Back Index Next

Herkes merakla Hasan b. Ali'nin Muaviye'ye vereceği cevabı bekliyor, Muaviye'nin oyunbazlığı ve küfürbazlığı karşısında nasıl bir tepki göstereceğini merak ediyordu. İmam Hasan, hazırlıksız konuşma yapmak hususunda herkesten daha yetenekli ve konuyu tasvir edip belirlemede bütün büyük hatiplerden daha güçlüydü. Bu yüzden  bu hassas zamanda, o beliğ ve uzun hitabesini irat etti. Müslümanlara öğüt, nasihat, birlik ve beraberlik çağrısı ile dolu olan bu hitabe, aynı zamanda Peygamber'in vefatından sonra halkın, Peygamber'in Ehlibeyti'yle ilişkileri konusundaki en açık belgelerden biridir. İmam Hasan, o güzel beyanıyla önce halka Peygamber'in Ehlibeyti'nin konumunu, bu arada genel olarak peygamberlerin durum ve konumunu hatırlattı. Ardından sözlerinin sonunda da Muaviye'nin saçmalıklarına yanıt verdi. Fakat asla onun gibi küfrederek ağzını bozmadı. Çünkü belâgatlı sözler, Muaviye'ye yapılacak bütün kötü küfürlerden daha ağır bir hakaret niteliğindeydi. Hitabesine şu sözlerle başladı: "Bütün övenlerin övdüğü gibi Allah'ı övgüyle anarım. Tanıkların tanıklık ettiği gibi Allah'tan başka ilâh olmadığına tanıklık ederim. Yine tanıklık ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Onu, halkı doğru yola iletmek üzere göndermiş ve vahyinin güvenilir taşıyıcısı kılmıştır. Allah'ın selâmı ve rahmeti ona ve soyuna olsun. Şimdi: Andolsun Allah'a, insanlar için halkın hayrını en çok isteyen kişi olduğumu umuyorum. -Rabbime şükürler olsun ki- hiçbir Müslümana karşı kalbimde kin taşımıyor, hiçbir Müslümanın kötülüğünü istemiyorum. Bilin ki, birlik ve beraberlik hâlinde hoşlanmadığınız durum, yalnız başına ve dağınıklık hâlinde hoşlandığınız durumdan (sizin için) daha iyidir. Bilin ki, benim sizin için düşündüğüm, sizin kendiniz için düşündüğünüzden daha iyidir. O hâlde emrime karşı çıkmayın, görüşümü reddetmeyin. Allah, beni ve sizi bağışlasın ve bizi sevdiği ve razı olduğu şeye yöneltsin."[218] Sonra şöyle dedi: [219] "Ey millet! Allah sizi bizim ilkimizle doğru yola iletti, sonuncumuzla da kanlarınızı korudu. Şüphesiz, bu işin de bir süresi vardır. Dünya değişim ve dolaşım hâlindedir. Aziz ve yüce Allah, peygamberi Muhammed'e (s.a.a) şöyle buyurmuştur: De ki: ...Size vaat edilen yakın mı uzak mı, bilmiyorum. Hiç kuşkusuz O, sözün açığını da bilir, gizli tuttuklarınızı da bilir. Bilmiyorum, belki de bu, sizi denemek ve bir zamana kadar faydalandırmak içindir."[220] Daha sonra şöyle dedi: "...Muaviye, meseleyi benim onu hilâfete lâyık gördüğüm, kendimi ise bu işe lâyık görmediğim şeklinde lanse ediyor. Yalan söylüyor. Biz, aziz ve yüce Allah'ın kitabında ve Resulü'nün hükmüyle hükümete herkesten daha lâyığız. Ancak Resulullah'ın vefatı anından itibaren sürekli zulme maruz kalmış, haksızlığa uğramışız. Bizimle bize zulmederek bize musallat olan, halkı bize karşı kışkırtan, payımız ve nasibimizi bizden esirgeyen ve Resulullah'ın annemize verdiğini onun elinden alan kimseler arasında Allah hüküm verecektir.

Andolsun Allah'a, eğer halk Resulullah vefat edince babama biat etseydi, gök onların üzerine rahmetini yağdırır, yer bereketini onlardan esirgemezdi ve sen –ey Muaviye,- hilâfete göz dikmezdin!... Fakat hilâfet asıl  ahallinden uzaklaşınca, Kureyş kendi arasında onun üstünde çekişmeye başladı. Böylece azatlı köleler ve evlâtları -yani sen ve dostların- da ona göz koydular. Oysa Resulullah; 'İçlerinde daha bilgili biri bulunduğu hâlde yularını ona değil de başka birine teslim eden bir millet, sürekli geriler, çöker; sonunda başladığı ilk noktaya geri döner.' buyurmuştur." "İsrailoğulları, Musa'nın halifesi olduğunu bildikleri hâlde Harun'u terk edip Samirî'ye uydular. İslâm ümmeti de, babamı terk edip başkalarına uydular. Hâlbuki Resulullah'ın defalarca ona; 'Sen bana göre, peygamberlik dışında, tıpkı Musa'ya göre Harun gibisin.' buyurduğunu duymuşlardı. Gadir-i Hum günü Resulullah'ın babamı yerine tayin ettiğini görmüşler, bunu oradakilerin orada olmayanlara iletmelerini emrettiğine tanık olmuşlardı. Resulullah -kavmini Allah'a davet ettiği hâlde- onlardan kaçıp mağaraya sığındı. Oysa kendisine yardım edenler olsaydı, asla kaçmazdı. Babam, halka Allah adına yemin ettirip onlardan yardım istemiş, ancak olumlu cevap alamayınca, işten elini çekmişti. Allah yardımcısız kalıp güçsüz düşen ve canı tehlikede olan Harun'a genişlik bahşetti, onu kınamadı. Yardımcısız kalınca mağaraya kaçan Resulullah'ı da serbest bıraktı, onu sorguya çekmedi. Bu ümmet tarafından himaye edilmeyip yardım görmeyen ben ve babam da Allah katında sorumlu tutulmayacağız, hesaba çekilmeyeceğiz. Bunlar, Allah'ın belirlemiş olduğu sünnetler, kurallardır; birbiri ardınca gerçekleşen benzer durumlardır."[221] Sonra şunları ekledi: "Muhammed'i hak olarak gönderen Allah'a andolsun ki, kim bizim hakkımızdan bir şey eksiltirse, Allah onun amelini eksiltir. Yine hangi güç bize hâkim olursa, sonunda galip olan taraf biz olacağız. Bunun haberini bir süre sonra öğreneceksiniz."[222] Daha sonra babasına ettiği küfrü kendisine iade etmek üzere Muaviye'ye dönerek şöyle dedi -ne de güzel söyledi-: "Ey Ali'nin adını anan! Ben Hasan'ım, babam da Ali'dir. Sen ise Muaviye'sin, baban da Sahr'dır. Benim annem Fatıma'dır, senin annen Hint'tir. Benim ceddim Resulullah'tır, senin ninen Fetile'dir. Allah, biz ikimizden adı-şanı daha alçak, soyu-sopu daha aşağılık, geçmişi daha kötülüklerle dolu, küfür ve nifak sabıkası daha çok olana lânet etsin!" Ravi diyor ki: "İmam'ın bu tel'inine cami cemaatinden birçok kimse yüksek sesle 'Amin!' dedi." Fazl b. Hasan diyor ki: "Yahya b. Muin; 'Ben de 'Amin!' diyorum.' dedi."

Ebu'l-Ferec el-İsfahanî, Ebu Übeyd'den, Fazl b. Hasan'ın da; "Ben de 'Amin!' diyorum." dediğini naklediyor. Daha sonra Ali b. Hüseyin el-İsfahanî (Ebu'l-Ferec) diyor ki: "Ben de 'Amin!' diyorum." Abdulhamid b.

Ebi'l-Hadid, Şerh-u Nech'il-Belâğa adlı eserinde; "Bu kitabın yazarı Abdulhamid b. Ebi'l-Hadid de 'Amin!' diyor." diye yazıyor.[223] Yazar: Biz de kendi adımıza "Amin!" diyoruz. Evrensel hitabeler tarihinde, tarih boyunca ardışık kuşakların kabul ve övgüsüne mazhar olan tek hitabedir bu... Hak söz böyledir işte! Sürekli yücelir, hiçbir şey ona üst olamaz. Ondan sonra İmam Hasan Medine'ye doğru hareket etmeye hazırlandı. Şiîlerin ileri gelenlerinden Müseyyib b. Neciyye el-Fezarî ile Zabyan b. Ammare et-Teymî, İmam'ı uğurlamaya geldiler. İmam Hasan (a.s) bu görüşmede şöyle konuştu: "Hamd, Allah'a ki işine egemendir. Eğer bütün  varlıklar olacak bir şeyi önlemek için toplansalar, bunu yapamazlar." Sonra Müseyyib konuştu ve Peygamber'in Ehlibeyti'ne karşı samimiyetlerini dile getirdi. İmam Hüseyin (a.s); "Müseyyib! Biz, senin bizi sevdiğini biliyoruz." dedi. İmam Hasan (a.s) da ekledi: "Babamdan duydum, Resulullah (s.a.a); 'Kim bir kavmi severse, onlarla birlikte olacaktır.' buyurmuştur." Sonra Müseyyib ve Zabyan, İmam'ın Kûfe'ye geri dönmesini istediler. "Bunun imkânı yok." buyurdu. Ertesi gün Kûfe'den çıktı. Kûfe halkı gözyaşlarıyla onu uğurladılar!! Böylece barıştan sonra Kûfe'de birkaç günden fazla kalmadı.

Deyr-i Hind'e[224] (Hiyre) vardığında, dönüp Kûfe'ye baktı ve şu şiiri okudu: "Nefret ve kinden dostların diyarını terk etmedim. Onlardı benim harimimi savunanlar..."[225]

Şu ruhaniyete bakın! Meleklerin ruhunun saflığında!... Bu şehrin halkının itaatsizliğinden çektiği onca acı ve zahmete rağmen, şimdi bu şiirle ona elveda ediyor ve yaşadığı onca maceradan, harimini savunan vefalıların vefasından başka bir şey anımsamıyor. Medain'de canını koruyan, Meskin'de, o zor anda kendisine bağlı kalıp

itaatinden çıkmayan, azınlıkta oldukları hâlde daima gerçek kardeşler ve samimî dostlar olarak kalan kimselerden başka hiç kimse ve hiçbir şey hatırına gelmiyor.

Evet, Allah'ın yeryüzündeki hizbi ve Resulullah'ın İslâm mirasını taşıyan o görkemli kafile, bineklerine binip hareket etti... Kûfe onları sıkmıştı ya da onlar Kûfe'den bıkmışlardı ki, şimdi böylece ilk vatanlarına dönüyorlardı. Dönüyorlardı ki, ulu cetlerinin kabrinin civarında zamanenin acı olaylarından yana güvende olsunlar.

Muhammed evlâtlarının Kûfe'den çıkmasından sonra Allah, vebayı, toplu ölümleri bu şehre musallat etti. Bu,  Kûfe'nin o tertemiz insanlara yaptığı kötü muamelenin

cezası olarak tattığı ilk azaptı. Kentin Emevî valisi Muğiyre b. Şu'be, veba korkusundan kaçtı. Bir süre sonra kente döndüğünde bir suikast sonucu öldü.[226]

BAŞKA BİR SAHNEDE

Belki siz de bizim gibi kabul ediyorsunuz ki, hayatın iniş çıkışları ve değişik sahneleri, insanların kişiliklerini ölçebileceğimiz en hassas öğütler konumundadırlar. Bu bağlamda özgür iradeleriyle verdikleri sözler, yaptıkları anlaşmalar karşısında tutumları belirleyicidir. Şahsiyetli her insan, bir söz verdiği, bir taahhütte bulunduğu zaman, sözünü tutmaması, taahhüdünü yerine getirmemesi durumunda insanî şerefine, şanına, kişilik ve haysiyetine büyük bir darbe ineceğinin farkında ve bilincindedir. Verdiği söz, ettiği taahhüt uğruna canını feda  edecek bir insanı düşünmek oldukça kolaydır. Böyle bir insan, yüce insanî bir haslet uğruna bu hayatın sınırlı ufkuna göz yummuş, fakat ebedî hayatın sınırsız iklimini elde etmiştir. Ayrıca, tüm iyilikler ve güzelliklerin merkezi olan ideal insanlık binasına yeni bir tuğla koymuştur. Buna karşılık, güler yüz göstererek, gülücükler dağıtarak yalan bir vaatte bulunup daha sonra yüzünü asan, pişmanlığını ifade ederek sözünden dönen, ahdini bozan, anlaşmasına bağlı kalmayan yalancı kimseyi gönül rahatlığıyla insan diye nitelendirmemiz zordur. Böyle bir kimse, bir yandan insanlığın temellerini yıkan,

kurallarını çiğneyen bir insanlık düşmanı, öte yandan kendisinin de düşmanıdır. Çünkü bu davranışıyla adını kötüye çıkarmış, kendini küçük düşürmüş, toplumun nefretini kazanmış, güvenini yitirmiştir. Hiçbir dayanağı olmayan "Amaca ulaşmak için her araç meşrudur." Mantığı da onun için mazeret sayılmaz, onun için bir savunma aracı olmaz. Çünkü bu mazeretin kendisi, bağışlanma kapsamına girmeyen büyük bir günahtır. Amaçlar, genel anlaşmalar çerçevesinde değerlendirilir. Her birine kendine özgü değer verilir. Her amacın, değerine ve saygınlığına uygun bir aracı olmalıdır. Şerefli araçlarla ulaşılamayan hiçbir amaç, değerli ve şerefli sayılmaz.

Toplumların ilk kuruluşlarından beri, bütün insanlar, antlaşmalara ve ahitlere değer verme ve saygın bilme konusunda hemfikir olmuşlardır. Bütün semavî dinler, ahdin

sorumluluk gerektirdiğini vurgulamışlardır. Bu da insanlık camiasına hâkim olan genel iyiliğin belirgin tezahürlerinden biridir. Bu konuda, müminlerin emiri Hz.

Ali'nin (a.s) Malik-i Eşter en-Nahaî'ye yazdığı fermanı dinlersek, daha iyi bir fikir edinmiş oluruz. Bu fermanda şöyle buyuruluyor: "Düşmanınla bir anlaşma yaptığın, ona karşı bir taahhütte bulunduğun zaman, anlaşmana bağlı kal, ahdine vefa et, canını bu uğurda kalkan yap. Çünkü görüşleri farklı, yolları ayrı olmasına rağmen insanların Allah'ın farzları içinde ahde vefa kadar saygı duydukları, önem verdikleri gereken başka bir fariza yoktur.

Müşrikler bile kendi aralarında - Müslümanlara karşı değil- bu farizaya riayet etmişlerdir.

Çünkü sözünde durmamanın kötü sonuçlarını görmüş, zararlarını anlamışlardı. O hâlde verdiğin söze ihanet etme, düşmanını bile aldatma! Çünkü bedbaht cahilden başkası Allah'a karşı böyle bir cürette bulunamaz. Allah, ahdini ve vaadini rahmetiyle bütün kulları için ortak bir sığınak yapmış, gölgesinde herkesin huzur ve sükûnet bulacağı ve faydalanacağı bir harem, bir güvenli yer kılmıştır…"[227] Bu gerçekleri göz önünde bulundurarak konumuza dönecek olursak, İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye'den aldığı ve barış anlaşmasının maddeleri arasına koyduğu taahhütlerin görünüm itibariyle tarihin hatırladığı bütün taahhütler ve antlaşmalardan daha sağlam olduğunu görüyoruz. Antlaşmanın son nüshasını kendi el yazısıyla yazıp mühürleyen (imzalayan) da Muaviye'nin kendisiydi. O günün İslâm dünyasında kamuoyunun antlaşmayı imzalayan iki tarafın böyle antlaşmalara ve ahitlere, bu düzeydeki şahsiyetlere yaraşır biçimde bağlı kalmalarını  beklemelerine şaşmamak gerekir. Bu nedenle, anlaşmanın imzalanmasından daha bir hafta geçmemişken, Muaviye Kûfe Camii'nde minbere çıkıp açıkça anlaşmayı çiğnediği, Medainî'nin rivayetine göre de; "Verdiğim her söz, şu iki ayağımın altındadır." dediği, Sebiî'nin rivayetine göre ise İmam Hasan'ın da adını anıp; "Hasan'a karşı verdiğim her söz, şu iki ayağımın altındadır, ona bağlı kalmayacağım." dediği zaman, bu davranış İslâm toplumunda bomba etkisi bıraktı. Böylece o dünya zengini, ama ahlâk fakiri (Muaviye), açıkça antlaşmaları ve ahitleri çiğneyerek halkın güvenini tamamıyla kaybetti ve bütün insanların kabul ettiği manevî ölçüler açısından en aşağılık insan durumuna düştü. Lâyık olduğu cezayı da, onun haklı görünümüne aldananların, ona karşı, onun kendi sözleri ve ahitleri ile ilgili davranışlarını esas alan bir tutum içinde olmaları, onu saymamaları, ona itibar etmemeleri şeklinde gördü... Ne bilelim?! Belki tarihin dönüm noktası ve mağlup geçmiş ile galip geleceğin yollarının açıkça birbirinden ayrıldığı, yolların ayrılış noktası burasıdır. Ve belki İmam Hasan ile Muaviye tarihinin, Hz. Hasan'ın galibiyeti, Muaviye'nin yenilgisi ile sonuçlanmasının sırrı da buradadır. Muaviye, çıkarları konusundaki bütün gözü açıklığına rağmen bu noktada fena avlanmıştı.

Bildiğiniz gibi İmam Hasan (a.s), Muaviye'yi herkesten daha iyi tanıyor, onun dürüstlük derecesini, sözüne bağlılık düzeyini çok iyi biliyordu. Ondan en sağlam ahitleri  alıp en ağır antlaşmaları yaparken amacı, onun dürüstlük ve vefasına daha bir güven duymak değildi; aksine en kıt zekâlı insanları bile, onun sadakat, dürüstlük, vefa ve şerefle ilgili tutarsızlığından haberdar etmekti.

Bu, İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye ile savaşın ikinci aşamasından itibaren start verdiği bir taktikti. Ehlibeyt'in üstlendiği misyon binasının yeni şekline ilk taşı koyduğu yerdi. Sonraları zaman ilerledikçe, bu plân da, başarılı adımlarla, yavaş yavaş, zamana paralel olarak ilerledi. Plânın başarıya ulaştığının habercileri, ardarda ve birbirlerinin yardımına koşan büyük, düzenli askerî gruplar gibi ortaya çıkmaya başladılar... Nice zaferler vardır, silâhsız kazanılır ve nice zaferler vardır, ilk bakışta yenilgi gibi görünür de, basiretli gözler, zaferin parlak güneşinin yenilginin tepesinden doğmakta olduğunu görürler. Hayatında ve ölümünden sonra Muaviye'nin kötülüğünü ortaya koyma ve genel olarak Benî Ümeyye'yi rezil etme yolunda barış plânının attığı en seçkin başarılı  adımlardan bazıları şunlardan ibarettir:

1- Muaviye'nin tek başına iktidara geçtiği dönemin başlangıcında, İslâmî memleketin sayılır şahsiyetlerinin birçoğu, ona düşman olmaya başladılar. Muaviye'yi açıkça

lânetleyenlerden tutun, pis ve alçak damgası vuranlara; kendisiyle kapışanlardan tutun, ilişkisini kesenlere kadar birçok şahsiyet sayabilirsiniz. Büyüklerden biri,  Muaviye'nin yaptığı işlere o kadar içerledi ki, üzüntüden can verdi. Başka bir büyük Muaviye hakkında şöyle dedi: "Allah'a andolsun hilekâr ve düzenbaz birisi idi." Başka bir şahsiyet şu yargıda bulundu: "Muaviye'de, sadece birisi bile onun helâk olmasına ve bedbahtlığına yetecek dört özellik vardı..."[228] Birçokları tarafından Muaviye'ye bu tür muhalefetler yapıldı; ama maksadımız bunların hepsine yer vermek değil.

2- Anlaşma maddelerinde, kendileri için can güvenliği istenmesi ya da özel haklar belirlenmesi gibi, bir şekilde sözü edilen gruplar, Muaviye'ye muhalif grubun saflarındaki yerlerini aldılar. Böylece Muaviye'ye düşman bir cephe oluştu. Sonuç olarak Muaviye bir anda, halkın birçoğunun gözünde hunhar bir düşman şeklini aldı ve sözü edilen grupların can ve mal güvenliği konusundaki anlaşmasını ayak altına aldığı için, artık onlar can ve mal hususunda ondan emin olamazlardı.

3- Muaviye, anlaşmaları çiğnemekle, oğlu Yezid'e biat toplama girişimine meşruluk kazandırabileceğini, biat ve hilâfete liyakat konusunda, İslâm'ın geçerli ve sabit

sünnetlerini görmezlikten gelebileceğini sanmıştı. Fakat gerçekler, yanlışını çok çabuk ortaya çıkardı. Zira bu biat,  Yezid'in hilâfete aday gösterilmesinden itibaren, Benî Ümeyye'nin İslâm'a yönelik alçakça emellerine şahit olan Müslümanların genelinin, bir anda Muaviye'ye düşman kesilmesine sebep oldu.

4- Sonraları, barışı bozan Muaviye'nin işlediği apaçık kanlı cinayetler, hepsi de Peygamber'in sahabesinden ya da tâbiînden olan günahsız Müslümanları katletmesi, her biri, İmam Hasan'ın (a.s) plânıyla beraber, Muaviye'yi rezil rüsva eden ve manevî haysiyetine ağır bir darbe indiren birer etken oldu.

5- Hicretin 61. yılında vuku bulan İmam Hüseyin'in (a.s) Kerbelâ'da şehit edilmesi olayı, İmam Hasan'ın önceden yaya takıp kardeşi İmam Hüseyin'in eline verdiği, kendisinin, kardeşinin ve babasının ortak düşmanına yönelttiği en keskin oktu. Vefat ettiği sırada kardeşi İmam Hüseyin'e söylediği; "Hiçbir gün senin günün gibi değildir, ey Eba Abdullah!" sözünü unutmayınız. Bu söz, bütün kısalığına ve birçok yönden müphem olmasına rağmen, gizli plânı hakkında İmam Hasan'dan (a.s) duyulan tek sırdır. Öyle bir plân ki, barış anından günümüze kadar altı açıdan karmaşıklığa ve belirsizliğe duçar olmuştur. Bu kısa sözde, emri altındaki komutanları görevlerine atayan ve her bir rolü, uygun kimseler arasında dağıtan "büyük bir komutan" edasını görüyoruz. O sırada İmam kardeşine dönüp rolünü belirliyor ve şöyle diyor: "Hiçbir gün senin günün gibi değildir..." Zamanın şartlarının, o genel plânın birbirine bağlı aşamalarını gerçekleştirmesi, bütün zincirin halkalarından her birinin, sonraki halkayı tamamlaması ve her alevin sonraki alevi oluşturması doğaldı... İmam Hasan (a.s), bu adımları atarken ve bu aşamaları kat ederken, her bir adım ve aşama için gerekli hesaplamaları, barış görüşmelerinden itibaren yapmıştı. Ayrıca kendisine, kardeşine, Şiîlerine ve hedeflerine karşı büyük bir düşmanlık besleyen hasmın sapkın psikolojisini de tam olarak incelemişti. Kendisi ve düşmanı hakkında İmam Hasan'ın (a.s) gelecekteki kararlarının kural ve temelini işte bu kapsamlı inceleme ve hesaplamalar oluşturuyordu. Yine bu kararlar doğrultusunda hareket etmeye ömrü yetmeyip plânını gerçekleştiremediğinde, bu işi kardeşi İmam Hüseyin'e bırakması da doğaldı. Daha önceki bölümlerde bu konuya değinmiştik. Bu durumda, İmam Hüseyin'in (a.s) ölümsüz kıyamı, büyük dahi kardeşi İmam Hasan'ın (a.s) genel plânının son derece önemli ve hassas aşamalarından biriydi, diyebiliriz. Yeryüzünün her tarafında dilden dile dolaşan Kerbelâ faciası, Kerbelâ'dan bir iz ve Benî Ümeyye'den bir isim kalana dek, Benî Ümeyye tarihinin kepazeliğini ortaya koyan kara bir leke olarak kalacaktır.

Back Index Next