Back Index Next

1. BÖLÜM

KISACA İMAM HASAN'IN (A.S) HAYATI

Bismillahirrahmanirrahim

Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. O'nun selâm ve rahmeti Muhammed'e, onun Ehlibeyti'ne ve yarenlerine olsun.

- İmam Hasan'ın babası, Emir'ül-Müminin Ali b. Ebu Talip, annesi de Resulullah'ın kızı ve kadınların efendisi Fatıma'dır. (Allah'ın selâmı ve rahmeti onların üzerine olsun.)

Tarihte, bu kadar kısa, ama bunun kadar şerefli bir soy ağacı yoktur.

- Medine şehrinde, hicretin üçüncü yılında ramazan ayının on beşinci gecesinde dünyaya gelmiştir.

Anne ve babasının ilk çocuğuydu. Resul-i Ekrem (s.a.a), doğduktan hemen sonra kucağına alarak sağ kulağına ezan ve sol kulağına ise kameti okudu. Sonra onun için bir koyun kurban etti. Saçını tıraş edip saçı ağırlığınca -bir küsur dirhem kadar- gümüş verdi fakirlere ve peşinden de başını ıtırla kokulandırmalarını emretti. Ve o andan itibaren bebek için akika (kurban kesmek) ve saçının ağırlığınca sadaka verme geleneği oluştu.

- Ona, cahiliye döneminde kullanılmayan Hasan ismini verdi ve künyesini de Ebu Muhammed koydu.

Bundan başka künyesi olmamıştır.

- Lakapları; Sıbt (torun), Seyyid (efendi), Zeki (temiz), Mücteba (seçilmiş) ve Taki (takvalı)'dir.

- Eşleri; Talha b. Übeydullah kızı Ümmü İshak, Abdurrahman b. Ebu Bekr'in kızı Hafsa, Süheyl b.

Amr'ın kızı Hind ve Eş'as b. Kays'ın kızı Cu'de'dir. Cu'de, Muaviye'nin aldatmasıyla İmam'a zehir verip şehit etmiştir. Hayatı boyunca eşlerinin sayısı sekiz veya ondan –iki farklı rivayete göre- fazla olmamıştır. "Ümm-ü Veled"leri[6] de bu sayının içindedir. İnsanlar onun çok sayıda kadınla evlendiğini ileri sürmüşler ve kafalarına estiği gibi bu sayıyı artırdıkça artırmışlardır. Bu rakamlarla işaret edilen ve bazılarının da eleştiri vesilesi olan çok sayıdaki evliliklerin gerçekliği olsa bile, hayat ortağı olması anlamında değil, kanunî ve şer'î durum ve hallerin icap ettiği olaylardır bunlar ve ister istemez bu durumlarda evlilik ve boşanmak birbirinden ayrı değildir; bu da, bu evliliklerin özel konum ve durumlarda gerçekleştiğini gösterir. Kesinlikle kanunî ve şer'î durum ve şartların gerektirdiği durumda çok evlilik insanın kınanmasını gerektirmez; aksine bu olayı, bu şartları doğuran sebepleri göz önünde bulundurduğumuzda bu, İmam'ın, insanların nezdindeki gücünü ve saygınlığını, değerini ortaya koymaktadır. Fakat aceleci kusur arayanlar ne hakikati bilmişlerdir ve ne de kendi cahilliklerini. Bunlar, İmam'ın Abdurrahman b. Amir b. Keriz'e -eşlerinden birinin eski kocası- verdiği cevabı duysalardı böyle bir eleştiride bulunmazlardı.

- İmam Hasan'ın kız erkek toplam on beş çocuğu dünyaya geldi. İsimleri şöyledir: Zeyd, Hasan, Amr, Kasım, Abdullah, Abdurrahman, Hasan Esrem, Talha, Ümm'ül- Hasan, Ümm'ül-Hüseyin, Fatıma, Ümmü Seleme, Rukiyye, Ümmü Abdullah ve Fatıma. Soyu sadece Hasan ve Zeyd adlı oğulları aracılığıyla devam etmiştir; dolayısıyla bu ikisinin dışındakileri İmam Hasan'a nispet etmek doğru değildir.

- Görünüm, ahlâk, vücut yapısı, davranış, cömertlik ve yücelik bakımından onun kadar Resulullah'a benzeyen bir başkası yoktu. Onun niteliklerini anlatanlar övgüyle ondan şöyle söz etmişlerdir: Yüzü birazcık pembeyle karışık beyaz, gözü siyah, yanağı düz, sakalı sık, saçı dalgalı, boynu beyaz, vücudunun organları birbiriyle uyumlu, geniş omuzlu, iri kemikli, ince belli, ayağı ne uzun, ne de kısa, orta boylu, siması cezzap ve çehresi en güzel çehrelerden biriydi. Veya şairin dediği gibi:

"Akıl sahiplerinin aklından geçen hiçbir güzellik yoktur ki / O, bu güzellikten nasibini almamış olsun.

 Zülfü altından parlayan alnı şuna benzer ki, / Dolunayın karanlık gecede başına bir taç koyduğunu sanırsın.

Onun gönül okşayan kokusu yeryüzünün amberinden o kadar üstündü ki, / Onların miskinden de… Onu semavî bir ıtır sanırsın."

İbn-i Sa'd şöyle der:

 "Hasan ve Hüseyin saçlarına siyah kına sürerlerdi." Vasıl b. Ata; "Hasan b.

Ali, peygamberlerin simasına ve padişahların parlaklığına sahipti." demiştir.

- Arkasından soylu atları yürüttükleri hâlde o, yirmi beş defa yaya olarak hac ziyaretinde bulunmuştur. Ölümü anınca ağlardı; mezarı hatırlayınca ağlardı; mahşeri ve sırat köprüsünden geçmeyi hatırlayınca göz yaşı dökerdi; hesap için duracağını hatırlayınca öyle bir feryat ederdi ki hıçkırıklarla yere yığılırdı. Cennet ve cehennemi andığı zaman yılan sokmuş gibi kıvranıp dururdu; Allah'tan cenneti talep eder ve cehennemden O'na sığınırdı. Abdest alarak namaza durduğunda vücudu titrer, benzi

sararırdı. Üç defa mal varlığını Allah'la bölüştürdü. (Yarısını Allah yolunda harcadı.) İki defa Allah için tüm mal varlığını bağışladı. Bunların yanında, her zaman Allah'ı zikrederdi.

Demişlerdir ki:

"O, kendi döneminde insanların en çok ibadet edeni ve dünya süslerine karşı en ilgisiz olanıydı."

- Yaratılışında üstün insanlık alâmetleri vardı. Onu görenin gözüne büyük görünür, onunla ilişkisi olan ona sevgi besler, onun konuşmasını veya hutbesini dinleyen dost-düşman konuşmasını bitirinceye ve hutbesini tamamlayınca kadar olduğu yerde çakılıp kalırdı. İbn-i Zübeyr (İbn-i Kesir'in kendi tarih kitabında, c.8, s.377'de naklettiğine göre) şöyle demiştir:

 "Vallahi, kadınlar Hasan b. Ali gibi birisinden [gözlerini kaldırıp şehevî maksatla bakmayacağından emin oldukları için] çekinmezlerdi."

Muhammed b. İshak der ki:

"Resulullah'tan sonra haysiyet ve değer bakımından hiç kimse Hasan b. Ali'ye ulaşamadı. Evinin kapısının önüne sergi sererlerdi, o da evinden çıkıp orada oturunca yol kapanırdı. Ona saygıdan dolayı hiç kimse karşısından geçmezdi; o bunu anlayınca kalkar evine gider, insanlar da oradan gidip gelirlerdi."

Mekke'ye giderken merkebinden inerek yola yaya olarak devam edince kafiledekiler de ona uyarak merkeplerinden indiler. Kafilede bulunan Sa'd b. Ebi Vakkas da merkebinden inerek onun yanında yoluna yaya olarak devam etti.

*

Müdrik b. Ziyad, Hasan ve Hüseyin'in atının yularını tutan ve elbiselerini düzelten İbn-i Abbas'a; "Sen bunlardan yaşlı olduğun hâlde onların atının yularını mı tutuyorsun?" dediğinde, İbn-i Abbas ona şu karşılığı verdi: "Ey alçak adam! Sen ne bilirsin bunların kim olduğunu! Bunlar Resulullah'ın oğullarıdır.

Acaba onların atının yularını tutmam ve elbiselerini düzeltmem, bana Allah'ın bahşettiği bir lütuf değil midir?!" Böyle bir makam ve mevkie sahip olmasına rağmen öyle mütevazı ve alçak gönüllüydü ki, bir gün yerde oturmuş toprağın üzerine bıraktıkları ekmek parçalarını yemekte olan bir grup fakirin önünden geçerken, onu gören fakirler:

"Ey Resulullah'ın oğlu! Gel birlikte yemek yiyelim!" dediler. İmam Hasan hemen merkebinden inerek; "Allah kibirlenenleri sevmez." buyurdu ve onlarla birlikte ekmek yemeğe başladı. Sonra onları evine misafir olmaya davet etti, hem yemek verdi hem de giyecek bir şeyler bağışladı.

*

O kadar cömert ve eli açıktı ki, bir gün birisi gelerek muhtaç durumda olduğunu söyledi. İmam Hasan; "İhtiyacının ne olduğunu yazarak bize ver." dedi. Adamın yazısını okuyunca istediğinin iki katını verdi. Oradakilerden biri; "Bu yazı onun için ne kadar da bereketli oldu ey Resulullah'ın oğlu!" deyince, şu karşılığı verdi: "Aslında bizim için daha bereketli oldu. Çünkü bizi iyilik yapanlardan kıldı. İyiliğin, birisine istemeden vermek olduğunu, fakat istendikten sonra verilen şeyin onun haysiyeti karşısında değersiz bir parça olduğunu bilmiyor musun?" "Bu adam geceyi ıstırap içinde, korku ve ümit arasında geçirmiş olabilir. Muhtaç durumuyla kendisini ret mi edeceğini, yoksa kabul ederek onu sevindireceğini bilmeyerek titreyen bedeni ve hızla çarpan kalbiyle sana gelmiştir; bu durumda ona istediği kadar verecek olursan, senin yanında döktüğü haysiyeti karşısında ona çok az bir şey vermiş olursun."

*

Bir şaire bağışta bulununca oradakilerden biri; "Sübhanallah! Allah'a karşı günah işleyen ve iftira eden bir şaire bağışta mı bulunuyorsun?" dedi. Bunun üzerine buyurdu ki: "Ey Allah'ın kulu! Maldan yapılan en iyi bağış, onunla kendi haysiyetini koruduğun bağıştır. Hayrı arama türlerinden biri de şerden sakınmaktır."

*

Kendisinden bir şey isteyen birine elli bin dirhem ve beş yüz dinar vererek; "Bunu taşıması için birini getir." buyurdu. Adam birini getirince İmam cübbesini ona  vererek; "Bu da hamalın ücreti." buyurdu.

*

Bir gün bir Arap yanına geldi; "Biriktirdiğimiz her şeyi ona verin." dedi. Birikmiş yirmi bin dirhemi Araba verdiler. Arap dedi ki: "Efendim! İhtiyacımı söylememe ve senin hakkında övgüler okumama izin vermediniz?!" İmam ona cevap olarak şu anlama gelen bir şiir okudu: "Bizden bir şey isteyenin haysiyetinin dökülmesinden korkmamız, onun istemesinden önce vermemizi gerektirir."

*

Medainî şöyle der: "Hasan, Hüseyin ve Abdullah b. Cafer hacca gidiyorlardı. Yolda azık torbaları kaybolunca, aç ve susuz bir vaziyette yaşlı bir kadının yaşadığı bir çadıra ulaştılar. Yaşlı kadından su istediklerinde, kadın; 'Bu koyunu sağın ve onun sütünü suya karıştırarak için.' dedi. Onlar da onun dediği gibi yaptılar ve sonra da yemek istediler. Yaşlı kadın; 'Benim sadece bir koyunum var, onu kesin, etini yiyin.' dedi. Onlardan biri koyunu kesti, etinden biraz pişirerek yediler ve geceyi de orada uyuyarak geçirdiler. Oradan ayrıldıklarında, yaşlı kadına; 'Biz Kureyş'teniz; hacca gidiyoruz, dönünce yanımıza gel de sana ikramda bulunalım.' dediler." "Yaşlı kadının kocası gelip durumu öğrenince; 'Yazıklar olsun! Benim koyunumu tanımadığın insanlar için kesiyorsun ve Kureyş'tendiler diyorsun!?' dedi." "Günler geçti ve yaşlı kadının maddî durumu kötüleşti. Bunun üzerine oradan göçtü ve yolu Medine'den geçti.

Hasan b. Ali onu görüp tanıdı. Yanına gitti; 'Beni tanıyor musun?' dedi. Kadın; 'Hayır.' dedi. Hasan b. Ali; 'Ben falan gün sana misafir olan kişiyim.' dedi ve peşinden ona bin koyun ve bin dinar vermelerini emretti. Sonra onu kardeşi İmam Hüseyin'in yanına gönderdi. Bir o kadar da İmam Hüseyin bağışlayıp, onu Abdullah b. Cafer'e gönderdi. Abdullah da onlar kadar kadına bağışta bulundu."

*

Biri Haşimîlerden ve diğeri Emevîlerden olan iki kişi birbiriyle tartışıyordu. Biri; "Benim kavmim daha üstündür." diyordu, öbürü ise; "Benim kavmim." diyordu. Sonunda her biri kendi kavminden on kişinin yanına giderek bir şey istemeyi kararlaştırdılar. Emevî adam Emevîlerden on kişiye gitti. Her biri ona on bin dirhem verdi. Fakat Haşimî adam önce Hasan b. Ali'nin yanına gitti, İmam ona yüz elli bin dirhem vermelerini emretti. Sonra Hüseyin b. Ali'ye gitti, o da; "Benden önce birisine gittin mi?" diye sordu. Adam; "Evet, dedi. Kardeşin Hasan'a uğradım." Bunun üzerine İmam Hüseyin; "Ben efendimin verdiği şeyin üzerinde veremem buyurdu." ve o da yüz elli bin dirhem ona verdi. Emevî adam, on kişiden aldığı yüz bin dirhemle geldi, Haşimî adam ise iki kişiden aldığı üç yüz bin dirhemle geldi. Emevî adam buna öfkelenerek aldığı parayı sahiplerine iade etti; sahipleri de kabul ettiler.

Fakat Haşimî adam paraları sahiplerine iade etmek isteyince, Hasan ve Hüseyin kabul etmeyerek; "İster al, ister at; biz verdiğimiz bağışı geri almayız." buyurdular.

*

Bir gün, siyah bir kölenin, önündeki bir ekmekten bir lokma yediğini ve bir lokma da oradaki bir köpeğe verdiğini görünce; "Niçin böyle yapıyorsun?" diye sordu. Köle; "Kendim yiyip ona bir şey vermemekten utanıyorum." cevabını verince İmam Hasan (a.s); "Ben gelinceye kadar buradan ayrılma." buyurdu.

Sonra kölenin sahibine giderek köleyi ve içinde yaşadığı bağı satın aldı; ardından köleyi azat edip bağı da ona verdi.

*

İmam Hasan'ın bağış ve cömertliği hususunda bunlara benzer birçok örnek vardır; fakat maksadımız onları beyan etmek olmadığı için şimdilik bu kadarıyla yetiniyoruz. Mervan'ın deyimiyle dağ gibi bir hilme ve affediciliğe sahipti. Zühdü ve dünya süslerine kayıtsızlığı öyle bir hadde varmıştı ki, Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Babeveyh (ölm. hicrî 381) Zühd'ül-Hasan adında bir kitap yazarak onun sadece bir sıfatına tahsis etmiştir. Bu konuda, din uğruna bir anda bütün dünyaya sırt çevirmesi yeterli bir örnektir.

- O, cennet gençlerinin efendisi ve Resulullah'ın soyunun devam ettiricisi olan iki kişiden biridir. O, Resulullah'ın Necran Hıristiyanlarıyla lânetleşmeye gittiğinde beraberinde götürdüğü dört kişiden biriydi. Ashab-ı Kisa'nın (örtü altındaki) beş kişiden biri ve Allah Tealâ'nın itaatlerini kullarına farz kıldığı on iki kişiden biridir. O,

Kur'ân-ı Kerim'de bütün çirkinlik ve kötülüklerden arınmış olarak tanıtılan kişilerden biridir.

Allah Tealâ, Peygamber'in risaletinin karşılığı, ücreti olarak sevilmelerini öngördüğü kişilerden biridir. Resul-i Ekrem'in Kur'ân ağırlığına eşit tanıttığı kişilerden biri ve paha biçilemez iki değerden biri olarak belirlediği kimselerden biridir. O Resulullah'ın reyhanesi, sevgilisi ve Resulullah'ın; "Allah'ım! Onu seveni sev." diye hakkında dua ettiği kimsedir. Onun iftiharları o kadar fazladır ki hepsini beyan etmemiz uzun sürer ve uzun uzadıya anlatmamıza rağmen de bitmez, tükenmez. Babasının vefatından sonra, Müslümanlar halife olarak ona biat ettiler. O kısa dönemli hükümetinde, işleri en güzel şekilde idare etti. Hicretin 41. yılının cemaziyülevvel ayının on beşinde (en sahih rivayetlere göre) Muaviye'yle barış yaparak bu hareketiyle dini korudu ve müminleri ölümden kurtardı. Bu işte, babası vasıtasıyla Resulullah'tan aldığı özel eğitime uygun davrandı. İmam Hasan'ın zahiri ve resmi halifelik süresi yedi ay yirmi dört gündür. Barış anlaşmasını imzaladıktan sonra Medine'ye döndü ve orada ikamet etti. Onun Medine'deki evi oranın sakinleri ve oraya gelenler için ikinci harem oldu ve o, bu iki haremde, hidayet cilvegâhı, ilim nuru ve Müslümanların sığınağı oldu. Etrafını, dini anlamak ve öğrenmek ve sonra da kendi şehirlerine dönüp kavimlerini Allah'ın azabından korkutmak için uzak şehirlerden gelenler sarmıştı. Bunlar onun öğrencileri, ilminin taşıyıcıları ve ondan rivayet eden ravilerdi. Hasan b.

Ali, Allah'ın kendisine bağışladığı üstün ilmi nedeniyle ve yine halkın gönlündeki yüce makam ve mevkisinden dolayı ümmete önderlik edecek, onların düşüncelerini yönlendirecek, inanç ve itikatlarını düzeltecek, onlar arasında vahdeti ve birliği sağlayacak en güçlü kişiydi. Sabah namazını kıldıktan sonra güneş çıkıncaya kadar Resulullah'ın mescidinde oturup Allah'ı zikrederdi.

Halkın ileri gelenleri ve saygın kişileri onun etrafını sarıyor. O da onlarla konuşuyordu. İbn-i Sabbağ, el-Fusûl'ul- Mu-himme adlı kitabının 159. sayfasında şöyle yazıyor: "İnsanlar onun etrafını sarıyor ve o da onların ilmî problemlerini hallediyor ve muhaliflerin eleştirilerini cevaplıyordu." Hac yaptığında, tavaf anında insanlar onu selâmlamak için öyle bir izdiham yapıyorlardı ki, bazen ayaklar altında ezilecek hâle  geliyordu!

- Onu defalarca zehirlemişlerdir (kitabımızın bir bölümünde bunu genişçe ele alacağız), son defasında tehlikeyi hissedince kardeşi İmam Hüseyin'e; "Ben yakında senden ayrılıp Rabbime kavuşacağım. Bil ki, beni zehirleyip ciğerlerimi pare pare yaptılar. Ben bunu kimin yaptığını biliyorum ve Allah'ın huzurunda buna sebebiyet vereni şikâyet edeceğim." dedi. Sonra buyurdu ki: "Beni Resulullah'ın yanı başında toprağa ver; çünkü ben ona ve onun evine herkesten daha evlâyım;[7] fakat eğer buna engel olurlarsa, seni Allah'a yakın kılan bağın hakkı için ve Resulullah'la olan yakın akrabalığın hürmeti hakkına, benim için bir damla kan dökülmesine bile en-gel ol; bırak da Resulullah'a kavuşalım, onun huzurunda düşmanları şikâyet edelim ve halkın zulmünü ona anlatalım." Daha sonra ailesi, evlâtları ve kendisinden geriye bıraktığı şeyler hakkında ona gerekli tavsiyelerde bulundu ve ona babası Ali'nin vasiyet ettiği şeyi vasiyet edip onun kendisinden sonraki halife olduğunu halka bildirdi. Ve hicretin 49.

yılında da, safer ayının 17'sinde şahadet şerbetini içti. Ebu'l-Ferec el-İsfahanî şöyle yazar: "Muaviye, oğlu Yezid için biat almak istiyordu.

Bunun önündeki en büyük engel olarak Hasan b. Ali ve Sa'd b. Ebi Vakkas'ı görüyordu. İşte bu nedenle her ikisini de gizlice zehirledi." Açıktır ki bu gibi büyük facialar, uykuya dalmış ve uyuşturulmuş insanların vücuduna inen bir kırbaç gibi onların şuur ve idraklerini uyandırıyor, acı hislerini canlandırıyordu... Bütün İslâm diyarında bu büyük olayın haberi ağızdan ağıza dolaşıp durdu; her bir köşede, halk kaynıyordu; bu dalgalanma bir ayaklanmanın ayak sesleriydi. Kopan her uğultu hükümet düzenini bir inkılâpla tehdit ediyordu. Allah Tealâ buyuruyor ki: "Zulmedenler yakında nasıl bir sona uğrayacaklarını bilecekler." Sıbt b. Cevzî kendi rivayet zinciriyle İbn-i Sa'd'dan, o da Vakıdî'den şöyle rivayet eder: "Hasan b. Ali, ölüm döşeğindeyken, beni babam Resul-i Ekrem'in yanına defnedin, dedi. Fakat Emevîler, Mervan b. Hakem ve -Medine valisi- Said b. As buna engel oldular! İbn-i Sa'd diyor ki: Muhaliflerden biri olan Aişe, 'Hiç kimse Resulullah'ın yanına defnedilmemelidir.' dedi." Ebu'l-Ferec-i Emevî el-İsfahanî şöyle rivayet etmiştir: "Hasan b. Ali'yi toprağa vermek istediklerinde, o kadın bir katıra bindi. Ümeyyeoğulları ile Mervanoğulları'nı ve oradaki yaverleri ve ordularından bulunan herkesi yardıma getirdi. Bu yüzdendir ki konuşmacının biri; 'Bir gün katırın üzerinde ve bir gün de devenin...' dedi." Mes'udî de Aişe'nin kül renginde bir katıra binişini ve Resulullah'ın Ehlibeyti'ne karşı Emevîlere ikinci kez komutanlık edişini kaydetmiştir ve demiştir ki: "Muhammed b. Ebu Bekir'in oğlu Kasım, Aişe'nin yanına giderek dedi ki: 'Halacığım! Biz henüz 'kızıl deve' olayından kurtulmamışken, şimdi de 'kül rengi katır' olayını mı buna eklemek istiyorsun?!' Bu söz üzerine Aişe geri döndü."[8] Hüseyin b. Ali'nin etrafında toplanan kalabalık bir halk kitlesi vardı. Dediler ki: "Bizi Mervanoğulları'yla baş başa bırak, vallahi onlar bizim karşımızda çok güçsüz ve zayıftırlar." Bunun üzerine İmam Hüseyin şöyle dedi: "Kardeşim onun için bir damla bile kan dökülmemesini vasiyet etmiştir. Eğer bu vasiyet olmasaydı Allah'ın kılıçlarının onlara ne yapacağını görürlerdi. Onlar bizimle aralarındaki ahdi bozdular ve bizim şartlarımızı ayaklarının altına aldılar." İmam bu sözlerle sulh şartlarına işaret etmekteydi. Hasan b. Ali'yi oradan Bakî mezarlığına götürdüler ve

büyük annesi Fatıma bint-i Esed'in yanı başında toprağa verdiler. el-İsabe kitabında Vakıdî'den ve o da… Sa'lebe'den şöyle naklediliyor: "Hasan b. Ali vefat ettikten sonra Bakî'ye defnedilince ben oradaydım... Öyle bir izdiham vardı ki, Bakî'de iğne atsan yere düşmezdi..."

İKİNCİ BÖLÜM

SİYASÎ KONUM

BİATTEN ÖNCE

Kendi dönemindeki ve geçmiş olaylardan ne kadar etkilendiğini dakik olarak söyleyemeyeceğimiz böyle gibi bir konunun açıklığa kavuşması için, Resulullah'ın şahsının Müslümanlar üzerindeki derin etkisini, toplumun yapılanmasındaki güçlü egemenliği, izleyiciler arasında şevk ve hareket oluşturma konusundaki yaratıcılığı göz önünde bulundurarak birazcık geriye dönerek Müslümanların nübüvvet döneminden sonra ilk kez karşı karşıya geldikleri sadr-ı İslâm'ı andıran bazı gelişmeleri incelememiz yeterlidir. Gözümüzde, kısa bir zamanda geçip gidecek bir tablo canlandırmak için geçmişteki hatıralardan ilham aldığımız bu konuda her hareket ve cereyanın mevzuumuzla ilişkisini veya sadece bu mevzuyla ilgili cereyanları zikretmemiz, geçmişte vuku bulan olayların bahis konumuzdaki etkisini belirginleştirmemiz için yeterlidir. İslâm tarihinde en büyük olay, Resulullah'ın vefatı ve bütün dünyaya ışık saçan bu semavî nur kaynağının ortadan kalkmış olmasıdır. Bu olayla dünya zifiri bir karanlığa gömüldü, yeryüzü Resul-i Ekrem'in vefatıyla gökten ayrıldı; çünkü vahiy, gökyüzüyle yer arasındaki bir elçi ve bu ikisini birbirine birleştiren bir bağdı... Yerin göğe muhtaç olmaması mümkün müdür? Yerin rızkı oradan, hayatı, neşesi, nuru ve dini oradan değil midir? Sahi, eğer bu ayrılık ve kopuş son, kesin ve sürekli olsaydı, vahşi dünya için bundan daha kötü, Müslümanlar için bundan daha büyük bir zarar düşünülebilir miydi? Fakat Resulullah (s.a.a), Müslümanların vahyin kesilmesi nedeniyle, doğal olarak geçecekleri ağır imtihan sürecinin ve büyük musibetin daha önce bilincinde olarak müminlere karşı sevgi ve  şefkatinin bir göstergesi olarak onlarla gökyüzü arasında daima bir ipin olacağını haber vermiştir. Vahiy ipi kesildikten sonra sarılmaya lâyık olan başka bir ip var mı ki?... Buyurdu: "Ben sizin aranızda öyle bir şey bıraktım ki, ona sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız: Biri gökten yere sarkan bir ip olan Allah'ın kitabı, diğeri ise Ehlibeyt'im, itretimdir. Bu ikisi kıyamette benimle görüşünceye kadar birbirinden ayrılmazlar. O hâlde benden sonra bu iki emanetimle ilgili olarak hakkımı nasıl gözeteceğinize bakın."[9] Önümüzdeki konuya girmeden önce, Resulullah'ın Ehlibeyti'yle ilgili olarak Peygamber'in hakkını nasıl gözettiklerine dair bir hüküm  verebilmek için, önce Müslüman toplumun veya toplumun temsilcisi ve önderi olma liyakatine sahip olduklarını iddia edenlerin Peygamber'in Ehlibeyti ve itretine nasıl davrandıklarına bakalım. En azından konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla haberdar olalım. Herkesin itreti, onun ailesi ve akrabaları ise bu durumda Hz. Ali, Resulullah'tan sonra onun ailesinin en belirgin kişisidir. Eğer insanın itreti evlâtları ve torunları ise İmam Hasan da Resulullah'ın evlâtlarının ve zürriyetinin efendisi ve en önde gelenidir. Araplar itret kelimesini, hem aile ve hem de evlâtlar anlamında kullanmışlardır. Evet, Müslüman toplumunun, Resulullah'ın (s.a.a) vefatından hemen sonra o tarihî ikilik ve parçalanmaya uğraması takdir edilmişti: Bir grubu Resulullah'ın buyruklarını tevil edecek, teviller bataklığında boğulacak, bir grubu da onun sa-rih  buyruklarına teslim olup onlardan ayrılmayacaktı. Resulullah'ın hilâfet makamına adaylık hakkında şimdi burada nakledemeyeceğimiz birçok sarih buyruğu vardır. Biz burada tevil taraftarlarının görüşlerini reddetmek veya ikinci grubun sözlerini ispatlamak istemiyoruz. Çünkü iki grup arasında ittifak veya ihtilâf konusu olan her şey kendi çapında özel bir durumla ilgili olarak vuku bulmuştur ve bu alanda bizim tartışmamız gerçeği değiştirmeyecektir. Fakat bir an için tevil ehliyle paralel düşünüyor ve onların peygamberlerinin apaçık buyruklarına muhalefet etmelerine bir mazeret getirerek diyoruz ki: Onlar, Resulullah'ın kendisinden sonra Kur'ân'a ve Ehlibeyti'ne özgü kıldığı, bu ve buna benzer birçok hadiste işaret ettiği vahye niyabet etme hususunu, siyasî bir mesele olarak algıladılar ve Resulullah'a muhalefet etmek istemeksizin bunu her şeyden fazla maslahatla ilgili bir mesele gördüler ve siyasî bir meselede Re-sulullah'ın emrine itaatin gerekliliğinin, dönemin tecrübeli ki-şilerinin uygun görmelerine bağlı olduğunu savundular. Buna dayalı olarak dönemin deneyimli kişilerinin görüşleri Peygamber'in görüşüne uygun olursa, onun kabul edilmesinin gerektiğini, aksi durumda ölçünün Peygamber'in iradesi değil, deneyimli kişilerin görüşü olduğunu ileri sürdüler. Böylece, hilâfet Resulullah'ın Ehlibeyti'nden alındı ve böylece bir gün İslâm hilâfeti hakkında Muaviye'nin de diğerleriyle kavga etmesi ve daha yaşlı olması nedeniyle kendisini hükümete daha lâyık görmesine imkân doğdu –ve İlginçtir, Muhammed'in izleyicilerinden birçoğunun da beğenisini kazandı-[10] Amr b. As, Muğiyre b. Şu'be ve Ebu Hüreyre gibi kavmin ileri gelenlerinden bir grup da onun görüşünü onayladı.

Back Index Next