Back Index Next

Ayrıca öncü birliğin komutanının adı hakkında da aralarında ihtilâf var: Kimisi Abdullah b. Abbas, kimisi Übeydullah b. Abbas ve kimisi de Kays b. Sa'd b.

Übade olduğunu söylemekte... Büyük belâların ve ağır musibetlerin yaşandığı böylesine büyük bir tarihî olayda, hak ile batılın, doğru ile yalanın bu denli birbirine karışması ancak bu kadar olur. Diğer tarihî kaynaklar, bu olayı, önemsiz tarihî bir vakıa gibi geçiştirmişler; o kısa dönemde (İmam Hasan'ın İslâmî hilâfete gelmesi, sonra manevî hükümetin maddî ve dünyevî hükümetlerden ayrılması, ardından hilâfetin saltanata dönüştürüldüğü ve son olarak, İslâm'da gruplaşmaların, kavmiyetçiliğin ve neticesinde anlaşmazlıkların had safhaya ulaştığı bu dönemde) vuku bulan büyük hadiselere en ufak bir ilgi ve duyarlılık göstermemişler. Bu vakıayı, gerek geniş bir şekilde, gerek özet hâlinde nakleden tarihçilerden, barışı kabul etme fikrinin İmam Hasan nezdinde kabul edilebilir hâle gelmesine neden olan veya onu barışa mecbur eden buhranlı ortama, sadece biri değinmiştir. Bir bölümü, itiraf ve sükût yolunu seçmiş, bir görüş belirtmemiş; bazısı olayı tasvip etmiş, deliller ve mazeretler öne sürmüş; işin sırrını ve barışın görünümünü kavrayamayan bazıları da, sert, kırıcı eleştiriler ve zehir zemberek sözlerle, perde arkasında kalan cahilce taassuplarını gün ışığına çıkarmışlardır. İmam Hasan'ın (a.s) çektiği sıkıntı ve zorluklar hakkında, dost, düşman tarihçilerin naklettikleri ve anlattıkları arasında, sözün tertibi ve düzeni açısından veya maksadı beyan etme tarzı bakımından eleştirilerin önünü alacak, en azından; "Hasan (a.s), şüphesiz ebedî bir önder için en iyi son ve en uygun akıbet olan şahadeti neden seçmedi?" şeklindeki masumane soruya cevap oluşturacak açıklamayı içeren bir tek kaynak yoktur. Hâlbuki bu sırrın ortaya çıkarılması yolunda bir adım atabilseler ve bu soruya bir cevap verebilselerdi, bu, İmam Hasan'ın barışının asıl nedenini aydınlatmak için yeterli olur ve onun üzüntülerini, çektiği sıkıntı ve zorlukları saymak için ayrı bir çabaya ihtiyaç olmazdı. Çünkü eleştirenlere göre, tüm bu zorluklar ve sıkıntılar, barışın tek çözüm yolu olduğuna ve başka çıkar yolun kalmadığına delil değildir. Dolayısıyla, "Neden İmam Hasan (a.s) kendisine en yakışan yolu yani, Allah yolunda şahadeti tercih etmedi?" sorusu, bu grup açısından cevapsız kalmıştır.

"Neden kardeşi İmam Hüseyin (a.s), benzer zorluk ve sıkıntılar karşısında şahadet yolunu seçti ve bu üstün seçim onu, zulüm karşıtı insanlık tarihinde ebedîleştirdi de, kendisi böyle bir tercih yapmadı?" sorusuna tatmin edici bir cevap bulamamışlardır kaynaklarda... İmam Hasan (a.s), kardeşi İmam Hüseyin'in (a.s) sonradan katettiği yolu neden daha önce katetmedi? Ve hülâsa Hasan'ın (a.s) şahadeti seçmemesinin sebebi ne idi? Korku mu?? Şüphesiz hayır... Zira kardeşi Hüseyin'in, ondan daha yürekli, daha cesaretli, daha iyi kılıç kullanan, tehlike ve savaş meydanına atılma da daha fazla bir geçmişe sahip olan biri olduğunu söyleyemeyiz... Onlar, bütün insanî meziyetlerde eşit iki kardeşti; ahlâkta, dinde, Allah ve inanç yolunda fedakârlıkta, savaş meydanındaki cesaret ve yiğitlikte, kısaca her mücadele meydanında Arapların en cesaretlisinin evlâtları olmakta... Bu durumda onun korktuğundan söz edebilir miyiz?! Yoksa dünya hayatına düşkünlük mü?? Hâşâ, o ruhanî önder, o parlak geçmişiyle, dünya hayatını, Allah'ın kendisine vaat ettiği ahiret nimetlerine ve alçak dünyayı, gençlerinin efendisi olduğu cennete tercih edemezdi.

Esasında, yönetimin zirvesinden inmiş birisinin hayatı ne kadar mutlu olabilir ki?! Ayrıca cihat ve fedakârlık ruhuyla yetişmiş büyük insanların, dünyaya tamah edip göz dikeceğini söyleyebilir miyiz?!! Ya da, Muaviye'yi yönetime lâyık gördüğü(!) için mi hükümeti ona teslim etti?! Hiç şüphe yok ki, Hasan gibi biri, Muaviye gibi birisini bu iş için uygun görmez. Muaviye hakkındaki sözleri bugün elimizde mevcuttur; bütün sözlerinde açıkça, onun zalim biri  olduğunu, onunla savaşmanın vacip olduğunu belirtmiş ve bilâhare onun küfrüne hüküm vermiştir. Biat günlerinde, Kûfe'den kendisine (Muaviye'ye) yazdığı bir mektubunda şu cümleler yer alıyor: "Zulmü bırak ve Müslümanların kanını akıtma! Allah'a andolsun, şimdikinden daha fazla kanın vebali boynunda olduğu hâlde, Allah'ın huzuruna çıkman, senin için hayırlı ve uygun değildir..."  Barıştan sonra kendisini kınayan dostlarından birine şöyle bir cevap yazdı: "Andolsun, eğer yeterince adamım olsaydı, gece gündüz demeden Muaviye'yle savaşırdım..."  Tarihî Medain hutbesinde şunları söylüyor: "Allah'a andolsun, Şam halkı hakkında

verdiğimiz karardan pişmanlık ve şüphe duymuyoruz..." Daha önce naklettiğimiz, Ebu Said'e hitaben yaptığı konuşmada şu cümleler göze çarpar: "Beni, Muaviye ile barış yapmaya mecbur kılan durum, Hudeybiye'den döndükleri zaman, Allah'ın Resulü'nü, Benî Damure, Benî Eşca' ve Mekkelilerle barışa zorlayan durumla aynıydı. Onlar Tenzil'i (Kur'ân'ı) kabul etmediler, bunlar ise tevili (yorumunu)..." Öyleyse, ne barışı "Muaviye'yi lâyık görmesi", ne savaşı terk etmesi "korktuğu" ve ne de şahadet yolunu tercih etmemesi "hayata bağlılığı" anlamında idi; bilâkis, onun barışı kabul ettiği şartlar ve ortam, barışın dışındaki alternatifleri içine almayacak kadar dar bir çerçeveye sahipti. İşte kendi konumuyla kardeşi Hüseyin'in durumu arasındaki farklılık ve kesişme noktası da budur. Zira Hüseyin'in (a.s), döneminin kendine has durumu itibariyle iki çıkış yolu vardı: Şahadet ve barış. Doğaldır ki, halkın en üstünü, çözüm yollarının en iyisi ve uygun olanından vazgeçmez. Fakat İmam Hasan (a.s) öy-le bir ortama düşmüştü ki, şahadet yolu yüzüne kapanmış, karşısında tek bir yol (barış yolu) kalmış ve bunu kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. Ben şahsen, bu konuya yürekten inanıyorum. "Şahadet yolu ona kapalıydı" sözü, ilginç gelebilir... Doğrusu, Allah rızası için, yaşama hakkından vazgeçen, kendisini Allah'a adamış bir insan için şehit olmak; korkusuzca, Allah yolunda ölmek için, ölümün peşinde savaş meydanına koşmak, dünyayı geride bırakıp, canını Allah'a adamak, bedenini kılıçlara lokma etmek, kanını oklara ve mızraklara içirmekten başka nedir ki?... Ebedî ve gerçekten diri bir şehit konumuna geçmenin yolu bu değil midir? Böyle aydınlık kadere ve böyle bir halis yola kavuşmak için karşısında koskoca savaş meydanı duran bir mücahit nasıl olur da durur? İmam Hasan Meskin'de âdeta süslenmiş bir meydan ve hazır bir düşmanla karşı karşıyaydı! Niçin hemen oraya gitmedi? Ve niçin, oraya gittiğini, düşmanla savaştığını veya sıkıntı ve zorluk anında kendisini ölümün kucağına attığını duymadık?? Şüphesiz eğer o, böyle bir girişimde bulunsa, yani, savaş meydanına adım atsa ve canını hiçe sayarak savaşsaydı, bütün halis Şiîleri de onun gibi can fedakârane savaşırlardı. Zira onlar, kendilerini ölüm girdaplarına bırakmak için, onun son işaretini beklemekteydiler... Evet; işte burada, İmam Hasan'ın başından geçenler, Ehlibeyt'in yaşadığı bütün zorluklar arasında, kendisine has özelliğiyle belirginleşmektedir. Bu nokta, bu tarihî problemin bileşkesini oluşturan birçok şüphelerin ve eleştirilerin ortaya çıkmasına neden olmuş ve daha sonra boşboğazlık edenler, mantıksızca yaveler düzenler de zoru daha da zorlaştırmış ve gerçeğin zihinlerden biraz daha uzaklaşmasına ön ayak olmuşlardır. Olayların gerçeğine uzak ve yabancı kalan bu mantıksız ve boş konuşmaların asıl amacı, kaçınılmaz sonucu, temelsiz ve asılsız yargıların oluşması ve bu yargıların, her şeyden daha çok, İmam Hasan'ın siyasetine bulaşması, böylece onun zayıf bir siyaset takip ettiğini göstermek ve kuşku duymadan düşüncesizce eleştiri oklarını ona yöneltmekti. Biz, araştırdıktan sonra, bu iki görüşten (İmam Hasan'ın (a.s) seçimi mi, yoksa eleştirmenlerin sözleri mi) hangisinin doğruya daha yakın ve sağlıklı bir siyasete daha uygun olduğunu göstereceğiz.

Göreceğiz ki, Hz. Hasan'ın yüce şahsiyeti, şüpheler barındıracak gibi değildi ve o, eleştirmenlerin kolayca tenkit edebilecekleri bir önder hiç değildi. Konunun özünün, problemin asıl noktasına ve eleştirilerin esas merkezine odaklandığı şu an, iyisi mi, olayı halletmeden önce, konunun düğümünü çözmek için, kilometre taşı işlevini görecek üç gerçeği aydınlatalım. Bu üç gerçeğin aydınlanmasından sonra, ilk belirsizliğin ardından, konu kendiliğinden açıklığa kavuşacak, eleştiriler özür dilemeye, tenkitler övgüye dönüşecektir. Bu üç gerçek şunlardır:

1- Şahadetin manası. 2- Medain'deki son anlarında, İmam Hasan'ı kuşatan durumun içyüzünün resmedilmesi. 3- İmam Hasan'ın (a.s) hedeflerine karşı, Muaviye'nin yürürlüğe koyduğu plân ve programı. Bu konu bizi, kitapta daha önce geçen incelemelerde işaret edilen bazı gerçeklere yeniden değinme mecburiyetinde bırakmaktadır. Bu tekrarın sebebi, toparlayıcılığına, geniş boyutluluğuna ve çok yönlülüğüne gösterdiğimiz ilgidir.

1- ALLAH YOLUNDA ŞAHADET

Yaşam kaynağı ve hayata yön verme anlamında şahadet; iyi ve övgüye değer bir sünneti, bir geleneği diriltmek veya kötü ve yergiyi hak eden bir sünneti, bir geleneği yok etmek yolunda, insanın canını feda etmesidir. Allah yolunda ve iyiliği müdafaa ya da kötülükle mücadele sahnesinde gerçekleşmeyen fedakârlıklar, hiçbir şekilde şahadet sayılamaz. Örneğin: Eğer bir kâfir savaş meydanında, bir Müslümanı katlederse, o Müslüman şehittir. Yine eğer zulüm ehli (İslâm toplumunun düzen ve sükunetini bozan kimselerden) birisi kendini savunan bir Müslümanı öldürürse, o Müslüman da şehittir. Ama eğer bir Müslüman, başka bir Müslümanı şahsî bir çekişme ve kavgada ya da doğru bir dinî düşünceyi savunmak maksadıyla katlederse, ölen kimse şehit olmadığı gibi, iftihara da mazhar değildir; zira, insanlık tarihinin şehide verdiği değer ve gösterdiği saygı, gerçekte onun insanların maslahatı uğrunda feda olan canının bedelidir. Öyleyse, şahsî olaylar veya insanların maslahatlarına zıt fedakârlıklar, bu değer ve saygıya lâyık olamaz. Diğer bir tür ölüm şekli daha var ki, şahadet kavramından uzak ve bu şekilde akıtılan kanı diğer ölüm şekillerine nazaran daha pis ve değersizdir. Bu da bir liderin takipçilerinin, yaptığı her işe ortak olanların, onun görüşlerini paylaşan kimselerin ve onun her yaptığında hak sahibi olanların, liderlerine baş kaldırıp onu öldürmeleridir. Her toplumda, millet adına milleti yöneten ya da herhangi bir yetkiye sahip olan bir kimsenin güç ve kudretinin kaynağı yine o millettir. Bu da, İslâm'da toplumsal güçlerin dayanağı olan bir temel ve esastır. İslâm'ın ilk yıllarında Müslümanlardan birinin Ömer b. Hattab'a; "Eğer sende bir eğrilik (yanlışlık) görürsek, kılıçlarla düzeltiriz..." demesi de bu esasa dayanmaktadır. Böyle bir ölümü şahadet kavramından uzak ve apayrı bilmemizi şu açıdan değerlendirebiliriz ki, düzenli ve kalabalık bir topluluğun eşliğinde böyle bir kimsenin kanını dökmeye uzanan art niyetsiz ellerin, mazeret ve amelleri kendi haklarını ispat ettikleri için kamuoyu nezdinde, maktulünkinden daha geçerli ve mantıklıdır... Ayrıca Kaffal Şafiî'nin dediği gibi; "Kendisini yönetime getiren ümmet şimdi ona hadd (kısas) cezası uyguluyor." Örneğin; İslâm tarihinin büyük ve güçlü üç şahsiyetinden üçüncüsü olan Osman, onun yaptığında hak sahibi olan ve kendisine başkaldıran adamları tarafından kılıçla öldürüldü ama, ne tarih ve ne sevenleri, onu gerçek manada şehit olarak, tarihe kaydetmeye muvaffak olamadılar. Ama, hayattaki etkinliği, zihinleri kendisiyle meşgul edemeyecek kadar az olan, Ebuzer el-Gıfarî'nin azat ettiği Covn adındaki fakir siyahî köle, [Kerbelâ'da] Allah yolunda  öldürüldüğü için, kelimenin tam manasıyla şehit sayılmakta ve tarih onu saygıyla anmaktadır. Sonuç olarak şuraya varıyoruz: Şehit sayılmanın şartı veya şahadetin saygınlığının gereği, ölenin büyük şahsiyetlerden olması değildir. Aynı şekilde büyüklüğün gereği de, kişinin her ne şekilde ölürse ölsün şehit sayılacağı değildir. Şimdi bu konuyu bir kenara bırakıyor, ikinci konuya başlıyoruz. Ki yeri geldikçe bu konuyla ilgili olarak söylenenlerden istifade edeceğiz.

2- MEDAİN'İN ANORMAL DURUMUNA BİR BAKIŞ

Geçen konularda gördük ki, İmam Hasan ordusunun en seçkinleri, öncü birlik unvanıyla Meskin'e gönderilen askerlerdi. Medain'de ordusunu teşkil eden birlikler ise, cesaret ve iman bakımından ordunun en zayıfları, ihtilâfa, bölünmeye ve dağılmaya herkesten daha çok yatkın kimselerdi. Ve yine gördük ki, İmam Hasan'ın Medain'e vardığı ilk günlerde ve diğer ordugâhlardan yardımcı birliklerin kendisine katılmasından önce, işin geleceği ve akıbeti konusunda tehlike sinyali verebilecek üç gelişmenin ayak sesleri duyuluyordu. Bu üç gelişmeden biri, Meskin'deki büyük ihanet haberiydi. Diğeri, halkı kaçmaya teşvik eden, yalan ve kışkırtıcı "Meskin ordusunun ikinci komutanı Kays b. Sa'd öldürüldü" şayiasıydı. Üçüncüsü ise, İmam Hasan'a hıyanet eden Kûfelilerin ihanet belgeleri olan mektupları sunmak için, İmam'ın huzuruna gelen Şam heyetinin, İmam'ın karargâhından ayrılırken, herkesin bilmesi için; "Peygamber'in oğlu barışı kabul etti." şeklinde çıkardığı fitne idi.

Kitabın geçen bölümlerinde söylediğimiz gibi, İmam Hasan'ın (a.s) ordusunda, fitneci, çıkarına düşkün insanlar, Haricîlerden bir grup ve diğer birçok sütü bozuk insanlar mevcuttu ve bu kötü niyetli gruplar için, bu üç gelişmenin sonucu olan fitneden daha elverişli ve müsait bir ortam  olamazdı. İmam Hasan, halkı toplayıp onlara hitaben, iyi düşünmeye, sebat ve direnişe teşvik etti ve Sıffin Savaşı'nın şanlı hatıralarına ve günlerine götürdü onları. Yeri gelmişken, şimdiki görüş ayrılığı ve bölünmüşlükten duyduğu korku ve üzüntüyü de dile getirdi. Bu konuşmanın Hasan b. Ali açısından en büyük yararı şu oldu: Halktan, savaştan kaçındıkları itirafını açıkça almış oldu; onlara, Muaviye'nin önerisini (barış önerisi) kabul etme konusunda, kendileriyle meşveret ediyor izlenimini verdi; hitabesinin sonunda ise şöyle dedi: "Biliniz ki! Muaviye bizi, haysiyet ve insaftan yoksun bir işe davet etmekte. Eğer ölmeye hazırsanız, sözünü kendisine yutturalım ve kılıçların gölgesinde onu Allah'ın mahkemesine çıkaralım. Ama eğer yaşamak fikrindeyseniz, önerisini kabul edelim de gönlünüz ferah olun?" Her taraftan sesler yükseldi: "...Mühlet, mühlet.!..

Barışı imzala!"[144] Yazar: İmam Hasan'ın barış olayı hakkında aktarılan iki rivayet var ki, "rivayet edenlerin çokluğu" itibariyle, "tarihin reddedilemez gerçeklerinden sayılmak" açısından diğer rivayetlerden üstün sayılırlar.

Bunlardan biri, halkın, İmam Hasan'ın sözlerini duyduktan sonra, her taraftan seslerini yükseltip, barışı imzalamayı istediklerine ilişkin yukarıdaki rivayet; diğeri de, barışı kabul edip imzalamaya itiraz amacıyla, halkın Medain'de İmam Hasan'a karşı ayaklanması ile ilgili rivayettir!! Şimdi acaba, bu iki zıt görüş ve inançtan hangisi, halkın gerçek görüş ve inancı idi... Allah bilir!!! Bu durumda, İmam Hasan'ın ordugâhındaki ihtilâf ve

bölünmüşlüğü açıkça müşahede etmek acaba mümkün değil mi? Ve acaba, o ordugâhta hüküm süren fitne ve kargaşa rahatlıkla anlaşılmıyor mu? Hem de öyle bir fitne ve kargaşa ki, ortaya çıkmasıyla hiçbir savaş meydanı düze girmez. Diğer yandan, öyle bir halktan barış umuyorlardı ki, açıkta insanları barışa davet ediyor, gizlice ise savaş ateşini daha da körüklüyorlardı. Acaba, hem İmam'ın yanında olmak ve cihada davet etmek, hem de fitne ve kargaşayla birlikte olmak mümkün

olabilir miydi? Her hâlükârda bu, Medain ordusunun çeşitli renklerinden biriydi; askerlerin iki yüzlülüğünü gösteren bir alâmetti ve bu, ordunun kaderi üzerinde çeşitli unsurların pay sahibi olduğunun göstergelerinden biriydi. Orduda ayaklananların dilinde yükselen; "İmam Hasan (a.s) kafirdir." (hâşâ) sözü de gösteriyor ki, bu isyan Haricîlerin tahriki ile gerçekleşmiş ve onların amacını yansıtmıştır.

Bu, Haricîlerin öfke ateşlerinin bir Müslümana veya Müslümanların liderlerinden birine karşı alevlendiği zaman, onun hakkında sarfettikleri zehir zemberek bir tabirdi.

Haricîlerin bu ateşi yakmak ya da alevlendirmekteki amacı (yani İmam Hasan'a küfür isnadında bulunmaları) kendi kahpece esas ve kurallarına göre, en büyük cinayete yeltenmek yani, Hasan b. Ali'nin (a.s) kanına girmek için bir nevi izin belgesi istemeleriydi. Nitekim onlardan biri, İmam'ın bacağına öyle bir darbe indirdi ki, kemiğe bile işledi. Hatta İmam'ın cübbe ve seccadesini alacak kadar, hayasızca yağma olayı gösteriyor ki bu yağma, eski metin ve kaynaklarda ganimet talepler olarak adlandırılan, İmam'ın ordusundaki diğer bir grubun eliyle gerçekleşmiştir. Ordugâhtaki fitne ve kargaşa çemberinin çok geniş ve genel olması da, bu işte fitne yanlılarının parmağı olduğunu ve hem Kûfe'de, hem de ana ordugâhlar ve kutsal cihat sahnesinde devamlı saflar arasında kendilerine yer bulan bu insanların, fitne ve bozgunculuğun öncülüğünü yaptıklarını ve isyanın genişlemesinde etkili olduklarını gösteriyor. Evet, Medain'de durum bundan ibaretti... Söndürülmesi, İmam'ın samimî Şiîlerinin ve gerçek taraftarlarının gücünü aşan bir fitne ateşi alevlenmişti. Artık bu mümin azınlığın da vazifesini yapamayacak hâle getiren ani ve beklenmedik olaylar...

Direniş imkânlarını ortadan kaldıran gevşeklik ve sebatsızlık... Büyük ve mukaddes hedeflerin, yerini adî ve iğrenç hedeflere terk etmesi... Ve nihayet; "Eğer Muaviye ile savaşmanın faydası yoksa, neden Hasan'la savaşmayalım ve eğer savaş ganimetleri elde edemeyeceksek, neden dostlarımızın ve asker arkadaşlarımızın malını yağmalamayalım?! Bunları da yapamazsak, o ordugâhın (Meskin ordugâhı) askerleri ve ileri gelenleri gibi, Muaviye'ye sığınıp ve bize doğru hareket etmesini neden yazmayalım"(!!!) şeklindeki ihanet dolu sözlerin yükseldiği bir ortam." Unutmadan söyleyelim ki: Bunlar, tarihin yazdıklarıdır... Kim bilir buna benzer daha ne kadar olaylar yaşanmış da, ya tarihin unutkanlığına gelmiş veya unutulmak istenmiş ya da tarih sayfalarına dökmeye fırsat olmamıştır. Bunun dışında neler olup bittiğini ancak Allah bilir. Şimdi gelin, İmam Hasan'ın yerine, Muaviye'yi böyle bir konumda farz edin! Böyle bir konum ve ordunun arasında... El-insaf! Acaba Muaviye o kurnazlık ve nüfuzu ile böyle bir zor çıkmazdan, İmam Hasan'dan daha iyi bir şekilde, aynı zamanda hedefini, idealini, plânını ve geleceğini garanti altına alarak kurtulabilir miydi? Şimdi de, İmam Hasan'a şahadet yolunu kapayan sebepleri daha iyi tanımak için bu tarihî seyrin acı ve zor merhalelerinden üçüncüsüne geçelim.

3- İMAM HASAN'IN (A.S) HEDEFLERİNE KARŞI MUAVİYE'NİN İZLEDİĞİ STRATEJİ

Osman'ın ölümüyle birlikte, Muaviye'nin valilik unvanı düşmüş oldu. Ondan sonra kendisine verilmesi gereken diğer bir lakap ve unvanın ya da İslâm geleneğinde hangi ve nasıl bir sorumluluğu üstlendiğini bilmiyoruz... Şu kadarını biliyoruz ki, iki yasal halife, yani İmam Ali ve İmam Hasan (her ikisine selâm olsun), onu vali olarak atamadılar.

Demek ki Muaviye, vali değildi. Ve yine biliyoruz ki, İslâm dini, aynı anda iki halifenin olmasına izin vermez. Öyleyse halife de olamazdı. Buna göre Muaviye, Osman zamanından sonra, kim ve ne idi?? Bilmiyoruz... Evet, biliyoruz ki o, Şam valiliğinden azledildiği andan beri, iki hak halifeye sürekli baş kaldırdı, kılıç çekti. Ve yine biliyoruz ki, İslâm yasaları böyle bir girişimde bulunan kimselere özel bir lakap ve unvan vermiştir; zorba ve zalim...

Ama Muaviye'nin bu lakap ve unvanı kabullendiğinden emin değiliz... Onun, kendisi için, "zorbaların önderi"nden başka bir lakap ve makam tanıdığını düşünebiliyor musunuz?! Öyle görünüyor ki Muaviye, o cesur serkeşliğiyle, biraz olsun lakapsız yaşamaya ya da şeriatın kendisine bir lakap yakıştırmasına o kadar önem vermiyordu... Kılıç zoruyla ve İslâmî kuralları hiçe sayarak, İslâm'ın rıza göstermediği şekliyle en büyük makam ve mevkileri elde etmek isteyen bir Muaviye için, kanunun ona bir lakap vermemesinin ya da veriyorsa, o lakabın "zorba" olmasının ne önemi var?! O ki, daha sonraları Sa'd b.

Back Index Next