Back Index Next

1- İmam Hasan dünya için mücadele etmemiştir.

2- Eğer dünya için mücadele etmeyi isteseydi, düşmanlarından daha güçlü idi; fakat o zaman, bugün örnek aldığımız hayat çizgisinden farklı bir manzara arz edecekti.

3- Kendi şahsıyla ilgili olarak, en küçük bir zaaf veya siyaset bakımından zayıflık sergilememiş, en ufak bir korku duymamıştır. Sadece ihlâslı, samimî dostlardan yoksundu.

Bunun anlamı şudur: Eğer samimî, ihlâslı ve doğru sözlü dostları olsaydı, zafer kazanmanın tüm imkânlarına ve araçlarına sahipti.

4- Onun bir tek gayesi vardı. O da kendisinden önce babasının izlediği hedefti. Kuşkusuz babasının hedefi de, İslâm'ın maneviyatını yıkılmaktan ve sahih İslâm'ı yok

olmaktan korumaktan başka bir şey değildi. Gördüğünüz gibi, imamlık ve manevî önderliğin somut alâmetleri, yukarıda sıraladığımız dört maddenin satır aralarında belirginleşmektedir. Dolayısıyla İmam Hasan'ın davranışını ne zayıflık, ne ihmal edip mücadele etmekten kaçınma ve ne de görevden kaçma olarak nitelendirmek

mümkündür. Şurası açıktır ki, böyle bir kararı almak, insanın kendisiyle kaim olan bağımsız bir gücü gerektirir. Böyle bir güç de sahibini Allah için faaliyet  östermeye iter.

Böyle bir maneviyat hiçbir zaman dünya için faaliyet verilen ortamlarda etkinlik göstermez. Çünkü böyle bir manevî gücün dünya ile ilgisi ve  ünasebeti yoktur. Öte yandan, sahih anlamıyla imamlık, peygamberliğin gölgesi ve peygamberlikten sonra da yer ile gök arasındaki bağlantıyı kuran müessesedir.

Şöyle ki:  Peygamberlik misyonu Allah'ın iradesiyle yeryüzünde ortaya çıktığı zaman, bu misyonun kalıcı ve yerleşik bir değer hâline gelmesi, ancak samimî ve ihlâslı dostlarının yardımıyla gerçekleşebilir. Aynı şekilde imamlığın da ancak böylesine samimî ve ihlâslı yardımcılar aracılığıyla istikrar bulması, yerleşik bir önderlik işlevini görmesi mümkün olabilir. Oysa gelin görün ki, bu samimî yardımcılar nerde, görünürde dost olup yürekleri başka değerlere bağlı, mutlak itaat şartıyla biat etmelerine rağmen pervasızca kaçan sahte dostlar nerde?! Nasıl ki, Hz. Muhammed (s.a.a) kendisinden önce nice peygamberler gelip geçmiş bir peygamberden başka bir şey değildi, İmam Hasan da gönlü sağlam, sarsılmaz ve dilinde üstün örnekler olan imamdı. O misyon bunun için, bu da o misyon için takdir edilmişti. Nitekim aynı zor ve bunalımlı ortam, Hudeybiye ve Benî Eşca' hadiselerinde dedesi Resulullah (s.a.a) için de takdir edilmişti. Aynı kimsesizlik ve yalnızlık durumu, Sakife ve Şûra  günlerinde babası Ali Mürtaza'ya da musallat olmuştu. İmam Hasan'ın (a.s), hareket tarzını dedesinin ve babasının çizgisini esas alarak neden belirlemesin ki? Bu iki büyük zatın üçüncüsü olmasında ne gibi bir kusur ve ayıp olabilir ki? İkinci maddenin ifade ettiği anlamı izah etmek bağlamında şunu söyleyebiliriz: Hasan b. Ali kendi kendine şu kararı almıştı: Yokluğunu ve varlığını, hayatını, tarihini, siyasi sistemini ve bütün gücünü ve imkânlarını düşüncesinin, akidesinin hizmetine sokacak, bunların ayakta kalması, yücelmesi ve egemen olması için mücadele edecek.

O bu önemli ve zor adımı atarken, iktidar ve inanç arasındaki iki ayrı yolu sona erdiriyor ve dünyaya ilgi duymayan, züht sahibi bir imam ve halife portresi çiziyordu. Çünkü halifeliği de insanoğlunun ideallerini toplumsal hayata egemen kılmanın aracı olarak kabul etmişti.  Dolayısıyla İmam Hasan (a.s) ister olumlu sonuç veren, ister olumsuz sonuç veren girişimlerinin tümünde inancına bağlı bir rehber örneğidir. Dünya iktidar, servet, nüfuz ve çeşitli lezzetler gibi tüm baştan çıkarıcı cilveleriyle kendini ona sundu ve kendisine bağlanmasının, kendisine özgü olmasının, kendisine ram

oluşunun bedeli olarak sadece kendisini kabul etmesini ve kendisini seçmesini istedi. Ama o bundan kaçındı, kabul etmedi. Eğer kabul etseydi, dünyayı tercih etmiş olurdu.

Bunun için de çok çalışması, yoğun bir çaba içinde olması gerekirdi. Kuşkusuz başka insanlardan çok daha fazla dünyadan pay alırdı. Çünkü o insanlık tarihinin en üstün soyunun bir mensubu olarak dünya krallıkları içindeki en büyük devletin başındaki kişiydi. Dolayısıyla bütün bunları elde etmesi için yalnızca tercih yapması yeterliydi. Farzı muhal o dünyevî ve maddeci bir insan görünümüne bürünseydi, kaçınılmaz olarak miras aldığı değerler ve aldığı terbiye kayıtlarından sıyrılması, manevî övünçlerini unutması gerekecekti.

Artık Ali ve Fatma’nın oğlu ve Peygamber'in torunu Hasan olmayacaktı. Yani ihtiras sahiplerini memnun edecekti, kendisi için işbirlikçiler tutacak, kararsızları ve şüphecileri rüşvet vererek kendisine bağlayacaktı. Onlara kendisini sevdirip ihsan ve bağışlarının esiri edecekti. O koca imparatorluğun gelirleri, toplumun önderlerinin ve nüfuzlu ailelerinin akıllarını başlarından alacak genişlikteydi ve bunların beklentilerine de kolaylıkla

cevap verilebilirdi. O zaman münafıklar temiz ruhlu müminler olarak, hainler de güvenilir ve samimî insanlar olarak, kararsızlar ise itaatkâr, fedakârlar gibi görüneceklerdi. Bütün toplum, olduklarından farklı bir  görünüm sergileyeceklerdi. O zaman, Amr b. As, Muğiyre b. Şu'be ve Ziyad b. Ebih gibi tiplerin Kûfe'de Hasan b. Ali'nin konutunun yakınlarında oturduklarını, onun gölgesinde huzur bulduklarını görürdünüz. Tıpkı bu gün Hucr b. Adiyy, Kays b. Sa'd ve Adiyy

b. Hatem gibi yiğitlerin ona sığındıkları gibi. Ya da şu anda Amr, Muğiyre, Şu'be ve Ziyad gibi tiplerin Muaviye'nin sarayını hac gibi tavaf ettikleri gibi. Hasan b. Ali gibi bir başkan ve bir dayanma noktası, onlar için birtakım ayrıcalıklar da ifade ediyordu. Çünkü Muaviye gibi bir adamın geçmişindeki olumsuzluklar onda yoktu. Atalarından kendisine bir büyük manevî değerler manzumesi de miras kalmıştı. Dolayısıyla Hasan b. Ali onların dünyevî beklentilerine cevap verecek bir politika

izleseydi, onu Muaviye'ye tercih etmekte tereddüt etmezlerdi. İşte bu durumda öyle bir başarıya ulaşmış bulunacaktı ki, artık onunla ilgili bir şey yazmaya, araştırma yapmaya veya zaman ve ömrü harcamaya gerek kalmayacaktı.  Böylesi bir durumda, İmam Hasan'ın döneminde yaşayan Kûfe'nin rezil halkı, birlik ve bütünlük hâlinde görünürdü. Sebatkâr, vakarlı ve yek vücut bir toplum görüntüsünü çizerdi. Buna karşılık devletin hazinesi vicdanların satın alınması için kullanılırdı. Yönetim ihtiraslı kimselerin hırslarının tatmin aracı olurdu.

Devletin politikası kişisel arzuların, heva ve heveslerin istikametinde belirlenirdi. Böyle bir durumda sadece küçük bir azınlığı oluşturan Hz. Ali Şia'sı mevcut duruma karşı direnç gösterebilirdi. Onlar büyük bir samimiyetle İmam Hasan'ın savunduğu değerlerin yanında yer alırlardı. Daha önce babasının safında yer aldıkları gibi. İmam Hasan bir kalemde dünyayı bir kenara bırakmıştı. Hz. Ali ise dünyayı üç talakla boşamıştı. Bu davranışlarıyla onlar şunu kanıtlamışlardı: Her zaman hakikatler cephesinin önderleridirler.

İhtirasların ve heva ve heveslerin peşinde değildirler. Bunun yanında bu samimî grubun da İmam Hasan'ın Resulullah'ın (s.a.a) soyundan geldiğini göz önünde bulundurarak İmam Hasan'a karşı başkaldırılarının ve baskılarının çok aza indirmeleri beklenilirdi.

Ne düşünüyorsunuz? Sizce Muaviye "bu Hasan"a karşı mücadele verebilir miydi? Veya ona karşı zafer kazanabilir miydi? Böyle bir durumda iki taraftan hangisi daha şanslı ve başarı kazanmaya daha yakındı? Hasan mı, Muaviye mi? Şimdi bu açıklamanın ışığında İmam'ın şu sözünün anlamını iyice kavrayabiliriz: "Eğer ben dünya için hırsla çabalayan, dünyevî makamlara ulaşmak için sürekli uğraşan ve yoğun çaba içinde olan biri olsaydım, Muaviye benden daha güçlü ve caydırıcı bir adam olamazdı. Ve ben de şu anda gördüğünüzden başka bir görüş ve düşünce taşırdım." Evet, eğer İmam Hasan dünyanın peşinde bir insan olsaydı, bundan başka bir sonuç beklenemezdi. Fakat bilinen ve kesin olan bir başka gerçek var. Hasan b. Ali (selâm ve rahmet onun ve babasının üzerine olsun) başka türlü bir insandı. O, zamanın sınırlı dönemlerinde ortaya çıkan seçkin olan insanlarından biriydi. İnsanlık, onların davranışlarından, yaşam tarzlarından yüce bir maneviyat ve üstün bir örneklik ilhamı alır. İnsanlar bu seçkin kimselerin yol göstericiliğinde mutluluğa kavuşur. O şereften farklı bir anlam algılardı. Ona göre şeref; izzet-i nefis ve dinin maslahatlarını üstün tutmaktan ibaretti. Ne iktidar, ne mal, ne şu cihanın lezzet veren nimetleri, bunların hiçbiri şeref kavramının kapsamına girmezlerdi. Kur'ân'ın vurguladığı gibi, onun sahip olduğu masumiyet niteliği ve bütün varlığının tanıklık ettiği yüksek manevî örnekliği, onun şeref burçlarından şu birkaç günlük dünyanın

basit eğilimlerinin, hayatın sınırlı isteklerinin ve şu cihanın değersiz lezzetlerinin seviyesine inmesine izin vermezdi. Öte yandan, Hasan'ın dünyaya eğilim göstermesi, Allah'tan, semavî kitaplardan, Allah tarafından gönderilen peygamberlerden ve kıyamet gününden yüz çevirmek anlamına gelirdi. Dünyanın peşinde olan bir adam,

kaçınılmaz olarak bunların tümüne gözlerini kapatır ve hatta zaman zaman bunlara düşmanlık eder.

Bozguncu ve sapkın hayat tarzlarından yararlanarak mevcut durumdan kazançlı çıkmak, egemen olduğu bir yüksek burçlara, yücelen ve seyirde olan seçkin insanlar nazarında en büyük ziyan ve en ağır hüsrandır. Hasan b. Ali'nin dünyaya eğilim göstermesi, kaçınılmaz olarak, nübüvvet aracılığıyla kişiliğine nakşedilen eşsiz karakterin, paha biçilmez seciyenin, vahiy memesinden emdiği

terbiyenin, Kur'ân'ın indiği mekândan aldığı yüksek eğitimin bütünüyle varlığından uzaklaşması, ortadan kalkması anlamına gelirdi. Acaba onun zatının kendisi hâline gelen ve varlığının ayrılmaz bir parçası olan bu yüksek karakterin ondan ayrılması mümkün müydü? Peygamber'in (s.a.a) çocuğu, onun dizinin dibinde eğitim görmüş, onun mektebinin öğrencisi Hasan'ın dünya için faaliyet göstermesi ya da dünya için kendinden geçercesine mücadele etmesi, sürekli bir çaba içinde olması düşünülebilir miydi? Acaba Allah Resulü'nün, risaletinin pratize edildiği bir alan olmaktan öte, dünya ile bir işi var mıydı? İmam Hasan da Hz. Peygamber'in (s.a.a) eğitiminden, inancından ve atmosferinden ilham alarak, imamet meydanında, dedesinin karakterini eksiksiz bir şekilde yansıtan bir ayna olmak durumundaydı. Bu örneklik, bu güzel önderlik hiçbir zaman zaafla, korkaklıkla suçlanamaz veya başka kuşkular ve eleştirilere açık olmaz.

Evet, İmam Hasan övgüye değer nitelik ve özellikleriyle dedesi Allah Resulü'nü eksiksiz bir şekilde yansıtan bir aynaydı. Aynı şekilde dünyevî eğilimlerden uzak durmak, züht ve takva sahibi olmak ve ümmetin idaresi bağlamında dünyevî değerlere prim vermemek bakımından da dedesini yansıtan eksiksiz bir ayna ve güzel bir örnek olmak durumundaydı. Çünkü o, "yaratılış ve ahlâk bakımından insanlar içinde en çok Peygamber'e benzeyen" bir kişiydi.

Böyleyken, eleştirenler, yargısız infazcılar, hangi zayıflığı ve hangi dirayetsizliği Hasan'a yakıştırabilirler? Bunlar öyle anlaşılıyor ki, İmam Hasan'ın yandaşlarının sebep oldukları bunalımı ve zorlukları unutmuşlardır.

Herhâlde, bu yandaşların, bu yoldaşların uyumsuzluklarının birtakım hadiseler sonucu gerçekleştiğini akıllarına getirmiyorlar. Ki İmam Hasan'ın bu olaylarla bir ilgisi yoktu. Bilâkis bu durumun en büyük nedeni, peygamberlik döneminden sonraki bu üçüncü dönemde insanların hayatlarında meydana gelen genel değişiklik, insanların tümünün ya da büyük bir kısmının takva sınırlarının dışına çıkmış olması, heva ve heves peşinde koşup dünya nimetlerinden lezzet almak için mücadele etmeleriydi. Dolayısıyla bu kabahat varsa, o da bu koşulların kabahatiydi. Bir kusur varsa, o da Hasan'a eşlik eden neslin kusuruydu. Hasan bunların tümünden beriydi, uzaktı. Bunlar, uygun olmayan böyle bir zeminde, sahte bir samimiyet görüntüsüne bürünen böyle bozguncu bir nesil arasında, ihlâsla amel etmekten ve hakkı egemen kılmaktan başka bir amacı olmayan iman sahibi böyle bir insanın karşı karşıya geldiği böylesine zor bir durumda, ortaya çıkan realiteden başka bir şeyin gerçekleşemeyeceğini unutuyorlar.

Bu yüzden İmam Hasan bu sürecin çeşitli aşamalarında birtakım özel önlemler almıştır ki, bunların her biri en maharetli çözüm örnekleri niteliğindedir. İmam'ın hayatında tezahür eden siyasî eylemlerin ve dikkate değer uygulamaların olağanüstü örnekleri mahiyetindedirler. Bu kitabın çeşitli bölümlerinde, İmam'ın hayatındaki

zaaf noktaları olarak sunulan çeşitli olguları sahih bir analize tâbi tutarak, realiteye uygun bir şekilde açıklamaya çalıştık ve gördük ki, İmam'ın gerçek yaşam çizgisi bu tür saptırmalardan ve boşboğazlıklardan kesinlikle beridir. Bu sahih yaşam çizgisinin bir gereği olarak Hasan en büyük ıslâh edici adımını da attı. Fitne ve silâhın ön plâna çıktığı bir hengâmeyi ahlâkın, sevginin ve ıslâhın egemen olduğu bir döneme dönüştürdü. Böylece en büyük ıslâhatçı niteliğiyle dünya ıslâhatçıları  sahnesindeki yerini aldı. Cihanın mektebî önderleri arasında en yüksek kemal derecesini elde etti. Saltanat tahtına oturmadı belki; ama bütün cihanın hükümdarı oldu.

Zaten İslâm hakikat ve anlam itibariyle, dünyevî maddeye teslim olmayan, aşağılık şehevi arzuların önünde alçalmayan, yalancı ve maskara vehimlere zebun olmayan,

o semavî ve melekvari ruhtan başka bir şey değildir. İmam Hasan adamlarının oluşturduğu kalabalığa şöyle bir göz attı. Gördüğü manzara ona ağır geldi. Çünkü

sorumluluklarına karşı ilgisizlikleri, dostlukta sebat etmeyişleri, hak cephesini terk eden tutumları itibariyle, aslında kendi safında değil, düşmanlarının safında yer

alıyorlardı. Belli sayıdaki hainler ordunun tümüne sirayet eden bir salgına yol açmışlardı. Bu salgın, artık elden çıkmış, manen hezimete uğramış topluluğu ciddi biçimde tehdit ediyordu. Aralarında artık görüş birliği yoktu, herkes ayrı telden çalıyordu. Saflar birbirine karışmıştı. Yöntemler ve düşünce tarzları arasında en küçük bir uyum ve ahenk kalmamıştı. Her grup kendine özgü bir hareket metodu belirliyordu. Savaşa hazırlanıyorlardı; ama kendilerine iyilik etmekten uzak ve kötülük etmeye yakın birine karşı değil. Doğrusu, kendilerinden daha kötü bir düşman bulmanın imkânı olmayan dostlardan ne bekleyebilirsin? Böyle olunca, Peygamber'in naibi olan bir imam, peygamberliğin rahmet ve azamet kaynağı dilinden sadır olmuşçasına bir sözü neden söylemesindi? Bu öyle bir sözdü ki, özü ve hakikati itibariyle birbirine hasım olan her iki gruptan da uzaklığı ifade ediyordu. Daha doğrusu herkesin ve her şeyin üstünde bir hakikate işaret ediyordu. İmam acaba bu üstün hakikatten başka bir şey midir ki?

FEDAKÂRLIK

Şayet yüce Allah'ın, onun büyük ruhuna bahşettiği kudret, istikamet, tahammül gücü ve hayatı hiçe sayma özelliği olmasaydı, nice büyük ve güçlü ruhlara dahi ağır gelen, tasavvur edilmesi dahi bazıları için mümkün olmayan bu olağan üstü kişiliği ve yüceliği sergilemesi kesin olarak mümkün olmazdı. Bir insan, her türlü maddî değerden arınmış olarak, hiçbir bahanenin arkasına sığınmadan, her türlü muvazaa ve aldatmadan uzaklaşarak büyük cihat meydanına adım atmazsa, kişisel isteklerine ve beşer doğasının tutkulu arzularına muhalefet etmezse, benliğin azgınlığını dizginlemezse, Allah'ın yolunda fedakârlık edebilir mi? Allah'ın iradesi karşısında kendini hiç sayabilir mi? Onun için amel edebilir mi? Bütün bunları gerçekleştirme şansını yakalayabilir mi? Eksiksiz olarak Allah'a bağlanmak anlamına gelen bu durum imametin ta kendisidir. Her hâliyle ve her şekilde Allah'a bağlı olan kişi de imamdır. Şayet mevcut koşullar batıl cephesini yenilgiye uğratmaya el verişli değilse, niçin böyle bir durumda hak cephesini koruyacak şartlar oluşturma yönünde çaba gösterilmesin? Görünüşte savaşmaya istekli görünen, ama gerçekte

kişisel arzularını gerçekleştirmekten başka amaçları olmayan adamlarının bu durumu karşısında İmam Hasan'ın yaptığı da bundan farklı bir şey değildi. Şayet Muaviye'nin kötülük elinin o zamanda Âl-i Muhammed ve az sayıdaki ihlâslı Allah hizbinden ibaret olan gerçek İslâm'a zarar vermesini önlemenin yolu, Şam askerlerinin, Kûfe'de ve İmam'ın ordusunda Muaviye'nin faaliyet gösteren beşinci kolunun tahribatlarını önlemenin yolu sadece ve sadece iktidarı onlara devretmekse ve Muaviye'nin saltanata ulaşması ise, varsın, bu kirli ve kötülük örneği el bu dünyaya, bu dünyanın bütün şehvetlerine, heva ve heveslerine, arzularına ulaşsın. Hasan

ve az sayıdaki Allah hizbi için önemli olan inanç sistemi, ilâhî yol değil midir? Varsın o kirli amacına ulaşsın, ama İmam Hasan ve az sayıdaki Allah hizbinin mensupları için olanca kudreti, celâleti, heybeti, görkemi ve sonsuzluğuyla hak baki kalsın. Kendini alçaklıktan, maddî kirlerden kurtarması, dünyayı dünya ehline bırakması, ebedî azametiyle, yüce imamlığıyla, üstün fazilet ve bilgileriyle, cihadı ve istikametiyle, takdire şayan fedakârlığıyla, manevî önderliğiyle insanlara yol göstericiliği seçmesi Allah resulünün evlâdı için bir kusur mudur? Dikkat sahibi hiçbir Müslüman, sahih inanç sistemiyle ilgisi bulunan hiçbir mümin, onun davranışı ile ilgili olarak

kuşkuya düşmez, onun hakkını inkâr etmez, onunla Peygamber arasındaki bağı unutmaz veya onun ilâhî önderliğini ve imamlığını görmezlikten gelmez. Bu öyle bir

önderlik ve imamlıktır ki, değişimi ve dönüşümü kabul etmez. Zaaf ve yenilgi de kabul etmez. Bilâkis, dur durak bilmeyen hasmane faaliyetlere rağmen daima muzafferdir ve her zaman galip gelir. O gücünü Allah'tan alır. Onun sonsuzluğu hakkın sonsuzluğundan kaynaklanır. Bu yüzden ard arda gelip geçen nesiller boyunca baki kalır. Tıpkı peygamberlerin mesajlarının geldikleri toplumların hayatlarında daima baki kalması gibi. Gerçek heybet, hakikî ululuk bütün anlamıyla ilâhî mesajındır. Bunun yanında muhaliflerin kibir ve gururları da bu hakikat karşısında kırılır, burunları sürter. Dolayısıyla her hâlükârda hak baki kalır. Burası İslâm tarihinin ince ve hassas aşamalarından biridir. Gerçek hilâfetin iktidardan ya da dinî önderliğin saltanattan ayrıldığı, dünyevî egemenlikle manevî ve ruhanî egemenliğin ayrıştığı bir aşamadır. Bu ayrışma, zahirî biçimi itibariyle, Müslümanların zihninde örneği ve geçmişi olmayan, alışık olunmayan bir olguydu. Ama her halükârda İslâm'ın aşamalı olarak gelip dayandığı bir realiteydi. Müslümanlar bilerek veya bilmeyerek Peygamber'in (s.a.a) irtihalinden itibaren bu noktaya gelip dayanması mukadder bir yol tutturmuşlardı. Sadece okyanus karşısında bir damla konumunda olan birkaç kısa dönemi istisna edersek, Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonraki bütün dönemler bu süreci hazırlayan ön merhaleler işlevini görmüşlerdi. Hilâfetin şer'î ve yasal sahipleri bu ayrışmaya teslim olmuşlardı. Çünkü İslâm'ın bütünlüğünü korumanın yegâne yolunun bu olduğunu görmüşlerdi. Artık en açık sözümüzü söylemenin ve maksadımızı açıkça belirtmenin zamanı geldi: İmam Hasan (a.s) Muaviye karşısında takındığı tavrı itibariyle daha önce babası Emir'ül-Müminin'in (a.s) Ebu Bekir ve iki arkadaşı karşısında takındığı özel tavrı izliyordu. İmam Hasan'ın kardeşine cevap olarak söylediği sözlerin anlamı da budur. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, kardeşi ona: "Hangi gerekçeyle hilâfeti teslim ettin?" diye sormuştu. O da cevap olarak şöyle demişti: "Senin baban daha önce hangi gerekçeyle teslim ettiyse, ben de aynı gerekçeyle teslim ettim." Böylece anlıyoruz ki, bu iki imamın her biri, kendi özel koşullarında büyük fedakârlıklarda bulunarak İslâm'ı korumuşlardır.

Back Index Next