Back Index Next

onun, ne babasının ve ne de kardeşinin İslâm'da güzel bir günleri olmamıştır. Peygamber'in amcası olan bu zatın babası, Bedir Savaşı'nda, Peygamber'le savaşmak üzere müşrik ordusunda  yer almştı. Ebu'l-Yusr Ka'b b. Amr el-Ensarî, onu esir alıp Peygamber'in yanına getirdi. Peygamber, onun salıverilmesine karşılık fidye alıp Müslümanlar arasında bölüştürdü. Ali (a.s), Übeydullah'ın kardeşini Basra valisi olarak görevlendirdi. O, Ali'nin (a.s) ve Müslümanların malını çalıp cariye satın aldı

ve bunun kendisi için caiz olduğunu sandı. Übeydullah da Ali (a.s) tarafından Yemen'e vali gönderildi. Übeydullah, çocuklarını ölüme terk ederek Büsr b. Ertad'ın karşısından firar etti. Bugün de yaptığını hepiniz gördünüz."[102] Kays, özellikle de bu gibi olaylar karşısında duygu seline kapıldığı zamanlar, dinleyicilerini istediği yöne

sürükleyebilen ve dilediği şekilde etkileyebilen usta bir hatipti. Kays bu konuşmasıyla insanları öyle bir etkiledi ki herkes; "Hamd olsun Allah'a ki, onu bizim aramızdan çıkardı!"[103] demekteydiler. "İmtihan, erkeklerin anahtarıdır." sözü, işte böyle durumlar için söylenmiştir.

MUKADDER SONUN BAŞLANGICI

Meskin'den gelen ilk elçi, Kays b. Sa'd'ın mektubunu İmam Hasan'a (a.s) teslim etti. Mevcut durumu rapor eden mektubun içeriği şöyleydi: "Meskin hizasında bulunan Cenubiyye köyünde ve Muaviye'nin ordusu karşısında mevzi tutulmuştur. Muaviye, Übeydullah'a mesaj göndererek yanına çağırmış ve kabul ettiği taktirde, yarısı nakit ve diğer yarısı da Kûfe'de teslim edilmek üzere mükâfat olarak bir milyon dirhem vereceği vaadinde bulunmuştur. Bunun üzerine Übeydullah, 'yakınlarını' da yanına alarak geceleyin Muaviye'nin karargâhına kaçmıştır. Sabah olunca da askerler, komutanlarını ordugâhta bulamamışlardır. Bunun üzerine de Kays, askerlere namaz kıldırmış ve idareyi ele almıştır."[104] Mektubun ilk cümlesi, Übeydullah'ın, Meskin'e vardığı günden bu yana İmam Hasan'a (a.s) mektup yazmamış olduğunu göstermektedir.[105]  Bir komutanın, yüksek komuta merkeziyle ilişkiyi kesmesi, onun çok önceden itaat etmemeye karar verdiğini mi gösterir, bilemiyoruz. Ayrıca bilemediğimiz başka bir nokta da, Übeydullah'ın, Meskin'e varışıyla Muaviye'nin ordusuna katılışı arasında mektup yazacak imkân ve fırsatı bulup bulamadığıdır. Kays'ın mektubuyla birlikte Meskin karargâhından, peşpeşe haberler gelmeye başladı (ki kötü haber her zaman daha çabuk ulaşır ve daha fazla yayılır) ve İmam Hasan (a.s), Kays'ın mektubunda bahsi geçen "yakınların" –tarih kaynakları, bu yakınların "zenginler ve ileri gelenler" veya "ileri gelenler ve meşhur aile mensupları" olarak tanıtmıştır Übeydullah'la bir araya gelerek ihanet plânını belirlediklerinden haberdar oldu. Hatta konusu geçen "yakınlardan" bazılarının, Übeydullah'tan önce firar ettikleri, İmam Hasan (a.s) tarafından anlaşılmıştı. Gelen bazı kötüleme amaçlı haberlere göre de Übeydullah, ordunun bayrağını indirmişti.[106]

Bu kalleşçe hareket, itaatsizlik ve muhalefet ruhunun ortaya çıkması için uygun bir zemin oluşturmuştu. İtaatsizlik ruhu, ordudaki diğer grupları da etkilemişti. Bazıları,

zenginlere ve meşhur ailelere uymakla menfaatler elde edeceklerini ve orduda kaldıkları takdirde bu menfaatlerden yoksun kalacaklarını düşünerek firar etmek istiyorlardı. Bu arada Muaviye, itaatsizlik ve muhalefet ruhunun önce tahrik edilmesi, sonra yoğunlaştırılması ve daha sonra da yaygınlaşması için elinden geleni ardına koymuyordu. Muaviye, lüks yaşamın naz ve nimeti içinde Araplık onur ve azmini kaybeden bu meşhur, kötü kalpli ve korkak tayfanın ruh hâlini çok iyi bilmekteydi. Bundan ötürü de bu tayfanın, kendine yönelmesini beklemeye koyuldu ve sürekli olarak farklı yolları deneyerek, türlü tuzaklar kurarak onlarla irtibat kurmaya çalıştı. Nitekim uğraşları sonucunda bu tayfanın gururunu, maddî vaatleriyle kırmayı başardı ve dahası, vaatlerinin büyüsüne kapılanları, herkesten önce zillet uçurumuna yuvarladı... Hem de öyle bir uçurum ki, onur ve haysiyet düşkünü hiçbir insanın böylesi bir zillet uçurumuna yaklaşması mümkün değil. Böylece İmam Hasan'ın yandaşları, Übeydullah'ın ve diğer meşhur, ileri gelen kimselerin yolunu tutup gizlice Muaviye'ye katıldılar.[107] Allah'a, Peygamber'e ve Peygamber'in evlâdına hainlikte bulunarak savaştan kaçanların sayısı, çok kısa bir sürede sekiz bine ulaştı. (Ahmed b. Yakub, tarih kitabında bu rakamı verir.) Ahmed b. Yakub şöyle der: "Muaviye'nin Übeydullah'a gönderdiği elçi, firarın mükâfatını bir milyon dirhem olarak açıkladı. Übeydullah da taraftarlarından sekiz bin kişiyle birlikte Muaviye'ye katıldı. Savaş hazırlıklarını ve komutanlık sorumluluğunu Kays b. Sa'd üstlendi."[108] Evet, On iki bin kişilik ordunun sekiz bini ihanet etti!... Altmış bin inatçı düşman karşısında mevzileşen bir ordunun bünyesinde açılmış korkunç bir gedikti bu. Daha doğrusu korkunç bir çöküş ve acı bir yenilgiydi ve yaklaşmakta olan facianın da habercisiydi. Yaklaşmakta olan facianın ağır sorumluluğu, hem Allah huzurunda ve hem de tarihin önünde, Übeydullah'ın omuzlarındadır. Büyük hızla fitneye kapılan ve kaçmayı tercih eden bu insanlar, halifenin hakkını gözetmek ve biatine vefa göstermek hususunda herkesten daha ağır sorumluluğu olan halifenin amcasının oğluna uyarak firar ettiklerinden dolayı kınanmayacakları zannı içerisindeydiler. Hatta insanların ayıplamaları karşısında kendilerini savunmak için bu yanlış mantığa sarılmışlardı bile. Ancak insanlar, bu zümrenin getirdiği mazeretler doğrultusunda firar olayını değerlendirmiyorlardı. Bunlar ancak bahaneydi; meselenin iç yüzü ise Muaviye'nin saçtığı  altınlardan pay kapmaktı. İnsanlar nezdinde bu zümrenin tek iftiharı, ancak ahde vefasızlıktan ve dini dünyaya satmaktan ibaretti. Hasan b. Ali'nin (a.s) ordusundan firar edenler, İmam Hasan'ın (a.s) ne erdem ve üstünlüğünü inkâr ediyorlardı, ne de bu hususta cahil idiler. Bunlar, kendi dünya nimetlerine kavuşmak için önce İmam Hasan'ı (a.s) seçmiş, daha sonra da yanıldıklarını anlamışlardı. Muaviye'ye katılmaları da, ona ve vaatlerine güvendiklerinden veya akıbetlerini -nitekim Muaviye Kûfe'ye girdiği gün bütün ahit ve vaatlerini ayakaltına almakla akıbetlerinin ne olacağını göstermişti tahmin edemediklerinden kaynaklanmıyordu. Çünkü ne Muaviye işlerini örtülü tutan biriydi ve ne de onlar, Muaviye gibilerini tanımayacak kadar saftılar. Bu durumda, firar ve ürkekliğin sebebi İmam Hasan'a (a.s) olan düşmanlık değildi ve bilgisizlikten de kaynaklanmıyordu. Bunun sebebi Muaviye'ye karşı besledikleri sevgi ve güven duygusu da değildi. Bu yüreksizlikleri, bugün bile tarih semasında dalgalanmakta olan bu alçaklığa iten daha başka neden veya nedenlerin varlığı söz konusu olmalıdır. Bilemiyoruz... Belki de bütün bunlar, Kûfe ordusunun muhtemel bir zaferi karşısında, kendilerini bekleyen akıbetten korunmak amacıyla İmam Hasan'ın (a.s) muhaliflerinin önde gelenleri tarafından tezgâhlanmış birer komploydu. İmam Hasan'ın (a.s), İslâm beldelerinde yaşayan insanları cihada davet hususunda almış olduğu geniş önlemler ve de samimî Şiaların bu alanda gösterdiği canlılık, dinamizm ve ümit kıvılcımları, Kûfe hainlerinin kararsız kalplerinin geleceğe dönük korku ve endişe içinde kıvranmasına sebep oluyordu. İşte bundan dolayı da, Kûfe ordusunu hedef alan plân ve komplolarını daha bir dikkat ve ihtiyatla uygulamak zorunda kalmışlardı. Bu kararsızlık ve korkudan kurtulmanın en kestirme yolu orduyu sabote etmekti. Bu yüzden, içlerindeki korku ve ıstıraptan bir an önce kurtulmak ve bu korkularının asıl kaynağı olan Kûfe ordusuna derin bir darbe indirmek amacıyla Muaviye'ye katılmaya karar verdiler. Çok kısa zamanda ve en geniş şekliyle böyle bir düşüncenin gelişmiş olması, bunun, önde gelen bir grup tarafından hazırlanmış komplonun ürünü olduğunu somut olarak ortaya koymaktadır. Kaçış faciasının bu şekilde analizi, bu olayı ele alan - dost ve düşman- diğer araştırmacılar tarafından yapılan farklı yorumlardan daha isabetli olduğu kanaatindeyiz. Bu analiz, ordu komutanlarından ve ileri gelenlerden hiç-birinin Muaviye tarafından rüşvet ve vaatlerle aldatılmadığı anlamına gelmez; bilâkis Muaviye, onların aklını çelmek için hiçbir şeyi esirgemedi ve sadece ordu komutanına bir milyon dirhem vererek hem dinini, hem de onurunu satın aldı. Ancak, firar olayıyla bağlantılı olarak dikkat edilmesi

gereken husus, Übeydullah b. Abbas dışında hıyanetin mükâfatı olarak Muaviye'den para alan bir başkasının adının geçmemesidir. Önde gelen diğer şahısların,

Muaviye'nin vaatleriyle yetinip nakit para almamış olmaları nasıl düşünebilir? Bu olasılık, kesinlikle kabul edilecek gibi değildir... Ancak bu grubun, geleceğe dönük olarak taşıdıkları bir korkunun -akıbet korkusu- varlığı kabul edilecek olursa, bu durumda, nakit para yerine vaatlere razı olmalarının bir anlamı olabilir.

Korkunun insanlar -özellikle de varlıklı ve zengin insanlar- üzerindeki etkisi göz ardı edilemez. Dolayısıyla Allah'tan ve ödünsüz adaletten başka bir şeyin hüküm sürmediği o ortamda, Şam'ın aldatıcı belirtilerinin, bu meşhur aile mensuplarında hıyanet düşüncesini uyandırması ve kabartması pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Bir grubun rahata düşkünlüğü, başka bir grubun cahilliğe dayanan bağnazlığı, başına buyruk istekleri ve eğilimleri, bu akıbetin oluşumundaki açık etkisini göstermiş ve böylece de orduyu oluşturan farklı güçlerin maskesini düşürmüştü. Her grubun gerçek yüzü ve rengi ortada, gözler önündeydi artık.

Hırs ve maddî etkenler, ganimet sevdasıyla orduya katılan insanları rezalete, alçaklığa sürükledi. Bu insanlar açısından, kılıçlara ve mızraklara hedef olarak fiilen savaşarak ganimet toplamaktansa, hıyanette bulunarak savaşmaksızın ganimet elde etmek daha cazip geliyordu. İşte bu mantıkla hareket ederek, gaflet ve aldanmışlıklarından dolayı seçmiş oldukları alçakça istekler uçurumuna yuvarlandılar. "...Artık kim dönerse, zararı kendi nefsinedir ve kim Allah'la ahitleştiği şeyde durursa ona, yakında büyük bir ecir verilecektir." (Fecr, 10) İmam ve önderini terk eden, asi bir zalimin yanında yer alan bir Müslüman, o asi ve zalimden daha kötü ve daha alçaktır. Bu zümre, dini zayıf ve dünyası karmaşık insanlardan oluşuyordu. Bu yüzden Muaviye'nin ordusu, bu tür insanlar için daha uygun ve daha elverişliydi... Bu büyük belâ, bu ağır imtihan, kaçmaya

yeltenmeksizin direniş yolunu seçen, kesin ölüm kararlılığıyla[109] meydana atılan, Peygamber evlâdını savunmak ve verdiği biate vefa gösterdiği için mutlu olan, yüreği inanç dolu olan yiğitleri alçaklardan ayırt eden bir deney işlevini görüyordu.

Hedef doğrultusunda tehlikeye atılmak, zorluklar karşısında direnmek, acıları ve  ıkıntıları göğüslemek ve fedakârlıkta bulunmak için hazırlık yapmak, bu insanların özlerinin temiz, niyetlerinin pak, kişiliklerinin sarsılmaz ve canlı olduğunu gösteren en büyük delildir... İşte bunlar, İmam Hasan'ın (a.s) sadık Şiîlerinin, bağlılarının özellikleridir... Meskin'de gerçekleşen acı olayların haberi, Medain ordusunda da büyüklüğü ve önemine uygun olarak kötü etkisini gösterdi ve her zaman olduğu gibi bu olaylar, ordu birimleri arasında abartılarak dilden dile dolaştı. Irak halkından ve farklı kanatlardan büyük gruplar, Haşim oğulları’nın önde gelenleri ve de Rabia ve Hamdan kabilelerinin samimî güçleri bu orduda bulunuyordu. Eğer her kayası, bozguncuların muhalefet dalgaları karşısında dalga kıran görevini ifa eden bu sarsılmaz dağlar ordunun her köşesinde mevcut olmasaydı bu haber, şiddetli bir deprem gibi karargâhı sarsacaktı. İmam Hasan (a.s) ise... bu olumsuzluklar karşısında, güçlü kalpleri ve ölümsüz ruhları onaran ümit silâhını kuşanmıştı. O, belli bir yer ve zamana has yenilgi ve başarısızlığın, -kendisi bulunmasa bile düşüncesinin var olduğu- başka bir durumda meyve vermeyeceği anlamına gelemeyeceğine inanıyordu. Gerek zafer, gerekse yenilgide İmam Hasan'ın (a.s) daima göz önünde bulundurduğu husus buydu. İmam Hasan'ın (a.s) kişiliğindeki rabbanî tecelli noktası da buydu. Bu nokta İmam'ın insanlığının da temelini oluşturuyordu. Allah karşısında benliğinden geçme, ilâhî sorumluluk doğrultusunda fena/yok oluş yolunu seçme de aynı noktadan kaynaklanıyordu. Ayrıca İmam Hasan (a.s), ardı-arkası kesilmeyen olayların külü altında sinsi sinsi yanan fitne ateşinden tam anlamıyla haberdar olmasına rağmen, cihat çarkını döndürmek ve ordusunu hareket ettirmek yönündeki faaliyetini bir an dahi durdurmadı. Fitnenin körüklendiği bu zaman boyunca, facianın önemi hakkındaki bilgisini ortaya koyan veya mevcut durumu kötüleyen öfkeli bir kelime ya da cümle ondan duyulmadı.

İmam Hasan'ın (a.s) söylediği her söz, disiplini korumakla ve cihat ilkesine bağlı kalmakla ilgiliydi. Ordusuna bu gerçeği öğretmek ve ordusunu bu yönde eğitmek amacını güdüyordu. Yüzünü Kûfe'ye doğru çevirdi, hatıraları arasında bir şeyler arıyor gibiydi. Belki de bu şehrin, kendisinin ve babasının iyilikleri karşısındaki nankörlüklerini gözünde canlandırıyordu. Kûfe şehrine üstünlük ve saygınlık kazandıran, İslâm âleminin en büyük başkentlerinden biri hâline getiren, değişik ırkların ve farklı uygarlıkların buluşma merkezi yapan, kültürel ve ticarî konumuyla dünyanın en büyük başkentleriyle rekabet eder duruma getiren, İmam Hasan'ın babası Hz. Ali b. Ebu Talip'ti. İmam Hasan'ın (a.s) siyasî düşüncesinde Kûfe her şey idi. Diğer bir ifadeyle: Kûfe şehri kara günlerin, kanlı olayların ve şimdi yaşanan çeşitli belâların zahîresi konumundaydı İmam Hasan (a.s) için. Kûfe halkıyla veya Kûfe halkının kendisiyle olan geçmişini düşünürken, insanların, biat için öne sürdüğü şartı -dilediğiyle savaş ve barış hususunda itaat- söz birliğiyle kabul ettiklerini hatırladı.

Sonra da Meskin'de gelişen olayları gözden geçirdi... Kûfe ordusunun geneline hâkim olan sarsıntıları, savaştan ürkmeleri, kaçma eğiliminde olmaları, maddî lezzetlere kanmaları, açıktan açığa itaatsizlik etmeleri, ilâhî ahdi bozmaları vs. gözünde canlandı. Müslümanlık ve Kur'ânı izleme iddiasında bulunan, görüntü olarak Peygamber'e iman eden ve günde beş defa namazlarda Peygamber ve Ehlibeyti'ne salât ve selâm getiren insanların, alçaklık, dine karşı lakaytlığı ve ahlâkî yoksunluğu Peygamber'e hıyanet etmeye, Allah'ın ahdini bozmaya vardıracak kadar bir arsızlık ve rezillik içinde bulunmaları ve de kendilerine yönelen ölüm ve yoksulluğu Muaviye'nin savabileceği vehminde olmaları İmam Hasan (a.s) için tahammülü zor bir şeydi. Sansınlar ki Muaviye onların ölüm ve fakirliğine karşı kendini siper edecek!.. And olsun Allah'a, bunlar olacak şeyler değildi ve ölümden kaçış olamazdı... Muaviye'nin rüşvet ve vaatleri, onlar için takdir edilmiş helâl rızktan daha faydalı da olamazdı... Nitekim kısa bir süre sonra Muaviye, Kûfe şehrinde kürsüye çıkacak, herkesin gözü önünde ahit, vaat ve yeminlerini bozduğunu duyuracak ve "hepsini ayaklarının altına aldığını"[110] ilân edecekti. Muaviye'nin zafer ve iktidar uğruna öğrendiği ve fırsat doğduğunda kullanmaktan kaçınmadığı bir yöntemdi bu. Yoksulluk korkusuyla İmam ve önderlerini yalnız bırakanlar, Muaviye'nin ahdini bozduğuna şahit oldukları gün nereye kaçabilirlerdi? Allah yolunda ve Peygamber evlâdının safında cihad ederek ölüme kucak açmayan bu insanlar, "sağlam kalelerde bulunsalar bile" kendilerini bulacak olan ölüme nasıl bir çare bulacaklardı? Bu insanlar hem din, hem de dünya yoksunluğu içindeydiler şimdi. Ne Allah'ın ahdine uymuşlardı, ne de Muaviye'nin rüşvetlerini elde edebilmişlerdi...

Bunlardan önce atalarının yakasına yapışan ve cehennem ateşine atan "cahiliye ölümüydü" bu. Meskin'deki Kûfe'lilerin omuzladıkları en büyük günah, henüz oluşum aşamasında bulunan hıyanet hareketine, cepheleşmelerle ve yazışmalarla önderlik etmeleriydi. Meskin ordusundaki meşhur aile mensuplarından birkaçının yüzü, Medain'de bulunan İmam Hasan'ın (a.s) gözünde canlandı. İmam Hasan (a.s) bu insanların doğru sözlü -ve belki doğru özlü- olmadığını biliyordu. Bunlar, İmam'dan ve Kûfe'- deki cemaatinden uzak durmayan, hakikatte ise İmam sevgisinden yoksun, İmam'ın hedeflerine uyum ve fedakârlıktan uzak insanlardı. Ne bu iğrenç yüz, ne de aleyhte yapılmakta olan hareket İmam Hasan (a.s) tarafından bilinmiyor değildi. İmam Hasan'ın (a.s) yanında oldukları sürece dünyevî çıkarlarına ulaşmak için dindar görünüyor ve gayrimeşru hedefe götürecek yolu bulduklarını zannediyorlardı. Ancak yanılmışlardı ve bunu anlayınca geleceğe yatırım amaçlı meşum ihanet tohumlarını yaymaya başladılar. İmam Hasan'a biat etmişlerdi, ama hayatı Hz.

Ali'ye zehir eden ve açıkça ölümü arzulamasına neden olan İmam Ali dönemindeki gayri insanî özelliklerini yeniden sergilemeye koyulmuşlardı. İmam Hasan b.

Ali, Meskin'deki ordusunun geleceğiyle oynayan, Muaviye'nin yüklü ve farklı, alışıla gelmiş rüşvet sınırını zorlayan -çünkü mektup yoluyla bildirdiği vaatlerden biri şöyleydi: "... ve kızlarımdan birini..."-[111] rüşvetlerine kanarak ordusunun birimlerini kaçmaya teşvik eden Muaviye'nin uşaklarının bu insanlar olduğunu kesin olarak biliyordu. Düşmanın çıkmaza girmesinden doğan fırsatları değerlendirmek Muaviye'nin en belirgin özelliğiydi. O, her şeyden önce bu tür çıkmazlar oluşturmada ve ondan doğan fırsatları değerlendirmede üstün beceri sahibiydi. Onun kurnazlığına hayret eden insanların dikkatini çeken tek özellik de buydu zaten. Bu hususta öyle becerikliydi ki, biyografisini yazanlar bile yanılgıya düşerek onu bir dahi, usta bir politikacı ve disiplinli bir komutan olarak kaydetmişler. Hâlbuki Muaviye'nin yaşamındaki her dönemini, bütün hareketlerini mercek altına alacak olsak, birçok yüzü ortaya çıkacaktır: Bedir Savaşı'nda müşriklerin yanında Peygamber'in karşısındaki safta yer alan bir savaşçı.[112] Mekke'nin fethedildiği gün azat edilenlerden biri. Alkame b. Vail el-Hadremî'nin peşice Medine'de yalın ayak koşan[113] kişiliksiz bir yoksul.[114] Ömer ve Osman tarafından Şam'a vali olarak atanan ve yirmi yıl boyunca da makamında kalan bir yönetici.

Dört yıl boyunca müminlerin emiri İmam Ali ve oğlu İmam Hasan'la savaşan isyancı ve azledilmiş bir vali. Kendini Allah Resulü'nün (s.a.a) halifesi ilân ettiği hâlde, Peygamber'in sünnetine ve getirmiş olduğu kanunlara açıkça muhalefet eden ve de; "Andolsun Allah'a, dünyada tatmadığım bir lezzet kalmadı."[115] demekten sakınmayan bir hayasızdı. Bu şekilde derin bir araştırma yaptığımız zaman, iyimser bir yaklaşım içinde olanların Muaviye'ye isnat ettikleri olumlu sıfatların tümünü doğrulamamızın yanlış olacağını ortaya koymaktadır. Bu araştırmadan elde edilebilecek tek sonuç şudur: Muaviye

Back Index Next