Back Index Next

Bu, kuşkusuz istisnai bir durumdur ki, böyle bir durumla karşı karşıya kalan bir insan, mutlaka kararsızlığa ve zihin karmaşasına maruz kalır. Kişi böyle bir durumda bir şeyi yapmakla yapmamak ve korkuyla ümit arasında tereddütte kalır. Böyle bir ortamda, her şeyden önce, düşünmeye, inceleme yapmaya, tefekküre, metanet ve kararlılığa ihtiyaç vardır. Kişilerin cevherleri ve öz güçleri böyle buhranlı  dönemlerde daha dakik ve daha önemli bir etken olarak belirginleşirler. O, ne azim bir yürek ve nasıl bir semavî ruhtu! Bu mutmain nefisti ki, belâların hücum ettiği bir hengamede, Allah'ın takdirine razı olmuş, O'na dönmüş, O'ndan başkasına güvenip dayanmıyordu, O'ndan başkasından hidayet ve yol göstericilik beklemiyordu. Bu tertemiz ve arınmış nefisti ki, görev yükünün ağırlığı altında gevşeklik ve yılgınlık göstermiyordu. Bu nefis, karşısına çıkan müthiş musibetten daha dirençli ve daha sağlamdı. Bu belâların yıkıcı saldırıları karşısında belâ ve musibetin pençesine çaresiz olarak düştüğünü sezinlediğine dair arkadaşlarından bir tek kişiden herhangi bir şey duymuş değiliz. Bu olaylar karşısında tavır olarak sebat, kararlılık ve istikrardan başka bir davranış sergilememiştir. Hatta Allah'a yakardığı sırada söylediği sözler, onun sarsılmazlığının, Allah'a bağlılığının, sırf O'na güvenip dayandığının somut bir kanıtıdır. Bir keresinde dua ederken şunları söylemişti: "Allah'ım! Ey güç ve saltanat sahibi. Ey yüceler yücesi. Başkasından nasıl korkabilirim?... Değil mi ki sen benim ümidimsin?! Bir şeyden korku duymam mümkün müdür; değil mi ki sana güvenip dayanırım?! Bana sabır ver ve düşmanlarım karşısında beni muzaffer kıl. Beni yardımınla destekle. Sana sığınıyorum, sığınağım senin lütfundur. Önümü aç, işlerimin yolunu aç. Ey Harem ehlini Fil Ashabı'nın felâketinden koruyan Allah'ım! Fil Ashabı'nın üzerine sürü sürü kuşları gönderdin, onları kurumuş balçıktan taşların hedefi hâline getirsinler diye. Düşmanlarımı ibret alınacak bir azabın hedefi hâline getir..." Karamsar fikirlerin ve insanı boğan endişelerin iç içe girmiş atmosferinde ansızın bir ümit kıvılcımı çaktı. Bu onun yakarışlarının cevabı gibiydi. Parladı ve gönül okşayan kokuları, müjde sevincinin habercisiymiş gibi ruhunun semasına yaydı. Olayın ilginçliğine bakın. Ansızın bütün gam ve keder kapıları yüzüne kapandı. Düşünceler tufanının hüküm sürdüğü zaman dilimini geride bıraktı. Artık endişeler tufanından bir eser dahi kalmamıştı. Bilâkis onları düşündükçe ruhunda derin bir haz kalıyordu. İnsan ruhu bazen acıların, meşakkatlerin etkisinde kalır, acı veren düşüncelerin hücumuna uğrar. Ansızın esenlik veren bir tazelik oluşur, mübarek bir esinti meydana gelir. Darlıktan genişliğe, ümitsizlikten ümide, şaşkınlık ve kuşkudan ümidi artıran sebat ve istikrara doğru kanat çırpar. O bu hâlde iken, kendisini saran koşulların elverişsizliğinden ve geleceğinden endişe ediyordu. Mukaddesata saygısız ve laubali olan düşmana barış elini uzattığı zaman, dedesi Peygamber'in dini üzere hareket etmesi konusunda onu özgür bırakmayacağını düşünüyordu.[129] ...Fakat bu yeni tesadüf onu çeyrek asır geriye götürdü. Birden kendini peygamberlik döneminde, vahyin indiği zeminde, muhacir ve ensar arasında gördü. Bu baştan sona haz veren bir rüyaydı ki, bütün acılarını alıp gitmişti. ...İşte ulu dedesi, nebevî hâkimiyetini, kendisinin de bir ferdi bulunduğu ailede sürdürmekte. İşte Kur'ân semasından ayetler, yıldızlar gibi birer birer Allah'ın sınırsız ilminden aşağıya inmektedirler. Göklerin elçileri olarak iniyormuş ve sadece kendi ailelerine geliyormuş gibi. Şu da babası... Peygamber'in veziri, büyük mücahid... Arapların ileri gelenlerinin Allah'ın sözleri karşısında boyun eğmelerini sağladı. Sanki şu anda Hayber kalesini fethetmiş de geri dönüyormuş gibi. Şu da annesi... iffet abidesi tertemiz Fatıma... Ki Resulullah onu Hıristiyanlarla girdiği mübaheleye götürdü ve o her zaman hakkın yanındaydı.

Dünya kadınlarının efendisiydi o... Bu tatlı rüyalar şu anda objektif olarak gerçekleşmemiş olsalar dahi, manevî açıdan birtakım gerçeklerin yansımalarıydılar. Bu yüzden bu rüyaları gören kişinin ruhu, o dedenin, o babanın ve o annenin ruhuyla bütünleşiyordu. Tıpkı bedeni onların bedeniyle bütünleşmiş olduğu gibi. Nitekim yüce Allah, Necran Hıristiyanlarıyla lânetleşmeye gidileceği Mübahele Günü, hakkın taraftarlarını; Hasan, dedesi, babası, annesi ve kardeşinden oluşturmuştu. Bu rüyalar aracılığıyla gerçekleşen ruhsal bütünleşmenin, aynı zamanda bedensel anlamda da gerçekleştiğinin somut kanıtıdır bu mübahele. Nitekim Peygamber de Ehlibeyti'ni, yani yukarıda işaret ettiğimiz dört kişiyi örtü altında topladığında, bu bütünleşmeye işaret etmişti. Ki o gün Ehlibeyt'in tertemiz kılındığına dair ayet inmişti. Peygamber bu ayeti, işte bu ululara uyarlamıştı. Bu ayet, söz konusu kişiler, yani Ehlibeyt'i oluşturan ulu şahsiyetler arasındaki bedensel ve ruhsal bütünlüğü o muhteşem ifadeleriyle dile getirmişti. Allah'ım! Bu ne yücelik işaretleridir ki, İslâm'da hiç kimse buna ortak değildir! İçinde bulunduğu ortamın hüzün menşei ufkunun ötesinden, çocukluk ve ilk gençlik yıllarının lezzet bahşeden manzaraları gözlerinin önünde canlandı. Şimdi çok uzaklarda olan eski aydınlık ve parlak günleri hatırladı. Medine'de seçkin bir konuma ve belirgin bir makama sahipti. Akran ve yaşıtları arasında kemal merdivenlerinden yukarı doğru çıkıyordu. O zamanlar ya babasının güçlü kolları arasında ya da Peygamber'in göğsünün üzerinde yahut sırtında veya minberin dibinde Peygamber'le oynardı. O günlerde Peygamber'e inen vahyi ilk elden dinler, Allah'ın sözlerini Peygamber'in (s.a.a) ağzından duyardı. Bilgisini bilgi kaynağından, ilim membaından öğrenirdi. Kendisi için takdir edilen önderliğe ve imamlığa hazırlanırdı. Peygamber'in (s.a.a), her zaman çok iyi hatırladığı, kendisinin ümmete önderlik etmeye lâyık olduğuna dair sözlerini can kulağıyla dinlerdi.

Peygamber (s.a.a) onun ümmete önderlik etmeye lâyık olduğuna dair sözü defalarca söylemişti. Bunlar, azamet ruhuyla ve ruhun azametiyle yaşanmış, denenmiş günlerdi. Bunlar en güzel şekilde anlatılması ve yeniden hatırlanıp onur verici sahnelerin yeniden canlandırılması gereken geçmiş günlerdi. Bu hatıralar o kadar cazip ve çekici idi ki, bütün varlığını kuşatmıştı. Bunların etkileri, kimsenin onun gülümsemesini beklemediği bir ortamda yüzünden  gülücükler şeklinde zuhur ediyorlardı. Dedesi Peygamber'i gördü. Sanki şu anda, onu annesinin sırtından indirmiş, elinden tutup ayakta durmasını sağlamış ve yumuşak bir ses tonuyla şu kutsal ifadeleri terennüm ediyor: "Ey küçük ayaklı minicik yavru! Yukarı çık! Ey minnacık gözlü!" O minnacık ayaklarıyla yavaş yavaş yukarı çıkıyor ve ayaklarını Peygamber'in (s.a.a) göğsünün üzerine koyuyor. Peygamber (s.a.a) ağzını açmasını istiyor ve yavrusunun ağzını öpüyor. Sonra şunları söylüyor: "Allah'ım! Bunu seviyorum. Sen de onu sev. Onu sevenleri de sev."[130] Bu hatıra, başka hatıraların anahtarı oldu. Bunlar, gerçekten ilgilenilmesi, sürekli hatırlanması gereken hatıralardı. Şu son zamanların elverişsiz havasını unutturacak türdendiler. Her insanın hayatının en parlak günleri, temiz ve basit çocukluk günleridir. Kucaklarında büyüdüğü kutsal şahsiyetlerin himayesi ve içinde yaşadığı toplum ona deneyim kazandırır, kişiliğinin oluşmasına yardım eder. O dönemin hatıraları asla unutulmaz, insanın beynine, ruhuna ve kişiliğinin derinliklerine nakşedilirler. Örneğin birden dedesi Resulullah'ı (s.a.a) hatırladı. Kendisini sağ omzuna, kardeşi Hüseyin'i de sol omzuna koymuş. Ebu Bekir onlarla karşılaşır ve "Çocuklar, ne güzel bir bineğiniz var!" der. Resulullah (s.a.a) şöyle der: "Ama bu ikisi de iyi binicidir... Bu çocuklar, şu dünyada benim mutluluk kaynaklarımdırlar."[131] Bir başka hatırası daha canlandı zihninde. Dedesi Peygamber (s.a.a) dizlerinin üzerine çökmüş, kendisini sırtına bindirmiş, kardeşi Hüseyin'i de onun sırtına. Sonra da şöyle diyor: "Ne güzel bir deveniz var. Siz ne güzel bir ikilisiniz."[132]Bir başka günü hatırladı.

Dedesi Peygamber (s.a.a) secdeye varmıştı. Gelip namaz kılmakta olan dedesinin boynuna oturdu.[133] Bir gün dedesi rükudaydı. Gelip ayaklarının arasından geçmişti.[134] Bir başka gün dedesine sorulmuştu: "Sen bu çocuğa -Hasan'a- davrandığın gibi başka hiç kimseye öyle davranmıyorsun, bunun sebebi nedir?" Dedesi şu cevabı vermişti: "Bu benim mutluluğumun kaynağıdır. Şu benim biricik oğlum, bir efendidir ki, Allah onun sayesinde iki Müslüman grup arasında barış sağlayacaktır."[135] Bir gün mescitte hutbe okuyan dedesi Peygamber'in (s.a.a) boynuna çıktığını hatırladı. Öyle ki ayağındaki halhalların parıltısı mescidin en uzak noktasından dahi fark ediliyordu.

Bembeyaz ayakları dedesinin göğsünde parlıyordu. Resulullah (s.a.a) hutbeyi tamamlayıncaya kadar öylece kaldı.[136] Bir gün, caminin kapısında yere düştüğü için, "Oynamak için dışarı çıktıkları bir günde / Peygamber (s.a.a) Hasan ve Hüseyinin yanına geldi.

İkisini kucakladı ve 'Canım size kurban olsun.' dedi. / Bu ikisi Peygamber'in (s.a.a) yanında işte böylesine yüksek bir makama sahiptiler." "İkisi geçip gittiler, ama Peygamber'in (s.a.a) omuzlarına

basarak. / Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: Ne güzel binek ve ne güzel biniciler."  Peygamber'in (s.a.a) hemen minberden indiğini, koşarak kendisini kaldırıp beraberinde minbere çıkardığını ve sonra; "Haberiniz olsun ey insanlar! Oğul, mihnet ve imtihandır." dediğini hatırladı.[137] Dedesinin defalarca kendisine; "Sen ahlâk ve yaratılış olarak bana benziyorsun." dediğini de hatırladı.[138] Bir gün uykudan uyandığında dedesinin ve annesinin sohbet ettiklerini görmüştü.

Dedesine dönmüş ve "Dedeciğim! Bana su ver!" demişti. Dedesi onu yatağından kaldırmış, bol süt veren bir deveden süt sağmış, köpüklenmiş bu sütü deri veya tahtadan yapılmış bir kaba

dökerek ona getirmişti. O sırada kardeşi Hüseyin uyanmış ve "Babacığım! Bana su ver!" demişti. Peygamber Hüseyin'e; "Yavrucuğum! Kardeşin senden daha büyüktür ve senden önce benden su istedi." demişti.[139] Gözünde bir hatıra daha canlandı. Çocukluk günlerinde annesi Fatıma'nın (a.s) önünde oturmuştu. O sırada babası Allah Resulü geldi. Peygamber (s.a.a) onun oyunla meşgul olduğunu gördü. Fatıma'ya dedi ki: "Allah gelecekte senin bu oğlun aracılığıyla iki büyük Müslüman grubu barıştıracaktır."[140] Çocukluk döneminin ruhî azametinin göstergelerinden biri olarak şu olayı hatırladı: Resulullah'ın (s.a.a) minberine oturmuş Ebu Bekir'in yanına gitmiş ve "Dedemin yerinden in." demişti. Hatıralar bir bir gözlerinin önünde canlanıyordu. Bir gün Resulullah (s.a.a) onu yanına alarak minbere çıkarmıştı, bir ona bir de halka bakarak konuşuyordu. Diyordu ki: "Şu benim oğlum, efendidir, seyyiddir. Allah'ın bir gün onun aracılığıyla iki Müslüman grubu barıştırması umulur."[141] Bu sahneler duyguları üzerinde derin etkiler bırakıyordu. Tarihin bu haz veren hatıraları, şu anda içinde bulunduğu yalnızlığı unutturuyordu. Yüz yüze kaldığı musibetin  yükünü hafifletiyordu. Böylece zihnini canlı tutuyor, beynine olumlu uyarılarda bulunuyordu. Her hatıra bir başka hatırayı çağrıştırıyordu. Gözünün önünden geçen her sahne, peşinden bir başka sahneye sürüklüyordu. O, dedesinin sözlerine, Kur'ân ayetleri kadar inanıyordu. Şimdi o büyük dedesi kendisiyle konuşuyor gibi. Onun o

çekici sesi şu anda Hasan'ın kulağında çınlıyor gibiydi. İffet abidesi annesinin kucağında veya minberin üzerinde ya da sahabîlerinin arasında o meşhur sözünü bir kez daha tekrarlayacak gibiydi: "Şu benim oğlum seyyiddir. Allah onun aracılığıyla iki Müslüman grubu barıştıracaktır." İmam Hasan kendine geliyor... ve kendi kendine şöyle diyordu: Acaba Resulullah (s.a.a) bugün Şamlılarla barış yapmamı mı kastediyordu? Acaba Şam'ın serkeş ve azgın insanları Müslüman bir grup mudur ki bu hadisin işaret ettiği kimseler olsunlar? Acaba, Resulullah'ın (s.a.a) benim tarafımdan bastırılacağını haber verdiği fitne, karşılaştığım şu fitne midir? Biz şu anda bu fitneyi ezecek, bastıracak güce sahip değil miyiz? Hasan b. Ali'nin zihninde bu düşünceler geçiyordu, ruhunda fırtınalar kopuyordu ki, bunu, tarihî bir dönüşümün, bir dönemecin, bir kırılma noktasının başlangıcı olarak nitelendirmek mümkündür. Bunlar öyle sorulardı ki, bu sorulara verilecek cevap nihaî kaderi de belirleyecekti. Bu hatıraların tamamı dedesinin yol göstericiliğini içeriyordu. Hasan (a.s) bunlardan şu sonucu çıkarıyordu: Dedesi Peygamber (s.a.a) en buhranlı, en kritik zamanlarında

himayesini kendisinden esirgememişti. Buradan hareketle  zihninde şu düşünce uyandı: Yukarıdaki sorulara, bu duruma uygun bir cevap bulacak olursa, mevcut durumu bu krizden kurtarabilecektir. Evet, Peygamber'in (s.a.a) bu sözü söylediği kuşku götürmez bir gerçekti. Bu hadiste işaret edilen fitne de şu anda ümmeti

kıskacına alan fitneden başka bir şey değildir. Müslümanları birbirine düşüren, onları çeşitli gruplara ayıran ve pusu kurup kendilerine son darbeyi indirmek üzere  bulunan düşmandan gafil olmalarına neden olan böyle bir fitneden daha büyük bir fitne olabilir mi?[142] Bu öyle bir fitne idi ki, Müslümanları imar, onarım, idarî düzenleme ve dış düşmana karşı cihat etmek gibi aslî görevlerinden alıkoymuştu... Fakat bu isyancıların, bu azgınların Müslüman olması meselesi de, Emir'ül-Müminin'in (a.s) onlara karşı sergilediği tavırlardan anlaşılabilir. Çünkü Emir'ül-Müminin (a.s) askerlerinin, onların kadınlarını ve çocuklarını esir almalarını yasaklamıştı. Emir'ül-Müminin'in (a.s) davranışı hiç kuşkusuz en iyi yol göstericiydi. "Bu fitneyi bastırmak için yeterli güç yok muydu?" sorusuna gelince; (Kûfe'de cihat kararı verildiği sırada Şiîlerin büyük bir heyecanla gerçekleşmesini arzu ettikleri bu tatlı rüyanın gerçekleşmesi meselesi yani) bu sorunun, İmam Hasan'ın askerlerinin sayısı ve manevî güçleri iyi bir şekilde irdelendiğinde, yanıt bulması mümkündür ve mevcut durumun değerlendirmesi daha sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilebilir. Ordudaki askerlerin manevî güçleri, hadiseleri soğuk kanlılıkla karşılama hususunda en önemli unsurdur. Buna büyük bir ihtiyaç duyulur ve gerek kemiyetten, gerekse sayısal çoğunluktan daha çok işlevseldir. İmam Hasan'ın (a.s) asıl ordusu Meskin'deydi. Bu ordu komutanın ihanetinden ve firar eden sekiz bin kişiden geriye kalan askerlerden oluşuyordu. Ancak bir mucize onların içlerindeki maneviyat gücünün devamını sağlayabilirdi. Medain'de de bazı kimseler yaşıyordu ki, bunlar içlerinde sakladıkları kin ve düşmanlığı fırsat buldukça dışa vurmaktan geri kalmazlardı. Davranışları ileride sergileyecekleri kötülüklerin habercisiydi. Bunlara bel bağlayarak ne bir fitne bastırılabilirdi, ne herhangi bir büyük işe girişilebilirdi, ne de savaş meydanında mücadele edilebilirdi.

Bunlar ordunun manevî gücünün, moralinin durumunu sergileyen olgulardı. Ordunun sayısına gelince... Bu olayda İmam Hasan'ın ordusundaki askerlerin sayısı yirmi bin veya bundan biraz fazlaydı. Buna karşılık Muaviye'nin Irak sınırına konuşlanmış ordusundaki askerlerinin sayısı altmış bini buluyordu. Dolayısıyla daha başta İmam Hasan Muaviye'nin ordusunun üçte biri kadar askeri bulunan bir orduya sahipti. Meskin ordusundan kaçanlardan, ordu komutanı gafil amcazadenin sekiz bin kişilik bir grupla Muaviye'nin saflarına katılmasından sonra da iki ordu arasındaki fark iyice açılmış oldu. Bunun anlamı şuydu: İmam Hasan'ın her iki ordugâhtaki askerlerinin toplam sayısı Muaviye'nin ordusundaki askerlerin beşte birine tekabül ediyordu. Eğer askerlerin manevî gücünü sayısal gücün üç katı bir etkinlikte kabul eden yeni askerî formüle göre değerlendirecek olursak, son derece dramatik bir durum ortaya çıkar. Bu takdirde İmam Hasan'ın ordusundaki askerler, Muaviye'nin askerlerinin on beşte biri kadar bir güç ifade ederler. Şayet bu hesaplamayı Meskin'de kalan askerler açısından yaparsak, bu takdirde Meskin ordusu kendisinin kırk beş katı daha fazla bir orduyla savaşmak durumunda kalacaklardı. Şu hâlde Şam fitnesini bastırmak için gerekli olan güç nerede? Tarihte geçerli olan hiçbir savaş kural ve düzeni, bir kişinin kırk beş kişiyle ve ya on beş kişiyle savaşmasını mantıklı bulmaz.

Böyle bir şey tesadüfen gerçekleşecek olsa, askerî savaş bağlamında bundan iyi bir sonuç kesinlikle beklenmez. Bu, canını bilerek tehlikeye atmaya yönelik bir hamle olabilir. Diğer bir ifadeyle bunun adı genel olarak intihar olur. Şu hâlde, Resulullah'ın (s.a.a) çocuğu, Allah tarafından savaş için değil barış için yaratılmış, husumet için değil uzlaştırmak için yaratılmış bir taze fidan, Allah tarafından yeryüzündeki Müslümanlar için görevlendirmiş, kendi şahsı için yaşaması öngörülmemiş, din için eğitilmiş, saltanat için yetiştirilmemiş Hasan'ı bırak. Bırak da onun payı baki kalsın, geçici ve ani olmasın. Daimî cihanda pay sahibi olsun, şu fani cihanda değil. Allah'ın lütuf ve rahmetinden olsun, insanların elinden değil. Bu şekilde Hasan'ın misyonu barışa yöneldi.

Öyle ki iki ordu arasında en küçük bir çatışma dahi yaşanmadı. Bu husus kesin bir tarihî gerçektir. Gerçi bazı tarihçiler Meskin'de Said b. Kays ile Şam orduları arasında bir temasın meydana geldiğini ispat etmeye çalışmışlardır.

Nitekim Seyyid Ali Han ed-Derecat'ur-Rafîa adlı eserinde bu hayalî olayla ilgili birtakım zanlar ortaya koymuştur. Biz bu saygı değer Seyyidin (Seyyid Ali Han, ölm: 1120) değerlendirmelerini dayandırdığı kaynaklara ulaşma imkânını bulamadığımız gibi, Meskin savaşıyla ilgili olarak bu görüşü destekleyecek başka bir ipucu da bulabilmiş değiliz. Öte yandan İmam Hasan'ın kanın dökülmemesine

gösterdiği özeni, hayatının başka aşamalarında da görebiliyoruz. Bu da yukarıdaki farklı çıkarsamayı destekleyecek somut bir kanıtın olmadığını gösterir. Peygamber efendimizin (s.a.a); "Allah Hasan'ın aracılığıyla iki büyük Müslüman grubu barıştıracaktır." hadisinden anlıyoruz ki, Hasan İslâm'ın barış elçisidir.

Şu hâlde onun askerlerinin savaşa başladıklarını gösterecek bir kanıt var mıdır? Ölüm anında yaptığı vasiyetten anlıyoruz ki, o kendisi için bir damla kan dahi dökülmesine razı olmamıştır. Şu hâlde bu olayda da kendi seçmiş olduğu -ya da kendisi için belirlenen- misyona göre hareket etmiştir. Bunun ötesinde, olaya tanık olanların birçoğu altını çizerek şunu söylüyorlar: "Hasan halife oldu ve halifeliği döneminde bir damla kan dahi dökülmedi." Bazı raviler, bu sözü iki kere yemin ederek söyleme gereğini duymuşlardır.[143]

İNANÇLA İKTİDAR ARASINDA

   Bu bölümde ele alacağımız konunun daha iyi aydınlanması için, Müslümanların hilâfet kavramına yükledikleri iki ayrı anlamı açıklamakla işe başlamanın yararlı olacağına inanıyoruz. Şunu da belirtelim ki, hilâfetle (ve hatta hilâfetle bağlantılı başka meselelerle) ilgili olarak konuşmak -genellikle taraflardan birine karşı, bazen de her iki tarafa karşı- tehlikeli ve sorumluluk gerektiren bir konumda olmak anlamına gelir. Hilâfet kavramının, her iki taraf açısından çok kısa bir şekilde anlamını açıklamaya çalışırken, yegâne hedefimiz, konumuzla bağlantılı olan kısmını gözler önüne sermektir. Bunun yanında, satır aralarında ve özel bir vurguyla, bu iki farklı görüş arasında bir yakınlık meydana getirme amacını da gütmüyor değiliz. Bu sayede ıslâh fidanını da yeşertme imkânını bulmuş oluruz. Tabi ki, bu fidanın yeşermesi için uygun bir zemin kalmışsa! Dolayısıyla bizim amacımız her iki taraf veya taraflardan biri açısından tehlikeli ya da sorumluluk gerektiren bir pozisyonda olmamaktır. Maksadımız sadece hayırlı olanı ve ıslâh edici özellikte bulunanı ortaya koymaktır. Bilindiği gibi herkesten ıslâhtan yararlanmanın konusunda eşittirler. Şimdi diyoruz ki: Hilâfet, Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra liderlik ve Müslümanlara rehberlik etmek hususunda Peygamber'in genel naipliği demektir. İnsanlar bu makama karşı mutlak itaatle yükümlüdürler. Bu makamı işgal eden kişi de, halka Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünneti doğrultusunda hükmetmekle yükümlüdür.

Back Index Next