Back Index Next

Buna rağmen sizler evlerinizin bir köşesinde oturmuş ve düşmanlarınızdan emir alıyordunuz." Bu rivayet, kısa da olsa şaşırtıcı ve korkunç bir manzarayı gözler önüne sermektedir. Daha önce yer verdiğimiz gibi kendisinden naklettiğimiz Mes'udî, rivayetinde bu konuyla ilgili yalnızca çok kısa bir bölüm rivayet etmiştir. Fakat Medâinî (ölm: 225 h.) ve Süleym b. Kays (ölm: 70 h.) ise her biri bu dehşet verici korkunç olayların hepsini detaylarıyla belgelendirmişlerdir. Süleym b. Kays, Muaviye döneminde yaşamış ondan on yıl sonra ise vefat etmiştir. Kendisi yukarıda belirttiğimiz olayları, yaşanan baskı ve zulümlerin canlı şahidi olarak aktarmıştır. Acaba bundan daha iyi bir şahit olabilir mi? Bu sebepten dolayı onun anlattıkları tercih bakımından diğerlerine oranla özel bir önceliğe sahiptir. Bunun yanı sıra Medâinî'nin beyan ettikleri ile Süleym b. Kays'ın söyledikleri arasında fazla bir farklılık görünmemektedir. (Medainî) şöyle yazmaktadır: Muaviye hilâfette iken, yani Hz. Ali'nin (a.s) şahadeti ve İmam Hasan (a.s) ile barış anlaşması yaptıktan sonra hacca gitti. Medine halkının yanı sıra ensarın büyüklerinden olan Süleym b. Kays, İbn-i Sa'd, Muaviye'yi karşılamaya gitti. Muaviye ve Kays arasında birtakım şeyler konuşuldu ve söz dönüp dolaşıp hilâfet meselesine geldiğinde Kays şöyle dedi: "Allah'a andolsun ki, Ali ve evlâtları varken ensar, Arap ve Acemden hiç kimsenin hilâfet

hakkı yoktur." Duymuş olduğu bu söz üzerine çok sinirlenen Muaviye, emrindeki valilere şu fermanı gönderdi: "Biliniz ki, bundan böyle Ali ve soyunun hadislerini rivayet edip yazanlar, emniyet ve güven içinde yaşamamalıdırlar." O günden sonra hatipler bulundukları her ortamda, bütün vaazlarında, Hz. Ali ve evlâtlarının adını kötülükle andılar, onları yerip lânetlediler. Sonra Muvaviye bir grup Kureyşlinin yanından geçerken orada bulunan Abdullah b. Abbas dışında hepsi ayağa kalkıp saygı gösterisinde bulundular. Bu durum karşısında Muaviye şöyle dedi:

 – Ey Abbasoğlu! Senin diğer arkadaşların gibi ayağa kalkmana mani olan şey, Sıffin Savaşı'ndan dolayı bana duyduğun kinden başka bir şey değildir. Ey Abbas oğlu! Amcamın oğlu Osman mazlum bir

şekilde öldürüldü. İbn-i Abbas şöyle dedi:

–        Ömer b. Hattab da mazlumca öldürüldü.

Öyleyse hükümeti onun vârislerine ver. İşte bu onun oğludur.

–        Muaviye: – Ömer'i kâfir birisi öldürdü.

–        İbn-i Abbas:

– Öyleyse Osman'ı kim öldürdü? – Müslümanlar! – Bu senin delilini daha iyi çürütür. Çünkü onu Müslümanlar öldürmüş ve öylece bırakmışlarsa, bu, onların doğru yaptıklarını gösterir.

– Biz tüm nahiyelere Ali ve soyunun övülmesini yasaklayan bir ferman gönderdik. Diline sahip ol İbn- i Abbas!

– Bize Kur'ân okumayı mı yasaklıyorsun? – Hayır. – Öyleyse Kur'ân yorumunu yasaklamaktasın. Öyle mi?

– Evet.

– O zaman Kur'ân okuyup Allah'ın ne demek istediğini sormayalım mı?

– Evet.

– Acaba Kur'ân'ı okumak mı, yoksa ona amel etmek mi daha elzemdir?

– Amel daha elzemdir.

– O zaman Allah'ın söylediklerini bilmeden O'nun için nasıl amel edebiliriz?

– Kur'ân'ın manasını sen ve soydaşlarına göre tefsir etmeyen birilerinden sor.

– Kur'ân benim soyuma nazil olduğu hâlde, onun

yorumunu Ebu Süfyan ve Ebu Muayt'ın soyuna mı mı sormamı bekliyorsun?

– Kur'ân'ı okuyun fakat Allah'ın sizin hakkınızda indirdiği ve Allah Resulü'nün bu konuda söylediklerini rivayet etmeyin. Başka şeyler rivayet edin!

– Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar; fakat kâfirler istemeseler de Allah nurunu

tamamlayacaktır."

– Muaviye şöyle dedi:

– Ey Abbas'ın oğlu! Kendini intikam almamdan koru ve benim aleyhime konuşmaktan sakın! Ama mutlaka bir şey söylemek istiyorsan, gizlice söyle ki başkaları onu duymasın. Sonra Muaviye sarayına döndü. Belâ ve musibetler her yerde Şiîlerin üzerine yağmur gibi yağmaya başladı. Tüm şehirler arasında en ağır baskıyı Kûfe yaşıyordu.

Zira bu şehirdeki Şiîlerin sayısı bir hayli fazla idi. Ziyad b. Ebih'i iş başına getirip Irakeyn'i (Basra ve Kûfe) ona emanet etti ve o da Şiîleri sorguya çekmekte ve takibe almaktaydı. Kendisi de bu şehirden biri olduğundan dolayı Şiîleri iyi tanıyordu. Bu yüzden Şiîler herhangi bir taşın altında gizlenmiş olsalar dahi onlara çok rahat bir şekilde ulaşabiliyordu. Kimini öldürdü, kimini evsiz, barksız ve perişan bıraktı. Kalplerde acı vardı. Kiminin el ve ayaklarını kesti ve dar ağacında idam etti, kiminin de gözlerini oydu. Muaviye tüm şehirlerdeki kadılara ve valilere Hz. Ali'nin faziletlerini rivayet edenlerin ve onun üstünlüğü hakkında söz söyleyenlerin şahitliklerini kabul etmemeleri yönünde bir emir gönderdi. Yine aynı şekilde kendi eli altındaki şehirlerde bulunan görevlilerine şöyle yazdı: "Osman taraftarları ve sevenlerine ve onun faziletleri hakkında hadis rivayet edenlere, onun üstün olduğunu savunanlara aranızda hürmet edin ve diğerlerine karşı daha üstün tutun ve onların isimlerini yazıp bana gönderin." Bu kişilerin hepsi için birçok hediyeler gönderdi. Durum öyle bir hâl aldı ki, artık halk arasında bu yüzden rekabet başladı, her yer bu tip insanlarla dolup taştı. Daha sonra tekrar görevlilerine şöyle bir yazı gönderdi: "Osman hakkında hadisler çoğalmıştır. Benim mektubum size ulaştıktan sonra halkı Ebu Bekir ve Ömer hakkında hadis rivayet etmeye çağırın!" Gönderilen bu emir, kadılar ve yöneticiler tarafından halka okundu ve halk onların faziletleri hakkında hadis rivayet etmeye başladılar. Sonra tüm bu halifeleri öven hadisleri bir araya toplayıp kitap hâline getirdiler. Bu kitabı İslâm beldelerinde minberlerde okunması ve medreselerde öğrencilere ders verilmesi için çoğalttılar. Çocuklara, Kur'ân-ı Kerim okudukları gibi bu hadisleri de okumaları ve rivayet etmeleri emredildi. Durum öyle bir hâl almıştı ki, artık cariye ve köleler dahi bu öğretileri öğrenmek durumundaydılar. Sonra Muaviye bütün şehirlerin yöneticilerine emir gönderdi: "Ali ve soyunu sevdiğine şahitlik edilenleri öldürün." Ve ardından şöyle yazdı: "Ali'yi sevdiği söylenen kişileri şahit olmasa dahi öldürün." Bu gelen emirden sonra artık şüphe ve iftira üzerine niceleri öldürüldü.

Öyle ki, bazen yanlışlıkla ağzından bir şey kaçıranları dahi öldürmeye başladılar.

Artık belâlar günden güne daha da şiddetleniyor ve düşmanların sayısı gittikçe artıyordu.

Uydurma hadisler rivayet ediliyor ve halk da bu şekilde yetişiyor ve bu yalanlardan başka hiçbir şey öğrenemiyorlardı. Tüm bunlardan daha kötü olan durum ise, riyakâr Kur'ân karileri, kendilerini züht ve huşu içinde gösteriş maksatlı ibadete vermiş olanlardı. Bu tabaka, hâkimler nezdinde bir yer edinmek amacı ile yaptıkları bu işler doğrultusunda yalanlarla insanları kandırıp para, ev ve mülk sahibi oldular. Yavaş yavaş uydurma hadisler, onları doğru sanan kitlelere ulaştı ve onlar da hadislerin doğruluğu zannı ile öğrenip, başkalarına rivayet eder oldular. Artık bu hadisler dindar grubunun da eline ulaşmıştı. Oysa bu dindarlar, yalanı caiz bilmez; ancak doğru bildikleri rivayetleri kabul ederlerdi. Yoksa yanlış olduğunu bilselerdi, okuyup rivayet etmez ve ona inanmazlardı.

Hasan b. Ali'nin (a.s) vefat etmesiyle birlikte fitne, şiddet ve belâ had safhaya ulaştı.  Yazar: Ebu'l-Hasan Medainî de İbn-i Ebi'l-Hadid'in (c.3,s.15-16) rivayetini aynen nakletmiş ve sonunda şu açıklamayı yapmıştır: "İşler bu minval üzere devam ederken Hasan b. Ali (a.s) vefat etti. Fitne ve belâlar daha da artmaya başladı. Artık Şiîlerden, can korkusu ile sesini çıkarmayanlar veya evsiz-barksız kalıp göçebe hâlini alanlardan başka kimse kalmamıştı." İki karşıt grubun (Emevîler ve Şiîler) konum ve koşullarını göz önünde bulundurduğumuz zaman meselenin olasılığı daha iyi anlaşılmaktadır. Zaten diğer tarihî vakıalar

da buna ışık tutmaktadır. Ancak tarihçilerin göz yumması ve gafil davranması, konuların hak ettiği ölçüde bilinmesi ve değerlendirilmesini engelleyememiştir. Zira onlar –elbette mazeretleri gereği- hâkim güçlerin menfaati doğrultusunda veya bu güçlere hiçbir zarar vermeksizin tarih yazmaya çalışmışlardır. Daha önceden de gördüğümüz gibi, Taberî ve Mes'udî bu konulara değinmişlerdi. Buna göre bizim bu kısımda söylediklerimizin belgeleri -Süleym b. Kays, Medainî, İbn-i Ebi'l-Hadid, Taberî ve Mes'udî'dir. Allah yolunda niceleri kanlara boyandı, nice toplumlar dağıldı, nice evler yıkıldı, niceleri evsiz-barksız, biçare bırakıldılar.

Niceleri koyun sürüleri misali öldürülmek üzere götürülüp bir daha dönmediler.

Kimileri ise yaşamak için uzaklara, bazıları ise akıbetlerinin ne olacağından habersiz beklemeye koyuldular; ama hiçbir zaman yollarından sapmadılar. Muaviye, hilâfeti kendisinin ve evlâtlarının tekelinde tutmak için işte bu önlemi almıştı. Allah'a verdiği söze işte böyle vefa göstermiş oluyordu(!) Süleym b.

Kays bundan sonra şöyle yazmaktadır: "Muaviye'nin ölümünden bir yıl önce Hüseyn b. Ali (a.s), Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Cafer hacca gittiler.

İmam Hüseyin (a.s) Benî Haşim ve  taraftarlarından oluşan kadınlı ve erkekli ensarla birlikte geldi, kendisi ve soyunu tanıyanları bir araya topladı. Daha sonra Allah Resulü'nün sahabelerinden ibadet ile meşhur olup bu yıl hacca Allah'ın evini ziyarete gelenleri bulup yanına getirmeleri için birkaç kişiyi görevlendirdi." "Mina'da İmam Hüseyin'in çadırında 700'den fazla erkek topluluğu, tâbiînden ise 200 civarında erkek sahabe bir araya geldiler.

İmam hutbe için ayağa kalktı. Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle dedi: "Bu zorbanın bize ve taraftarlarımıza karşı aldığı tutumu hepiniz görmekte ve bilmektesiniz. Şimdi size soruyorum, eğer doğru söylersem tasdik, yalan söylersem tekzib ediniz. Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinleyin ve yazın. Sonra kendi şehirlerinize ve beldelerinize döndüğünüz vakit güvendiğiniz kimseleri bize yönelmeleri için davette bulunun. Zira ben bu işin unutulması ve hakkın ortadan kalkıp yenilmesinden endişe etmekteyim. Ve kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır." "Daha sonra haklarında nazil olan ayetleri okudu ve tefsir etti. Allah Resulü'nün, babası, annesi ve kardeşi hakkında buyurduklarını nakletti. Bunları dinleyen sahabeler; 'Evet, doğrudur. Bunları kendimiz gördük ve duyduk.' dediler."

"Tâbiînden olanlar da; 'Evet! Bunları bize kabul ettiğimiz ve güvendiğimiz sahabeler nakletmişlerdi.' dediler." "Sonra İmam şöyle buyurdu: Öyleyse sizi Allah adına yemine veriyorum ki, bunları dinine ve kendine güvendiğiniz kimselere anlatın."

MUAVİYE VE ŞİA'NIN ÖNDE GELENLERİ

Barış antlaşmasından sonra, Şia'nın önde gelen şahsiyetlerine karşı Muaviye, düşmanca ve intikam peşinde olduğunu sergileyen, hiçbir ahit ve hoşgörü ve bağışlamayı kabul etmeyen acımasız bir tavır sergiledi. Bu saygın ve önde gelen kişilerin yaptıkları konuşmaların diğerlerinde gösterebilecek olası tesir karşısında kaygıya kapılan Muaviye, sürgün, zulüm ve cinayetlerini bu kişilerin kökünü kurutmak için daha da ağırlaştırdı. Biz bu bölümde Muaviye'nin bu büyük şahsiyetlere karşı işlediği tüm bu cinayetleri veya onlar hakkında yapmış olduğu büyük ve sinsi plânlarını anlatma durumunda değiliz. Bu kişinin kendi taahhüt ve yeminlerine ne kadar sadık kaldığını, yapmış olduğu birtakım girişimlerin, plânlarındaki niyetinin ne olduğunu kısa ve öz bir şekilde bu kadar beyan etmekle yetiniyor ve bu kısa sözün geri kalan kısmının daha önceki bölümlerden anlaşılacağı için anlatma gereğini duymuyoruz. Sonraları ise, taassupçu tarihçiler tarafından bu büyük şahsiyetlerin başından geçenler, nesillere ibret olacak bu inişli-çıkışlı tarihin parlak görüntüsü ve gerçeklerin üzeri örtüldü. Mevcut bulunan hâkim güçler bu tarihî gerçekleri ve nakledilen hadisleri yönlendirmek maksadı ile birçok işler yapıp Şia İmamları hakkında -ki İmamlar böyle duruma maruz kaldıysa, onlara tâbi olan Şia'nın önde gelenleri ve normal halk için neler yapıyorlardı!!!- birçok yalan ve asılsız sözler yazdılar. Tanınmış muhaddislerden biri ve Neftaveyh ismi ile  meşhur olan İbn-i Urfe'nin kendi tarih kitabında konu ile ilgili olarak yaptığı açıklama bizim yukarıda bahsettiklerimizi  doğrulamaktadır. Diyor ki: "Sahabenin fazileti hakkında uydurulan hadislerin birçoğu Benî Ümeyye zamanında uyduruldu ve onlara yakınlaşmak maksadı ile meydana getirildi. Yaptıkları icraatlar Haşimoğulları'nı gözden

düşürmek ve ortadan kaldırmak maksadıyla yapılıyor idi." Medainî Muaviye dönemi ile ilgili olarak şöyle yazmaktadır: "Uydurulmuş birçok hadis, yaygın ve meşhur olan birçok yalan meydana çıktı. Fakihler, hakimler ve kadılar bu esasa dayalı olarak işgüzarlık yaptılar. Bu arada Kur'ân kıraat edenlerin (karilerin) riyakârlıkları, züht ve huşu içinde ibadet ettiklerini zanneden kimselerin tutumu ise tüm belâların fevkinde idi. Bunlar hakimler nezdinde yer edinmek, saraylara nüfuz etmek amacı ile birçok hadis uydurup bu yoldan birçok mal ve servet ele geçirdiler.

O zaman bu hadis rivayetleri, yalan ve iftirayı caiz bilmeyen dindar halkın da eline geçiyor ve onlar da doğrudur kanısına kapılarak kabul edip diğer insanlara da rivayet ediyorlardı. Halbuki bu hadislerin yanlış ve batıl olduğunu bilmiş olsalardı, hiçbir zaman onlara inanmayacaklardı ve nakletmeyeceklerdi."[259] İbn-i Ebi'l-Hadid şöyle yazmaktadır: "Şeyhimiz Ebu Cafer (Nakib) el-İskafî dedi ki: Muaviye, sahabilerden ve tâbiînden olan bir gurubu, Hz. Ali'ye (a.s) karşı çirkin söz ve lânet içeren hadis rivayetlerini uydurup yaymaları için zorladı. Bunun karşılığında ise, kendilerine çok iyi bir miktarda ödüller vaat etti. Onlar da Muaviye'nin sevinmesi için gereken her şeyi yerine getirdiler. Bu gruptan olan bazılarının isimleri şöyledir: Ebu Hüreyre, Amr b. As ve Muğiyre b. Şu'be ve tâbiînden olan Urve b. Zübeyr."[260]

 Yazar: Sonuç olarak, tarafsızlık ve dikkatli bir araştırma, tarih ve hadis üzerine yapılan oyunları tüm boyutlarıyla ortaya çıkaracaktır. Öyle ki, İslâm'ın ilk dönemlerine ait olan olayları irdeleyen bir araştırmacı üzülerek şunu müşahede edecektir ki: İslâm tarihinde yaşanan olayların hiçbirisi, özellikle büyük önem taşıyan tarihî gelişmeler, zihinlerde kuşku uyandıran, kafaları karıştıran ve hedef saptıran tahrip ve müdahalelerden uzak kalamamıştır. Bunca anlatılanlardan sonra şunu söyleyebiliriz: İslâmî görünüm, uydurma delillere ve tahriflere[261] göre biçimlenmiştir. Kuşkusuz en büyük ve en güzel delil, tüm bu olaylara yakından tanıklık yapıp yaşayanlardır. Nitekim Hz. Hasan'ın (a.s) barışı da benzer bir şekilde, içinde bulunan birçok inişli-çıkışlı, ayrıntılı konular taşımasına rağmen siyasî güçlerin entrikaları, heves ve istekleri doğrultusunda kırpılmış ya da eklemede bulunulmuştur. Olaylar kesinlikle birbirinden koparılmış ve tüm olaylar kendi istek ve maslahatları doğrultusunda değiştirilmiştir. Yaşanan tüm bu üzücü olaylar karşısında - tabii bu olayların tümü bilinçli ve kasıtlı bir şekilde yapılmadıysa da, bilinçsiz bir şekilde de yapıldığı söylenemez- gerçekler kendine özgü ve has olan görkemini ve azametini yitirmiş ve neticede ise doğal olarak bu konuda çok çeşitli algılamalar, çok aşırı söylentiler meydana gelmiştir... Ki bu anlatılanlar, İslâm tarihindeki tahrif ve çarpıtmaların yalnızca küçük bir numunesidir. Hz. Hasan (a.s) hakkında yazanlar, kendisinin İslâm dünyasındaki konumunu ve yerini görmekte ve dünyanın iki  eşsiz şahsiyetinden biri hakkında konuştuklarını çok iyi bilmekteydiler. Buna göre bu tür özellikleri taşımayıp ve bir imamın şahsiyetiyle ilgili olmayan konuların çizgisinin mutlaka daha belirgin olacağı kesindir. Bu yüzden Muaviye ve Şia'nın önde gelenleri ile ilgili olarak tüm hakikatleri yansıtacak, konunun her yönüyle anlaşılmasını sağlayacak gerçek bir istatistik elde etmek mümkün olmadığı gibi, Medainî'nin rivayeti ve Sü-leym b. Kays'ın geniş açıklamaları ile aynı orantıda olabilecek rivayetleri bulmak imkânsızdır. Çünkü, genel olarak bu türden kabul edebileceğimiz Şia'nın tarihteki yaşanmış olaylarının iç yüzünü, bu zaman zarfında çeşitli hasmane tutumlar yüzünden tasarruf edilip tahrif edilmiş ve bunların yerine birçok yalanlar uydurulmuştur. Şu anda karşımızda tek bir yol bulunmaktadır. O da yazılı olan tarihe dönüp, orasından burasından oluşan bölümleri alıp bu dağınık olan sahneyi -tüm bu çirkinlik ve suçlamalarıyla birlikte- içinde ancak gerçeklerin bir bölümünü bulabileceğimiz kısımlarıyla birlikte şekillendirmeye çalışmaktır.

Gelecek sayfalarda üzülerek belirtelim ki, sahabî ve tabiîn adını taşıyan bazı kişilerin ibret verici tutumları, okuyucuların gözleri önüne serilecektir. Bununla birlikte Muaviye'nin barış anlaşmasının beşinci maddesi ile ilgili verdiği cevap açıklık kazanacaktır. Bunun ardından bu madde ile ilgili çeşitli bölümler incelemeye alınacaktır.

A) SAVUNMASIZ BİR ŞEKİLDE KATLEDİLEN ŞEHİTLER

1- Hucr b. Adiyy el-Kindî

"Güzel Hucr" olarak biliniyordu. Künyesi, Ebu Abdurrahman ve Zuhrehâr (Kindî kabilesinin lideri) lakaplı Adiyy b. Hars b. Amr b. Hucr'un oğludur. Bazıları baba silsilesinin şöyle olduğunu beyan etmişlerdir: Adiyy b. Muaviye b.Cebele b.

Adiyy b. Rabîa b. Muaviye. Bunların her birisi "Kinde" kabilesinin büyüklerinden ve saygınlarından idiler.[262] Kendisi Resulullah'ın (s.a.a) sahabelerinden, İmam Ali (a.s) ve İmam Hasan'ın (a.s) ashabının büyüklerinden ve Kûfe Müslümanlarının ileri gelenlerinden ve reislerindendi. O ve kardeşi (Hani b. Adiyy) Peygamber'in huzuruna vardılar.

el-İstiab adlı kitapta şöyle yazmaktadır: "Hucr'un yaşı diğer yaşlı sahabelerden küçük olmasına rağmen fazıl bir Peygamber sahabesiydi." Bunlara benzer sözler, Usd'ul-Gabe adlı kitapta da yer almıştır. Hâkim, el-Müstedrek adlı kitabında onun hakkında şöyle söylemiştir: "O, Muhammed'in (s.a.a) zahit, dindar sahabelerinden birisi idi." İbadetle ilgili tavrı şöyleydi: Abdesti olmadığı zaman hemen abdest alırdı ve abdest aldığı zaman da mutlaka namaz kılardı. Her gece ve gündüz bin rekât namaz kılardı. Onun zahitliği belirgin, duaları ise müstecap olurdu.[263]

Güvenilir kişilerin içinden en seçkini idi. Ahiretini dünyaya öyle bir şekilde tercih etmişti ki, bu uğurda can vermeye dahi hazırdı. Ölmeye razıydı; ama İmam'ından vazgeçmeye asla! Bu, ayakların titrediği, arzuların erişemediği bir derecedir. Şam ve Kadisiyye'yi fetheden orduda yer almıştı. Cemel Savaşı'nda da İmam Ali'nin (a.s) safında yer almıştı. Sıffin Savaşı'nda Kinde kabilesinin, Nehrevan Savaşı'nda ise ordunun sol kanadının komutanlığını üstlenmişti. O, Tedmür denilen yerin batısında Dahhak b. Kays'ı yenen kahramandır. "Biz savaşın çocuklarıyız. Onu bol mahsullü kılar sonra meyvelerini toplarız. O bizi sınamıştır, biz de  aynı şekilde onu sınamışızdır." diyen kimsedir. Sonuç itibarı ile İslâm'da silâhsız, savunmasız olarak öldürülen ilk kişi olmuştur o.

Muaviye, onu ve onun dostlarından 6 kişiyi Hicrî 51 yılında Merc-i Azra denilen yerde -ki bu yer Şam'ın 12 mil ötesinde Ğute isimli bir bölgedir- öldürdü. Onun mezarı bu gün dahi bilinmekte ve mezarında bulunan kubbe oranın ne kadar eskilere dayandığını göstermektedir. Mezarın yanında büyük bir cami bulunmaktadır. Kendisiyle birlikte şehit edilen 6 dostu da aynı mezarda gömülüdürler ki, onlardan da ileride bahsedeceğiz. Ziyad b. Ebih de Kûfe'deki evini yıktırdı. Hucr'un Öldürülme Sebebi Hz. Ali'nin (a.s) hakkında çirkin sözler sarf eden Muğiyre ve Ziyad'ın sözlerini reddedip kabul etmeyen Hucr şöyle diyordu: "Ben şehadet ederim ki, yerdiğiniz ve hakkında çirkince sözler sarf ettiğiniz kişi yerilmeğe değil, övülmeye lâyıktır. Hakkında övücü sözler sarf edilen ise, yerilmeye daha müstahaktır." Öyle ki, Hucr bu sözleri yüksek sesle söylediği zaman halkın üçte ikisi onunla aynı fikri paylaşarak hep birlikte şöyle diyorlardı: "Allah'a andolsun ki, Hucr doğru söylemiş ve ne güzel konuşmuştur!" Muğiyre kendi valiliği döneminde, Hucr'un halk arasındaki değerini araştırıyordu; değerli bir sahabî, seçkin bir Şiî ve Kinde kabilesinin geçmişlerinden miras kalan meziyetleri üzerinde taşıyan bir Arap emiri gözüyle bakıyordu ona. Muğiyre, halkın kendi ve Emevî

Back Index Next