Back Index Next

Bu mücadelede zafer, iki rakibi karşı karşıya getiren iki yoldan ve iki düşünceden birinin ebedîliği, kalıcılığı anlamına geliyordu. İnanç ve düşünce savaşları devamlı böyledir. Bu savaşlarda, silâhla kazanılan zafer, gerçek zaferin göstergesi değil; bilâkis, iki taraftan birinin zaferini tescil eden şey, o tarafın inanç ve ekolünün ebedî ve kalıcı olmasıdır. Hatta birçok defa bu zafer, görünüşte ve silâhlı savaş alanında mağlup olmuş tarafın nasibi olmuştur. O dönemde Müslümanlar, inanç ve ekol yönünden iki gruba bölünmelerinin etkisiyle, iki düşman cephe ve ordugâhta yer almışlardı. Her cephe kendi düşünce ve inancını savunuyor ve mümkün olan her vesileyle o yolda fedakârlık ediyordu. Bu iki mektep (ekol), Ali mektebi ve Emevî mektebiydi. İki ordugâh da Kûfe ve Şam idi. Muaviye'nin, Osman'ın kanının intikamı adıyla, Şam'da tertiplediği kışkırtıcı sahneler, Şam ordugâhını, Şiîlere ve Ali'nin (a.s) çocuklarına dar etti. Ali taraftarları sakin ve korkusuz bir yaşantı için mecburen Kûfe ve Kûfe'ye bağlı yerleşim bölgelerine sığındılar. Böylece Ehlibeyt Şiîlerinin geneli Kûfe, Basra, Medain, Hicaz ve Yemen'de toplandılar. Müslüman büyükler ve ileri gelenler, muhacir ve ensardan hayatta olanlar, her taraftan Irak'ın merkezine akın ettiler ve Kûfe, Haşimî hilâfet döneminde İslâm'ın üssüne ve peygamberlik mirasının emniyet ve güvence hazinesine dönüştü. Şu hâlde, bu iki mektebin kaderini tayin etmesi gereken bir savaşa başlamak için İmam Hasan'ın yaptığı genel çağrının, babasının vefatından sonra Kûfe'de kalan ve çoğunlukla kendisinin ve geçmişte babasının taraftarları olup, aynı zamanda dedesi Peygamber'in sahabesi olan bu seçkin kişilerce genel kabul görmesi doğaldı.

Nitekim hepsi de kendi konumlarına yakışacak şekilde Nuhayle ordugâhındaki, ordu birlikleri arasında yerlerini almışlardı. Dünyanın hiçbir yerinde, değerli grupları ve tertemiz Haşimoğulları fertlerini kapsayan bu ordu kadar, İslâm'ın mirasını ve değerlerini koruma imkânına ve yeteneğine sahip başka bir ordu gösterilemez.

Nuhayle ordugâhı saflarında, bu büyük insanların yanı sıra, daha önce elemanlarını, orduya katılış sebeplerini ve yaptıklarının neticelerini genişçe açıkladığımız başka gruplar da vardı. Savaş hazırlığı da, önceki bölümlerde işaret ettiğimiz, durum ve şartların gerektirdiği bir zorunluluktu. Bir elin parmaklarından daha az bir zaman zarfında, türlü türlü, renk renk unsurlar Meskin ve Medain ordugâhlarında toplandılar. Savaşçıların safları, bu renkten renge giren dönek insanlardan meydana geldi. Bu iki ordugâhın her birinde, seçkin sınıftan Müslümanlar yani, inançlı, imanlı ve muhlis fertlerin yanında, ortahâlli, ılımlı, çeşitli sınıflardan insanlar da yer alıyordu. Übeydullah b. Abbas ve yanındakilerin firar edip Muaviye'ye katılmaları, diğer gelişmelerin vuku bulmaması durumunda, pekâlâ faydalı olabilecek bir arınma sayılabilirdi. Nitekim bu olay, düşmanla karşı karşıya kalan Meskin ordugâhının, aslında ordunun satılmış alçaklardan temizlenmesi anlamına geliyordu. Lâkin, Medain'de İmam Hasan ve yakın dostları,yenilgiye uğramış ordunun ruh hâli gibi bir durumda olan halk yığınının arasında kalmışlardı. Bu ordunun ne kaçabilmek için Muaviye'ye ulaşma imkânı, ne de direnebilmek için, kendilerinde heyecan ve şevk uyandıracak görev ve sorumluluk bilinci vardı. İşte bunlardı kısa bir zaman sonra o büyük tarihî faciaya alet olanlar.

Yani İmam Hasan'la bu savaştaki hedefleri arasına set çekenler, iftihar kaynağı şahadet yolunu yüzüne kapayanlar ve de bütün işlerini berbat edenler. (Nitekim daha önceki açıklamalarımızda buna yer verdik.) Şimdi, İmam Hasan'ın savaşı sürdürmesi ya da barışı kabul etmemesi için bir çıkış yolu olduğunu farz edelim. Nasıl mı? Medain'de kendisini çevreleyen kuşatmanın arasından, Meskin'deki halis dostlarına, yeni komutan Kays b. Sa'd b. Übade'nin komutası altında savaşı başlatmaları emrini vererek. Bu büyük insanın (Kays b. Sa'd b.

Übade) şahsî eğilimlerini incelediğimiz zaman, onun İmam Hasan

barış yapmak zorunda kalırken dahi, savaşı barışa tercih ettiğini görüyoruz.[152] Eğer itaatsizlik ve Medain bozguncularının ayaklanışı, İmam Hasan'ın bu orduyu savaşa hazırlamasına engel idiyse, Meskin'deki vefalı, halis dostlarına gizlice veya açıkça savaş emri çıkarmasına da engel değildi herhâlde. Belki de Medain'de, çoğunluğun tesiri altında kalan vefakâr, halis mücahitlerden birçoğu da, İmam Hasan tarafından teşvik edilselerdi veya fikir birliği ve uyum gösterselerdi, Meskin ordusuna yardımcı kuvvetler olarak harekete geçebilirlerdi. Bu durumda İmam'ın kendisi de, kısa bir duraklamadan ve olaylar tufanının biraz dinmesinden sonra, onlara katılabilir ve orada kesin zafere ya da Allah huzurunda ve tarih muhakemesinde, kelimenin tam anlamıyla şahadete ulaşabilirdi. Öyleyse soruyoruz: Böyle bir çare yolu var idiyse, neden İmam Hasan barışı kabul etti?? Bu soruya karşılık şunu söyleyebiliriz: Medain'deki son günlerinde, İmam Hasan'ın böyle bir emri çıkarma imkânı vardı veya yoktu.

Ama her hâlükârda, başarı umudu olan her çare ve kaçış yolu, çözüm olarak kabul edilebilir mi? Çoğu kere, akıllıca bir işin, başka şartlar altında birçok sıkıntıların ve zorlukların anahtarı olduğu görülmüştür. Her çare ve çözüm yolu seçiminde, mutlaka dikkat edilmesi gereken bir esastır bu. Acaba bu önerinin sahibi, 4 bin kişilik Meskin ordusunun, 60 veya 80 bin kişilik Şam ordusuna karşı ne kadar savaşacağı hakkında da düşünmüş müdür? (Önceki bölümlerin birinde yaptığımız bir değerlendirmede işaret ettiğimiz gibi, kendilerinden 45 kat daha fazla olan bir topluluğa karşı ne kadar direnebilirdi ki!) Ayrıca, kısa sürecek böyle bir savaşın sonunda, yani, Meskin'deki tüm vefalı dostlarının öldürülmesinden sonra, İmam Hasan'ın durumunun ne olacağı hakkında da düşünmüş müdür? Hiç kuşkusuz, onun, bu durumda eğer sağ kalsaydıkayıtsız şartsız teslim olmaktan başka bir çaresi kalmazdı. Kuşkusuz bu, Kûfe ve Şam arasındaki meselelerin kesin ve ciddi çözümü için, Muaviye'nin beklediği bir fırsattı: Kûfe'yi askerî güçle işgal ederdi; muzaffer bir şekilde bu şehre girerdi; Peygamber ailesinden acı bir intikam alırdı; bütün umut kapılarını kapatırdı; bu toprakların tüm değer yargılarını ortadan kaldırırdı ve bedenleri kana bulanmış on binlerce Allah yolunun en seçkin mücahit şehitlerinin hürmetine ayakta duran ilke ve esasları ayaklar altına alırdı. Bu kesin sonuçları algıladığı hâlde, sözü edilen çözüm yolunun sonuçsuz ve beyhude kalacağını bilmeyen birinin çıkacağını sanmıyoruz. Önerilen bu çözüm yolunun en büyük açmazı şudur: Böyle bir durumda İmam Hasan, kısa bir sürede, barış anlaşmasına kendi şartlarını koydurabilen tehlikeli bir rakip kimliğinden, kayıtsız şartsız teslimiyetten başka çaresi olmayan yenilgiye uğramış bir düşman konumuna düşecekti.

Tabi tüm bu varsayımlar, İmam Hasan'ın savaşın sonuna kadar hayatta kalması durumunda geçerlidir. Bir de  bu kısa süreli savaşta İmam Hasan'ın öldürüldüğünü düşünün! Medain'den ayrılıp Meskin'e ulaşsa, savaşa katılsaydı (olayların akışına bakıldığında, hiçbir şekilde pratiğe dönüşemeyecek bir şey olsa da), bilahare savaşta öldürülseydi ne olurdu? Bu soruya şu cevabı rahatlıkla verebiliriz: İnanç mektebinin tamamen yok olması pahasına gerçekleşen bir şahadet, Allah huzurunda ve tarih muhakemesinde kıvanç vesilesi olamaz. Öyle bir tarih ki, İmam Hasan'ın şahadetinden ve bunun hazin sonuçlarından sonra, bu savaşın ayrıntılarını kaydetmesi gerekirken, Hasan'ın durumunu ve savaşlarını, sonraki nesillere öyle bir tarzda anlatırdı ki, "bozgunculuk", "zamanın halifesi aleyhine kıyam etmek"ten başka bir anlam çıkmazdı.

Bu da, "İmam Hasan'ın hedeflerine karşı, Muaviye'nin plân ve programı" başlığı altında, vurgulamak istediğimiz hususun ta kendisidir. Konuyu biraz daha açalım: Daha önce de bahsettiğimiz gibi, din adamlarının seçkinleri, muhacir ve ensardan hayatta kalanlar ve vefakâr Şiîlerin seçkinleri, topluca İmam'ın çağrısına koşmuş, onun, Muaviye ile savaşmak için oluşturduğu orduya katılmışlardı. Bu seçkin insanlar içinde, bilerek ve isteyerek İmam Hasan'ın cihat çağrısına cevap vermeyen veya kulak ardı eden birini tanımıyoruz. Denebilir ki, İmam Hasan ile Muaviye'nin bu ilkel ve hassas konumu, aynen geçmişte babalarının (Allah Resulü ve Ebu Süfyan) konumuna benzemekteydi. Yani, İman'ın tamamı ile küfrün tamamı karşı karşıya gelmişti. Ayrıca önceki açıklamalarımız sayesinde gördük ki, o dönemde yeryüzünün tamamında, İmam Hasan'ın etrafındaki bir avuç insandan başka, İslâm'ın yüce esaslarını, yüce ve örnek değerlerini doğru bir şekilde korumaya lâyık olabilecek başka bir toplum bulunmuyordu. Bu girişten hareketle şu sonuca varıyoruz: Eğer İmam Hasan (a.s) savaşsaydı ve bu değerli topluluğu, bir tanesinin  bile sağ kalamayacağı kesin olan bu savaşta kaybetseydi, aslında, tek koruyucusu ve taşıyıcısı bu insanlardan ibaret olan ağır bir emaneti yok olmaya terk etmiş olurdu... Bu değerli emanetin yok olması demek, Ali ve Hasan'ın soyundan gelen imamların (hepsine selâm olsun), sonraki nesillerle irtibatının kıyamete kadar kesilmesi demekti. Bu durumda, İmam Hasan'ın olayı da tarihî etkinlik açısından, ıslâh iddiasıyla ayaklanan, Resulullah'a yakınlıklarını, yaptıklarının gerekçesi ve kanıtı olarak ileri süren, kısa vadede veya uzun vadede yenilip dağılan, davetlerinden ve kıyamlarından geriye, tarih kitaplarındaki veya ensab kitaplarındaki birkaç satırdan başka bir şey kalmayan Ali soyundan Seyitlerin (Alevîlerin) maceralarına benzerdi. Acaba Emevîler, Muhammed'in (s.a.a) soyuna kesin darbeyi indirseler, Hasan (a.s) ve beraberindeki bütün aile fertlerini ve seçkin dostlarını öldürseler ve İslâm Emevî kimliğine bürünseydi, artık Muhammed'in (s.a.a) yadigârlarından, bıraktığı hatıralarından geriye ne kalırdı? Ruhunu ve özünü bu seçkin insanların benliğine aşılayan İslâm'ın, örnek terbiye ve öğretilerinden geriye bir şey kalır mıydı? Meğer İslâm'ın, Şam ordusunun kılıçlarına lokma olacak bu topluluktan başka takipçileri ve öğrencileri mi kalmıştı?!

Geçen bölümlerde, Muaviye'nin ne derece kabilecilik taassubunun etkisinde kaldığını ve bununla övündüğünü gördük. Bu bilgi ışığında ve nihaî sindirme politikasından sonra, Ali adının ve soyunun kötü bir şekilde anıldığını gördüğümüze göre, Muhammed'in (s.a.a) adının ve asil düşüncelerinin, öğretilerinin de saldırıya uğramayacağının, dil uzatmalar ve sövmelere maruz kalmayacağının garantisini kim verebilir? Zafer kazanan düşman; Ebu Süfyan oğlu Muaviye, kendi deyimiyle, halkın günde beş defa bir Haşimînin adını (yani Resulullah'ın (a.s.s) adını) İslâmî geleneğe göre, ezanda zikretmesinden rahatsız olan bir kimse olunca, başka bir şey

beklenebilir mi? Nitekim Muğiyre b. Şu'be şöyle demiştir:  "Şu ezan seslerini gömmekten başka artık ne amacımız olabilir!" [153] Zafer kazanmış dostları ve işbirlikçilerinden biri de meşru (!!) kardeşi Ziyad b. Ebih (-her kimse- babasının oğlu Ziyad), diğeri yaşlı sahabe Amr b. As, üçüncüsü açık gözlü, namuslu adam(!!) Muğiyre b. Şu'be ve dördüncüsü de, Mekke ve Medine'yi fetheden(!!) Müslim b. Ukbe. Ve başkaları, ki hepsi aynı kumaştan ve İslâm'ın maneviyatına aşk, ilgi ve taassup gösterenlerdendi(!!!) Ziyad'ın Kûfe'deki cinayetleri, Amr'ın Sıffin ile Dûmet'ul- Cendel'deki fitnecilikleri ve İslâm'da ilk rüşvet alan Muğiyre'- nin, Yezid'i hilâfete çıkarmak, Ziyad'ı Ebu Süfyan'ın oğlu olarak ilân etmek için gösterdiği çabaları ve Müslim b.

Ukbe'nin Mekke ve Medine'de işlediği cinayetler, bu alicenapların, İslâm mirasına, değerlerine ve Müslüman toplumun maslahatlarına olan azamî gayret, ilgi, alâkalarını göstermek için yeterlidir. Bu cinayetkârlar, sözü edilen facialara sebep olurken, Peygamber ailesinin fertleri, takipçileri ve seçkin dostları, keskin emr-i bi'l-maruf ve nehy-i an'il-münker (iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak) silâhıyla onların karşısında duruyor ve her türlü faaliyetlerini gözetliyorlardı. Eğer bu büyük engel bertaraf olsa, Peygamber soyu ve Allah'ın seçkin kulları dünyadan ayrılsalardı, bu cinayetlerin boyutları nereye varırdı? Allah bilir! Bu konunun doğru ve açık sonucu şudur: Eğer İmam Hasan (a.s) Meskin cephesine katılabilseydi, kendisinin ve Şiîlerin canını mutlaka feda eder, kendi eliyle kendi ölüm kararını imzalamış olurdu. İsmini, ensap kitaplarının sayfalarına hapsetmiş; kendi mektebini yok olmaya mahkûm etmiş olurdu.

Mektebinden en küçük bir iz kalmamış, iftihar kaynağı tarihi, soyunun yüce ve şanlı tarihçesi, en kötü efsaneler şeklinde söylenmiş olur ve ardından Muaviye, daha sonra da Mervan ve benzerleri, kendi kafalarına göre bir şeyler eklerlerdi. Bu da aslında, İslâm'ın ve insanlık tarihinin sonu, kendi alâmet ve özellikleriyle Emevîlik tarihinin başlaması anlamına gelirdi. Bir hadiste yer aldığı gibi: "Ümeyyeoğulları'ndan ak saçlı kambur bir ihtiyardan başka kimse kalmasa bile, Allah'ın dinini çiğner ve onu tahrif etmeye çalışırdı."[154] Şu hâlde, İmam Hasan'ın, takip ettiği yoldan başka bir çaresi var mıydı? Küçük bir inceleme ve dikkatli düşünme gösteriyor ki, Hasan'ın yaptığı iş, Muaviye'den beklenen tahrif amaçlı adımların şiddetini azaltabilecek bir yoldu; hatta bunun için tek yol buydu. Bütün bunları önceden gören İmam Hasan, Şiîlerinin ve dostlarının canını korumakla, gelecek nesillerle irtibat hattını korumuş olmakla kalmadı, gelecek nesillerle babası ve dedesi arasındaki bağı da korumuş oldu. Hem de idealini kesin bir yok oluştan kurtardı ve İslâm tarihini tahrif ve yalanlardan uzak tutmuş oldu. Dünyasını kaplayan yenilgi ve perişanlığın derinliklerinden, fikri, maneviyatı ve geleceği için parlak bir zafer ve göz kamaştırıcı bir başarı çıkardı...

Dünyasını dinini korumak için feda etti. Bu ise, bu tertemiz soyun ve peygamberlik ağacının bu güçlü dalının "imamlık" misyonuna sahip olduğunun somut

bir işaretidir.

3. BÖLÜM

BARIŞ

İKİ TARAF AÇISINDAN BARIŞI GEREKTİREN SEBEPLER

Muaviye'nin, hedeflerine ulaşmak doğrultusundaki girişimlerine bakıldığında, barış önerisinin ilk olarak ondan gelmesi[155] ve bir imtiyaz elde etmek, yani "iktidar"ı elde etmek karşılığında İmam Hasan'a her türlü sözü vermesi, şaşırtıcı olmasa gerek. Muaviye bu plânı, iki tarafın henüz savaş heyecanı içinde oldukları bir dönemde hazırladı ve çabasını, ordugâhının düzenini, savaş hazırlığından çok, bu plânın uygulanması noktasında yoğunlaştırdı. Plân şuydu: İmam Hasan'a barış önerisinde bulunacak; kabul ederse ne alâ, etmezse, zorla kabul ettirecek ve her ne pahasına olursa olsun, savaşın başlamasını önleyecekti. Bu amacın gerçekleşmesi için her şeyden önce, İmam Hasan cephesinde halkı kendiliğinden barış düşüncesine itecek bir ortamın oluşması gerekiyordu. Nitekim plân gereğince, yalan söylentiler bir sel gibi, bu cephenin ordugâhlarına akmaya başladı. Rüşvet pazarı kuruldu. Birçok komutan ya da komutanlık iddiasında bulunanların akıllarını başlarından alacak vaatler sıralanıyordu: Bir ordunun komutanlığı, bir bölgenin yönetimi, bir Emevî prensesle evlenme!! Nakit olarak rüşvetlerde ise bir milyon rakamı telaffuz ediliyordu! Muaviye bu plânı uygulamak için, bütün zekâsını, yeteneğini ve tecrübesini kullandı.

İlk bakışta İmam Hasan'ı terk etmiş gibi görünen birçok kimse ise, günü geldiğinde bu hareketi gerçekleştirmek üzere Muaviye tarafından para ile satın alınmış uşakları ve casuslarıydılar. Ordular, silâhlar ve stratejik taarruzlar da, barış plânını uygulamaya dönük Muaviye'nin diğer kozlarıydı. O, Irak'a ilk saldıran olmak istemiyordu; zira başka bir çare varken, İmam Hasan'la (a.s) savaşa girmek istemiyordu. Şu da var ki, Muaviye'nin kafasındaki çözüm yoluyla, halkın ya da yeni dinin çözüm yolu arasında çok farklılık vardı. Kabul etmek gerekir ki, Muaviye'nin bu konuda seferber ettiği kozların hepsi, onun özel amaç ve hedefini, yani rakibi barış düşüncesine itecek ortamın oluşturulmasını, tam anlamıyla gerçekleştirebilecek, önceden hesaplanmış ve ince ayarlanmış metotlara göre düzenlenmiş birer buluş niteliğindeydi. Bir taraftan Irak cephesi komutanı, ardından da ordunun diğer ileri gelenlerinin çoğu, vicdanlarını mala veya vaatlere satıyorlar; diğer taraftan da aniden kuşkuya düşüren, sarsıcı, korkunç ve yalan söylentiler seli Meskin ve Medain ordugâhlarını birbirine katıyor ve sonra İmam Hasan'ın kendisi, bu söylentilerin yayılması sonucu hiçbir olumlu girişimde bulunma imkânı bulamıyor ve hatta iç düşmanların saldırısına uğramamak için, askerlerinin arasına bile çıkamıyor iken, böyle karışık bir durumda, barışa razı olmaktan başka yolu kalır mı? Çok ilginç bir durumdu. İyilikler ve elverişli koşullar, halkın fesatçılığının ve kötü düşüncelerinin gölgesinde kalıyordu...

Şartlar namüsait, durum karışık olursa liderin suçu nedir? Ortalık fitne ve fesattan geçilmiyorsa, halka ne diyebilirsin ki?... Tabii kararsızlık içinde kıvranan veya İslâm'ın yükü hâline gelen halkta böyle bir durumun ortaya çıkması için, her biri başlı başına bir etken olan İslâm'ın henüz yerleşmiş olması ve bazı vicdanların sapması gibi

hususları da göz ardı edemeyiz. Şimdi böyle bir konumda yani, İmam Hasan'ın (a.s) askerlerin hıyaneti veya karşı tarafın ustaca fitnecilikleri gibi, kendi iradesi dışında gelişen olaylar neticesinde, ilk saldırıda yenilgiyle karşılaştığı bir durumda, kurallar, o andan itibaren başka bir hazırlık fikrinde olmasını ve Muaviye ile savaşını; askerlerinin ihanetlerinin ulaşmadığı, sapık karakterlerin zarar  vermediği, düşman entrikalarının, fitnecilerinin şansını, başarısını, nüfuzunu ve zaferini gittikçe artıracağı bir alana çekmesini gerektiriyordu. Yukarıdaki paragraf, İmam Hasan'ın en iyi şekilde yararlandığı ve Muaviye'nin bütün uyanıklığına rağmen gafil avlandığı ve idrak edemediği plânın bir özetidir. Muaviye'nin barış önerisi, İmam Hasan tarafından kabul edildi ama, bu sadece Muaviye'yi şartlara ve taahhütlere bağlı kılmak amacıyla idi. Lâkin, Muaviye gibi birinin bu taahhütlere uzun süre bağlı kalmayacağı, yakın bir gelecekte onları bir bir açıkça çiğneyeceği ve halkın da bu durumu gördüğünde, onu reddedip, kızgınlıklarını açıkça beyan edecekleri malumdu... İşte halkın kalbinde yer alan ve nesiller boyu kalıcılığını koruyan öfke ve intikam tohumu bu barış sayesinde serpildi ve bu öfke, tarih boyunca zorba güçleri sindirmeye yardım eden ayaklanmaların kaynağı oldu.

Back Index Next