyan'la Ebu Bekir arasında sağlam ilişkiler vardı.[232]

Sakife'ye Muhalif Gruplar

Liderliğe lâyık olmayan birinin halifeliğiyle sonuçlanan Sakife toplantısı kararlarına birtakım grupların itiraz etmesi doğaldı. Nitekim Sakife sonrasında üç grup belirginleşti:

Birincisi: Ensar. Bunlar siyasal ve toplumsal ağırlığı bulunan bir kitleyi oluşturuyorlardı. Aday gösterme ve seçim yapma bağlamında bu kitleyi hesaba katmak bir zorunluluktu. Nitekim bunlar Benî Saide Sakife'sinde yeni halifeye ve iki arkadaşına muhalefet ettiler. Kureyş'in galibiyetiyle sonuçlanan tartışmalar geçti aralarında.

Ebu Bekir ve hizbi ensar karşısında aşağıdaki argümanlardan yararlandılar:

1- Dinî mirasın paylaşımında Arap zihniyetinin ön plâna çıkarılıp Peygamber'in (s.a.a) akrabaları olduklarının ileri sürülmesi. Dolayısıyla Peygamber'in (s.a.a) dinî mirasına, diğer Müslümanlardan daha lâyıktılar. Halifeliğe ve egemenliğe de onlar gelmeliydiler.

2- Ensarın kendi içinde Ebu Bekir'i destekleyenler ve karşı çıkanlar diye bölünmesi. Bu içlerindeki kabile çekişmesinin veya birbirlerini çekememelerinin bir sonucuydu. Ya da yeni iktidar nezdinde yüksek bir makam elde etme dürtüsü etkili oldu. Nitekim bu düşüncenin, Üseyd b. Hudayr'ın Sakife'de söylediği şu sözde belirginleştiğini görüyoruz:

"Eğer Sa'd'ı bir kere bu makama getirirseniz, onlar bu şekilde her zaman sizden üstün bir pozisyonda olacaklardır. Bu makamda hiçbir zaman size bir pay vermeyeceklerdir. Kalkın ve Ebu Bekir'e biat edin."[233]

Sakife toplantısı iki açıdan Ebu Bekir'e güç verdi:

1- İmam Ali'nin (a.s) halk tabanını zayıflattı. Çünkü ensar bu toplantıyla kendilerini bağlamış oldular. Artık Sakife'den sonra İmam'ın saffında yer almaları mümkün değildi. Onun davasına veya halifelik hakkına hizmet edemezlerdi.

2- Ebu Bekir ensarın toplantısında, genelde muhacirlerin, özelde Kureyş'in haklarını savunan biri olarak belirginleşti. Çünkü ortam böyle bir çıkış yapmaya son derece elverişliydi. Orada muhacirlerin önde gelen isimleri yoktu. Eğer onlar toplantıda olsalardı, bu şekilde bir sonuç vermesi mümkün değildi.

İkincisi: Emevîler. Yönetimde yüksek bir yer edinmek için büyük siyasal amaçlar peşindeydiler. Cahiliye döneminde sahip oldukları egemenliği biraz da olsa geri almak için tetikte bekliyorlardı. Onların başında da Ebu Süfyan bulunuyordu. Ebu Bekir ve partisi, Emevîlerin siyasî ve maddî ihtiraslarını bildikleri için onlarla bu yönlerini tatmin edecek şekilde muamele ediyorlardı. Bunun için de Ebu Bekir kolaylıkla bazı ilkelerden ve şer'î haklardan ödün verebiliyordu. Nitekim Peygamber'imiz (s.a.a) Ebu Süfyan'ı zekât toplamak üzere bir bölgeye göndermişti. Ebu Bekir göreve geldikten sonra Ebu Süfyan'ın yanında bulunan ve Müslümanlara ait olan bu malların tümünü Ebu Süfyan'a bağışladı. Yine bu nedenle Sakife'den başarıyla çıkanlar Emevîlerin muhalefetine, Ebu Süfyan'ın İmam'ı (a.s) ve Haşimîleri desteklemek ve isyan çıkarmak anlamına gelen tehditlerine fazla önem vermediler.

Bilâkis Ebu Bekir ve hizbi Haşimoğulları'nın hâlihazırdaki ve gelecekteki güçlerini zayıflatmak için Emevîlerden yararlandılar. Bu amaçla devletin bazı önemli makamlarına Emevîlerden bazı kimseleri tayin ettiler.

Üçüncüsü: Haşimîler ve Ammar, Selman, Ebu Zer ve Mikdat (Allah onlardan razı olsun) gibi yakın dostları, bir de Haşimîlerin hilâfetin gerçek sahipleri olduklarına inanan geniş bir halk kesimi. Bunlar, Gadir-i Hum hadisesi gibi olaylarda belirginleşen naslar aracılığıyla Ali'nin (a.s) bu makamın gerçek vârisi olduğunu kabul ediyorlardı. Haşimîlerin izlediği politikayı da beğenmeleri bu tercihte etkiliydi.

Sakife organizatörlerinin ortaya attıkları çürük kanıtların bunlar üzerinde etkili olması mümkün değildi. Bu yüzden bunlar tarafından iktidarı ele geçirme yönünde birtakım çabaların yürütüldüğünü ve İslâmî deneyimin doğru çizgisinden sapmaması için bazı uyarıların yapıldığı görülmektedir.

Sakife'nin Sonuçları

Ebu Bekir ve hizbi, ensar ve Emevîleri saf dışı etmeyi başardı. Müslümanların halifesi olmayı garantiledi. Ama bu başarı onu açık bir siyasî çelişkiye düşürmüştü. Çünkü Sakife'de ileri sürdükleri tek kanıtları, Peygamber'in (s.a.a) yakınları olduklarıydı. Böylece dinî liderliğin miras yoluyla intikal ettiğini kabullenmiş oluyorlardı.

Ancak muhalif bir taraf olarak Haşimoğulları'nın varlığı siyasî dengeyi bozuyordu. Haşimîler Ebu Bekir ve hizbinin diğer gruplara karşı kullandıkları kanıtı onlara karşı kullandılar. Diğer Araplar içinde Kureyş Peygamber'e (s.a.a) daha yakınsa, o zaman Haşimoğulları Kureyş'in diğer oymaklarına göre daha fazla hak sahibidirler.

İmam Ali (a.s) aşağıdaki sözlerinde bunu gayet net bir şekilde dile getiriyor: "Muhacirler Peygamber'e yakınlığı kanıt olarak kullanıyorlarsa, biz de bu kanıtı muhacirlere karşı kullanıyoruz. Eğer onların kanıtı geçerliyse, biz de aynı kanıtla talepte bulunuyoruz. Aksi takdirde ensarın iddiası geçerliliğini korur."

Abbas Ebu Bekir'le yaptığı bir konuşmada bu kanıtı vurgular: "Diyorsun ki, biz Peygamber'in (s.a.a) şeceresiyiz (soy ağacıyız). Oysa siz o ağacın komşularısınız, biz ise onun yapraklarıyız."[234]

İmam Ali (a.s) Sakife mizanseninde sahte bir başarı kazananların yüreğinde daima korku ve endişe sebebiydi. Onların arzularının ve ihtiraslarının önündeki tek engeldi. Aslında birtakım çıkarcıları -ne de çoktular- etrafında toplayabilirdi. Her rüzgâra kapılan, kimin arabasına binerlerse onun borusunu öttüren, oylarını ve konumlarını siyaset pazarına çıkaran kimseleri elde etmesi kolaydı. Peygamber'in (s.a.a) kendisine miras bıraktığı humus geliriyle onları satın alabilirdi. Medine arazisinin ve Fedek ürünlerinin getirisiyle birtakım insanları yanında toplaması işten bile değildi. Ama o, bütün bunlara tenezzül etmedi. Böyle davranmayı şahsiyetine ve yüksek makamına yakıştıramadı. Bu bir yana. Öbür yandan, Sakife organizatörlerine karşı akrabalık kanıtını bir koz olarak kullanabilirdi. Hatta bu onun için önemli bir koz da sayılırdı. Nitekim bir değerlendirmesinde şöyle demişti: "Ağacı kanıt gösterdiler, ama ağacın meyvesini zayi ettiler." İnsanların büyük kısmı, Ehlibeyt'i kutsal sayıyor ve bundan dolayı Ehlibeyt'e büyük saygı gösteriyordu. Sonuç itibariyle bu kozlarını kullanarak siyasal egemenleri, çıkışı olmayan derin bir siyasî krize sokabilirdi. Ama o, bütün bunlara tenezzül etmeyecek kadar yüksek bir seciyeye sahipti. Bu yüzden de İslâm'ın yüksek çıkarlarını her türlü özel çıkarın önünde tuttu.

İmam'ın (a.s) böyle bir harekete yeltenmesi ihtimaline karşı siyasal iktidar iki iki değişik yönteme baş vuruyordu:

Birincisi: Hilâfet için Peygamber'in (s.a.a) akrabası olmanın rolün inkâr etmek. Bu ise, Ebu Bekir'in Sakife günü üzerine geçirdiği meşru giysiyi üzerinden çıkarmak anlamına gelirdi.

İkincisi: Siyasal iktidarın kendisiyle çelişkiye düşme pahasına, Sakife'de diğer tarafları saf dışı etmek için bu prensipte ısrar etmesi, ama buna rağmen Peygamber'e (s.a.a) daha yakın olan Haşimoğulları'na bu hakkı tanımaması veya tanıyıp da artık bunun zamanının geçtiğini söylemesi. Çünkü artık insanlar bir karara varmış, biri etrafından birleşmişler!

İkinci alternatif iktidarın tercihiydi.[235]



EBU BEKİR DÖNEMİNDE İMAM ALİ (A.S)

İktidarın Muhalefete Karşı İzlediği Adımlar

Egemen zümre, yoğun çabalar ve plânlamalardan sonra ele geçirdiği iktidarı bırakacak değildi. Sakife'de ileri sürdüğü ve iktidar aracı olarak kullandığı görüşlerini ısrarla savundu ve bunun için çeşitli yöntemler kullandı. Bu bağlamda kullandığı yöntemlerin ya da savunduğu görüşlerin meşruluğunu, İslâm davetini koruma özelliğine sahip olmasını göz önünde bulundurmadı. Nitekim egemen zümrenin, Hz. Muhammed'in (s.a.a) Ehlibeyt'ini nihai olarak iktidardan uzaklaştırmak, Haşimîlere güç veren düşünceyi bir daha dirilmemek üzere gömmek, daha doğrusu gelecekte ortaya çıkabilecek her türlü muhalefetin önünü kesmek için bazı siyasî adımlar ve taktikler geliştirdiğini görüyoruz:

1- Yeni yönetim, muhaliflere, yeni halifeye muhalefet etmelerinin İslâm şeriatında haram olan fitneye, kargaşaya sebep olmaktan başka bir şey olmadığını söylemeyi esas alan bir söylem geliştirdi. Bunu söylerken şu argümanı ileri sürüyorlardı: İslâm devleti henüz tam anlamıyla oturmuş değildir. Dış düşmanlar devletin varlığını tehdit ediyorlar. Öte yandan Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra genç İslâm devletinin sınırları içinde dinden dönme olayları da baş göstermiştir. Dolayısıyla bu koşullarda yeni halifeye muhalefet etmek fitne çıkarmaktan başka bir şey değildir.

2- Yeni halife ve partisinin Sakife'de Sa'd b. Ubade'ye karşı uyguladıkları şiddet ve sertlik esasına dayalı politikayı İmam Ali'ye (a.s) karşı da uyguladılar. Hatta Ömer, içinde Fatıma (a.s) dahi olsa İmam Ali'nin (a.s) evini yakma tehdidinde bulunmuştu.[236] Bunun anlamı şudur: Fatıma ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) Ehlibeyti'ne mensup diğer kimselerin, yönetim erkinin kendilerine karşı şiddet esaslı politikayı izlemesini engelleyecek bir dokunulmazlıkları yoktur.

3- Ebu Bekir ve yanındakiler Haşimoğulları'ndan hiç kimseyi devletin önemli bir görevine getirmediler. Çünkü Haşimîlerin halifeliği ele geçirmelerinden korkuyorlardı.[237] Geniş İslâm devletinin en küçük bir bölgesine bile, bir tek Haşimîyi dahi vali olarak tayin etmediler.

4- Halifeliği ve yüksek yönetim merkezini ele geçirmek hususunda Hz. Muhammed'in (s.a.a) Ehlibeyti'yle rekabet edecek, onlara düşmanlık besleyecek güçlü bir siyasî kitlenin hazırlanması. Nitekim biliyoruz ki, iki yüzlü ve çeşitli siyasî beklentileri olan Emevîler, Ebu Bekir ve Ömer zamanında devletin önemli makamlarını ele geçirmişlerdi. Öte yandan ikinci halifenin icat ettiği şûra olgusu da, Osman b. Affan'a diğer rakiplerine oranla daha şanslı hale gelmesini sağlamıştır.

Bu siyasal kitle büyüyecek ve gelişecekti. Çünkü bir şahıs tarafından değil, bir hanedan tarafından temsil ediliyordu. Dolayısıyla Hz. Muhammed'in (s.a.a) Ehlibeyti'nin hilâfeti ele geçirmesi de gün geçtikçe imkânsız hale gelecekti. En azından zor olacaktı.

5- Haşimoğulları'na eğilimi bulunan tüm görevlilerin görevlerinden uzaklaştırılması. Rivayet edilir ki, Ebu Bekir Şam bölgesini fethetmek üzere gönderdiği ordunun komutanı Halid b. Sa'd b. As'ı görevden almıştı. Bunun tek nedeni de Ömer'in, onun hakkında Haşimîlere ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) Ehlibeyti'ne eğiliminin olduğunu söylemiş olmasıydı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra kendilerine karşı muhalif bir tutum takınmış olduğunu hatırlatmış olmasıdır.[238]

6- İmam Ali'nin (a.s) meşru hakkı olan halifeliği geri almak için yararlanmasın diye onun ekonomik olarak zayıf bırakılması. Bu amaçla halife Fedek arazisini Hz. Fatıma'dan (a.s) aldı. Çünkü Hz. Fatıma'nın (a.s) eşinin davasını yürütmesi eyleminde onun arkasındaki en büyük destek olduğunu biliyordu. Öte yandan bazı siyasal grupların, destek ve oylarını parayla sattıklarını da biliyoruz. Bu gruplar daha fazla para veren bir başkasına da oylarını satabilirlerdi. Nitekim halife Ebu Bekir de parayı ve malı insanları ayartmak ve desteklerini sağlamak için kullanmıştı.[239]

Öte yandan Hz. Fatıma (a.s), İmam Ali'nin (a.s) arkadaşları açısından, Ali'nin halifeliğe daha çok hak sahibi olduğunu gösteren bir kanıt konumundaydı. Bu yüzden halife, Emir'ül-Müminin'in (a.s) en büyük destekçisi Fatıma'nın (a.s) konumunu nötrleştirme hususunda önemli bir adım attı. Dolaylı ve yumuşak bir üslupla Fatıma'nın (a.s) da herhangi bir kadın olduğunu, bırakın halifelik gibi önemli bir meseleyi, Fedek gibi basit bir meselede dahi görüşünün delil olamayacağı anlayışını Müslümanların zihinlerine yerleştirdi. Bu açıdan şöyle bir sonuç kendiliğinden ortaya çıkıyordu: Fatıma (a.s) hakkı olmayan bir toprağı isteyebildiğine göre, kendilerini Resulullah'ın (s.a.a) halifesi makamına lâyık gören ve iktidarı ele geçiren bu sahabelerin savunduğu gibi, hiçbir hakkı olmadığı halde kocası için de İslâm devletinin tümünü isteyebilir![240]

Rivayet edilir ki, Ebu Bekir halife olunca adamlarını Fedek arazilerini Hz. Fatıma (a.s) adına kontrol eden vekilinin yanına gönderdi. Onu oradan uzaklaştırarak araziye el koydu. Bu arada kendisinden başka kimsenin rivayet etmediği bir hadisi zikretti. Peygamberimizin (s.a.a) şöyle dediğini duymuştu: "Biz Peygamberler topluluğu miras bırakmayız. Bizden geride kalan mallar, sadakadır." Şu halde Hz. Peygamber (s.a.a) de miras bırakmamıştı. Ondan geriye kalan mallar Müslüman yoksullara ve miskinlere sadaka olarak dağıtılmalıydı.[241]

Sakife Halifeliğinin Aleyhindeki Kanıtlar

Sahabeler içinde seçkin bir zümre İmam Ali'nin (a.s) yanında yer aldı. Meşru halifelik iddiasını sonuna kadar savundu. Bunlar kararlı ve kendilerine güvenerek, açıkça Ali'nin haklılığını ilan ettiler. Kesin ve tayin edici kanıtları vardı. Şer'î naslara dayalı tartışılmaz argümanları bir bir sıralıyorlardı. Bunların üslubunda hakkı bulma, İslâmî yönetimi sapmalara karşı koruma hırsı kendiliğinden belli oluyordu. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.a) mescidinde toplanmışlardı. Seçkin sahabelerden biri olan Huzeyme b. Sabit kalkmış ve şöyle demişti: "Ey insanlar! Bilmez misiniz ki, Resulullah (s.a.a) bir konuyla ilgili olarak benim tek başıma yaptığım şahitliği kabul ederdi ve ikinci bir kişinin daha bu konu hakkında şahitlik etmesini istemezdi?" Evet, dediler. Bunun üzerine şöyle dedi: "O zaman şahitlik ederim ki, ben Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: 'Benim Ehlibeyti'm hak ile batılı birbirinden ayırır. Onlar, uyulan imamlardır.' Ben bildiğimi size söyledim. Elçiye düşen, apaçık bir duyurudan başka bir şey değildir."

Ammar b. Yasir de kanıtlarını ortaya koydu ve şöyle dedi: "Ey Kureyş topluluğu! Ve ey Müslümanlar! Şayet biliyorsanız, ne ala! Eğer bilmiyorsanız, bilin ki, Peygamber'inizin (s.a.a) Ehlibeyti ona daha yakındırlar, onun mirasçısı olmaya daha uygundurlar. Dinî hususları daha iyi ayakta tutabilirler. Onlar, müminler için daha güvencelidirler. Peygamber'in (s.a.a) getirmiş olduğu dini, daha iyi korurlar ve ümmet için en hayırlısını isterler. Gidin arkadaşınıza söyleyin; ipiniz iyice bir kör düğüme dönüşmeden, işlerinizde zayıflık baş göstermeden, aranızda ayrılıklar çıkmadan ve başınızdaki fitne iyice büyümeden hakkı sahibine iade etsin."

Sehl b. Huneyf de şunları söyledi: "Ey Kureyş topluluğu! Ben şahidim; Resulullah (s.a.a) şûrada -Peygamber mescidini kastediyor- durdu Ali b. Ebu Talib'in (a.s) elinden tutarak şunları söyledi: "Ey insanlar! Bu Ali, benden sonra sizin imamınızdır. Ben yaşarken de, benden sonra da benim vasimdir. Borcumu ödeyendir, sözlerimi yerine getirndir. Havuzumun başında ilk önce benimle musafahalaşacak olan da odur. Ne mutla ona uyan ve ona yardım edenlere. Yazıklar olsun ona karşı çıkanlara, onu yalnız bırakanlara."

Sonra Ebu'l-Heysem b Teyhan söz aldı ve şunları söyledi: "Ben şahidim; Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum günü Ali'yi ayağa kaldırdı ve insanlara gösterdi. Ensar dedi ki: Resulullah (s.a.a) onu halife olarak tayin etmek için ayağa kaldırdı. Bazıları da şöyle dedi: Resulullah (s.a.a), kendisini mevla edinenlerin onu da mevla edinmesi için onu kaldırdı. Bu konuyla ilgili çok tartışma çıktı. Sonra aramızdan biri adamı Resulullah'a (s.a.a) gönderdik ve bunun ne anlama geldiğini sorduk. Buyurdu ki: "O, benden sonra müminlerin velisidir ve insanlar içinde ümmetimin hayrını en fazla düşünen kimsedir." Ben bizzat yaşadığım bu olaya şahitlik ederim. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Hiç kuşkusuz hak ile batılın ayrılacağı hüküm günü, vakit olarak belirlenmiştir."

Başkaları da kalkıp konuştular. Bunlar arasında Ebuzer, Ebu Eyyub el-Ensarî, Utbe b. Ebu Leheb, Nu'man b. Aclan ve Selman-i Farisî gibi isimler vardı. Her biri karşı tarafın aleyhine somut kanıtlar ortaya koydular.[242]

İmam'ı (a.s) Biat Etmeye Zorlama Girişimi

İmam'ın (a.s) biat etmekten kaçınması, bazı seçkin sahabenin açıktan kanıtlar ortaya sürmesi, iktidara gelenlerden çekilmelerini ve iktidarı meşru sahibine teslim etmelerini istemeleri, Müslümanların duygularını hareket ettirmede güçlü bir etki bıraktı. Müslümanlar İmam'ın (a.s) safında yer almaya başladılar. Öte yandan Medine çevresinde Esed, Fezare[243] ve Benî Hanife gibi Gadir-i Hum günü Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ali'yi kendisinden sonra müminlerin emiri olarak tayin edişine tanık olan mümin aşiretler vardı. Bunlar Ebu Bekir'e biat etmeyi reddediyorlardı. Gayri meşru saydıkları bu yeni hükümete zekât vermeyi kabul etmiyorlardı. Bunlar namaz kılıyor ve İslâm'ın diğer şiarlarını yerine getiriyorlardı. Bütün bunlar iktidar için büyük bir tehlike oluşturuyordu. İktidardakiler bu tehlikeye son vermenin gerekliliğine inandılar. Bunun için de muhalefetin başı konumundaki Ali b. Ebu Talib'in (a.s) Ebu Bekir'e biat etmeye zorlanması gerekiyordu.

Bazı tarihçiler şöyle anlatırlar: Ömer, Ebu Bekir'in yanına geldi ve şöyle dedi: "Şu biat etmekten kaçınan adamdan biat almayacak mısın? Be adam! Ali sana biat etmedikçe, bir şey yapmamışsın! Onu çağır gelip sana biat etsin."

Sonunda İmam'ı (a.s) zorla Ebu Bekir'e biat etmek durumunda bırakmaya karar verdiler. Bir grup asker gönderdiler. Askerler Ali'nin (a.s) evini kuşattılar ve zorla eve girdiler.[244] Ali'yi (a.s) evden Peygamber'in (s.a.a), hakkında " Musa için Harun ne ise, benim için de sen osun. Şu kadarı var ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir." buyurduğu bir şahsiyete yakışmayacak şekilde yaka paça çıkardılar.

Ebu Bekir'in yanına götürdüler. Öfkeyle ve şiddetle bağırdılar: "Ebu Bekir'e biat et!" İmam kendine güvenen, cesur ve yiğit bir mantıkla onlara cevap verdi: "Bu iş sizden çok benim hakkımdır. Ben size biat etmem. Asıl sizin bana biat etmeniz gerekir. Bu işi ensardan aldınız. Alırken de onlara karşı, Peygamber'in (s.a.a) akrabaları olduğunuzu kanıt olarak ileri sürdünüz. Şimdi de bu işi biz Ehlibeyt'ten gasp ediyorsunuz. Siz değil miydiniz ensara, Hz. Muhammed'in (s.a.a) akrabaları olduğunuz için bu işe daha lâyık olduğunuzu söyleyenler? Bu gerekçeye dayalı olarak onlar da size liderliği ve emirliği teslim etmediler mi? Ben de, sizin ensara karşı kullandığınız kanıtın aynısını size karşı kullanıyorum. Biz hayattayken de, ölümünden sonra da herkesten daha çok Resulullah'a yakınız. Bize karşı adil olun, eğer inanmışsanız. Aksi takdirde bile bile zulmetmiş olursunuz."[245]

İmam bu açık tavrıyla, onların iktidarı ele geçirmek için kullandıkları siyasal gerekçenin gerçek mahiyetini ortaya koymuş oluyordu. Bundan sonra ya teslim olacaklardı, ya da zihinlerinde olan ve nefislerinde dolaşan gizli düşünceye dayanarak reddedeceklerdi. İmam Ali'nin (a.s) kesin kanıtı karşısında söyleyecek şey bulamayan Hattab'ın oğlu öfkelendi. Sertlik yolunu tutarak şöyle dedi: "Biat etmedikçe seni bırakmayız." İmam onu iterek şöyle dedi: "Bu gün yarısı senin olan sütü sağ. Bu gün onun adına sık sıkıya koru. Nasılsa yarın sana dönecek. Allah'a yemin ederim ki ey Ömer! Senin sözünü kabul etmiyorum ve ona biat etmiyorum."[246]

Burada İmam (a.s), Ömer'in ısrarla kendisinden biat almaya çalışmasının gerisindeki sırrı açıklıyor. O, Ebu Bekir'den sonra hilâfetin ve iktidarın kendisinin eline geçmesi için mücadele veriyordu.

Ebu Bekir olayların istenmeyen bir mecraya doğru gelişmesinden korktu. İmamın öfkelenmesinin neticelerinden endişelendi ve şöyle dedi: "Eğer biat etmesen, seni zorlayacak değilim." Ardından Ebu Ubeyde b. Cerrah İmam'ı (a.s) sakinleştirmek ve sevgisini kazanmak maksadıyla konuştu ve şunları söyledi:

"Ey amcamın oğlu! Sen henüz gençsin. Bunlar senin kavminin yaşlılarıdır. Senin onlar kadar deneyimin ve olaylar hakkında bilgin yoktur. Benim kanaatime göre Ebu Bekir bu işle ilgili olarak senden daha güçlüdür. Zorluklara daha fazla katlanabilir, zorlukların üstesinden daha iyi gelebilir. Bu işi Ebu Bekire teslim et. Eğer sen çok yaşarsan ve ömrün yeterse, faziletinden, dininden, ilminden, anlayışından, dinde önceliğinden, soyundan ve evlendiğin hanım bakımından bu işe lâyıksın ve bu senin hakkındır."[247]

Bu siyasî açıklamaların amacı, zihinleri bulandırmak ve tepkileri ertelemekti. Bu taktiğin İmam Ali'nin (a.s) bilinci üzerinde yatıştırıcı bir etki bırakması mümkün değildi. Tam tersine ruhunda derin bir ıstırap bıraktı; meydana gelebilecek sapmalardan dolayı endişelenmesine neden oldu. Bu nedenle karşısındakileri uyarmak ve işledikleri hataya dikkatlerini çekmek maksadıyla şunları söyledi: "Allah... Allah... Ey muhacirler topluluğu! Muhammed'in (s.a.a) Araplar üzerindeki hakimiyetini onun evinden, yuvasından çıkarıp kendi evlerinize ve yuvalarınıza götürmeyin. Onun ailesini, onun insanlar arasındaki makamından ve hakkından uzaklaştırmayın. Allah'a yemin ederim ki, ey muhacirler! Bütün insanlar içinde ona en yakın ve en lâyık olanlar biziz. Çünkü biz Ehlibeyt'iz, bu işte biz sizden daha çok hak sahibiyiz. Allah'ın kitabını okuyan, Allah'ın dininde derin kavrayış sahibi olan, Resulullah'ın (s.a.a) sünnetini bilen, tâbilerin işlerinden haberdar olan, gelebilecek kötülükleri onlardan uzaklaştıran, nimetleri onlar arasında eşit bir şekilde paylaştıran biri varsa, Allah'a yemin ederim ki, o da bizim içimizdedir. Şu hâlde heva ve heveslerin peşine düşmeyin. Aksi takdirde, Allah'ın yolundan saparsanız. Bu da Hak'tan daha fazla uzaklaşmasına neden olur."[248]

Rivayete göre, bütün bunlar olurken Hz. Fatıma (a.s) Emir'ül-Müminin'in (a.s) arkasından, İmam'ı savunmak üzere evinden çıktı. Çünkü İmam'a (a.s) bir kötülük yapmalarından korkuyordu. Oğulları Hasan ve Hüseyin'in (a.s) de ellerinden tutmuştu. Bütün Haşimî kadınlar da onunla birlikte evlerinden çıkmışlardı. Fatıma (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) mescidine geldi ve oradakileri, İmam'ı rahat bırakmamaları durumunda kendilerine beddua edeceğini söyleyerek tehdit etti. Dedi ki: "Amcamın oğlunu serbest bırakın. Bırakın kocamı. Allah'a yemin ederim ki saçlarımı dağıtır, babamın gömleğini başımın üzerine koyar ve size beddua ederim. Hiç kuşkusuz Salih Peygamberin (a.s) devesi Allah katında benden, onun yavrusu da benim çocuklarımdan daha değerli değildir."[249]

İmam Ali (a.s) ve Sakife'den Kaynaklanan Olumsuzluklar

Hz. Ali'nin (a.s) bütün tavırları cesurcaydı. Resulullah'tan (s.a.a) sonra hilâfet meselesi karşısındaki tavrı tam bir kahramanlık örneğiydi. Evet, ilâhî inanç sistemi (akide), her dönemde canını ve malını feda ederek ilkelerini güçlendirecek bir kahraman ister. Hicret günü Ali'yi (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) yatağında sabahlamaya, Resulullah'ı da kurtuluş Medine'sine hicret etmeye iten sebep buydu. Ancak Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra karşılaşılan durum nedeniyle İmam Ali (a.s) ne kendini, ne de oğulları Hasan ve Hüseyin'i feda edebilecek durumda değildi. Çünkü eğer kanaati doğrultusunda hilâfeti şer'î mecrasına döndürmek için kendini feda edecek olsaydı, ondan sonra ipin ucunu tutacak bir kimse kalmazdı. Resulullah'ın (s.a.a) iki torunu kendilerinden istenen görevi yerine getiremeyecek kadar küçüktüler.

Bu nedenle, hayatının her döneminde, Kâbe'nin içinde dünyaya geldiği günden Kûfe mescidinde şehit olduğu güne kadar ilkeler uğruna canını bir kurban olarak ortaya süren Ali (a.s) bu sefer Peygamber (s.a.a) tarafından atandığı makamı feda etti ve Peygamber'in (s.a.a) kendisine vasiyet ederek emanet bıraktığı ve koruma görevini verdiği yüksek maslahatlar uğruna zahirî siyasî liderlikten feragat etti.

Ali (a.s), yolların ayrılış noktasındaydı; hepsi de zor ve hepsi de kendisine ağır geliyordu.

1- Ya diğer Müslümanlar gibi Ebu Bekir'e biat edecekti. Daha doğrusu varlığını, kişisel menfaatlerini ve gelecekteki çıkarlarını korumayı esas alan bir davranış içinde olacaktı. O zaman iktidar sahiplerinin nezdinde yüksek bir makama ve saygıya nail olacaktı. Bu mümkün değildi. Çünkü bu, Ebu Bekir'e biat edilmesini, onun velâyetini, liderliğini onaylamak, kabul etmek anlamına gelirdi. Bu ise, Peygamber'in (s.a.a) emirlerine aykırıydı ve hilâfetin, velâyetin ve imametin asıl çizgisinden ve gerçek anlamından ebediyen sapmasına neden olurdu. Bu takdirde Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve İmam Ali'nin (a.s) İslâm'ın temellerinin kökleşmesi ve şer'î hilâfetin dayanaklarının sağlamlaştırılması için harcadıkları onca çaba ve emeğin, fedakârlıkların boşa gitmesi kaçınılmaz olurdu. Bunun ardından da İslâmî deneyimin bütünüyle asıl mecrasından çıkması gibi bir felâket ortaya çıkardı.

2- Gözünde bir çöp, boğazında bir kemik var olduğu hâlde susacaktı. İslâm'ın ve Müslümanların varlığını korumak için ılımlı bir çizgi takip edecek ve bu stratejisinin meyvelerini ileriki zamanlarda devşirecekti.

3- Ebu Bekir'in halifeliğine karşı silâhlı bir isyan başlatacak, insanları kendisiyle beraber olmaya çağıracak ve onları iktidarı silâhla devirmeye yönlendirecekti.

Fakat böyle bir isyandan ne gibi sonuçların elde edilmesi umulabilirdi? Bu sorunun cevabını, o günkü tarihsel koşullar bağlamında bulmaya çalışacağız.

Herkesin bildiği gibi, iktidar sahipleri en küçük bir muhalefet karşısında iktidarlarını bırakıp gitmezler. İmam'ın (a.s) muhataplarının da hilâfet makamına hırsla sarıldıklarını biliyoruz. Bu şu demekti: Onlar henüz elde ettikleri iktidarı korumak için ellerinden geleni yapacaklar, karşı koyacaklar, kendilerini savunacaklardı. Bu durumdan yararlanarak Sa'd b. Ubade'nin de yeni bir savaş başlatması gayet akla uygundu. Çünkü Sa'd'ın da siyasî amaçları ve bu amaçları tatmin etme arzusu vardı. Çünkü darbe yaparak iktidarı ele geçiren hizip Sa'd'dan biat isterken, o onları şu şekilde tehdit etmişti: "Hayır, Allah'a yemin ederim ki, dağarcığımdaki oklarla size saldırmadıkça, mızrağımı vücutlarınıza daldırmadıkça, kılıcımla size vurmadıkça, ailem ve bana tâbi olanlarla birlikte sizinle savaşmadıkça böyle bir şey yapmam. Bütün insanlar ve cinler size biat etseler de ben size biat etmem."[250]

Genel kanaat Sa'd'ın isyan etmek için hazır beklediği, ancak mevcut hilâfete karşı kılıç çeken ilk kişi olmak istemediği yönündedir. Sadece savaş ilânı anlamına gelen sert bir tehdit yöneltmekle yetinmişti. Bu yüzden kılıcını çekip meydana atılmak için deyim yerindeyse çıngal kopmasını beklemişti. Onun amacı, iktidardaki hizbin yıpratılması için beklemekti. Şayet iktidara karşı güçlü bir ses ortaya çıkacak olsaydı, o da harekete geçecek ve muhacirleri Medine'den atmanın yollarını arayacaktı.[251] Nitekim Sakife toplantısında onun adına konuşanlardan biri böyle bir tehditte bulunmuştu.

Bu arada Emevîleri, siyasal bir kitle olarak ağırlıklarını hissettirmeye başladıklarını da unutmuyoruz. Ayrıca cahiliye döneminin son zamanlarında Mekke'de büyük bir etkinlikleri vardı. İslâm'a ve Peygamber'in (s.a.a) hükümetine karşı Mekke'nin yürüttüğü mücadelenin lideri Ebu Süfyan'dı. Şu anda da İtab b. Üseyd b. Ebu'l-As b. Ümeyye Mekke'nin itaat edilen emiriydi.

Tarihî kaynaklarda bu dönemle ilgili olarak yer alan haberleri incelediğimiz zaman şunu görüyoruz:[252] Resulullah (s.a.a) vefat edip vefat haberi Mekke'ye ulaştığında Mekke valisi Üseyd b. Ebu'l-As b. Ümeyye saklandı. Şehir büyük bir sarsıntı geçirdi. Mekke halkı neredeyse mürtet oluyordu. Biz bunların iman ve akideden çıkıp mürtet olmaktan vazgeçmelerini açıklama yönündeki bazı yorumları ikna edici bulmuyoruz. Bizce bunun bir tek izahı olabilir; o da, Ebu Bekir'in halife olmasını kendi başarıları gibi algılamalarıdır. Nitekim bazı tarihçiler de bu kanaattedir. Çünkü Ebu Bekir'in halife seçilmesi, Peygamber'in (s.a.a) vefat ettiği gün gerçekleşmişti. Büyük bir ihtimalle Mekkeliler halifenin seçilmesi haberini vefat haberiyle birlikte aldılar. Aslında meselenin izahı şöyledir: Emevî vali İtab b. Üseyd bu hengâmede ailesinin alacağı tavrın rengini öğrenmek istediği için bir süre gizlendi ve bu karışıklıklar da başladı. Daha sonra Ebu Süfyan'ın önce öfkelendiğini, sonra da yeni iktidara razı olduğunu ve iktidar sahiplerinin yanında yer aldığını öğrenince, gelişmelerin Emevî hanedanının çıkarına uygun geliştiğini fark etti.[253] Bunun üzerine vali yeniden ortaya çıktı ve gelişmeler de doğal mecrasında akmaya başladı.

Bu da gösteriyor ki, bu sırada Emevî ailesi arasındaki siyasal ilişkiler devam ediyordu. Ebu Süfyan'ın Ebu Bekir'e ve arkadaşlarına öfkesini dile getirirken sözlerinin gerisindeki kuvvetin de nereden geldiğini bu sayede anlıyoruz. Şöyle demişti: "Öyle bir gürültü ve toz duman görüyorum ki, onu ancak kan bastırabilir." Ali ve Abbas'a da şöyle demişti: "Nefsim elinde olana andolsun ki, o ikisini kollarından tutup kaldıracağım."[254]

Dolayısıyla Emevîler isyana ve darbe yapmaya hazırdılar. Ali (a.s) onların bu niyetlerini gayet açık bir şekilde biliyordu. Emevîler ondan isyana liderlik etmesini istedikleri zaman, onların hangi niyetle hareket ettiklerini çok iyi biliyordu. Ali (a.s) onların güvenilecek kimseler olmadıklarının farkındaydı. Onlar, Ali'yi (a.s) kullanarak amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. Bu yüzden Ali de onların taleplerini reddetti. Aksi takdirde onların dinî otoriteye karşı bayrak açmaları kaçınılmaz olacaktı. Çünkü silâhlı gruplar birbirini boğazlarken, hâkimiyette olan iktidar onların çıkarlarını koruyamazdı. Onların bayrak açması demek, dinden çıkıp Mekke'nin Medine'den ayrılması demekti.

Şu hâlde böle bir zamanda Alevî bir isyan, kanlı bir muhalefetin ilânı anlamına gelirdi. Onu da çeşitli grupların başlatacağı başka kanlı isyanlar izlerdi. Bu takdirde hainlerin ve münafıkların kullanacakları uygun bir ortam oluşurdu.

Bu zorlu zaman, Ali'nin mevcut iktidara karşı tek başına sesini yükseltmesine elverişli değildi. Bilâkis, Ali'nin (a.s) sesini yükseltmesi değişik mezhep ve grupların birbirine girmesi anlamına gelirdi. O zaman da İslâm'ın varlığı ortadan kalkardı. Böyle bir hassas dönemde Müslümanların tek bir yönetim etrafında birleşmeleri hayatî öneme sahipti. Fitne ve isyanların olabileceği bu tür hassas zamanlarda Müslümanların kuvvetlerini birleştirmeleri son derece önemliydi.[255]

Bundan dolayı İmam Ali (a.s) orta yolu tutmak durumundaydı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendisine emanet ettiği İslâm risaletinin hedeflerinin mümkün olduğunca ekseriyetini gerçekleştirmek için bu yolu izlemekten başka da çaresi yoktu.

Bu da gösteriyor ki, Hz. Resulullah (s.a.a) Ali (a.s) için iki yol hazırlamıştı ya da iki aşamalı bir yol hazırlamıştı. Birinci aşama: Ali'nin (a.s) açıkça ve resmî bir şekilde şer'î imam ve Peygamber'in halifesi olarak tayin edilmesi, önceden de Müslümanlardan onun için biat alınması ve Gadir günü hazır olan olmayan herkesin gözlerinin önüne somut kanıtın konulmasıydı.

Resulullah efendimiz (s.a.a) tarihin ve zamanında yaşayan herkesin tanık olduğu gibi, büyük bir siyasî liderdi. Basiretli, ileri görüşlü ve isabetliydi. Ümmetine karşı da son derece şefkatliydi. Gayb âlemiyle ve ilâhî ilimle de sürekli temas hâlindeydi. Öte yandan ilâhî irade de, İslâm şeriatının en son şeriat olmasını öngörmüştü. Bu da ilâhî risaletin bütün hedeflerinin gerçekleşmesinin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bunun yanında Peygamber efendimiz (s.a.a) zamanındaki Müslümanların İslâm risaletine dair bilinçlerinin, İslâmî değerleri özümseme boyutlarının da farkındaydı. Müslüman olan veya ileride Müslüman olacakları beklenen toplumların karakterlerini de çok iyi biliyordu. Bu topluma cahilî değerlerin hâkim olduğunu, kabile asabiyetlerine göre hareket ettiklerini ve uzun süreli bir eğitim sürecinden geçmediklerini biliyordu. Peygamberimizin (s.a.a) yaşadığı dönemi inceleyen herkesin göreceği bu koşullardan dolayı uzun vadeli bir stratejinin olması bir zorunluluktu. İlâhî mesajın bütünüyle egemen olmasının garantisi olacak böylesine uzun vadeli bir stratejinin olması kaçınılmazdı. Çünkü böyle bir plânın olmaması İslâm risaletinden beklenen sonuçların alınmaması, hedeflerinin gerçekleşmemesi anlamına gelirdi. Özellikle toplumun kısa süre önce bir değişim geçirdiğini düşündüğümüz zaman, değişimin kalıcı ve verimli sonuçlara götürücü özellikte olması için Peygamberimizin de böyle bir plân hazırladığı muhakkaktır.

Bu da gösteriyor ki, ümmetin yüz çevirmesinden veya ilâhî-nebevî öneriye uymamasından sonra devreye giren ikinci aşama; sabretmeyi, kesin kararlı olmayı ve eğitsel faaliyet yönünde pratik bin plân hazırlayıp uygulamayı öngörüyordu. Genç İslâm devletinin himayesinde gerçek değerlerin öğretimini esas alan bir eğitim plânı. İlâhî-nebevî önerinin kabul edilmesini, egemenliğin meşru sahiplerine iade edilmesini, ölümsüz şeriatın sahih uygulamasını ve ilâhî hedeflerin en parlak şekilde gerçekleşmesini sağlayacak gerekli şartları oluşturmayı ön gören bir olân.

İmam Ali (a.s) ve Kur'ân'ı Toplama Görevi

Bütün sahih rivayetler İmam Ali'nin (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) cenaze işlemlerinin, tekfin ve tedfin işinin sona ermesinin ardından evine çekildiği ve ayrı yerlerde yazılı bulunan Kur'ân ayetlerini toplamakla, nüzul sırasına göre tertiplemekle meşgul olduğu hususunda görüş birliği içindedirler.

İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Resulullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) dedi ki: 'Ey Ali! Kur'ân yatağımın arkasında mushafta, ipek levhalarda ve kâğıtlarda yazılıdır. Onu al ve bir kitap hâline getir. Yahudilerin Tevrat'ı kaybetmeleri gibi onları kaybetme.' Bunun üzerine Ali (a.s) gitti ve onları sarı bir örtü içine koyup topladı."[256]

Yine rivayet edilir ki: "İmam Ali (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra insanlarda dine karşı bir vurdumduymazlık, bir hafiflik gördü. Bunun üzerine Kur'ân'ı toplamadıkça üzerine bir rida almamaya yemin etti. Evinden üç gün çıkmadı. Bu üsre içinde Kur'ân'ı cem etti."[257]

Başka bir rivayette de Ali'nin (a.s) insanlarla her türlü ilişkisini keserek uzun süre sadece Kur'ân'ı toplamakla meşgul olduğu belirtiliyor. Bu rivayete göre, Ali Kur'ân'ı toplama işini tamamladıktan sonra mescitte toplanan insanların yanına gitti. Onların ortasına kadar geldikten sonra hazırladığı kitabı ortalarına koydu ve şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: 'Aranızda iki şey bırakıyorum, onlara sarıldığınız sürece sapmazsınız. Biri Allah'ın kitabı, diğeri de benim soyum Ehlibeyt'imdir.' İşte bu Allah'ın kitabıdır, ben de Peygamber'in (s.a.a) Ehlibeyti'yim."[258] Ardından da ekledi: "Yarın bizim bundan haberimiz yoktu, dememeniz için bunu yaptım."

Sonra şöyle dedi: "Kıyamet günü, sizi bana yardım etmeye çağırmadığımı, size hakkım olan şeyi hatırlatmadığımı, sizi Fâtiha'dan sonuna kadar Allah'ın kitabına çağırmadığımı söylemeyin."[259]

Ömer ona şu karşılığı verdi: "Eğer senin yanında Kur'ân varsa, bizim yanımızda da aynısı vardır. Bizim ikinize de ihtiyacımız yoktur."

Öyle anlaşılıyor ki, İmam (a.s) sadece Kur'ân'ı toplamamış, aynı zamanda nüzul sırasına göre de tertip etmiştir. Ayetlerden genel ve özel nitelikte olanlara, mutlak ve kayıtlı olanlara, muhkem ve müteşabih olanlara, nasıh ve mensuh olanlara, azimet gereğini ve ruhsat anlamını içerenlere, sünnet ve adabına işaret etmiştir. Yine anladığımız kadarıyla İmam ayetlerin nüzul sebeplerine de işaret etmiş, Kur'ân ilimlerinden altmış ilim dalına değinmiştir. Her bir ilim dalına ona özgü bir örnek vermiştir. Bu büyük çalışmasıyla İmam (a.s) İslâm'ın en önemli İslâm kaynağının korunmasını sağlamıştır. Sağlam ve yetenekli akılları Kur'ân'ın içerdiği bilgi kaynaklarını araştırmaya yöneltmiştir. Böylece Kur'ân'ın hayatları boyunca insanların ihtiyaç duydukları temel düşünce kaynağı olmasını sağlamıştır.

Emir'ül-Müminin'e de bu yakışıyordu. Çünkü kendisi şöyle demiştir: "Resulullah'a (s.a.a) inen hiçbir Kur'ân ayeti yoktur ki, bana okumuş ve yazdırmış olmasın. Ben de bu ayetleri yazardım. Resulullah (s.a.a) ayetlerin tevilini, tefsirini, nasıhını mensuhunu, muhkemini müteşabihini bana öğretti. Allah'a, onların anlamını bana öğretmesi için dua etti. Allah'ın kitabından hiçbir ayeti unutmadım. Bana öğretip de yazdığım hiçbir bilgi aklımdan çıkmadı. Allah'ın kendisine öğrettiği helâlı, haramı, emri ve yasağı bana da öğretti. Geçmişte olmuş, gelecekte olacak olan bütün itaatleri ve isyanları bana da bildirdi ve ben bütün bunları ezberledim. Bunlardan bir tek harf bile unutmadım."[260]

İmam'ın (a.s) Ebu Bekir Zamanındaki Bazı Tavırları

İmam (a.s) şöyle der: "Allah'a yemin ederim ki Arapların, Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra bu işi Peygamber'in (s.a.a) Ehlibeyti'nden alacakları aklıma gelmezdi. Ondan sonra bu işi benden başkasına vereceklerini düşünmezdim. Ancak insanların Ebu Bekir'e biat ettiklerini görünce, her şeyden elimi çektim. Sonra insanların İslâm'dan dönmeye başladıklarını ve Muhammed'in dininin ortadan kaldırılmasına dair çağrıların seslendirildiğini gördüm. İslâm'a ve Müslümanlara yardım etmezsem, bunun İslâm'da birtakım gediklerin açılmasına ve İslâm'ın temellerinin yıkılmasına neden olmasından korktum. O zaman uğrayacağım felâket, sizin şu velâyetinizi yitirmemden dolayı uğradığım felâketten daha büyük olurdu. Ki sizin velâyetiniz birkaç günlük bir metadır. O da serap gibi yok olur veya bulut gibi dağılır gider. Dolayısıyla bu olaylar karşısında çalışmalara başladım, batıl yok olup ortadan kalkıncaya ve din iyice yerleşip saldırılar karşısında güvencede oluncaya kadar faaliyetlerde bulundum."[261]

Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra meydana gelen bütün olaylar, hadiselerle dolu atmosfer, hakkından uzaklaştırılmış olmak, Müslümanların izlemekle yükümlü oldukları yoldan başka bir yola sevk edilmeleri gibi yoğun biçimde yaşanan olgular karşısında Ali (a.s) bu ümmetin vasisi olduğunu, İslâmî risaletin tatbikiyle yükümlü kılındığını unutmadı.

Ebu Bekir'e biat edilmiş olması, İmam'ı, ümmetin idaresini doğrudan yürütmekten uzaklaştırmış ve onu yalnızlığa çekilmek zorunda bırakmıştı. Beri taraftan Peygamber'in (s.a.a) kendisine yönelik tavsiyeleri vardı. Ümmeti gözetme görevini ilâhî bir misyon olarak kendisine vermişti. Öte yandan Ali (a.s) İslâm risaletine büyük bir önem veriyordu. İslâm toplumunun parçalanmasından ve ortadan kalkmasından korkuyordu. Bu yüzden Emir'ül-Müminin (a.s) her alanda İslâm'ın varlığını savunan örnek bir lider olarak temayüz etti.

Bu nedenle Ali (a.s) isabetli, doğru görüşleriyle yol göstericilik işlevini görmeye başladı. Her fırsatta dinin sahih temellerini açıklıyor, zor zamanlarda devlet idaresini ele alanların karşısına çıkan zor problemlere dair gerçek çözümleri ortaya koyuyordu. İlâhî akidenin henüz bireylerin yüreklerinde tam anlamıyla kökleşmediği bir ümmete düşünsel rehberlik ediyordu. Ali (a.s), Ebu Bekir zamanında ve diğer halifeler döneminde yargı, sosyal ve yönetim alanlarında İslâmî hayata dair hüküm ve fetvaların kriteriydi.

Ali (a.s), bu zor zamanda kendisini destekleyen bir grup sahabîyle birlikte Medine'yi İslâm'dan dönen mürtetlerin saldırılarına karşı savunma görevini de yerine getirdi.

Ebu Bekir'in Kendisinden Sonraki Halife Olarak Ömer'i Vasiyet Etmesi

İmam Ali (a.s) hâlâ mazlumdu, kendisinden alınan hakkını savunmaya devam ediyordu. Bir türlü kendisine verilmeyen hilâfetten dolayı üzülüyordu. Gittikçe zayıflayan İslâmî risaletten dolayı acı çekiyordu. Ağır başlılıkla sabretmekten başka yol bulamıyordu. Tek yol olarak sabretmeyi görüyordu. Nitekim daha sonra, o günlerdeki hüznünü ünlü Şıkşıkiye hutbesinde şöyle dile getirmişti:

 

Back Index Next