Index Next

İMAM HASAN'IN (A.S) BARIŞI

Tarihin En Büyük Kansız Devrimi

Eserin Orijinal Adı: Sulh-i İmam Hasan (a.s)

Eserin adı: İmam Hasan'ın (a.s) Barışı

Yazan: Üstad Râzî Âl-i Yâsîn

Çeviri: Cafer Bendiderya, S. Necat Karakuş

Cafer Bayar, Vahdettin İnce, Alican Görel

ALLÂME ŞEREFUDDİN'İN ÖNSÖZÜ

Bismillahirrahmanirrahim

İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye'yle imzaladığı barış antlaşması, Resul-i Ekrem'den (s.a.a) sonra bu ümmet tarafından Ehlibeyt İmamlarının (hepsine selâm olsun)  içerisine düşürüldükleri en zor olaylardan biridir. İmam Hasan (a.s) böyle bir antlaşmayı imzalayarak, Allah Tealâ'nın yardımı olmaksızın hiç kimsenin tahammül edemeyeceği sıkıntılara göğüs gerdi. O, bu büyük imtihana sabır ve metanetle tahammül etti ve bu imtihandan alnı dik, muzaffer ve hedefine ulaşmış bir hâlde çıktı. İmam'ın hedefi yüce Allah'ın, Kur'ân-ı Kerim ve Resulullah'ın (s.a) hükmünü uygulamak ve Müslümanların çıkarını gözetmek idi. İmam bütün söz ve davranışlarında bunu kendine amaç edinmiş ve buna gönül vermişti sadece. İmam Hasan'ı rahatlık ve ferahına düşkünlüğüyle suçlayanlar, diğer yandan heyecana kapılıp duygusal davranarak İmam Hasan'ın da Muaviye'yle savaşmayıp, direniş ve şahadet yolunu seçmemesinden ve tıpkı Aşura günü kardeşi İmam Hüseyin'in yaptığı gibi savaş yöntemini esas almamış olmasından dolayı hayıflanan Şiîlerin, bu düşünceleri kayda değer olmayıp, bu iki kesim de olayların ve objelerin ötesini kavrayacak akletme yeteneğinden yoksun kimselerdir.

İnsanların hâlâ bu barış hakkında yanılgı içinde olmaları, yanlış düşünceler geliştirmeleri şaşırtıcıdır. Bu barışı tüm ayrıntılarıyla inceleyip, özelliğini ve İslâm ümmetinin geleceği üzerindeki etkilerini aklî ve naklî delillere dayalı olarak ortaya koyacak birinin bu güne kadar  çıkmamış olması ise daha da şaşırtıcıdır.  Birkaç kere kendim böyle bir çalışma yapmaya yeltendim. Fakat Allah Tealâ bu işi her açıdan herkesten daha ehil birinin yapmasını diledi...

İşte bu ehil kişi, kendi alanında son söz sayılacak, hakem konumunda, hak ve batıl sınırlarını belirten bu eserin -İmam Hasan'ın Barışımüellifidir. Değerli yazarının faziletini gösteren bu eserin aydınlık saçan bölümlerinden bir kaçını inceleme fırsatını buldum. Kitabın titiz bir araştırmanın, dikkatli ve ılımlı bir gözlemin sonucu hazırlandığını, açıklamalarının kesin kanıtlara dayandığını, en ince ayrıntısına kadar her mevzuun incelendiğini, birtakım değerlendirmeler nakledilirken takva duygusunun ve özenli objektifliğin esas alındığını, en çetin tartışmalara girmekten çekinilmediğini, meselenin büyük bir cesaretle savunulduğunu, konu hakkında bilinmesi gereken tüm detaylara büyük bir vükufiyetle eğilindiğini, akıcı bir üslûbun benimsendiğini, ifadeler arasında bir uyumsuzluğun bulunmadığını, kısaca geçilmesi ve özet bir sunumun esas alınması gereken yerlerde açık ve anlaşılır bir açıklama yönteminin, uzun ve detaylı anlatılması gereken yerlerde de güzel ve sürükleyici ifadelerin kullanıldığını gördüm. Eser, değerli müellifinin tüm fazilet ve üstünlüklerini içerir bir mahiyettedir. Kitap, disiplinli, güçlü ve üretken bir zihnin ürünüdür. Uyumluluğu ve ifadeler arasındaki bütünlük, aklî ve naklî kanıtlar fışkıran bir memba görüntüsü kazandırıyor. Konular arasındaki uyum her açıdan kendini belli etmektedir. Zengin içerikli, mükemmel bölümleri arasındaki bağlantı olağanüstü bir becerinin ve dirayetin ürünüdür. Bu da kitaba belli bir düzen, kapsamlı bir ufuk ve derinlik kazandırmıştır. Müellife gelince, okuyucularımız onun seçkin özelliklerini bu kitabın güzelliklerinde bulabilirler. Eğer onu tanımamış olsaydım, kitabın konularından ilham alarak onun çehresini gözümde canlandırabilirdim. Bu eser yazarını, açık yüzlü, aydın simalı, tatlı sözlü, uyumlu ve uysal yapıya sahip, açık yürekli, yumuşak ahlâklı, üstün zekâya sahip, anlayışlı, geniş ilmî birikimi olan, çehresi güzel, ifadelerinde düşündürücü nüktelere, hoş kinayelere, göz alıcı istiarelere, hikmetli sözlere yer veren, bilgi ürünü sağlam bir mantıkla argümanlarını ortaya koyan, davranışları güzel, üstün bir ahlâka sahip, fıtratı bozulmamış, Ehlibeyt'in biliminden kaynaklanan dalgalı bir denizi andıran, araştırmacı bilgin, Ehlibeyt'in sırlarına vakıf, karanlıkları aydınlatan, güzeli çirkinden ayıran vb. bu saydığımız bütün meziyetlere ilâveten diğer belirgin sıfatlara ve daha başka özelliklere sahip biri olarak tanıtmaktadır. Bu kitabın konularını dikkatli bir şekilde gözden geçirip İmam Hasan ve Muaviye'nin durumunu inceleyen birisi, bu ikisinin arasındaki savaşın çok eskilere dayandığını, yeni bir gelişme olmadığını, her birinin kendi cephesinde birbirine ters düşen ve zıt iki ahlâk ve yapının mirasçıları olduğunu; İmam Hasan'ın ahlâkının Kitap ve sünnet veya Hz. Muhammed ve Hz. Ali'nin ahlâkı, Muaviye'nin ahlâkının ise Emevîlerin veya Ebu Süfyan'la Hind'in ahlâkı olduğunu ve tüm zıtlıklarıyla birbirinin karşısında yer aldıklarını görecektir. Nitekim bu iki ailenin (Haşimî ve Emevî ailelerinin) tarihini, ister erkek olsun, ister kadın her birinin kahramanlarının hayatını tam olarak inceleyen birisi bu hususu tüm varlığıyla hisseder. Fakat İslâm dini geldiğinde ve Allah Tealâ kulu ve Peygamber'ini o parlak zafer ve fethe ulaştırınca Emevî hanedanının körüklediği kötülük ve fesat ateşi yatıştı; Ebu Süfyan ve yandaşlarının hayat anlayışları ayaklar altına alındı; Furkan-ı Hekim, sırat-ı müstakîm (ilâhî ayetler) ve tüm direnişleri yerle bir eden Muhammed'in keskin kılıcının bereketiyle Resulullah'ın Allah Tealâ tarafından getirdiği gerçeğin üzerine serilen batıl perdesi yere düştü. İşte bunun üzerine Ebu Süfyan, Ebu Süfyan'ın evlâtları ve dostları teslim olmaktan başka bir çareleri olmadığını gördüler; çünkü ancak bu durumda canlarını koruyabilirlerdi ve direnecek olsalardı kesinlikle öldürülürlerdi. İşte bu nedenle görünüşte iman ettiler; fakat kalpleri Muhammed'e  karşı düşmanlıkla doluydu ve ona karşı besledikleri kin ateşiyle yanıp tutuşmaktaydı. Sürekli ona karşı desise ve komplolar üretmekteydiler.

Resulullah onların kendisine karşı derin bir düşmanlık beslediklerini bildiği hâlde, iltifatlı söz ve davranışlarıyla, büyük miktarda malî yardımlarla onların dostluğunu kazanmaya çalışıyor, belki ıslâh olurlar, doğru yolu bulurlar diye sürekli onlara karşı açık ve güler yüzlü davranıyordu... Tıpkı kötülüğünü isteyen diğer insanlara ve münafıklara davrandığı gibi.

Resulullah'ın bu davranışı, onların kendisine karşı düşmanlıklarını gizlemelerine, can korkusu veya zenginlik tamahı yüzünden kin ve düşmanlıklarına dostluk maskesi takmalarına neden oldu. Bu durum, yani kendilerini ustaca kamuflaj etmeleri halkın, Emevîleri doğum yerleri ve küçük vatanları -Mekke'de- bile unutmasına yol açtı. Emevîler kendilerini kurnazca unutturmuşlardı. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından sonra, savaş ve zafer meydanlarında Emevîlerin sadece Resulullah'ın akrabaları ve sahabeleri kimliğiyle ön plâna çıktıklarını görüyoruz. Nitekim sonraları, Resulullah'ın ailesinden olmayan insanlar onun makamına ve yerine oturma fırsatı bulunca, Muaviye de onların sayesinde İslâm'ın en büyük valilerinden biri olarak belirginleşmeye başladı, söz ve davranışlarında en liyakatli Müslüman emirlerinden birisi olarak ün saldı. Muaviye, zekâsı ve şeytanî düşünceleriyle "saltanat" yönetimini İslâm'a uygun doğru bir yol olarak insanlara kabul ettirmeyi başardı. Resulullah'ın (s.a.a) buyurduğu gibi: "Allah'ın dinini insanları aldatma kaynağı, Allah'ın kullarını da kulağı halkalı köleler hâline getirdi ve Allah'ın malını kendinin özel malı yaptı..." Kuşkusuz Resulullah'ın (s.a.a) bu işareti, onun peygamberliğini ispatlayan göstergelerden biridir. Muaviye, ikinci ve üçüncü halifenin dönemlerinde Şam'da yirmi yıl görev yaptı. Bu süre zarfında büyük bir ciddiyetle çalışarak Şam'ı egemenliğinin güçlü bir merkezi hâline getirdi. Yaptığı çalışmalar sayesinde bölge halkını kendi tarafına çekmeyi başardı. Halkı verdiği bağışlarının Allâme kölesi yapmıştı. İşte bu nedenle bütün Şam halkı onun taraftarı ve destekleyicisiydi; böylece İslâm dünyasında göz kamaştırıcı bir konuma gelmişti. İslâm dünyasının diğer bölgelerinde de Kureyşli yani Resulullah'ın (s.a.a) akrabasıve sahabesi olarak tanındı. Öyle ki bu konuda -Allah'ın kendilerinden ve kendilerinin de Allah'tan razı olduğu- Ebuzer, Ammar ve Mikdad gibi öncü ve parlak geçmişleri olan pek çok sahabeden daha meşhur oldu.

Böylece, Emevîler tekrar güçlendiler ve "Haşimoğulları" adına açıkça Haşimoğulları'nın karşısına dikilip, nihayet o eski komplo ve düşmanlıklarını açığa vurdular; zamanla şeytanî yöntemleriyle halk kitlesini aldatıp umuma ait olan beytülmalden haddi-hesabı olmayan bağışlarda bulunarak Allah Tealâ'nın kendileri gibi hainlere haram kıldığı makam ve mevkileri ele geçirdiler. Bazı gözde kişileri kendi saflarına katmak ve de halifeleri memnun etmek için Müslümanların o bölgede elde ettikleri zaferden yararlanmayı başardılar.

Muaviye'nin şeytanî zekâsı sayesinde Emevîler tekrar canlanınca, haramiler gibi din hükümlerine el uzatarak onda tahrifler meydana getirip dini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalardan geri durmadılar. Böylece insanların hayat kervanını cehalet, lâubalîlik ve inançsızlığa doğru saptırdılar ve asıl amaçlarını, yani maddî kazanç sağlamayı ve sınıfsal imtiyazlarını korumayı ana gaye hâline getirdiler. Halk kitlesi bütün bunlardan habersizdi. Çünkü "İslâm geçmişi temizler" genel İslâmî kural, Ümeyyeoğulları'nın çirkin geçmişlerinin üzerine kalın bir perde örtüyordu; üstelik Resulullah da onları affetmiş ve onların sevgisini kazanmaya çalışmıştı; ondan sonra da halifeler, bu alçak aileye mensup bazı kimseleri kendilerine yaklaştırmış, Müslümanlara hükmetmelerini sağlamış, valilik makamına getirmişlerdi. Onlara çok büyük imtiyazlar vermişlerdi. Böylece Emevî çetesi hiçbir sorgulanmaya tâbi tutulmadan ve kimsenin kötülük yapmasına engel olmadan 20 yıl kadar bağımsız bir şekilde başarılı bir egemenlik sürdürebildi. İkinci halife, valileri kontrol etme konusunda oldukça titizlik gösteriyordu ve bu konuda hiçbir şey onu engelleyemezdi: Bir zamanlar, Kınsirîn valisi Halid b. Velid'in Eş'as'a on bin dirhem verdiğini öğrenince, Halid'in bu hareketine öfkelenerek Bilâl Habeşî'ye, onu kendi sarığıyla bağlayıp başı açık ve yalın ayak bir vaziyette, Hams mescidinde hükümet adamları ve halkın gözleri önünde tek ayak üzerinde durdurup, bu parayı şahsi malından mı, yoksa beytülmalden mi verdiğini sormasını emretti. Çünkü her hâlükârda eğer kendi malından vermiş olsaydı israf etmiş olurdu ve Allah da israf edenleri sevmezdi ve eğer beytülmalden vermişse de ihanet etmiş olurdu ve Allah ihanet edenlerden nefret ederdi. İkinci halife bu olaydan sonra Halid'i görevden aldı ve ölünceye kadar bir daha ona herhangi bir görev vermedi. Bir defasında da Ebu Hüreyre'yi çağırarak ona; "Seni Bahreyn'e vali olarak gönderdiğimde ayağında ayakkabı yoktu! Fakat şimdi bin altı yüz dinara at sattığını duydum!" dedi. Ebu Hüreyre; "Sahip olduğum birkaç atım yavruladı; birkaçını da halk hediye etmişti." dedi.

Halife; "Biz senin giderlerini hesapladık ve bunlar fazla çıktı; dolayısıyla tekrar beytülmale dönmesi gerekiyor" dedi. Ebu Hüreyre; "Malımı elimden almaya hakkın yok." dedi. Halife; "Yapacağım! Ve sana kırbacın acısını tattıracağım." şeklinde cevap verdi. Sonra yerinden kalkarak Ebu Hüreyre’yi o kadar kırbaçladı ki vücudu kana boyandı. Peşinden de; "Şimdi git, paraları getir." dedi. Ebu Hüreyre (onun emrine itaat etmekten başka bir çaresi kalmadığını görünce); "Olsun, Allah'ın katında karşılığını alırız." dedi. Bunun üzerine halife dedi ki: "Bu malları helâl yolla elde etseydin ve de kendi isteğinle verseydin, böyle bir sevap bekleyebilirdin! Desene, Bahreyn'de Allah ve beytülmal için değil, senin için mal topluyorlar! Annen seni sadece eşek otlatmak için doğurmuştur." Ebu Hüreyre'nin kendisi olayı şöyle anlatıyor: "Ömer, beni Bahreyn valiliğinden azledince bana dedi ki: 'Ey Allah ve Kur'ân'ın düşmanı! Allah'ın malını mı çaldın?!' dedi. Bunun üzerine; 'Ben Allah ve Kur'ân'ın düşmanı değilim; ben senin düşmanlarının düşmanıyım; Allah'ın malını da çalmış değilim.' dedim. Ömer; 'O hâlde on bin dirhemi nereden getirdin?' dedi. Dedim ki: 'Atlarım yavruladılar; ardı arkası kesilmeyen hediyeler ve sürekli aldığım paylarım da vardı...' Buna rağmen Ömer bütün malıma el koydu." Ömer'le valileri arasında bu gibi olaylar oldukça fazla vuku buluyordu; isteyenler bunları kitaplarda bulabilirler. Ebu Musa Eşarî, Kudame b. Maz'un ve Haris b.

Veheb'i -Benî Leys b. Bekir kabilesindendir- azlederek bütün mallarını ellerinden almıştır.[1] Ömer valilerini işte böyle denetliyor ve onlara karşı asla ılımlı davranmıyordu... Fakat buna rağmen, Muaviye, onun bu tutumuna aykırı davranışlarını apaçık bir şekilde sürdürdü. Böyleyken Ömer'in yakın ve seçkin dostuydu; hiçbir zaman Ömer'den bir tepki görmedi. Ömer ondan hesap sormadığı gibi, "Ben sana emir ve nehiy yapmam." diyordu; yani her şeyi onun irade ve isteğine bırakmıştı. Bu durum, Muaviye'nin baş kaldırıp azgınlık çıkarmasına neden oldu. Emevî çetesinin komplolarını uygulamak doğrultusundaki kararını hayata geçirme isteğini güçlendirdi. Muaviye'nin şeytanî desisesi, İmam Hasan ve kardeşi İmam Hüseyin'i, İslâm adına İslâm'ı tehdit etme, hakikat namına hakikat nurunu söndürme amacına yönelik korkunç plânı için kullanmaya çalıştı. Bu iki imamın bu tehlikeyi savmak için önlerinde iki yol vardı; ya direneceklerdi, ya da uzlaşacaklardı. Hasan b. Ali döneminde direnmelerinin din savunucusunun, insanları Allah'a ve doğru yola hidayet eden kılavuzun ortadan kalkmasına neden olacağını anladılar. Çünkü, o gün Hasan b. Ali, kendisini, Haşimoğulları'nı ve dostlarını tehlikeye atarak onları Muaviye'nin güçlü ve teçhizatlı ordusunun karşısına çıkarsaydı, kardeşi Hüseyin b. Ali'nin Aşura günü yaptığı gibi fedakârlık yapıp canından geçecek olsaydı, kesinlikle savaş, bu cephenin bütün taraftarlarının ölümüyle sonuçlanır ve böylece Emevî cephesi de parlak bir zafere ulaşırdı. Zira bu yenilgiden sonra Muaviye meydanı boş ve rakipsiz görür, canı istediği gibi at koşturup fesat çıkarma imkânı bulurdu.

Sonuçta İmam Hasan'ın da korktuğu başına gelirdi. Bu durumda İmam'ın sergilediği fedakârlığın da kamuoyunda itiraz ve eleştiriden başka bir etkisi olmazdı.[2] İşte bu nedenle İmam Hasan, Muaviye'yi azgınlık ve küstahlığında serbest bırakmayı ve onun eline geçen bu güçle halkın sınavından geçmesini uygun gördü.

Buna rağmen yine de sulh anlaşmasında Muaviye'den kendisinin, dostlarının ve takipçilerinin gidişatında Allah'ın kitabı ve Resulullah'ın sünnetine aykırı davranmaması, Şiîlerle Emevîler arasında eşit davranması, diğerlerinin yararlandığı bütün haklardan Şiîlerin de yararlanması gibi, Muaviye'nin uymayacağını ve aksine davranacağını bildiği birtakım şartlara bağlı kalması hususunda söz aldı.[3] Bu, İmam Hasan'ın Emevîlerin çirkin çehresini örten maskeyi düşürmek ve Muaviye'nin yüzüne sürdüğü boyayı temizlemek için hazırladığı bir zemindi. İmam Hasan öyle bir girişimde bulundu ki bu hareketiyle, Muaviye ve "Emevî Çetesi"nin diğer önde gelen isim yaptırmış kahramanlarının, cahiliye anlayışıyla, İslâm ruhundan ırak yabancı kalpleriyle ve İslâm lütuf ve muhabbetlerinin Bedir ve Huneyn kinlerinden bir kıl kadar dahi temizleyemediği kin dolu kalpleriyle tanınmalarını sağladı. Evet; İmam Hasan'ın metodu, gerçekte kaçınılmaz ve özel şartların, yani hakla batılın birbirine karıştığı ve batılın tehlikeli ve büyük bir güce, donanıma kavuştuğu bir ortamda gerçekleşen uzlaşma görünümünde ama aslında müthiş bir devrimdi. İmam Hasan bu metodu uygulayan son kişi olmadığı gibi bu metodu icat eden ilk kişi de değildi. O, bu hareket metodunu atalarından almış ve evlâtlarına miras bırakmıştır. Çünkü o da Resulullah'ın Ehlibeyt'inin diğer İmamları gibi, ilerleme veya gerileme konusunda risalet kaynağından ilham alıyordu. O, bu hareket metodu aracılığıyla imtihana tâbi tutuldu, bu imtihana sabır ve metanetle teslim oldu ve ondan tertemiz, alnı açık ve büyük bir başarıyla çıktı... Cahiliyenin çirkinlikleri asla ona ulaşamadı, kara ve çirkin elbisesini ona giydiremedi. O, bu metodu -dedesi Resulullah'tan (s.a.a) kalan siyasî bir hatıra mahiyetindeki- Hudeybiye Anlaşması'ndan[4] öğrenmişti ve onu iyi bir ders olarak uyguladı. Sabat'da İmam Hasan'ın taraftarlarından bazıları onu kınadıkları gibi, Hudeybiye'de de Resulullah'ın bazı yakın ashabı, bu anlaşmadan dolayı onu kınamışlardı... Fakat İmam (a.s) tıpkı Resulullah (s.a.a) gibi, bu kınamalar karşısında gevşemedi, iradesi sarsılmadı. Ve bu yöntemini, kendisinden sonra da –cennet gençlerinin iki efendisinden sonra gelecek olan dokuz Ehlibeyt imamına hatıra bıraktı. Nitekim onlar da bu örnekten ilham alarak, kötülüklerin gemi azıya aldıkları dönemlerde sükunet ve metanetle rehberlik etmeyi, tedbiri elden bırakmayan hikmetli bir siyaset izlemeyi seçtiler. Gerçekte bu metot, her zaman, kişinin değil, hakkın galibiyetini esas alan, Resulullah'ın Ehlibeyt'inin, Haşimî siyasetin bir gereğidir. İmam Hasan (a.s) bu barışı imzalamakla Muaviye'nin yolu üzerinde, farkında olmadığı gizli bir düşman yarattı ve onun kendi eliyle kendisini yıkmasına ortam hazırladı. Böylece Emevîlerin çelik kalesine, onların kendi elleriyle açtıkları bir gedikten nüfuz etme imkânını buldu ve sonuçta onların maddî zaferlerini etkisiz ve yararsız kıldı. Çok geçmeden, İmam Hasan tarafından barış antlaşmasının maddelerine yerleştirilen birinci bomba Muaviye'nin elinde patladı... Irak ordusu Nuhayle'de Muaviye'nin güçleriyle karşılaşınca, Muaviye zafer şarabıyla sarhoş olduğu bir hâlde şöyle bir hutbe okudu: "Ey Irak halkı! Vallahi ben sizinle namaz, oruç, zekât ve hac için savaşmadım; sizinle savaşım sadece hükümet içindi ve siz istemediğiniz hâlde Allah beni hedefime ulaştırdı! Şimdi bilin ki Hasan b. Ali'ye verdiğim bütün sözler şimdiden benim ayaklarım altındadır!" Biat işi tamamlanınca, tekrar bir hutbe okuyarak Ali'den (a.s) söz edip onun ve İmam Hasan'ın hakkında çirkin sözler söyledi. Hüseyin b. Ali ona cevap vermek için ayağa kalktıysa da İmam Hasan ona; "Sabret kardeşim!" dedi ve sonra kendi kalkarak şöyle dedi: "Ey Ali'nin ismini anan kişi! Ben Hasan'ım ve babam da Ali'dir. Sen ise Muaviye'sin ve baban da Sahr'dır. Benim annem Fatıma, seninkisi ise Hind'dir. Benim dedem Resulullah ve seninki ise Utbe'dir. Benim büyük annem Hatice ve seninki ise Fetile'dir. Allah ikimizden de adı ve şanı alçak olana, soyu-sopu düşük olana, geçmişi kötü, sabıkası küfür ve nifakla dolu olana lânet etsin!" Bunun üzerine mescitteki bazı insanlar bir ağızdan "amin" diye bağırdılar. Ondan sonra da Muaviye'nin yönetim tarzı, sürekli Kitap ve sünnete aykırı işler yapmak ve dinin haram kıldığı şeyleri işlemek şeklinde belirginleşmeye başladı. Onun İslâm'a aykırı hareketlerinden bazısı şöyledir: Salih ve saygın kişileri idam etmek, insanların namusunu hiçe saymak, mallarını müsadere etmek, özgür kişileri zindana atmak, yönetimde ıslâhat ve iyileştirme talep edenleri sürgüne göndermek, Amr b. As, Muğiyre b.

Şu'be, Halid b. Said, Busr b. Ertad, İbn-i Cündeb, İbn-i Simt, Mervan b. Hakem, İbn-i Mercane, İbn-i Ukbe, Ziyad b. Sümeyye gibi hükümet ricallerinin oluşturduğu bozguncu çete unsurlarını desteklemek... Muaviye, Ziyad b.

Sümeyye'nin kendi kardeşi olduğunu söyleyebilmek için, Ziyad'ın öz babası Übeyd'in çocuğu değil de, annesiyle gayrimeşru ilişkiye giren Ebu Süfyan'ın çocuğu olduğunu ilân etmesini sağlamış ve böylece kardeşi olduğunu açıklayarak babasının soyuna katmıştır. Muaviye onu Irak'taki Ehlibeyt Şiîlerine musallat etti ve onun eliyle Irak'ta tavsif edilmez bir mezalim ateşini yaktı.

  Index Next