Back Index Next

3- 40 bin kişi, bazı tarihçilerin belirttiği rakamdır ve Müseyyib b. Neciyye de kendisinden naklettiğimiz sözünde bunu vurgulamıştır. Bu sayıyı sadece iki açıdan eleştiriyoruz:

Birincisi: İmam Hasan'ın ordunun sayısını sırf işaret etmek maksadıyla belirttiği konuşmasıyla bağdaşmamaktadır. Çünkü gördüğünüz gibi bu açıdan bakınca, ordunun sayısının en fazla 20 bin kişi olması gerekir. Yine İmam'ın, insanların kendisine karşı davranışlarını tavsif ettiği ve savaş konusunda onların gevşekliğinden yakındığı[86] diğer buyruğuyla da uyuşmamaktadır. Çünkü kırk bin kişilik bir ordu oluştuğu durumda İmam Hasan hangi gevşeklik ve ağırlıktan yakınmış olabilir ki? Dolayısıyla, bu rakam da şüphelidir.

İkincisi: Bu rakamın kaynağı, söyleyenlerin zan ve tahmininden başka bir şey değildir.

Bunlar, Emir'ül-Müminin Ali'nin (a.s) Şam'a son kere saldırmak için 40 bin kişiden oluşan bir ordu hazırladığı ve hareket etmeden önce şehit olduğuna dayanarak, Şam'a saldırı için hazırlanan bu ordunun, oğlu İmam Hasan'ın emrine girdiği sonucuna varmışlar; fakat halkın yeni halifeye eşlik etmeyişi ve ondan yüz çevirişinin etkisini hesaba katmayı unutmuşlardır. İşte bütün bunlardan sonra, bütün bu yanılgılara rağmen böyle bir rakama nasıl güvenilebilir? Bu konudaki rivayetlerin en şaşırtıcısı Zührî'nin rivayetidir. bu rivayette Meskin'de Kays b. Sa'd'ın komutasındaki öncü birliğin sayısı, -Übeydullah b.

Abbas ve beraberlerindekilerin kaçmasından sonra- kırk bin kişi olarak belirtilmiştir. Bu rivayetin anlamı, Übeydullah'ın kaçmasından önce, sırf öncü birliğin askerlerinin sayısının 48 bin kişi olduğudur! Oysa bu rakam tarih açısından kesinlikle teyit edilmemektedir. Öncü birlik Übeydullah'ın komutanlığı döneminde 12 bin kişiyi geçmiyordu. Bu, hem İmam Hasan'ın Übeydullah'a emrinde ve hem de tarihî naslarda açıkça ifade edilmiştir.

Esasen Zührî'nin, Resulullah'ın Ehlibeyti konusundaki rivayetleri en gevşek ve en zayıf rivayetlerdir. Dirasat-un Fi'lİslâm kitabının yazarı onu "Emevîlerin uşağı" olarak

nitelemiştir ki, bu da önemli bir göstergedir. Ayrıca Zührî'nin bu rivayeti de şu şekilde yorumlanabilir: Muaviye, Amr ve Şam halkının önünde karargâh kurdukları

ordudan maksat Kays'ın değil, Muaviye'nin ordusudur.[87] Dolayısıyla 40 bin rakam, İmam Hasan'ın değil de Muaviye'nin ordusuna aittir. O hâlde, eğer bu rakamı Şam uşaklarının sayısı ve onun "Şam halkı"ndan maksadının Muaviye'nin gönüllü askerleri olduğunu farz edersek, bu rivayetin İmam Hasan ve Muaviye'nin ordusunun sayısı hakkındaki diğer rivayetlerle çelişmediğini göreceğiz.

4- "Büyük ordu" tabiri, İbn-i Ebi'l-Hadid'in İmam Hasan'ın Nuhayle'den Deyr-i Abdurrahman'a hareketinden bahsettiği zamanki ordusu hakkında kullandığı tabirdir. Bu ise gördüğünüz gibi, müphem bir ifade olması nedeniyle bizim zikrettiğimiz rakamla bağdaşmaktadır. Çünkü 16 bin ve son olarak 20 bin kişi de "büyük ordu"dur.

5- Burada -bütün tarihî metinleri nakletmiş olmak için kaydettiğimiz ilk rivayet olan Bihar'ul-Envar'ın rivayeti de buna benzer olaylarla ilgili olarak birbirine bağlılık, özel düzen ve tertip gibi gerekli olan hususlar açısından oldukça şüphe edilir niteliktedir. Birincisi, bu rivayette değinilen -biri Kinde ve diğeri ise Murad kabilesinden olan ve her ikisi Übeydullah'tan önce Muaviye'ye gidip ihanet eden!- iki komutanın adı tamamen unutulmuştur. Tarihte, insanlık tarihinin en hassas olaylarından olan böyle önemli bir olayda iki komutanın isimlerini unutmak çok şaşırtıcı bir durumdur. Daha şaşırtıcı olanı bu rivayete göre, İmam Hasan'ın bu ikisini göndermeden önce ısrarla onları ihanetle suçlamaya çalışmasıdır! Ve yine onların ihanet edeceklerini kesinlikle bilmesine rağmen her ikisini bir ordunun başına geçirerek Muaviye'nin üzerine göndermesidir!! Bu eleştirilerden sadece biri, bu rivayeti incelemenin gereksizliği için yeterlidir. Bu durumda ne kadar muteber olduğunu kendisi ifade etsin diye onu kendi hâline bırakmamız daha uygun olacaktır. Şimdi bu araştırma ve incelemeden sonra, "ordunun sayısı" konusundaki temel bir belirsizlikle karşı karşıyayız. Bu kadar ihtilâflı ve tahrife maruz kalan bu tarihî açıklamalar ve metinlerin, tarihî açıdan, İmam Hasan'ın dönemindeki dağınık ve karışık duruma tanıklık etmektedir. Bunlar hem taşıdıkları önem açısından, hem de doğurdukları sonu. bakımından dikkatle incelenmesi, üzerinde durulması, teessüfle hatırlanması gereken gerçeklerdir. Gördüğünüz gibi bu sekiz tarih metninden hiçbiri ne araştırılıp incelenebilir ve ne de "tarihî bir senet" olarak güvenilebilir niteliktedir. Burada kesin olarak bildiğimiz şey, öncü birliğin sayısının 12 bin, daha sonra Kûfe'den gelen gönüllülerin sayısının 4 bin ve İmam Hasan'ın Deyr-i Abdurrahman'da üç günlük ikâmeti süresi içerisinde birtakım dağınık grupların ordusuna katıldığıdır. Toplamı yaklaşık yirmi bine ulaşan bu ordu, Meskin ve Medain ordugâhlarına gidilirken İmam Hasan'ın ordusunun tamamını teşkil eden sayıdır.

Medain mücahitlerine gelince, bu konuda şu kadarını biliyoruz ki bunlar geçmişte hiçbir zaman İmam Ali'nin (a.s) savaş meydanlarından yüz çevirmemişlerdir; dolayısıyla şimdi İmam Ali'nin oğlunun onların karşısında konuşlarken onlardan eli silâh tutabilecek kimselerin onun safında yer almamış olması düşünülemez. Dolayısıyla, İmam Hasan'ın bu iki ordugâhtaki askerlerinin sayısının, büyük bir ihtimalle toplam 20 bin veya bu rakamın biraz üstünde olduğu sanılmaktadır. İbn-i Ebi'l-Hadid'in bahsettiği ve İmam Hasan'ın –daha önce değindiğimiz- kendi sözleriyle de bağdaşan "büyük ordu" budur işte. O hâlde bütün tarihî sözler arasında, hangi söz İmam'ın kendi sözünden daha iyi bir delil olabilir?! Ayrıca bunun dışında, İmam Hasan'a (a.s) başka ne kadar ve nereden takviye güçler geldiği hakkında da bir bilgimiz yoktur.

ORDUYU TEŞKİL EDEN UNSURLAR

Şeyh Müfid şöyle yazar: "İmam Hasan, çevredeki bölgelerin emir ve ileri gelenlerine hareket emri vermesi ve halkı cidaha davet etmesi için Hucr b. Adiyy'i görevlendirdi.

İnsanlar önceleri işi ağırdan aldılar, sonra harekete geçtiler. İmam Hasan'ın yanında her gruptan insan vardı. Bir grubunu kendisinin ve babasının Şiîleri, bir grubunu Muaviye'yle savaşmak için her yola, her hileye başvuran hakem olayı taraftarı (Haricîler), bir grubunu savaş ganimetlerine ulaşmak için karışıklık ve ayaklanma çıkmasını isteyen tamahkârlar, bir gurubunu sürekli şek, şüphe ve çekimserlik içinde olanlar ve bir grubunu da kabile reislerini izleyen, amaç ve hedefleri din olmayan, kavmiyetçilik asabiyetini taşıyanlar oluşturuyordu."[88]

Önceki bölümde söylediklerimizden anlaşıldığı gibi, İmam Hasan'ın (a.s) ordusu yaklaşık 20 bin veya bundan biraz fazla savaşçıdan oluşuyordu. Fakat bu ordunun nasıl toplandığı tüm ayrıntılarıyla bilinmemektedir. Bu iş için o dönemin ilkel ve basit yöntemlerinden yararlanıldığı sanılmaktadır. Bu yöntem, İslâm'ın ilk asırlarındaki bütün gruplar tarafından uygulanmaktaydı. Bu yöntem açısından gönüllü asker veya mücahit kabul etmek için hiçbir özel yetenek ve belli bir yaş sınırı gözetilmiyordu ve zorla - günümüzdeki şekliyle- asker toplanmıyordu.

Eli silâh tutabilen her Müslüman, Allah'ın davetçisinin feryadını duyar duymaz bu çağrıya koşmak için kendisinde dinî bir amaç ve gerekçe bulurdu... Sonuç itibariyle de sahip olduğu bu dinî amaç, onda sorumluluk duygusunu uyandırıyor, böylece bu yolda canını vermekten kaçınmıyordu. Ya da ruhundaki maddî eğilimler galip geliyor, dinî sorumluluk duygusunu daha uyanmadan boğuyordu; böylece hem ahiret mükâfatından, hem de zafer kazanılması durumunda elde edilecek ganimet payından yoksun bırakıyordu. Zorunlu askerlik görevi için belli yaştaki kimselerin bayrak altında toplanmaya çağırıldığı, bu göreve kabul edilmek için özel yetenek ve imkânların arandığı günümüz yöntemlerinden o zamanlar yararlanılmıyordu...

İslâm dininde halkın yönetime itaat etmesini ve emre tâbi olmasını sağlamak için daha çok dinin içerdiği gerçeklerin sağlamlığına ve doğruluğuna dayanılmaktadır. İslâm dininin prensipleri arasında halkın itaat etmesini sağlamak için cebir, baskı ve zor kullanmak yoktur. İslâm dini insanlara iyilik yolunu da, kötülük yolunu da tanıtır, insanların iyilik yolunu izlemeleri için de onlara yol gösterir, yardım eder: "Bizim için çaba harcayanları biz yollarımıza iletiriz." İslâm'ın emrettiği ve sakındırdığı bütün şeylerde izlediği yöntem budur.

[Kolaylık içeren, zor ve zorbalıktan uzak olan İslâmî kurallar koymak yani.] Müslümanların başındakiler de halkı bir şeye davet ettiklerinde veya bir şeyden sakındırdıklarında bu metodu uygulamışlardır. Bu cümleden, asker toplamak ve halkı savaşa seferber etmek için de genelde savaşacak durumda olan kişilerin ikna edilmesi için çekici ve teşvik edici yöntemlerden yararlanılmıştır.

Örneğin maaş alan savaşçıların ayrıcalıkları artırılmış, valilere seferberlik emri verilmiş, onlar hatipleri ve halk arasında nüfuzu olan kişileri, halkı gönüllü olarak Allah yolunda cihat etmeye davet etmeleri için görevlendirmişlerdir. İmam Hasan (a.s), hilâfetinin başında ve savaş için seferberlik ilân ettiği sırada bu yöntemlerin tümünü eksiksiz bir şekilde uyguladı... İlk başta askerlerin maaşlarını yüzde yüz artırdı. Hucr b. Adiyy'i valilere göndererek onları cihada davet etti; Adiyy b. Hatem, Ma'kıl b. Kays, Ziyad b. Sa'saa ve Kays b. Sa'd gibi güçlü hatipler de onunla iş birliği yaptılar; halkı cihatta gevşeklik göstermelerinden dolayı kınayıp azarladılar[89] ve Allah'ın davetçisine olumlu cevap vermeye teşvik ettiler. Sonra da herkesten önce kendileri ordugâha gidip savaşçıların saflarındaki yerlerini aldılar. Kûfe'nin yedi mahallesinde ve bütün umumî yerlerde asılan cihat bayrağı, halkı Allah'a ve Resulullah'ın Ehlibeyti'ni (üzerlerine selâm olsun) izlemeye davet ediyordu. Bu rahatına düşkün, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi hareketsizliğe gömülen merkezde birden sorumluluk duygusunun uyanmasına ya da cihada hazır olunmasına benzer bir canlılık geldi, bir uyanış gerçekleşti. Şam'ın propagandası ve halkın rahatına düşkün olması Kûfe'de cihada isteksiz davranılması hususunda etkili idiyse de, büyük hatiplerin çabası sonucu gerçekleşen bu yeni uyanış, kısa bir zamanda halk arasında cihat arzusu, bunun peşinden cihada özlem duymayı, onun da peşinden heyecan ve hamaset duygularını had safhaya ulaştırdı. İmam Hasan'ın muhalifleri tarafından yürütülen uğursuz propagandalarına rağmen, İmam'ın yakın dostlarının tebligatı neticesinde halkın büyük bir kısmında cihada gitme arzusu uyandırılmıştı. Sonuçta: "İnsanlar heyecan ve şevkle kitleler hâlinde orduya katılmaya başlamışlardı."[90] Yine bu propagandalar büyük oranda Kûfe halkı ve Kûfe'nin çarşı esnafı, yargı ve idarî kurumlarla işi olan Kûfe'ye yakın bölgelerde yaşayan kamuoyunu etkilemeyi ve kendi saflarına katmayı başarmıştı. Kûfe'nin güçlü hatipleri, halkın müsait fikrî zemininden yararlanarak cihada davet adı altında var güçleriyle onları Resulullah'ın (s.a.a) Ehlibeyti'ni izlemeye davet ettiler.

Ehlibeyt dostları ve izleyicileri apaçık bir dille ve güçlü bir beyanla bu ailenin fazilet ve güzelliklerini, düşmanlarının da kusur ve çirkinliklerini açıklıyor ve umumî yerlerde, çeşitli kabileler arasında, her yerde halkı "cennet gençlerinin iki efendisi"nin örnek ve seçkin konumu, vahiy ailesinden miras bırakılan dinî sebatları, Haşim oğulları’nın bu boyuna has olan -ilim, takva, temizlik, maddî ziynetlere itinasızlık, maddî ziynetlere itinasızlık, Allah yolunda fedakârlık, ümmetin ıslâhı için çalışmak ve sevilmelerinin farz olması gibi- birçok ayrıcalıklarıyla tanıştırıyorlardı.Sonra biati hatırlatıp Allah Tealâ'nın onları ululemre (yetki ve emir sahiplerine) itaat etmeye ve ahde vefa göstermeye çağırdığını, bu hususta Allah'ın huzurunda yargılanacaklarını hatırlatıyorlardı. Hatipler konuşmalarında Ehlibeyt'le Emevîlerin soyunu karşılaştırıyorlardı ve bu tarz karşılaştırma, halk kitlesinin gönlünde derin etkiler bırakıyordu. Örneğin diyorlardı ki: "Alinin oğlu nere, Sahr'ın oğlu nere?! Fatıma'nın oğlu nerde, Hind'in oğlu nerede?! Dedesi Resulullah (s.a.a) olan ile dedesi Harb olan arasında mukayese olabilir mi?!! Büyük annesi Hatice olan ile büyük annesi Fetile olanı karşılaştırmak mümkün müdür?!" Sonra bu ikisinden, adısanı, soyu-sopu, geçmişi kötü olana, geçmişinde küfür ve nifak bulunana lânet ediyorlardı ve bu sözlerinin ardından halk da hep bir ağızdan "amin, amin" diye bağırıyordu. Sonraki nesiller de bu zarif mukayeseyle karşılaştıklarında o dönemin halkıyla birlikte "amin" demişlerdir. Bu hikmetli yöntemler, belâgatlı ve hamasî konuşmalar etkili olmuş, her yerde, herkese Şam ordusunun yenilgisi ve Kûfe ordusunun zafere ulaşması ümidini vermişti. O dönemde Kûfe, yeni kurulmuş, ama en büyük İslâm merkezleriyle rekabet edecek büyük bir başkent hâline gelmişti. Arap ve Arap olmayan çeşitli renklere ve ırklara sahip muhacirlerin bir araya geldiği çok renkli bir merkez olmuştu. Bunların çoğu da İslâm'ı tam anlamıyla içine sindirememiş, İslâm'a tâbi olmaları yüzeysel olduğu için önlerine yeni ufuklar açılmamıştı ve İslâm adabı davranışlarına yansımamıştı. Onlar İslâm'ı ancak kendi menfaatlerinin temini için bir vesile olarak görüyorlardı. Bu grup, cihada savaş ganimetlerine ulaşmanın yolu, maddî çıkar elde etmenin fırsatı gözüyle bakıyorlardı. Halkın bu savaşın zafer ve başarıya ulaşmasına ümit ve güvenlerinden şu sonucu alıyorlardı: İmam Hasan'ın (a.s) ordusunda yer almak ganimete ulaşmayı hızlandırabilecek güvenilir yegâne bir vesiledir. O hâlde neden hemen bu ordunun saflarında yer almayalım ki?! Şimdi okuyucu artık her renkten ve her tipten çeşitli grupların İmam Hasan'ın ordusunda toplanmasının nedenlerini iyice öğrenmiş oldu. Ayrıca bu ordunun gönüllü askerlerinin neden bozguncu, ganimet peşinde koşan tamahkârlar, dinî amaçla değil, kabile asabiyeti yüzünden savaşan ve şüphe içinde kıvranan... kimselerden oluştuğunu ve bu grupların her birinin bir şekilde İmam Hasan'ın kendi amaçlarından ve hedeflerinden uzak olduklarını da tamamen kavramış oldu. Üstelik, daha önce de belirttiğimiz gibi, o günkü yaygın asker toplama yöntemlerinde rastgele insanın askerî karargâhlara girmesini önleyecek ve sadece bir grup güvenilir mücahitleri seferber edecek bir uygulama da yoktu. Silâh taşıma gücüne sahip olmak, Müslüman bir askerin salahiyetini ispatlayabilecek tek göstergeydi. Şeyh Müfid, Haricîlerin İmam Hasan'ın ordusunda yer almalarını şöyle izah ediyor: "Onların tek amacı, ne şekilde olursa olsun Muaviye'yle savaşmaktı."

Bu söz bir yere kadar doğru olmakla beraber, bütün gerçeği ifade etmiyor. Haricîlerin bir amacı, Muaviye'yle savaşmak olabilir; ama bu, onların başka hedeflerinin

olmadığı anlamına gelmez. Haricîlerin İmam Hasan ve babası İmam Ali'yle ilişkilerinde, bizim bu grup hakkında iyimser olmamızı gerektirecek bir husus bulamıyoruz. Özellikle Nehrevan olaylarını göz önünde bulundurduğumuz zaman onlara yönelik kuşku ve karamsarlığımız bir kat daha artmaktadır.  Eğer gerçekten onlar Muaviye'yle savaşmak için İmam Hasan'ın ordusunda yer almış olsalardı ve İmam Hasan'a karşı kötü niyet beslemiş olmasalardı, bu durumda şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: O hâlde bundan önce neredeydiler ve -tarihte onların Hz. Ali'ye (a.s) karşı tavır aldıkları bilinmesine karşın- neden Muaviye’ye karşı toplu bir kıyamda bulunmadılar?! İmam Hasan'ın dönemine yakın bir zamanda onların birçoğunun kanının dökülmüş olması, yine onların kapsamlı ve düzenli tebliğ yöntemlerine sahip olmaları, İmam Hasan'ın ordusunda yer almalarının gerisindeki amaçları ile ilgili olarak birtakım şüpheler uyandırmaktadır. Onların bu savaşa hazırlanmadan önceki durumları, Hz. Ali'yi öldürmüş olmalarından dolayı kendilerine yönelen genel nefretin kötü sonuçlarından kendilerini kurtarmak, üzerlerine bulaşan lekeyi gidermek amacıyla İmam Hasan ve diğer Müslümanlarla barış ve ateşkes yolunu izlemeye çalıştıklarını göstermektedir. Hâl böyle iken, Haricîlerin görünüşte gönüllü olarak cihada katılmak istemelerinin, zahirde diğer insanlarla aynı renge bürünmeye çalışmalarının da bir hile, bir maske olup zamanın maslahat ve mücbir sebeplerinden dolayı uyumlu bir çehre gösterip arkasında ise -şimdiye kadar hâlâ iyice bilinmeyen- gizli düşünce ve niyetlerinin yattığını söylememizi engelleyecek hiçbir şey yoktur.

"Huruç" (İmam Ali'nin hükümetine karşı kıyam) düşüncesi, Sıffin Savaşı'nda hakem olayında serpilen uğursuz bir tohumdu ve bu nedenle Haricîlere "Muhakkime" (hakemlik taraftarı) da söylenilmektedir. Yavaş yavaş bu düşünce sapa sağlam bir inanç gibi bu grubun içine kök saldı ve zamanla gelişti, ilerledi ve bunun uğursuz ağacı Müslümanlar için türlü türlü acı olayların meydana gelmesine neden oldu. Haricîler onca kutsal ve katı dinî görünümlerine rağmen çok hilekâr ve düzenbaz insanlardı. O hâlde, iki ezelî düşmanları arasında alevlenen savaş ateşinden kaynaklanan uygun fırsattan neden istifade etmesinlerdi?

Ve neden savaş amacıyla Kûfe'den hareket eden  bu büyük donanımlı orduya katılarak, askerlerin teçhizatlaşmasında, stratejik hareketlerde ve genellikle geniş alanlarda gerçekleşen çarpışma sahnelerinde uygun fırsatlar elde etmeye çalışmasınlardı? Zira böyle savaşlarda komplo hazırlayanlar, eğer uyanık davranır, düşünerek hareket edecek olurlarsa, daha çabuk ve daha kolay bir şekilde çok büyük sonuçlara yol açan fırsatları yakalayabilirler. Şüphesiz, Şeyh Müfid'in buyurduğu gibi, Haricîlerin Muaviye'ye düşman olduklarını ve ne şekilde olursa olsun onunla savaşmaya çalıştıklarını inkâr edemeyiz. Fakat ben onların bu girişimle iki şeyi hedeflediklerine inanıyorum. Haricîlerin bütün kıyam ve komplolarından asıl hedefleri Irak, Mısır ve Şam'daki İslâm dünyasının hükümdarlarını hedef almaktı. Terörizm ruhu ve yönetimin başındaki insanlara arkadan suikast düzenleme, onlar arasında yaygınlaşan bir eğilimdi. Öyle ki onların diğer fikir ve eylemleri bu eğilimlerinin gölgesinde kalıyordu. İmam Hasan'ın safında yer alıyorlardı, fakat fitne çıkarmak için cihada gidiyorlardı. Nitekim fesat çıkarmak için Hasan b. Ali'ye "Müzlem-i Sabat'ta[91] pek etkili olmayan bir suikast girişiminde bulundular. Bu hareket, bu grubun, Peygamber'in yüce Ehlibeyti'ne karşı işlediği cinayet zincirinin ikinci halkasıydı. Bu cinayetlerin her ikisi de, Haricîler örgütünün çeşitli ortamlarda tasarladıkları gizli ve ciddi komplolarının ürünüydü. Allah'ın lütfüyle İbn-i Sinan el-Esedî'nin[92] İmam Hasan'a indirdiği kılıç darbesi İbn-i Mülcem el-Muradî'nin yakın geçmişte (Hz. Ali'ye) indirdiği darbe gibi başarılı olamadı. İkinci İmam ve Resulullah'ın (s.a.a) büyük torununa karşı düzenlenen bu alçakça ve çirkin komplo, kuşku yok ki, Resul-i Ekrem'e (s.a.a) karşı en büyük zulüm ve düşmanlığın da bir göstergesiydi. Bu hareketle Muaviye'ye hedeflerine ulaşmak bakımından büyük ve önemli bir hizmet oldu. Hem de haklarında; "Ne şekilde olursa olsun Muaviye'yle savaşmak istedikleri için Hasan'ın etrafında yer aldılar." denilen toplumun eliyle!! Böylece, görünüşte renk vermeyen Haricîlerin İmam Hasan'a karşı uğursuz ve iğrenç amaçlar taşıdıkları bu olayla birlikte ortaya çıktı. İmam, başından beri onlardan ciddi bir şekilde sakınıyordu, fakat onlara muhalif olduğunu da gizliyordu. Hiçbir şey dostluk elbisesini giyen düşman kadar tehlikeli değildir. Görünürde birine dost olan, fakat gizlice ona düşmanlık besleyen kimsenin düşmanlığı her türlü düşmanlıktan daha tehlikeli ve yıkıcıdır. Bu tür düşmanlığın en tehlikelisi de, Haricîlerin İmam Hasan'a yaptığı gibi, intikam ve asabiyet duygusuyla kılıç çekmektir. İmam Hasan'ın ordusu, bu birbiriyle uzlaşmaz grupların bir araya toplanmasıyla meydana gelmişti. Bu uzlaşmazlık nedeniyle İmam Hasan'ın ordusu, ümit verici ve aydın bir ufka yönelten manevî ortamdan yoksun yapısı itibariyle, sürekli olarak Şam ve Irak bölgelerindeki dahilî ve haricî düşmanların gizli ve açık komplolarına ve kinlerine hedef oldu. Böyle unsurlardan oluşan bir ordu, tehdit edici her olayda ister istemez ikiliğe düşecek, rehber ve önderlerine baş kaldıracaktır. Mukaddes cihat, (kesinlikle) maddî tamahlar için bir vesile, tehlikeli komplolar için bir fırsat, yersiz ve cahilane taassupların sergileme alanı veya şüphe menşeli girişimlerin sahnesi değildir. "İmam Hasan, kavminin sözlerinden, gevşek olduklarını ve kendisine eşlik etmeyeceklerini anlamıştı."[93] Bu durumdan hareketle bu savaşın sonunun başarısızlık ve yenilgi olacağını sezdi. Çünkü, onun dayanacağı tek güç, hiçbir şekilde düzeleceğine ihtimal vermediği bu orduydu. İmam'ın bu orduya pek güvenmediğini gösteren birçok konuşması vardır. Bu konuda İmam'ın en etkili konuşması Medain halkına yaptığı konuşmadır ki, bu konuşma bize kadar ulaşmıştır. Şöyle diyor: "Sıffin'e doğru giderken, dininiz dünyanızın önündeydi; fakat şimdi dünyanız dininizin önündedir. Şimdi siz iki ölünün arasında yer aldınız. Biri kendisine ağladığınız Sıffin'deki ölünüz ve diğeri ise intikam almak istediğiniz Nehrevan'daki ölünüz.[94] Savaştan geri kalanlar; ahitlerini bozanlar ve namertlerdir, gözyaşı dökenler ise; bozguncu ve asilerdir." Bu, İmam Hasan'ın, ordusunu meydana getiren grupların hedeflerinin ve eğilimlerinin farklılığını dile getirdiği tek hutbesidir.

Back Index Next