Back Index Next

Ali'nin etrafında dönenlerden dolayı içinde büyük bir üzüntü vardı. Hüseyin kardeşlikte ortak olduğu gibi onun bu üzüntüsüne de ortaktı... Resulullah'ın oğullarının bu gizli üzüntüsü, ümmetin, Resulullah'ın (s.a.a) Ehlibeyti'ne ve itretine karşı nasıl davrandığını sergiliyor ve onun; "Benden sonra Ehlibeyt'im hakkında hakkımı nasıl gözeteceğinize bakın!" buyruğuna cevaplarını ortaya koyuyordu. Fakat İmam Hasan (a.s) ortamın acı durumunu görerek yüreğinde can alıcı bir keder ve ıstırap taşıyor idiyse de, diğer taraftan tam bir yiğitlik, kahramanlık, fedakârlık ve ihlâs örneği olan, hiçbir şeye tamah etmeden, heva ve heveslerine uymadan Allah yolunda canlarını seve seve verecek babasının değerli yarenlerini görünce içinde bir ümit ışığı beliriyordu. Bu grup arasında, askerî komutanlar, güçlü hatipler, fakihler, Kur'ân karileri ve İslâm'ın yayılmasında katkıları olan seçkin kişiler göze çarpıyordu. Gerçekten bu grubu, Emir'ül-Müminin Ali'nin savaşta ve barışta kendilerine dayandığı, tehlikeli olay ve hadiseler karşısında Haşimîlerin hükümetinin temelini omuzlarında taşıyan kişiler temsil etmekteydi. Bunlar, Resulullah'ın Ehlibeyti hakkında söz ve ahitlerine sadık kalan, onları, kendileri ve evlâtları gibi himaye edeceklerine dair verdikleri sözü unutmayan Müslümanlardı. Dolayısıyla, neden İmam Hasan (a.s) onlardan babası konusunda veya kendisinin geleceği hakkında ümit kokusu almasındı? Bunlar, Resulullah'ın Ehlibeyti hakkında Allah Tealâ'nın buyruklarına iman getiren, Ali'nin hilâfetine Allah'ın ona has kıldığı ve onun lâyık olduğu makam ve mevkiye can u gönülden yönelen ve Ali'nin buna lâyık olduğunu anlayan gerçek müminlerdi. Ali, Müslümanların, Resulullah'tan (s.a.a) sonra ihlâs, samimiyet, İslâm yolunda fedakârlık, Müslüman milletin genel maslahatını düşünmesi adaletle direnmesi ve malumatının genişliğinde eşi ve benzerini görmedikleri ve hatırlamadıkları bir kahraman değil miydi? Başkalarının inkârı, Hz. Ali'nin makamının azamet ve yüceliğini düşüremezdi.

Bunlar, tüm ruhlarını heves ve tamahlar kapsayan kişilerdi ve Ali'nin düzeninde ise insanların tamah ve heveslerine yer yoktu... Böyle kişilerin her zaman Ali'nin dünyasından uzak bir dünyada, Ali'nin karakter ve ölçülerine ters düşen karakter ve ölçülerle yaşamaları ve temelleri ticarî kazanç ve hükümet ve makamları alıp satma üzerine kurulan bir dünyada bulunmaları gerekirdi. Tıpkı bunun gibi, seçkin, musibetlerle sınanmış topluluğun da, gerçek ve doğru düşünen Müslümanların da Ali'yle birlikte olması gerekirdi. Ammar b. Yasir, Zu'ş-Şahadeteyn Hüzeyme b. Sabit, Hüzeyfe b. Yeman, Abdullah b. Budeyl ve kardeşi Abdurrahman, Malik b. Haris Eşter, Habbab b. el-Erett, Muhammed b. Ebu Eekir, Ebu'l-Heysem b. et-Teyyihan, Haşim b. Utbe b. Ebi Vakkas (Mırkal), Sehl b. Hüneyf, Sabit b. Kays el-Ensarî, Ukbe b. Amr, Sa'd b. Haris, Ebu Fudale el- Ensarî, Ka'b b. Amr el-Ensarî, Karaza b. Ka'b el-Ensarî, Avf b. Haris b. Avf, Kilab b. Asker el-Kenanî ve Ebu Leyla b. Buleyl gibileri. Ve savaş meydanlarının komutanları, ibadet mihrabının gecelerinin sabahlayanları olan, zulmü kınayıp bidatleri büyük suç olarak telakki eden, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran, başkaları maddî hedefler için birbirleriyle yarışırken kendileri Allah yolunda ölmek için birbirleriyle yarışan bu kabilden diğer kişiler gibi. Burada şunu da hatırlatmakta yarar var: Bu büyük ve seçkin kişilerin tümü savaş meydanlarında İmam Ali'nin (a.s) huzurunda şehit olmuşlardır; sadece Sıffin Savaşı'nda Bedir ehlinden altmış üç kişi şahadet şerbetini içmişlerdir; üç yıl boyu süren savaşların verdiği zarar ise bu rakamın birkaç katıydı. Bu durumda, bu ihlâslı dostların varlığı nedeniyle Hasan b. Ali'nin yüzünde beliren bu ümit ışığı ne durumdaydı? Ve acaba bu sadık yarenlerin ortadan kaldırılmasından sonra - her gün katlanarak artan- o gizli ıztıraptan başka nasıl bir hisse sahip olabilirdi? Hz. Ali'nin ordugâhı, ağırlık merkezlerini kaybedip en iyi adamlarından boşalmasıyla en büyük musibete uğradı ve o - kendisinin de, şehit düşen bir grup yarenlerinin cansız bedenlerinin yanı başında dediği gibi- tepeden tırnağa üzüntü, keder ve acıyla dolan bir hayat yaşıyordu. İmam Ali, kudret ve hükümetinin geniş ufkuna ne kadar baktıysa, bu alanda yaşayan halk kitlesi arasında faal ve hareketli bir ruha sahip olan veya o şehitlerin üstün ve beğenilir özelliklerini taşıyan birisini bulamadı. Onlarla bir benzerliği olan az sayıdaki bir grup ise savaş ve barışta kendilerine umut bağlanacak kadar değildi. Şüphesiz, eğer Hz.

Ali'nin hutbelerindeki güçlü ve etkili beyanı ve yine dinleyicilerin gözündeki yüce mevki ve makamı olmasaydı, o seçkin yarenlerini kaybettikten sonra kesinlikle hiçbir zaman ne bir ordu toplayabilir ve ne de güvenilir bir dayanağı olabilirdi. Durum ve şartlar, öyle karıştı ki Hz. Ali (a.s) bir taraftan bazı kabile reislerinin kendisiyle ilişkilerini kesmeleriyle, bir taraftan bir grubun silâhlı düşmanlığıyla ve nihayet bir taraftan da "ne refah zamanının kardeşleri ve ne de belâ anının özgür kişileri olan" dost ve izleyicilerinin gevşeklik, alçaklık ve zulmüyle kuşatılmıştı. Gerçekten; ne bir ümit ışığı görünen, ne başarı ümidi olan, Allah'ın liyakatli kullarının -o naçiz geçici dünyayı ebedî ahirete satanların- tümünün göçüp gittiği bir hayatta yaşamak kim bilir ne kadar zordur! İşte bu nedenledir ki İmam Ali'nin; "İlâhî! Muradî'nin (İbn-i Mülcem) şakavetini çabuk ulaştır." veya; "Neden insanların en azgını sakalımı başımın kanına boyamıyor?" buyurduğunu ya da halka hitaben; "Vallahi, Allah'ın beni sizin aranızdan almasını ve kendi rahmetine çağırmasını arzu ediyorum." dediğini duyuyorlardı. Selâm olsun ona doğduğu gün, herkesten önce İslâm'ı kabul ettiği gün, kılıcıyla İslâm'ı koruduğu gün, imtihanını verdiği gün, öldüğü gün ve tekrar dirileceği gün.

* * *

Hz. Ali (a.s) şahadet şerbetini içti ve -yar ve yaverinin olmayışı, silâhlı düşmanla karşı karşıya oluşu ve etkili kişilerin kendisine yardım etmeyişiyle özetleyebileceğimiz- o  kötü ve bozuk durumu kendisinden sonraki halifeye bırakarak ayrıldı dünyadan.

BİAT

Eğer din, İslâm mantığına göre, Resulullah'ın (s.a.a) tebliğ ettiği bir sistem ise... Çünkü heva ve hevesiyle konuşmayan, konuştuğu her şey ilâhî bir vahiy olan tek kişi odur...

Ve eğer İslâm düzeninde halife, Resulullah'ın -bir şeyi kabul veya red hususunda başvurulacak en yüce merci olarak- kendisini bu makama atadığı kimse ise... Bu durumda, Hasan b. Ali tartışmasız şer'î halifedir; halkın ona biat etmesi veya etmemesi bu konuda hiçbir şeyi değiştirmez... Resul-i Ekrem (s.a.a) isim ve vasfıyla onu on iki Ehlibeyt İmamlarından biri olarak tanıtmıştır.

Resulullah'ın bu buyruğunu Ehlisünnet uleması birçok hadiste rivayet etmiş[20] ve Şia uleması da bu rivayette icma etmiştir. Yine her iki fırka da Resul-i Ekrem'in ona ve kardeşine; "Siz ikiniz de imam ve öndersiniz ve annenizin şefaat hakkı var." buyurduğunda,[21] yine İmam Hüseyin'e işaret ederek; "Bu imamdır, imamın oğludur, imamın kardeşidir ve dokuz imamın babasıdır." buyurduğunda ittifak etmişlerdir.[22] Babası Emir'ül-Müminin hasta iken ona namazda cemaate imamlık yapmasını emretmiştir[23] ve hayatının son anlarında; "Oğlum! Benden sonra makamımın ve kanımın sahibisin." buyurarak onu kendi vasisi olarak tayin etmiş, İmam Hüseyin, Muhammed Hanefiyye, diğer evlâtları ve Şia'nın ve hanedanının ileri gelenlerini buna tanık tutmuş, kendi kitap ve silâhını ona vererek buyurmuştur ki: "Oğlum! Resulullah, beni vasi tayin edip kitap ve silâhını bana verdiği gibi, seni vasi tayin etmemi, kitap ve silâhımı sana vermemi emretmiştir. Hayatının son anlarında bunları kardeşin Hüseyin'e bırakmanı sana emretmekle beni görevlendirdi." Sonra İmam Hüseyin'e dönerek; "Sana da bütün bunları bu oğluna (İmam Zeynelabidin) bırakmanı emretti." Buyurdu ve daha sonra Ali b. Hüseyin'in elinden tutarak buyurdu ki: "Resulullah sana da bunları oğlun Muhammed b.

Ali'ye (İmam Bâkır) bırakmanı emretmiştir... Ona Resulullah'ın ve benim selâmımı ulaştır!"[24] Mezkur konuya değinen bütün hadis kitapları, olayı bu

şekilde zikretmişler ve onunla ilgili rivayetleri sahih senetler ve güvenilir kanallarla asıl rivayet kaynaklarına –yani Ehlibeyt İmamları ve başkalarına- ulaştırmışlardır. Ve bu durum, o şartlar altında doğal olarak gerçekleşmiş olması gereken konumuyla da uyuşmaktadır... Kuşkusuz doğrusu da budur. İmametin ispatı hususunda Şia'nın metodu şudur:

-  Resulullah'ın Şia kanalıyla mütevatir olan sarih buyruk ve nasları ve yine Şia dışında diğer kanallarla nakledilen metin ve delâleti apaçık olan rivayetler, imameti tümü Kureyşten olan on iki kişide sınırlandırmaktadır[25] ve burada veya başka bir münasebetle sonuncuları olan Mehdiyi Muntazar'a kadar -ki Allah onun vasıtasıyla zulüm ve haksızlıkla dolan dünyayı sosyal adalet ve insanî erdemlerle dolduracaktır- isimlerini birer birer sıralamaktadır.

- Her İmamın nas ve açık buyrukları, özellikle kendisinden sonra itaati farz olan İmamı tayin etmektedir.

- Ayrıca Ehlibeyt İmamlarından her birinin ilmî, ahlâkî üstünlüğü ve kerametleri de önceki iki delili onaylayan diğer manevî delillerdir. Bu arada, halkın biat edişi, imamın imametinin şartı değildir. İnsanlar Resul-i Ekrem'in nas ve buyruklarına uygun birisine biat etmelidirler ve İmamiyye bundan başkasına biati doğru bulmaz. İmamiyye mensupları Peygamber'in (s.a.a) işaret ettiği özelliklere sahip olmayan birine çaresizlik ve mecburiyet dışında biat etmezler. Zamanın şartları, bu şartları oluşturan amaç ve nedenler sonucu, insanlar Resul-i Ekrem'in açık naslarının işaret ettiği özelliklere sahip gerçek halifelerden sadece ikisine biat edebildiler. Yani Emir'ül-Müminin Ali ve oğlu İmam Hasan'dan (her ikisine de selâm olsun) başka Peygamber'in (s.a.a) işaret ettiği gerçek halifelik özelliğine sahip bir başka halifeye biat edilmiş değildir. İmam Hasan'dan sonra, ismen halife olanların dönemi başladı. Bu dönem de, nüfuzu yaymak için mızrak ucundan yararlanmak ve halktan biat almak için vicdanları parayla satın almak gibi yöntemlerin uygulanmasıyla belirginleşmiştir. Ve Gazalî'nin dediği gibi, hilâfet hiçbir bakımdan ona lâyık olmayan insanların eline geçti.[26] Müslümanların -ve özellikle İslâm tarihçilerinin- İmam Hasan b. Ali'nin (a.s) hilâfet döneminin bitmesiyle İslâm hilâfetinin döneminin bittiğini kabul etmeleri ve ondan sonrasını ise bütün siyasî ve içtimaî belirtileriyle saltanat dönemi saymaları gerekirdi.

Eğer böyle yapacak olsalardı, Resulullah'ın siretinde ve onun gerçek halifelerinin gidişatında somutlaşan İslâm'ın gerçek ve ideal simasını olduğu gibi korumuş olur ve bu dini, adı halife olan bu padişahların kendi davranışlarıyla ona yapıştırdıkları etiketlerden kurtarmış olurlardı. O zaman tarih de, bu azgın zalimleri "halife" (Peygamber'in temsilcisi ve yerine oturan kişi) diye tanıtmaz ve bu dine böyle bir zulümde bulunmazdı.

Sahi; halifenin -yani takva, bilgi ve İslâm dininin ilkelerine bağlılık konusunda herkesten çok Resulullah'a benzemesi gereken kişinin- Cuma Namazı'nı çarşamba günü kılması, ya da öğleden önce kılması, ciddi bir şekilde haramı talep etmesi, altını kendi ağırlığında olmayan bir altına satması, zina çocuğunu meşru soyuna ilhak etmesi, bir mümini suçsuz yere zindana atması ve sonra onu öldürmesi, bir kâfire malî yardımda bulunarak Müslümanlara karşı onu teçhizatlandırması ve -tümü "saltanat"ın gereklerinden olan ve "din"e nispet verilmesi asla caiz olmayan- bu ve bunlardan daha kötü-çirkin işler yapması caiz midir?! Niçin böyle birini halife ve din önderi saymak yerine padişah ve dünya lideri kabul etmeyelim? Muaviye'nin tahtına oturanlar ve Kur'ân-ı Kerim'in o kadar güzel andığı o ağacın meyveleri bu sözümüzün ispatı için yeterli bir delildirler: Muaviye oğlu Yezid neler yaptı, Abdul-melik, Velid ve diğerleri ve bu lânetlenmiş şecerenin dallarından olan diğer kimseler neler yaptılar? Bu gerçeklerin tümü Müslümanları İslâm hakkında daha insaflı davranmak zorunda bırakmalıydı; yani bu din teşkilatının en yüce makamına, Resulullah'a herkesten çok benzeyen liyakatli ve eğitilmiş bir kişiden başka kimseyi lâyık görmemeleri, yerli-yersiz herkesi Peygamber'in halifesi olarak adlandırmamaları gerekirdi. Daha önce İmam Hasan'ın yüz, boy-pos, ahlâk ve yücelik bakımından Resul-i Ekrem'e (s.a.a) herkesten çok benzediğini belirtmiştik.[27] Peygamber'in siması ve padişahların parlaklığı onun yüzünde tecelli ediyordu; cennet gençlerinin e-fendisiydi o; ahirette efendi olan birisinin şüphesiz bu dünyada da efendi olacağı belliydi; "Seyyid" (efendi) lakabını dedesi Resulullah vermişti ona ve bu isim onun özel lakabıydı. Ve yine onun soy bakımından da herkesten üstün, baba, anne, amca, hala, dayı, teyze ve nine açısından -Malik b. Aclan'ın Muaviye'nin meclisinde onu tavsif ettiği gibiherkesten faziletli olduğunu yukarıda vurgulamıştık.[28]  Kesin ve sarih tayinle imam ve önder olduğu ortada olduğuna göre, neden bütün insanlar tarafından genel biat adayı da olmasındı? Neden böyle bir konuma ve böyle seçkin özelliklere sahip olduğu hâlde en yüce din makamına geçmesindi? Eğer birisinin ümmetin önderi, Resulullah'ın halifesi olması bu belirtileri gerektirmeyecekse, bu durumda onu tanımak için hangi vesileye baş vurmak gerekir? Müslümanların arasına gelerek, insanların kendisine karşı nasıl tepki göstereceklerini dikkate almadan, sırf Hz. Ali'nin (a.s) şahadeti faciası hakkında insanlara konuşmak için babasının minberine çıkarak şöyle dedi: "Bu akşam öyle birisi ölmüştür ki, geçmiştekiler ondan öne geçememişti ve gelecektekiler de ona ulaşamayacaklardır. Öyle biriydi ki o, Resulullah'ın yanı başında cihat ediyor ve canını, onu korumak için feda ediyordu. Resulullah sancağı ona vererek onu meydana gönderiyordu; sonra sağ taraftan Cebrail ve sol taraftan Mikâil onu aralarına alıyorlardı ve Allah kendisini zafere ulaştırıncaya kadar meydandan dönmüyordu... Öyle bir gecede vefat etmiştir ki, bu gecede Musa vefat etmiş, İsa göğe ağmış ve Kur'ân nazil olmuştur bu gecede. Ölüm anında dünya malından, beytülmalden payına düşen sadece yedi yüz  dirhemi vardı ve bununla da ailesine bir hizmetçi tutmak istiyordu."[29] Bu konuşma, sergilediği hitabe metoduyla kendi türünde eşsizdi. Yüce şahsiyetlerin seçkin ilim ve ahlâk erlerinin ölümleri üzerine konuşma yapılırken genellikle onların bilim, vefa, izzet-i nefis gibi açık ve meşhur sıfatlarından bahsedilir, onların en meşhur kişisel faziletleri anlatılır. Fakat bu konuşmada, bu vefat eden yüce kişinin meşhur meziyet ve özelliklerinden bahsedilmemiştir. İmam Hasan geleneğe aykırı olarak babasının ölümü üzerine konuşurken, babasını alışılmışın dışında ve daha farklı bir şekilde anmıştır. Neden? Acaba bu büyük musibetten dolayı İmam Hasan'ın üzüntüsü, güçlü bir hatip, Arapların en belâğâtlı konuşmalarını yapan Hz. Ali'nin oğlunun kederi, onu konuşmaktan alıkoyup böyle normal bir konuşma yolunu mu kapatmıştı? Yoksa o bilerek bu yolu seçti ve konuşma metodu, seçkin hitabet, belâğat, yerinde konuşma, seçkin ve uyumlu söz söyleme alanındaki öncelik, üstünlük ve yeteneğini ispatlamış oldu? Evet; o, bu esnada İmam Ali hakkında öyle bir konuşma yaptı ki, tarihte hiç kimse biri hakkında böylesine etkili bir konuşma yapmamıştır. Eğer başka bir şekilde konuşmuş olsaydı, diğer büyüklerin anısına da böyle konuşmalar yapılabilirdi. O bu kısa konuşmasında Hz. Ali'nin, başka hiç kimsenin sahip olmadığı niteliklerinden, başka hiçbir dindar kişide bulunmayan özelliklerinden söz etti. O, Rabbanî açıdan bakıyordu Ali'ye, bir İmamın başka bir İmama bakması gibi bakıyordu. Bu açıdan bakınca, İmam Ali, ölenlerden ve yaşayanlardan hiç kimseye benzemeyen, hiçbir veli, önder ve yöneticinin hiçbir merhalede kendisine ulaşamadığı rabbanî bir şahsiyet olarak belirginleşir. Bir adam... fakat geçmiştekilerden ve gelecektekilerden üstün bir adam... Ama Cebrail'le Mikâil arasında… Yani meleklere özgü nitelikleri bulunan bir adam... İsa'nın göğe yükseldiği gecede tertemiz ruhu göklere uçmuş; Musa'nın vefat ettiği bir zaman diliminde şehit olmuş, Kur'ân'ın yere indiği gecede mezara inmiş bir adam! Her zaman mutlaka beraberinde ya mukarreb bir melek veya gönderilmiş bir peygamber ya da indirilmiş bir kitap bulunurdu yahut son Peygamber'in yanında, bedenini ona siper yapardı. Şimdi, acaba dünyevî fazilet ve meziyetler bu güzel özellikler karşısında anılabilecek bir değerde midir? Şimdi, belki sen de şu düşüncede benimle aynı görüştesin: İmam Hasan b. Ali'nin, babasının ölümü üzerine yaptığı konuşma, o şartlarda, kendine özgü bir atmosferi bulunan o ortamda yapılabilecek en etkili, en vurgulayıcı, metodu bakımından en erişilmez bir konuşmaydı. Burada Hasan b. Ali yaptığı konuşmayla, Allah vergisi gücünü, dedesi Peygamber ve babası İmam Ali'ye -bu iki söz sultanına- yakınlığını kanıtlamış bulunuyordu. O günden sonra, İmam Hasan'dan bu hutbenin benzerleri –Müslümanların halifesi olarak genel biatı kabul etmesi hasebiyle, konuşmasını ve hutbe irad etmesini gerektiren olaylar nedeniyle- doğal olarak çok görüldü.

Amcası oğlu Übeydullah, insanlarla hıncahınç dolan merkez camiinde minberin yanında durdu. Önce bu hitabenin ardından baştan başa mescidi saran ağlama tufanının dinmesini bekledi. Daha sonra babalarından miras aldığı gökyüzünden düşen bir yıldırım gibi mescidi çınlattı: "Ey insanlar! Bu Resulullah'ın oğlu, önder ve imamınızın halifesidir; ona biat edin, Allah onun vesilesiyle rızasını izleyenleri kurtuluş yollarına yöneltir ve -izniyle- onları karanlıklardan nura çıkarır ve doğruya hidayet eder." O sırada, halk arasında, açık bir şekilde Resulullah'tan, babasından sonra onun İmam olduğunu duyan birçokları vardı. Dolayısıyla Übeydullah b. Abbas'ın kısa konuşmasından sonra, "Bizim aramızda çok sevimlidir o, üzerimizde çok hakkı var ve gerçekten hilâfete yakışır." söyleyerek büyük bir iştiyak ve rağbetle ona biat ettiler. Bu olay, hicretin kırkıncı yılında, Ramazan ayının yirmi birinde, yani babası Emir'ül-Müminin'in şahadet gününde gerçekleşti.[30] Böylece Kûfe, Allah'ın emirlerinin ve sosyal adaletin gerektirdiği ölçüde İslâmî güvenceyi kullanmayı başardı. Basra, Medain ve baştan başa Irak da Hasan b. Ali'ye biat konusunda Kûfe'yi izledi. Hicaz ve Yemen büyük komutan Cariye b. Kudame'nin çabaları sonucu biat ederken, Fars da orada vali olan Ziyad b. Ebih aracılığıyla biat etti. Bunların dışında bu bölgelerde yaşayan ensar ve muhacirin seçkinleri ve önde gelenleri de ona biati kabul ettiler. Oradakilerden hiçbiri İmam Hasan'a biat etmede tereddüt etmedi, orada olmayanlardan da hiç kimse biat etmekten kaçınmadı. Bildiğimiz kadarıyla sadece Muaviye ve ona tâbi olanlar İmam Hasan'a biat etmekten kaçınmıştı. Kendisine tâbi olanları müminlerin gittiği yolun tersine götüren ve İmam Hasan'a karşı da babasına karşı takındığı tavrı takınan tek kişi Muaviye'ydi. Hz. Hasan b. Ali'ye itaat ve biat etmekten sakınanlar arasında, Ku'ad (oturanlar)/tarafsızlar diye tanınan birkaç kişi de vardı.

Şer'î hilâfet, umumî ve içtimaî bir olay şeklinde, serbest biat yoluyla gerçekleşti ve Ehlibeyt tarihinde ikinci kez insanlar kendi rızalarıyla bir halifeye biat ettiler ve böylece nübüvvet güneşi, geçen yarım asır boyunca halka ışıldadığı yerden bu kez imamet nuru olarak parladı. Gerçekte, bu hilâfet, Resulullah'la ilişkisi ve bağlantısı bakımından, o nübüvvet güneşinin ışınlarının uzantısıydı ve işte şimdi bu parlak meşaleden halka nur saçmaktaydı. Ve yeni halife, onun cismî ve ruhî bakımdan biçimlenmesinde etkili olabilecek babalarından miras aldığı bütün maddî ve manevî unsurlara sahipti; o, bu şiirin en güzel örneğiydi: "Hilâfete ulaştı, çünkü hilâfet ona lâyıktı. Allah'ın huzuruna çıkmaya lâyık olan Musa gibi."Biat töreni tamamlandıktan sonra, İmam Hasan (a.s), hükümetine -Ehlibeyt'in meziyetleri, hilâfetin kendilerinin kesin hakları oluşundan bahsettiği ve toplumun karanlık ve bulutlu ortamının gebe olduğu tehlikeli olaylar konusunda halkı ikaz ettiği- bu tarihî ve etkileyici hutbesiyle başladı. Bu hutbenin bir bölümünde şöyle deniyor: "Biz Allah'ın galip hizbiyiz. Peygamber'in yakın akrabaları ve onun tertemiz Ehlibeyti'yiz. Resulullah'ın ümmet arasındaki iki değerli emanetinden birisi -ve içinde her şeyin açıklaması bulunan ve hiçbir taraftan batıla yer olmayan- Kur'ân'ın ikincisi biziz. O hâlde Kur'ân'ın tefsiri için bizden yardım alınması gerekir; çünkü Kur'ân'ın tevili için biz zanlara yönelmeyiz; biz Kur'ân'ın gerçeklerine yakinle ulaşırız. Bize itaat edin, çünkü bize itaat farzdır ve bize itaat Allah ve Resulü'ne itaat sayılmaktadır. Allah Tealâ buyurmuştur ki: 'Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Resulü'ne ve sizden olan ululemre (emir sahiplerine) itaat edin. Ve eğer bir şeyde ihtilâf edecek olursanız, onu Allah'a ve Resulü'ne götürün.' Yine buyurmuştur: Hâlbuki onu Resul'e ve içlerinden olan ululemre (yetki sahibi kimselere) götürselerdi, onların arasından o işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi (ve onlara gerçeği bildirirlerdi)." İmam hitabesinin sonunda şöyle buyurdu:  "Sakın şeytanın propagandalarını dinlemeyesiniz, çünkü o apaçık sizin düşmanınızdır; aksi durumda şeytanın kendilerine; 'Bugün insanlardan hiçbiri size galip gelemez, ben sizin arkanızdayım.' dediği, iki  grup karşılaştığında da onlara sırt dönerek; 'Ben sizden beriîm, ben sizin görmediklerinizi  görüyorum. Yakında mızrak ve kılıçlara yem, demirlere ve oklara hedef olacaksınız. O gün artık ondan önce iman getirmeyenlerin veya imanlarında bir hayır kazanmayanların iman getirmesinin bir yararı olmaz.' dediği dostlarından olursunuz."[31] Sonra minberden aşağı inerek şehirlerin valilerini düzenleyip, emirler için hükümler çıkardı ve böylece işleri takip etmeye başladı.[32]

Back Index Next