GİZEMLİ ÖYKÜLER
Ayetullah
Destgayb
|
|
|
|
|
GİZEMLİ ÖYKÜLER
"Ant olsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin)
kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır."[1]
Geçmiş ümmetlerin başlarına gelen olayları okuyup
öğrenmenin insana çekici geldiği bilinen bir gerçektir. Öykü anlatmak ve öykü
dinlemek ötelerden beri insanlara oldukça şirin gelmiştir. Bu nedenle eskiden
kıssa/öykü anlatımı oldukça rayiçti ve hatta resmî bir meslek sayılırdı.
Bu dönemde de bazı basın ve yayın organları okuyucuların
dikkatini çekmek için heyecan verici, ama baştan sona yalan-yanlış romanlar
yayınlamakta ya da yabancı dergilerin uyduruk hikâyelerini anlatmaktadırlar.
İşin ilginç yanı ise, bütün bu yalan ve uydurmalara rağmen insanların bu ve
benzeri hikâyeleri iştiyakla okuyup dinlemeleridir. Bu da insan tabiatının
kıssalara ve geçmiş tarihe ne kadar düşkün olduğunu gösterir. Halbuki bu merak
hissini doğru yolda kullanmak ve ondan en iyi şekilde yararlanmak mümkündür.
İnsandaki bu merak hissi, hiçbir şekilde uyduruk ve
saptırılmış kıssalara gerek duyulmadan, yaşanmış gerçek öykülerle ibret almak
ve kalpleri gafletten uyandırmak yolunda kullanılabilir. Nitekim, Kurân-ı Kerim
geçmiş ümmetlerin başına gelen gerçek olayları defalarca hatırlatmıştır. Ad,
Semud, Hz. Nuh, Firavun ve Hz. Lut'un kavimlerinin kıssalarını değişik
yerlerinde anlatarak onların kötü akıbetlerini vurgulamış ve insanları bu tür
işlerden sakındırmıştır.
"Andolsun ki onu bir ibret olarak bıraktık, hiç ibret
alan yok mu?"[2]
Kurân-ı Kerim, Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssasını en
iyi kıssa olarak tabir etmiş[3] ve
Yusuf sûresinin son ayetlerinde şu ifadeyi kullanmıştır:
"Andolsun
onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için
pek çok ibretler vardır."[4]
Yani, her akıl sahibi geçmiş ümmetin başına gelenlerden
ibret alarak bu kıssalardaki ahlakî noktaları ve onların yaptıklarının
neticesini öğrenip doğruyu ve yanlışı bir birinden ayırt etmiş, doğru yolu
yanlış yola tercih edip kendine dersler çıkarmıştır.
Kurân-ı Kerim defalarca peygamberlerin geçmişlerini,
sıkıntılı ve musibetli durumlarını, maksada ulaşmak yolunda yapmış oldukları
fedakârlıkları ve bu hedef doğrultusunda nasıl sebat gösterdiklerini yinelemiş;
birçok hikmet ve öğütleri, insanın kemale erme yolu sayılan yüce ahlakî
talimatları kıssa kalıbında açıklamıştır.
Lokman Hekim'in oğluna olan sözünü nasihat şeklinde
dile getirmiştir.[5] Veya yaratılış sırlarını
ve tekvînî işlerin hikmetini "Musa ve Hızır" kıssası olarak beyan
etmiştir.[6]
Sadaka vermenin ve Allah yolunda infak etmenin etkileri
gibi daha birçok konuyu en güzel dille farklı kıssalarda açıklamıştır.
Yazar, kitabının girişinde kısaca bahsettiği gibi, bu eseri
kaleme almasının sebeplerinden birini şöyle dile getirir: Amaç, okuyucuların,
başkalarının geçmişlerinden ibretler ve ahlakî dersler çıkarmasıdır. Bu da her
insan tabiatının kıssalara olan merakından hâsıl olur. Başka bir deyimle, kıssa
kalıbında öğütler insan üzerinde daha çok etki bırakır. Özellikle de bu
kıssalar yaşanmış gerçek öykülerden
olursa, okuyucuyu daha çok etkisi altına alacağı
muhakkaktır.
Dikkat edilmesi gereken konulardan biri de mukaddes
İslam dininin temel esaslarından olan meada ve duyu organlarıyla hissedilemeyen
gaybe iman meselesidir. İnsan her ne kadar his ötesine inanırsa, imanı da bir o
kadar güçlenir; Rabbinin dergâhına bir o kadar daha yakın olur.
Doğal olarak gaybe imanı artıran yollardan biri de insan
nefsini his ötesi âleme bağlayan doğru rüyalardır. Bu yolla insan gizemli olayları
idrak edebilir ve gerçek âlemdeki olaylara rüya yoluyla vâkıf olabilir.
Sâdık rüya görenler gaybe daha fazla iman ederler. İşitip
inananların imanı ise artar.
Bu yüzden elinizdeki kitap, doğru rüyaları ve bu doğruluğu
gerçek hayatta tasdik eden olayları içermektedir.
Okuyucular, günümüze ait hiçbir kitapta bulamayacağı bu
doğru rüyaları mütalaa ederek gerçek manada onlardan faydalanabilirler. Bu
rüyaları gören kişilerin birçoğunun hayatta olduklarını, onlarla uzaktan-yakından
irtibatta olan kimselerin bu büyük insanların yalancı ve düzenbaz olmadıklarını
taahhüt ettiklerini hatırlatmak isteriz.
Kısacası, okuyucu, bu kitabı mütalaa ettikten sonra madde
âleminin ötesinde bizi bekleyen başka bir âlemin varlığını daha iyi hissedecektir.
Bu yüzden elinizdeki kitap, İslamî akidelere, gayb âlemine
ve madde ötesine iman meselesini takviye etmede son derece etkilidir.
EHLİBEYT İMAMLARININ (A.S) ASRIMIZDAKİ MUCİZELERİ
Hidayet İmamlarına Daha Çok İnanmak ve Tevessül Etmek
Bu eserin özelliklerinden biri de kıssalarının çoğunun
ismet ve taharet imamlarının (a.s) mucizelerine yönelik olmasıdır. Bu öyküler günümüzde
gerçekleşen öykülerdir ve neticede, okuyucunun bu temiz hânedâna imanını güçlendirecek,
propagandacıların kötü tebligatlarına aldanmalarını önleyecek, Ehlibeyt (a.s)
dostlarının hak yol ve hak mezhepten sapmalarına mani olacak, onlara daha çok
tevessül edilmesini ve bu vesileyle onların da daha çok teveccüh etmelerini sağlayacaktır.
Çünkü okuyucu, bu temiz insanların, Hak Taâla'nın kudret ve hacetler kapısı
olduklarını öğrenecek ve ayrıca dinin temelini oluşturan imamların sevgilerini
elde etmek için daha fazla gayret sarf edecektir.
İnsan ne kadar kötü olsa da, kendi saadetinden ümitsizliğe
kapılsa da veya birtakım musibetlere ya da olağanüstü sıkıntılara uğrasa da imamların
ahvalini okuyarak ümitsizliğini ümide dönüştürebilir; Allah'a olan ümidini artırabilir;
O'nun rahmetini elde etmeyi başarabilir; önünde bulunan uzun ve korkunç
yolculuk için kendine azık hazırlayabilir, geçmişini telafi edebilir. Böylece yaşam
zorlukları onu alt edemez hâle gelir.
Kısaca, bu kitabın herkese yararlı olacağını ve siz değerli
okuyucuların yeterli ölçüde istifade etmesini temenni ederiz.
Şiraz- 18 Ramazan – 09.18.1374
Seyit Muhammed Haşim Destgayb
Ömrüm boyunca salih kullardan, takva ve yakin sahibi
kimselerden birtakım öyküler dinledim veya bazılarına şahit oldum. Bunların her
biri duaların müstecap olmasını, makam ve saadetlere erişilmesini, Kurân-ı
Kerim'e ve temiz imamlara (a.s) tevessül etmenin insan üzerindeki olumlu
etkilerini doğrulayan delillerdir.
Ömrümün sonlarına yaklaştığı şu altmış beş yaşında düşündüm
ki; ölüm elçileri, yani bedenin çökmesi ve hastalıkların saldırısı bana yüce
Rabbimin, temiz cetlerimin ve diğer müminlerin mülakatına gideceğimi
müjdeliyor. Bu nedenle sözünü ettiğim öykülerden hatırımda kalanları aşağıda
belirttiğim birkaç nedenden dolayı kaleme almak istedim:
1-Salih kullardan olmasam da onları seviyor; "Şayet
ki onlardan değilsen, o halde onlardan anlat" sözü gereği haklarında bir
şeyler dinlemek, bir şeyler anlatmak ve bir şeyler yazmak istiyor; onları
görmeyi arzuluyorum.
2-Hadiste de geçtiği üzere,
"İyiler yâd edildiğinde
Allah'ın rahmeti yağar."[7] Umulur ki bu
rahmet, hem yazarı hem de siz değerli okuyucuları kapsasın!
3-Bu öyküleri gaybe imanı artırdığı, kalpleri öbür âleme
ve yüce Allah'a yönlendirdiği için kaleme aldım. Böylece evlatlarımın ve diğer
okuyucuların sıkıntı ve zorluklarda ümitsizliğe kapılmamalarını ve kalplerini
yüce yaratana bağlamalarını istedim. Şunu bilmelerini isterim ki; takva
derecelerini elde etmek ve duyu organlarıyla hissedilemeyen yakin makamlarını
kazanmak için dua ve tevessülün birçok etkisi vardır.
4-Şayet benden sonra aziz bir okuyucu bu kitabı eline
alır, okur da bu vesileyle Rabbiyle aşina olur ve güzel bir durum elde ederse, Allah
da kendi erdem ve rahmetiyle bu yüzü siyah kulunu yâd eder umarım.
SADAKA
ÖLÜMÜ GECİKTİRİR
Seyit Muhammed Rezevî'nin[8] kendisinden
şöyle işittim:
Vaktiyle dayım merhum Mirza İbrahim Mahallatî şiddetli
bir hastalığa yakalanmıştı. Öyle ki doktorlar tedavisinden ümitlerini kesmişlerdi.
Çok sevip saydığı merhum Şeyh Muhammed Cevat Bîdâbadî'nin de bu hastalıktan
haberdar edilmesini istedi. Bu istek üzerine İsfahan'a telgraf çekerek merhum Bîdâbadî'yi
dayımın hastalığından haberdar ettik. "Hemen iki yüz tümen sadaka verin; Allah
şifasını inayet edecektir!" diye cevap yolladı.
Bu meblağ o dönemlerde oldukça yüksek bir meblağ idi.
Buna rağmen bir yerlerden bulup fakirler arasında paylaştırdık. Kısa sürede
Mirza şifa buldu.
Bir defasında Mirza Mahallatî ağır bir hastalığa daha yakalanmıştı.
Doktorlar onun için ümit yok dediler. Ben ilk önce merhum Bîdâbadî'yi telgrafla
haberdar ettim. Telgrafın cevabını talep etmeme rağmen bir cevap alamadım.
Nihayet Mirza Mahallatî o hastalık yüzünden vefat etti. Ben de merhumun neden
cevap vermediğini anlamıştım. Çünkü Mirza'nın kesin eceli gelip çatmıştı. Artık
sadaka vermenin ölümüne bir faydası yoktu.
Bu öyküden iki ders anlaşılmaktadır:
1-Sadaka vererek hastanın iyileşmesi çabuklaştırılabilir;
hatta daha da öteye, ölümü geciktirilebilir.
Sadakanın hastalara şifa olduğuna, ölümü geciktirdiğine,
ömrü uzattığına ve yetmiş tür belayı def ettiğine dair Ehlibeyt'ten (a.s)
birçok hadis naklolunmuş, bu alanda yine birçok öykü nakledilmiştir. Tüm
bunları bu kitaba sığdırmak mümkün değildir. Bu konuda bilgi edinmek isteyenler,
merhum Tuveyserkanî ve merhum Nuri'nin
Lealiu'l-Ahbar ve
Kelime-i Tayyibe
adlı eserlerine müracaat edebilirler.
2-Kesin ecel gelip çattığında şahsın yaşaması hikmete
muhalif olur. Bu durumda her ne kadar dinî ve dünyevî yararları olsa da, dua ve
sadaka etkisini kaybeder. Bu konuyu teyit etme amacıyla bir başka öyküyü naklediyoruz:
KESİN
ECELİN TEDAVİSİ YOKTUR
Tütün satıcısı lakabıyla tanınan merhum Hacı Gulam
Hüseyin, Hacı şeyh Muhammed Cafer Mahallatî'den şöyle işittiğini anlatır:
Merhum Hüccetü'l-İslam Şirazî hastalandığında bir grup
arkadaşı ziyaretine gitmişti. Hacı Mirza Muhammed Hasan ve âlimlerden bir grup
yanı başında oturuyordu. Özellikle İmam Hüseyin'in türbesi olmak üzere birçok türbede
ve başta Kûfe Mescidi olmak üzere birçok kutsal mekânda hayırsever insanların onun
için itikâfa girdiği ve hakkında şifa dileklerinde bulundukları söylendi. "Bunlar,
Allah'tan sizin için şifa diliyorlar; sıhhatiniz için sadakalar verildi. Biz,
edilen duaların ve verilen sadakaların bereketiyle Allah'ın sizi iyileştireceğini
ve sayenizi Müslümanların üzerinden eksik etmeyeceğine inanıyoruz" dendi.
Merhum Mirza bu sözleri işittikten sonra Allah'a, "Ey
vesilelerin, hikmetini geri
çevirmeye
kadir olamadığı Rabbim!" diye yakardı.
Adeta o merhuma ecelinin kesinleştiği ilham olmuştu. Dolayısıyla
da sözünü ettiğimiz vesilelerin, Allah'ın kesin hikmetinin önüne geçemeyeceğini
bize işaret etti.
ÖLÜM
ANINDA KURÂN TİLAVET ETMEK
Birinci öyküde Mirza Mahallatî'nin ölüm hastalığından
bahsedildiği için o merhumun ölümünü de anlatmak istedim.
Merhum
Hacı Mirza İsmail Kazerunî şöyle diyordu:
Mirza Mahallatî ölüm döşeğinde Haşr sûresinin son
ayetlerini defalarca tekrarladı. Son olarak,
"O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah
yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir,
emniyete kavuşturandır…"[9] ayetinin ortalarına vardığında ruhunu yüce Rabbine teslim
etti.
Gerçekten de ömrün sonlarında hem dilin, hem kalbin
Allah'ı anarak ölmesi saadetin özüdür. Bütün iman ehlinin tek arzusu da budur.
"Onun içiminin sonunda misk kokusu vardır. İşte
yarışanlar ancak onda yarışsınlar."[10]
Allah'ım! Muhammed (s.a.a) ve O'nun
temiz soyunun hürmetine işimizin sonunu hayırlı kıl!
CENABET
MANEVÎ KİRLİLİKTİR
Merhum Rezevî şöyle anlatır:
Merhum Bîdâbadî, Medine'ye gitmek amacıyla Bûşehr
yoluyla Şiraz'a teşrif ettiler. İki aya yakın bir süre burada kaldılar. Ali Ekber
Magâzeî adlı bir şahsın evine misafir oldular. Burada her üç vakitte namaz
ikame ederdi ve bazı özel kişiler onun arkasında cemaat namazı kılmak için
buraya gelirlerdi.
Bir akşam cenabet guslü üzerime vacip olmuştu. Sabah
ezanından sonra banyoya gitmek için evden dışarı çıktım. Karşımda birden Hacı Şeyh
Muhammed Bâkır Şeyhülislam'ı gördüm. Bîdâbadî'nin ziyaretine gitmek üzereydi. Bana
"Sen de geliyor musun? İstersen birlikte gidelim" dedi. Utancımdan banyo
yapmam gerektiğini söyleyemedim; çaresiz kabul ettim. Kendi kendime "Henüz
vakit var. Bîdâbadî'yle görüşür, sonra hamama giderim" diye düşündüm.
Birlikte içeri girdik. Önce Şeyhülislam tokalaşıp yere
oturdu. Sonra ben yanına gittim. Tokalaşırken kulağıma eğilip "Banyo daha
önemliydi!" dedi.
Bîdâbadî'nin benim kendi hâlimden haberdar olması
ister istemez beni sarsmıştı. Utancımdan yüzüm kızardı. O hâlimle geri dönmek
istedim. Merhum Şeyhülislam bana, "Nereye gidiyorsun?" diye sorunca
merhum Bîdâbadî, "Bırakın gitsin; daha önemli bir işi var!" diye
cevap verdi.
Bu öyküden iyice anlaşıldığı gibi cenabet ve diğer
hadesler,[11] bazı bilimcilerin sandığı
gibi Allah'ın belirlediği basit ve sıradan hükümler değildir. Bilakis bütün
hadesler ve özellikle de cenabet, hakikî işlerdendir. Yani bir çeşit pislik ve
çirkef şeyler bu yolla insanın ruhuna ilave olur. Bu da insanın gerek Allah ile
münacatında, gerekse O'nun huzuruna çıkmak için kılınan namazda varolan bağının
kopmasına neden olur. Dolayısıyla bu halde kılınan namaz bâtıldır. Cenabet ve
hayız gibi büyük hadesler gerçekleştiğinde mescitlerde durmak ve Kurân-ı Kerim'in
yazısına dokunmak da ayrıca haramdır.
Bu manevî pislikler yüzünden bu durumlarda yemek yemek,
uyumak,
yediden fazla Kurân ayeti okumak
ve ölünün yanında durmak mekruhtur. (Zira o durumda ölüm döşeğindeki insan
rahmet meleklerinin rahmetine son derece ihtiyaç duyar; melekler ise cenabet ve
hayız pisliğinden hiç hoşlanmazlar).
Bunun dışında birtakım haramlar ve mekruhlar da vardır
ki bunu, dini açıdan sakıncası olmayan birtakım tezkiyeler neticesinde
ruhlarını kötülüklerden ve günahlardan arındıran salih Şiîlerden başkasının
derk etmesi mümkün olmayabilir. Nitekim merhum Bîdâbadî bunu idrak etmişti.
Buna benzer daha birçok kıssalar vardır. Merhum Tunikabonî,
Kısasu'l-Ulema adlı eserinde şöyle nakleder:
Merhum Seyit Abdülkerim b. Seyit Zeynelabidin Lahicî
babasının şöyle dediğini anlatır: Mukaddes mekânlarda (Necef'te) tahsil ediyordum.
Merhum Bâkır Vehîd Behbehanî'nin son zamanlarıydı. Yaşlandığı için onun yerine bazı
öğrencileri ders veriyordu. Ama merhum Behbehanî teberrük olsun diye kendi
evinde Lema'ların şerhini yüzeysel olarak anlatırdı. Biz de birkaç kişiyle
birlikte yine teberrüken o derse katılırdık.
Bir gün cenabet olmuştum. Namazım kazaya kalmıştı.
Üstadın ders saati de gelip çatmıştı. Kendi kendime "En azından ders boşa
gitmesin" diye düşündüm. O hâlimle derse gittim. "Sonra banyo yaparım"
diyordum. Üstat henüz gelmemişti. İçeri girdiğinde son derece güler bir yüzle
etrafa bakındı. Ansızın yüzünde bir üzüntü belirdi. "Bugün ders yok; haydi,
evlerinize gidin" dedi. Herkes kalktı ve oradan ayrıldı. Ben de gitmek istedim.
"Sen kal!" deyip oturmamı istedi. Artık ders meclisinde kimse
kalmamıştı. Bana; "Oturduğun serginin altında bir miktar para var, onu al
ve guslet; bir daha da derse cenabetli gelme!" dedi.
Yine makam ve keramet sahibi seyit Muhammed Bâkır
Kazvinî'nin biyografisi hakkında
Müstedreku'l-Vesail'de (c.3, s.401), şöyle
nakledilir:
1246 yılında Necef'te ölümcül veba salgını baş
göstermişti. O yıl yaklaşık 40 bin kişi bu salgın yüzünden hayatını kaybetti.
Seyit'ten başka, kaçmayı başaran herkes Necef'ten uzaklaşmıştı.
Salgından önceki akşam, Seyit, rüyasında İmam Ali'yi
(a.s) görmüştü. İmam, salgından dolayı Seyit'i haberdar etmiş ve ona şöyle buyurmuştu:
"Sen veba yüzünden dünyadan en son göçecek kişisin!"
Nitekim öyle de oldu. Yani Seyit öldükten sonra veba salgını
sona erdi. Bu müddet içerisinde Seyit'in işi, aralıksız olarak her gün sabahın
ilk saatlerinden akşama kadar mukaddes eyvanda cenaze namazı kılmak olmuştu.
Bir grubu cenazeleri toplayıp eyvana getirmek, başka bir grubu gusül ve kefen
işleriyle ilgilenmek, bir başka grubu da cenazelerin defin işlerini yapmakla görevlendirmişti.
Bu durum Seyit Murtaza'yla görüşünceye kadar böyleydi. Seyit bana şu haberi vermişti:
Seyit'in yanında olduğum bir vakit, Necef sakinlerinden
hayırsever yaşlı bir acemin Seyit'e bakarak ağladığını gördüm. Sanki Seyit'e
işi düşmüştü de ona ulaşamıyordu. Seyit onu bu durumda görünce bana; "Ne hâceti
var, bir sor hele!" dedi. Yanına yaklaşıp ne istediğini sordum. "Bugünlerde
ölümüm gelip çatarsa, Seyit'in cenazeme münferiden namaz kılmasını arzuluyorum!"
diye cevap verdi. (O sıralar cenazelerin fazlalığı yüzünden birkaç cenazeye bir
namaz kılıyordu). Seyit'in yanına dönerek yaşlı adamın dileğini ona ilettim. Seyit
de kabul etti. Ertesi gün bir genç ağlayarak yanımıza geldi. "Ben o yaşlı
adamın oğluyum; babam vebaya yakalandı. Sizi çağırmam için de beni gönderdi"
dedi. Seyit (salgından ölenlerin) cenaze namazlarını kılması için yerine Seyit
Amilî'yi bıraktı. Kendisi de o gençle birlikte hayırsever yaşlının ziyaretine
gitti. Ben de onunla birlikteydim.
Yanımızda bir grup cemaat de vardı. Henüz yolu yeni
yarılamışken yaşlı, salih bir adamla karşılaştık. Adam evinden yeni dışarı
çıkıyordu. Nereye gittiğimizi sordu. "Falan şahsın ziyaretine" dedim.
"Ben de ziyaret sevabı almak için sizinle geleyim" dedi.
Seyit içeri girdiğinde önceki gün gördüğümüz yaşlı
adam çok sevinmişti. Ziyaretimizden dolayı hepimize teşekkür ederek mutluluğunu
dile getirdi. Yolda bize katılan iyiliksever yaşlı adam da selam verip içeri
girdi. Onu görür görmez hastanın yüz ifadesi aniden
değişti. Korkmuştu. Elleri ve kafasıyla onu
işaret ederek dışarı çıkmasını istedi. Sonra da oğluna dönüp eliyle onu dışarı
çıkarmasını işaret etti. Orada bulunan herkes bu duruma oldukça şaşırmıştı. Ortada
hiçbir aşinalık söz konusu değilken bu istemezliğe kimse bir anlam verememişti.
Çaresiz, yaşlı adam dışarı çıktı ve bir müddet sonra tekrar içeri girdi. Bu
sefer yaşlı hasta ona bakarak gülümsedi ve ziyaretinden dolayı hoşnutluğunu
dile getirdi. Biz daha çok şaşırmıştık. Herkes görüşüp dışarı çıktıktan sonra
ben işin sırrını ziyarete gelen yaşlı adama sordum. "Cenabetliydim. Hamama
gitmek için dışarı çıkmıştım. Ama hamam yerine sizinle birlikte ziyarete geldim.
İçeri girdiğimde hastanın bundan rahatsızlık duyduğunu görünce bunun benim
yüzümden olduğunu anladım. Gusül alıp geldiğimde nasıl sevindiğini gördünüz!"
dedi.
Müstedrek'in
yazarı bu ilginç öyküyü anlattıktan sonra şöyle der:
"Bu kıssada, cünüplü ve hayızlıyken ölüm
döşeğinde yatan kimsenin yanına gidilmemesi konusunda İslam dininin gaybî
sırlarına vicdanî bir tasdik söz konusudur."
TAYYÜ'L-ARZ
NASİP OLURSA
Muhterem muhakkiklerden Mirza Mahmud Müçtehit Şirazî,
ömrünün çoğunu tezkiye ve nefsanî isteklerle mücadeleyle geçiren merhum Hacı Seyit
Muhammed Ali Reştî'den şöyle nakleder:
Necef'te, Hacı Kıvam Medresesi'nde ilim tahsil etmekle
meşgul olduğum dönemlerde talebeler arasında bir söylenti vardı. Bâb-ı Tûsî
tarafında bulunan ve geçimini yamacılıkla sağlayan yaşlı bir adamın "Tayyü'l-Arz"
makamına sahip olduğu ve her Cuma akşamı namazını İmam Hüseyin'in (a.s)
türbesinde kıldığı söyleniyordu. Hâlbuki Necef ile Kerbela arası on üç fersahtı[12]
ve yaya olarak yapılan yolculuk iki gün sürüyordu.
Nihayet bu konuyu araştırmaya karar verdim ve
doğruluğundan emin olmak istedim. Bu amaçla iyilik ehli yamacıyla arkadaş oldum.
Dostluğumuz pekiştikten sonra konuyu güvendiğim ve ilmî mübahaselerde bulunduğum
talebelerden birine açtım. Ondan bugün Kerbela'ya gitmesini ve Cuma akşamı
türbede bulunarak yamacı dostumun orada olup olmadığını öğrenmesini istedim. Onu
gönderdikten sonra Perşembe günü, akşam üzeri yamacı dostumun yanına giderek
üzüntümü dile getirdim. Bana; "Niçin üzgünsün?" diye sordu. "Arkadaşıma
söylemem gereken önemli bir konu var, ama Kerbela'ya gittiği için ona ulaşamıyorum"
dedim. "Konuyu bana söyle; Allah kâdirdir; belki bu akşam arkadaşına haber
ulaşır" dedi. Yazdığım mektubu ona verdim. Mektubu alarak Selam Vadisi'ne
doğru hareket etti. Bir daha da onu göremedim.
Arkadaşım Cumartesi günü Necef''e dönmüştü. Yanıma gelerek
yamacıyla yolladığım mektubu bana verdi. "Cuma akşamı yamacı arkadaşın
türbeye gelerek bu mektubu bana verdi" dedi.
Olayı böyle görünce yamacının "Tayyu'l-Arz"
makamına sahip olduğunu anladım. Onunla görüşmek ve bu makama nasıl sahip
olunabileceğine dair bilgi almak istedim. Bu amaçla onu evime davet ettim. Hava
sıcak olduğu için damın üzerine çıktık. İmam Ali'nin (a.s) mukaddes kubbesi tam
karşımızdaydı. Sade bir akşam yemeğinden sonra ona; "Ben sizin Tayyu'l-Arz
makamına sahip olduğunuza eminim. Hatta o mektubu bundan emin olmak için size
vermiştim. Şimdi ise bu makama nasıl erişebileceğime dair bana yol göstermenizi
rica ediyorum" dedim.
Yamacı, sırrının ortaya çıktığını görünce bir anda feryat
etti ve adeta kurumuş bir dal gibi yere düştü. Bu durumdan çok korktum ve
öldüğünü sandım. Kendine geldikten sonra eliyle İmam Ali'nin (a.s) kubbesine
işaret ederek bana: "Ey seyit, ne varsa hepsi onun elindedir. Dilediğin
her şeyi ondan iste!" dedi ve yanımdan ayrıldı. Artık yamacı adamı Necef'te
gören olmadı. Ne kadar araştırdıysam da kimsenin onu görmediğini öğrendim.
Bu kıssayı birkaç büyük âlimin de merhum seyit Reşti'nin
dilinden naklettiğini duydum.
Değerli okuyucu! Sakın bu öykü sizi şaşırtmasın ve
inanması da güç gelmesin! Zira mâsum Ehlibeyt İmamlarının (a.s), takipçilerinden
birine bu makamı vermesi büyük bir iş değildir. Bu konuya benzer olaylar
rivayet kitaplarında kayıtlıdır.
Biharu'l-Envar'ın
11. cildinde, İmam Musa b. Cafer'in (a.s) halleri hakkında şöyle yazılıdır:
İbrahim
Cemmal Kûfî, Harun Reşit'in baş veziri ve halis Şiîlerden biri olan Ali b.
Yaktin'e oldukça darılmıştı. Ali b. Yaktin, Medine'de İmam Musa b. Cafer'in (a.s) huzuruna vardığında imam ona
itina etmeyip şöyle buyurdu: "İbrahim senden razı olmadıkça ben de senden
razı olmam!" Ali b. Yaktin; "İbrahim Kûfe'de, ama ben Medine'deyim"
diye cevap verdi. Bunun üzerine İmam onu bir anda Medine'den Kûfe'de bulunan
İbrahim'in kapısına yolladı. O da İbrahim'i dışarı çağırdı. Ali b. Yaktin'i şaşkın
bir halde gördü. Ali, olayı İbrahim'e anlatarak rızasını aldı. Yüzünü yere
koyarak ayağını üzerine koyması için İbrahim'e yalvardı. "Ayağını yüzüme
koy ki İmam benden hoşnut olsun!" dedi. O sırada Ali, Medine'ye döndü ve İmam
da ondan razı oldu.
Yine İmam Muhammed Taki'nin (a.s) Şam'da bulunan Ra'sul
Hüseyin Mescidi'nin hizmetçisini bir gecede Şam'dan Kûfe, Medine ve Mescidu'l-Haram'a,
oradan da tekrar bulunduğu yere geri gönderdi.
Bu ve buna benzeri kıssaları bu kitaba sığdırmak
mümkün olmaz. Zira elinizdeki kitapta sadece güvenilir kişiler veya kaynaklarda
görülen-duyulan olaylar nakledilmektedir. Kitaplarda kaydedilen tüm kıssalar dikkate
alınmamıştır. Ama bazen bir konuyu teyit etmek amacıyla bunlardan da istifade edilmiştir.
ÖLDÜKTEN
SONRA DİRİLMEK
Yine merhum Mirza Mahmud'un şöyle dediğini duydum:
Merhum Seyit Murtaza Keşmirî'nin seçkin ve erdemli talebelerinden
Şeyh Muhammed Hüseyin Gomşeî'nin "Mezardan Çıkan" lakabı oldukça meşhur
olmuştu. O merhumdan duyduğum kadarıyla şöhret nedeni şöyleydi:
Muhammed Hüseyin 18 yaşında Gomşe şehrinde tifoya
yakalanmıştı. Gün geçtikçe hastalığı daha da şiddetleniyordu. O yıl üzümlerin
bol olduğu bir yıldı. Odasına bol miktarda üzüm koydular. Kimsenin haberi
olmadan o üzümlerden yedi ve sonunda da tifo hastalığı yüzünden hayatını kaybetti.
Orada hazır bulunanlar ağlamaya başladılar. Annesi
cansız yatan bedenini görünce, "Ben dönünceye kadar kimse ona dokunmasın"
dedi. Eline bir Kurân alıp çatıya çıktı ve Rabbiyle râz-ü niyaz etmeye başladı.
Kurân-ı Kerim'i ve İmam Hüseyin'i (a.s) şefaatçi kılarak, "Ey Allah'ım, evladımı
bana geri verinceye kadar yakarışımdan vazgeçmeyeceğim" dedi.
Henüz birkaç dakika geçmemişti ki Muhammed Hüseyin'in ruhu
bedenine geri döndü. Muhammed etrafına bakındı. Annesini göremeyince "Anneme
söyleyin hemen gelsin! Allah, hayatımı İmam Hüseyin'e bağışladı" dedi.
Bu haber annesine bildirildi. Sonra da Muhammed
Hüseyin başından geçenleri anlatmaya başladı:
Ölümüm gelip çattığında beyaz elbiseli iki nur yüzlü
yanıma gelerek; "Neden korkuyorsun?" diye sordu. "Tüm bedenim ağrıyor"
dedim. Bunun üzerine içlerinden biri elini ayaklarımda gezdirmeye başladı. Tüm
ağrılarım sona ermişti. Elini her yukarı kaldırışında bir o kadar
rahatlıyordum. Ansızın bütün ev halkını ağlar gördüm. Her ne kadar onlara rahatladığımı
anlatmak istediysem de bir türlü başarılı olamadım. Sonunda o iki nurlu sima
beni yukarı doğru götürmeye başladılar. Çok mutluydum. Yolun yarısında daha
büyük bir nur belirdi ve o ikisine; "Biz bu şahsa 30 yıl daha ömür verdik.
Annesinin tevessülü hatırına onu geri götürün" dedi.
Hızla beni geri getirdiler. Gözümü açtığımda
etrafımdakiler yine ağlıyordu. "Anneme senin tevessülün kabul oldu ve
ömrüme 30 yıl eklediler" dedim.
Çoğu Muhammed Hüseyin'in kendi dilinden bu olayı
nakleden Necef uleması, onun ölmesini bekledi ve tam 30 yıl sonra Muhammed
Hüseyin merhum oldu.
Buna benzer bir öykü de Irakî'nin
Dâru's-Selam
adlı eserinin son bölümlerinde Kerbela civarında yaşayan, salih ve takvalı biri
olarak bilinen Molla Abdülhüseyin tarafından nakledilmiştir. Uzun bir öykü
olduğu için biz özetiyle yetiniyoruz:
Molla Abdülhüseyin'in oğlu çatıdan düşerek hayatını
kaybeder. Baba perişan ve ağlar bir halde gayri ihtiyari olarak İmam Hüseyin'in
(a.s) türbesine koşar. İmam'dan oğlunun dirilmesini talep eder ve "Oğlumu
bana geri vermedikçe türbenden dışarı çıkmayacağım" der.
Kısacası, komşular Molla Abdülhüseyin'in geri dönmediğini
görünce "Artık bundan fazla cenazeyi bekletmek doğru olmaz" deyip cenazeyi
gasil haneye götürürler. Gusül esnasında İmam Hüseyin'in (a.s) şefaatiyle ruh tekrar
bedene geri döner. Bunun üzerine Abdülhüseyin'in oğlu elbisesini giyerek derhal
İmam'ın türbesine gider ve babasıyla birlikte evlerine döner.
Ehlibeyt imamlarının mucizeleriyle tekrar dirilen ölülerin
öyküsü oldukça fazladır. Bunlardan bazıları
Medinetu'l-Maaciz adlı
kitapta "İmamların Mucizeleri" başlığı altında zikredilmiştir.
DÜŞMANDAN
KURTULMAK
Adı geçen merhum Şeyh Muhammed Hüseyin Gomşeî hakkında
şöyle nakledilir:
Merhum Gomşeî, Irak'ta defnedilen mâsum imamların
ziyareti için oldukça hızlı koşabilen bir merkep satın alarak yol hazırlıklarına
başladı. Yanına bir miktar elbise, biraz yol azığı ve birkaç cilt kitap alıp
hurcuna yerleştirdi. İçlerinde gerekli bilgilerin yazıldığı bir de kitapçık vardı.
Ayrıca kitapçığın içinde takiyeye aykırı, muhaliflere lânet eden konular yazılıydı.
Kervanla beraber yola koyuldu. Bağdat gümrüğüne vardıklarında
gümrük müfettişi iki görevliyle birlikte yanlarına geldi. Şeyhin hurcunu
açmalarını istedi. Müfettişin gözü küçük kitapçığa takıldı ve tesadüfen kitabı
açtığında takiyeye muhalif olan konuları görüp okumaya başladı. Öfkeyle şeyhe
baktı ve yanındakilere onu büyük mahkemeye götürmelerini emretti. Müfettiş,
şeyhi gözaltına aldıktan sonra diğer ziyaretçileri hiç aramadan serbest
bıraktı.
Eskiden gümrükle şehrin mesafesi arasında âbat yerler
yoktu. İki memur, şeyhin eşyasını merkebe yükleyip şeyhi gümrükten çıkararak
yola koyuldular. Bir süre yol gittikten sonra merkep durdu ve bir daha da
hareket etmedi. Memurlar merkebi hareket ettirmek istedilerse de bir türlü
başarılı olamadılar. Öyle ki biri diğerine; "Artık yoruldum, şeyhin kaçış
yolu yok! Ben merkebin önünde gideyim, sen de şeyhle beraber arkasından gel!"
dedi.
Görevliler bir süre böyle yol kat ettiler. Güneşin
yakıcı sıcaklığı onları susuz ve bitkin düşürmüştü. İkinci görevli şeyhe; "Ben
su ve gölgelik bir yel bulabilmek için önden gidiyorum; sen de arkamızdan gel,
sakın geri kalma!" dedi. Yorgun ve bitkin düşen şeyh, kaçması için bir
engelin kalmadığını görünce merkebe bindi. Biner binmez merkep kulaklarını
havaya dikip tıpkı bir Arap atı gibi hızla koşmaya başladı. Birinci memura
yetişerek "Gel, sen de bin; merkep düzeldi" demek istedi. Ancak adeta
biri şeyhin ağzını kapatmıştı. Söylemek istediği şeyi söyleyemedi. Hızla
görevlinin yanından geçti. Öyle ki, memur bile bu durumu fark edemedi.
Şeyh, bu işin ilahî bir yardım olduğunu ve kendisini
kurtarmak istediklerini anlamıştı. İkinci görevlinin yanına vardığında o da
şeyhi fark edememişti. İkinci memuru da atlattıktan sonra merkebin yularını boş
bıraktı ve "Allah nereyi isterse oraya gitsin" dedi. Merkep Bağdat'a
girdi. Sokakları geride bırakarak hiç zaman kaybetmeden Kazımeyn şehrine girdi.
Bir süre Kazımeyn sokaklarında gezindikten sonra şeyhin dostlarının bulunduğu bir
evin kapısına gelerek başıyla kapıyı tartakladı.
Şeyh dostlarıyla görüştükten sonra sonra Kazımeyn'den ayrıldı
ve rabbine, kendisini bu büyük şerden kurtardığı için şükürler etti.
HZ.
ALİ'NİN (A.S) TÜRBESİ VE NECEF KAPISI
Yine Şeyh Muhammed Hüseyin'in şöyle anlattığı rivayet
edilir:
Bir akşam vaktiydi. Turşu satın almak için evimden
dışarı çıkmıştım. Turşu dükkânı şehir duvarının yakınında bir yerdeydi.
(Eskiden mukaddes Necef şehri hisarla
çevriliydi ve büyük bir kapısı vardı. Bu kapı büyük pazara, büyük pazarın
kapısı türbenin avlusuna, avlunun kapısı altın eyvana ve revaka[13] açılıyordu.
Öyle ki bütün kapılar açık olduğunda kutsal türbe rahatlıkla görülebiliyordu). Oradan geçerken bir grubun şehir kapısını çaldığını, ama memurların
onlara itina etmediğini gördüm. Onlar da; "Ey Ali, kapıyı kendin aç!"
diye sesleniyorlardı. Şehir kapısı akşamları kapanır, sabaha kadar açılmazdı.
Bu saatlerin dışında açık tutmak yasak idi.
Kısacası, turşuyu alıp eve doğru yürümeye başlamıştım.
Yine şehir kapısına yaklaştığımda az önceki ziyaretçilerin bu kez ağlama ve
sızlama seslerini işittim. Ayaklarını yere vurup yüksek sesle; "Ey Ali, kapıyı
aç!" diye bağırıyorlardı. Sırtımı duvara yaslayıp İmam'ın kubbesini baktım.
Kubbe sağ yanımda, şehir kapısı da sol yanımdaydı. Bir o yana, bir bu yana
bakarken ansızın mübarek kabir tarafından portakal büyüklüğünde mavi renkli bir
nurun yükseldiğini gördüm.
Bu nur kendi ekseni etrafında dönerek önce avluya,
oradan da büyük pazara doğru yavaşça hareket etti. Gözüm nurun üzerindeydi. Yavaşça
önümden geçerek şehrin kapısına çarptı. Ansızın duvarın bir bölümü yere çöktü. Ziyarete
gelen Araplar son derece sevinçli bir halde şehre girdiler.
Neceflilerin çoğu, özellikle de alimleri 6, 7 ve 8.
öyküleri bilmektedirler. Merhum Muhammed Hüseyin'i bizzat gören ve bu olayı
kendisinden duyan bazı büyük âlimler hâlen yaşamaktadırlar. Olayı nakledenlerin
sayısı çok fazla olduğu için isimlerinin kaydedilmesine gerek duymuyorum.
İMAM
RIZA'NIN (A.S) MUCİZESİ
Merhum Mirza, yine Muhammed Hüseyin'den şöyle nakleder:
Şeyh Muhemmed Hüseyin, İmam Rıza'yı (a.s) ziyaret etmek
amacıyla Irak'tan Meşhed'e hareket etmişti. Mukaddes Meşhed'e girdikten sonra
parmağında bir yara belirdi. Yara onu oldukça rahatsız ediyordu. Birkaç âlim arkadaşı
onu hastaneye götürdü.
Nasranî cerrah
parmağın hemen kesilmesi gerektiğini, aksi takdirde yaranın yukarılara da
sirayet edeceğini söyledi.
Şeyh parmağının kesilmesini kabul etmedi. Doktor "Yarına
kadar beklersen, bileğine kadar olan bölümü kesmek zorunda kalacağız"
dedi.
Şeyhin ağrıları daha da artmıştı. Akşamdan sabaha kadar
inleyip durdu. Ertesi gün parmağının kesilmesine razı oldu. Hastaneye götürdüklerinde
cerrah eli görünce bileğine kadar olan bölümü kesmeleri gerektiğini belirtti.
Ama şeyh bunu da kabul etmeyip sadece parmaklarının kesilmesine rıza gösterdi.
Cerrah, ısrarının hiçbir faydası olmadığını ve böyle kalırsa daha da yukarılara
sirayet edebileceğini söyledi. Şeyh bu işe razı olmayarak eve döndü. Ne yazık
ki ağrıları git gide artıyordu. Öyle ki, ertesi gün elinin kesilmesine de razı
oldu. Tekrar cerraha gidildi. Doktor eline bakınca yaranın daha yukarılara sirayet
ettiğini gördü ve omzuna kadar olan bölümün kesilmesi gerektiğini söyledi. "Bugün
kolunuz kesilmezse, yaranız ertesi gün başka uzuvlara da sirayet eder; sonra da
kalbinize işler ve bu hastalıktan ölüp gidersiniz" dedi.
Şeyh, kolunun omzuna kadar kesilmesine razı olmadı. Ne
var ki ağrıları artık dayanılmaz bir hâle gelmişti. Bu yüzden sabahlara kadar
inleyip duruyordu. Arkadaşları kolunun omzuna kadar kesilmesi için onu ikna
edip hastaneye kaldırdılar. Henüz yolda giderlerken şeyh, arkadaşlarına dönerek
"Hastanede ölebilirim. Önce beni İmam'ın türbesine götürün" dedi. Nihayet
türbeye gelmişlerdi. Bir köşeye oturup ağlamaya başladı. İmam'a "Ey
efendim! Ziyaretçinizin böylesi bir musibete düştüğünü görür de nasıl feryadına
yetişmezsiniz? Halbuki siz çok merhametli imamsınız; özellikle de ziyaretçilerinize
daha çok merhamet edersiniz!" diye şikâyette bulundu.
Şeyh bu yakarışlarından sonra baygınlık geçirip yere
uzandı. Tam o sırada İmam Rıza'yı (a.s) gördü. İmam, mübarek ellerini şeyhin
omuzlarına ve parmaklarına sürüp "Artık iyileştin!" dedi.
Şeyh kendine geldiğinde ağrılarından bir eser
kalmadığını fark etti. Durumu arkadaşlarına belli ettirmeyip onlarla birlikte
tekrar Nasranî cerraha gitti. Cerrah, şeyhin elini iyice kontrol etti.
Parmağında ve kolundaki yaradan eser kalmamıştı. Yaranın diğer kolunda olduğunu
sanıp onu da kontrol etti. Ama bir şey göremedi. Şeyhe "İsa Mesih'i mi gördün?"
diye sordu.
Şeyh, "İsa Mesih'ten daha üstün birini gördüm; O
bana şifa verdi" diye cevap verdi. Daha sonra İmam'ın kendisine nasıl şifa
verdiğini ona da anlattı.
İMAM
RIZA'NIN (A.S) İNAYETİ
Âsaru'l-Hucce
adlı eserin yazarı Şeyh Muhammed Razi, (Tahran'da bulunan Hacı Seyit Azizullah Mescidi
imamı) Seyyidu'l-Ulema merhum Hacı Yahya'dan ve bazı ilim adamları da Sahibü'z-Zamanî
lakabıyla meşhur merhum Şeyh İbrahim'den şöyle nakleder:
İmam Rıza'nın (a.s) kutlu doğum gününde (11 Zilkade) yine
O'nun methinde bir kaside okudum. Türbe sorumlusunun yardımcısıyla görüşüp kasidemi
ona da okumak amacıyla evden dışarı çıktım. Kutsal avludan geçerken kendi kendime;
"Ey cahil! Sultan burada, nereye gidiyorsun? Kasideni neden O'na okumuyorsun?"
dedim.
Pişman oldum ve onunla görüşmekten vazgeçtim. Türbeye girip
İmam'ın mezarının hemen karşısında durdum ve kasideyi okumaya başladım. Sonra
da "Ey efendimiz! Geçim sıkıntısı çekmekteyim. Bugün de bayram. Bir
bayramlık inayet buyursanız iyi olur!" dedim. O sırada sağ tarafımdan
birinin bana on tümen uzattığını gördüm. Parayı aldım. Tekrar mezar-ı şerife
dönerek "Efendimiz, bu yetmez!" dedim. Bu kez de sol taraftan biri on
tümen uzattı. Yine yetmez, dedim. Bir on tümen daha verdiler. Kısaca, tam altı
kez miktarı artırmasını diledim. Her defasında on tümen inayet buyurdu. (O dönemlerde
on tümen küçümsenecek bir meblağ değildi).
60 tümeni yeterli gördüğüm için daha fazlasını istemekten
haya ettim. Parayı alıp efendime teşekkür ederek oradan ayrıldım. Ayakkabıların
emanet alındığı yerde türbeye girmek üzere olan rabbâni alimlerden merhum Hacı Şeyh
Hüseyin Ali Tahranî'yle karşılaştım. Beni görünce bağrına bastı. "Bakıyorum
iyice gözün açılmış, kendini İmam Rıza'ya (a.s) yaklaştırmış, yüzünün suyunu dökmüşsün!
Sen şiir okuyorsun, o da sana hediye veriyor. Söyle bakalım, ne kadar harçlık
verdi sana?" dedi. "Altmış tümen" dedim. "Altmış tümeni
verip iki katını almaya razı olur musun?" diye sordu. Teklifini kabul
ettim. Altmış tümeni verip yüz yirmi tümen aldım. Ama daha sonra pişman oldum. İmamın
bana merhamet ettiği meblağın başka bir şey olduğunu anlamıştım. Şeyhin yanına
döndüm. Ne kadar ısrar ettiysem de Şeyh Ali Tahranî muameleyi feshetmedi.
İMAM
HÜSEYİN'İN (A.S) TEVECCÜHÜ
Yaklaşık otuz beş yıl bundan önce züht ve ibadet ehli merhum
Hacı Şeyh Gulam Rıza Tabesi, Şiraz'a gelerek birkaç ay Babahan Medresesi'nde
ikamet etmişti. Ben de bu haberi duyunca onunla görüşme şerefine nail oldum. O
büyük zat şöyle anlattı:
Birkaç arkadaşla beraber kutsal mekânlara ziyarete
gittik. İran'a hareket edeceğimiz sabah, Berasa Mescidi'ni ziyaret etmeyi unuttuğumu
fark etmiştim. Bu kutsal mekânın sevabından mahrum kalmak istemiyordum. Arkadaşlarıma
"Gelin hep beraber Berasa Mescidine gidelim" dedim. "Artık zamanımız
kalmadı" dediler ve bu yüzden gelmediler. Tek başıma Kazımeyn'den çıkarak sözünü
ettiğim mescide vardım. Ne var ki kapısı kapalıydı. Kapı içeriden kapanmıştı ve
ortada kimsecikler yoktu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Halbuki buraya büyük
ümitlerle gelmiştim. Çaresiz, mescidin duvarına baktım. Oraya tırmanıp mescide
girebilirim, diye düşündüm.
Kısacası, duvara tırmanıp mescide girmeyi başarmıştım.
Mescidin kapısının içeriden kapatıldığını ve bu yüzden onu kolayca açabileceğimi
düşünerek gönül rahatlığıyla namaz ve duayla meşgul oldum. İbadetten sonra
kapıyı açıp dışarı çıkmak istedim. Fakat kapı sağlam bir şekilde kilitliydi. Herhalde
kapıyı içeriden kilitleyip merdivenle dışarı çıkmışlar, diye düşündüm. Şaşırıp
kalmıştım. Ne yapacağımı bilemiyordum. İçeriden mescidin duvarına tekrar
tırmanmak mümkün değildi. Kendi kendime "Bir ömür Hüseyin'den dem vuruyorsun!
Cennetin kapısı o hazretin bereketiyle yüzüme açılacak; bunu ümit ediyorum. Bu
kapının da O'nun sayesinde yüzüme açılması nedir ki?" dedim. Tam bir
yakinle elimi kilidin üzerine koydum ve "Ya Hüseyin!" deyip kilidi çektim.
Aynı anda kapı açıldı ve dışarı çıktım. Rabbime şükür ettim. Daha sonra da kafileye
yetiştim.
Berasa
Mescidi:
Muhaddis Kummî
Mefatihu'l-Cinan adlı eserinde
Berasa Mescidi hakkında şöyle der:
Berasa Mescidi, tanınmış kutsal mekânlardan biridir.
Bağdat ile Kazımeyn arasında yer almaktadır. Genelde ziyaretçiler bu mescide pek
itina etmeyerek, hakkında bunca faziletler ve üstünlükler nakledilmesine rağmen
ziyaret feyzinden mahrum kalmaktadırlar.
7. yüzyılın tarihçilerinden Himevî,
Mucemu'l-Buldan
adlı eserinde şöyle der: "Berasa, Kerh kıblesi ve güney muhavval kapı
tarafında yer alan bir bölgeydi. Bağdat'ın bir mahallesi sayılırdı. Şiîlerin, orada
namaz kıldığı büyük bir camileri vardı. Daha sonraları bu cami harabeye çevrildi.
Abbasî halifesi Râzi Billâh zamanından önce Şiîler orada bir araya gelir, sahabeye
küfrederlerdi… Râzi Billâh o mescidi yıkarak yerle bir ettirdi. Orada bulunan
herkesi tutuklayıp zindana attırdı. Şiîler bu haberi Bağdat'ın baş amirine
ilettiler. O da mescidin yeniden yapılmasına ve yerinin genişletilmesine hükmetti.
Mescidin baş tarafına Râzi Billâh adını yazdırdı. Cami 450 senesine kadar mamur
ve içerisinde namaz kılınabilir bir haldeydi. O yıldan günümüze kadar hâlen terk
edilmişliğini korumaktadır.
Berasa Mescidi, Bağdat inşa
edilmeden önce yerleşim yeriydi. Tahminlere göre İmam Ali (a.s) haricilerle
savaşa giderken o bölgeden geçmiş, hamamını burada yapmış ve sözü edilen
mescitte namaz kılmıştır.
Ebu Şuayb Berasi, Berasa Mescidi'nin
fazileti hakkında nakledilen hadislerin toplamından on iki fazilet çıkarmış ve
bunları saymıştır. Berasi, daha sonra şöyle der: Şimdilerde kapısı kapalı
olmakla beraber bu mescide ilgi de kalmamıştır."
Müellif der ki: Beş yıl önce oraya gittiğimde Allah'a şükürler olsun
ki mescidi mâmur gördüm. Her bakımdan donatılmış, restore edilmiş, elektrik ve
su boruları döşenmişti. Kapısı açıktı. Müminler orayı ziyaret ediyorlardı.
İKİ İLGİNÇ OLAY
Seyit Necef Eşref Medresesi'nde
merhum Hacı Şeyh Murtaza Talikanî'den duydum, şöyle anlatıyordu:
Merhum Seyit Muhammed Kazım Yezdî
zamanında bu medresede birbirine zıt iki ilginç olaya şahit oldum. Biri şuydu:
Yaz mevsimiydi. Bu yüzden talebelerin bir kısmı avluda, bir kısmı da çatıda uyuyordu.
Bir akşam, talebelerin gürültüsüyle uyandım. Bütün talebeler avluya doğru yürüyordu.
Bir kişinin etrafına toplandılar. Ne olduğunu sordum. Horasanlı falan talebenin
(ismini unuttum) yuvarlanarak çatıdan aşağı düştüğünü söylediler.
Hemen yanına gittim. Adeta uykudan
yeni uyanmıştı. Her yanı sapasağlamdı. Talebelere, ona çatıdan düştüğünü
söylememelerini istedim. Daha sonra onu odasına götürdük. İçmesi için biraz ılık
su verdik.
Sabah olduğunda onu yanımıza
alarak merhum Seyit'in dersine gittik. Olayı Seyit'e de anlattık. Seyit de bu
olaya sevinmişti. "Hemen bir koyun alıp medresede kesin, etini de
yoksullar arasında taksim edin" dedi.
Birkaç gün sonra aynı medresede yine
bir olay daha oldu. Aynı veya başka bir talebe, (tereddüt bana ait) binanın bodrum
katında, yüksekliği iki karıştan az olan bir yatağın üzerinden düşerek hayatını
kaybetmişti. Cenazesini bodrumdan çıkardılar.
Bu iki farklı olay ve buna
benzer daha yüzlerce olay bize şunu öğretmektedir: Her sebebin etkenliği Allah'ın
iradesine bağlıdır. Sebepleri etkin kılan O'dur. Zira normal şartlarda sözü
edilen iki katlı medresenin çatısından aşağı düşen bir kişinin kırıkları olması
ya da ölmesi gerekirken, güçlü bir faktörün en ufak bir tesiri dahi bu kişiden
uzaklaştırdığına tanık oluyoruz. Çünkü bu işin gerçekleşmesini Allah
istememiştir. Bunun tam tersine, normalde iki karış yükseklikten düşen birinin
bir zarar görmemesi gerekirken bu olay kişinin ölümüyle de sonuçlanabiliyor.
BİNLERCE
KİŞİNİN ÖLÜMDEN KURTULMASI
Üç yıl önce Tahran'da, Hacı Seyit Muhammed Ali Kadı
Tabatabaî'yi ziyaret etmek ve huzurundan feyiz almak bana nasip oldu. Hatırımda
onun anlattığı birçok kıssa var. Bir keresinde bana şöyle anlatmıştı:
Dört yıl önce, mübarek Ramazan ayında, Mirza Abdullah
Müctehidî'nin de imamlık yaptığı Tebriz'in Şişgülân Mescidi'nde mübarek Kadir Gecesi
için bir araya toplanmıştık. Mescit ağzına kadar cemaatle dolmuştu. Abdullah Müctehidî,
meclisin bitimine iki saat kala gayri ihtiyari ve hiç beklenmedik bir şekilde
meclisine son verdi. Ayakta durmaya hâli olmadığını anlayınca camiden dışarı çıktı.
Onun hareket etmesiyle birlikte cemaat de dışarı çıktı. En son kişi de dışarı
çıktıktan sonra camiin büyük eyvanı tamamen çöktü. Bu olayda bir kişi bile zarar
görmedi. Cemaatin içeride olduğu sırada bu olay gerçekleşmiş olsaydı, içindeki
herkesin çöken bina altında can vermesi içten bile değildi.
BOĞULMAKTAN
KURTULMAK
Yine Şeyh Hüseyin Tebrizî şöyle anlatır:
Necef'te, bir Cuma günü, gezi amacıyla Kûfe'ye gittim.
Nehrin kenarında yürüyordum. Bir yere vardığımda çocukların oltayla balık
avladıklarını gördüm. Necef sakinlerinden biri de oradaydı. Aynı yere olta atan
balıkçılardan birine dönerek "Bu sefer de benim şansıma olta at!"
dedi. Olta suya atıldıktan bir süre sonra ip hareket etmeye başladı. Oltanın
sahibi ipi yukarı doğru çekmeye başladı ama ağır olduğu için çıkaramadı. "Ne
güzel şansın varmış; şimdiye kadar böyle ağır bir balık görmedim!" dedi.
İpi yukarı çektiğinde boğulmak üzere olan bir çocuğun ipe sarılarak dışarı çıktığını
gördük. Adam çocuğu görür görmez "Bu benim oğlum! Burada ne işin vardı oğlum?!"
diye feryat etti.
Çocuk bir süre sonra kendine gelince başından
geçenleri şöyle anlattı: Yukarıda çocuklarla beraber yüzüyorduk. Dalga beni suyun
altına çekti. Bir daha da yukarı çıkamadım. Sonunda elime bir ip geçti ve ona
sarılarak yukarı çıkmayı başardım.
Suphanallah!
Çocuğun kurtulması için babanın nehir kenarına gelerek "Bu sefer de
benim şansıma at" demesi nasıl da kalbine ilham oluyor?
Bu ve buna benzer nice kıssalar vardır ki hepsini nakledecek
olsak, bu kitaba sığmaz. Buna benzer birkaç kıssa
Envar-u Nûmaniye adlı
eserin sonlarında Ecel Bâbı'nda zikredilmiştir. Aynı şekilde, merhum Nihavendî'nin
Hazinetu'l-Cevahir adlı eserinde de nakledilmiştir. Meraklıları bu
kitaba müracaat edebilirler.
İMAM
ALİ'NİN (A.S) İNAYETİ
Takva ve ilim sahibi merhum Hacı Mirza Muhammed Sadr Bûşehrî
şöyle nakleder:
Merhum babam Hacı Şeyh Muhammed Ali, Necef-i Eşref'ten
Hindistan'a yolculuk ettiğinde ben ve kardeşim Şeyh Ahmed daha altı-yedi yaşlarında
idik. Tesadüfen o yıl babamın yolculuğu uzadı. Ev masrafları için anneme
verdiği para tükenmiş, bu yüzden zor durumda kalmıştık.
Bir ikindi vakti açlıktan ağlayıp annemize sarıldık.
Annem elbiselerimizi temizledi ve abdest almamızı söyledi. Sonra da bizi İmam Ali'nin
(a.s) türbesine götürdü. "Ben eyvanda oturacağım; siz de gidin, İmam Ali'ye
(a.s) babanızın bu akşam evde olmadığını ve karnınızın aç olduğunu söyleyin; o
size harçlık verir!" dedi.
Kardeşimle beraber türbeden içeri girdik. Başımızı
parmaklığa dayayarak; "Babamız bu akşam evde yok ve karnımız da aç!"
dedik. Elimizi mezar-ı şerifin parmaklıklarından içeri uzatarak "Bize
harçlık verin de annemiz akşama yiyecek bir şeyler hazırlasın!" dedik.
Aradan bir süre geçti. Akşam ezanı okunmuştu. İkame
sesini duydum. Çocuksu düşüncemle kardeşime "İmam Ali cemaat namazı
kılıyor" dedim. Türbenin bir köşesine oturduk ve namazın bitmesini
bekledik. Henüz bir saatten fazla bir süre geçmemişti ki adamın biri yanımıza
gelerek bir kese para uzattı. "Bunu annene ver; babanız yolculuktan dönünceye
kadar ne lazımsa
(adı hatırımda kalmayan) falan
mahalleye müracaat edin ve oradan alın!" dedi. Hatta babamın yolculuğunun
ne kadar uzayacağını da bana haber verdi. Bu süre içerisinde tıpkı Necef'in önde
gelen zenginleri gibi, geçimimiz güzel bir şekilde devam etti. Sonra da babamız
yolculuktan döndü.
ALİMLERİN
SAYGINLIĞI
Yukarıda adı geçen şahıs yine şöyle anlatır:
Şeyh Ensarî'nin talebesi olan ceddim merhum Abdullah
Behbehanî geçim sıkıntısı yüzünden beş yüz tümen (bu meblağ yüz yıl öncesine
kadar oldukça yüksek bir meblağ idi) gibi ağır bir borcun altına girmişti.
Normalde bu ağır borcu ödemek imkânsız görünüyordu. Durumunu üstadı Şeyh-i Âzam'a
anlattı. Üstat biraz düşündükten sonra "Tebriz'e yolculuk et; inşallah bir
genişlik hâsıl olur!" dedi.
Şeyh Behbehanî, Tebriz'e doğru yola koyuldu. Tebriz'de
oranın seçkin ve meşhur âlimlerinden merhum Cuma imamının evine misafir oldu.
Merhum imam, ona pek itina etmedi. O da geçici olarak geceyi evin avlusunda geçirdi.
Sabah ezanından sonra imamın kapısı çalındı. Hizmetkâr
kapıyı açtığında karşısında Tebriz'in en zengin tacirlerinden birini gördü.
İmamla işi olduğunu söyledi. Hizmetçi imama haber verince imam "Bu vakitte
gelmenizin sebebi nedir?" diye sordu. O da "Dün akşam (uzak yoldan) bir
âlim size geldi mi?" diye sordu. Cuma imamı; "Evet, dün akşam Necef'ten
bir âlim geldi, ama ben daha onunla konuşmadığım için kim olduğunu ve neden
geldiğini de bilmiyorum" dedi. Tacir; "Sizden onu bana havale
etmenizi rica ediyorum" dedi. İmam bir sakıncasının olmadığını ve şeyhin
odada olduğunu söyledi. Tacir, şeyhin yanına giderek büyük bir ihtiramla onu evine
götürdü. O gün tacir, Tebriz tacirlerinden yaklaşık elli kişiyi akşam yemeğine
davet etti.
Yemekten sonra misafirlerine; "Arkadaşlar, dün
gece ilginç bir rüya gördüm. Şehrin dışındaydım. Ansızın gözüm İmam Ali'nin (a.s)
mübarek cemaline ilişti. Bir ata binmiş şehre doğru geliyordu. Hemen yanına koşup
atının üzengisini öptüm. "Ey efendimiz! Ne oldu da Tebriz'i mübarek
ayağınızla müzeyyen kıldınız?" diye sordum. "Çok borcum var. Buraya
borçlarımın ödenmesi için geldim" buyurdu.
Uykudan uyandığımda bu olayı düşünmeye başladım. Kendi
kendime "Anlaşılan İmam Ali'ye (a.s) yakın bir kimsenin oldukça borcu var
ve borçlarının ödenmesi için Tebriz'e geldi" dedim. Sonra da onların
dergâhına en yakın kimselerin birinci derecede seyitler ve âlimler olduğunu
düşündüm. Daha sonra da onu nerede ve nasıl bulacağımı düşündüm. "Bu kişi
âlimse, kesin âlimlerin yanına gidecektir" dedim. Sabah namazını kıldıktan
sonra âlimlerin evlerini, sonra da otelleri ve misafirhaneleri kontrol etmek
için dışarı çıktım. Güzel bir rastlantı sonucu Cuma imamının evine gittiğimde
bu saygın şeyhi orada buldum. Sonra bu şeyhin Necef ulemasından olduğu ve
borçlarının ödenmesi için Hz. Ali'nin (a.s) yanından bizim şehre geldiği malum
oldu. Beş yüz tümenden fazla borcu var; yüz tümenini ödemeyi ben üstleniyorum!"
dedi. Diğer tacirler de bir miktar para vererek şeyhin borcunu kapattılar. Şeyh
arta kalan parayla Necef'te kendisine bir de ev satın aldı.
Merhum Sadr Bûşehrî, o evin hâla durduğunu ve kendisine
miras kaldığını söylüyordu.
ALİMLERİN
KERAMETİ
Tahran sakinlerinden Hacı Muin Şirazî şöyle nakleder:
Bir gün amcazadelerimden biriyle Tahran yollarının
birinde durmuş, uzak bir yere gitmek için taksi bekliyorduk. Yaklaşık yarım
saat bekledik. Gelip geçen taksiler ya yolcu doluydu ya da durmuyordu. Bekleye
bekleye yorulduk. Ansızın bir taksi yanımızda durdu. "Buyurun binin, sizi
istediğiniz yere götüreyim" dedi. Bindik ve gideceğimiz maksadı söyledik.
Yol esnasında amcazademe "Allah'a şükür, nihayet Tahran'da hâlimize acıyıp
bizi arabasına alan bir Müslüman bulundu" dedim.
Şoför sözümü işitmiş olacak ki "Beyefendiler, bilakis
ben Müslüman değil, Ermeni'yim" dedi. "Nasıl oldu da durumumuzu görüp
bizi arabana aldın?" dedim. "Müslüman değilim ama âlimlere ve alim
kıyafeti giyen kişilere saygı duyuyorum. Şahit olduğum bir işten dolayı
ihtiramlarını gerekli görüyorum" dedi. "Neye şahit oldunuz?"
diye sordum. Başından geçenleri şöyle anlattı:
Merhum Hacı Mirza Sadık Müctehidî Tebrizî, Tebriz'den
Kürdistan'a (Senendec'e) sürgüne gönderildiğinde arabanın şoförlüğünü ben
yapıyordum. Yol esnasında mola vermek üzereydik. Bir ağacın gölgesinde güzel
bir çeşme vardı. Oraya yaklaştığımızda Tebrizî, "Burada dur da öğlen
namazını kılayım" dedi. Görevli memur, sözüne itina etmeden arabayı
sürmemi emretti. Ben de duymazdan gelip arabayı sürmeye devam ettim. Suyun
yanına vardığımızda araba aniden durdu. Ne kadar uğraştıysam da çalışmadı. Aşağı
indim. Arabanın arızasının ne olduğunu bilmiyordum. Bir türlü sorunun nerede
olduğunu bulamadım. Tebrizî, "Araba durduğuna göre bırakın ben de namazımı
kılayım!" dedi. Görevli sustu ve bir şey söylemedi. Bunun üzerine Tebrizî
namaz hazırlıklarına başladı. O namaz kılmakla meşgulken ben de arabanın
parçalarını tamir etmeye çalışıyordum. Kısacası, Tebrizî namazını bitirdikten
sonra araba hemen çalıştı. O günden sonra bu kıyafeti giyen kimselerin Allah
katında saygın ve değerli olduklarını anladım.
Âlimlerin saygınlığı ve ihtiramlarının gerekliliği hususunda
birçok rivayet ve kıssa nakledilmiştir. Bu konuyla ilgili merhum Nurî'nin
Kelime-i
Tayyibe adlı eserine müracaat edebilirsiniz.
KURÂN'A
TEVESSÜL ETMEK
Hacı Muhammed Hasan İmanî şöyle anlatır:
Merhum babam Ali Ekber Magazaî'nin ticarî işleri bir
süre ters gitmiş, ağır bir borcun altına girmiş ve borçlarını ödeyemez duruma
gelmişti. O zamanlar (adı 1 ve 4. öykülerde geçen) merhum Hacı Şeyh Muhammed
Cevad Bîdâbadî de, Şiraz'a gitmek üzere İsfahan'dan yola çıkmıştı. Merhum
Bîdâbadî, babamın çok sevdiği bir tanıdığıydı ve Şiraz'a geldiğinde sürekli bizim
eve misafir olurdu. Nihayet Bîdâbadî'nin Âbade şehrine geldiği haberi babama
ulaştı.
Merhum babam "Bu ağır borç içerisinde bir de onun
gelmesi bizim için uygun olmadı" dedi. Bîdâbadî, Zarkan şehrine vardığında
babam, Cuma günü öğleden önce Şiraz'a varıp Cuma guslünü yerine getirmek için
beş tümen fazla vererek hızlı koşabilen bir binek kiraladı. (Zira merhum, müstahap
ameller konusunda, özellikle de yapılması önemle vurgulanan sünnet amellerden olan
Cuma guslü konusunda oldukça titizdi.)
Kısacası, Cuma günü öğleden önce bizim eve varmayı
başarmışlardı. Bîdâbadî, babamla sohbet ederlerken "Buraya zamansız ve boş
yere gelmedim; bu akşamdan itibaren tüm ev halkıyla beraber mübarek En'am sûresini
okumaya başlayın" dedi. Nasıl okunması gerektiği konusunda da şu
açıklamayı yaptı: "Okumaya fecr-i sadık ile fecr-i kâzib arasında
başlayın. Daha sonra da 'Ve
Rabbin
zengindir, rahmet sahibidir. Dilerse sizi yok eder ve sizi başka bir kavmin
zürriyetinden yarattığı gibi sizden sonra yerinize dilediği bir kavmi yaratır.'[14]
ayetini, baştan sona 202 kez okuyun. Bu sayı, mübarek isimlerden Rab, Muhammed
ve Ali'nin
(ebced hesabıyla) toplam
değeridir."
Daha sonra hamama giderek Cuma guslü alıp eve
döndüler. Biz o akşamdan itibaren sözü edilen sureyi okumaya başladık. İki hafta
sonra bolluk ve genişlik hâsıl oldu ve sıkıntılarımız sona erdi. Ömrümüzün
sonuna kadar da rahat bir yaşam sürdük.
ŞÜPHELİ
LOKMA
Yine Muhammed Hasan İmanî şöyle nakleder:
Bîdâbadî evimize geldiği ilk gün babama "Benim
yemeğim sadece senin hazırladığın yiyecekten olsun; başkasının getirdiği yemeği
kabul etme!" demişti.
Tesadüfen o gün merhum Hacı Şeyhülislam da gelmişti. Babama
bir çift keklik vererek bunları kebap yapıp Bîdâbadî'ye ikram etmemizi istemişti.
Babam, Bîdâbadî'nin isteğinden gafil olarak merhum Şeyhülislam'ın talebini
kabul etti. Daha sonra keklikleri kebap yapıp akşam yemeği vaktinde Bîdâbadî'nin
önüne koydu. Bîdâbadî keklikleri görünce sofradan kalktı ve babama "Ben senden
başkasının hediyesini kabul etmemeni istemiştim!" dedi. Kısacası, o kekliklerin
etinden hiç yemedi.
Kekliği getirenin merhum Şeyhülislam olmasına rağmen Bîdâbadî'nin
onu yememesine sakın şaşırmayın. Çünkü kekliği şeyhe getiren şahıs avlayan
kişiyi razı etmemiş olabilir ya da avcı, dinî esaslar gereği hayvanı tezkiye yapmamış
olabilir. Mesela, kekliği keserken "bismillah" dememiş olabilir.
Muhtemelen bunun gibi daha birçok ihtimalleri göz
önünde bulundurarak merhum Bîdâbadî kekliği yemek istememiştir. Çünkü şüpheli
lokmalar kalbin katılaşmasında oldukça etkilidir.
Büyük şahsiyetler bu tür lokmalardan sürekli sakınmışlardır.
Zira insanın yediği lokma, tıpkı tarlaya serpilen tohuma benzer. Tohum iyi olursa,
etkisi de iyi olur; ama aksi olursa, sonuç bellidir.
Aynı şekilde temiz ve helal lokma, kalbin yumuşaması
ve manevî ruhun güçlenmesine vesile olur. Haram lokmanın semeresi kalbin
katılaşması, dünyaya düşkünlük ve şehvete kapılarak maneviyattan mahrum kalmaktır.
Aynı zamanda o büyük şahsiyetin kekliğin şüpheli lokma
olduğunu bilmesine de şaşırmayın! Çünkü insan, elde ettiği takva ve Allah'a
yakınlık derecesine oranla özellikle de şüpheli lokmalar hususunda kalbinde özel
bir letafet elde eder. Öyle ki bununla manevî işleri ve his ötesi şeyleri idrak
edebilir.
Bu ve benzeri kıssalar rabbanî alimlerden oldukça rivayet
edilmiştir. Burada, konunun tekidi için merhum Hacı Nuri'nin
Dâru's-Selam
adlı eserinden (c.1, s.253) bir alıntıyla yetiniyoruz:
Merhum
Bahru'l-Ulum'un kız kardeşinin oğlu rabbanî âlim merhum Hacı Seyit Muhammed Bâkır
Kazvinî'nin kerametleri hakkında takva ehli Seyit Murtaza Necefî şöyle anlatır:
Seyit Kazvinî'yle birlikte salihlerden birinin
ziyaretine gittik. Seyit tam kalkmak üzereyken adam "Bugün evimizde taze
ekmek pişirildi;
o ekmekten yemenizi
isterim" dedi. Seyit de bu daveti kabul etti. Bir süre sonra sofra serilmişti.
Seyit ekmekten ağzına bir lokma koyar koymaz hemen geri çekildi. Daha da ağzına
bir şey sürmedi. Ev sahibi "Neden yemiyorsunuz?" diye sorunca "Bu
ekmeği hayızlı bir kadın pişirmiş" diye cevap verdi. Adam şaşırmıştı.
Odadan ayrılıp ekmeğin kimin tarafından pişirildiğini öğrenmeye gitti. Bir süre
sonra da geri döndü. "Seyit, haklıymış" dedi. Bunun üzerine başka
ekmek getirdi ve seyit o ekmekten yedi.
Hayız halindeki bir kadının ekmek pişirmesi o ekmeğe
bir tür manevî kirliliğin bulaşmasına sebep olur. Öyle ki latif bir ruh ve
temiz bir kalp bunu idrak edebilir. O halde her yönüyle gerek maddî, gerekse
manevî pisliklere bulaşan ekmek pişiricilerinin hallerini düşünebiliyor musunuz?
Seyit b. Tâvus hakkında şöyle denir: "Allahın adı
anılmadan hazırlanan hiçbir yemeği,
'Allah'ın adı anılmadan kesilen
hayvanlardan yemeyin. Kuskusuz bu, büyük günahtır.'[15]
ayeti gereği yemezdi."
Hele bir de yemek yaparken Allah'ın adını anma yerine (haram
olan) müzikleri dinleyen ve boş boş konuşan günümüz insanlarını düşünelim. Ne
yazık! İlahî nimetlere nasıl da haram karıştırıyorlar? Bundan da kötüsü, fakirlerin
hakkı olan zekât verilmeden pişirilen arpa ve buğdaylara ya da gasplı bir yere
ekin ekme sonucu elde edilen ürünlere ne demeli? Her ne kadar zavallı
tüketicinin haberi olmasa da, bunların ruhsal etkileri kaçınılmazdır.
GELECEKTEN
HABER VERME
Merhum Rezevi, şöyle nakleder:
Merhum Bîdâbadî, Medine'ye müşerref olma kastıyla Bûşehr
yoluyla Şiraz'a gitti. İki aya yakın bir süre Şiraz'da kaldı. O sıralar halk
arasında birtakım ayrılıklar baş göstermişti. Meşrutiyet isteyenlerle bağımsızlık
taraftarları arasında ihtilaf çıkmıştı.
Merhum Bîdâbadî iki grup arasını düzeltmek, fesat ve
tefrikanın önüne geçebilmek için elinden geleni yapıyordu. Hatta bu amaçla meşrutiyet
yanlısı merhum Allame Hacı Şeyh Muhammed Bâkır İstehbânatî'yle bizzat
görüşmelerde bulundu. Kargaşanın sona ermesi için ne kadar uğraştıysa da
çabalarının bir faydası olmadı. Bu olaydan sonra aldığı ani bir kararla Şiraz'dan
ayrılma hazırlıklarına başladı. Kalması için ısrar ettikse de kabul etmedi. "Çok
yakında şehirdeki fitne ateşi daha da alevlenecek, birçok insanın kanı akıtılacak!"
dedi.
Kısacası, içlerinde cami ehli, "Tellal" lakaplı
merhum Hacı Seyit Abbas ve merhum Aga Mirza Hacı Hasanpur'un da bulunduğu birkaç
dindar kişiyle birlikte yola koyuldular.
Bu iki büyük şahsiyet, daha sonra bana şöyle
naklettiler: Erjen Ovası'na kadar merhum Bîdâbadî'yle birlikteydik. Orada bize
Şiraz da fitne ateşinin daha da alevlendiği, Hacı Şeyh Muhammed Bâkır İstehbânati'nin
öldürüldüğü ve içlerinde sizin ailelerinizin de bulunduğu bir grubun zor
durumda olduğu haberleri geldi. Bu yüzden dönmemiz gerektiği söylendi. Bu
yüzden (İsimlerini unuttuğum) birkaç kişiyle birlikte Şiraz'a döndük. Oraya vardığımızda
şeyhin sözlerinin tamamının gerçekleştiğini gördük.
SADAKANIN
ÖNEMİ
Muhammed Hasan İmanî, merhum Hacı Gulam Hüseyin Bûşehrî'den
şöyle nakleder:
Hacca müşerref olduğum yıl, rabbani âlim merhum Hacı Şeyh
Muhammed Cevad Bîdâbadî de oradaydı. Yolculuk sırasında haramiler hacıların çoğu
mallarına el koymuşlardı. Öte yandan veba salgını herkesi tehdit ediyordu.
Herkes korku içindeydi.
Merhum Hacı Bîdâbadî veba tehlikesinden güvende kalmak
isteyenlere "Herkes gücüne göre 140 ya da 1400 tümen sadaka versin. (Merhum,
12 ve 14 rakamlarının uğuruna çok inanırdı.) Ben de onun selametliğini İmam-ı
Zaman'dan (a.s) isteyeceğim. Bunu yaptığınız takdirde salgından güvende
kalacağınızı garanti ediyorum" dedi.
Merhum Hacı Melik, "Ben kendim için 140 tümen
sadaka verdim" dedi. Aynı şekilde hacılardan bir grup da sadaka vermeyi
kabul etmişti. Bu meblağ o zamanlar yüksek bir rakam olduğu için birçok kişi
veremedi. Bîdâbadî de o paraları toplayarak yolculuk sırasında malları
yağmalanan hacılar arasında taksim etti.
Kısaca, belirtilen miktarı sadaka verenler salgından
bir zarar görmeden vatanlarına geri döndüler. Vermeyenler ise vebaya yenik düşerek
hayatlarını kaybettiler. Kız kardeşimin oğlu ve kâtibim de bu meblağı vermeyenler
arasındaydı. Onlar da salgına yenik düşerek vefat ettiler.
Sadaka, bedenin hastalıktan güvende kalması, (kesin
ecel dışında) ölümü geciktirmek ve malı afetlerden korumak için kesin ve
tecrübe edilmiş bir yoldur. Bu hususta Ehlibeyt'ten (a.s) mütevatir hadisler
zikredilmiştir. Merhum Hacı Nuri, bu hadislerin çoğunu "Kelime-i Tayibe"
adlı eserinde nakletmiştir.
İnsan sadaka ile gerek kendisinin, gerekse
yakınlarının canını ve malını ilahî sigorta altına alabilir.
Kelime-i Tayyibe
adlı eserde belirtilen sadaka âdâbına ve şartlarına uyarsa, bilmelidir ki; Allah
en iyi koruyucu, en iyi bilen ve en güçlü yardım edicidir. O vaadinden asla
dönmez, aksini yapmaz.
Burada, aziz okuyucunun basiretine ışık tutacak bir rivayete
değinmek istiyoruz. Mezkûr kitabın 193. sayfasında, sadaka âdabının onuncu
şartı zikredilirken İmam Hasan Askerî'den (a.s) şöyle nakledilir:
Bir gün İmam Câfer Sâdık (a.s) bir yere gidiyordu.
Yanında mallarıyla birlikte bu yolculuğa katılan bir grup vardı. Onlara
gidecekleri yol istikametinde hırsızların ve haramilerin pusu kurdukları haberi
ulaştı. Korkudan titremeye başladılar. İmam:
-Size ne oluyor? diye sordu.
-Mallarımızı da yanımızda getirdik; hepsini elimizden alırlar
diye korkuyoruz. Ama bu malları siz üstlenseniz belki sizin hürmetinizi gözetir,
mallarımıza dokunmazlar, diye teklifte bulundular.
-Nerden biliyorsunuz; belki de sadece beni
kastetmişlerdir. Böyle olursa bütün mallarınızı yağmalarlar.
-Mallarımızı yere gömelim mi?
-Bunu yaparsanız mallarınızın daha çok telef olmasına
sebep olursunuz. Biri gelip onları alabilir ya da defnettiğiniz yeri bir daha bulamayabilirsiniz,
-O halde ne yapalım?
-Malınızı onlardan koruyacak, âfetleri üzerinden bertaraf
edecek, onu daha da çoğaltacak, her birini dünyadan ve dünyanın içinde olan şeylerden
daha büyük kılacak ve son derece ihtiyaç duyduğunuzda onu size teslim edecek
birine emanet edin. Mallarınızı âlemlerin Rabbine emanet ediniz.
-Peki mallarımızı ona nasıl teslim edebiliriz?
-Zayıflara ve miskinlere sadaka vererek.
-Burada fakir yok ki!
-Malınızın üçte birini sadaka vermeyi niyet edin.
Böylece Allah da onu korktuğunuz şeylerden korusun.
-Niyet ettik,
-O halde Allah'ın güvencesi altında gidiniz.
Yola koyuldular. Haramiler belirince korkmaya başladılar.
İmam:
-Allah'ın güvencesi altında olduğunuz halde nasıl korkarsınız,
diye sordu. Haramiler iyice yaklaşıp atlarından indiler. İmam'ın elini öpüp:
-Dün akşam rüyamızda Resul-i Ekrem'i (s.a.a) gördük.
Bizden kendimizi size sunmamızı istediler. Huzurunuza vararak sizi ve beraberinizdekileri
düşmanların ve hırsızların şerrinden korumak için sizinle birlikte yolculuk
yapmaya karar verdik, dediler. İmam:
-Size ihtiyacımız yok; sizi bizden def eden her kimse,
onları da bizden def edecektir, dedi.
Nihayet hepsi güvenlik ve esenlik içerisinde
maksatlarına ulaştılar. Kararlaştıkları gibi mallarının üçte birini sadaka
verdiler. Ticaretleri de bayağı kazançlı geçti. Her bir dirhemleri on dirhem gelir
elde etti.
-İmam Sadık'ın (a.s) bereketi ne kadar da büyükmüş!
dediler. İmam:
-Allah ile muamele etmenin bereketini gördünüz; o
halde onunla muameleye devam ediniz, buyurdu.
Allah yolunda verilen sadakanın olağanüstü etkilerinden
biri de malın azalmaktan ziyade kat kat artmış olarak insana geri dönmesidir. Bu
konuya ilişkin birçok rivayet mevcuttur. Konuyla ilgili olarak
Kelime-i
Tayyibe adlı esere bakılabilir.
ÖLÜMDEN
DÖNÜŞ
Yine merhum Muhammed Hasan İmanî şöyle anlatır:
Vaktiyle İsfahan'dan Şiraz'a dönüyorduk. Yolculuğumuz
sırasında Hacı Bîdâbadî'nin huzuruna vardık. Bize şöyle dedi: (Adı birinci öyküde
geçen) Mirza Mahallatî bana yazdığı bir mektupta ona dua etmeyi unuttuğumu söylüyor.
Ona selamımı iletin ve onun için dua etmeyi unutmadığımı söyleyin. Nitekim
falan gece üç defa ölüm tehlikesiyle karşılaşmış, kurtulmasını İmam Mehdi'den
(a.f) istemiştim. Allah da onu korudu. Bunları ona anlatın."
Muhammed Hasan İmanî daha sonra şöyle anlattı:
Şiraz'a vardıktan sonra Bîdâbadî'nin mesajını Mirza'ya
ilettim. "Bana söyledikleri doğrudur" deyip başından geçen ilginç
olayı anlattı:
O akşam tek başıma eve dönüyordum. Kapıya vardığımda
eyvanın altında bir kişiye rastladım. Beni görür görmez hapşırdı. Selam verdim.
Benden onun için istihare etmemi istedi. Tespihle istihare ettim, kötü geldi.
Bir daha istihare istedi, o da kötü geldi. Üçüncü kez istihare istedi, onun da
sonucu kötü geldi. Bunun üzerine elimi öperek şöyle dedi: Beni bu akşam sizi şu
silahla öldürmeye zorlamışlardı. Sizi görünce elimde olmadan hapşırdım; tereddüt
içindeydim. Kendi kendime "İstihare edeyim" diye düşündüm. Sonuç iyi
gelirse sizi öldürecektim. Üç defa istihare açtırdım. Üçünde de sonuç kötü çıkınca
Allah'ın bu işe razı olmadığını ve onun katında saygın bir kişi olduğunuzu
anladım.
HIRSIZDAN
GÜVENDE OLMAK
Yine Muhammed Hasan İmanî şöyle nakleder:
Aynı seferde merhum Bîdâbadî, bu yolculukta haydutların
yolumuzu keseceğini, kervanımıza saldıracaklarını, ama bize bir zarar
veremeyeceklerini söyledi ve her birimize 14 mâsum (a.s) sayısınca 14 tümen yol
harçlığı verdi.
Sivend şehrine yaklaştığımızda haramiler kervanımıza
saldırı düzenledi. Yükümüzü taşıyan katır bir anda hızlanarak kafileden uzaklaşıp
Sivend'e doğru kaçmaya başladı. Mahfemizi taşıyan merkep de arkamızdan koşmaya
başladı. Sonunda bize ve eşyamıza hiçbir zarar gelmeden şehre vardık. Ama bütün
kafile haramilerin saldırısına maruz kalarak eşyalarını kaybetmişti.
ÖLÜMDEN
KURTULUŞ
Merhum İmanî yine şöyle anlatır:
(İmanî'nin halasının oğlu) Hüseyin Aga Mojde,
annesiyle ağır bir hastalığa yakalanarak ölümün eşiğine gelmişlerdi. Merhum Bîdâbadî
yanlarına gelerek bu iki hastadan birinin öleceğini bildirdi. "Ama ben
Hüseyin Aga'nın şifasını Allah'tan diledim, o iyileşecek" dedi.
Merhum Bîdâbadî'nin bu haberinden sonra aynı gece
Hüseyin Aga'nın annesi vefat etti. Allah, Hüseyin Aga'ya şifa inayet etti. Hüseyin
Aga hâlen hayattadır ve kendisi iyiliksever bir kişidir.
ÇEŞME
SUYU
Bir grup seyit, İsfahan'a bağlı Necefâbad ilçesinden hareket
ederek merhum Bîdâbadî'nin huzuruna vardı. "Dağın yamaçlarından akan ve uzun
süredir ahalinin yararlandığı çeşme epey bir zamandır kurumuş durumda. Bu
nedenle çevre sakinleri oldukça zorluk çekiyor. Dua edin de bir rahatlık hâsıl
olsun!" diye ricada bulundular. Bunun üzerine merhum; "Eğer biz bu Kurân'ı
bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça
parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz."[16]
ayetini (sonuna kadar) okudu. Sonra da bu ayeti bir parça kâğıda yazarak onlara
verdi. "Akşamüzeri bunu dağın başına bırakın ve dönün" dedi. Onlar da
kâğıda yazılı ayeti dağın başına koyarak evlerine döndüler. Eve vardıklarında dağın
tepesinden korkunç bir ses yükseldi. Öyle ki herkes bu sesi duymuştu. Çevre
sakinleri sabahleyin evlerinden dışarı çıktıklarında çeşmenin aktığını gördüler
ve Rablerine şükrettiler.
Dikkat
Edilmesi Gereken Noktalar:
Merhum Bîdâbadî ve emsali hakkında nakledilen kıssalar
sakın okuyucuyu şaşırtmasın veya Allah muhafaza bu tür olaylar okuyucular
tarafından sakın inkâr edilmesin.
1-Zira Salman, Meysem, Reşid Hucrî ve Cabir Cufî gibi mâsum
imamların mektebinde yetişen seçkin Ehlibeyt ashabı yanı sıra Seyit Bahru'l-Ulum,
Seyit Bâkır Kazvinî ve Molla Mehdi Necefî gibi üstün makamlara ulaşan bu
mektebe mensup âlimler hakkında o kadar muteber olaylar nakledilmiş ve İslamî
kaynaklarda kaydedilmiştir ki, bunların tümü hiçbir inkâra meydan bırakmamaktadır.
(Bu konuyla ilgili daha çok bilgi edinmek isteyenler Mamakani'nin, Ehlibeyt
ashabının ve ravilerinin başlarından geçen olayları detaylı bir şekilde kaleme
aldığı Rical-ı Mamakanî 'ye ya da bazı âlimlerin kerametlerini konu alan
Kısasu'l-Ulema adlı esere müracaat edebilirler).
2-Din büyüklerinden bu tür kerametlerin görülmesi, masum
imamların (a.s) makamlarının büyüklük ve yüceliğinin anlaşılmasına ve bu
makamların idrakten öte bir yüceliğe haiz olduğunun öğrenilmesine neden olur.
Zira insan tam anlamıyla onların takipçiğinde bulunarak ilim, beceri ve
davetlerine icabetle bu makamlara ulaşabiliyorsa, o halde imamların ilme ve
kudrete olan ihatasının nasıl olduğunu rahatlıkla tasavvur edebilir. Zira çok
açıktır ki, ruhani makama sahip olan bir kimse için bu, imamların (a.s) ihsan ettiği
ufak lütuf lokmalarından gıda almak demektir.
İmam varlık âleminin kutbu, imkân âleminin kalbi ve tekvîniyatın
kaynağıdır. İmam'ın makamını idrak etmeye aciz olduğumuzu tasdik etmek demek
âlemlerin Rabbi, duaların icabet edeni, imamların (a.s) yaratıcısı olan ve onlara
velayet makamını ihsan eden yüce Allah'ın ilim ve kudretine vakıf olmanın
imkânsız olduğunu tasdik etmek demektir ve bu tasdik, yakini güçlendirir.
Netice itibarıyla bu kıssaları öğrenmek, İmam'ın makamını
tanıma yolunda basireti çoğaltarak insanın, Rabbinin azametini idrak etmesine
sebep olur.
3-Bu ve benzeri kıssalar Allah, Resulü ve Ehlibeyt imamlarının
(a.s) takva ehline yönelik buyruklarının doğru olduğunu ve vaatlerinin de
kesinlikle vuku bulacağını gösterir. Kabiliyetli kişiler şer'î teklifleri
yerine getirme hususunda son derece duyarlı olup, tüm vacipleri yapma ve
haramlardan da kaçınma hususunda çaba ve ciddiyet gösterirlerse, aklın idrak
edemeyeceği his ötesi makamlara erişebilirler. Öyle ki melekler onlara
hizmetkârlık ederler. Allah'tan diledikleri tüm şeyler onlara verilir. Buna
benzer daha nice makamlar vardır ki, hadis kaynaklarında özellikle de
Usul-i
Kâfi'de[17] zikredilmiştir.
Okuyucunun bilgi seviyesini artırmak için Ehl-i Sünnet
ve Şia'nın naklettiği muteber bir hadisi aktarıyoruz:
Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Dostlarımdan
birine ihanet eden kuşkusuz benimle savaş için pusu kurmuştur. Dergâhımda,
üzerine vacip kıldığım amelle bana yaklaşmak isteyen kişinin amelinden daha sevimli
bir amel yoktur. Kulum nafileleri (müstahap amelleri) yaparak bana yaklaşsın.
Bunu yaparsa, onu severim. Onu sevdiğimde ise işiten kulağı, gören gözü,
konuşan dili ve savunan eli olurum.
Beni
çağırdığında icabet ederim. Bir şey dilerse ona bağışlarım."[18]
Bu hadisin yorumuyla ilgili âlimler bazı görüşler belirtmişlerdir.[19]
Hadisten istifade edilen nokta şudur: İnsan vacipler konusunda titizlik göstererek,
bunları yerine getirerek, müstahap amellere de gereken ehemmiyeti vererek yüce
yaratıcının dergâhına yaklaşabilir ve O'nun sevgili kulu olabilir. Böyle
olduğunda da gözü Rabbinin gören gözü olur; yani başkalarının göremediklerini
binlerce perde ve örtü arkasından görebilir. Kimsenin duyup işitemediğini o işitir.
Hatta maneviyatı, melekutî sûretleri ve his ötesi gaybî nağmeleri açık ve net
bir şekilde duyabilir.
Sonuç olarak, değerli okuyucu şunu bilmelidir ki; bu
tür kıssalarda gerek okuduğu, gerek duyduğu, gerekse Allah'ın vaat ettiği ve (has
kullarına) sakladığı bu yüce makamlar ve ruhani dereceler, iyi ve mukarreb
kullar için denizden bir damla misalidir. Nitekim, Hadis-i Kudsi'den de bu
anlaşılmaktadır.[20]
KÖTÜRÜMKEN
İYİLEŞMEK
Bir hac yolculuğunda büyük âlim Hacı Seyit Ferecullah
Behbehanî'yle görüşme fırsatı buldum. Evindeki taziye meclisinde İmam Hüseyin
(a.s) tarafından bir mucize gerçekleşmişti. Ben de ondan bu mucizeyi bana
yazmasını rica ettim. Olayı kendi kalemiyle detaylı bir şekilde yazarak bana
yolladı. Yazılı metni burada olduğu gibi naklediyorum:
Ramhormoz'a bağlı Câbirnan doğumlu Behbehan sakini
Abdullah, 28 Muharrem 1883 yılında ayağından müzmin bir hastalığa yakalandı. Koltuk
değneğiyle güçlükle yürüyordu. Geçimi için hayırsever müminler ona yardımda
bulunurlardı. Doktor Gulamî'ye müracaat ettiğinde pek de ümit verici bir haber
almadı. Sonra yanıma gelerek Ahvaz'a gitmek için yardım istedi. Allah'a şükür,
yolculuk için vesileler tedarik edildi. Ona bir mektup vererek Ayetullah
Behbehanî'ye yolladım. O da Abdullah'a yardım konusunu kabul ederek onu Condi
Şahpur hastanesi başhekimi Doktor Ferhat Tabipzade'nin yanına yolladı.
Doktor, ilk etapta ayaklarının filmini çekti. Diz
kapaklarının altında kansere neden olan bir urun oluştuğunu belirterek, bu ayağın
iyileşmesinin artık imkânsız olduğunu söyledi. Daha sonra tüm masraflarını
kendisi karşılayarak onu Abadan Petrol Hastanesi'ne sevk etti. Orada da ayağından
dört film çekildi. Ne var ki sonuç aynıydı. Bu cevabı da aldıktan sonra ümitsiz
bir şekilde Behbehan'a geri döndü.
Abdullah şöyle anlatır:
Bu zaman zarfında gördüğüm bazı ümit verici rüyalar beni
biraz da olsa rahatlatıyordu. Bir akşam rüyamda sizin evin bahçesine girdiğimi
görmüştüm. Siz orada yoktunuz, ama dış bahçedeki elma ağacının altında iki
nurlu seyit vardı. O sırada siz de selam vererek içeri girdiniz. Seyitler, sizi
görünce kendilerini tanıttılar. Biri İmam Hüseyin (a.s) diğeri de oğlu Hz. Ali
Ekber (a.s) idi. İmam Hüseyin (a.s) size iki elma verdi. "Biri senin,
diğeri de oğlun içindir. Bu elmalar iki yıl sonra netice verecek!" dedi. Sonra
da Hz. Mehdi'yle (a.f) birkaç kelime sohbet etti.
O sırada ben de size dönerek "İmam'dan bana şifa
vermesini dileyin!" dedim. O iki büyük zattan biri şöyle buyurdu: 1384
yılında, Cemadiyüssani ayında, bir Pazartesi günü, falan şahsın (bana işaret
ederek) evinde taziye meclisi olacak. Oraya git; inşallah ayakların iyileşecektir!"
Sevinçle uykudan uyandım. Bu ümitle vaat edilen günün
gelip çatmasını bekliyordum.
Abdullah bu rüyayı bana da anlattı. O gün gelip
çattığında Abdullah'ın koltuğunda iki sopayla içeri girerek minberin yanında
bir yere oturduğunu gördüm.
Kendisi şöyle diyor: Mecliste oturalı bir saat
olmuştu. Yavaş yavaş ayağımın eski hâline kavuştuğunu hissedebiliyordum. Sanki
kan yeniden damarlarımda dolaşmaya başlamıştı. Ayağımı uzatıp tekrar topladım.
Bunu yapabildiğimi görünce iyileştiğimi anladım. Henüz mersiye okuyan şahıs sözlerini
tamamlamamıştı. Değnekler elimde olmadan ayağa kalkıp oturdum. Sevinçle olayı
etrafımdakilere de anlattım.
Abdullah daha sonra yanıma gelerek benimle tokalaştı.
Meclis bir anda salavât sesleriyle dolmuştu. Abdullah artık o müzmin hastalıktan
tamamen kurtulmuştu.
Bunun üzerine şehirde kutlama merasimleri tertiplendi.
İmam Hüseyin'in mucizesi münasebetiyle aynı yıl, mehir ayında, saat sekizden on
bire kadar bizim evde de kutlama merasimleri düzenlendi. Eşine az rastlanır bir
kutlama oldu ve fotoğraflar çekildi.
Vesselamu aleykum ve rahm. ve
berekatuh
Seyit Ferecullah el- Musevî
RÜYAYLA
GELEN ŞİFA
Vaktiyle merhum hacı Muhammed Haşim Silahî'nin ağzında
bir yara belirmişti. Öyle ki ağzından kan ve irin akıyordu. Oldukça üzgündü. Tedavi
için Doktor Yaverî'ye müracaat etti. Doktor, bu yaranın ancak elektrik tedavisiyle
iyileşebileceğini, cihazın Şiraz da bulunmadığını, bu nedenle de Tahran'daki Şurevi
Hastanesi'ne müracaat etmesi gerektiğini söyledi.
Merhum, bir ara bana gelerek "Bir yandan Tahran'a
gidersem, mübarek Ramazan ayının feyzinden mahrum kalacağıma üzülüyorum; diğer
yandan da gitmesem, kanları yutarak harama müptela olacağımdan endişe duyuyorum"
dedi. Nihayet Tahran'a gitmekten vazgeçti.
Bir sabah Doktor Yaverî elinde bir tıp kitabıyla evime
gelerek şöyle dedi:
Dün gece rüyamda birini gördüm. Neden Muhammed Haşim'i
tedavi etmediğimi sordu. Ben de Tahran'a gitmesi gerektiğini söyledim. Bunun üzerine
Tahran'a gitmeye gerek olmadığını, derdinin devasının elimdeki kitabın falan
sayfasında olduğunu söyledi.
Rüyadan uyandım. Hemen kitabı açtım. Karşıma tıpkı
rüyada söylenen sayfa çıktı. Nihayet orada yazılı olan yöntemi uyguladım. Allah
da ona şifa verdi ve mübarek Ramazan ayının orucunu ilk günden itibaren imsak etme
sevabına nail oldu.
Allah'ın sonsuz rahmeti ruhuna olsun.
BİR
ANDA YEDİ HASTANIN İYİLEŞMESİ
Yaklaşık 20 yıl bundan önce Şiraz'da tifo salgını baş
göstermişti. Oldukça büyük kayıplar vardı ve çok az evin dışında neredeyse bu
hastalığa yakalanmayan ev yoktu.
Bir gün merhum Muhammed Hâşim Silahî bana gelerek "Hacı
Abdurrahim Serefraz'ın evinde İmam Hüseyin'in (a.s) bereketiyle yedi tifo
hastası birden şifa buldu" dedi ve olayı detaylarıyla anlattı.
Sonraları Hacı Serefraz ile görüştüm ve bu olayın
nasıl gerçekleştiğini sordum. Anlattıkları, merhum Silahî'nin anlattıklarıyla
aynıydı. Sonra olayı kendi el yazısıyla yazmasını rica ettim. Şimdi, yazdığı
metnin aynını naklediyorum:
Bundan yaklaşık 20 yıl önce halkın geneli tifoya
yakalanmıştı. Evimin bir odasında (yakınlarımdan) yedi tifo hastası
bulunuyordu. Muharremin 8. akşamıydı. Taziye merasimine katılmak için onları
evde kendi hallerine bırakıp gecenin geç saatlerinde, telaşla merhum Hacı Molla
Ali Seyfî'nin tertiplediği ve kendi taziye meclisimiz sayılan merasime gittim.
Sine dövme merasiminin ardından Hz. Kâsım b. Hasan'ın (a.s) ağıtı okundu. Meclisin
bitiminde cemaatle sabah namazını kıldık. Namazın ardından alelacele evin
yolunu tuttum. Henüz yoldayken içimden, Hz. Zehra'nın (a.s) azizini (Hz. Mehdi)
vasıta kılarak, evimdeki yedi hastanın şifa bulmasını Allah'tan diledim.
Nihayet eve gelmiştim. Çocuklar mangal ateşinin
etrafına toplanmış, önceki günden arta kalan ekmekleri ısıtıp ısıtıp büyük bir
iştahla yiyorlardı. Bu sahneyi görünce öfkelendim. Çünkü bayat ekmek tifo
hastaları için zararlıydı. Sinirlendiğimi gören büyük kızım, "Biz iyiyiz, uykudan
yeni uyandık ve karnımız aç. Açlığımızı bastırmak için de ekmekle çay içiyoruz"
dedi. "İyi de tifo hastaları için ekmek yemek iyi olmaz" dedim. Bunun
üzerine "Babacığım! Biz şifa bulduk; otur da sana gördüğüm rüyayı ve nasıl
şifa bulduğumuzu anlatayım" dedi. Ben de anlatmasını istedim. Şöyle
anlattı:
Rüyamda, bulunduğumuz oda oldukça aydındı. Bir yabancı
odamıza gelerek bir köşeye siyah bir sergi serdi ve edepli bir şekilde kapının
yanında durdu. Ardından, son derece değerli beş kişi daha içeri girdi. İçlerinden
biri çok saygın bir hanımefendiydi. Önce odanın raflarına ve üzerinde 14 mâsumun
isimleri yazılı olan duvardaki tablolara dikkatle baktılar. Sonra siyah
serginin üzerine oturarak ceplerinden Kurân çıkarıp okumaya başladılar. Daha
sonra içlerinden biri Hz. Kâsım'ın ağıtını Arapça olarak okumaya başladı. "Kâsım"
isminin tekrarlanmasından dolayı bu ağıtların Hz. Kâsım için okunduğunu anladım.
Herkes şiddetle ağlıyordu. Özellikle de o yüce hanımefendinin ağlayışı daha yürek
yakıcıydı.
Herkesten önce odaya girip sergiyi seren şahıs küçük
kaplarda kahveye benzer bir şey getirip önlerine koydu. Bu azametteki kişileri
yalın ayak görünce şaşırmıştım. Öne çıkarak "Allah aşkına söyleyin, hanginiz
İmam Ali'siniz" dedim. İçlerinden biri "Benim!" diye cevap
verdi. Oldukça azametliydi. "Neden yalınayaksınız?" diye sordum. Ağlayarak
cevap verdi: "Biz bugünlerde yastayız, o yüzden ayaklarımız çıplak."
Dikkat ettim; sadece o heybetli hanımın ayağı örtülüydü.
Daha sonra "Biz çocuklar hastayız; annemiz de, teyzemiz
de hasta" dedim. İmam Ali (a.s) yerinden kalkarak mübarek elini teker teker
başımıza ve yüzümüze dokundurup yere oturdu. "Artık iyileştiniz!" dedi.
"Annem de hasta" dedim. "Annenin ölmesi gerekiyor!" dedi.
Bunu işitince ağladım, ısrarla yalvarmaya başladım. Ayağa kalkarak mübarek
ellerini annemin yorganının üzerine sürdü. Odadan çıkıp giderken bana dönerek "Namaza
önem verin; insan, kirpikleri açılıp kapandığı sürece namaz kılmalıdır"
buyurdu.
Sokak kapısına kadar arkalarından gittim. Onlar için siyah
parçalara bürünmüş binekler getirmişlerdi. Üzerlerine binip yanımızdan
ayrıldılar. Hemen eve döndüm. Bu esnada sabah ezanın sesini duyarak uykudan uyandım.
Elimle kardeşlerimin, teyzemin ve annemin eline dokundum. Hiçbirimizin ateşi
kalmamıştı. Hep birlikte sabah namazını kıldık. Çok acıkmıştık. Sizin gelip
kahvaltı hazırlamanız uzun sürer diye düşünüp çayla birlikte ekmek yedik.
Böylece evde bulunan yedi tifo hastası, doktora ihtiyaç duymadan iyileşmişti.
ÇABUK
İCABET
Takvası herkesçe tasdik edilen, güvenilir ve adil biri
olarak bilinen (Bezzaz/Manifaturacı lakaplı) Hacı Ali Selman Meneş şöyle
anlatır:
Bacağımda çıkan bir yara beni oldukça rahatsız ediyordu.
Hastaneye gidip ameliyat olmak çok zor geliyordu. Bir seher vakti teheccüd için
uyandığımda çok pis kokular hissettim. Merakla etrafıma baktığımda kokunun
yaramdan etrafa yayıldığını fark ettim. Perişan bir halde Rabbime şöyle
yalvardım: "Allah'ım! Ömrüm boyunca İslam'a hizmet ettim, sana kullukta
bulundum, Muhammed (s.a.a) ve onun temiz soyunun (a.s) sevgisi ile yaşadım. Beni
bu belaya düşürme ve senin dininden uzak olan kişilere müracaat etmeye mecbur
kılma!" Öyle ağlayıp sızlamıştım ki bir ara kendimden geçtim.
Uyandığımda sabah olmuştu. Teheccütten mahrum kaldığımı
düşünüp üzüldüm. Temizlenmek kastıyla alelacele merdivenlerden aşağı indim. Bir
anda ağrıyan ayaklarımla nasıl hızlı bir şekilde aşağı indiğimi anımsayıp
şaşırdım. Ayaklarımda hiç ağrı kalmamıştı. Işığa çıkarak yarama baktım. Yaradan
eser kalmamıştı. Hatta izi bile görünmüyordu. Yara olan ayağımla sağ ayağım
arasında hiçbir fark kalmamıştı.
Hacı Ali Selman Meneş, buna benzer birçok olayın kendi
ya da akrabalarının başına geldiğini, bu tür hastalık ve sıkıntıları dua ve mâsumlara
(a.s) tevessül yoluyla geçiştirdiklerini anlattı. Okuduğunuz bu kıssa da
onlardan bir numunedir.
Bu öyle bir olay ki, az rastlanır
Sen inkârcı olma, sırrı Hak'tadır.
KURÂN'IN
FEYZİ
Yine Hacı Ali Ağa şöyle naklediyor:
Çocukluğumda okula gitmediğim için cahil kalmıştım. Gençliğimin
ilk yıllarında Kurân-ı Kerim okumayı çok arzuluyordum. Bir gece arzuma kavuşmak
için kırık bir kalple Hz. Mehdi'ye (a.f) tevessül ettim.
O gece bir rüya gördüm; Kerbelada'daydım. Adamın biri
yanıma gelerek "Şu eve git; orada İmam Hüseyin (a.s) için ağıt okunuyor; git
de dinle!" dedi. İçeri girdim. İki saygın seyit yerde oturuyordu. Önlerinde
bir ateş vardı. Yanlarına, üzerinde ekmek bulunan bir sofra serilmişti. Bir miktar
o ekmekten ısıtarak bana ikram ettiler. Mersiye okuyan şahıs Ehlibeyt'in (a.s)
musibetlerini okudu. Merasim sona erdikten sonra uykudan uyandım. Ansızın arzumun
yerine geldiğini hissetim. Hemen Kurân-ı Kerimi açıp okumaya başladım. Eksiksiz
ve tam olarak okuyordum.
Artık Kurân tilaveti toplantılarına katılıyor ve
yanlış okuyanların hatasını gideriyordum. Hatta kıraat hocasının yanlışlarını dahi
düzeltiyordum.
Üstat; "Sen daha düne kadar okuma yazma bilmiyor
ve Kurân okuyamıyordum. Nasıl öğrendin?" diye sordu. "İmam-ı Zaman'ın
(a.f) bereketi ile bu arzuma kavuştum." dedim.
Hacı Ali, bugün itibarıyla kıraat üstatlığı yapıyor. Mübarek
Ramazan gecelerinde de kıraat toplantıları düzenliyor.
Hacı Ali'nin özelliklerinden biri de, rüya yoluyla gelecekte
gerçekleşecek olayları sık sık görmesidir. Yarın kiminle karşılaşacağını,
kiminle muamele edeceğini ve o muameleden ne kadar kazanç elde edebileceğini bu
rüyaları sayesinde bilmektedir.
Bana, "Allah çok yakında oğluna (Seyit Muhammed
Haşim'e) bir erkek çocuk bağışlayacaktır. Adını merhum babanın adı olan Seyit
Muhammed Taki koy!" dedi. Çok geçmeden Allah ona bir erkek çocuk bağışladı.
Adını Muhammed Taki koyduk.
Doğumdan sonra çocuk çok ağır bir hastalığa yakalandı.
Öyle ki yaşamasından ümidimizi kesmiştik. Yine Hacı Ali; "Bu çocuk
iyileşecek ve yaşayacak!" dedi. Kısa bir süre sonra Allah o çocuğa şifa
verdi. Şu an Allah'a şükürler olsun ki o çocuk beş yaşında ve yaşıyor.[21]
Kısacası Hacı Ali, takvası,
müstahaplara amel etmesi ve özellikle de günlük
nafileleri yerine getirerek nefsini kötülüklerden arındırması neticesinde İmam
Zaman'ın (a.f) inayet ve lütfünü elde etmiştir.
Bu Tür Kişiler Gelecekten Nasıl Haber Verirler?
Bazı kişilerin gelecekteki olayları anlayıp bildirmelerinin
sırrı şudur: Güç sahibi Allah, ezelden ebede kadar gerçekleşecek olan
büyük-küçük tüm olayları ve tekvînî hadiseleri, henüz vuku bulmadan önce ruhanî
kitapların ve manevî lehivlerin birinde kaydetmiştir. Nitekim Hadid sûresinde
şöyle buyurmaktadır:
"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi
bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın.
Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. * (Allah bunu) elinizden çıkana
üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır.
Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez."[22]
Buna göre bazı temiz gönüller, rüya âleminde bir hadde
kadar maddeden soyutlaşarak serbest kalabilir; saygın ruhlar, yüce levih ve
ilahî kitaplarla irtibata geçebilir; onlar tarafından bilinen birtakım
olaylardan haberdar olabilir, gördüklerini tamamen hafızalarında saklayarak uyanıp
da bedenlerine döndüklerinde uykuda gördüklerinden haber verebilirler.
DAHA
İLGİNÇ BİR ÖYKÜ
On beş yıl önce Kum'un ve Necef'in önde gelen âlimlerinden,
Kerbelaî Muhammed Kâzım Kerimî Sarukî[23] adlı
yetmiş yaşındaki yaşlı bir adamın hiç okur-yazarlığı olmadığı halde Kurân-ı
Kerim'i tam olarak öğrenip hafız olduğunu işittim. Şimdi yaşanmış olan bu gerçek
olayı aktarıyoruz:
Perşembe günü ikindi vakti Kerbelaî Muhammed Kâzım o
bölgede bulunan bir imamzadenin ziyaretine gider. İçeri girdiğinde iki muhterem
seyitle karşılaşır. Kendisinden türbenin etrafına yazılan yazıların okunması istendiğinde;
"Efendiler! Benim okuma yazmam yoktur; ben Kurân okuyamam" diye cevap
verir. Bunun üzerine onlar da okuması için ısrar ederler. Bu iki seyidin
iltifat ve buyruklarından sonra kendinden geçer ve orada yığılıp kalır.
Ertesi gün ilkindi vakti köy ahalisi imamzadeyi
ziyarete geldiklerinde onu yere uzanmış bir vaziyette bulurlar. Kerbelaî kendisine
geldiğinde duvardaki yazıtlara bakar. Bu yazıtların Cuma sûresine ait olduğunu görür
ve okumaya başlar. Bir süre sonra kendisinin Kurân hafızı olduğunu fark eder. Kurân-ı
Kerim'den istenen her hangi bir sûreyi doğru bir şekilde ezberden okur.
Merhum Mirza Şirazî'nin torunu Mirza Hasan'dan işittim,
şöyle diyordu:
Onu
defalarca sınadım. Sorduğum her ayetin hangi sûrede olduğunu ezberden söyleyebiliyordu.
Bana daha da ilginç gelen bir özelliği de herhangi bir sûreyi sondan başa doğru
okuyabilmesiydi.
Elimde
Sâfi Tefsiri vardı. Önüne koyup "Bu
da Kurân'dır; okuyabilir misin?" dedim. Kitabı aldı ve göz atmaya başladı.
"İyi ama bu kitabın tamamı Kurân değil!" dedi. Sonra da elini yazıların
üzerine koyarak "Bu yazı Kurân ayetidir, şu yarım satır ayettir, şu da ayet
değildir" dedi.
"Arapça ve Farsça okuma yazma bilmediğin halde bunu
nasıl yapıyorsun?" diye sordum. "Allah'ın kelamı nurdur, ayet olan yerleri
nur, diğer yazılar ise (onun nuru karşısında) karanlıktır" diye cevap
verdi.
Birkaç büyük âlimle daha görüştüm. Onlar da Kerbelaî Kâzım'ı
imtihan ettiklerini ve onun bu işinin olağanüstü bir şey olduğuna yüzde yüz
emin olduklarını belirterek bu makamın ona feyiz kaynağı Allah tarafından
verildiğini itiraf ettiler.
Salnâme-i Nur-i Dâniş'in 1335 yılı baskısının 223. sayfasında, Kerbelaî
Muhammed Kâzım'ın bir fotoğrafı yayımlandı. Kitapta, "Rabbanî İlhamlardan Bir
Numune" başlığı altında bir de makale vardı. Bu makalede bir grup saygın
âlimin bu olayı harikulade bir olay olarak yorumladıkları vurgulanıyordu.
Mezkur makalenin bir bölümünde şöyle yazılıdır: "Yukarıdaki
el yazmalarının toplamından Kerbelaî Kâzım'ın Kurân hafızı oluşunun ilahî bir
bağış olduğu iki delille ispatlanır:
1-Tüm köy halkının onun okuma-yazmasının olmadığına tanıklık
etmesi ve buna hiç kimsenin muhalefet etmemesi.
Ben bizzat bu mevzuun doğruluk derecesini Tahran
sakini Sarukîlerden sorup araştırdım. Okuryazar olmadığı yüksek tirajlı gazete
ve dergilerde yayımlanmasına rağmen muhalefet eden birinin çıkmaması, bu olayın
gerçek bir olay olduğunu inkâr edilmez kılıyor.
2-Kerbelaî'nin hafızlığından yola çıkarak bu tür hafızlığın
ders ve tahsil yoluyla mümkün olamayacağı ortadadır. Zira…
a) Ona Arapça ya da Arapça olmayan bir kelime okunduğunda
bu kelimenin Kurân'da olup olmadığını hemen söylemesi...
b) Kurân kelimelerinden bir şey sorulduğunda anında
hangi sûre ve cüzde olduğunu söylemesi…
c) Kurân-ı Kerim'in birkaç yerinde tekrarlanan bir kelimenin
tüm yerlerini duraksamaksızın ve eksiksiz olarak okuması…
d) Kurandaki bir kelime veya hareke yanlış okunduğunda
ya da bir harf eksik veya fazla okunduğunda hiç düşünmeden bunu söylemesi…
e)Birkaç sûreden alıntı yapılarak peş peşe okunan kelimelerin
yerini hiç hata yapmadan söylemesi...
f)Eline herhangi bir Kurân verildiğinde Kurân kelimesini
ya da ayetini anında göstermesi…
e)Arapça ya da Arapça olmayan bir sayfada diğer kelimelere
mutabık olarak yazılan bir ayeti ayırt edebilmesi, gerçekten fazilet ehli için
bile güçtür.
Bu özellikler, 20 sayfalık bir yazıyı ezberleyen en güçlü
hafızaya sahip bir kişide bile yoktur. Kaldı ki binlerce ayetlik Kurân'a böyle
vakıf olsun!"
Mezkur makalede, birkaç büyük din âliminin bu konuya
ilişkin tanıklıkları nakledildikten sonra şöyle yazılmıştır: "Allah
tarafından Kerbelaî Kâzım'a bahşedilen bu makam, sınırlı fikirlerini maddenin
dört duvarında kısıtlayanları ve tabiat ötesini inkâr edenleri şakına çevirmiş,
doğru yoldan sapan kimseler için de bir hidayet vesilesi olmuştur. Ama bu iş, tüm
önemine rağmen muvahhitlerin nazarında Allah'ın sonsuz ışıklarından (inayetlerinden)
küçücük bir ışıktır ve Hakk'ın en küçük kudret mazharlarından biridir.
Tarihte yazılı ve kayıtlı olan bu tür olağanüstü olaylar,
peygamberler ve hak elçileri tarafından defalarca tahakkuk bulmuştur. Asrımızda
da yaratılış kaynağıyla irtibatta olan keramet sahibi kişiler vardır ve bunlar,
Kurân hafızlığından çok daha önemli ve değerlidirler."
Bu makalenin sonunda şu noktayı hatırlatmayı gerekli
görüyorum: Bu olaylar gazete ve dergilerde yayınlandıktan ve Tahran'da
duyulduktan sonra çarşıdaki bazı dindar esnaflardan şöyle duydum: "Bundan
birkaç yıl evvel, yani merhum Hacı Yahya zamanında, Hacı Abûd adında kör bir
şahıs "Seyit Azizullah Camii"ne gidip gelirdi. Kör olmasına rağmen Kerbelaî
Kâzım'ın taşıdığı özelliklere sahipti. O da ayetin yerini gösterir, halka Kurân
ile istihare ederdi… Bir gün ona Kurân-ı Kerim kalınlığında Fransızca bir
sözlük vererek istihare etmesini istediler. Hemen sinirlenerek sözlüğü yere attı
ve "Bu, Kurân değil!" dedi.
Kurân hafızının da hazır bulunduğu bir mecliste üniversite
hocalarından sayın İbnuddin, Hacı Abûd'un sahip olduğu özellikleri teyit ederek
şöyle dedi:
Bu şahsı merhum Ayetullah Hacı Şeyh Abdülkerim Hairî'nin
de bulunduğu Kum kentinde üstat Misbah Yezdî'nin evinde mülakat ettim. Orada
onu imtihan ettiler. Tüm bunlar, Allah'ın kudretinin bir göstergesidir. Bazen
halkı bunlarla irşat eder ve zahirî hücceti tamamlar.
"Bu, Allah'ın lütfüdür. Onu dilediğine verir.
Allah büyük lütuf sahibidir.[24]
Merhum Muhammed Rahim İsmail Beyg, Ehlibeyt'e (a.s) tevessül
etme ve İmam Hüseyin'e (a.s) kalbi bağlılık konusunda eşine az rastlanır takva
sahibi kimselerdendi. Bu yüzden bir takım manevî makamlara erişmişti. Merhum, 1387
Ramazan ayında hakkın rahmetine kavuştu. Kendisi şöyle nakleder:
Altı yaşında gözlerimden bir rahatsızlık geçirdim. Bu
rahatsızlık, ağrısıyla birlikte üç yıl devam etti ve üç yıl sonunda bu hastalık
yüzünden iki gözümü de kaybettim.
Aşura günleri muhterem dayım merhum Hacı Muhammed Taki
İsmail Beyg'in evinde mersiye meclisi vardı. Hava çok sıcak olduğundan
misafirlere soğuk şerbet ikram ediyorlardı. Dayıma "Bugün davetlilere ben şerbet
dağıtmak istiyorum" dedim. "Gözlerin görmediği için bu işi sen
yapamazsın" dedi. Bunun üzerine "O halde sağlam birini görevlendirin;
bana yardımcı olsun" dedim. Dayım da bu teklifimi kabul etti ve bizzat
kendisi yardım ederek misafirlere birlikte şerbet ikram ettik.
O sırada merhum Muinuşşeria İstehbânatî minbere
çıkarak Hz. Zeynep'in (a.s) mersiyesini okudu. Bu mersiye beni çok etkilemişti.
Dayanamayıp ağladım ve kendimden geçtim. (Mukaşefe aleminde) İhtişam ve azamet
sahibi bir hanımefendi gördüm. Bu hanımefendi Hz. Zeynep (a.s) idi. Mübarek
ellerini iki gözüme sürerek "Artık iyileştin; gözünde bir ağrı hissetmeyeceksin"
dedi.
Gözümü açıp meclistekilere baktım. Sevinçle dayımın
yanına koştum. Meclisteki herkes şaşırmıştı. Bir anda etrafıma toplandılar.
Dayımın isteği üzerine beni bir odaya götürerek kalabalığı dağıttılar.
Merhum, daha sonra şöyle nakleder:
Birkaç yıl önce birtakım deneyler yapıyordum. Yanımda
ki alkol dolu kâseyi fark
etmeden kibrit
yaktım. Ansızın alkol ateş alıp yanmaya başladı. Gözlerimin dışında bütün bedenimi
ateş aldı. Birkaç ay hastanede tedavi gördüm. Bana "Nasıl oldu da gözlerin
sağlam kaldı?" diye soranlara bunun, İmam Hüseyin'in (a.s) bir vergisi
olduğunu, ömrümün sonuna kadar gözlerimin ağrımayacağını vaat ettiklerini
söylüyordum.
İDAM
CEZASI
Hacı Mümin lakabıyla meşhur merhum Abbas Ali, birçok kez
mukaşefe alemine tanık olmuş, kerametler elde etmiş yakîn ehli biriydi. Yolculuklarda
ve huzurda yaklaşık 30 yıl onunla arkadaşlık etme şerefine nail olmuştum. Kendisi,
yaklaşık iki yıl bundan önce Allah'ın rahmetine kavuştu.
Merhum hakkında birçok kıssa nakledilmiştir. Bir
defasında devlet casusları, merhumun dayısı Abdunnebi'nin oğlunun evinde silah
bulmuşlardı. Onu tutuklayarak hapse attılar. Bir süre sonra da idama mahkûm ettiler.
Dayısı oldukça perişan ve üzgündü.
Hacı Mümin, "Ümidini kaybetme! Bütün işler Hz. Mehdi'nin
(a.f) iradesi altındadır. Bu Cuma akşamı O'na tevessül ederek oğlunun
kurtulmasını dileyelim" dedi. Hacı Mümin, dayısı ve dayısının eşi geceyi
hiç uyumadan, dua ve tevessülle geçirdiler.
"(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı
zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri
kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!"[25]
ayetini
okudular.
Üçü de gecenin sonlarına doğru çok güzel bir misk
kokusu algılayarak o yüce zatın nuranî cemalini müşahide etmiş; İmam onlara, "Duanız
kabul oldu. Allah evladınızı size bağışladı; yarın eve dönecek!" diye vaatte
bulunmuştu.
Merhum Hacı Mümin der ki: Çocuğun anne ve babası Hz.
Mehdi'nin (a.f) cemalini gördüklerinde dayanamamış, sabaha kadar baygın düşmüşlerdi.
İdam günü gelip çattığında sabahleyin erkenden çocuklarının akıbetini öğrenmeye
gittiler. O sabah idamın bir sonraki güne ertelendiğini, dosyasının yeniden
gözden geçirileceğini haber aldılar. Nihayet, öğleden önce onu serbest bıraktılar.
Merhum Hacı Mümin'in duasının aynı zamanda şiddetli
hastalar ve sıkıntıda olanlar hususunda da kabul olduğuna dair birçok kıssalar
nakledilmiştir. Allah'ın sonsuz rahmeti onun ruhuna olsun.
KURTARICI
Yine Hacı Mümin
şöyle anlatır:
Gençliğimin ilk yıllarıydı. O dönemlerde İmam-ı Zaman'ı
görmeyi çok istiyordum. Bu şevk beni öyle etkisi altına almıştı ki O'nu görünceye
kadar yemeyi ve içmeyi kendime haram etmiştim. (Gerçi bu istek cahilliğimden ve
aşırı iştiyakımdan kaynaklanıyordu.) İki gün boyunca hiçbir şey yemedim. Üçüncü
gece bir miktar su içmek mecburiyetinde kaldım. Baygınlık geçirdim. O esnada İmam-ı
Zaman'ı gördüm. Bana, "Neden kendini böyle harap ediyorsun?" diye çıkıştı.
Sonra da "Sana yiyecek bir şeyler göndereceğim; onları ye" buyurdu.
Kendime geldiğimde saat epey geç olmuş, (Serduzek) Camii boşalmıştı. Kapı çalıyordu.
Gidip kapıyı açtım. Tanınmamak için olsa gerek, başını abayla örtmüş bir
yabancı, abasının altında bir tabak yiyecekle karşımda duruyordu. "Al
bunları ye ve kimseye de verme!" diye tembihte bulundu. Yemeği minberin
altına koyarak oradan uzaklaştı. Merakla yemeğe baktım. Tabakta kızarmış tavuk ve
pilav vardı. Hemen yemeye başladım. Şimdiye kadar tadına varamadığım eşsiz bir lezzeti
vardı.
Ertesi gün, dönemin önde gelen hayırseverlerinden
merhum Mirza Muhammed Bâkır gün batımından önce yanıma gelerek boş tabağı istedi.
Bir miktar para vererek "Şu parayı al; yarın Seyit Haşim Meşhed'e hareket
edecek. Sen de onunla git! Zira yolda büyük bir şahsiyetle mülakat edecek ve
ondan yararlanacaksın" dedi.
Hacı Mümin sözlerine şöyle devam eder:
Parayı alarak merhum Seyit Haşim'le birlikte Tahran'a doğru
hareket ettik. Tahran'dan çıktığımızda yaşlı ve nur yüzlü biri eliyle arabamıza
dur işareti yaptı. (Otomobil, Seyit Haşim tarafından özel olarak kiralandığı
için) onun izniyle arabaya bindi ve yanıma oturdu.
Yolculuk sırasında bana birçok nasihatlerde bulundu. Başımdan
geçenleri ve başıma gelecekleri haber verdi. Hayrıma olan ne varsa bana izah etti.
Anlattıkları şeylerin hepsini gördüm. O gün beni lokanta
yemeklerini yemekten sakındırarak, "Şüpheli yemekler kalbe zarar verir"
demişti. Bu yüzden yanında bir sofrası vardı. Ne zaman ihtiyaç duysa onu
çıkarır, arasındaki taze ekmekten bana da ikram ederdi. Bazen yeşil kişmiş
çıkarır, bana da verirdi.
Bir süre sonra Kademgâh'a vardık. Bana ecelinin
yaklaştığını ve Meşhed'e varamayacağını söyledi. "Ölürsem kefenin yanımda
hazırdır. Üzerimde 12 tümen var. Onunla türbenin avlusunda bir yer satın al; cenazemi
de Seyit Haşim kaldırsın!" diye vasiyet etti.
Bu sözler beni hem ürkütmüş hem de üzmüştü. Bana "Sakin
ol! Ölüm gelip bana ulaşıncaya kadar bunlardan kimseye söz etme ve Allah'ın
istediğine razı ol!" dedi.
Torok Dağı'na vardığımızda[26]
otomobil durdu. Yolcular arabadan inerek İmam Rıza'nın (a.s) türbesine selam
verdiler. Şoför muavini gözlerini uzaktan görünen kubbeye dikmişti.
Yaşlı adam bir köşeye çekilip yüzünü türbeye çevirdi.
Selam verip uzunca ağladı. "Mübarek kabrine yaklaşmak için bundan daha
fazla liyakatim yok" dedi. Sonra kıbleye doğru uzanarak abasını başına
çekti.
Aradan birkaç dakika geçmişti. Yavaşça yanına
yaklaştım. Abasını açıp baktım. Yaşlı adam hakkın rahmetine kavuşmuştu. Ağlayıp
sızlamamı işiten yolcular etrafıma toplandı. Şahit olduğum bazı kerametlerini
onlara da anlattım. Orada bulunan herkes bu olaydan etkilenerek ağlamıştı. Daha
sonra cenazesini aynı arabayla şehre götürüp mukaddes türbenin avlusuna defnettik.
ÖLÜM
SAATİ
Yine Hacı Mümin, birkaç yıl Serduzek Mescidi'nin bir
köşesinde itikaf ve ibadetle meşgul olan züht ve takva ehli Seyit Ali Horasanî'den
birtakım ilginç olaylar nakletti. O olayların birini şöyle anlatır:
Seyit Ali ölmeden bir hafta önce bana "Önümüzdeki
Perşembe günü yanıma gel. O gece benim son günüm olacak" demişti. Bunun
üzerine Perşembe günü akşam üzeri yanına gittim. Ocağın üzerinde bir miktar süt
vardı. Bir bardak kendi içtikten sonra kalanını da bana vererek içmemi istedi. "Bu
akşam dünyadan göçeceğim; cenaze işlerimi (Serduzek Camii imamı) Seyit Hâşim
üslenecek. Yarın (cami komşularından) Adalet adlı bir şahıs gelir de kefenleme
işini üstlenmek isterse, buna razı olma; ama tatlı satıcısı Celal kendi
malından beni kefenlemek isterse kabul et" dedi.
Sonra kıbleye doğru dönerek Kurân tilavet etmeye
başladı. Ansızın gözlerini kıbleye dikti. Yaklaşık yüz defa "lâ ilâhe
illallah" kelimesini tekrarladı. Tüm bedeniyle ayakta durarak "Selam
olsun sana ey ceddim!" dedikten sonra kıbleye uzandı ve "Ya Ali! Ya
Mevla!" dedi. Daha sonra bana dönerek "Ey genç, bana bakıp da sakın korkma!
Ben ceddimin yanına giderek rahatlığa kavuşacağım" dedi. Sonra da gözlerini
kapayıp ruhunu Allah'a teslim etti.
DÜŞÜNCEYİ
BİLME
Yine Hacı Mümin, Serduzek Camii cemaat imamı muhterem âlim
Hacı Seyit Haşim'in anlattığı bir olayı naklederek şöyle der:
Bir
gün Seyit Haşim minbere çıkarak namazda kalbi huzurun gerekliliği ve önemi
hakkında konuşma yaptı. Ve sözlerine şöyle devam etti:
Bir gün şu camide merhum babam (Hacı Seyit Ali Ekber
Yezdî) cemaat namazı kıldıracaktı. Cemaatte ben de vardım. Ansızın köylü kıyafeti
giymiş biri içeri girdi ve cemaat saflarını yararak babamın hemen arkasındaki
ilk safta yerini aldı. Müminler, takvalı kişilerin durması gerektiği yerde onu
görünce bu durumdan rahatsız oldular. Ama yabancı, bu duruma aldırış bile etmemişti.
Namazın ikinci rekâtındaydık.
Henüz kunuttayken ansızın fürada kastıyla cemaatten
ayrıldı ve namazını bitirip olduğu yere oturdu. Ardından yanında taşıdığı
sofrayı açarak ekmek yemeye başladı.
Namaz sona erince cemaattekiler her taraftan ona
saldırıp itirazlarını dile getirdiler. Fakat o hiçbir şey söylemiyordu. Babam durumu
fark edince "Ne oluyor?" diye çıkıştı. Cemaat; "Meselesini bile
bilmeyen şu cahil köylü cemaatin ilk safında durarak size iktida etti; sonra
namazın ortasında ayrılarak namazını bitirdi. Ardından hiçbir şey olmamış gibi
yemek yedi" diye cevap verdi. Bunun üzerine babam ona; "Neden böyle
bir şey yaptın?" diye sordu. Yabancı, "Cevabını gizlice mi söylememi
istersiniz, herkesin içinde mi?" dedi.
Babam; "Herkesin içinde söyle" dedi.
Bunun üzerine yabancı şöyle dedi:
"Cemaat namazının sevabından yararlanmak amacıyla
camiye girdim. Size iktida ettim. Ne var ki, Fatiha sûresinin ortalarına vardığınızda
namazdan çıktınız. Artık yaşlandığınızı, camiye gelmekten aciz olduğunuzu
düşündünüz. Kendi kendinize artık bir bineğe ihtiyaç olduğunu ve camiye gidip gelirken
ona binmeniz gerektiğini hayal ettiniz. Sonra merkeplerin satıldığı meydana
giderek kendinize bir binek seçtiniz. İkinci rekâta geldiğinizde bineğinize yem
ve yer ayarlıyordunuz. Artık dayanamadım ve daha fazla sizinle cemaat namazı
kılmanın reva olmadığını düşündüm. Bu yüzden de namazımı fürada olarak kıldım."
Yabancı, bu cevabı verdikten sonra sofrasını toparlayıp
dışarı çıktı. Babam elleriyle başına vurarak ağlamaya başladı. "Bu adam
büyük bir insan olsa gerek! Çabuk onu bana getirin; ona ihtiyacım var!"
diye hayıflandı. Ancak cemaat dışarı çıktığında adam gözden kaybolmuştu. Bugüne
kadar da onu gören olmadı.
Bu öyküden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki: Hiçbir
mümine hakaret gözüyle bakılmamalı veya bir müminin yapmış olduğu bir işi
doğruya yorma yolu varken onu kötüye yormanın yanlış olduğu bilinmelidir. Zira tahkir
edilen kişi, insanların gözünde üstünlük ve ihtiram nedeni olarak bilinen birtakım
zahirî şeylere sahip olmadığı için sırf bu nedenle Allah'ın gözünde saygın bir
mevkie sahip olabilir veya insan, bilmeyerek de olsa, bir Allah dostuna haksızlık
ederek O'nun kahır ve gazabına uğrayabilir.
Aynı şekilde, Allah dostu bir kimse doğru bir iş yapabilir;
fakat insan o işi doğruya ve iyiye yorması gerekirken yersiz itiraz ve eleştirileriyle
doğruluğa rağmen onun kalbini kırabilir.[27]
MÜMİN
TAHKİR EDİLMEMELİDİR
Takva ehli alimlerden Hacı Şeyh Muhammed Bâkır Şeyhülislam
der ki:
Cemaat namazı bittikten sonra sağımda ve solumda oturan
kişilerle tokalaşmayı alışkanlık hâline getirmiştim. Bir defasında Samerra'da
merhum Mirza Şirazî'nin kıldırdığı cemaat namazına katılmıştım. Solumda
muhterem bir alim, sağımda da basit bir köylü vardı. Namazdan sonra sağ tarafımda
oturan muhterem âlimle tokalaştım; solumda oturan köylüye ise elimi uzatmadım.
Hemen bu yanlış düşüncemden pişman oldum ve kendi kendime "Sana göre
hiçbir şanı ve makamı olmayan bu sâde köylü, Allah katında saygın ve aziz biri
olabilir!" dedim. Sonra son derece edepli bir şekilde elimi uzatarak onunla
da tokalaştım.
O sırada adeta dünya kokularından olmayan bir misk
kokusu algıladım. Oldukça mutlu oldum. İhtiyat ederek ona "Yanınızda bir
misk kokusu var mı?" diye sordum. "Hayır, asla böyle bir kokum olmadı"
diye cevap verdi. O kokunun ruhanî ve manevî kokulardan olduğuna kesin olarak
inanmıştım. Ayrıca o kişinin de çok saygın ve manevî biri olduğuna yakin ettim.
O günden sonra hiçbir mümini küçümsemeyeceğime dair kendi kendime ahdettim.
ALLAH'IN
LÜTFÜ VE KULUN NAKÖRLÜĞÜ
Yine adı geçen merhum Şeyhülislam, Behbehan şehri Cuma
imamı Seyit Behbehanî'den (ismini bana tam olarak söylemişti, ama daha sonra unuttum)
şöyle işittiğini anlatır:
Vaktiyle Mekke'ye müşerref olmuştuk. Namaz için Mescidü'l-Harâm'a
gitmek üzere evden dışarı çıktım. Yolda hayatî bir tehlike atlatmış, Allah'ın
inayetiyle ölümden dönmüştüm. Neyse ki sağlıklı bir şekilde mescide doğru
yöneldim. Mescit kapısının yakınlarında kavun satıcıları vardı. Yere çok
miktarda kavun dökmüş, yoldan geçenlere satıyorlardı. Merak edip fiyatını sordum.
"Şu taraftaki kavunların fiyatı şu kadar, ama ucuzunu istersen diğerleri
daha iyi" dedi. "Mescit çıkışı alırım" diye düşündüm. Mescidü'l-Haram'a
giderek namazla meşgul oldum.
Namazda "Pahalı kavunlardan mı, ucuz kavunlardan
mı alayım ya da kaçar kilo alayım? diye düşünüyordum.
Namazım bitene kadar bu düşünceler
içerisindeydim. Namazı bitirip dışarı çıkmak istediğimde hiç tanımadım biri
yanıma gelerek yavaşça kulağıma bir şeyler fısıldadı. "Seni bugün ölüm
tehlikesinden kurtaran Allah'a karşı O'nun evinde kavun namazı kılman doğru
olur mu?" diye sordu.
Hemen kabahatimi anlayarak titremeye başladım. Eteğine
yapışmak istedim ama, onu bulamadım.
36. ve 38. öykülere benzer yaşanmış birçok öykü nakledilmiştir.
Benzeri bir kıssayı da
Kısasu'l-Ulema adlı eserin sahibi merhum
Tunikabonî, kitabının 311. sayfasında şöyle nakleder:
Seyit Razi'nin kerametlerinden biri de şuydu: Vaktiyle
kardeşi Seyit Murtaza'ya namazda iktida etmişti. Rükûa vardıklarında seyit Razi
namazını münferit olarak tamamladı. Ona niçin münferit kıldığını sorduklarında,
"Rükûa vardığımızda kardeşim Seyit Murtaza'nın fikri hayız meselesiyle
meşgul idi. Onu kanlarla boğuşurken gördüm. Bu yüzden namazımı yarıda keserek
münferit kıldım" diye cevap verdi.
Bazı kitaplarda seyit Murtaza'nın bu konuyu itiraf
ettiği ve şöyle dediği yazılıdır: "Kardeşim doğru anlamıştı. Namaza gelmeden
önce bir bayan, bana hayız meselesiyle ilgili bir soru sordu. Namazda ona
verdiğim cevabı düşünüyordum. Bu yüzden kardeşim kanlarla boğuştuğumu görmüş
olacak."
Kalbî huzur, namazın sıhhat şartlarından değildir. Yani
kalbî huzur olmadan kılınan namaz, insandan mükellefiyeti kaldırır ve namazı tekrar
kaza veya iade etmeye gerek kalmaz. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şudur:
kalbî huzur olmadan kılınan namaz, tıpkı ruhsuz beden gibidir. Yani ruhsuz
bedenin bir eseri ve semeresi olmadığı gibi, kalbî huzur olmadan kılınan
namazın da bir mükâfatı yoktur. Bu namaz, insanı Allah'a yaklaştırmaz. İnsanı
ancak huzur-u kalple kılınan miktar Allah'a yaklaştırır. Bu yüzden bazılarının
namazından ancak yarısı, bazılarının ancak üçte biri ve bazılarının da ancak dörtte
biri kabul olur.[28] Hatta bazılarının
namazının da ancak onda biri makbul olur.
Usul-i Kafi'de
İmam Câfer Sâdık'tan (a.s) rivayet edilir ki; bir insan elli yıl namaz kılabilir,
ama kıldığı namazlardan iki rekâtı dahi kabul olmayabilir.
Allah'ım! (Katına) yükselmeyen
namazdan ve fayda vermeyen amelden sana sığınırım!
ACİL
YARDIM
Ali Asker İsna Aşerî'nin kâtibi şöyle der:
Bir akşam eşimin burundan kan açılmıştı. Hiç aralıksız
burnun iki deliğinden de kan geliyordu. O saatte doktora ulaşmamız mümkün
değildi. "Kanama bu şekilde devam edecek olursa, eşimin aşırı kan
kaybından ölmesi içten bile değil" diye düşündüm. Daha önceden hiç dile
getirmediğim Allah'ın mübarek isimlerinden biri olan "Kabiz" ismini "Ya
Kâbiz!" diyerek defalarca tekrarladım. Anında kan kesiliverdi. Öyle ki,
bir damla bile akmadı.
Bu olay üzerinden bir hafta geçti. Vakit akşam olunca uyumuştum.
Bir ara beni uykudan kaldırarak eşimin tekrar burnun kanadığını söylediler. O
akşam okuduğum ismi tekrarlamamı istediler. Aynı ismi tekrarladım ve kan yine kesildi.
Duanın icabet olmasının önemli şartlarından biri de
madde ve etkenler üstü Allah'ın sonsuz kudretine yakîn etmektir. Tüm vesileler
onun iradesi altındadır. Şek ve tereddüt ile edilen dualar icabetten uzaktır.
Kendisini mutlak olarak Allah'a muhtaç gören ve Allah'tan
başka bir yardımcısının olmadığına yakîn eden bir kimse, bu hâliyle O'ndan bir
şey dilerse, elbet dileğine kavuşur.
Bazı muteber kitaplarda şöyle bir hâdise nakledilir:
Kadının
biri, bir gün bebeğini de kucağına alarak nehir üzerindeki bir köprüden karşıya
geçmek ister. Ne var ki köprü kalabalıktır. İzdiham sonucu yere düşer ve
kucağındaki çocuk suya yuvarlanır. Yavrusunun nehre düştüğünü gören kadın "Müslümanlar
feryadıma yetişin!" diye acı acı bağırır. Bebek, kundağıyla birlikte suyun
akıntısına kapılmıştır. Anne ise ümitsizce etrafında bulunanlardan yardım
ister. Ne var ki az ileride bir su değirmeni vardır ve küçük yavrusu değirmene
doğru ilerlemektedir. Kundak değirmen taşının döndüğü yere iyice yaklaştığında anne,
artık çocuğunun taşın altına girerek parçalanacağını anlar. Bu durumda onu
kimsenin kurtaramayacağını çok iyi bilmektedir. Çocuk değirmen taşının altına
gireceği sırada başını göğe kaldırarak "Allah!" diye haykırır. O sırada
hızla akan su bir anda durur ve bulunduğu yerde birikmeye başlar. Anne hemen
değirmenin yanına giderek kendi eliyle çocuğunu sudan çıkarır ve Rabbine şükreder.
"Onlar mı (hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı
zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün
hâkimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Ne kadar da kıt
düşünüyorsunuz."[29]
HÜSEYNÎ
İNTİKAM
Birkaç yıl Hindistan'da ikâmet eden ve şu an Şiraz'da
bulunan Hacı Muhammed Sevdager, Hindistan'da kaldığı süre içerisinde birtakım
ilginç olaylara şahit olduğunu anlatmıştır. Aşağıda, onun anlattığı bir olayı
naklediyoruz:
Vaktiyle Bombay şehrinde bir Hindu, resmî bir emlak
bürosunda kendisine ait mülkünü satmıştı. Parasının tamamını müşteriden alarak bürodan
dışarı çıktı. Şia mezhebine mensup iki dolandırıcı da onu pusuya düşürüp
parasını almak için fırsat kolluyordu. Hindu, durumu fark edince hızla evinin
yolunu tuttu. Hemen evinin önünde bulunan ağaca tırmanarak izini kaybettirdi. İki
dolandırıcı evine girip adamı aramaya başladı. Ama Hindu evde yoktu. Bunun
üzerine zavallı Hindu'nun eşini taciz etmeye başladılar. "Onu eve girerken
gördük, bir an önce saklandığı yeri söyle" diye zorlamaya başladılar. Zavallı
kadın "Bilmiyorum" deyince dövdüler. Kadın sonunda mecbur kalıp "Kendi
imamınız Hz. Hüseyin'in (a.s) hakkı için ona bir şey yapmayacağınıza dair yemin
ederseniz, yerini söylerim!" dedi. Hayâdan yoksun bu iki arsız, İmam'ın
üzerine yemin ederek ona bir zarar vermeyeceklerini ve sadece yerini öğrenmek
istediklerini söylediler. Kadın ağaca işaret edince onlar da ağaca tırmanarak Hindu'yu
aşağı indirdiler. Üzerindeki paraların tümünü aldılar. Daha sonra takip edilir,
rezil oluruz korkusuyla kafasını kesip oradan uzaklaştılar.
Zavallı
kadın, başını göğe kaldırarak ey "Şiîlerin Hüseyin'i! Sana edilen yemin
üzerine kocamın yerini gösterdim!" diye haykırdı. O sırada aniden biri
ortaya çıktı ve parmağıyla o iki adamın boğazına işaret etti. Anında o zorbaların
kafaları bedenlerinden ayrılarak yere düştü. Sonra kafası kesilen Hindu'yu dirilterek
gözlerden kayboldu.
Devlet
makamları bu olaydan haberdar oldu. Araştırmalardan sonra İmam Hüseyin'in
mucize gösterdiğine yakîn edildi. Bu olay üzerine Muharrem ayı münasebetiyle
devlet makamları tarafından büyük bir ziyafet verildi. Demir yolları
taşımacılığı, İmam Hüseyin'in (a.s) matemcileri için ücretsiz seferler başlattı.
Yeniden hayata dönen Hindu ve yakın akrabaları da Şiî olarak Müslümanlığı
seçtiler.
ALEVÎ İNTİKAM
Züht ehli muhterem alimlerden merhum Hacı Şeyh
Muhammed Şefi' Muhsinî Cemmî yaklaşık iki ay önce Allah'ın rahmetine kavuştu. Merhum,
hayattayken bana şu öyküyü anlattı:
Kenkan'da
fakir bir meddah vardı. Ev ev dolaşır, Hz. Ali'nin (a.s) methiyle ilgili kasideler
okur, halk da ona geçimi için yardım ederdi. Bir gün, rastlantı sonucu yolu Nasibî
bir "kadı"nın evine düştü. Orada Hz. Ali'nin (a.s) methinde birçok kaside
okudu. Kadı bu işe oldukça öfkelenmişti. Kapıyı açarak "Ne kadar da Ali'yi
methediyorsun! Ömer'i methetmezsen sana bir şey vermeyeceğim!" dedi. Meddah;
"Ömer uğruna bana verilen şey, benim için yılan zehrinden daha kötüdür;
asla o bahşişinizi almam!" diye cevap verdi. Kadı hiddetinin önünü
alamayarak zavallı meddahı iyice dövmeye başladı. "Kadı"nın hanımı öne
çıkarak "Yeter artık, onu öldürürsen seni de öldürürler!" diye
çıkıştı. Sonra da kadıyı içeri götürerek yatıştırdı. Bir sorun çıkmasın diye de
meddahın gönlünü almaya çalıştı.
Bir
süre sonra "kadı"nın feryadı duyuldu. Kadın, kocasının sesini duyar
duymaz hemen içeri koştu. Gördüğü manzara onu şaşkına çevirmişti. Çünkü kocası,
hem dili tutulmuş hem de felç olmuştu.
Haberi
hemen akrabalarına duyurdu. Ona "Nasıl bu hâle geldin?" diye
sorduklarında işaret diliyle kendisini göğün yedinci katına götürdüklerini ve
büyük bir zatın yüzüne tokat atarak aşağı fırlattığını anlattı.
Bir
süre sonra kadıyı Bahreyn Hastanesi'ne kaldırdılar. İki aya yakın bir süre
tedavi altında kaldı. Ancak hiçbir faydası olmamıştı. Bu yüzden Kuveyt'e
intikal ettiler.
Şeyh Muhammed şöyle diyor:
Tesadüfen
onunla aynı gemiye binmiştik. Birlikte Kuveyt'e gittik. Dua etmem için bana yalvarıyordu.
Ona tokat yediği kişinin eliyle şifa bulması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Ne
var ki sözüm bu zavallıya tesir etmedi.
Bir
süre sonra Kuveyt'teki hastanelere müracaat etti. Onların da bir yararı olmadı.
Geçen yıl ona Bahreyn'de rastladım. Bir dükkânda yoksulluk içerisinde yaşıyor
ve dileniyordu.
Bu "kadı"nın öyküsüne benzer bir öykü de Ebu
Abdullah Muhaddis adlı bir şahıs hakkında nakledilmiştir. Bu olay,
Medinetu'l-Maaciz
adlı eserin 140. sayfasında Şeyh Mufid'den nakledilmiştir. Rivayete göre Şeyh
Mufid şöyle anlatır:
Uncu Cafer'in yanına giderek rüya tabirleriyle ilgili
dört adet kitap satın aldım. Dükkândan ayrılmak istediğinde "Otur da bir
dostumun başından geçen bir olayı sana anlatayım. Umarım bu olay mektebin
yararına olur!" dedi. Sonra da anlatmaya başladı:
Yanımda
ilim öğrettiğim bir arkadaşım vardı. Babu'l-Basra mahallesinde Ebu Abdullah
Muhaddis adlı bir şahıs halka hadis anlatırdı. Ben ve arkadaşım hadis dinlemek
için onun yanına giderdik. Ne zaman Ehlibeyt'in (a.s) faziletleri hakkında bir
hadis beyan edecek olsa, hakaret edercesine gönderme yapardı. Bir gün Hz. Zehra'nın
(a.s) faziletleriyle ilgili bir hadis yazdırdı ve "Bunların bize bir
yararı yok; çünkü Ali (a.s) Müslümanları öldürdü, Hz. Zehra'ya (a.s) karşı da
saygısızlık etti!" dedi. Ben de arkadaşıma dönerek "Bundan sonra bu
adamdan bir şey öğrenmemiz reva olmaz. Çünkü o dinsiz biri ve sürekli İmam Ali
ve Hz. Zehra'ya (a.s) karşı saygısızlık ediyor. Bu, Müslüman bir kimsenin
yapacağı bir iş değil!" dedim. Arkadaşım sözlerimi onaylayarak "Bir
daha dönmemek üzere başka bir yere gitsek daha iyi olur" dedi.
O
gece bir rüya gördüm. Sanki Büyük Cami'e gidiyordum. Ebu Abdullah da oradaydı. Hz.
Ali (a.s) eyersiz bir bineğe binmiş cami'e doğru gidiyordu. Kendi kendime "Şimdi
kılıcıyla onun boynunu vurur!" diye düşündüm. Ona yaklaştığında sopayla
sağ gözüne vurarak "Ey melun! Niçin Hz. Fatma'ya (a.s) hakaret ediyorsun?"
diye bağırdı. Muhaddis, elini gözünün üzerine koyarak "Aman Allah'ım,
gözümü kör ettin!" diye feryat etti.
Ertesi
gün arkadaşımın yanına koştum. Gördüğüm rüyayı ona da anlatmak istiyordum.
Ansızın rengi solmuş bir halde onun da bana doğru geldiğini gördüm. "Biliyor
musun, ne oldu?" diye sordu. "Hayır" dedim. "Dün gece rüyamda
Muhaddis'i gördüm dedi. Sonra da gördüğü rüyayı anlattı. Tıpkı benim gördüğüm
rüyanın aynıydı. Ona "Ben de böyle bir rüya gördüm ve bunları anlatmak
için sana geliyordum" dedim. "Gel de elimize bir Kurân alarak
Muhaddis'e gidelim ve huzurunda böyle bir rüya gördüğümüze dair yemin edelim; bu
inancından vazgeçmesi için ona nasihatte bulunalım" dedi.
Birlikte
Muhaddis'in evine doğru hareket ettik. Oraya vardığımızda kapıyı açan hizmetçi "Şimdi
onu göremezsiniz" dedi. Tekrar kapıyı çaldık. Yine aynı cevabı işittik. Hizmetçi
daha sonra bize dönerek "Şeyhin, dün geceden beri elini gözünden çektiğini
görmedim. Sürekli feryat ediyor; Ali b. Ebu Talib beni kör etti, diyor!"
dedi.
Ona
"Biz de bu iş için buraya geldik!" dedik. Bunun üzerine kapıyı açtı;
içeri girdik. Feci bir şekilde inliyor ve "Benim Ali ile ne işim olabilir
ki; dün gece elindeki sopayla gözümü kör etti!" diye bağırıyordu.
Sonra
da bize rüyada gördüklerimizin aynını anlattı. "Bu inancından vazgeç, bir
daha da onun yüce makamına dil uzatma!" dedik. "Allah belanızı
versin! Ali diğer gözümü de kör etse, onu Ebubekir ve Ömer'in önüne geçirmem!"
dedi.
Bu
sözler üzerine orayı terk ettik. Üç gün sonra mülakatına gittiğimizde diğer
gözünün de kör olduğunu gördük. Buna rağmen yine inancından vazgeçmemişti. Bir
hafta sonra gittiğimizde onu toprağa verdiklerini öğrendik. Oğlunun da mürtet
olduğunu ve İmam Ali'ye (a.s) duyduğu öfkeyle Rum diyarına göç ettiğini haber
aldık.
ALEVÎ İNAYET
Mirza Mahmut Şirazî şöyle anlatır:
Merhum
Şeyh Muhammed Hüseyin Cehrumî, Necef'in önde gelen alimlerinden ve merhum Seyit
Murtaza Keşmirî'nin öğrencilerinden idi. Necef'te ıtır satıcısı biriyle muamele
eder, ondan azar azar borç alır, eline geçtikçe de öderdi.
Uzun
bir süre borcunu ödemek için eline bir meblağ geçmedi. Yine bir defasında, ıtır
satıcısına giderek bir miktar borç istedi. Satıcı, "Şeyh efendi, borcunuz
çoğaldı; bundan fazla size borç vermekten beni mazur görün!" dedi. Şeyh
üzülmüştü. İmam Ali'nin türbesine giderek hâlini İmam'a (a.s) şikâyet etti. "Ey
efendim! Sizin komşunuzum, size sığınıyorum; borcumu ödeyin" diye yakardı.
Aradan
birkaç gün geçmiş, Cehrum'dan bir yabancı gelmişti. Şeyh'e gelerek bir kese
para verdi ve "Bunu size teslim etmem istendi; bunlar, size aittir!"
dedi. Şeyh para kesesini alarak vakit kaybetmeden ıtır satıcısının yanına
gitti. Yolda "Tüm borcumu öder, paranın geri kalanıyla da ihtiyaçlarımı
gideririm" diye düşünüyordu. Satıcıya "Size ne kadar borcum var?"
diye sordu. Satıcı, "Çok fazla" dedi. Şeyh, "Ne kadar olursa
olsun ödemek istiyorum" dedi. Satıcı hesap defterini getirerek Şeyh'in
borcunu hesapladı (Merhum Mirza borcun meblağını zikretti ama hatırımda
kalmadı). Şeyh, para kesesini çıkararak "Borcunu şundan al ve kalanını
bana iade et" dedi. Satıcı, Şeyh'in huzurunda paraları saydı. Paralar, tam
Şeyh'in borcu kadardı. Şeyh, eli boş ve son derece üzgün bir halde tekrar türbeye
gitti. "Ey efendim! İlle de söylediğim kadar vermenize gerek yoktu (daha
fazlasını da ihsan edebilirdin)!" dedi. Sonra da hacetlerini sıraladı.
Türbeden
dışarı çıktığında ihtiyacını giderecek kadar bir meblağ daha eline geçti.
ŞEYTANIN GÖRÜNMESİ
Hacı Ali Selman Meneş der ki:
Bir
gece seher vakti, gece namazı kılmakla meşgul idim. Kunutta üç yüz defa "el-afv"
denilen vitir namazı için seccademin üzerindeki tespihi alıp doğrulmak
istediğimde tespihin açılmayacak bir şekilde düğümlenmiş olduğunu gördüm. Bu
işin şeytandan olduğunu ve bu gece beni namazdan mahrum etmek istediğini
anladım. Aniden şeytan karşımda beliriverdi. "Ey melun! Niçin böyle yaptın?"
dedim. Sözüme aldırış etmedi. Tekrar, "Allah'ın lütfünün benimle olduğunu bilmiyor
musun?" diye sordum. Yine itina etmedi. Başımı göğe kaldırarak "Allah'ım!
Bana gösterdiğini lütfü zahir eyle ve bu melunun yüzünü siyah et!" diye
yakardım.
Ansızın
tespihin düğümlerinin çözüldüğüne dair kalbime ilham olunduğunu hissettim. Adeta
"Al da zikret" diye ilham olmuştu. Tespihi elime aldığımda hiçbir
düğümünün kalmadığını ve o melunun gözden kaybolduğunu gördüm.
Şeytan, Allah'a giden yolu kapamaya çalışan ve insanları
bu dergâhtan uzaklaştıran bir köpek konumundadır. İnsan ne zaman Rabbine
yaklaşmak amacıyla bir iş yapmak isterse, şeytan o işe engel olmak için elinden
geleni yapar. Şeytanı alt etmenin yegâne yolu, yüce Rabbin lütfüne sığınmak ve
onun kahredici gücüne dayanmaktır.
Kuşkusuz kim ihlasla Allah'a tevekkül eder, O'nu çağırır
ve O'na sığınırsa Allah tarafından korkutucu bir ses, o melunu ürkütüp
uzaklaştıracaktır. Bu mâna açık bir şekilde Kurân-ı Kerim'de vaat edilmiştir.
Nitekim, Nahl sûresinde şöyle buyrulur:
"Kuran okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a
sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde
onun (şeytanın) bir hâkimiyeti yoktur."[30]
Melun şeytan; Hz. Yahya, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz.
İsa (a.s) gibi büyük peygamberlerin karşılarında da cisme bürünmüş, onları rahatsız
etmeye çalışmıştır. Ejderha kılığına girerek namaz halinde olan İmam
Zeynelabidin'in (a.s) ayak parmağını ağzına almak istemiş, ancak ilahî ve korkutucu
bir ses onu ürkütüp oradan uzaklaştırmıştır.
Aynı şekilde, diğer müminlerle ilgili birçok kıssa rivayet
kitaplarında nakledilmiştir. Bunları kaleme almaktaki maksadım, insanlara Allah'a
sığınmanın gerekliliğini vurgulamaktır. Hayırlı bir işe girişmeden önce ne
şekilde şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak gerektiği konusunda merhum Nuri'nin
Dâru's-Selam adlı eserinin 3. cildine müracaat edilebilir.
Yine rivayet edilir ki; Allah yolunda sadaka vermek isteyen
kişinin eline yetmiş şeytan yapışır ve onu fakirlikle korkutarak bu büyük
hayırdan mahrum etmek isterler.
CİMRİLİĞİN KÖTÜ ETKİLERİ
Büyük âlimlerden biri şöyle nakleder:
Merhum
Bîdâbadî'ye gönülden bağlı olan İsfahan'ın saygın tacirlerinden biri şiddetli
bir hastalığa yakalanmıştı. Merhum Bîdâbadî onu ziyarete gittiğinde hastalığın
şiddetiyle baygın yatıyordu. Bîdâbadî onu ölüm tehlikesiyle burun buruna gördü.
Varlıklı biri olduğu için çocuklarına, "On dört bin tümen sadaka ayırın ve
bunları fakirler arasında taksim edin; ben de şifasını Hz. Mehdi'den (a.f) talep
edeceğim" dedi. Tacirin çocukları merhumun bu isteğini kabul etmediler. Bunun
üzerine merhum Bîdâbadî üzülerek oradan ayrıldı. Kendisine eşlik eden birine "Bu
hastanın evlatları cimrilik edip sadaka vermediler. Ama bu hasta bizim
arkadaşımız ve boynumuzda hakkı var; ona dua etmeli ve şifasını Allah'tan
dilemeliyiz" dedi.
Daha
sonra birlikte eve gittiler. Akşam namazından sonra merhum Bîdâbadî ellerini
göğe kaldırarak Allah'tan onun için şifa dileyeceği yerde "Allah'ım, onun
günahlarını bağışla" dedi.
Arkadaşı,
"Niçin Allah'tan şifasını dilemediniz?" diye sordu. Merhum, "Dua
etmek istediğimde 'Artık onun için mağfiret dile!' diye bir ses işittim ve öldüğünü
anladım" dedi. Olayı araştırdıklarında o saatte hastanın, Allah'ın
rahmetine kavuştuğu ortaya çıktı.
En büyük hüsran, varlığın büyük bir kısmını heva ve
heves uğruna harcamak fakat o miktarı, hatta ondan daha az bir miktarı Allah
yolunda harcamaktan kaçınmaktır. Aynı insan, hastaneye çok fazla meblağ
ödeyerek ve hatta bir taahhüt göstererek orada kalmayı kabullenebiliyor; hâlbuki
bu meblağdan daha az bir miktarı şifa bulur ümidiyle Allah yolunda sadaka
vermeye razı olmuyor. Daha da öteye, kesin eceli gelip çatsa da çatmasa da vereceği
miktarın ahireti için bir azık olacağı hususunda gaflet ediyor. Tüm bunlar
kişinin ilahî vaatlere olan imanının zayıflığından ve dünyaya olan
düşkünlüğünden kaynaklanmaktadır.
Nitekim İmam Câfer Sâdık (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Hastalarınızı sadaka vererek tedavi ediniz."
Burada hadisin maksadı, doktor ve ilaç vesilesiyle tedaviyi
terk etmek değildir. Bilakis, dua ve sadaka vererek doktor ve ilaç tedavisini
etkili ve faydalı kılmaktır. Çünkü ilacın etki göstermesi Allah'ın iradesine
bağlıdır. Doktor ve ilaca verdiğimiz önemden daha fazlasını sadaka ve duaya
vermeliyiz. Bu konu büyük günahları terk etme bahsinde detaylı bir şekilde
açıklanmıştır.
İMAM HÜSEYİN'E (A.S) YAS
TUTMAK
Bir diş hekimi olan merhum Seyit İsmail Mucab, Hindistan'da
kaldığı süre içerisinde tanık olduğu birçok ilginç şeyler anlatmıştır. O
olayların birini şöyle nakleder:
Hindistan'da
Hindu olmalarına rağmen İmam Hüseyin'i (a.s) çok seven bir grup tacir vardı. Bunlar,
mallarının bereketli olması için her yıl O'nun matem merasimine katılır, yıllık
kazançlarının bir bölümünü yine O'nun yolunda harcarlardı. Hatta bazıları Âşura
gününde şerbet, su ve dondurma hazırlayarak bu merasime katılanlara ikramda
bulunurlardı. Bazıları da İmam Hüseyin (a.s) için ayırdıkları meblağı, matem
yapılan merkezlerde kullanılması amacıyla Şiîlere verirlerdi.
İşte
bu Hindulardan biri, sine döven gruplarla birlikte hareket etmeyi ve sine
dövmeyi kendine alışkanlık edinmişti. Öldüğü vakit Hindu yakınları,
ayinleri gereği cesedini ateşte
yaktılar. Sağ eli ve sinesinin dışında her yeri kül olmuştu. Ateş bu iki uzvu
yakmamıştı. Yakınları bu uzuvları alarak Şiilerin mezarlığına götürdüler ve Şiîlere,
"Bu uzuvlar sizin Hüseyin'inize (a.s) aittir!" dediler.
Dünya ateşiyle mukayese dahi edilemeyen cehennem ateşi
bile İmam Hüseyin'in (a.s) sayesinde söner ve esenliğe dönüşür. O halde dünya
ateşinin İmam Hüseyin'in (a.s) hatırına yakıcı olmaması çok da şaşırtıcı bir
şey olmasa gerek.
Bir grup Hindistanlının her yıl Âşura akşamları çıplak
ayakla ateşte yürüdükleri ve buna rağmen ateşin onları yakmadığı herkes
tarafından bilinmektedir.
BİR MUCİZE DAHA!
Müellif der ki:
1358
yılında, Necef'te olduğum dönemlerde Muharrem ayında kama vurmak, sine dövmek
ve deste gruplarının dışarı çıkması Irak hükümeti tarafınca şiddetle yasaklanmıştı.
Âşura akşamı mukaddes türbe ve avlusunda sine dövülmemesi için, ilk geceden itibaren
türbenin kapıları ve revakı hükümet tarafından kilitlendi. Aynı şekilde avlunun
kapılarını ve son olarak da kıble kapısını kilitlemek istediklerinde ansızın
büyük bir kalabalığın desteler hâlinde kapıya doğru hücum ettiği ve içeri girdiği
görüldü. Kalabalık, engel tanımayarak türbeye doğru harekete geçti. Ancak kapılar
kilitliydi. Bunun üzerine bulundukları eyvanda ağıt okumaya ve sine dövmeye
başladılar.
Bir
grup güvenlik görevlisi amirleriyle birlikte çıkageldiler. Amir, ayağındaki
botla eyvanda bulunan mâtemcilerden birine tekmeyle vuruyordu. Öfkeli amir
hırsını alamayıp görevlilere, matemcileri tutuklamalarını emretti. Oysa
desteler hâlindeki matemciler daha fazlaydı ve amiri havaya kaldırarak avluya
fırlatmışlardı. Amir, bu olay sonucu feci şekilde yaralandı. Olaydan etkilenen
diğer görevliler de etkisiz kılmıştı.
Devlet
güçlerinin birazdan gelerek bu olaya müdahale etmek isteyeceklerinden endişe eden
matemciler son derece üzgün bir halde türbenin kilitli kapısına doğru harekete
geçtiler. Bir yandan sine dövüyor, bir yandan da "Ey Ali! Kapıyı aç, biz senin
evladının matemcileriyiz!" diye bağırıyorlardı.
Türbenin,
revakın ve avlunun tüm kapıları bir anda açılıverdi. Bazı güvenilir görgü tanıklarının
bana anlattıklarına göre kapıların ve duvarların arasında bulunan kalın demir
şişler ortadan ikiye bölünmüştü.
Sonuçta,
desteler hâlindeki kalabalık türbeye girerek sine dövdüler. Bu haberi duyan
Necef sakinleri de avluda ve türbede toplanarak onlara katıldılar.
Bu
arada emniyet güçleri de ortadan kaybolmuştu. Mezkur olay Bağdat'a rapor edildiğinde
matemcilere bir zorluk çıkarılmaması emredildi. O yıl Necef ve Kerbela'da önceki
yıllara oranla daha fazla matem merasimleri düzenlendi.
Bu açık mucizeyi şairler şiirlerinde dile getirdiler. Bu
şiirlerden birini önde gelen Araplardan biri tabloya yazarak türbenin duvarında
astı. Ben de bu şiirlerden birkaç mısra alıntı yaptım:
Murtaza'nın mucizesini gördün mü?
Gel de Müslüman'san eğer itiraf et!
Avucumuz açılır gibi kapılar açıldı yüzümüze
Bu iki rahatlığın değerini bil de ihsan et
Muharremlikte akan kanlara kim engel olur?
Matem sahiplerinin önüne çekseler de set
Olmasaydı o vasiden bu güzel inayet
Fitne çıkardı sonunda, kan akardı elbet[31]
Allahın salât ve selamı O'nun üzerine
olsun.
KABİRDEN KURTULUŞ
Mirza Mahmut Şirazî şöyle nakleder:
Merhum
Seyit Zeynelabidin Kâşî'nin Kerbela'da takva ehli, dindar ve inancı sağlam
Tebrizli (ismini söylemişti ama ben daha sonra unuttum) bir hizmetkârı vardı.
Kerbela'ya gelmeden önce başından geçen bir olayı şöyle anlattı:
Tebriz'in
dışında, mezarlığa yakın bir yerde kahvehanem vardı. Geceleri orada uyurdum. Havanın
çok soğuk olduğu bir gece kahvehanenin kapılarını sıkıca kapatarak oracıkta
uyudum. Birden kapının süratle dövüldüğünü işittim. Hemen koşup kapıyı açtım.
Adam beni görünce kaçtı. Geriye döndüm. İkinci kez daha şiddetli vurmaya başladı.
Yine kapıya koştum, ama adam tekrar kaçtı. Kendi kendime "Anlaşılan bu
adam bu gece beni uyutmayacak!" dedim. Elime bir sopa alıp kapının arkasında
oturdum. Heyecanla gelmesini bekledim. Üçüncü kez kapıyı çalıp kaçmıştı. Mezarlığa
kadar onu takip ettim. Ne var ki mezarlığa girer girmez bir anda ortalıktan kaybolmuştu.
Olduğum yerde durarak etrafıma bakındım. Onu bulmaya çalışıyordum. Sonra da "Belki
burada bir yere saklanmıştır, birazdan ortaya çıkar" diye düşünüp oracıkta
uyudum.
Uyumak
için başımı yere koyduğumda toprak altından zayıf bir inilti sesi işittim. Meğer
bulunduğum yer yeni bir kabirmiş ve o gün öğleden sonra defnedilmiş. Adam kalp
krizi geçirmiş, yakınları da kalbinin durduğunu sanarak onu o halde toprağa gömmüşler.
Hâline
acıyıp kurtarmak için girişimde bulundum. Mezarın üzerindeki toprakları kenara
atıp adamı oradan çıkardım. "Nerdeyim? Babam nerede? Annem nerede"
diye sorular sormaya başladı. Elbisemi ona giydirerek kahvehaneme getirdim. Adamı
tanımadığım için akrabalarına da haber veremedim. Yavaş yavaş sorular sorarak
mahallesini ve evinin yerini öğrendim. Hemen o akşam annesini ve babasını
bularak durumu onlara da bildirdim. Bunun üzerine onlar da kahvehaneme gelerek onu
evlerine götürdüler. Kapıyı çalıp kaçan kişinin, o gencin kurtarılması için görevlendirilen
gaybî bir memur olduğunu anladım.
İLGİNÇ BİR NASİHAT
Ehlibeyt velayetinin (a.s) muhlisi olarak bilinen Aga
Mirza Ebulkâsım Attar Tahranî, merhum Hekim Molla Hâdî Sebzivarî'nin
talebelerinden olan merhum Hacı Şeyh Abdunnebi Nuri'den şöyle nakleder:
Merhum
Hacı Sebzivarî'nin ömrünün son yılıydı. Bir gün adamın biri merhumun dersine
gelerek, "Mezarlıkta bir adam var. Bedeninin yarısı içeride, diğer yarısı
da dışarıda; sürekli gökyüzüne bakıyor. Çocuklar ne kadar ona sataşıp rahatsız
etmeye çalışsalar da oralı olmuyor" dedi.
Bunun
üzerine merhum, "Bu şahsı bizzat kendim görmem gerek" dedi. Merhum adamı
yakından görünce çok şaşırmıştı. Yanına yaklaştı ancak adam ona da itina etmedi.
Merhum,
ona "Senin deli olduğunu sanmıyorum, ama yaptığın iş akıllıların işine
benzemiyor!" dedi. Bunun üzerine adam, "Ben cahil ve gâfil biriyim;
ancak iki şeye yakînen inanıyorum: Birincisi; hem benim hem de bu âlemin şânı
pek yüce olan bir yaratıcısı var; O'nu tanıma ve O'na ibadet etme konusunun
ihmal edilmemesine inanıyorum.
Diğeri
ise; bu âlemde kalmayacağıma ve öteki âleme göçeceğime tam olarak inanıyorum.
Ama o âlemde durumumun ne olacağını bilmiyorum.
Muhterem
Hacı! Bu iki ilim beni perişan etti. Öyle ki insanlar beni deli sanıyorlar. Siz
kendinizi Müslümanların âlimi olarak gördüğünüz halde ve bu kadar ilminiz olmasına
rağmen neden bir zerre de olsa acı hissetmiyor, korkmuyor ve düşünmüyorsunuz?"
Adamın
öğütleri bir ok gibi Hacı'nın kalbine saplanmıştı. Bu sözleri işittikten sonra
hâli değişmişti. Perişan bir halde geri döndü.
Ömründen
geriye az bir zaman kaldığını hisseden Hacı, artık ahiret seferini düşünüyor,
bu tehlikeli ve uzun yolculuk için hazırlık yapıyordu. Sonunda da Allahın
rahmetine kavuştu.
İnsan ne makamda olursa olsun daima nasihat dinlemeye muhtaçtır.
Çünkü işittiği nasihati biliyor ise bu, onun için bir hatırlatma sayılır. Zira
insan unutkandır ve devamlı bir hatırlatıcıya ihtiyaç duyar. Ama eğer işittiği
nasihati bilmiyor ise, bu nasihat ona ilim ve marifet kazandırır.
Bu yüzden Kurân-ı Kerim, hayrı dilemenin ve karşılıklı
nasihatleşmenin her Müslüman'ın vazifesi olduğunu vurgulayarak şöyle buyurur:
"Ant olsun asra. İnsan gerçekten ziyan içindedir.
Ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye
edenler müstesna.[32]
Başkasına nasihat edip öğüt vermek Allahın emri olduğu
gibi dinlemek ve kabul etmek de lazım ve kaçınılmaz bir iştir. Zira nasihat hem
dinlemek, hem kabul etmek, hem de ona uymak için emredilmiştir. Dolayısıyla Kurân-ı
Kerim'de
"Nasihati işitip de kabul eden yok mudur?" ifadesi defalarca
tekrarlanmıştır.
Şunu da belirtmekte yarar var: Her ne kadar nasihatin kısmî
ve anlık bir etkisi olsa da, sonuçsuz değildir. Aslında bu tür toplantılara
katılmak ve kimden olursa olsun nasihat dinlemek insan için bir saadettir.
Mesleme'den şöyle nakledilir:
Bir
sabah Ömer b. Abdülaziz'in evine gittim. Sabah namazından sonra yalnız olduğu
odaya cariyelerinden biri bir miktar hurma getirdi. Hurmadan bir miktar alarak "Ey
Mesleme! Bunu yer ve üzerinden bir bardak su içersek yeterli olur mu?" diye
sordu. "Bilmiyorum" dedim. Bir miktar daha alıp "Peki ya bu
kadar alsak nasıl olur?" diye sordu. "Evet, bu miktar yeterli olur; hatta
bundan daha azını da yerse akşama kadar başka bir şey yemesine gerek kalmaz"
dedim. "O halde insan neden cehenneme gitsin? Yani bir gün boyunca bir
avuç hurma ve bir miktar suyla idare edebilen insan neden bu kadar dünya malına
tamah ediyor ve haramlardan sakınmayarak cehenneme gidiyor?" diye sordu. O
güne kadar hiçbir nasihat beni bu kadar etkilememişti."
Kimse hangi sözün onu daha çok etkileyeceğini bilemez.
Mesleme bu kadar öğüt dinlemesine rağmen hiçbir söz onu bu denli etkilememişti.
Bazı tefsir kitaplarında Fuzeyl Ayaz'ın başından geçen
bir olay şöyle rivayet edilmiştir:
Fuzeyl,
ömrünün bir bölümü günah ve isyan içinde geçirmiş biriydi. Bir akşam vakti soygun
yapmak amacıyla bir kervanı takibe koyulur. Bir an Kurân okuyan bir şahsın sesini
işitir. Adam şu ayeti tilavet ediyordur:
"İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kurân
sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?"[33] Bu ayeti
işittikten sonra gafletten uyanır ve "Evet, vakti geldi!" diyerek geldiği
yoldan tekrar geri döner. Gerçek manada tövbe edip üzerindeki kul haklarını iade
eder ve böylece tüm alacaklılarını kendisinden razı eder. Bir süre sonra da
zamanının en iyi insanlarından biri olur.
Yine şöyle anlatılır:
Zenginlerden
biri, bir vaizin yanından geçerken ondan şöyle bir söz işitti: "Zayıf
kulun güçlü Rabbine isyan edip baş kaldırmasına şaşarım!" Adam bu sözden
çok etkilendi ve tüm günahlarını terk etti. Sonunda doğru yolu bularak
zamanının saygın insanları arasına girdi.
Bu şahıs da hayatı boyunca birçok nasihat dinlemiş olabilir,
ama onu gafletten uyandıran ve değiştiren şey, sadece bir cümle olmuştu.
Abdullah b. Mübarek'e "Daha ne zamana kadar ilim
ve hadis talep edeceksin?" diye sorduklarında "Bilmiyorum; henüz kurtuluş
ve saadetimi hazırlayacak sözü duymamış olabilirim" diye cevap verdi.
Rabbanî âlimlerden merhum Şeyh Câfer Şuşterî, minberde
şöyle dua ederdi: "Allah'ım! Meclisimizi öğüt meclisi kıl. Öğüt meclisi, ancak
günahkâr bir kimsenin pişmanlık duyarak günahlarını terk etmesi, itaat ehlinin de
itaat yolunda şevkini ve ihlâs arzusunu artırmasıyla olur."
Sonuç olarak âlim ve gayri âlim herkes öğüt meclislerine
katılmalı, onları kabullenmeli ve pratiğe dökmelidir. Bilmeyenler öğrenmek için,
bilenler ise hatırlamak için nasihatlerden pay almalıdır.
Öğüt dinlemenin faziletiyle ilgili oldukça hadis zikredilmiştir.
Bunun önemini anlamak için öğüdün ruhun gıdası olduğunu ve kalbe hayat bahşettiğini
bilmek yeterlidir. Nitekim İmam Ali (a.s), oğlu İmam Hasan'a (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kalbini nasihatle dirilt! Zira nasihat, nefsi ve şeytanı rüsva eder; insanı
onların şerrinden korur; vesveseleri ve ıstırapları bertaraf eder; gönül
rahatlığını ve güvenceyi icat eder;
'gönüller Allah'ın zikriyle sükûnete
erer.'"[34]
Niceleri vardır ki birtakım sıkıntılar ve şeytanî vesveseler
yüzünden intihara teşebbüs etmiş, bu düşüncelere öğütle karşı koyarak gönül
rahatlığını elde etmiştir.
Şu noktayı da hatırlatmakta yarar vardır: Öğüt toplantılarına
ve öğüt veren kişilere ulaşamayacak durumda olanların, başta Kurân-ı Kerim
olmak üzere bu konuyla ilgili kitaplara müracaat etmelerinde fayda vardır. Aşağıdaki
kitaplar ve bu alanda yazılan diğer eserler, okuyucular için tavsiye edilir
niteliktedir:
1-Kurân-ı Kerim ve mealleri.
2-Nehcü'l-Belaga: İmam Ali'nin (a.s),
insanı düşünceye sevk eden hutbeleri muhakkak
faydalı olacaktır.
3-Biharu'l-Envar, c.17, Allame Meclisi: Peygamberimizin
(s.a.a) ve hidayet imamlarının (a.s) nasihatleri bu kitapta bir araya
toplanmıştır.
4-Miracu's-Saadet, Merhum Narrakî
5-Aynu'l-Hayat, Allame Meclisî
TÖVBE NASİBİ
Mirza Ebulkâsım, merhum İtimadu'l-Vaizîn Tahranî'den
şöyle nakleder:
Vaktiyle
Tahran'da ekmek bulmak oldukça güçtü. Bir gün Mirgazabbaşı Nasreddin Şah, su
ambarının eyvanına çıkmış, köpeklerin uluma sesleriyle karşılaşmıştı. Durumu
araştırdığında bir köpeğin yavruladığını ancak yiyecek bulamadığı için yavrularına
süt veremediğini, bu yüzden de acı acı uluduğunu öğrendi. Kısacası, bu duruma
çok üzüldü. Komşu fırından bir miktar ekmek alarak köpeğin önüne attı. Sonra da
merakla köpeği seyretti. Köpek ekmeği yedikten bir süre sonra göğsünün sütle
dolduğunu anlayınca yavrularına süt vererek onları sakinleştirdi.
Mirgazabbaşı,
bir ay boyunca köpeklerin yiyeceğini komşu fırından satın aldı. Her gün çırağa "Şu
köpeklerin ekmeğini sen ver. Eğer bir gün dahi ihmal ederseniz sizi affetmem"
diyordu.
O
zamanlar arkadaşlarıyla dönüşümlü olarak birbirlerine misafir oluyorlardı. Her
gün öğleden sonraları gezintiye çıkarlar, akşam olunca da yemeği sıradaki
arkadaşlarının evinde yerlerdi. Tesadüfen o gece sıra Mirgazabbaşı'ndaydı.
Mirgazabbaşı'nın
iki eşi vardı ve ayrı ayrı evlerde kalıyorlardı. Bir hanımının evi Tahran'ın
merkezindeydi ve misafir ağırlamak için onun evi daha uygundu. Diğer hanımının
evi ise Tahran'ın girişindeydi.
Tahran'ın
merkezinde kalan eşine bir miktar para vererek "Şu kadar misafirimiz var;
ona göre eksiksiz bir hazırlık yapmanı istiyorum!" diye tembihte bulundu.
Sonra da her zamanki gibi öğleden sonra arkadaşlarıyla beraber şehir dışına gezmeye
çıktı. O gün gezileri epey uzadı. Arkadaşları, "Bugün çok yorulduk, en
iyisi şehir girişindeki evine gidelim; hem daha yakın olur!" dediler.
Mirgazabbaşı,
"Maalesef şehir girişindeki evimde bir hazırlık yapılmadı. Merkezdeki eve
gitsek daha iyi olur" dediyse de arkadaşları oraya gitmeye razı olmadılar ve
"Biz bu evde kalacağız!" diye direttiler. "Bu gece aza razıyız,
yarın diğer evine gider, geri kalanını orada yeriz!" dediler.
Mirgazabbaşı
arkadaşlarının bu teklifini mecburen kabul etmek zorunda kaldı. Az da olsa kebap
yaptırıp misafirlerine ikram etti. Geceyi orada geçirdiler.
Seher
vakti herkes Mirgazabbaşı'nın ağlama sesleriyle uyanmıştı. "Niçin
ağlıyorsun?" diye sordular. "Rüyamda İmam Zeynelabidin'i (a.s)
gördüm. Bana, 'Allah köpeklere yaptığın ihsanı kabul etti. Bu yüzden de seni ve
arkadaşlarını ölümden kurtardı. Zira ilk eşin sana olan öfkesinden, mutfağın
falan yerine zehir gizledi. Oraya gidecek olsaydınız yemeğinize katacaktı.
Yarın git, o zehri bul. Ama eşine eziyet etme. Kendi gönül razılığıyla ayrılmak
isterse güzel bir şeklide ondan ayrıl! Allah, gerçek tövbeyi sana nasip
edecektir. Kırk gün sonra da babam Hüseyin'in (a.s) ziyaretini gerçekleştirmek
üzere Kerbela'ya gideceksin!' buyurdu."
Mirgazabbaşı,
sabah olduğunda arkadaşlarına dönerek "Rüyamın doğruluğunu öğrenmek için
benimle birlikte o eve gelmenizi istiyorum" dedi. Hep birlikte Tahran'ın
merkezindeki evine gittiler.
Eve
vardıklarında hanımı hemen öne çıkarak, "Dün gece epey hazırlık yapmıştım,
neden gelmediniz?" diye itirazda bulundu. Mirgazabbaşı oralı olmayıp arkadaşlarıyla
birlikte hemen mutfağa koştu. Tıpkı İmam'ın (a.s) rüyada anlattığı gibi, zehir
oradaydı. Onu eşine göstererek "Dün gece bununla bize ne yapmayı
düşünüyordun? diye sordu. Cevap vermeyince, "Eğer İmam'ın emri olmasaydı
bu kötülüğünü telafi ederdim, ama efendimin emri üzerine sana ihsan edeceğim.
İstersen bu evde kal; ben sana hiçbir şey olmamış gibi davranırım. Ama istemiyorsan,
boşanırız; ne istersen sana veririm!" dedi.
Eşi
rezil bir duruma düştüğünü görünce bir daha onunla aynı çatı altında kalamayacağını
anlamıştı. Bunun üzerine boşanmak istediğini belirtti. Mirgazabbaşı da eşinin isteği
üzerine onu güzellikle boşadı.
Bu
olaydan sonra Mirgazabbaşı görevinden istifa etti ve istifa dilekçesi kabul edildi.
Daha sonra tövbe ederek borçlarını ve üzerindeki kul haklarını ödemeye başladı.
Rüyada gördüğü gibi Kerbela'ya müşerref oldu. Ölünceye dek de orada kaldı.
Köpeğe dahi olsa, Allah'ın yarattığı varlıklara ihsanda
bulunmak konusunda birçok hadis zikredilmiştir. Bazen bu ihsanlar insanın
akıbetinin hayra dönüşmesine ve Allah'ın mağfiretini elde etmeye vesile
olmaktadır.
Bu konuda şahit oldukça fazladır. Nitekim,
Biharu'l-Envar
adlı eserin 14. cildinde Hayatu'l-Hayvan adlı bölümde Dumeyrî, Allah Resulü'nden
(s.a.a) şöyle nakleder:
Vaktiyle
kadının biri çöle gitmişti. Bir süre sonra oldukça susadı. Kendini bir su kuyusuna
yetiştirdi. Kuyunun dibine inerek doyuncaya kadar su içti. Kuyudan çıktığında
susuzluktan kuyunun etrafındaki nemli toprağı yalayan bir köpek gördü. Kendi
kendine "Zavallı köpek! O da benim gibi susamış olsa gerek" diye
düşündü. Hâline acıdı ve su çıkarmak için aynı zahmetle tekrar kuyunun dibine
indi. Çizmesinin içine su doldurdu ve ağzıyla kavrayarak yukarı çıktı. Sonra da
onunla köpeğin susuzluğunu giderdi. Bu iyiliğine karşılık olarak da Allah ona
yardım etti ve günahlarını affetti.
"Ey
Allah'ın Resulü! Hayvanlara yaptığımız iyiliklerin bir karşılığı var mıdır?"
diye sorduklarında;
"Evet, susayan her ciğeri serinletmenin ve ona su
vermenin bir mükâfatı vardır" buyurdu.
Yine aynı kitapta Resul-i Ekrem'in şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir:
"Miraca gittiğim akşam cennete girdiğimde orada birini
gördüm. Susuz bir köpeği suyla doyuruyordu."[35]
Yeri geldiğinde hayvana iyilik yapmak günahların bağışlanıp
akıbetin hayırlı olmasına sebep olabiliyorsa insanlara, özellikle de müminlere
ihsan etmenin etkisini düşünebiliyor musunuz?
İMAM RIZA (A.S)
ZİYARETÇİLERİ
Rabbani âlim Hacı Şeyh Muhammed Cevad Bîdâbadî'yle aynı
dönemde yaşayan takva ve yakîn ehli bir zat şöyle nakleder:
Bir
gün Merhum Bîdâbadî, ziyaret amacıyla kız kardeşiyle birlikte İsfahan'dan Meşhed'e
hareket etti. Kırk gün orada ikamet etmeyi niyet etmişlerdi. Henüz ikametlerinin
üzerinden 18 gün geçmemişti ki rüya âleminde İmam Rıza'yı (a.s) gördü. İmam ona
"İsfahan'a dönmelisin" diye emretti. "Efendimiz, ben burada kırk
gün kalmayı niyet etmiştim. Henüz geleli 18 gün olmadı" dedi. Bunun üzerine
İmam "Kız kardeşin annesinin özlemine dayanamıyor; bizden İsfahan'a
dönmesini talep etti. Onun hatırı için dönmelisin, ziyaretçilerimi sevdiğimi
bilmiyor musun?" diye cevap verdi.
Merhum
Bîdâbadî uyandığında kız kardeşine "Geçen gün İmam Rıza'dan (a.s) ne istedin?"
diye sordu. "Annemin ayrılığına dayanamayıp üzülünce yüce İmam'dan İsfahan'a
dönmemizi talep ettim" dedi.
İmam
Rıza'nın (a.s) tüm Şiîlerine, özellikle de türbesini ziyaret edenlere duyduğu
şefkat ve muhabbet herkes tarafından bilinmektedir. Nitekim ziyaretnâmesinin
bir bölümünde, "Selam olsun sana ey şefkatli İmam!" ibaresi yer
almaktadır. Mukaddes türbesini ziyaret eden herkes, İmam'dan yana muhakkak muhabbet
ve inayet görmüştür.
EVLAT ACISI
Müminlerin yanında takva ve iyilikseverliliğiyle tanınan
Seyit Zinnur (mimar) şöyle nakleder:
Bir
gece rüyamda oldukça geniş bir bağın içinde görkemli bir köşk görmüştüm. Muhafızdan
izin alıp içeri girdim. Köşkün büyüklüğü beni büyülemişti. İçinde gezinmeye ve
derinliklerine doğru yürümeye başladım. Olağanüstü güzellikte bir yere vardım.
Etrafı ırmaklarla çevrili bu yer, mest edici kokular saçan yasemin ağaçlarıyla
daha da muhteşemdi. Ağaçların gölgesinin altında çeşit çeşit süslerle bezenmiş
bir taht vardı. Şeyh Muhammed Kâsım Talakat (vaiz) tüm heybeti ve izzetiyle
tahtın üzerindeydi.
Muhafıza
dönerek, "Bu saltanat kime ait?" diye sordum. "Saltanat kürsüsünde
oturan Talakat'a ait" diye cevap verdi. İzin alarak huzuruna çıktım. Uzun bir
teşrifattan sonra "Sizinle bir arkadaşlığımız vardı ve durumunuzdan
haberdar idim. Nasıl oldu da Allah size böyle bir makam inayet etti?" diye
sordum. "Evet, haklısın. Benim bu makamı hak edecek bir amelim yoktu, ama
18 yaşında genç bir oğlum vardı. Dünyadayken ansızın boğazında bir hastalık
meydana geldi ve 24 saat içerisinde o hastalık yüzünden öldü. Allah da bu
musibet karşılığında şu gördüğün makamı bana ihsan etti" diye cevap verdi.
Seyit
Zinnur şöyle der: Talakat'ın oğlunun ölümünden haberim yoktu. Onu görüp rüyamı
anlatmak istedim. Kendi kendime "Belki de oğlu ölmemiştir ve rüyanın başka
bir tabiri vardır" diye düşünüyordum. Âlim arkadaşlarımdan birine merhumun
oğlunu sordum. "Evet, onun 18 yaşında bir oğlu vardı ve 24 saat içerisinde
hayatını kaybetti" diye cevap verdi.
Evlat acısına, özellikle de erkek çocuklarının ölümlerine
sabretmenin mükâfatıyla ilgili olarak birçok rivayet ve kıssa nakledilmiştir.
Bu kıssaları merhum Tuveyserkanî
Leâliyu'-l-Ahbar adlı eserinin
başlarında nakletmiştir. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek için Şehid-i Sani'nin
Meskenu'l-Fuad fî Mevti'l-Ehibbe ve'l-Evlâd adlı eserine müracaat
edebilirsiniz.
Burada, konuyla ilgili bir hadisi zikretmekle yetiniyoruz:
İmam Câfer Sâdık (a.s) şöyle buyurmuştur:
"İster sabretsin, ister
sabretmesin evladını kaybeden müminin mükâfatı cennettir."[36]
Her musibetin mükâfatı sabır göstermeye bağlıdır. Ama
evlat acısı bundan istisnadır. Yani insan bu musibete sabredemese dahi Allah
katında mükâfatı sabittir.
SADIK RÜYA
Yakîn ehli Ehlibeyt aşıklarından merhum Hacı Şeyh
Muhammed Şefi' Cemmî şöyle anlatır:
Vaktiyle
bir Gadir-i Hum bayramında Necef'e müşerref olmuştum. Ziyaretimi tamamladıktan sonra
memleketime (Cem) döndüm.
Muharrem
ayında Hüseyniye'de, İmam Hüseyin (a.s) anısına matem törenleri düzenliyordum.
Aşura günü gelip çattığında şevkle o yüce İmam'ı ziyaret etmeyi arzulamıştım. Bu
muradımın yerine gelmesi için O'na tevessül ettim. Normal şartlara göre oraya
gitmem imkânsız gibi görünüyordu. Aynı gece rüya âleminde İmam Ali ve imam Hüseyin'in
(a.s) mübarek cemalini ziyaret ettim.
İmam
Ali (a.s) oğluna, "Niçin Muhammed Şefi'in gelmesine izin vermiyorsun?"
diye sordu. İmam Hüseyin (a.s), "İzin belgesini yanımda getirim" diye
cevap verdi. Sonra her iki tarafı eşit olan ve üzerine iki nurlu satır yazılı
bir kâğıt verdi. Şiir ehli olmadığım halde bir bakışta onu ezberledim:
Ol şahın muhlislerindendir
kendisi
Adı Muhammed'dir hem
de Şefi'
Nasip oldu yoldaşa Kerbela'ya
yolculuk
Gerçi çok olmamıştı Necef'ten
döneli
Uyandığımda
son derece neşeliydim. Artık dileğimin gerçekleşeceğinden kesinlikle emindim.
Rabbime şükürler olsun ki, aynı gün içerisinde Kerbela'ya gitme vesileleri tedarik
olmuştu. O gün Kerbela'ya doğru yola koyuldum ve İmam'ın pak türbesini ziyaret ettim.
Merhum Hacı Şeyh Muhammed Şefi' ile yaklaşık 30 yıl
arkadaşlığımız olmuştu. Birkaç hac ziyareti yanı sıra diğer ziyaretlerde de
birlikteliğimiz oldu. Amel ehli, güzel ahlaklı, sadık ve ihlâslı bir Ehlibeyt
(a.s) aşığıydı. Gittiği her şehirde hayırsever kişilerle ülfet kurar, katıldığı
her mecliste insanlara Allah'ı ve Ehlibeyt'i (a.s) hatırlatırdı. Ehlibeyt'in
(a.s) menkıbelerini anlatmaktan ve onların düşmanlarına buğz etmekten
kaçınmazdı. Tevazuda, hayâda, edepte, insanlara muhabbet etmede, cömertlikte ve
iyilikseverlikte gerçekten de eşsiz biriydi.
Allah makamını yüceltsin; Muhammed
(s.a.a) ve O'nun temiz soyundan gelen masum imamlarla haşretsin.
HZ. FATIMA'NIN İNAYETİ
Hacı Ali Ekber Serverî Tahranî şöyle anlatır:
İbadet
ehli seyide bir teyzem var. Kendisi ailemizin bereket kaynağıdır. Bir sıkıntımız
olduğunda ona müracaat eder, hayır duasıyla sıkıntılarımızı bertaraf ederiz.
Bu
iffetli kadın vaktiyle bir hastalığa yakalanır. Birkaç hastane ve doktoru
ziyaret eder, ancak bir yararı olmaz. Sonunda Hz. Fatıma'ya (s.a) yönelik bir tevessül
meclisi düzenler. Meclise gelen davetlilere yemek ikram eder. Aynı gece bir rüya
görür.
Rüyasında
Hz. Fatıma (s.a), evini ziyarete gelmiştir. O'na evinin küçük olduğunu, yeterince
hazırlıklı olamadığını, bu yüzden de kendilerini davet edemediğini söyler. Bunun
üzerine Hz. Fatıma (a.s) "Biz kendimiz gelmiştik, meclisinizde hazır idik.
Şimdi de sana hastalığının çaresini göstermeye geldik" der. Sonra da mübarek
ellerini yüzünün hizasına kaldırarak elinin içine bakmasını ister. Teyzem Hz.
Fatıma'nın elinin içine baktığında orada bedeninin içini görür. Rahmi iltihap içerisindedir.
Daha sonra Hz. Fatıma, "Falan doktora git, iyileşeceksin!" der.
Teyzem
ertesi gün Hz. Fatıma'nın, rüyada tavsiye ettiği doktora müracaat eder ve derdini
söyler. Çok geçmeden ağrıları bertaraf olur.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Eğer Hz.
Fatıma (a.s) isteseydi, herhangi bir doktora müracaat etmeden veya herhangi bir
ilaç kullanmadan hastaya o anda şifa verebilirdi. Ama Allah, hikmeti gereğince
her dert için bir derman yaratmıştır. Yani, Allah'ın o ilaçta kıldığı özellik
ortaya çıkmalıdır. O halde hastalar doktora müracaat etmekten veya ilaç
kullanmaktan kaçınmamalıdırlar.
Bilinmelidir ki Allah, şifayı doktor vesilesiyle
verir. Elbette bazı durumlarda ilahî maslahat gereğince direkt olarak da hastalara
şifa verebilir. Belki de zikredilen seyide hanım için böyle bir maslahat söz konusu
değildi. Bu yüzden ilahî sünnet gereğince doktora gitmesi söylendi.
İmam Sâdık (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Vaktiyle
peygamberlerden biri hastalandı. "Bana hastalığı veren Allah şifamı da verene
kadar ilaç kullanmayacağım!" dedi. Bunun üzerine Allah-u Taâla ona şöyle
vahyetti "İlaç kullanmadığın sürece sana şifa vermem. Zira, (ilaçla da
olsa) hastalığının şifası benim elimdedir."[37]
ANNELER AZİZDİR
Kuveyt sakinlerinden Molla Ali Kazerunî, doğru rüyalar
gören mukaşefe sahibi biriydi. Zamanın takva sahibi erdemli kişilerindendi. Bir
hac seferinde kendisiyle tanışma ve arkadaşlık etme şerefine nail oldum. Bana şöyle
anlattı:
Rüya
âleminde ucu bucağı olmayan çok geniş bir bahçe gördüm. Ortasında oldukça
büyük, görkemli bir köşk vardı. Hayranlıkla onu süzüyordum. Kime ait olduğunu
merak etmiştim. Muhafızlardan birine sordum, Habib Neccar Şirazî'ye ait olduğunu
söyledi.
Habib,
yakından tanıdığım ve arkadaşlık yaptığım biriydi. Gördüğüm köşke ve onun
makamına gıpta etmemek elde değildi. Derken köşkün üzerine yıldırım düştü.
Köşkü yakıp kül etti. Bu korkunç manzaranın dehşetiyle uykudan uyandım. Yapmış
olduğu bir günahtan dolayı makamının yok olduğunu düşündüm.
Hemen
ertesi gün mülakatına gittim. "Geçen gün ne yaptın?" diye sordum. "Bir
şey yapmadım" dedi. Allah'a ant içirterek "Bu tür şeyler ortaya
çıkması gereken gizemli olaylardır. Mutlaka anlatmalısın!" dedim. Bunun
üzerine yaptığı bir hatayı bana da anlattı. "Geçen akşam falan saatte
annemle aramda bir konuşma oldu. Sonunda dayanamayıp anneme vurdum" dedi. Hakkında
gördüğüm rüyayı ona da anlattım. "Annene eziyet ettiğin için böyle bir
makamı kaybettin" dedim.
Gerek ayetlerden, gerekse rivayetlerden anlaşılan şudur
ki, bazı büyük günahlar salih amelleri ve iyi davranışları yok eder. Nitekim
Uddetu'd-Dai
adlı eserde Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kim
bir defa la ilâhe illallah derse, Allah onun için cennette bir ağaç diker."
"Ey Allah'ın Resulü! O halde cennette bizim çok ağacımız var" denilince
Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Ateş gönderip de onları yakmaktan
kork!"
İşte, bu büyük günahlardan biri de anne-baba hakkına
riayet etmemek; yani, anne-babayı üzmek ve onlara saygısızlık etmektir.
ZENGİNLERİN İHLÂSLISI
Hacı Şeyh Muhammed Bâkır Şeyhülislam şöyle anlatır:
Merhum
Hacı Kıvamü'l-Mülk Şirazî, vaktiyle bir Hüseyniye yaptırıyordu. Hüseyniyenin
taşları için zamanın önde gelen taş yontma ustalarından seyit Haccar'ı istihdam
etmişti. Bu muamelede Seyit büyük bir zarara uğradı. Öyle ki, 300 tümen gibi
bir meblağ borçlanmıştı. O zamanlar bu miktar yüksek bir meblağ sayılırdı.
Kısacası, bu anlaşma yüzünden durumu daha da kötüleşerek perişan bir hâle geldi.
Bir
Cuma akşamı Cafer-i Tayyar namazı kılıp işlerinin açılması için İmam Ali'yi
(a.s) vesile edinerek Allah'tan yardım ister. O gece rüyasında İmam Ali'yi
(a.s) görür. İki Cuma akşamı aynı rüyayı görür. Üçüncüsünde İmam ona "Yarın
Hacı Kıvam'ın yanına git; biz seni ona havale ettik" buyurur. Uyandığında ne
yapacağını bilemez. Kendi kendine "Hacı Kıvam'la nasıl konuşayım? Elimde
bir nişane yok! Bu yüzden beni yalanlayabilir" diye düşünür.
Üzgün
bir halde Hüseyniyeye giderek bir köşeye çekilir. O sırada Hacı Kıvam da hizmetkârları
ve birtakım çevresiyle birlikte çıkagelir. Hacının o saatte Hüseyniyeye gelmesi
beklenmedik bir durumdur. Seyit Haccar'ın yanına gelerek "Benimle eve kadar
gelmeni istiyorum; seninle işim var!" der.
Hacı
Kıvam evine döndükten sonra Seyit de arkasından oraya gider. Hizmetkârlar son
derece ihtiramla onu Hacı Kıvam'ın huzuruna götürürler. Selam verip içeri girdiğinde
Hacı Kıvam, hâlini bile sormadan her birinde yüzer tümen değerinde para bulunan
üç para kesesi takdim eder. "Bunu al, borcunu öde" der. Sonra da
hiçbir şey söylemez.
Bu kıssadan da anlaşıldığı üzere, eskiden imkân sahibi
hayırsever kimseler, yaptıkları hayır işlerde sınırlı da olsa, sadık ve ihlâslı
idiler. Bu yüzden nice din büyüklerinin teveccühünü kazanıp yanlarında yer almışlardır.
Ne yazık ki günümüzde servet sahibi kişiler genellikle
servetlerini nasıl çoğaltacaklarını düşünmektedirler. Böyle olunca da mallarını
hayır işlerde kullanmak onlara nasip olmamaktadır.
Buna ilave olarak, varlıklarının az bir miktarını
hayır yolda harcasalar bile, içlerinde samimiyet ve ihlâs görülmemektedir. Bazıları,
insanların kendilerini methetmelerini beklerler. Yapmış oldukları iyiliklerde
Allah rızası olmadığı için kalıcı bir netice de elde etmeyeceklerdir.
Hayırlı amelleri batıl eden riya konusu
Büyük Günahlar
adlı eserde etraflıca beyan edilmiştir. Allah, zenginlerimizi biriktirdikleri
mallardan netice almaya muvaffak etsin.
Hak ile taşırsan malını eğer
Temiz mal budur işte der Peygamber
ÖLÜLERİN HÂLİ
Hacı Seyit Muhammed
Ali Naci, merhum babası Hacı Seyit Muhammed Hasan'ın vasisi idi. Merhum babası geride
çok fazla namaz ve oruç kazası bırakmış, ecir tutması için oğluna vasiyette
bulunmuştu. Seyit Ali Naci, dört yıl namaz ve dört ay oruç için (Ateşîha Mescidi'nin
cemaat imamı) merhum Hacı Seyit Ziyauddin'i bu işe ecir etti ve parasını nakit
olarak ödedi.
Seyit Ali Naci der ki:
Bir
müddet sonra rüyamda babamı gördüm. Çok üzgündü. Ona "Babacığım, vasiyetini
yerine getirdim. Dört yıllık namaz ve orucunu yerine getirmesi için Seyit
Ziyauddin'e para verdim. Şimdi benden razı mısın?" dedim. Babam son derece
üzgün bir halde "Kim başkasını düşünür ki? Seyit Ziyauddin benim adıma sadece
altı günün namazını kıldı" diye cevap verdi.
Uyandığımda
seyit Ziyauddin'in yanına giderek "Babam için ne kadar namaz kıldınız?"
diye sordum. "Kıldığım miktarı bir deftere yazmıştım" dedi. Ona "işlerinizin
düzenli olduğunu biliyorum, ama bilmek istediğim bir konu var ve gördüğüm
rüyanın doğru olup olmadığını öğrenmek istiyorum" dedim. Uzun bir ısrardan
sonra defterini getirdi. Gerçekten de kıldığı namazların sayısı altı günü
geçmemişti. Seyit Ziyauddin oldukça şaşırmıştı. "Gerçekten unutmuşum. Namazın
çoğunu kıldığımı sanıyordum. Merhum babanız böyle dediyse bu günden itibaren
namazlarını kılmaya başlayacağım" dedi.
Kısacası, bu rüya sayesinde Seyit Ziyauddin'in ecir
namazlarını unuttuğu ortaya çıkmış, böylece merhum Hacı Naci'nin rüyasının
gerçek olduğu anlaşılmıştı.
İmam Ali'nin (a.s) kısa sözlerini içeren
Gureru'l-Hikem
adlı hadis kitabında İmam (a.s) şöyle buyurmaktadır:
"Öz nefsinin
vasisi ol ve kendi malın konusunda başkalarının senin için ne yapmasını
istiyorsan, aynını kendin yap."
Hadis şunu vurgulamak istiyor: Yani, ölümünden sonra
başkalarının, senin malın üzerinde yapacakları iyilikleri henüz hayattayken kendin
yap. Zira Allah'tan korkan ve sana acıyacak olan dindar vasi pek azdır. Ayrıca vasi,
senin vasiyetini yerine getirebilir. Ancak vasinin senin adına namaz, oruç ve
hac görevlerini yerine getirmesi için ecir tuttuğu kimse bunları doğru bir
şekilde yerine getirmeyebilir ya da itina etmeyerek unutabilir. Doğru yerine
getirse bile, insanın bizzat yapmış olduğu ameller başkasının niyabeten yaptığı
amellerden çok daha farklıdır. Nitekim şöyle rivayet edilir:
Ashaptan
biri, Allah Resulü'ne (s.a.a), öldükten sonra ambarındaki hurmaları bizzat
kendisinin infak etmesini vasiyet eder. Allah Resulü de bu vasiyeti yerine
getirir. Yere düşen hurma tanelerinden birini alarak şöyle buyurur:
"Hayatta
iken kendi eliyle bu hurma tanesini infak etseydi, onun adına infak ettiğim
ambardaki hurmalardan daha iyiydi!"
Sadi Şirazi ne de güzel söylemiş:
Bir yaprak da olsa gönder mezara
Yoksa getiren olmaz senden sonra
Ye, giy, bağışla ve ihsanda bulun
Neden saklarsın ki başkalarına
Altın ve nimet versen bil ki hayır var
Senden sonra elbet emrinden çıkar
Azığını al da yanında götür
Kim acır ki sana; ne evlat, ne yâr
Yanarsan, hayatta kendine dert yan
Ölüye dert yanmaz diri hırsından
Başparmağın kadar hâline acıyan
Bulunmaz dünyada senin ardından[38]
YARIM KALAN MESCİT
(Serduzek Mescidi'nin banisi) merhum Hacı Gulam Ali
Behbehanî'nin oğlu merhum Hacı Muhammed Hasanhân Behbehanî şöyle nakleder:
Babam
Serduzek Mescidi yapılmadan önce ölümcül bir hastalığa yakalandı. Mescidin tamamlanması
için Bombay'dan havale edilen 12 bin rupiyeyi mescidin yapımında kullanmamı
vasiyet etti. Vefat ettiğinde mescidin yapım işleri birkaç günlüğüne durduruldu.
Gece
rüyamda babamı gördüm. Bana "Niçin yapım işlerini durdurdunuz?" diye
soruyordu. "Size duyulan saygıdan ve sizin için düzenlenen taziye meclisinden
dolayı böyle yaptık" dedim. Bunun üzerine bana "Madem benim için bir
şey yapmak istiyordunuz o halde mescidin yapım işlerini durdurmasaydınız!"
diye itiraz etti.
Uyandığımda
mescidin kalan işlerini tamamlamaya karar verdim ve babamın bu vasiyetini yerine
getirmek için kolları sıvadım. Ne var ki babamın vasiyet ettiği havaleyi bir
türlü bulamıyordum. Her yere bakmış, elimden geleni yapmıştım.
Birkaç
gün sonra tekrar babamı rüyamda gördüm. "Neden mescidin binasını yapmıyorsun?"
diye sordu. "Vasiyet ettiğiniz rupiyelerin havalesini bulamıyorum"
diye cevap verdim. Odanın arkasındaki küçük bölüme düştüğünü haber verdi. Uyanıp
ışığı yaktım. Gerçekten de söylediği yerdeydi. Daha sonra o meblağı tahsil
ederek mescidin binasını tamamladım.
SADIK RÜYA
Merhum Hacı Mutemed şöyle nakleder:
Taziye
meclisi için Şah Daiyullah Vakfı'na davet edildim. Karlı hava ve yağışın etkisiyle
yollar çamurlu olduğu için Şiraz'daki Dârusselam Mezarlığı'ndan geçmem gerekti.
Mersiye merasimi sona erdikten sonra aynı yoldan tekrar geri döndüm. Gece
rüyamda Sultan lakabıyla tanınan merhum Hacı Seyit Ali Ekber Falesîrî'nin oğlu Seyit
Mirza'yı gördüm. "Ey Mutemed! Bugün bizim evin yanından geçerken binanın hasarlı
olduğunu gördün; niçin onu tamir etmedin?" diye sordu.
Merhumun
mezarının orada olduğundan hiç haberim yoktu. Aynı gün mezarlığın sorumlusu Şeyh
Hasan'ın yanına giderek durumu ona da anlattım. Merhumun mezarının orada olup
olmadığını öğrenmek istiyordum. Şeyh Hasan, mezarın orada olduğunu söyledi. Sonra
birlikte mezarı görmeye gittik. Gerçekten de mezar, önceki gün geçtiğim
güzergâhta bulunuyordu ve yağışlar nedeniyle harap bir hâle gelmişti. Bunun
üzerine Şeyh Hasan'a bir miktar para vererek mezarı tamir etmesini istedim.
Bu ve bunun gibi daha binlerce yaşanmış öyküden insanın,
öldükten sonra bedeninin toprak altında kalsa da yok olup gitmediğini anlıyoruz.
İnsanın bedeni çürüyüp gitse de ruhu berzah âleminde kalıyor ve bu dünyada olup
biten olaylardan haberdar olabiliyor. Bu konu Kurân-ı Kerim[39] ve
rivayetlerde açıkça beyan edilmiştir.
Biharu'l-Envar'ın
3.cildinin 141. sayfasında Allah Resulü'nden (s.a.a) şöyle rivayet edilmiştir:
Allah
resulü (s.a.a) Bedir Savaşı'nda öldürülen müşriklere şöyle hitap etti: "Allah
Resulü'ne (bana) ne kötü komşulardınız sizler! O'nu evinden dışarı çıkardınız.
Sonra bir araya toplandınız ve O'nunla savaştınız. Kuşkusuz ki Allah'ın bana
vaat ettiği şeyi, yani dünyada helak olmayı ve ahirette de azabı hak olarak
buldunuz."
Ömer
b. Hattab "Ey Allah'ın Resulü! Helak olup giden ölülerle nasıl
konuşuyorsunuz?" diye sorunca Allah Resulü şöyle buyurdu: "Sus,
konuşma ey Hattab'ın oğlu! Allah'a ant olsun ki sen onlardan daha iyi
işitmiyorsun. Onlarla azap melekleri arasındaki mesafe, ancak benim onlardan
yüz çevirip gitmem kadardır. Ben yanlarından ayrılır ayrılmaz azap melekleri
onları cezalandıracaktır!"
Yine şöyle rivayet edilir:
Cemel
savaşı sona erdiğinde İmam Ali (a.s) ölülerin arasında yürüyordu. İkinci ve
üçüncü halife döneminde Basra'da kadılık yapan, çocukları ve akrabalarıyla İmam
Ali'ye (a.s) karşı savaşa gelen Kâb b. Sur'un cesedinin yanından geçerken durdu
ve onu oturtmalarını istedi. Bu savaşta o ve tüm yakınları öldürülmüştü. Kâb'ın
cesedine hitaben şöyle buyurdu: "Ben Allah'ın bana hak üzere vaat ettiğini
(zafer ve fethi) buldum; sen de Allah'ın sana hak üzere vaat ettiğini (dünyada helâki,
ahirette de azap içinde olmayı) buldun mu?
İmam'ın
emri üzerine onu tekrar yere yatırdılar. Bir süre sonra Talha'nın cesedinin
yanı başına geldi. Onu da oturtmalarını istedi. Aynı sözü ona da tekrarladı.
Ashaptan biri "Ey müminlerin emiri! Artık duyamayan bu iki cesetle neden konuştunuz?"
diye sorunca İmam şöyle buyurdu: Allah'a ant olsun ki sözlerimi işittiler. Nitekim
Bedir'de öldürülen müşrikler de Allah Resulü'nün sözlerini işitmişlerdi."
ÖLÜME HAZIRLIK
Hac seferinde ve mukaddes türbeleri ziyaret ettiğim
vakit Allah'ın salih kullarından Hacı Yahya Mustafavî İklidî ile arkadaşlık ve
yoldaşlık etme şerefine nail oldum. O büyük zat bana şunları anlattı:
Seyit
Muhammed Sahhaf adında hayırsever bir İsfahanlı vardı. Merhum Seyit Zeynelabidin
İsfahanî'ye gönülden bağlı biriydi. Seyit Zeynelabidin'in vefatının üzerinden
bir yıl geçmişti ki bir Cuma akşamı Muhammed Sahhaf rüyasında onu görmüştü.
Rüyasında
merhum oldukça büyük ve geniş bir bahçede, yüksek bir köşktedir. Köşkün içi türlü
türlü ipek halılar, rengârenk güller ve reyhanlarla kuşanmıştır. Her yanında
çeşit çeşit yiyecek ve içecek vardır.
Kısacası,
onu lezzetler ve çeşit çeşit nimetler içinde görünce hayrete kapılır. Bir süre
sonra buranın berzah âlemi olduğunu anlar. Gördüğü bu makama gıpta etmeye
başlar. Merhum Seyit'e dönerek "Siz burada böylesi yüce makamlarda nimetler
içerisindesiniz; bizse dünyada binlerce sıkıntıların ve dertlerin içerisinde
yaşıyoruz" der ve "Bana da yanınızda yer verseniz ne iyi olur!"
diye ricada bulunur. Merhum Seyit; "Bizimle olmayı arzuluyorsan gelecek
hafta seni bekliyorum" der.
Derken
rüyasından uyanır. Gördüklerini, bir haftadan fazla ömrünün kalmadığına yorar. Bu
nedenle de borçlarını ödeyip ailesine gerekli vasiyetleri eder ve kısa sürede işlerini
yoluna koyar.
Akrabaları,
"Sendeki bu değişikliklerin sebebi nedir?" diye sorduklarında "Uzun
bir yolculuğa çıkacağım. O yüzden hazırlık yapıyorum!" diye cevap verir.
Nihayet
Perşembe günü tüm akrabalarını bir araya getirerek "Bugün ömrümün son günüdür;
gece vakti ebedi yurduma göçeceğim" der. Onlar "Sen son derece sağlık
ve esenlik içindesin" deseler de "Bu, kesin bir vaattir" diyerek
karşı gelir. Akşamdan sabaha kadar dua ve istiğfarla meşgul olur. Ailesini yanından
uzaklaştırarak onları istirahat etmeye zorlar. Güneş doğduktan sonra başucuna
geldiklerinde merhumun kıbleye doğru yattığını ve o halde öldüğünü görürler.
Allahın rahmeti üzerine olsun.
HACCIN ÖNEMİ
Merhum hacı Abdülali Moşksar şöyle nakleder:
Rabbani
âlimlerden merhum Hacı Seyit Abdülbaki, bir gün Ahmedağa Mescidi'nde cemaat
namazının ardından minbere çıktı. Ben de o mescitte hazır idim. "Bugün
size nasihat olarak kendi gördüğüm bir şeyi anlatmak istiyorum" dedi ve anlatmaya
başladı:
Mümin
bir arkadaşım vardı. Hastalanınca ziyaretine gittim. Onu ölüm döşeğinde görünce
yanı başında oturarak Saffat ve Yasin sûrelerini okumaya başladım. Ailesi
odadan dışarı çıkınca onunla baş başa kaldım. Tevhid ve velayet kelimelerini
telkin etmeye başladım.
Şuuru yerinde olmasına
ve henüz söyleyebilecek durumda olmasına rağmen tekrarladıklarımı söylemedi. Ansızın
son derece öfkeli bir edayla bana dönüp "Yahudi, Yahudi, Yahudi!"
dedi.
Bunu
duyunca başımı dövündüm. Artık yerimde duramıyordum. Hemen dışarı çıktım. Ben
çıkınca ailesi de yanına gitti. Kapıya yaklaştığımda ağlama ve feryat sesleri
işittim. Arkadaşım artık ölmüştü.
Durumu
araştırdıktan sonra epey bir süredir bu bedbahtın üzerine haccın farz olduğu,
buna rağmen hacca gitmediği anlaşıldı. Bu önemli farizayı yerine getirmediği
için de bir Yahudi olarak dünyadan göçtü.
İMAM HÜSEYİN'E (A.S)
TEVESSÜL
Abguştî lakaplı merhum Hacı Muhammed Rahim'in[40] oğlu
Hacı Mirza Ali Îzedî şöyle anlatır:
Babam
çok hastalanmıştı. Bizden kendisini camiye götürmemizi istedi. "Size
saygısızlık olur; çünkü eşraf ve tacirler ziyaretinize geliyorlar. Bu işin
camide yapılması münasip olmaz" diye itiraz ettik. Allah'ın evinde ölmek
istediğini söyledi. Camiye oldukça düşkün biriydi. Mecburen onu camiye ötürmek
zorunda kaldık.
Bir
akşam hastalığı daha da şiddetlendi. Durumu kötüleşip kendinden geçince eve götürdük.
O akşam ölüm sarhoşluğu iyice kendini belli ettirmişti. Artık öleceğinden emin
idik. Odanın bir köşesinde oturup ağlamaya başladık. Defin ve taziye işleri
hakkında görüş alışverişinde bulunduk. Sehere kadar bu durum devam etti.
Ansızın
beni ve kardeşimi yanına çağırdı. Hemen yanına koştuk. Kan ter içindeydi. Bize "Sakin
olun; gidip uyuyun. Pek yakında bu hastalıktan kurtulacak ve iyileşeceğim"
dedi. Şaşırmıştık.
Ertesi
sabah hastalığı tamamen geçmiş, iyileşmişti. Adeta hastalığından eser yoktu.
Yatağını toparlayıp hamama götürdük.
Bu
olay 1330 h.k. yılında, Muharrem ayının başlarında gerçekleşti. Utancımızdan bu
hastalıktan nasıl kurtulduğunu ve bir anda nasıl iyileştiğini soramadık.
Bir
ara Hac mevsimi yaklaşmıştı. Birtakım hesaplarını yapıyor ve işlerini yoluna koymakla
uğraşıyordu. Ziyaret hazırlıklarını yaptıktan sonra ilk kafileyle yola çıktı.
Şiraz'a bir fersah uzaklıktaki Cennet bağına kadar uğurlamaya gittik. Akşama
kadar da onunla birlikte kaldık.
Yolculuk
sırasında "Neden bana o gün bir anda nasıl iyileştiğimi sormadınız?"
dedi. Sonra da kendi cevapladı: Aslında o akşam ecelim gelip çatmıştı. Ben ölüm
sarhoşluğu içindeydim ki, bir anda kendimi Yahudilerin mahallesinde buldum.
Onların kötü kokusu ve içinde bulundukları kötü manzara karşısında dehşete
kapıldım. Öldüğümde onların zümresinde olacağımı anladım. İşte o halde Rabbime
yalvardım. Gördüğüm yerin haccı terk edenlere ait bir yer olduğu söylendi. Bunun
üzerine "O halde İmam Hüseyin'e (a.s) yaptığım tevessüller ve döktüğüm
gözyaşlarım ne olacak?" diye sordum.
Ansızın
o ürkütücü manzara bir anda ferahlatıcı bir manzaraya dönüştü. Bana "Senin
o yolda yaptığın tüm hizmetler kabul oldu ve haccını yerine getirmen için İmam
Hüseyin (a.s) sana şefaat etti. Ömrün on yıl uzatılarak ecelin geciktirildi"
dediler. İşte, o gün yaşadıklarım bunlardı.
Merhum Îzedî der ki:
1340
yılında, Muharrem ayından önce, babam bu kez hafif bir hastalığa yakalandı. Muharrem
ayının ilk akşamı, ömrünün son akşamı olacağını haber verdi. Tıpkı bize haber
verdiği gibi muharrem ayının ilk akşamı, seher vakti Allah'ın rahmetine kavuştu.
Gizem dolu bu öykü, bizlere iki mesaj sunmaktadır: Birincisi,
haccın önemi; ikincisi ise bu farizayı terk etmenin günahının ne kadar büyük
olduğu ve bu yolda hiçbir şekilde tembellik yapılmaması gerektiğidir.
Merhum Muhakkik,
İlelu'ş-Şerayi adlı eserinde
şu ifadeyi kullanılmıştır: "Şartlar hazır olduğunda hacca gitmek, bir an
evvel yerine getirilmesi gereken farzlardandır." Nitekim bu vazifeyi
geciktirmek büyük günahlardan olduğu gibi insanı helake sürükler.
Yahudilerle haşredilmekten daha kötü bir helak söz konusu
olabilir mi? Nitekim
Sefinetu'l-Bihar adlı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle
rivayet edilmiştir:
"Hacca gitmek için bir sıkıntısı olmayan kimse haccı
engelleyecek bir hastalığa müptela olmadığı veya zamane hükümeti tarafından bir
engel bulunmadığı sürece haccetmeden ölürse, dilerse Yahudi, dilerse de Nasranî
olarak ölür."
Özet olarak; şer'î bir mazeret olmadan haccı terk eden
bir kimse öldükten sonra Yahudi ya da Nasranîlerle beraber olacaktır.
Yine,
"Kim bu dünyada kör ise, öteki dünyada
da kör olacaktır"[41] ayetinin tefsiri
hakkında şöyle denir:
Bu ayet, haccı yıldan yıla geciktiren kişi hakkında nazil
olmuştur. Yani her yıl hac zamanı geldiğinde "Seneye giderim" der ve
hacca gidemeden ölüp gider. Bu yüzden ilahî farizalardan birini yapmadığı için
kör olur ve Allah da onu cennet yolunu görmekten mahrum eder.
Öyküde anlatmak istenilen diğer bir konu da şudur:
İmam Hüseyin (a.s) kurtuluş gemisi ve Allah'ın geniş
rahmetidir. O mukaddes imama tevessül etmek, insana tövbe yolunu nasip
eder.
Her türlü büyük günahtan tövbe
etmesini sağlar. İnsanın akıbetinin hayırlı olmasına ve günahlardan arınmış
olarak ölmesine sebep olur. Aynı şekilde İmam'a tevessül etmek, her türlü
tehlike ve âfetten güvende kalmayı sağlar. Şüphesiz, ihlâs ve sadakatle O'na
sarılan kurtuluş ve saadet ehli olacaktır.
ZEKÂTIN ETKİSİ
Hacı Muradhan Hasanşahî Ersencanî şöyle nakleder:
Vaktiyle
Fars bölgesi çekirge istilasına uğramıştı. O gün Kıvamu'l-Mülk'e Fesa civarındaki
ekin tarlalarının bu istila sonucu yok olduğunu haber verdiklerinde Kıvam, "Bizzat
kendim görmeliyim" diyerek harekete geçti. Merhum Benânulmülk, ben ve
diğer bir grupla beraber Şiraz'dan hareket ettik. Kıvam'ın tarlalarına
vardığımızda tüm ekinlerinin çekirgelere yem olduğunu gördük. Öyle ki içlerinde
sağlam kalan tek bir başak bile yoktu. Tarlanın içinde gezinip etrafa
bakınıyorduk.
Hemen
hemen tarlanın ortalarına varmıştık. Oradaki ekinler sanki hiç el değmemiş gibi
sapasağlamdı. Dört tarafındaki ekinler yok olmasına rağmen bu bölgenin tek bir
başağı bile yenmemişti.
Kıvam
merakla, "Acaba bu tarla kime ait?" diye sordu. Fesa pazarında yamacılık
yapan bir şahsa ait olduğu söylendi. Bunun üzerine bana dönerek onu mutlaka görmesi
gerektiğini söyledi ve bu yüzden onu bulup yanına getirmemi istedi.
Yamacıyı
bulup "Kıvamu'l-Mülk sizi görmek istiyor" dedim. "Benim Kıvam'la
ne işim olabilir? Bir işi varsa, kendi gelsin!" diye cevap verdi. Bir süre
rica ve yalvarmalar neticesinde onu Kıvam'ın yanına gitmeye razı ettik.
Nihayet
araziye vardığımızda Kıvam "Şurası sana mı ait?" diye sordu. Evet deyince,
"Nasıl oldu da çekirgeler yalnız senin tarlana dokunmamışlar?" diye
sordu. Bunun üzerine yamacı şöyle cevap verdi: "Ben kimsenin malını
yemedim ki onlar da benim malımı yesinler! Ben her zaman tarla başında mahsulün
zekâtını ayırır, müstahaklara verir, daha sonra geri kalanını eve götürürüm."
Kıvamu'l-Mülk,
bir yandan onu takdir ederken bir yandan da onun bu işine şaşkınlığını gizleyememişti.
KURÂN-I KERİM'İN ŞİFASI
Seyit Mahmud Hamidî şöyle der:
Şiraz
halkının genelinin anofloanza hastalığına yakalandığı yıl (1337 h.k, Muharrem ayı)
ailemin tüm fertleriyle beraber ben de aynı hastalığa yakalanmıştım. Bir ara hastalığın
şiddetinden baygınlık geçirdim. Baygınlık hâlinde Fetih Mescidi'nin cemaat
imamı merhum Seyit Mirza'yı gördüm. Vekil Mescidi'nde cemaat namazı
kıldırdıktan sonra cemaatten birine şöyle dedi: "Halka söyle ellerini şakaklarına
koyarak şu ayeti okusunlar:
'Biz,
Kurân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir;
zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.'[42] Kim bu
ayeti yedi defa okursa şifa bulacaktır."
Kendime
geldiğimde ayeti yedi kez okudum ve hemen şifa buldum. Sonra elimi oğlumun
şakağına koyarak ayeti ona da okudum; o da hemen iyileşti. Kısaca, o gün tüm ev
halkı ayeti yedi defa okuyarak şifa buldu. O yıldan bu yana ev halkından biri hastalanacak
olsa, mezkûr ayeti okuyup hemen şifa buluyoruz.
ÖLÜM KURTULUŞTUR
Birkaç yıl önce Şiraz'dan Tahran'a göç eden ve buraya yerleşen
Seyit Ziyauddin Takavî şöyle nakleder:
Bir
gün merhum Şerefe'nin[43]
evine misafir oldum. Öğleden önce oracıkta hafif bir uykuya dalmışım. Rüyamda Ayetullah
Seyit Ali Müctehidî Kazerunî'yi gördüm. Bir hamamda yere uzanmış, keseci de yanına
geçmiş, onu keseliyordu. Nedense sürekli bedeninden kirler çıkıyordu. Şaşkınlığımdan
kendi kendime "Acaba bu kirler nereden çıkıyor?" diye düşündüm.
Uyandığımda
rüyamı merhum Şerefe'ye de anlattım. Rüyamı işitince çok üzüldü. "Görülüyor
ki Seyit Ali'nin ölümü pek yakındır. Yazık ki böyle bir cevheri kaybedeceğiz!"
diyerek teessüfünü dile getirdi.
Seyit
Ali'nin hâlinden habersiz olarak merhum Şerefe'nin evinden dışarı çıktım. Ailesine
durumunu sorduğumda hâlinin çok vahim olduğunu söylediler. Ne yazık ki o gün
öğleden sonra dünyadan göçtü. Daha sonraları rüyayı gördüğüm sırada ölümün
eşiğinde olduğunu öğrendim.
İçinde karmaşık rüyalar olmadığı sürece
sadık rüya,
ruhun belirli ölçüde maddeden soyutlanması ve melekût âlemiyle irtibat kurması neticesinde
gerçekleşen
hakikat âlemine uygun tasvirler görmektir.
Gerçekte ölüm, mümin için madeninin çirkefliklerinden
arınmak, özgürlüğe kavuşmak, tabiatın zincirlerinden ve kayıtlarından kurtulmak
demektir. Merhum Seyit de ölümle pençeleşirken ruhu maddelerden arınıp
özgürlüğe kavuştuğu için Seyit Takavî onu hamamda temizlenirken görmüştür.
Biharu'l-Envar'ın
3. cildinde şöyle nakledilmiştir:
İmam
Ali Naki (a.s) ölüm halindeki bir sahabesinin yanına gitti. Hasta, ağlıyordu ve
ölümün zorluğundan oldukça korkuyordu. İmam (a.s) "Ey Allah'ın kulu! Ölümü
bilmediğin için ondan korkuyorsun. Bedenin kirlendiğinde bundan rahatsızlık duyar,
hoşlanmazsın. Hamama gittiğin takdirde kirden ve kir yüzünden bedeninde oluşan
yaralardan kurtulacağını bildiğin halde yine de hamama gitmek istemez misin? Bu
pisliklerden arınıp temizlenmek istemez misin?" diye sordu. Hasta "Evet,
isterim ey Allah Resulü'nün oğlu!" deyince İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Ölüm
de tıpkı hamam gibidir. Tüm pisliklerden arınıp temizleneceğin en son duraktır.
Oradan geçersen, tüm sıkıntılarından geçer, rahatlığa ve saadete erersin!"
İmam'ın
(a.s) bu sözleri üzerine hasta adam sakinleşti. Sonra da gözlerini kapayarak
ölüme teslim oldu.
İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) MUSİBETİ
Şeyh Ali Muvahhid, Âşura günleri tebliğ amacıyla gittiği
Laristan bölgesinden döndüğünde şunları anlattı:
Morudeşt'in
Fedag-ı Âla bölgesinde ikâmet etmiştik. Tasua günü birkaç kişi yanımıza gelerek
"Önceki akşam dört fersah ötede bulunan sedir ağacının civarlarında ay
ışığına benzer bir nur gördük" dedi. Bölge ahalisinden birkaç kişi bu
manzarayı görmek için ağacın olduğu yere gitti.
Âşura
günü geldiklerinde, dün gece orada bir nura rastlamadıklarını, ama sabaha yakın
o ağaçtan yere kan damladığını bildirdiler. Akan kanlardan kâğıt üzerinde birkaç
damla kan örneği de getirmişlerdi. Bu sahneyi gören bölgenin ehlisünnet kesiminden
bir grup, Yezid'e ve İmam Hüseyin'in (a.s) katillerine lânet okuyarak Şiîlerle
birlikte matem merasimlerine katıldılar.
Âşura günü bazı yörelerde bitkilerden ve cansız varlıklardan
akan kanlar, İmam Hüseyin'in (a.s) musibetinin büyüklüğünü göstermektedir. Bu
tür olaylar Şiî ve Sünnî tarihçilerin ittifak ettiği kesin meselelerdendir.
Bu konuda daha fazla bilgi için
Şifau's-Sudur
adlı kitaba müracaat edebilirsiniz. Ayrıca,
Riyazu'l-Kudüs adlı kitapta
Kazvin'in Zerabad nahiyesinde gerçekleşen ağaçtan kan akma olayı detaylı olarak
beyan edilmiştir.
O'na gözleri açık
ağlıyorsa zaman
Bil ki Kerbela'dan
geçmekte bu kan
Bu konuyu teyit etmek amacıyla iki öykü daha naklediyoruz:
KANLI TOPRAK
Merhum Hacı Mümin şöyle anlatır:
Vaktiyle
Serduzek Mescidi'nde Cuma namazını merhum Seyit Haşim'le kılmaktan geri
kalmayan iffetli ve muhtereme bir bayan vardı. Bir gün bana gelerek, "Bende
İmam Hüseyin'in (a.s) mübarek türbesine ait nohut büyüklüğünde bir parça toprak
var. Onu kefenimin arasına koydum. Her yıl Âşura günü o toprak kefenimin öteki yüzüne
nüfuz edecek şekilde kan oluyor, sonra da yavaş yavaş kuruyor!" diye haber
verdi.
Bunun
üzerine Âşura günü beni evine çağırmasını ve toprağı bana da göstermesini rica
ettim. İsteğimi geri çevirmedi. Âşura günü evine gittiğimde bohçasını açarak
kefenini çıkardı ve toprağı bana gösterdi. Tıpkı söylediği gibi kefen kan olmuştu.
Kadın bu manzara karşısında titriyordu. O sahneyi görünce İmam'ın (a.s)
musibetinin büyüklüğünü hatırlayarak şiddetle ağlayıp kendimden geçtim.
Buna benzer bir olayı da merhum Irakî,
Daru's-Selam
adlı eserinde güvenilir ve adil biri olan Molla Abdülhüseyin Hansarî'den nakletmiştir.
Hansarî der ki:
Şerh-i
Kebir'in sahibi Seyit Ali'nin oğlu Seyit Mehdi, vaktiyle bir
hastalığa yakalanmıştı. Şifa kastıyla zamanın büyük ve saygın âlimlerinden
füsul'un
sahibi Muhammed Hüseyin ile Hacı Cafer Esterabadî'nin gusledip ihram giyerek
mübarek kabrin zemin katına inmeleri kararlaştırıldı. Kitaplarda rivayet edilen
âdâba göre kabrin yanı başına inip oradan bir miktar toprak alacak, sonra da bunu
hasta Seyit'e getireceklerdi. Daha sonra iki büyük zat bu toprağın mukaddes
türbeden olduğuna dair şahadet edecekler, Seyit de bu şehadet doğrultusunda
nohut büyüklüğündeki kutsal toprağı yiyecekti.
Bu
iki zat kutsal türbenin bodrumuna inerek o temiz topraktan bir miktar aldılar. Aynı
topraktan bir miktar da orada bulunan müminlere verdiler. Bu müminlerin arasında
daha sonraları kendisini ölüm döşeğinde ziyaret ettiğim muhterem bir ıtır
satıcısı. Arta kalan kutsal toprağı ölümünden sonra liyakati olmayan kişilerin
eline geçer endişesiyle bana vermişti. Ben de onu bir şeye sararak annemin kefeninin
arasına koydum.
Tesadüfen
Aşura günü gözüm kefenin bulunduğu bohçaya ilişti. Kefende bir rutubet hissetmiştim.
Merakla açıp baktım. Toprak kesesinin kefen arasında tıpkı ıslanmış bir şeker
gibi kana bulandığını gördüm. Kan, bohçanın bir yüzünden diğer yüzüne geçmişti.
Sonra
onu tekrar yerine koydum. Muharrem'in 11. günü bohçayı tekrar açtığımda toprak
kurumuş, ilk halini almıştı. Ama hem kefende, hem de bohçada sarı bir iz vardı.
O günden sonra her Âşura'da o kutsal toprağa bakmaya başladım. Her baktığımda onu
kana bulanmış olarak buluyordum. Nihayet anladım ki, o pak toprak nerede olursa
olsun kana bulanıyordu.
İLGİNÇ HESAP
Yaklaşık yirmi yıl arkadaşlık yaptığım Mirza Mehdi Hulusî
şöyle nakleder:
Züht,
ibadet ve amel ehli âlimlerden Mirza Muhammed Hüseyin Yezdî (28 Rebiyülevvel
1307'de vefat ederek Hafiziye'ye ait Batı Mezarlığı'nda toprağa verildi)
zamanında hükümet meclisinin bahçesinde görkemli bir ziyafet düzenlendi. Ziyafete
ruhaniyet elbisesi giymiş bir grup tacir de davet edilmişti. Yahudilere has
klasik müzikler çalınıyor, her çeşit günah işleniyordu. Bu durumu merhum Mirza'ya
bildirdiler. Merhum buna çok üzüldü. Cuma günü Vekil Mescidi'nde ikindi namazını
kıldırdıktan sonra minbere çıktı. Uzun bir süre ağlayıp birkaç cümle nasihatten
sonra şöyle dedi:
"Ey
haddi aşıp günah işleyen tacirler! Sizler daima ruhanilerin arkasında idiniz.
Açık bir şekilde Allah'ın haramlarını helal sayan bir meclise gittiniz. Onları
bu işten alıkoyacağınız yerde üstüne üstlük onlara katıldınız. Ciğerimi deşip
kalbimi ateşe verdiniz. Kanım boynunuzdadır!"
Sonra
minberden aşağı inerek evine gitti. Cemaat namazına da gelmedi. Evine gidilip
durumu soruldu. Hasta yatağında yatmakta olduğu söylendi. Her geçen gün durumu daha
da ağırlaşıyor, ateşi gittikçe yükseliyordu. Doktorlar, bu durumda iyileşmesinin
mümkün olmadığını, bir hava değişimi geçirmesinin hastalığına iyi geleceğini söylediler.
Bu tavsiye üzerine onu Daru's-Selam Mezarlığı'na yakın olan Salari Bahçesi'ne
götürdüler.
O
zamanlar Şiraz'a Hintli biri gelmişti. Hakkında "Hesabı doğru yapar ve
haber verdiği her şey gerçekleşir" deniyordu.
Bir
gün mağazamızın önünden geçerken, merhum babam Hacı Abdülvahhab "Onu getir
de Mirza'nın nasıl olacağını soralım" dedi. Hintliyi içeri getirdim. Babam,
başkaları tarafından duyulmaması için Mirza'nın isminin gizli tutarak, "Benim
ticari malım var; onun için kurbanlık kesmem gerekir mi yoksa kendiliğinden bana
ulaşacak mı? Cefr ya da remil ilmine göre bu durumu bana haber verebilir
misiniz? Ücreti ne olursa öderim" dedi.
Bunu
söylerken içinden Mirza'nın bu hastalıktan kurtulup kurtulmayacağını geçiriyordu.
Hintli uzun uzadıya bir hesap yaptı. Oldukça şaşırmıştı. Bir süre şaşkın şaşkın
bekledi. Babam, "Eğer anlıyorsan söyle, anlamıyorsan boşu boşuna kendini
de bizi de yorma!" dedi.
Hintli
"Benim hesabım doğrudur, ama sen benim zihnimi karıştırdın. Çünkü dilinle
söylediğin şeyler kalbinden geçirdiğin şeyle farklı gözüküyor" diye cevap
verdi.
Babam;
"Kalbimde ne niyet ettim ki?" dedi. Hintli, "Şu an yeryüzünün en
zahit adamı hasta yatıyor. Sen bu hastanın akıbetinin nasıl olacağını öğrenmek istiyorsun.
Ama sana şunu söyleyeyim ki, bu adam iyileşmeyecek ve altı ay sonra vefat
edecek!" diye cevap verdi.
Babam
bu sözleri işitince çok sinirlendi ve haber yayılmasın diye Hintliye belirli
bir meblağ ödeyerek yanından uzaklaştırdı. Ama Hintlinin de söylediği gibi
Mirza, altı ay sonra Allah'ın rahmetine kavuştu.
İyiliği Emretmek, Kötülükten Sakındırmak
Bu öyküye binaen iki önemli noktayı hatırlatmak istiyorum:
Birinci konu:
Kurân-ı Kerim ve hadislerde geldiği üzere, üzerinde önemle durulan ve terk edenler
için Allah'ın şiddetle tehditlerde bulunduğu en önemli vacip amellerden biri de
iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma farizasıdır. Bu farizayı terk etmek
büyük günahlardandır. Bu hususta
Büyük Günahlar adlı kitapta geniş
açıklanmalar yapılmıştır.
Kötülükten sakındırma, öncelikli olarak kalbî inkârı
açığa vurmakla gerçekleşir. Yani her Müslüman'ın vazifesi, yapılan herhangi bir
harama karşı rıza göstermemek ve kalben bu haram işten nefret etmektir. Öyle ki
bu nefret, yüz ifadesine yansımalıdır. Harama mürtekip olan bir kişiyle
karşılaşıldığında ona güler yüz gösterilmemeli, aksine yüz ekşitilmeli ve bu rahatsızlık
açıkça belirtilmelidir. Özetle, kalbî inkârın etkileri, şahsın uzuvlarında görülmelidir.
Kişinin imanı ve maneviyatı ne kadar güçlü olursa,
günaha karşı kalbî inkârı da bir o kadar sağlamlaşacaktır.
Merhum Mirza, imanı kuvvetin son doruğunda, ruhu son
letafette ve aydın kalbi şefkatin son noktasında olan, zamanının ender
rastlanan kişilerinden biriydi. Nitekim Hintli, bunu kendi hesaplamalarından da
anlamıştı.
Merhum Mirza, zahiri iyi görünüşlü bir grubun Allah'ın
haramlarını ayaklar altına almasına dayanamayarak hastalandı ve bu hastalık
yüzünden dünyayı terk ederek salih kulların arasına katıldı. Merhumun
üzüntüsünün şiddetlenmesine iki şey sebep olmuştu:
Biri, alenen yapılan günahın insanların nazarında küçük
görülmesi ve bu günaha teşebbüs etmeleri; diğeri ise görünümü iyi olan tacirlerin
bu işi yapmasıydı. Zira zahiri görünüşü iyi olan kimseler, başta ruhaniler ve
minberlerde halka vaaz verip onları irşat eden kimselerle, ikinci derecede
ulema ile içli dışlı olup cemaat namazına katılan ve ilahî şiarları yaşatmaya
çalışan müminlerdir. Şüphesiz ki bu grupta görülen bir hata, halkın inancının
zayıflamasına ve dinî hükümlerin insanlar tarafından hafife alınmasına neden
olacaktır.
Büyük Günahlar
adlı eserde açıklandığı üzere, görünümü iyi olan şahısların küçük günahları,
büyük günahlar hükmündedir.
İkinci konu:
Mezkûr Hintlinin ya da bir başkasının birtakım gizli işlere vakıf olması ve vuku
bulacak olayları önceden bildirmesi, onların hak yolda olduklarına, itikatlarının
doğruluğuna veya ilahî dergâha yakın olduklarına delalet etmez. Çünkü insan
inanç ve itikadı doğru olmadığı halde cinleri etkisi altına alarak, bir
üstattan remil ilmini ve bazı gizemli ilimleri öğrenerek ya da ruhunu birtakım
işlerden arındırarak bazı gizli işlerden haberdar olabilir. Aynı zamanda bu
kişiler, çirkin edimlere ve yakışıksız işlere kalkışarak ruhaniyetten mahrum bir
halde şeytanlar âlemiyle de irtibatta olabilirler.
Bazı büyük din bilginlerinin birtakım gizli işleri bilmeleri
ve gaybî haberler vermeleri konusuna gelince; şunu belirtmemiz gerekir ki: Bu
işler, beceri yoluyla elde edilebilir işler değildir. Aksine ilahî bir bağış ve
rabbanî bir ilhamdır.
Buna göre "Hakla batılı birbirinden ayırmada ölçü
nedir?" diye sorulabilir. Bunun cevabı ortadadır. Böyle bir durumda öncelikli
olarak kişinin davranışlarına ve hallerine bakılır. Onların ruhani mi, şeytani mi
olduğu veya ilahî bağış için mi yoksa maddi kazanç elde etmek için mi bu işi
yaptıkları yol göstericidir.
İkinci olarak şu bilinmelidir ki, yalan üzere
ruhaniyet makamına sahip olduğunu iddia eden ve birtakım gizemli ilimler
öğrenerek harikulade işler yapan ve bu yolla zavallı insanları kandıran kimseyi
Allah mutlaka rezil ve rüsva edecektir. Allah'ın, lütuf kaidesi gereğince
hüccetini (kesin delilini) zahir etmemesi ve insanları sapıklıkta bırakması imkânsızdır.
Netice olarak, gizemli ilim sahipleri din kanalıyla halkı
doğru yoldan saptırıp dalalete düşürmek isteyecek olsalar, mutlaka Allah hakkı
aşikâr edecektir. Nitekim Kurân-ı Kerim'de Allah-u Taâla şöyle buyurmaktadır:
"Bilakis biz, hakkı batılın tepesine bindiririz
de o, batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, batıl yok olup gitmiştir.
(Allah'a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size![44]
Rivayet ve rical kitaplarına müracaat ettiğimizde, görüyoruz
ki, sadrı İslam'dan 3. asra kadar Allah, hidayet imamları (a.s) vesilesiyle
hakkı ortaya çıkarmış, batılı da yok etmiştir. O dönemlerden günümüze dek zaman
zaman batıl iddialarda bulunan kimseler çıksa da Allah, büyük âlimler ve İslam
dininin hamileri vasıtasıyla onları rezil etmiş, batıllıklarını ortaya çıkarmıştır.
Şimdi, bu konunun teyidi amacıyla bir öykü daha naklediyoruz:
Derbendî'nin
Esraru'ş-Şehadet ve Tunikabonî'nin
Kısasu'l-Ulema adlı eserlerinde şöyle nakledilir:
Şah
Abbas zamanında batılı krallardan biri Safevî şahına bir mektup yollayarak "Mezhep
âlimlerinize söyleyin, gönderdiğim elçiyle din hakkında tartışsınlar; eğer onu
ikna ederlerse biz de Müslüman olacağız, ama şayet o sizi yenerse siz bizim
inancımıza döneceksiniz!" dedi. Elçinin yaptığı iş ise şuydu: Kim eline
bir şey alacak olsa, onun ne olduğunu rahatlıkla söylüyordu.
Bunun
üzerine Safevî şahı âlimleri bir araya topladı. O dönemlerde âlimlerin en ileri
geleni ve en seçkini merhum Molla Muhsin Feyz idi. Muhsin Feyz, elçiye "Padişahınızın
senden başka âlimi yok muydu da senin gibi bir avamı tartışmak için yolladı?"
diye sordu. Elçi; "Siz beni alt edemezsiniz. Şimdi elinize bir şey alın, avucunuzdaki
şeyi size haber vereyim!" dedi. Bunun üzerine Muhsin Feyz, gizlice eline Kerbela
toprağından yapılmış bir tespih aldı. Elçi uzun uzun düşündü, ama ne olduğunu
bulamadı. Muhsin Feyz, "Görüyorum ki cevaptan aciz kaldınız!" dedi. Elçi;
"Hayır, aciz kalmadım. Elinde cennet toprağından bir parça var. Ama o
cennet toprağının nasıl sizin elinize geldiğini düşünüyorum!" diye cevap
verdi.
Molla
Muhsin, istediği cevabı alınca şöyle yanıt verdi: "Evet doğru söyledin,
elimde cennet toprağından bir parça var. Elimdeki, İmamımızın ve Peygamberimizin
torununun tespihidir. Peygamberimizin buyruğuna göre Kerbela (İmam Hüseyn'in
defnedildiği yer) cennetten bir parçadır. Sen de bu sözün doğruluğunu kabul
ettin. Çünkü kendine ait hesaplamalarında hata yapmayacağını söyledin. O halde Peygamberimizin
nübüvvetlik iddiasını da doğrulamış oldun. Çünkü bu işi Allah'tan başka kimse
bilmez ve peygamberden başkası onu insanlara söylemez. Buna ilave olarak Peygamberin
oğlu Kerbela'da defnedilmiştir. Eğer Peygamber hak üzere olmasaydı O'nun
sulbünden olmayan biri cennet toprağına defnedilmezdi."
Hıristiyan
elçi, delile dayalı bu sağlam sözü işitince Müslüman oldu.
HELAK OLMAKTAN KURTULMAK
Yine merhum Hulusî, yaklaşık 30 yıl önce, yakınlarından
epey yaşlı ve salih birinin (ben ismini unuttun) şöyle anlattığını nakleder:
Gençlik
dönemlerimde akrabalarımdan birinin evi İsfahan'ın girişinde bir yerdeydi. Cuma
akşamı evinde düğün töreni vardı. Beni de davet etmişti. Sıla-i rahim olsun
diye davetini kabul ederek oraya gittim. Yahudi bir grup müzik çalıp şarkı
söylüyordu. Bu sahneyi ve işlenen diğer günahları da görüce çok üzüldüm. Onları
uyarıp nasihat ettiysem de bir yararı olmadı. Kaçış yolum da yoktu. Çünkü evim
Kazerun girişlerinde bir yerdeydi ve eve gitmem için uzun bir mesafe kat etmem
gerekiyordu. Ayrıca akşam saatlerinde şehre giriş-çıkış yasaktı.
Çersizlik
içinde evin boş bir odasına girdim ve kapıları kapadım. Cuma akşamı olduğu için
namaz kıldım, dua ettim ve rabbimle raz-ü niyazda bulundum. Akşamın son saatlerinde
sesler kesilmiş, herkes yorgunluktan uyumuştu. Şiddetli bir yer sarsıntısıyla
uykudan uyandım. Oldukça ürkmüştüm. Odanın kapısını açıp ne oluyor diye anlamaya
çalıştım. Tam o sırada evin bahçesinde bulunan bir ağaç depremin etkisiyle
bulunduğum odaya doğru devrildi. Dalları neredeyse elime değecek kadar yakınıma
düşmüştü.
Korkuyla
ağacın dallarından tutarak hızla geriye ittim. Ağaç yerine oturunca dallarından
tutunarak aşağı inmeye çalıştım. Bahçenin ortasına vardığımda bir anda büyük
bir gürültü işittim. Korkuyla geriye dönüp baktım. Bina tamamen çökmüş, ev
yerle bir olmuştu. Benim dışımda o evden kurtulan olmadı. O an kendi evimi ve
ailemi düşündüm. Kendi kendime "Gidip onlara bir bakayım, acaba onlara ne
oldu?" dedim. Ağaçtan inerek evime doğru yola koyuldum. Kazerun'a kadar
yolumun üzerindeki tüm ev ve dükkânlar harabeye dönüşmüştü.
Bu olay bize iki şey öğretmektedir:
1- Günahkârlar arasında Allah'ı hatırlayıp onları bu
günahtan vazgeçirmeye çalışan biri olur ama onlar dinlemezlerse, onlara gelen bela
uyarıcı kişiye gelmez. Zira Allah, vaadi gereği onu bu beladan kurtarır.
Nitekim Allah-u Taâla, Âraf suresinde Cumartesi ashabı hakkında şöyle
buyurmaktadır:
"Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca biz de
kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları
kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık."[45]
2- Günah ehli hiçbir zaman gönül rahatlığıyla heva ve
heveslerine kapılarak diledikleri günahı yapmasınlar. Zira her an Allah'ın
kahredici azabı gelip çatabilir. Özele veya genele yönelik bu tür ani belalar, tövbe
kapılarını insanın yüzüne kapatabilir. Nitekim Kurân-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:
"Sonra kötülüğü (darlığı) değiştirip yerine
iyilik (bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar ve: 'Atalarımız da böyle sıkıntı
ve sevinç yasamışlardı' dediler. Biz de onları, kendileri farkına varmadan
ansızın yakaladık. O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve
(günahtan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket
kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları
yakalayıverdik.[46]
Ani deprem vb. gibi umumî belalar hakkında unutulmayacak
birçok gerçek yaşam öyküsü nakledilmiştir. Büyük olasılıkla yukarıda anlatılan bu
deprem, Farsname-i Nasırî'nin (s.308) de sözünü ettiği 25 Recep 1269
yılında, Şiraz'da, sabaha yakın gerçekleşen şiddetli deprem idi. Yüzlerce evi
viran eden bu deprem, geride binlerce hasarlı bina bıraktı. Binlerce kişi enkaz
altında kalarak yaşamını yitirdi. Camilerin ve okulların bir bölümü bu depremde
harabeye döndü. Şehir genelinin yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardı.
Aynı dergide (s.268) şöyle yazılıdır: 1237 yılında Çin
ve Hindistan'dan İran'a veba salgını sirayet etti. 5-6 gün içinde Şiraz'da altı
bin kişi hayatını kaybetti.
1239 yılının Şevval ayında Kazerun kasabasında şiddetli
bir deprem yaşandı. Birkaç akşam sonra, sabaha karşı, bundan daha şiddetli bir
deprem de Şiraz'ı vurdu. Binaların geneli altı üstüne gelecek şekilde yerle bir
oldu. Ama baharın sonları olduğu ve halkın büyük bir bölümü damların üzerinde
ya da avluda uyuduğu için can kaybı birkaç bini geçmedi. Yine birkaç gün sonra
Şiraz da artçı bir deprem daha oldu. İlk depremden daha hafif olan bu depremde,
evlerinin çatısında uyuyan insanlar, ilk depremin korkusuyla kendilerini aşağı
atmış, bu nedenle de birçoğunun ayağı kırılmıştı.
Bu olayları yaşayan insanlardan hâlen hayatta olan
yaşlı insanlar vardır. Anlattıklarına göre, 1322 yılında, yani yaklaşık 70 yıl
önce Şiraz'da veba salgını baş gösterdiğinde insanlar tıpkı hazan yaprakları
gibi kâh yollarda, kâh evlerinde, kâh pazarlarda yere dökülüyorlardı. Cenazeler
üst üste yığılıyor, defin işleri güçlükle yapılıyordu.
Merhum Doktor Haverî şöyle diyordu:
Gecenin
geç saatleriydi. Hastaları tedavi etmeye gittiğimde yolum Yeni Pazar'a düştü.
Kimsecikler yoktu. Ama yol boyunca bir sürü cenaze dizilmişti. Köpekler cesetleri
parçalayıp yiyorlardı.
Bu
belanın şiddetini öğrenmeniz için şu kıssayı anlatmam yeterli olur sanırım: "Muhammed'in
Annesi" adında bir bayan bana şöyle diyordu: Oldukça çaresizdim. Sokak ortasında
uzanmış, başımı yere koymuştum. "Ey Müslümanlar! Dört oğlumu kaybettim,
Allah rızası için gelin onların cenazelerini kaldırın, diye feryat ediyordum.
Akşam güneş batımına yakın eve döndüğümde cenazelerden bir eser yoktu. Herhalde
hayırsever insanlar götürüp defnetmişlerdir, diye düşündüm. Ama sonraları ne
kadar araştırıp soruşturduysam onları kimin götürdüğünü veya nereye defnettiklerini
bulamadım. Hâlen dahi onların mezarlarının yerini bilmiyorum.
Yine bundan 50 yıl önce 1337 senesinde Şiraz'da baş
gösteren anfolonza salgınını hâlen iyi hatırlayan kişiler vardır. O yıllarda Şiraz
halkının geneli bu hastalığa yakalanmıştı. İmam Hüseyin'e (a.s) tevessüller
edildi. Pazarlara ve sokaklara minberler kurulup İmam Hüseyin'e (a.s) ağıtlar
okundu, dualar edildi ve iki ay geçmeden bu hastalık bertaraf oldu.
Yine 1322 yılında, yaklaşık 25 yıl önce, halkın geneli
tifoya yakalanmıştı. Doktorlar hastaların çokluğundan onlara yetişmekte güçlük
çekiyordu. Sabahın erken saatlerinden akşam geç saatlere kadar hastalarla
ilgileniyorlardı. Bazen evlerine dönemedikleri dahi oluyordu.
Ben, akrabalarım ve dostlarımın cenazesiyle ilgilendiğim
için öğleye kadar gasil hanede kalıyordum. Öğleden sonraları gittiğimde de
akşama kadar orada kalıyor, cenazelere namaz kılıyordum. Her gün ortalama
olarak yaklaşık elli cenaze geliyordu.
Bu hastalık yetmiyormuş gibi kıtlık baş göstermiş, her
şey oldukça pahalanmıştı. Öyle ki, insanlar ekmek almak için sabah erkenden
fırında kuyruklar oluşturuyor, öğleye kadar ancak ekmek alabiliyorlardı.
Ekmekten başka her şey vardı. İnsanların gürültüsü ve inleme sesleri uzak mesafelerden
işitilebiliyordu. Hem doktor, hem ilaç, hem de ekmek bulmak için çırpınan
zavallı insanlar vardı. En zavallıları ise yokluk yüzünden evlerini ve
eşyalarını sudan ucuza satmaya mecbur kalan insanlardı. Bu vahim durum birkaç
ay devam etti.
Bu tür olayları anlatırken aziz okuyucularımız, bu kıssaları
mütalaa ederek geçmiş toplumların başına gelen belalardan haberdar olsun
istedik. Bilinmelidir ki yüce Allah haddi aşıp bozgunculuk yapan, Allah'ı ve
ahiret gününü tamamen unutan, adalet ve ihsan yolunu terk eden, şehveti ve nefsî
istekleri uğraş edinen kimselere mühlet vermektedir. Hadlerini iyice aştıktan
sonra yaptıklarından pişmanlık duymaları ve tekrar tövbe edip Allah'a yönelmeleri
için Allah-u Taâla ani belalar gönderir; onları perişan eder. Aslında bu tür
belalar, yaratıcının kahır yoluyla gönderdiği lütuftan başka bir şey değildir.
Bu,
tıpkı suyu ve otu bol olan bir yerden sapıp da kurak toprağa yönelen koyunları
çobanın taşla-sopayla meraya geri çevirmesine benzer.
Nitekim İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Nimet
ve rahatlıkta Rabbimi övdüğüm gibi bela ve sıkıntılarda da O'nu övüyorum."
Kurân-ı Kerim'de de şöyle buyrulmaktadır:
"Andolsun
ki, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğsinler diye
onları darlık ve hastalıklara uğrattık."[47]
Günümüzde insanların geneli Allah'ı ve ahireti unutarak
şehvetlere ve şeytanî arzulara yönelmişlerdir. Allah'tan yüz çevirerek O'ndan
ve ahiret azabından başka herkesten ve her şeyden korkmaktadırlar. Allah'ın
geniş rahmetinden ve mükâfatından başka her şeye ve herkese bel bağlamışlardır.
Adalet, ihsan ve şefkat gibi insanı kemale götüren sıfatlardan uzak durarak;
özellikle de genç neslin, bilhassa da genç kızların, hayâ ve iffeti terk ederek
bunların yerine hayvanî sıfatlar edindikleri görülmektedir. Allah'ın evlerini
boş bırakarak sinema, diskotek ve eğlence mekânları gibi şeytanî yerleri
doldurmaktadırlar. Onlara Allah'ı ve ahireti hatırlatacak âlimane toplantılardan
kaçınır, nerede şeytanî bir ses varsa onu dinlemeye koşarlar. Hangi gün yollar
ve caddeler cinayetlerden, türlü türlü hıyanetlerden ve iffetsizliklerden boş
kalıyor ki?
Bu yüzden insanlar bu kötü gidişattan vazgeçmedikleri
sürece Allah yoluna dönünceye kadar üzerlerine bela ve afetlerin yağmasını
beklemek zorundadırlar. Böylece bu zorunluluk, onların mescitlerde toplanıp yaptıkları
kötü işlerden dolayı Allah'a karşı tövbe etmelerine vesile olacaktır. Ülkenin batısında,
Lar ve Horasan bölgelerinde yaşanan son depremler, toplumumuz için büyük bir uyarıdır.
HAYIRLI OLANI İSTEMEK
Bûşehr sakini merhum Seyit Abdullah şöyle anlatır:
Vaktiyle
İsfahan âlimlerinden biri, deniz yoluyla hacca müşerref olmak için bir grupla birlikte
Bûşehr'e gelmişti. Ne var ki İngiliz elçiliği vize vermeyerek zorluk çıkarmıştı.
Ben de dahil olmak üzere birçok kişi işin düzelmesi için elinden geleni yapmaya
çalıştıysa da bir faydası olmadı.
Şeyh
ve arkadaşları bu duruma oldukça üzülmüşlerdi. Şeyh, "Epey müddettir hacca
gitmek için uğraşıyoruz. Bir aya yakındır yoldayız ve bu yolda sıkıntılara
katlandık. (O zamanlar kafile yolculuğu İsfahan'dan Şiraz'a 17 gün, Şiraz'dan Bûşehr'e
kadar da 10 gün sürüyordu.) Bu yüzden geri dönemeyiz" diyordu.
Merhum Biladî şöyle der:
Şeyhi
oldukça üzgün ve sıkıntılı görünce acıdım. Bir şeylerle meşgul olmasını
sağlayıp rahatlatmak için mescidimi ona vererek cemaat namazı kıldırmasını ve
minbere çıkıp vaaz vermesini rica ettim. Şeyh, isteğimi kabul etmişti. Her akşam
minbere çıkıyor, beraberindeki hacı adaylarıyla birlikte hüzünlü ve kırık bir
kalple Allah'a yalvarıyor, "emmen yucibu" ayetini okuyor ve İmam
Hüseyin'e (a.s) tevessül ediyordu. Onların bu yakarışı her işiteni etkileyip
üzüyordu.
Birkaç
akşam böyle perişan bir halde Allaha yalvarıp şikâyetlerini dile getirdiler. "Rabbimiz,
bizler geri dönemeyiz, bizi maksadımıza ulaştır!" diyorlardı.
Bir
gün İngiliz konsolosluğundan birkaç kişi geldi. Şeyhe, "Gelin de izin
belgenizi alın!" dediler. Sevinçle vizelerini aldılar ve Kâbe'ye doğru
yola koyuldular.
Aradan
birkaç ay geçmişti. Bir gün deniz kenarında dolaşırken saçı başı birbirine karışmış
kötü görünüşlü birine rastladım. Bana pek yabancı gelmemişti. "Sen birkaç
ay önce falan şahısla birlikte Mekke'ye gitmek isteyen İsfahanlı değil misin?"
diye sordum. "Evet" dedi. Bunun üzerine Şeyh'in ve arkadaşlarının
durumunu sordum. Uzun uzun ağladıktan sonra cevap verdi: "Yolda önce
haydutların saldırısına uğradık, mallarımızı yağmaladılar; sonra da hastalığa
yakalanarak hayatlarını kaybettiler. Onlardan geriye sadece ben kaldım;
durumumu görüyorsun!"
Biladî hoca der ki:
Onların
dualarının niçin kabul olmadığını şimdi anlıyorum. Israrlarını sürdürünce Allah
isteklerini kabul etti, ama bu, kendi zararlarına oldu.
Allah-u Taâla Kurân'da şöyle buyurmaktadır:
"Sizin
için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha
kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz."[48]
Yine bir başka ayette şöyle buyuruyor:
"Eğer
Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi,
elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri
biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız."[49]
Ayetteki kasıt şudur: Bazıları şerri talep ederek
hayrı istediklerini sanırlar. İstedikleri şey hayırlarına olmadığı için Allah
onu kabul etmez. Tıpkı öfkelendiklerinde kendilerinin ya da evlatlarının ölümünü
dileyen, öfkeleri yatışınca da bundan pişmanlık duyup duaları kabul olmadığı
için Allah'a şükreden kimseler gibi…
Nice işler vardır ki insan, hayrının ve saadetinin
onda olduğunu zannederek ısrarla o işin olmasını yeğler, ama muradına erince de
"Keşke bu iş olmasaydı!" diye hemen pişman olur.
Dolayısıyla insan, hacetlerini Rabbinden dilerken isteğinin
hayırlısını Allaha bırakmalı ve şöyle demelidir: Ey alemlerin Rabbi! Dinî ve
dünyevî hacetlerim ancak senin rızan ve benim de hayrım doğrultusunda olursa
yerine getir!
İnsan, diliyle söylemese bile bunu kalbinden geçirmelidir.
O halde Rabbimizden bir şey talep ettiğimiz zaman o işin yararımıza mı, zararımıza
mı olduğunu Allaha havale etmeli; hayrımıza olanı Allah'tan dilemeli; aksi halde
ondan vazgeçmeliyiz.
Netice olarak, insan kendisini Rabbi karşısında aciz,
zayıf ve maslahatını teşhis edemeyen bir kul olarak görmeli; Rabbini ise her
şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir Rab olarak bilmelidir. Haceti verilmezse Rabbine
karşı kötü düşüncelere kapılmamalı ve O'nu, isteğini yerine getirmediği için
itham etmemelidir. Aksine duası kabul olmadıysa, bunu ya kendi maslahatına ya
henüz vaktinin gelip çatmadığına ya da duasının kabul gerektiren bazı şartlara haiz
olmadığına yormalıdır.
HAYÂ EDEN KÖPEK
Yine
merhum Biladî şöyle anlatır:
Tahsili
için birkaç yıl Fransa'da ikâmet eden akrabalarımdan biri vatana döndüğünde
şöyle bir olay anlattı:
Paris'te
bir ev kiraladım. Eve bekçilik yapıp gözetmesi için de bir köpek satın aldım.
Akşamları kapıyı kapatıyordum. Köpek kapının yanında uyuyordu. Derse gidip
geldiğimde köpek de benimle birlikte eve giriyordu.
Bir
akşam eve geç döndüm. Hava çok soğuktu ve üşümemek için paltomun yakasını
kaldırmış, kulaklarımı ve başımı örtmüş, elimdeki eldivenle de yüzümü kapatmıştım.
Sadece gözlerim görünüyordu. Bu halde evin kapısını açmak istediğimde zavallı
köpek beni tanımayarak saldırdı. Paltoma asılınca hemen yakamı indirip yüzümü
açtım. Tanıması için seslendiğimde beni tanımıştı. Hemen kuyruğunu sallayıp
sokağa doğru kaçtı. Kapıyı açıp içeri almak istedim ama bir türlü girmedi.
Sabah
olduğunda köpeği ölü olarak buldum. Aşırı hayâ ve utanç yüzünden can vermişti.
İşte bu yüzdendir ki herkes kendi köpeksi nefsine
hitap edip "Ne kadar hayâsızım!" diyebilmelidir. Sahi, neden tüm varlığımızın
kaynağı olan Rabbimizden hayâ etmiyor ve yüce makamına saygısızlık yapıyoruz?
İmam Zeynelabidin (a.s), Ebu Hamza Sumalî Duası'nda şöyle buyuruyor:
"Ey Rabbim! Tek başıma kaldığımda senden hayâ
etmiyor, aşikârda da (makamına) saygı göstermiyorum. Belki de beni hayâmın
azlığından cezalandırıyorsundur."
FEDAKÂR KÖPEK
Merhum hacı Şeyh Sihamuddin babasından, o da babasından
şöyle nakleder:
Vaktiyle
merhum Hâkim Hüseyin Ali, yüzmek için deniz kenarına gider. Elbisesini çıkarıp
suya atlamak istediğinde köpeği önüne geçip yüzmesine mani olur. Hâkim köpeğine
itina etmeyip tekrar suya atlamak ister. Köpek, sahibine engel olamayacağını
anlayınca denizin belirli bir yerine zıplar. O sırada büyük bir deniz hayvanı
peyda olur ve köpeği yutup oradan uzaklaşır.
Hâkim,
bu manzarayı görünce köpeğin neden kendisine mani olmak istediğini anlar. Onun
bu fedakârlığı karşısında şaşkına dönen hâkim, üzüntüsünden gözyaşlarını tutamaz.
Merhum Allame Meclisî,
Biharu'l-Envar adlı
eserinin 14. cildinde, köpeklerin vefası ve kendilerini sahiplerine feda etmeleri
konusunda birbirinden ilginç kıssalar nakletmiştir.
Söz köpeğin vefa ve hayâsından, insanın vefasızlık ve hayâsızlığından
açılmışken, merhum Şeyh Bahaî'nin şiir kalıbında anlattığı kıssayı aktarmak istedim:
Vaktiyle abit bir kul dağa çıktı Lübnan'da
Rakîm ashabı gibi çekildi inzivaya
Dünyadan yüz çevirdi, Allah'ına yöneldi
İzzet hazinesini buralarda keşfetti
Rabbi için aç kaldı, günlerce oruç tuttu
İftarlarda kendini hep ekmekle avuttu
Yarısını akşam yer, yarısını saklardı
Onu da sahurda yer, kanaatle yaşardı
Bir süre böyle geçti, inmedi hiç köyüne
İnmek de istemedi, dönmedi hiç evine
Nihayet bir gün ekmek kalmamıştı bohçada
Açlıktan bitkin düştü, zayıfladı bir anda
İlk akşamı aç kıldı, yatsıya zor dayandı
Karnı aç olduğu çun fikri hep taamdaydı
Ne takati kalmıştı, ne de derman açlıktan
O gece yatamadı, mahrum kaldı namazdan
Sabah olunca artık dedi şehre ineyim
İnip de bir çırpıda yemek falan yiyeyim
Bir şehire girdi ki, sakini ehl-i zarar
Yarısı ateşperest, yarısı da sahtekâr
Ne var ki abit açtı, dayandı bir kapıya
İki ekmek kopardı, ateşperest de olsa
Aldı ekmeği abit, teşekkür edip çıktı
Ekmeği görünce sanki tekrar gönlü açıldı
Geri dönüp giderken yine hiç korkmuyordu
İki ekmekle o gün iftarı düşlüyordu
Ateşperest adamın bir köpeği var idi
Zavallı da açlıktan bir deri-bir kemikti
Yanında top çizilse, onu ekmek sanırdı
Biri de "etmek" dese, onu ekmek anlardı
Görünce abitte'kmek, koştu hemen ardından
Kuyruğunu sallayıp ekmek istedi ondan
Köpeği gören abit birini ona verdi
Biri de bana yeter deyip geri çekildi
Ne var ki köpek açtı, yine kuyruk salladı
Bir ekmek daha deyip hemen yanına vardı
Abit ise gönülsüz, onu da verdi naçar
Korkmuştu çünkü ondan, biri etmemişti kâr
Aç köpek iştahlıydı, onu da yedi ama
Bir kez daha takıldı abitin arkasına
Gölge gibi izledi, onu hiç kaybetmeden
Havlamakla kalmayıp yapıştı giysisinden
Şaşırmıştı bir anda, durum olunca ciddi
Senin gibi hayâsız var mı bir köpek, dedi
Elimde avucumda ne varsa yedirdim ya
Daha ne istersin ki, git başkasına havla
İki ekmeğim vardı, onları da sen yedin
Bir de yetmezmiş gibi üstümü pençeledin
Köpek dile gelerek dedi ey kemal ehli
Ben hayâsız değilim, ne de celal ehli
Küçüklüğümden beri hep burada yaşadım
Bu evi ben kendime ebedi yuva yaptım
Koyunları ben güder, evini gözetirim
Sahibim de lütfetse bir lokma ekmek yerim
Bazen bol kemik verir, bazen de aç bırakır
Günlerce yanar ağzım, post kemiğe yapışır
Bazen bu ateşperest kendi de tok dolaşmaz
Hele sen beni boş ver, kendine nan bulamaz
İşte duydun gerçeği, ben bu halde yaşadım
Yine de ondan başka kimseye el açmadım
Yaşlı ateşpereste ben, hep bekçilik eyledim
Verdiğine şükrettim, vermeyince sabrettim
Ama sen böyle misin, olmayınca bir akşam
Sabır direğin çöktü, yüz çevirdin Allah'tan
Bir anda yardan geçip iniverdin bayıra
Ateşperest demeyip yapıştın kapısına
İki lokma ekmek için reva mı dosttan geçmek?
Düşmanıyla barışmak, hele post değiştirmek?
Yüzün varsa sen hak ver, ey yüzsüz seçkin adam
Hayâsız bir ben miyim, yoksa sen misin, inan
Hakkı duyunca abit şaşırdı sessiz kaldı
Köpekten aldı dersi oracıkta bayıldı
Köpek nefsli Bahaî, duydun mu itin sözün
Git de kanaati sen, o itten öğren özün
Sabırla açılmazsa yüzüne hak kapısı
Seni de geçer elbet o köpeğin pahası
HELAL RIZIK
Merhum Mahmud Şirazî, bir dönemler Şiraz'da, yakın
zamanda da Tahran'da eczanelere toptan ilaç pazarlayan merhum Hacı Mirza Hasan
Ziyauttüccar Şirazî'den şöyle işittiğini nakleder:
Bir
gün Kirmanşah yoluyla Kerbela ziyaretine gitmeye karar verdim. Bunun için bir
merkep kiralayıp yolculuk hazırlıklarına başladım. Daha sonra bir kafileyle birlikte
hareket ettim.
Kazvin'e
kadar yaya yürüyen bir adam beni yalnız görünce yanıma gelip bana eşlik etti. İşlerimde
bana yardımcı oluyordu. Akşam yemeğini birlikte yedik. Kazımeyn'e kadar bana
yardımcı oldu. Ben de bu yardımlarının karşılığı olarak onu yiyeceğime ortak
ettim.
Nihayet
Kazımeyn'e varmıştık. Ayrılma zamanı gelince ona ismini sordum. "İsfahan'a
bağlı Komşe nahiyesinden Kerbelaî Muhammed" diye cevap verdi. Kerbelaî
Muhammed bana şunları anlattı:
Yedi
yıl önce İmam Rıza'nın (a.s) ziyaretine gittiğimde Esterabad yakınlarında, Türkmenler
tarafından saldırıya uğradık. Kafilemizdeki tüm mallarımızı yağmalayıp beni de
kendileriyle birlikte götürerek kendilerine hizmetçi yaptılar. Gündüzleri sürekli
çalıştırıyorlardı. Bu durumdan oldukça rahatsızlık duyuyor, sıkılıyordum. Bir
gün ne pahasına olursa olsun ellerinden kaçıp kurtulmaya karar verdim.
"Eğer
Rabbim bana yardım eder de vatanıma dönmem için beni bunların elinden kurtarırsa,
aynı yoldan Kerbela'ya müşerref olacağım" diye nezrettim. Sonra bir bahaneyle
onlardan uzaklaştım. Akşam olduğu için uyuyup kalmışlardı. Bu yüzden beni fark
etmediler. Hızla onlardan uzaklaştım. Bir yere vardığımda artık onların
şerrinden güvende olduğumu anlamıştım. Rabbime şükürler ederek aynı yerden Kerbela
ziyaretine geldim.
Merhum
Ziyauttuccar der ki: Ben Samerra'ya gitmek istiyordum. Ona, "Gel birlikte gidelim.
Kerbela'ya daha sonra gideriz" dedim. Ne kadar ısrar ettiysem kabul etmedi.
"Hiç vakit kaybetmeden nezrimi yerine getirmeliyim" diyordu. Bir
miktar para uzatarak "Ne kadar istiyorsan al!" dedim. Önceleri almak
istemedi. Israr edince üç İran riyali alarak yanımdan uzaklaştı. Bir daha da
onu görmedim.
Bir
süre sonra Necef'e varmıştık. Bir ara kutsal avlunun üst tarafından geçerken
kalabalık bir gruba rastladım. Bu kalabalık, bir adamın etrafına toplanmış onu
dinliyordu. Kalabalığı yarıp aralarına girdiğimde bu kişinin sefer arkadaşım Komşeli
Kerbelaî Muhammed olduğunu gördüm. Boynuna geçirdiği bir parçayla kendini
mukaddes revakın parmaklıklarına bağlamış ağlıyordu. Tahranlı bir adam ona "Ne
istersen sana vereyim" diyordu. Yüz tümen vermeye bile razıydı. Ama Kerbelaî
Muhammed kabul etmedi. Yanına yaklaşarak "Ey arkadaşım, İmam Ali'den (a.s)
ne istiyorsun? Kalk da eve gidelim. Ne ihtiyacın varsa ben sana veririm" dedim.
Yine kabul etmedi. "Benim hacetimi şu yüce zattan başka kimse veremez.
Ondan başka kimsenin bunu vermeye gücü yetmez. O yüzden de hacetimi alıncaya kadar
buradan bir yere gitmeyeceğim" diye karşılık verdi. Israrlarımın bir
faydası olmadığını görünce onu kendi haline bırakıp yanından ayrıldım.
Ertesi
gün, avluda yine ona rastladım. Bu kez oldukça sevinçli ve güler yüzlüydü. Beni
görünce "Gördün mü, hacetimi aldım!" dedi. Elini cebine sokup bir
belge çıkardı. "İşte bak, bunu İmam Ali'den (a.s) aldım!" dedi. Belgeye
baktım. Dört bir yanı birbiriyle eşit yazılmış gayet okunaklı bir yazıydı. "Bu
belge de neyin nesi, kime ait?" diye sordum. "Bunu ancak onu elde
ettiğimde sana haber verebilirim" dedi. Daha sonra Tahran'daki adresimi
alarak yanımdan ayrıldı.
Aradan
birkaç yıl geçmişti. Tahran'daki mağazama geldi. Onu hatırladıktan sonra "Hani
bana İmam Ali'nin (a.s) sana olan inayetini haber verecektin?" diye sordum.
"Birkaç kez Tahran'a geldim ama siz Şiraz'a gitmiştiniz. Şimdi onu size
haber vermeye geldim. Ben İmam'dan ömrümün sonuna kadar rahat geçinmek için
helal rızk istemiştim. O yüce İmam da beni muhterem seyitlerden birine havale
ederek bana ekili bir arazi vermesini emretti. Seyit, İmam'ın (a.s) bu emrine
itaat ederek ekili araziyi bana verdi. O yıldan bu yana o tarlayı ekiyor ve hiç
sıkıntı çekmeden rahatça yaşıyorum" dedi.
MEYSEM-İ TEMMAR'IN
KERAMETİ
Bu yıl, (Aban 1347) Necef'te ziyaret mekânlarına müşerref
olduğum bir vakit Seyit Ahmed Necefî Horasanî ile birlikte Hz. Meysem'in (r.a)
ziyaretine gittik. Oradaki görevlilerden biri bizimle ilgilenerek çay ikram
etti. Biz de bir şey vermek istedik ama kabul etmedi. "Hizmet hakkımı Hz. Meysem
bana verir" dedi. Sonra şunları söyledi:
Burada
hizmet ettiğim birkaç yıl içerisinde rüyamda bazen Kûfe'nin harabelerinden birini
bana gösterir, ben de orayı kazarım. Her kazdığımda bir sikke buluyorum.
Bulduğum sikkeleri satarak geçimimi temin ediyorum.
Kazıp çıkardığı sikkelerden birini bize gösterdi. İran
riyalinden daha küçük olan yeşil renkli bu sikkenin üzerine Kufî hattıyla
tevhid kelimesi nakşedilmişti.
KÖRÜN ŞİFA BULMASI
Ağalar Camii'nin muhterem cemaat imamı takva sahibi
âlimlerden Hacı Seyit Muhammed Cafer Subhanî şöyle anlatır:
Rüyamda,
İmam Hüseyin'in (a.s) mübarek türbesinde duaların icabet edildiği yeri bana
gösterdiler. Burası, Habib b. Mezahir'in mezarıyla aynı hizada olan mukaddes
türbenin baş tarafındaki yerdi.
Merhum
babamla ziyarete müşerref olduğumuz bir yolculukta babam ani bir baş ağrısına
yakalanarak her iki gözünü de kaybetti. Bu durum beni derinden üzmüştü. Ayrıca
oldukça da sıkıntıya düşmüştüm. Çünkü devamlı elinden tutmam, ihtiyaçlarını
gidermem ve onu gözetmem gerekiyordu.
Bir
gün İmam'ın türbesine girip duaların müstecap olduğu yerde durarak "Babamın
gözlerinin iyileşmesini sizden istiyorum" dedim. O gece rüyamda yüce bir
şahsiyetin babamın başucuna gelerek mübarek ellerini gözlerine sürdüğünü
gördüm. Sonra bana dönek, "İşte gözleri! Ama aslı sağlam değil!" buyurdu.
Uykudan uyanıca babamın iki gözünün de iyileştiğini gördüm. Ama "Aslı sağlam
değil!" cümlesini anlayamamıştım. Bu olay üzerinden üç gün geçtikten sonra
babam Allah'ın rahmetine kavuştu. O zaman bu cümlenin manasını anladım.
İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) İHSANI
Yine Merhum Hacı Seyit Muhammed Cafer şöyle naklediyordu:
Vaktiyle
merhume annemle Kerbela'ya müşerref olmuştuk. O yıl annem hastalanıp yatalak oldu.
Hastalığı kırk günü geçtiğinde ağır bir borcun altına girmiştim. Bu zaman
zarfında ne Şiraz'dan, ne de başka bir yerden elime bir şey geçmemişti. Mevlamın
lütfüne sığınarak türbesine müşerref oldum. Yine o başucu tarafında durarak; "Ey
mevlam! Ne kadar sıkıntıda ve üzgün olduğumu siz biliyorsunuz; feryadıma
yetişin!" dedim ve türbeden dışarı çıktım.
Aradan
az bir zaman geçmişti ki merhum Ayetullah Ağa Mirza Muhammed Taki Şirazî'nin
vekili yanıma gelerek "İstediğiniz her şeyi vermek için Mirza tarafından
görevlendirildim" dedi. "Ne kadar verebilirsiniz" diye
sorduğumda, "Miktarı belirtilmemiştir, onu siz belirleyin" dedi.
Böylece borçlarımın tümünü ödedim ve Kerbela'da olduğum sürece içinde bütün
masraflarım temin edilmiş oldu.
KÖTÜ ZAN
Seyit Mahmud Attarân şöyle anlatır:
Aşura
günleri Serduzek mahallesinin sine destelerinde yer alıyordum. Bir gün yakışıklı
bir gencin zincir vurduğu esnada kadınlara baktığını fark ettim. Bu duruma
dayanamayıp ona bir tokat attım, sonra da onu deste grubundan dışarı çıkardım.
Birkaç dakika sonra elim ağrıdı ve yavaş yavaş ağrısı şiddetlenmeye başladı.
Doktora başvurmak zorunda kaldım. Bana "Ağrının nedenini anlayamıyorum,
ama ağrısını dindirip yatıştıracak bir yağ var" dedi.
Doktorun
verdiği yağı kullandım. Hiç faydası olmamıştı. Bilakis ağrısı ve şişi daha da artmıştı.
Eve geldiğimde ağrısına dayanamayıp bağırmaya başladım. Akşam bu yüzden uyuyamadım.
Gecenin sonlarına doğru gözlerim ağırlaşmaya başladı ve uyudum. Rüyamda Şah Çerağ[50]
hazretlerini gördüm. Bana "O genci bulup rızasını almalısın!" dedi.
Uyandığımda
elimin ağrısının sebebini anlamıştım. Gidip o genci buldum ve kendisinden özür
diledim. Nihayet gönlünü alarak razı ettim. Kısa bir süre sonra elimin
şişkinliği yattı, acısı da dindi.
Hata
ettiğimi ve o genç hakkında kötü zanna kapıldığımı anlamıştım. O gün İmam
Hüseyin'in (a.s) matemlisine saygısızlık edilmemesi gerektiğini öğrenmiştim.
Bu kıssadan almamız gereken ders şu ki; Allah ve Resulüne
bağlı kişilere saygısızlık etmek ve onları (basit sebeplerden dolayı) rencide
etmek tehlikeli olduğu gibi ilahî belanın gelip çatmasına ve O'nun gazabına
uğramaya neden olur.
İHSANIN MÜKÂFATI
Merhum Hacı Muin Şirazî şöyle anlatır:
Tahran
Pazarı'nda Alman gümüşü satan Seyit Hasan Verşuçî tüm sermayesini kaybettikten
sonra ağır bir borcun altına girmişti.
Bir
gün mağazasına genç bir bayan gelir ve şöyle der: Ben Yahudi bir kızım. 120
tümen param var evlenmek istiyorum. Sizin dürüst bir insan olduğunuzu duydum. Şu
parayı alın ve karşılığında çeyizim için listede yazılı şu eşyaları verin."
Verşuçi,
şöyle anlatır:
Parayı
alarak bende olan malları verdim, olmayanları ise komşu mağazalardan temin
ettim. Alışverişinin toplamı 150 tümen tuttu. Genç kız "Elimdeki paradan
başka param yok " deyince "Zaten ben de istemiyorum" dedim.
Bunun üzerine başını göğe kaldırarak bana dua etti. Satın aldığı eşyaları bir
el arabasına koyup gönderdim. Başka parası olmadığı için kirasını da ben verdim.
Bir
gün kendi kendime, "En iyisi durumumu Tahran'ın önde gelen zengin arkadaşlarımdan
Hacı Ali Alakabendî'ye söyleyeyim" dedim. Sabah erkenden Şemiran'a giderek
hediye amaçlı altı kilo elma satın aldım.
Hacı
Alakabendî, İmam zade Kâsım'ın türbesinin yakınlarında bir yerde oturuyordu. Bahçesinin
kapısını çalıp bekledim. Bir süre sonra bahçıvanı gelerek kapıyı açtı. Elmaları
ona vererek "Hacıya Hüseyin Verşuçî'nin geldiğini haber verin" dedim.
Bahçıvan
haber vermek için içeriye gittiğinde kendime geldim. Kendi kendimi "Neden
yaratan Rabbime değil de onun yarattıklarına el açıyorum?" diye azarladım.
Yaptığım işten hemen pişman oldum. Geri dönüp kendimi bir çöle attım. Topraklar
içinde secdeye kapılarak ağladım. Devamlı tövbe ediyor, Allah'tan bağışlanma
diliyordum.
Şehre
dönmem gerekiyordu. Ama hacının adamlarının beni göremeyeceği bir yoldan dönmek
istiyordum. Beni bulmak için peşimden birilerini göndereceğini bildiğim için o
gün öğleye kadar dükkâna da gitmedim. Artık hacının adamlarından kimsenin
gelmeyeceğine emin olunca işime döndüm. Elemanlar "Hacının adamları birkaç
kez buraya gelip seni sordular" dedi. Kısa bir süre sonra da hacının
hizmetkârı gelip "Sabah geldiniz ama neden hemen geri döndünüz anlayamadık;
hacı siz bekliyor" dedi.
"Bir
yanlışlık oldu" deyip geçiştirdim. Hizmetkâr gittikten bir süre sonra bu
kez de hacının oğlu geldi. O da "Babam sizi bekliyor" dedi. "Babanla
bir işim yok!" deyip onu da gönderdim. Birkaç saat sonra elinde asası,
bitkin ve hasta haliyle bu kez de hacı çıkageldi. "Niçin sabahleyin gelip
hemen geri döndün? Mutlaka bir işin olmalı? Hacetin nedir?" diye sordu. "Hayır,
bir ihtiyacım yok, herhalde bir yanlışlık oldu" diye geçiştirdim. Öfke ve
hiddetle geri döndü.
Birkaç
gün sonra evde oturmuş ekmek ve üzüm yiyordum. Tacir arkadaşlarımdan biri
yanıma gelerek "Elimde işine yarar bir mal var. Epey bir zamandır ambarımda
boşuna yer kaplıyor" dedi. Ne olduğunu sordum. Emayelenmiş bir kalıp alman
gümüşü olduğunu söyledi. Önceleri istemedim ama ısrar edince satın aldım. Her
küpünü alış fiyatına, 17 tümene, veresiye olarak vermişti.
İkindi
vakti bini aşkın gümüş küpü getirdi. Mağazamın ambarı bu küplerle doldu. Ertesi
gün numunelik bir küp alarak gümüşçüler pazarına gittim. Bana "Bunu nerden
aldınız, uzun zamandır bu tür gümüş ele geçmiyor!" dediler. Küpleri tanesi
50 tümenden satın aldılar. Elde ettiğim kazançla borçlarımın tamamını ödeyip
sermayemi yeniledim. Sonra lütfünden dolayı Rabbime şükürler ettim.
Bu öykü, bize muvahhit bir insanın zorluk ve sıkıntılarda
Allah'tan başkasına bel bağlamaması gerektiğini öğretmektedir. Bilinmelidir ki,
başkalarından yüz çevirip Allah'a yönelen kimsenin işi yolunda gider, en güzel
ve en istenilen seyirde hareket eder.
Havale et işini Hakk'a ey Hafız
Bu sayede açılır geçim bahtımız
İMAM HÜSEYİN'İN (A.S)
ZİYARETÇİLERİ
Son Kerbela ziyaretine müşerref olduğum yolculukta (14
Recep 1388) Seyit Abdürresul Hadim bana şunları anlattı:
Vaktiyle
İmam Hüseyin'in (a.s) türbesinde kapıkulu olarak görev yapan ve şu anki kapıkulunun
da babası olan merhum Abdülhüseyin, erdem sahibi, iyi insanlardan biriydi.
Bir
akşam kanlı ve kirli ayaklarıyla türbeye giren, o hâliyle hacet dilemeye
çalışan bir Arap görür. Merhum, onu bu halde görünce etrafındakilere bağırarak onu
hemen türbeden dışarı çıkarmalarını emreder. Arap, dışarı götürülürken "Ey
Hüseyin, bu evin size ait olduğunu düşünüyordum; ama görüyorum ki eviniz
başkasına aitmiş!" diye seslenir.
Aynı
gece merhum bir rüya görür: Rüyasında İmam Hüseyin türbenin avlusunda minbere
çıkmış, müminlerin ruhları da etrafını sarmış onu dinliyorlardır. İmam, hademelerinden
yana duyduğu rahatsızlığını şikâyet ediyordur. Türbe sorumlusu, "Ey ceddim,
size karşı ne gibi bir edepsizliğimiz oldu?" diye sorar. İmam, "Siz
bu akşam en aziz misafirlerimden birini rencide edip türbemden dışarı attınız.
Onu hoşnut etmediğiniz sürece ne ben razı olurum, ne de Allah razı olur" diye
cevap verir. Görevli "Ey ceddim, ben onu tanımıyorum ve nerde olduğunu da
bilmiyorum" der. Bunun üzerine İmam, "Şu an Hasan Paşa'nın (çadırlara
yakın bir yer) evinde uyuyor. Oradan da türbemize gelecek. Bizimle işi vardı. Onun
kötürüm olan oğluna şifa verdik. Yarın kabilesiyle birlikte gelecek. Onu
karşılamaya git" diye cevap verir.
Merhum,
uykudan uyanınca birkaç hademeyle birlikte zavallı Arap'ı İmam'ın buyurduğu
yerde bulur. Ellerini öperek son derece ihtiramla evine getirir, ona ikramda
bulunur.
Ertesi
gün yanına otuz hademe alarak onları karşılamaya gider. Bir süre sonra sevinç ve
neşe içerisinde gelen bir gruba rastlarlar. Aralarında Arap ve şifa bulan
felçli çocuğu da vardır. Hemen yanlarına alarak birlikte mukaddes türbeye
müşerref olurlar.
ÖZGÜRLÜK BELGESİ
Sadık Ehlibeyt dostlarından Haydar Aga Tahranî şöyle anlatır:
Birkaç
yıl önce İmam Rıza'nın (a.s) revakına müşerref olmuştum. Yaşlılıktan beli bükülmüş,
saçı-başı ağarmış, kaşları gözünün üzerine sarkmış yaşlı bir adamın ibadetindeki
tevazu ve kalbî huzuru beni kendine cezp etmişti. Bir süre sonra gitmek için
yerinden doğrulduğunda takatinin olmadığını gördüm. Yanına gidip ayağa kalkması
için yardım ettim. "Evin nerede, istersen seni götüreyim" dedim. Hayrat
Han Medresesi'nde bir odada kaldığını söyledi.
Kısacası,
onu kaldığı yere götürdüm. Yaşlı adama hayranlık duymaya ve onu sevmeye
başlamıştım. Artık her gün onu görmeye gidiyor, işlerinde yardımcı oluyordum.
İsmini, yaşadığı yeri ve ne işle uğraştığını sordum. "Adım İbrahim, Iraklıyım"
diye cevap verdi. Farsçayı da biliyordu. Kendisinden bahsederken şöyle dedi:
Gençliğimden
bu yana her yıl İmam Rıza'yı (a.s) ziyarete gelir, bir süre burada kalır, sonra
Irak'a dönerim. Henüz otomobilin icat edilmediği yıllarda iki kez yaya olarak
ziyarete geldim. İlk seferimde çok sevdiğim sadık can yoldaşlarımdan üçü bir
fersahlık yola kadar bana eşlik ettiler. Benden ayrıldıkları ve ziyarete
müşerref olamadıkları için çok üzgündüler. Vedalaşmak istediğimizde ağlayarak "Daha
gençsin, yaya olarak gideceğin bu yolculukta çok sıkıntı çekeceksin, ama İmam sana
teveccüh edecektir. O yüzden de sana hacetlerimizi söylüyoruz. Üçümüzün
selamını İmam Rıza'ya (a.s) ilet ve o mukaddes türbeye vardığında bizleri de
yâd et" dediler.
Sonra
onlara veda ederek Meşhed'e doğru hareket ettim. Şehre girdiğimde yorgun ve
bitkin halimle mukaddes türbeye girdim. Türbenin bir köşesine yığılıp kalmıştım.
O halde kendimden geçtim.
Rüyamda
İmam Rıza'yı (a.s) gördüm. Mübarek elinde sayılamayacak kadar kâğıt vardı. Kadın-erkek,
çoluk-çocuk tüm ziyaretçilerine o kâğıtlardan veriyordu. Sıra bana gelince dört
kâğıt verdi. "Niçin bana dört adet verdiniz?" diye sordum. "Biri
senin, diğeri de üç arkadaşının!" diye buyurdu. "İyi ama bu iş size
uygun değil; kâğıtları başkalarının dağıtmasını emretseydiniz!" deyince "Şu
gördüğün insanlar beni ümit ederek buraya gelmişler; o halde bizzat kendim bu
işi yapmalıyım" diye cevap verdi. Merakla kâğıtlardan birini açıp baktım. İçinde
dört ibare yazılıydı: "Ateşten kurtulma belgesi, hesap gününden güvende
olmak, cennete girmek ve ben, Allah Resulünün oğluyum."
Yukarıdaki öyküden iki netice almak mümkündür:
1-İmam Rıza'nın (a.s) ziyaretçilerine olan şefkat, merhamet
ve teveccühü öylesine derindir ki kim kurtulmayı ümit ederek O'na sığınır ve güvenirse
şefaat eder, kimseyi kapısından ümitsiz geri çevirmez.
2-Kim gerçek manada O yüce İmam'ı ziyarete etmeyi
arzular, ama gitmeye imkânı olmaz da başkasından, kendisinden taraf ziyaret
etmesini isterse, tıpkı ziyaret eden kişi gibi olur. Elbette bu mevzu, sadece İmam'ı
ziyaret etmek konusu için geçerli değildir. Aynı zamanda bütün hayır işler için
de geçerlidir. Yani kim hayır bir iş yapmayı sever, kalben o işe nail olmayı
arzular, ama buna rağmen yapmak için imkânı olmazsa, kuşkusuz o hayrı yapmış
gibi olur ve o hayrı yapan kişinin sevabını alır. Bu konuyu teyit eden birçok
rivayet mevcuttur:
Cabir
b. Abdullah, Kerbela'ya müşerref olduğu bazı seferlerinde, Kerbela şehitlerini
ziyaret ederken onlara şöyle hitap ederdi. "Allah'a ant olsun ki biz de
çektiğiniz o sıkıntılarda sizinle ortağız."
Yanında
bulunan Atiyye b. Saad "Nasıl olur da biz Kerbela şehitleriyle ortak
olabiliriz; halbuki biz o sıkıntılarda onlarla birlikte değildik, onlarla
birlikte kılıç savurmadık, onlar gibi başlarımız bedenlerimizden ayrılmadı, çocukları
gibi bizim çocuklarımız yetim kalmadı, eşlerimiz de eşleri gibi dul kalmadı!"
deyince Cabir şöyle cevap verir: Ey Atiye, habibim Allah Resulünden (s.a.a)
şöyle işittim, derdi ki:
"Kim bir topluluğu severse onlarla haşrolur.
Bir toplumun yaptığı işi benimseyip seven, o işte onlarla ortaktır."
Muhammed'i hak üzere gönderen Allah'a ant olsun ki benim ve kavmimin niyeti, İmam
Hüseyin (a.s) ve ashabının hedefleri uğruna öldükleri şeydi."[51]
İmam Rıza (a.s), Rayyan b. Şubeyb'e şöyle buyurdu:
"Ey Şubeyb'in oğlu! İmam Hüseyin (a.s) ile
birlikte şehit olanların sevabına sahip olmak seni mutlu ediyorsa, o halde ne
zaman onları hatırlasan, 'Keşke ben de onlarla olsaydım ve onlar gibi büyük
saadete erişseydim!' de."[52]
Fakat belirtmek gerekir ki, şehitlerin elde ettiği
sevaplara ulaşmanın şartı, bu arzu ve istekte sadık olmaktır. Yani Allah
yolunda öldürülmek, insanın gönlünde yatan bir arzu olmalıdır. Öyle ki, bu
uğurda zemine hazır olursa kendine, evladına ve malına olan düşkünlük onu bu yüce
hedeften alıkoymamalıdır. O halde tüm kalbi Kerbela vakıasında onu bu
fedakârlıktan alıkoyacak kendini beğenmişlik, şehvete düşkünlük ve dünya sevgisiyle
dolu olan bir kimsenin "Keşke ben de onlarla olsaydım!.." demesi,
apaçık bir yalandan başka bir şey olmaz.
Bir ilim ehli şöyle derdi:
Yıllarca
gurur ve yanılgıdaydım. Kendimi Kerbela şehitlerinin sevabına ortak görüyordum.
Bir gece rüyamda tıpkı Aşura olayını anlatan kitaplarda yazıldığı gibi, kendimi
Kerbela ortamında buldum. İmam Hüseyin'in (a.s) yanında duruyordum. Hz. Kasım
savaş meydanına giderek şehit oldu. Birden "Artık İmam'ın (a.s) yardımcısı
kalmadı; şimdi de savaş meydanına beni sürecek!" diye düşündüm. Korkumdan kendimi
saklamak için arkaya çekildim. Sonra da bir ata binip hızla oradan uzaklaştım.
Gördüğüm
rüyanın korku ve dehşetiyle uykudan uyandığımda bir ömür dilimde heceleyip
durduğum şehadet arzusunun yalan olduğunu anladım.
Bunu anlatmaktan maksat, aziz okuyucunun gurura
kapılmamasını hatırlatmaktır. Şunu bilmek gerekir ki, şehitlerin sevabına
ulaşmanın yolu, gerçek ve hakikî manada (onlar gibi olmayı) arzu etmektir. Ama
bu arzu, dünya sevgisiyle kuşanmış bir kalp için imkânsızdır. Bir ömür nefisle
mücadele edilmeli, onu alt etmeli, bu konuda sıkıntılara göğüs gerilmeli ki, bu
arzu hakikate dönüşsün.
Meydanda şehit olan kimse bir defada ölerek rahatlığa
ve huzura kavuşur. Oysa nefsiyle savaşan ve mücadele eden kimse bir ömür hem şeytanla,
hem de nefsiyle savaş içerisindedir. Bu yüzden nebevî hadiste de geldiği üzere buna
"cihad-ı ekber"[53]
denilmektedir.
Ayrıca, şahadet arzusu hakikî olsa da şehitlerin
sevabı gibi bir sevap alacaklardır; o sevabın aynını değil. Zira göstermiş oldukları
olağanüstü fedakârlıklardan dolayı Allah-u Taâla'nın Kerbela şehitlerine vermiş
olduğu makamlar ve mükâfatlar, yaratılıştan bu yana gelen ve gelecek olan hiçbir
şehide verilmeyecektir. O halde böyle bir makam basit bir temenniyle nasıl elde
edilebilir. Bu özel makam, ancak Kerbela şehitlerine mahsustur. Gerçek anlamda
o şehitlerin makamını temenni edenlere ise Allah, fazlından benzeri sevaplar
verecektir.
KADINLARIN ALTI GÖREVİ
Bundan
birkaç yıl evvel, sürekli cemaat namazlarına katılan seyide eşim yanıma gelerek
bana şöyle dedi: "Epey bir zamandır kurtuluşum için annem Hz. Fatma'ya
(a.s) tevessül ediyordum. Nihayet dün akşam O'nu rüyamda görünce "Hanımefendimiz,
biz kadınlar kurtuluşa ermek için ne yapmalıyız?" diye sordum. "Siz
kadınlar altı şeye dikkat ederseniz kurtuluş ehli olursunuz" diye cevap verdi.
Ama
ben gaflet edip o altı şeyi soramadan uyandım. Şimdi sen söyle, o altı şey
nedir?
Aklıma
ilk gelen şey, kadınların vazifelerini ve Allah Resulüyle yaptıkları biatin kabul
şartlarını içeren Mümtehine suresinin son ayeti olmuştu. Bu surenin 12. ayetine
müracaat edip şartları saydığımda bunların altı şey olduğunu gördüm. Eşime "Mutlaka
Hz. Fatma'nın (a.s) maksadı da budur" dedim.
Müslüman kadınların vazifelerini bilip öğrenmeleri için
bu ayetlerin kısaca tercümelerine işaret ediyoruz:
"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar;
1-Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, (yani
sıfatlarında, fiillerinde ve ibadette)
2-Hırsızlık yapmamak, (kocalarının ve
başkalarının malları hususunda)
3-Zina etmemek,
4-Çocuklarını
öldürmemek, (hatta nutfe, alaka ve cenin hallerinde
bile)
5-Elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup
getirmemek,
6-İyi işi işlemekte (namaz, oruç, hac, zekât ve
kocalarına itaat etme, yabancı erkeklere bakmama, dokunmama vb. konularda)
sana
karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et
ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir."[54]
İMAM HÜSEYİN'İN İNAYETİ
Serkuh Darab sakini takva ehli âlimlerden Şeyh Muhammed
Ensarî şöyle anlatır:
1373
yılında Kerbela'ya müşerref olduğumda oğlum hasta idi. Şifa bulması için onu da
yanımda götürdüm. Erbain günü oğlum ile beraber Fırat Nehri'nin kenarına
gittik. Ziyaret guslü almak amacıyla nehre girdik. Gusül ile meşgulken akıntı ansızın
oğlumu sürükleyip götürdü. Kafası dışında tüm bedeni suyun içindeydi. Yüzmeye
takatim kalmamıştı. Kurtarmak için yardım edecek kimse yoktu. Üzgün ve kırık
bir kalple Rabbime sığındım ve oğlumu kurtarması için İmam Hüseyin (a.s) hürmetine
O'ndan yardım istedim. Birden oğlumun bana doğru geldiğini gördüm. Elinden tutup
sudan çıkardım. Neler olduğunu sorduğumda, "Kimseyi görmedim, ama sanki
biri kollarımdan tutmuştu ve sana doğru getiriyordu" diye cevap verdi. Bunu
duyunca duamı kabul ettiği için Rabbime teşekkür edip şükür secdesine kapandım.
HZ. MEHDİ'NİN (A.F)
YARDIMI
Şeyh Muhammed Ensarî, yine şöyle anlatır:
Aynı
yolculukta Samerra'ya müşerref oldum. Mukaddes sirdâba (bodrum kat) inmek
istediğimde akşam namazının vakti geçmişti ve henüz namazımı kılmamıştım. Sirdaba
açılan mescitte cemaat namazı kılınıyordu. Bu mescidin ehlisünnete ait olduğunu
bilmiyordum. Cemaat yatsı namazını kılmakla meşguldü. Oğlumla beraber mescide
girip bir köşeye çekildik. Önümüze Kerbela mührü koyup namaz kılmaya başladık.
Cemaat namazı bittikten sonra önümden geçenler öfkeyle bana bakıyor, çirkin
sözler sarf ediyorlardı. Takiyye yapmadığım için pişman olmuştum.
Tüm
cemaat çekilip gittikten sonra mescidin ışıklarını söndürüp kapıyı yüzümüze kapadılar.
"Ben uzaklardan gelen bir ziyaretçiyim, buraların yabancısıyım!"
dediysem de fayda etmedi. İçlerinden bize itina eden çıkmadı. Bizi öylece
bırakıp gittiler. Oğlum ve ben oldukça korkmuştuk. Bizi öldüreceklerini
düşünerek ağlayıp sızlamaya başladık. Muzdarip bir halde Hz. Mehdi'yi (a.f) vesile
kılarak Allah'tan yardım diledik.
O
sırada duvarın yanında oturup ağlayan oğlum "Babacığı gel, yol açıldı!"
dedi. Giriş kapısı yakınlarında bulunan ve duvara monte edilen mescidin sütunu,
yukarı doğru kalkmaya başlamıştı. Sütun yerden 2-3 karış ayrıldı. Bu mesafe,
altından rahatlıkla geçmemiz için yeterliydi. Oğlumla birlikte hemen oradan
çıktık. Dışarı çıktığımızda sütun eski haline geri dönüp kapandı. Bunun üzerine
Rabbimize şükrettik. Ertesi gün merak edip aynı yere gittik. Açılan sütunun
yerinde herhangi bir iz yoktu. İğne deliği kadar bile olsa, bir çatlağa rastlamadık.
HZ. FATMA'NIN (A.S)
ADIYLA
Üstün kerametler sahibi Hacı Seyit Murtaza Keşmirî'nin
oğlu Seyit Ali Nakî Keşmirî, erdem sahibi Seyit Abbas Larî'den şöyle işittiğini
nakleder:
Necef'te
dinî ilimler tahsil ettiğim dönemlerde bir gün öğleden sonra iftar için yemek
hazırlayıp odama bıraktım, sonra da kapıyı kilitleyip dışarı çıktım. Akşam ve
yatsı namazlarımı kılıp, bir süre sonra iftar için tekrar medreseye döndüm.
Odamın kapısına vardığımda anahtarı bulamadım. Medresenin çevresinde de arayıp
bulamayınca bazı arkadaşlarıma sordum. Onlar da öyle bir anahtar görmediklerini
söylediler. Açlığın etkisiyle oldukça bitkin düşmüştüm. Ne yapacağımı
bilemiyordum. Medreseden dışarı çıkıp başım önümde türbeye doğru şaşkın şaşkın yürümeye
başladım. O sırada merhum Hacı Seyit Murtaza Keşmirî'ye rastladım. Şaşkınlığımın
sebebini sorunca durumu ona da anlattım. Benimle birlikte medresedeki odamın
kapısına kadar geldi. "Kim Hz. Musa'nın (a.s) annesinin ismini bilir de kilitli
kapıya onun adını söylerse kapı açılır, diyorlar. Ama şu bir gerçek ki, bizim annemiz
Hz. Fatıma'nın (a.s) makamı ondan geri değil!" deyip elini kapının
kilidine koydu. Sonra da "Ya Fatıma!" deyip içeri girdi. Kapı, O'nun
ismiyle açılmıştı.
SIKINTIDAN SONRA RAHATLIK
Yine mezkûr Seyit, Alemu'l-Hüda Melayirî'nin şöyle
söylediğini nakleder:
Necef-i
Eşref'te dinî ilimler tahsil ettiğim dönemlerde geçimden yana çok sıkıntıya
düşmüştüm. Bir gün cebimde hiç para olmadığı halde aileme yiyecek bir şeyler
tedarik etmek için dışarı çıktım. Çaresizlik içerisinde pazara gittim. Pazarın
başından sonuna kadar birkaç kez gidip geldim. Durumumu kimseye bildirmedim. Pazarda
böyle yürümenin yakışıksız olduğunu düşünerek oradan ayrılıp boş bir sokağa girdim.
Hacı Said'in evinin yakınlarına kadar yürüdüm. Ansızın merhum Hacı Murtaza
Keşmirî'ye rastladım.
"Sana
ne oluyor? Ceddin İmam Ali (a.s) arpa ekmeği yiyor, bazen de iki gün üst üste
hiçbir şey bulamıyordu!" dedi. Bir süre İmam Ali'nin (a.s) sıkıntılarından
anlatıp beni teselli etmeye çalıştı. "Sabırlı ol, elbette ki genişlik
yakındır; Necef'te zahmet çekmeli, çaba göstermelisin" deyip cebime o
zamanın rayiç parasından bir miktar koydu. "Bu parayı sakın sayma, kimseye
de söyleme; istediğin kadar harca!" diye tembihledi. Yanından ayrıldıktan
sonra pazara gidip ekmek ve yiyecek şeyler aldım, sonra da eve götürdüm. Birkaç
gün o paradan bir şeyler satın alıp eve götürdüm.
Bir
gün kendi kendime "Ne zaman elimi cebime atsam para buluyorum; o halde
ailem için pahalı yiyecekler alayım!" dedim. O gün eve et aldığımda eşim
bana, "Anlaşılan sana bir şeyler inayet olmuş. Görüyorum ki et satın
almışsın!" dedi. "Evet", dedim. "Öyleyse bir miktar kumaş al
da elbise dikeyim" dedi.
Pazarda
bir manifaturacıya giderek bir miktar kumaş satın aldım. Cebimden bir miktar
para çıkarıp "Kumaşların parasını şuradan alın, eksik olursa üzerini
tamamlayayım" dedim. Manifaturacı parayı saydı. "Para tamam, eksik
yok" dedi.
Bir
yıl boyunca durumum böyle devam etti. Her gün lazım olduğu kadar o paradan çıkarıp
harcıyor, durumu kimseye anlatmıyordum. Bir gün yıkanması için elbisemi çıkardığımda
paraları cebimden almayı unutmuştum. Elbise yıkanırken çocuklarımdan biri elini
elbisemin cebine atarak parayı çıkarmış, o günün ihtiyaçlarına harcamıştı.
Böylece o para tükenmiş oldu.
Bir şeyin bereket bulması ve harcandığı halde tükenmemesi
ilahî kudretçe mümkün, hatta gerçek bir iştir. Bu tür örnekler birçok kitapta
beyan edilmiştir. Bu konuyla ilgili olarak merhum Nuri'nin
Kelime-i Tayyibe
adlı eserine ve
Daru's-Selam'a müracaat edilebilirsiniz.
Aynı şekilde, rabbanî âlimlerden merhum Hacı Seyit
Murtaza Keşmirî'nin kerametleri ve İmam Mehdi'nin (a.f) huzuruna müşerref
olması mevzuu, Necefli âlimlerin genelinin kabul ettiği bir mevzudur.
DÜŞÜNCEYİ OKUMA
Yine mezkur Seyit, Seyit Murtaza Keşmirî'nin öğrencilerinden
merhum Şeyh Hüseyin Hallavî'den şöyle işittiğini nakleder:
Merhum
Seyit Muhsin Amulî'nin kızıyla evlenmek istiyordum. Bu işi için istihare etmek
amacıyla Seyit üstadımızın yanına gittim. Kalbimdeki niyetimi söylemeden "Acaba
benim için bir istiharede bulunabilir misiniz?" dedim. Seyit bir süre düşündükten
sonra "Seyide bir hanımın gayri seyit biriyle evlenmesini iyi
karşılamıyorum" dedi. Bunu söylemesi üzerine istihare etmekten vazgeçtim.
BAŞKASININ HAKKI
Birkaç yıl Necef-i Eşref'te ikamet eden erdem sahibi
ve güvenilir âlim Hacı Şeyh Muhammed Taki Larî şöyle nakleder:
Bir
gün Kerbela pazarında manifaturacı bir arkadaşımın dükkânının önünde oturmuştum.
Ansızın gözüm yerde duran bir altın sikkesine ilişti. Yoldan geçenler parayı
fark etmeden yanından geçiyordu. Kimseye bir şey söylemeden oraya gittim. Yere
eğilip elimi uzattığımda onun altın olmadığını, donmuş bir sümük olduğunu fark
ettim. Kendi davranışımı kınayarak kimsenin anlamayacağı şekilde tekrar yerime döndüm.
İkinci
kez aynı yere baktım. Emin olmak için tüm dikkatimi oraya verdim. Altın olduğuna
emin olunca tekrar oraya gidip eğildim. Ne var ki yine donmuş sümük gördüm. Pişman
olup tekrar yerime döndüm.
Üçüncü
kez baktığımda yine altın olduğunu görmüştüm. Ama bu kez almaya gitmedim. Oldukça
şaşırmıştım. O sırada muhterem bir seyidin perişan bir halde yerlere bakına
bakına gelmekte olduğunu gördüm. Altını görünce hemen eğilip onu aldı ve cebine
koydu. Sonra da bir şey olmamış gibi oradan uzaklaştı.
Bu
durum beni meraklandırmıştı. Hızla yanına koştum. Selam verip hal-hatır sordum.
Sonra da o altın sikkesinin ne olduğunu sordum. "Bugün Allah bana bir
evlat nasip etti. Eve bir şeyler almam gerekiyordu ama param yoktu. Falan
şahsın yanına giderek borç istedim. Bana şu altın sikkeyi borç verdi. Pazara
giderek bir miktar gerekli ev ihtiyaçları satın aldım. Aldığım malzemelerin
parasını ödemek istediğimde sikkeyi cebimde bulamayınca kaybettiğimi anladım.
Gördüğün o yerde de sikkeyi buldum" dedi.
Bu kıssayı nakletmekten maksadımız şudur: Muhterem
okuyucu bilmelidir ki, âlemlerin Rabbi ve işleri tedbir eden yüce yaratıcı, bir
an olsun kullarının özel ve genel işlerini tedbir etmekten gaflet etmez. Bu
kıssada da görüldüğü üzere Allah, altın sikkeyi Şeyh'in almaması için donmuş
bir sümüğe çevirmişti. Çünkü Şeyh onu alacak olsaydı, zavallı seyit zor durumda
kalacaktı. O halde muvahhit bir kimse daima Rabbine tevekkül edip işleri O'na
havale etmelidir. Şüphesiz O, en iyi vekildir.
İMAM HÜSEYİN'İN (A.S)
ZİYARETÇİLERİ
Necef'te ikamet eden bazı güvenilir âlimler, züht ve ilim
ehli merhum Şeyh Hüseyin b. Şeyh Meşkûr'un şöyle dediğini naklederler:
Bir
gün rüyamda, kendimi İmam Hüseyin'in (a.s) haremine müşerref olurken görmüştüm.
Bir Arap genç türbeye gelip tebessüm etti ve ardından İmam'a selam verdi. İmam
(a.s) da gülümseyerek karşılık verdi.
Ertesi
gün Cuma akşamıydı. O akşam türbeye gidip bir köşede oturdum. O sırada rüyada
gördüğüm gence rastladım. Türbenin tam karşısında durup tebessüm etti ve selam
verdi. Ama rüyadaki gibi İmam Hüseyin'i (a.s) göremedim. Türbeden çıkıncaya kadar
o Arap'ı izledim. Daha sonra onu takip edip yanına yaklaştım. Gördüğüm rüyayı
detaylarıyla anlatıp bu yüzden İmam'a (a.s) neden selam verdiğini öğrenmek
istediğimi söyledim. "Ne yaptın da İmam sana gülerek cevap verdi?" diye
sordum.
Genç,
şöyle anlattı: Bir yaşlı annem, bir de yaşlı babam var. Kerbela'ya birkaç
fersah ötede yaşıyoruz. Cuma akşamları İmam'ı ziyarete geliyoruz. Bir hafta
babamı bir hafta da annemi merkebe bindirip ziyarete getiriyordum. Bir Cuma
akşamı sıra babamdaydı. Onu merkebe bindirip çıkmak istediğimde annem ağladı ve
"Beni de götürmeni istiyorum, belki gelecek haftaya kadar yaşayamayabilirim!"
dedi. Hava oldukça yağmurlu ve soğuktu. Bu yüzden annemi uyardım ama kabul
etmedi. Hal böyle olunca babamı merkebe bindirip annemi de sırtıma aldım. Çok
meşakkatli ve zahmetli bir yolculuktan sonra nihayet türbeye varmıştık. O
vaziyette türbeye girdiğimde İmam Hüseyin'i (a.s) gördüm ve selam verdim. İmam
da tebessümle bana cevap verdi. İşte o akşamdan bu yana her türbeye müşerref
oluşumda İmam'ı görüyorum; o da bana tebessümle karşılık veriyor.
Bu öyküden de anlaşıldığı üzere iman ehline ve anne-babaya
sevgi gösterisinde bulunmak, hizmet etmek, özellikle de İmam Hüseyin'in (a.s)
ziyaretçilerine ihtiram göstermek din büyüklerinin hoşnutluğunu kazanmaya sebep
olmaktadır.
ADİL FAKİHİN MAKAMI
Merhum Şeyh Muhammed Nihavendî hakkında şöyle
nakledilir:
Merhum
Nihavendî bir gece rüya âleminde Meşhed'e müşerref olduğunu görür. Türbenin baş
tarafında İmam Mehdi'ye (a.f) rastlar. O sırada humusun "İmam Hakkı"
olan bölümden tasarruf etmek için İmam'ın bizzat kendisinden (a.f) izin almak
aklına gelir. Hemen İmam'ın (a.f) mübarek elini öperek "Sizin hakkınız
olan İmam hakkında tasarruf etmem için bana ne kadar müsaade ediyorsunuz?"
diye sorar. "Her ay falan meblağ"
(belirtilen miktarı maalesef unuttum) diye cevap
verir.
Rüyanın
üzerinden birkaç yıl geçer. Şeyh Muhammed bir gün Meşhed'e müşerref olur. Şeyh'in
müşerref olduğu vakit merhum Ayetullah Hacı Hüseyin Burucerdî de Meşhed'de bulunmaktadır.
Bir
gün Şeyh Muhammed türbeye gider ve mezar-ı şerifin başucunda oturur. Rüyada
İmam Mehdi'yi (a.f) gördüğü yerde merhum Burucerdî'nin oturduğunu görür. Birçok
taklit merciinden humusun İmam hakkı bölümünden tasarruf etme izni aldığı için "Ondan
da izin alsam iyi olur" diye düşünür. Bu amaçla merhumun yanına vararak
ondan izin ister. Ayetullah Burucerdî de ona tıpkı Hz. Mehdi'nin (a.f) rüyada
kendisine buyurduğu meblağ kadar izin verir.
Şeyh
daha sonraları bu olayın birkaç yıl önce gördüğü rüyanın yorumu olduğunu anlar.
Bu kıssadan anlaşılan şudur: Ehlibeyt dostları İmam
Mehdi'nin (a.f) gaybet döneminde adil fakihin makamını öğrenmeli, onu İmam'ın
naibi olarak görmeli ve dinî vazifeleri için ona müracaat etmelidirler. Fakihin
hükmünü adeta İmam'ın hükmü olarak kabul etmelidirler.
Mefatihu'l-Cinan adlı dua kitabında şöyle nakledilir: Hz. Mehdi (a.f),
Hacı Ali Bağdadî'ye şöyle buyurdu: "Necef müçtehitleri; yani Şeyh Murtaza Ensarî,
Şeyh Muhammed Hüseyin Kazımeynî ve Şeyh Muhammed Hasan Şerukî benim
vekillerimdirler. Benim hakkıma düşen payı onlara ulaştırırsanız kabuldür.
İNSANIN AKIBETİ
Menuçehr Mevrisî'nin anlattığı uzun bir öykünün özetini
naklediyoruz:
Laristan
bölgesine bağlı Eyser köyünde öğretmenlikle meşgul olduğum dönemlerde Ahmet
adında genç bir köylü ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Ölüm döşeğindeyken ziyaretine
gittim. Ona üç şehadeti telkin ettim. "Lâ ilâhe illallah" ve "Muhammed
Resulullah" cümlelerini zorlanarak da olsa söylemeyi başarmıştı. Ama sıra "Aliyyen
veliyullah" cümlesine geldiğinde bu şehadette takıldı ve bir türlü
söyleyemedi. Önce kafasını sallayarak, daha sonra da diliyle bu cümleyi
söylemeyeceğini ifade etti. Bir süre sonra da bayıldı. Etrafında bulunanlar orayı
terk ederek evlerine gittiler.
Birkaç
gün baygın yattıktan sonra yakınları onu Şiraz'a götürerek hastaneye yatırdılar.
Burada birkaç gün tedavi gördükten sonra iyileşti ve hastaneden taburcu edildi.
Bunun
üzerine onu tekrar görmeye gittim. Telkini okuduğumda niçin "Aliyyun veliyullah"
cümlesini söylemekten kaçındığını merak ediyordum. Ona bunun nedenini sorduğumda
korkuyla dudaklarını ısırdı ve şöyle cevap verdi:
Üç
şehadeti bana telkin ettiğinizde onları üç kalın halka olarak gördüm. İlk
halkanın üzerinde "lâ ilâhe illallah" ikinci halkanın üzerinde "Muhammed
Resulullah", üçüncü halkanın üzerinde de "Aliyyun veliyullah" yazılıydı.
Birinci halka elimde, ikinci halka ortada, üçüncü halka da oldukça ürkütücü bir
görünüme sahip iri cüsseli birinin elindeydi. Diğer elinde ise tüm nakit
paralarımın içinde olduğu bir torba vardı. Telkinleriniz sayesinde "lâ ilâhe
illallah" ve "Muhammed Resulullah" cümlelerini söylemeyi
başardım. Sıra "Aliyyun veliyullah" cümlesine geldiğinde, o korkunç
görünümlü adam elimdeki zincir halkayı çekiştirip "Eğer o cümleyi söyleyecek
olursan içinde tüm banka hesaplarının ve nakit paralarının olduğu bu torbayı
alır giderim!" diye tehdit etmeye başladı. Ben de tüm varlığımı
kaybetmemek için söylemedim. Ama paralarıma karşı aşırı bir sevgi beslememe
rağmen tevhit zincirini bırakmıyordum. Tam bu keşmekeş ve sıkıntı içerisinde
nur yüzlü ve gönül alıcı bir seyit çıkageldi. Mübarek ayaklarını zincirin
üstüne koydu. O korkunç yaratığın eli sanki seyidin ayakları altında kalmışçasına
acıyla bağırıyordu. Yüksek sesle bağırıp elindekini bırakınca zincirlerin
tamamı benim elime geçti. Daha sonra neler olduğunu anlayamadım. Kendime gelip
gözlerimi açtığımda kendimi kan ter içinde hastanede buldum.
Dünya malına aşırı
düşkünlüklerinden dolayı
bu tamahlarına yenik düşen ve
imansız olarak ölüp giden nice insanlar vardır ki, güvenilir
kişilerden bu kimselerin başlarından
geçen olayları anlatan birçok
öykü işittim. Aynı zamanda bu öyküler, mezkur konu hakkında yazılmış
kitaplarda da mevcuttur. Burada, kısaca
Muntahabu't-Tevarih'ten bir öyküyle yetiniyoruz:[55]
Ölüm
döşeğindeki bir âlime "Adîle Duası" okunur. "Tanıklık ederim ki imamlar
(a.s) iyi insanlardır" cümlesine geldiklerinde alim, "Bunu kabul
etmiyorum!" der. Ona üç kez aynı cümle telkin edilir fakat alim, her üçünde
de aynı sözü tekrar eder. Tüm bedeni ter içinde kalmıştır. Bir süre sonra gözlerini
açtığında odanın bir köşesinde bulunan sandığı işaret ederek yanındakilerden
onu açmalarını ister. Sandığın içinde bir kâğıt parçası vardır. İsteği üzerine
sandığı açıp içindeki kâğıdı ona verirler. Alim, kâğıdı alır almaz yırtıp atar.
Etrafındakiler "Niçin yırttın?" diye sorunca şöyle cevap verir:
"Birine
beş tümen borç verip karşılığında o kişiden bir senet almıştım. 'Tanıklık
ederim ki imamlar (a.s) iyi insanlardır' cümlesini her telkin edişinizde sandığın
hemen yanı başında aksakallı bir adam beliriyor, senedi eline alarak 'Eğer bu
cümleyi söyleyecek olursan senedi yırtarım!' diye beni tehdit ediyor, senede
olan sevgim bu cümleyi söylememe engel oluyordu. Allah bana şifa inayet edince
de senedi kendi elimle yırtıp attım!"
Bu kıssayı okuyan herkes ümit ile korkuyu bir arada
yaşamalıdır. Korkmalıdır, çünkü kalbinde dünya sevgisi bulunan ve fani işlere
düşkün olan bir kimseye bu zaafından dolayı şeytanlar daha kolay musallat olup
onu rahatlıkla yoldan çıkarabilirler. Zira şeytan insana ancak sevdiği ve
gönülden bağlı olduğu şeylerle galip gelir. O halde kalp dünya sevgisinden
arınmış olmalı ya da en azından Allaha, Resulüne ve ahirete olan sevgisi, diğer
şeylerden daha fazla olmalıdır. Şöyle ki, dünya sevgisinden vazgeçebilmeli; mal,
evlat ve diğer dünya süslerini dinine çok rahat feda edecek kadar değer verip
aziz saymalıdır. Öyle ki kalbinde dininden daha önemli bir şey olmamalıdır.
Merhum Şeyh Saduk'un,
Uyun-u Ahbar-i Rıza adlı eserinde Resul-i Ekrem'den (s.a.a) rivayet
ettiği mübarek Ramazan ayının faziletiyle ilgili hutbede şöyle gelmiştir:
…Daha
sonra Allah Resulü ağladı. İmam Ali (a.s) "Ey Allah'ın Resulü, niçin
ağlıyorsunuz?" diye sordu. Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: "Bu
mübarek ayda senin başına gelecek olan musibete ağlıyorum. Sen namaz
halindeyken mahlukatın en bedbahtı ve en kötüsü kafana bir kılıç darbesi indirerek
sakalını kana bulayacak!"
Bunun
üzerine İmam Ali (a.s) "Ey Allah'ın Resulü, beni kılıç darbesiyle şehit
ettiklerinde dinî inancımdan yana güvende olacak mıyım?" diye sordu.
Resul-i Ekrem (s.a.a) de O'nu "Evet, dinin sağlam olacaktır" diye müjdeledi.
Yani insan, dinî inancı bakımından güvende olursa, başına
gelen her şeye katlanır; hatta canını kaybetmesi bile onun için çok önemli bir
şey değildir.
Kerbela'da Aşura günü Hz. Ebulfazl'ın (a.s) sağ kolunu
kestiklerinde şu şiiri okudu:
Vallahi
kesseler de sağ kolumu
Sonsuza dek
savunurum yolumu
Ve sadık
olduğuna inandığım
Şu hak İmam Peygamber
torununu
Sol kolunu kestiklerinde
ise şu şiiri okudu:
Sen ey nefis
korkma sakın küffardan
Müjde sana
Rahman olan Cabbar'dan
Yine sevin,
müsterih ol ve inan
Peygamberin
didarı pek yakındır
Sol kolumu
kesseler de zulm ile
Sen onlara ya
Rabbi, nârı tattır!
Özetle şunu belirtmeliyiz ki, din uğrunda her türlü
mahrumiyet, zarar, eziyet ve sıkıntı küçük sayılmalı; Allah'a, Resul'üne, İmam'ına
ve ahirete olan kalbî sevgi her şeyden, hatta candan dahi daha fazla olmalıdır.
Aksi takdirde insanın imanı doğru ve kâmil sayılmaz.
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a
olan sevgisi canından, anne-babasından, evladından, ailesinden, malından ve
insanların tümünden fazla olmayan kimse, Allah'a olan imanını halis kılmamıştır."
Başka bir hadiste de Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:
"Canımı
elinde bulunduran Allah'a ant olsun ki beni kendisinden, anne-babasından,
ailesinden, evladından ve tüm insanlardan daha sevgili görmeyen kimse kesinlikle
Allah'a iman etmiş sayılmaz."[56]
Mezkûr iki hadis, mana bakımından Tevbe suresinin 25. ayetiyle
mutabıktır:
"De ki:
Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, esleriniz, hısım akrabanız,
kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız
meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihat etmekten daha
sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar
topluluğunu hidayete erdirmez."
Nefsanî şehvetlere ve fani şeylere olan kalbî sevgisi
Allah'tan, Resul'ünden, İmam'ından ve ahretten daha fazla olan bir kimse, büyük
bir tehlike altındadır. Yani önüne çıkacak imtihanlarda dinini dünyasına
satacak, yukarıdaki öyküde de görüldüğü gibi dünya hayatında rahatlık içinde
yaşasa da ömrünün son saatlerinde şeytanın saldırılarına uğrayacaktır.
İnsan, Allah'ın özel lütfü o tehlike anlarında yardımına
koşarsa ancak güvende olur. Dolayısıyla yaratana yalvarıp yakarmaktan başka
çaremiz yoktur. İmanımızı korumasını ancak O'ndan istemeliyiz. Nitekim İmam
Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır:
"Rabbine ısrarla dua eden iman üzere ölür."[57]
Şimdi her zamankinden
daha gamlıyım
Belki de
ölümün çok yakınındayım
O saatlerde Allah'ım
sen yardım et
Gafletten
uyandır beni merhamet et
Kör şeytanın
şerrinden koru kulunu
Varsa imanımda
nur göster lütfunu
Ruhum çıkar
da varırsa dudağıma
Ya Rabbi tut
elimden beni bırakma
Kalmaz çünkü o
vakit akıl başımda
Unutturma
ismini dök lisanıma
Diğer taraftan insan Rabbinin rahmetine ümitli olmalıdır.
Kim Allah'a sadakat ve ihlâs ile iman eder, Hz. Muhammed ve O'nun temiz soyunu
Allah'ın velileri ve hüccetleri bilir, onları can-ı gönülden sever, ahirete
inanır, orayı varılacak en değerli mekân olarak görür ve cennette Ehlibeyt
(a.s) ile bir arada olmayı arzularsa Allah ona muhakkak yardım elini uzatacaktır.
İman ve Allah sevgisi yerleşen bir kalbin belirtisi ibadeti
huzû ve huşû içinde yerine getirmek ve her konuda Allah'a itaat etmektir. Böyle
bir kalbe hiçbir zaman şeytan musallat olamaz. Nitekim Allah-u Taâla, Kurân-ı Kerim'de
mümin kuluna yardım edeceğine dair söz vermiştir:
"Allah
imanınızı asla zayi etmez. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve
merhametlidir."[58]
Başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır:
"Allah sağlam
sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sapasağlam tutar; zalimleri
ise saptırır. Allah dilediğini yapar."[59]
Tefsir-i Ayyaşî'de İmam Cafer Sadıktan (a.s) şöyle rivayet
edilmektedir:
"'Bizim
dostlarımızdan birine ecel gelip çattığında şeytan sağından ve solundan gelerek
imanını elinden almaya çalışır, ama Allah buna izin vermez.' İmam daha
sonra İbrahim süresinin 27.ayetini tilavet etti."
ONBİNLERCE ÖLÜ VE BİR
BEBEK
Muhterem bir zat olan Mevlevî şöyle nakleder:
Bugün
itibarıyla Pakistan toprakları içerisinde bulunan Beluçistan'ın Kuveyte nahiyesinde
yaklaşık 30 yıl önce bir deprem oldu. 75 bin kişinin yaşamını yitirdiği bu
depremde şehrin tamamı harabeye dönmüştü. Mirza Muhammed Taki'nin oğlu Mirza
Muhammed Şerif'in
"Hümeyra"
adındaki kızı bu depremde henüz beşikteydi ve depremden hafif sıyrıkla kurtulmuştu.
Olay kısaca şöyle olmuştu:
Depremin
üzerinden bir hafta geçtikten sonra İngiliz hükümeti depremde hayatlarını
kaybeden Müslüman, Hindu ve diğer dinlere mensup herkesin cesetlerinin
yakılmasını kararlaştırır.
Aynı
depremde bir anne de Zümrüt adında bir kız çocuğunu kaybetmiştir. Kadın kararı
duyduğunda üzülür ve çocuğunun Hindularla birlikte yakılmasına razı olmaz. Bu
yüzden kocası Recep Ali'ye çocuğunun cesedini enkaz altından çıkarması için
yalvarır.
Enkazı
kaldırırlarken bir beşiğe rastlarlar. İki demir parçası adeta bir haç şeklinde
beşiğin üzerine gelmiş, böylece tavanın beşiğin üzerine çökmesine mani
olmuştur. Depremden bir hafta geçmiş olmasına rağmen beşikteki çocuğun halen
hayatta olması ilgilerini çeker. Bu küçük bebek (Hümeyra), deprem sırasında
ağzına tesadüf eden bir kesek sayesinde hayatta kalmayı başarmıştır. Hümeyra'yı
bulduklarında hâlen o keseği emiyordur. Sadece bir toprak parçasının alnına
isabet etmesi sonucu alnı yaralanmış olan bu bebek şu an hayatta ve alnındaki
iz hâlen belirginliğini koruyor. Çocuğun ailesi bizim akrabamız sayılır.
ALİ'Yİ NAZARINDA TUT!
Yine Mevlevî
şöyle nakleder:
Kandahar'da
İmam Ali'yi can-ı gönülden seven gerçek bir Ali aşığı yaşardı. Bu kişi, Muhibb-i
Ali (Ali sevdalısı)
adında iyiliksever
bir şahıstı. Ona "Ali'yi nazarında tut!" dendiğinde bir anda yüzünün
şekli değişir, gayri ihtiyari gözyaşı dökerdi.
Vefat
edince arkadaşları onu gasil haneye götürdüler. Bir yandan ona gusül verilirken
bir yandan da ağlıyorlardı. Bu sırada arkadaşlarından biri bu duygusal andan
etkilenerek ağlar haliyle merhuma hitaben "Ey Muhibb-i Ali, Ali'yi
nazarında tut!" dedi. Ansızın gördükleri manzara oradaki herkesi hayrete düşürdü.
Merhum, ölmüş olmasına rağmen birden sağ elini kaldırarak yavaşça göğsünün
üzerine koydu. Bu haber kısa sürede çevre bölgelere yayıldı. Kandahar Şiîleri
gruplar hâlinde gelerek bu sahneyi temaşa ettiler. Bu sahneyi gören herkes
şevke gelerek ağlıyordu. Gusül bitinceye kadar Muhibb-i Ali'nin eli göğsünün
üzerinde kaldı.
Eğer ansalar başucumda namını
Ruhum feryat eder, haykırır adını
Gerek
İmam
Ali'nin (a.s), gerekse diğer Ehlibeyt'in
(a.s) sevgisi tüm Müslümanlara önemle vurgulanan ilahî
farizalardan biridir. Nitekim bu, Kurân-ı Kerim'de Peygamberin risaletinin
karşılığı ve mükâfatı olarak beyan edilmiş; mütevatir hadislerde Allah'a ve
Resulüne (s.a.a) iman etmenin gereği, hatta özü sayılmış; dünya ve ahirette bu
sevgiye karşılık büyük mükâfatlar vaat edilmiştir.[60]
Bu makamda Ehl-i Sünnet'in önde gelen araştırmacı
yazarlarından ve müfessirlerinden olan Keşşaf'ın, kendi
Tefsir'inde, "De
ki: Ben tebliğime karşılık sizden yakınlarıma sevgi duymanızdan başka bir ücret
istemiyorum"[61] ayetinin
yorumu hakkında Resul-i Ekrem'den (s.a.a) naklettiği rivayetle yetiniyoruz. Bu
rivayeti aynı zamanda Fahri Razi,
Tefsir-i Kebir'inde, Keşşaf'tan
nakletmiştir. Rivayet şöyledir:
"Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:
Bilesiniz
ki, Muhammed (s.a.a) ve Âl-i Muhammed sevgisi üzerine ölen kimse günahları
bağışlanmış ve şehit olarak ölmüştür. Tövbeli ve tam bir imanla ölmüştür. Böyle
bir kimseyi ölüm melekleri (Nekir ve Münker)
cennetle müjdeler, tıpkı zifaf odasına götürülen gelin gibi saygıyla
cennete götürürler. Kabrinden cennete iki kapı açılır ve Allah, onun mekânını
rahmet meleklerinin ziyaretgâhı kılar. Bu şekilde ölen kimse sünnet ve cemaat
üzenine ölmüştür. Bilesiniz ki, Muhammed ve Âl-i Muhammed'e düşmanlık ederek ölen
kimse de kâfir olarak ölmüştür; kıyamet gününde alnında "Allah'ın
rahmetinden uzaktır!" yazısıyla gelir. Bu şekilde ölen kimse, cennetin
kokusunu alamayacaktır!"
Netice itibarıyla Allah, Muhammed (s.a.a) ve Âl-i
Muhammed'in (a.s) sevgisinin gerekliliği herkesçe bilinen bir mevzudur.
Hatırlatmakta yarar gördüğümüz konulardan biri de muhabbetin
dereceleridir. Muhabbetin ilk aşaması vaciptir. Ama aşk mertebesine varıncaya
dek insanın bu aşamadan faydalanması, sevgisinin kuvvet ve şiddetine bağlıdır.
Başka bir deyişle, hakikî manada zerre kadar da olsa kalbinde Ehlibeyt'e (a.s) sevgisi
bulunan bir kimse bu sevgiyle ölürse, sonsuza dek Allah'ın rahmetinden uzak
kalmaz; nihayetinde kurtuluş ehli olur ve sevdiği Ehlibeyt (a.s) ile bir araya
gelir. Hatta 300 bin yıl Allah'ın rahmetinden uzakta ve azap içinde olsa bile
sonunda onlarla haşredilecektir. Nitekim hadiste de bu konu açıkça beyan edilmiştir.
Muhabbetin son merhalesine nail olan, yani kalbini Allah'ın
veya O'na ait olan (Resul-i Ekrem'i, Ehlibeyt'i, müminleri ve ahiret hayatını
sevmek gibi) şeylerin sevgisiyle kuşatan, bunlar dışında hiç kimseye ve hiçbir
şeye kalben sevgi duymayan, tüm sevgisi Allah ve O'nun rızası doğrultusunda olan
bir kimse ölümüyle birlikte hakikî mahbubuyla vuslat kurmuş, tüm hicapları
yırtmış demektir. İnsan eşini ve çocuklarını ilahî birer nimet ve emanet
oldukları için, dünya malını da Allah yolunda infak edip O'nun rızasını
kazanmak için sevmelidir. Ehlibeyt dostlarının makamlarını, derecelerini ve
saadetlerini gösteren rivayetlerin, bu belirttiğimiz muhabbet makamına erişenlerle
ilgili olduğunu söylemek mümkündür.
Muhammed Taki Meclisî (Allame Meclisî'nin babası),
Camia ziyaretinde geçen "(Üzerimize) farz olan itaat sizi sevmekle kabul görür"
cümlesi hakkında şöyle der:
"Muhammed (s.a.a) ve Âl-i Muhammed'in (a.s) sevgisinin
vacip olduğuna delalet eden hadisler kesin hadislerdir. Bizim onlara olan sevgimizin
en alt derecesi onları canımızdan daha çok sevmek,[62] en
yüksek derecesi ise aşktır."
Mertlik eder de âşık olursan ey Sadî
Muhammed ve al-i Muhammed'in yeter sevgisi
Muhaddis Cezairî,
Envar-u Numaniye adlı
eserinde sevgi hakkında şöyle der:
"Muhabbetin sayısız mertebesi vardır. Ama onları
beş mertebede toplamak mümkündür:
1-İstihsan: Mahbubun iç ve dış güzelliklerinin görmek
veya işitmek yoluyla elde edilmesidir.
2- Meveddet: Kalbin mahbuba yönelmesi ve onunla ruhsal
bir ülfet kurmasıdır.
3- Hallet: Maşukun sevgisinin tüm kalbi sarıp kuşatmasıdır.
4- Aşk: Sevgide aşırılıktır. Bu aşamada aşık sürekli maşuku
yad eder,
bir an bile ondan gafil olmaz.
5- Veleh: Kalpte maşukun sevgisinden başka kimsenin
sevgisinin olmaması ve kalbin onun sevgisinin dışında kimsenin sevgisini
istememesidir.
Muhaddis Cezairî, bu merhaleleri bir bir açıkladıktan
sonra hakikî muhabbetle bunlar arasında bir karşılaştırma yapmış, ardından muhabbet
ehlinden bazı ilginç kıssalar nakletmiştir. Aynı şekilde,
Gülzar-ı Ekberî'de[63] öldükten
sonra cenazelerinde ve kabirlerinde hayat belirtileri görülen kimseler hakkında
çok ilginç olaylar nakledilmiştir.
Burada iki önemli konuya dikkat çekmek istiyoruz:
1-Hakikî muhabbetin herhangi bir makamına erişen kimse
sahip olduğu bu makamla yetinmemeli; kalbindeki mecazî aşkları, yani dünya
sevgisini ve şehvetleri söküp atmalı; yerine gerçek ilahî aşkı, yani Allah
sevgisini ve Allah'a
dönen sevgileri
artırmaya çalışmalı; böylece muhabbet makamının derece ve bereketlerinden daha
fazla pay almalıdır.
Ey tek gönüllü
yüz gönlü tek gönüllü et
Başka sevgiyi sil
kalbinden, sil de yok et
Bir kez de olsa ihlasla
gel kapımıza
Eğer gelmezsek sana
bizi şikâyet et.
2-Muhibb-i Ali'nin öldükten sonra elinin hareket etmesine
şaşırmamak gerekir. Zira muhabbetin şiddeti arttıkça aşığın ruhu maşukla vuslat
kurar. Mahbup, yani İmam Ali (a.s), hayat ile kudretin mazharı olduğu için sevenlerinden
de böyle kerametlerin zuhur etmesi şaşılacak bir olay değildir.
SEYİTLERİN YÜCELİĞİ
Yine Mevlevî şöyle nakleder:
Eskiden padişahlar ve bazı devlet adamları bir yerden bir
yere giderken tahtırevana oturur, köleler veya hizmetçiler onu sırtlarında
taşırlardı. Bir gün Haydarabad Devleti ordu komutanı Nizam Deken yine böyle bir
tahtırevana oturmuş evine gidiyor, bir grup putperest Hindu da onu omuzlarında
taşıyordu. Nizam, tahtırevanın içinde bir ara uyukladı. Derken rüyasında İmam Ali'yi
(a.s) gördü. İmam (a.s) ona "Ey Nizam, kendini seyitlere taşıtmaya utanmıyor
musun?" diye sormuştu. Gözünü açar açmaz hizmetkârlarına hemen tahtırevanı
yere bırakmalarını emretti. Hizmetkârlar, "Efendimiz, bizden bir kusur mu
gördünüz?" diye sorunca Nizam, "Hayır ama başka bir grubun taşımasını
istiyorum" diye cevap verdi. Böylece başka bir grup görevi devralarak Nizam'ı
evine götürdü.
Bir süre sonra Hindulardan
oluşan ilk tahtırevan grubunu gizlice evine çağırdı. Hepsiyle birer birer
kucaklaşıp yüzlerinden öptü. Nereli olduklarını sordu. "Falan köydeniz"
diye cevap verdiklerinde, "Ne zamandan beri o köyde yaşıyorsunuz?"
diye sordu. "Sadece ecdadımızın Arabistan'dan gelerek buraya
yerleştiklerini ve burayı kendilerine vatan edindiklerini biliyoruz" diye
cevap verdiler. Bunun üzerine Nizam, onlardan atalarının yazıtlarını bulup araştırmalarını
istedi.
Hindu hizmetkârlar, ellerinde
bulunan yazıları toplayarak tekrar Nizam'ın yanına geldiler. Nizam, yazıtları incelediğinde
Hinduların soylarının İmam Rıza'ya (a.s) vardığını gördü. Bu duruma oldukça şaşırmıştı.
Durumu böyle görünce "Sizler nasıl putperest oldunuz? Hâlbuki Müslüman
olarak dünya gelmişsiniz. Hatta Müslümanların efendisi sayılırsınız!"
diyerek ağlamaya başladı. Kısacası, onlar da bu gerçeği öğrenince durumdan
etkilenip Ehlibeyt (a.s) mektebine girdiler. Nizam, daha sonra onlara birçok
mülk bağışladı.
Seyitler silsilesine ve
onların zürriyetlerine ihtiram ve ikram etmenin gerekli olması Şii mezhebinin
açık mevzularından biridir. "Büyük Günahlar" adlı kitabın birinci
cildinde Sılai rahim konusunda işaret edilmiştir. Meselenin detayı ve kanıtları"
Fezailus sadat" adlı eserde zikredilmiştir. Ve ayrıca merhum Nuri "Kelime-i
Tayyibe" adlı eserinde konuyla ilgili kırk hadis naklederek seyitler
sülalesine saygı göstererek bereket gören şahısların kısassını beyan etmiştir.
Allah resulü (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: salih amel ehli olan seyitlere Allah
rızası için ikram ediniz böyle olmayanlara ise bana mensup oldukları ve hatırım
için saygı gösteriniz.[64]
HZ. EBULFAZL'IN (A.S) KERAMETİ
Yine başka bir olayı
Mevlevî
şöyle nakleder:
kardeşim Muhammed İshak çocukluğunda vereme yakalandı.
Artık İyileşmesinden ümidimizi kesmiştik. Babam onu Kerbela'ya götürerek Hz.
Ebulfazl'ın (a.s) türbesine götürerek türbenin demir parmaklıklarına bağladı.
Ve o büyük zata tevessül ederek Allahtan şifa vermesini ya da ölmesini diledi.
Çocuğu oraya bağlayarak kendiside revakta namaz kılmakla meşgul oldu. Oğlunun
yanına dönünce oğlu babacığım acıktım dedi. Oğlunun yüzüne bakınca çehresinin
değiştiğini ve şifa bulduğunu gördü. Onu dışarı götürdü. Ertesi gün çocuk nar
isteyince babası sekiz nar tanesi ve büyük bir ekmek verdi. İştihayla yedi
ekmeği. Hastalığından bir eser kalmamıştı. Şuanda Necef'te sakin olan bu çocuk
Hz. Hamza da fırıncılık yapıyor.
Muhterem Mevlevi beyle Hz. Hamza'yı ziyarete müşerref
olduğumda Muhammed İshak'ı mülakat ettiğimizde onu sapasağlam ve esenlik içinde
gördük. Simasında takva ve iman nuru belliydi.
Yine muhterem Mevlevi
şöyle naklediyor: annem kuranı kerimi okumayı oldukça seven biriydi. Günde yedi
cüz tilavet ederdi. Mübarek Ramazan akşamları da uyumuyor, kuran okumak, namaz
kılmak ve dua etmekle meşgul olurdu. bir akşam şamdan da bir parmağın ucu
büyüklüğünde mum kaldığını gördüm. Hükümet tarafından sokağa çıkma yasağı konulduğu
için dışarı çıkıp mum tedarik etmemiz mümkün değildi.
Hükümet adamları Dışarıda gördükleri herkesi
tutuklayıp hapse atarak cezalandırıyorlardı. Annem kalan o mumun ışığıyla kuran
okudu.
Allaha and olsun ki
gecenin sonlarına kadar mum sönmedi. Namaz ve duasını bitirip sahur yemeği yedik
hala o mum yanıyordu. Sabah ezanı minarelerden yükselmeye başladığında sönmeye
doğru yüz tuttu. Bir parmak ucu büyüklüğündeki küçük bir mum annemin sayesinde
bize dokuz saat ışık verdi.
95- HZ. İMAM HÜSEYİN'İN
(A.S) MATEMİNDE ASLANIN AĞLAMASI
Merhum Seyit Murtaza
Keşmiri'nin oğlu merhum büyük âlim Hacı Seyit Muhammed Razevi Keşmiri şöyle diyordu:
Keşmir de bir dağın yamaçlarında bir Hüseyniye vardı. Etraftan baktığında içi
her taraftan görünüyordu. Hava almak ve aydınlık olsun diye dam üzerinde bir
yer açıktı. Orada her yıl Aşura günleri İmam Hüseyin'in (a.s) anısına yas
merasimleri yapılıyor. Bir grup Ehlibeyt (a.s) taraftarı bir araya gelerek yas
ve ağıt merasimleri yapıyorlar. Muharrem ayının evvelinden itibaren çölden bir
aslan gelip damın üzerine çıkıyor ve başını o açık yerden içeri sokuyor ve
matemlileri seyrediyor ve gözyaşı döküyordu. Muharremin onuncu günü olan Aşura
gününe kadar böyle yapıyor ve merasim sona erdikten sonra da oradan uzaklaşıyordu.
Bu
köyde muharrem ayı hiç karışmazdı ve herkes tarafından aynı gün olarak
biliniyordu. O aslanın gelmesiyle Muharrem ayının ilk günü olduğu belli olurdu.
Aşura
günü bazı hayvanların hüzünlenmeleri mükerrer görülmüş ve güvenilir kişilerden
nakledilmiştir. Basiretimizin çoğalması için burada ilginç bir kıssayı merhum
Nuri'nin "Kelime-i Tayyibe" adlı eserinden naklediyoruz:
Büyük
ve zeki âlim, yüce kerametler ve makamlar sahibi Ahund Molla Zeynel Abidin
Selmasi şöyle diyordu: Hz. İmam Rızanın (a.s) ziyaretinden dönerken yolumuz
Hemedan şehrine yakın olan Elvend dağına düştü. Bahar mevsimiydi. Konaklamak
için durduk. Arkadaşlarım çadır kurmakla meşgulken ben de dağın yamaçlarını
seyrediyordum. Birden gözüm gözüme beyaz bir şey takıldı. Dikkatle bakınca
başında beyaz renkli küçük ammeme'si olan beyaz sakallı yaşlı bir adam olduğunu
gördüm. Takriben iki metre yüksekliğinde bir sekinin üzerinde oturmuş etrafına
da büyük taşlar dizilmiş sadece kafası görünüyordu. Yanına giderek selam verdim
ve muhabbetli bir şeklide konuştum. Benimle kaynaşarak bulunduğu yerden aşağı
indi. Durumunu bana anlatarak bazı tekliflerden kaçıp kendilerine değişik isimler
veren gruplardan ve dalalet ehlinden olmadığını ve ayrıca evli ve çocuk sahibi
olduğunu bildirdi.
Onların geçimini
temin edip düzene koyarak rahat bir şekilde ibadet etmek için bir süreliğine
inzivaya çekildiğini söyledi. Yanında âlimlerin ilmi kitaplarını bulunduran bu
şahıs 18 yıldır orada olduğunu söyledi. Burada olduğu sürece birçok ilginç
olaylara şahit olduğunu söyledi. Sonra şöyle anlatmaya başladı: ilk defa buraya
Recep ayında geldim. Beş ay gibi bir zaman geçmişti. Akşam namazı kıldığım bir
akşam aniden büyük bir gürültü ve tuhaf sesler duydum.
Korkarak
namazımı hızlıca kılıp bitirdim. Başımı çevirip baktığımda çölün hayvanlarla
dolup taştığını ve bana doğru geldiklerini gördüm. Korku ve ıstırabım artmaya
başladı. Aslan, geyik, kaplan, kurt ve dağ keçisi gibi muhtelif ve zıt
hayvanların bir araya toplanmalarını görünce şaşkına döndüm. Türlü türlü sesler
çıkarıp adeta şeyhe çekip bağırıyorlardı. Etrafımda toplanıp başlarını
kaldırarak bana feryat ediyorlardı. Kendi kendime galiba değişik türlerden ve
birbirlerine düşman olan ve etrafıma toplanan bu hayvanların beni parçalamaları
yakındır diye düşündüm. Birbirlerine saldırmamalarının nedeni büyük bir iş ve
tuhaf bir hadise için olmalıydı.
Biraz
düşündükten sonra bu akşamın Aşura gecesi olduğunu anladım. Tüm bu feryat ve
figanların nedeni Hz. Hüseyin'in (a.s) musibeti içindi. Emin olduktan sonra ammame'mi
başımdan çıkardım ve Hüseyin Hüseyin ve şehid Hüseyin gibi sözler söyleyip
başıma vurarak kendimi bu mekândan aşağı doğru attım.
Hayvanlar
halkalar oluşturarak ortalarını boşlatıp bana bir yer açtılar. İçlerindeki
hissettikleri hüzünden dolayı bazıları yere haykırıyor bazıları kendilerini
toprağa buluyorlardı. Güneş doğana kadar böyle devam ettik. Daha vahşi olan
hayvanlar başta olmak üzere tüm hayvanlar uzaklaşıp gittiler. O zamandan bu
yana tam on sekiz yıldır bu adet ve düzenleri devam etmektedir. Hatta bazen
Aşura gününü karıştırdığımda hayvanların gelmesiyle Aşura günü olduğunu
anlıyorum. Sonra bu Abid adam ateş yakıp iftarı ve sahurluğu için iki adet
ekmek pişirdi. Ona yarın bir şeyler hazırlayıp ikram etmem için misafirim
olmasını rica ettim. Ertesi gün için yiyeceğinin olduğunu ama onun ertesi günü
bir şeyler bulamazsa misafir olabileceğini söyledi. Arkadaşlarımın yanına
gelerek ertesi gün için güzel yemekler pişirmelerini ve aziz bir misafirim
olduğunu ve onun yıllardır sıcak pişmiş yemek yemediğini söyledim. Hazırlıklara
akşamdan başladılar. Sabah olduğunda pirinç pişirdiler. Ben ise seccademin
üzerinde oturmuş namazın takibat dualarını okuyordum. Güneş doğmasına yakın bir
adamın hızla dağa doğru çıktığını gördüm. Endişelenerek Cafer adındaki
hizmetkârıma onu yanıma getirmesini söyledim. Ona bağırarak gelmesini
söyleyince Susuzum bana biraz su getir Abidin yanına gideyim sonra sizin
yanınıza gelirim diye cevap verdi. Abidin yanına giderek ona bir şeyler
verdikten sonra yanımıza geldi. Selam verdi ve oturdu.
Ona
bu acelenin sebebi neydi ne işin vardı Abide ne verdin sen kimsin nerden
geliyorsun diye bir sürü soru sordum. Ben aslen Azerbaycan'ın Hoy şehrindenim.
Küçüklüğümde beni çalmışlar. Hemedanalı Falan derici hacı beni satın alarak
beni bir öğretmenin yanına koyarak okuma yazmayı ve dini meselelerimi öğretti.
Sonra beni evlendirip sermaye vererek azat etti. Geçen akşam rüyamda Hz. Ali'yi
(a.s) gördüm. Bana şöyle buyurdu: Elvend dağında olan Abide üç temiz temiz ve
helal un götür. Canım size feda olsun helal olduğunu nerden bileyim diye arz
ettiğimde falan sepici hacının yanında var diye buyurdu.
Rüyamda Abidi akşamın son saatlerinde görüp
unu yetiştirmeye söz verdim. Uykudan uyandım saati karıştırdım. Güneş doğmadan
evvel Abide yetişemeyeceğim korkusuyla evden dışarı çıktım. Dericinin evinin
yerini iyi bilmiyordum. Bir süre yürüdükten sonra Gece devriyeleri beni
yakalayarak karakola götürdüler. Karakol sorumlusu ey adam bu saate hiç sokağa
çıkılır mı? Diye azarladı. Falan sepici hacıyla işim vardı. Görüşmek için
gecenin son saatlerini kararlaştırdık. Uyandığımda vakti karıştırmışım sözümde
durup geç kalmamak için dışarı çıktım devriyeler beni yakalayıp size
getirdiler. Sepici hacıyı herkes tanıyordu.
Bekçi
başı bu gencin simasında sadakat ve dürüstlük görüyorum onu sepici hacının
yanına götürün diye emretti. Hacı tanıyıp evine alırsa onu serbest bırakın aksi
halde yanıma getirin diyerek tembihledi. Beni sepici hacının kapısına
götürdüler. Kapıyı çaldığımızda hacının kendisi dışarı çıktı. Selam verdim beni
görünce beni kucaklayarak bağrına bastı ve alnımdan öptü. Sonra beni içeri
alınca da devriyeler geri dönüp gittiler. Hacıya
Büyük
âlim Ahund şöyle dedi: konakladığımız o dağın yamaçlarına yakın bir yerde
bedeviler koyun besliyorlardı. Bir miktar ayran ve peynir almak istediğimizde
bize satmaktan imtina ederek kovdular. Gönderdiğimiz zavallı adam eli boş ve
perişan bir halde yanımıza geldi.
Henüz fazla geçmemişti ki onlardan bir grup
ıstırap ve perişan bir halde yanımıza gelerek size ayran satmadığımız ve
elçinizi kovduğumuz için koyunlarımız hastalığa yakalandılar. Yerlerinde
durdukları halde tir tir titriyor sonra düşüp ölüyorlar. Bunu size yaptığımız
saygısızlığın cezası olarak düşünüyoruz dediler.
Şimdi
size sığınarak bu afetin bizden bertaraf olmasını istiyoruz. Onlara bir dua
yazıp vererek yüksek bir çubuğun üzerine asmalarını söyledik. Bir süre sonra
bütün bedeviler toplu bir halde yanımıza geldiler. Kaldıramayacağımız kadar bol
miktarda ayran ve peynir getirdiler.
Sonra
Abidin yanına gittim. Abid bana sizinle bu cemaatin arasında ilginç bir olay
yaşanmış. Bunu bana bu bölge sakinlerinde olan Cin taifesinden biri haber verdi
dedi. Ve şöyle devam etti: bedeviler sizlere peynir ve ayran satmayıp kaba bir şekilde
kovunca cin taifesi onların bu davranışlarına kızdılar. Sonra onların
koyunlarını telef etmeye başladılar. Bedeviler gelip sizden dua istediler. Onlara
cinleri korkutup tehdit eden dualar verdiğinizde cinler birbirlerine demek
bunlar anlaşmışlar ki bizi tehdit ediyorlar diyerek koyunları telef etmekten
vazgeçtiler.
Sonra
Abid elini üzerinde oturduğu serginin altına sokarak duayı çıkarıp bana verdi.
O Abidin adı Hüseyin Zahit idi.
96-
HASTANIN HZ. HÜSEYİN'İN (A.S) VESİLESİYLE ŞİFA BULMASI
Yine
Mevlevi Bey şöyle bir olay naklettiler: Kandahar şehrinde İmam Hüseyin'e (a.s)
matem merasimleri yapmak için atalarımızdan kalan bir Hüseyniyemiz vardı. "Alimetab"
adında annemin amcasının kızı ve aynı zamanda merhum Hacı Şeyh Muhammed Tahir
Kandahari'nin halası olan bu muhterem hanım mektep yüzü görmemesine ve ders
okumamasına rağmen çok temiz bir itikada sahiptir. Abdest alıyor, salâvat
gönderiyor ve ellerini kuranı kerimin satırlarının üzerine koyuyor tilavet
ediyordu. Okuduğu her satır için bir salâvat çeviriyordu. Kuranı çok güzel
okuyordu. Halen de bu ameline devam etmektedir.
Bu
hanımın "Abdurrauf" adında bir oğlu var. Çocukluğunda sinesinde ve
sırtında bir kamburluk vardı. Bende defalarca bunu görmüştüm. Alimetab Adı
geçen Hüseyniyede Aşura akşamları yapılan matem merasimlerine bu dört yaşındaki
hasta çocuğunu da getirirdi. Annesi ve babası Allahtan bu çocuğun ölümünü
diliyordu. Çünkü hem çocuğun hem de kendileri sıkıntı meşakkat içindeydiler.
Merasim bittikten sonra çocuğun boynunu minbere bağlıyor ve ya Hüseyin Allahtan
dile ya şu çocuğa şifa versin ya da canını alsın diye yalvarıyorlardı. Biz
uyuyorduk. Birden cemaatin gürültüsüyle uykudan uyandığımızda çocuğun
titreyerek düşüp kalktığını ve nara attığını gördük. Bu durumu görünce perişan
olduk. Annem Alimetab'a çocuğu çabuk eve götür de asabi babası buna itiraz
etmesin. Anne çocuğu kucaklayarak eve götürdü. Yaprak gibi titreyen çocuğun şiddetli
titremesiyle annede titriyordu. Onunla birlikte ben de eve gittim. Çocuk üç gün
boyuca titredi durdu. Çocuk peyderpey titredikçe sinesinde ve sırtındaki fazla
et parçaları da eriyordu. Sonunda çocuğun sırtında ve göğsünde o kamburluktan
bir eser kalmadı. Birkaç zaman evvel annesiyle birlikte Irak'a ziyarete
geldiğinde uzun boylu ve reşit bir genç olarak gördüm onu. Halen hem o hem de
annesi hayattadırlar.
Yine
Mevlevi Bey şöyle nakleder: 23 yıl önce Kerbela da bulunuyordum. Müzmin baş
ağrısına ve unutkanlığa yakalanmıştım. Arkadaşlarım beni gezdirmek ve hava
değişikliği için cenabı Şehid Hürrün türbesine götürdüler. Türbeden içeri
girdiğimizde ayakta durmaya gücüm kalmamıştı. Oturarak kısa bir ziyaret name
okudum. Bu arada bedevi bir Arap hanımı içeri girerek türbenin yanı başında
oturdu. Parmaklarını türbenin parmaklıklarına koyarak şu duayı okudu:
Ey
mevlamız Hüseyin'den (a.s) sıkıntı ve hüznü gideren mevlamız Hüseynin
(a.s) hakkı için büyük sıkıntılarımızı gider.
Sürekli
ellerini parmaklıklara sürüyor ve bu zikri yineliyor ve türbenin etrafını tavaf
ediyordu. Beşinci ya da altıncı tavafında bende bu duayı ezberledim. Ayakta
durmaya takatim olmadığı için sürüne sürüne kendimi türbenin parmaklıklarına
yetiştirdim. Elimi türbenin alt parmaklıklarına koyarak bu zikri söyledim.
Sonra diğer parmaklığa koydum ve aynı zikri tekrarladım. Sonra elimi Üçüncü
parmaklığa koyup duayı okumaya başladığımda türbenin içinden tıpkı iğne
yapılarak bedene verilen ilaç gibi parmağıma hafif bir sıcaklık geldiğini ve bedenimin
tamamına ve damarlarıma sirayet ettiğini hissettim. Ayağa kalkabileceğimi hissettim.
Ayağa kalkarak türbenin diğer yerlerini ayakta dolaşarak okudum. Hastalığım
tamamen bertaraf olmuş artık ondan bir eser kalmamıştı.
Bazıları
Hürr İbni. Yezid Riyahinin ilk başta İmam Hüseyin'in (a.s) yolunu kesip Medine'ye
dönmesine engel olduğunu sanarak bu yüce zatın makamında şüpheye düşmüşlerdir.
Bu
tür şüpheleri gidermek için cenabı Hürrün makamını öğrenmek için hatırlatmakta
yarar gördük. O çok saygın, onurlu ve Küfe de ileri gelen ve makam sahibi
kişilerden biriydi.
Hz.
İmam Hüseyin'in (a.s) karşısına çıkması makamından istifade edip işin barış ve
sulhla sonuçlanması içindi. Ama İmam Hüseyin'le (a.s) savaşıp o yüce İmamı öldürmek
Hürrün aklının ucundan bile geçmiyordu. Nitekim kendisi şöyle buyurdu: eğer
Kerbela vakasını ve İmam Hüseyin'i (a.s) öldürmenin işin içinde olduğunu
bilseydim asla böyle bir hata yapmazdım. Aşura günü İmam Hüseyin'in (a.s) geri
kalan Ehlibeytiyle birlikte Iraktan çıkma
Ve
İmamın (a.s) diğer önerilerini işittikten sonra İbni Saad İmamın bu önerisini
kabul etmedi.
Cenabı
Hürr Ömer İbni Saad'ın yanına gelerek; Hüseyin'le savaşmak mı istiyorsun diye
sorduğunda evet öyle bir savaş ki en kolayı başların bedenlerden ayrılması ve
ellerin kesilmesi olacaktır dedi. Hürr işin barışla sonuçlanması için Hz.
Hüseyin'in (a.s) bu önerilerinden hiç birini kabul etmiyor musun şimdi sen?
Diye buyurdu.
Ömer
Saad bunu İbni Ziyad kabul etmez dedi. Hürr atına su vermek bahanesiyle öfkeli
ve kırık bir kalple ordudan uzaklaştı. Yavaş yavaş İmam Hüseyin'in (a.s)
çadırlarına doğru yaklaşıyordu. Muhacir İbni Evs ne istiyorsun saldırmak mı
istiyorsun dedi. Hürr ona cevap vermedi ve titremeye başladı.
Muhacir
Allah'a and olsun ki senin bu halin bizi şekke soktu. Hiçbir savaşta seni böyle
görmemiştik. Bana Küfenin en pehlivan ve yiğidi kim diye sorsalar senden
başkasını söylemezdim. Niçin böyle titriyorsun dedi.
Hür
şöyle cevap verdi: Allaha and olsun ki kendimi cennet ile cehennem arasında
görüyorum. Yemin ederim ki parça parça olsam ve ateşlerde yakılsam da cennetten
başka bir şeyi seçmeyeceğim. Sonra atını İmam Hüseyin'in (a.s) tarafına sürdü.
Kalkanını ters çevirip başını göğe kaldırarak şöyle dedi: ya rabbi yakışıksız
davranışımdan ve senin velilerinin ve peygamberinin kızının evlatlarının
kalbini kırdım. Bu yüzden tövbe ediyor ve senden bağışlanma diliyorum dedi.
Bu
pişmanlık ve üzüntü içerisinde İmam Hüseyin'in (a.s) yanına gelerek kendini
toprağa attı ve başını İmamın (a.s) ayaklarına koydu. İmam kaldır başını kimsin
sen diye buyurdu Hüre. (aşırı utanç ve hayâsından Hürrün yüzünü kapattığı
anlaşılıyor) anam babam size feda olsun ben Hürr İbni Yezidim. Sizi bu mekânda
Medine'ye dönmekten alı koyan ve sıkıntıya sokan Hürr. Allaha and olsun ki
isteklerinizi geri çevireceklerini ve sizi öldürmeye kalkışmayacaklarını
sanmıştım. Tövbem kabul olur mu? Diye arz edince, İmam (a.s) şöyle buyurdu:
elbette kabul olur Allah tövbeleri kabul eder. Seninde tövbeni kabul ederek
günahlarını bağışlar. Sonra İmam'a şöyle arz etti: Küfeden çıktığımda yolda
bazen kulağıma bir nida geliyor ve ey Hürr cennet sana müjdeler olsun diyordu.
(elbette bu müjde Hürrün akıbeti göz önünde bulundurularak verilmiştir.)
kendi kendime bu müjde anlamsız bir müjde
olmalı çünkü ben peygamberin (s.a.a) oğluyla savaşa gidiyorum diyordum. Ama
şimdi bu müjdenin doğru olduğunu anladım. İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyurdu:
seni müjdeleyen kardeşim Hz. Hızır (a.s) idi. Şüphesiz ki mükâfat ve hayra nail
oldun.
Sonunda
İmam Hüseyin'den (a.s) izin alarak savaş meydanına gitti. Kâfirlerden seksen
kişiyi cehenneme gönderdikten sonra şahadet şerbeti içti. Ashap Hürrün cenazesini
İmam'ın yanına getirdiler. İmam (a.s) onun kanlı yüzüne eliyle dokunuyor ve
şöyle buyuruyordu: ne mutlu sana annen yanlışlıkla sana Hürr adını vermemiştir.
Allah'a and olsun ki sen dünya da ve ahirette de hürsün. Sonra ona Allahtan
bağışlanma diledi.
Bazı
Makatil kitaplarında İmam Hüseyin'in (a.s) Hürrün şahadetinde mersiye şeklinde
şiir okuduğu nakledilmiştir.
Bu
kıssayı nakletmekteki gayemiz şudur: Hürr hatasını anlayarak tövbe edince
İmamda (a.s) tövbesini kabul etti. Sonra imamının yolunda şehid olana kadar
cihad etti. O halde fazilet bakımından diğer Kerbela Şehitleriyle eşittir. Şunu
da belirtmek gerekir ki Kerbela şehitleri ilim ve amel bakımından ayrı ayrı
erdemlere sahiptiler. Merhum Şeyh Cafer Şuşteriye göre Hürrün makamı diğer
Kerbela şehitlerinden az değildi ve o Hürrün tövbesiydi. Emrinde 4 bin asker
olan bir komutan tüm yaşam zevklerini bir kenara iterek Allah'ı hatırlıyor ve
onun korkusundan yaprak gibi titremeye başlıyor. Görenleri şaşkına çeviriyor ve
günahının utancından yüzünü kapatıp kendini toprağa atıyor. Böyle içten ve sadakatle
kalbi ibadet yani tövbe etmek Allah katında çok değerli bir makamdır. Böyle
tövbe eden biri Allahın çok sevgili kuludur. Şüphesiz onun bu tövbesi İmam
Hüseyin'i (a.s) çok sevindirmiş ve o anda onun tüm hüzünlerini bertaraf etti.
Ve burada Ey mevlamız Hüseyin'den (a.s) sıkıntı ve hüznü gideren mevlamız!
Hüseynin
(a.s) hakkı için büyük sıkıntılarımızı
gider. Cümlesinin manası daha iyi anlaşılıyor. Yani ey tövbesiyle üzüntüyü
İmamın (a.s) kalbinden giderip onu sevindiren…
Bu
arada şunu da belirtmeliyiz ki eğer bizlerde günahlarımızdan tövbe edip
rabbimize dönersek Hz. Mehdi'yi (a.f) sevindirmiş olcağız.
Sonuç
olarak cenabı Hürrün fazilet bakımından ve kabrini ziyaret etmenin sevabı ve
dini ve dünyevi işlerde tevessül etme bakımından diğer Kerbela şehitleriyle
aynı derecede olduğunu öğrendik. Ama ziyarette Ey mevlamız Hüseyin'den (a.s)
sıkıntı ve hüznü gideren mevlamız.. Cümlesini cenabı Hürre, Hz. Ebulfazl'a
(a.s) veya herhangi Kerbela şehitlerinden birine söylemek her ne kadar mana
itibarıyla doğru olsa da ama ziyaretlerde Masumdan
(a.s) gelen orijinal şekliyle ve bir şey
azaltıp çoğaltmadan söylemek gerekir.
Cenabı
Hürrün makamını daha iyi tanıyıp bilgilenmek için merhum Nimetullah Cezairi'nin
" Envaru Numaniye" adlı eserinde naklettiği bir kıssayı aktarıyoruz:
Şah
İsmail Safevi Bağdat'ı ele geçirdikten sonra Kerbela'ya Hz. İmam Hüseyin'in
(a.s) ziyaretine müşerref oldu. Bazı kişilerin cenabı Hürre yakışıksız sözler
söylediklerini duydu. Bunun üzerine bizzat Cenabı Hürr'ün mezarına giderek
açmalarını emretti. Hürr'ün bedenini gördüklerinde tıpkı yeni şehit olmuş ve
başına bir parça sarılmış taptaze duruyordu. Durumu Şah' bildirdiler. Aşura
günü Hürr'ün kafasına bir darbe isabet ettiği içim İmam Hüseyin (a.s)
kafasından akan kanı durdurmak için başına bir parça bağladı. Ve şehit olunca
da o halde defnettiler. Şah teberrük almak için Hürr'ün kafasındaki parçayı
açmalarını emretti. Parçayı açtıklarında darbe alan yerden kanlar akmaya
başladı. Başka bir parçayla bağladılar ama kan durmadı. İmamın (a.s) bağladığı
parçayla bağlamaya mecbur kaldılar ve sonunda kan kesildi. Şah Hürrün makamının
yüceliğini anlayarak mezarına kubbe yaptırarak türbesine bir hizmetkâr
görevlendirdi.
Hürr'ün
mezarının Kerbela'ya iki fersah uzak olması hakkında iki görüş belirtilmiştir:
1-
Hürr'ün yakınları ve kavmi cesedi kendi bulundukları yere
götürüp defnettiler.
2-
Düşman ordusuyla çarpışırken
bu yerde savaştı ve oraya da defnedildi. Ama birinci görüş gerçeğe daha yakın
ve kuvvetli bir görüştür.
98-
MURDAR LEŞ VE DÜNYANIN PİSLİĞİ
Muhterem
Mevlevi Bey muttaki ve erdem sahibi Seyit Rıza Musevi Kandahari'den şöyle
nakleder: dayısı Sultan Muhammed terzilikle uğraşırdı. Ama çok fakir ve perişan
bir halde yaşıyordu. Bir gün onu mutlu ve güler yüzlü görünce hayırdır bu gün
seni neşeli görüyorum diye sordum.
Sakin
ol dedi bana mutluluktan nerdeyse çıldıracağım. Dün akşam, bayramın yaklaştığı
şu günlerde çocuklarımın çıplaklığından ve kendi halimin perişanlığından çok
ağladım. Hz. Ali'ye (a.s) şöyle hitap ettim: efendim sen mertlerin şahısın ve
zamanın en cömerdisin! Halimi görüyorsunuz.
Sonra
uyudum. Rüyamda bayram merasimlerinin yapıldığı Kandahar şehir kapısından
dışarı çıktım. Kalesi altın ve gümüşten olan büyük bir bahçe gördüm. Bir
kapısının yanında birkaç kişi durmuştu. Yanlarına gittim ve bu bahçe kimin
bahçesidir diye sorduğumda Hz. Ali'nindir. (a.s) dediler. İçeri girip Hz. Ali'yi
(a.s) görmek için onlara yalvardım.
Şimdilik
Allah Resulü (s.a.a) orada teşrif ediyor dediler ama daha sonra gitmem için
izin verdiler. Kendi kendime önce Allah Resulünün (s.a.a) huzuruna gidip
nasihat etmesini isteyeyim dedim. Huzuruna müşerref olup halimin perişanlığında
yakındığım da bana Efendin Ebal Hasan'ın (a.s) yanına git diye buyurdular. O
zaman bana bir belge veriniz diye arz ettiğimde bana yazılı bir kâğıt verip iki
kişiyle birlikte İmam Ali'nin (a.s) huzuruna yolladılar. Huzuruna müşerref
olduğumda Sultan Muhammed nerdeydin? Diye sorduğunda halimin perişanlığından
size sığındım ve Allah Resulünden de bir yazı getirdim size diye arz ettim.
İmam Ali (a.s) havaleyi aldı okudu ve bana sert bir şekilde baktı. Kolumdan
sıkıca tutup bahçe duvarının yanına götürdü. Duvara işaret etti ve duvar ikiye
yarıldı. Karanlık ve uzun bir dehliz belirdi. Beni de kendisiyle beraber o karanlık
koridora götürdü. Çok korkuyordum. Bir işaretiyle her yan aydınladı. Önümüze
bir kapı çıktı. Oldukça pis bir koku yayılıyordu oradan. Bana yüksek bir sesle
oraya gir ne kadar istiyorsan al diye buyurdu. İçeri girdiğimde içi ölü leşiyle
dolu bir virane gördüm. İmam öfkeyle bana şöyle buyurdu: çabuk ol al. İçerisi
akbabalar ve leş yiyen hayvanlarla doluydu. Mevlamın korkusuyla almak için
elimi uzattığımda ölü bir kurbağanın bacağı elime geldi. Aldın mı diye buyurdu
bana. Evet, aldım diye arz ettim. Öyleyse benimle gel buyurdu. Döndüğümüzde koridor
aydınlıktı. Koridorun ortasında bulunan altı sönük ocağın üstünde suyla dolu
iki kazan vardı. Sultan Muhammed elinde olanı şu suya batır ve çıkar diye
buyurdu. Elimdeki kurbağa bacağını suya sokup çıkardığımda altına dönüştü.
Siniri biraz olsun yatışan İmam Ali (a.s) bana bakarak şöyle buyurdu: Sultan
Muhammed sana yakışmaz benim sevgimi mi istiyorsun yoksa şu altınımı? Sizin
muhabbet ve sevginizi istiyorum diye arz edince o halde elindekini harabeye at
diye buyurdu. Elimdekileri oraya atar atmaz uykudan uyandım. Güzel bir koku
aldım. Sevinçten sabaha kadar ağladım durdum. Ve Mevlam Ali'nin (a.s) sevgisini
seçtiğim için rabbime şükürler ettim.
Seyit
Rıza şöyle diyordu: bu hadiseden sonra Sultan Muhammed'in dünyevi sıkıntısı
bertaraf oldu ve çocuklarının durumu da iyileşti.
Bu
kıssadan birkaç önemli ders çıkarmak mümkündür. Kısaca onların bazılarına işret
etmekte yarar görüyoruz: başlı başına dünya nimetleri ve zenginlik iyilik ve
kötülükle vasıflandırılmamıştır. Tüm dünyevi nimetler zatların güzel olmalarına
rağmen insan nispet bu iyilik ve kötülük fark eder. Ve her insana göre bu iki
türlüdür:
Zengin
bir insanın kalbi arzusu ahiret yurdu ve Muhammed ve al-i Muhammed'in (s.a.a)
civarında yaşamak olur, dünya ve içinde olanlar kalbinde yer etmemişse yani
dünya mallarını zatları itibariyle değil aksine ebedi hayat olan ahiret için
sevip ve bu yolda da servetinin çoğalması için çaba sarf eden birinin elde
ettiği dünya malı kötü sayılmaz. Böyle bir kişinin belirtisi ise şudur: Malını çoğaltmak
için çalışır ama hırs ve tamahla değil aksine ahiret yaşamına bir hazırlık
olsun diye çalışır Servetini saklar ama hak yolda harcamak için değil. Hatta
batıl işlerde bir dirhem bile harcamamak için saklar. Diğer taraftan Allah
yolunda tüm kalbi rızasıyla harcamaktan esirgemez. Diğer bir belirtisi de asla
elindeki servetle övünüp kibirlenmez. Kendini fakirlerle aynı seviyede görür.
Tüm servetini ve diğer sevdiği dünya süslerini kaybetse de asla kalpten üzüntü
duyup perişanlığını dile getirmez.
Ama
insanın tek amacı maddi hayat ve dünyevi şehvetler olursa,
serveti kalpten sever ve onu nefsi şehvetler
için kullanırsa ve ahiret yurdunu hayalden ibaret bir evham olarak düşünür ve
sadece diliyle ahretin, cennet ve cehennemin ve hesabın olduğunu söylerse bu
tür servet kınanmıştır. Servet çoğaltma ve dünya malı böyle bir şahıs için
hakiki bir afet ve ebedi bir bedbahtlık demektir. Böyle bir kimsenin meseli
hakikat âleminde şuna benzer: kendine bir saltanat vaat edilen ve hareket edip
saltanat koltuğunda oturmak için köşke girip envai aksam nimetlerden
yararlanacak olan bu şahıs yolun ortalarındayken akbabalar ve leş yiyen hayvanların
dolu olduğu bir harabeye gider. Sonra orayı mesken için seçerek saltanat köşkü
yerine leşlerle yetinmek zorunda kalan kimsenin meseli gibidir.
Genellikle
zenginlik insanoğlu için onu avlayan bir tuzak olmuştur. Yani dünya sevgisi
kalbine kök salıp yerleşerek öteki âlemden gafil olmuş ve kalbi alakası öteki
dünyadan kopmuştur. Allah'a teala hikmeti gereğince bazı kullarını bu âlemin
zevk ve nimetlerinden mahrum etmiş fakirlik ve hastalıklarla ve musibetlerle ve
zalimleri onlara musallat kılarak bu kulların dünyaya kalp bağlamamalarını ve
ahiret hayatını unutmamalarını istemiştir. Başka bir tabirle insanın sadece bir
kalbi vardır o kalbe ne kadar dünya sevgisi ve nefsanî arzular yerleşirse o ölçüde
allah'a, velilerine ve ahiret hayatına sevgisi azalacaktır. Bazen de dünya
sevgisi kalbi o kadar sarıp kuşatır ki artık Allaha ve velilerine kalpte hiç
yer bırakmaz. İşte burada Hz. Ali'nin (a.s)
Sultan Muhammed'e benim mi yoksa dünyanın mı? Sevgisini istiyorsun
buyruğunun anlamı ortaya çıkıyor.
99–72
YIL SONRAKİ CESEDİN TAZELİĞİ
Yezd
şehrinin Eberku nahiyesinde İçi aydın ve temiz ve doksan yaşında Hacı Muhammed
Ali Selami adlı bir şahıs yaşamaktadır. Şiraz'a her geldiğinde cemaat namazına
katılan bu mümin bir şahıs bir defasında şöyle bir olay anlattı: 1388 yılında
Eberku belediyesi yol meydanı için kazı işleri yapmaya başladı. Birden bundan
yetmiş iki yıl önce vefat eden büyük âlim Hacı Molla Muhammed Sadık'ın bulunduğu
bir mahzene yetiştiler. Ceset olduğu gibi taptazeydi. Sanki daha yeni
defnedilmiş gibiydi. Tırnakları ve parmakları olduğu gibi duruyordu. Hacı Muhammed
Ali Selami onu gençliğinde görüp tanıdığını söylüyordu. Öldüğünde Cenazesini
Necef'e götürmelerini vasiyet etmişti. Vefatından sonra cesedini geçici olarak
mahzene koymuştular. Sonra da oradan alıp başka yere defnedilmesi için ihmal
edildi. O merhumun vâsiside vefat edince cenaze o mahzende unutuldu ve öylece
orada kaldı. Ve bu olayın üzerinden 72 yıl geçtikten sonra cenazeyi bir tabuta
koyarak Kum kentine oradan da Necef'i Eşrefe intikal edildi.
Aziz
okuyucunun bilmesi gerekir ki bazı şerif ruhlar hakiki kuvvet hayatı sayesinde
yıllarca ibadet ettikleri o bedenlerle toprağın derinliklerine gömülseler de
her şeyden haberdar olurlar ve hiçbir şey onlardan gizli kalmaz. Bu yüzden
bedenleri çürümeden olduğu gibi taze kalıyorlar. Birçok peygamberler, imam
zadeler ve büyük âlimlerin ölümlerinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen
bedenleri sağlam ve taze olarak görülmüştür. Bu konular muteber tarih
kitaplarında kayıtlıdır. Hz. Şuayb, Hz. Danyal, Hz. Ahmed. İbni Musa
(Şahçerağ), Seyit Alauddin Hüseyin, Şeyh Saduk ve Muhammed İbni Yakup Kuleyni
gibi seçkin şahısları örnek olarak belirtebiliriz. Tüm bunları anlatıp açıklamak
bu kitaba sığmaz.
100-
NECEF SEFERİ VE EVLAT ŞİFASI
82. kıssayı nakleden Şeyh Muhammed Ansari
Darabi şöyle nakleder: Kerbela seferine çıkmadan önce rüya âleminde Hz. Ali'yi
(a.s) gördüm. Bana ziyarete gel diye buyurduğunda sefer vesilem ve hazırlığım
yok diye arz ettim. Masrafların bana ait ben üstleniyorum diye buyurdu. Fazla
bir zaman geçmeden Necef'e yetişecek ve orada kalıp dönecek kadar elime para
geçti. Sara hastası olan oğlumu da şifa bulması için yanımda götürdüm. Allahın
izniyle şifa buldu.
Ve
yine babası olan Şeyh Muhterem İbni. Şeyh Abdussamed Ansari'den şöyle nakleder:
Gulam Hüseyin adlı bir şahısla birlikte büyük bir iştiyak ve hevesle elimizde
hiçbir mal olmamasına rağmen Serkuh Darab'tan hareket ettik. Her durduğumuz
yerde bir iki gün kalıyor amelelik yapıyorduk. Beş ay sonra KirmanŞah üzerinden
Kerbela'ya yetiştik. Orada da günlerce çalışıp geçimimizi temin ediyorduk. Ama
Necef'te iki gün iş bulamadık ve parasız kaldık. Gadiri Hum bayramı akşamı aç
ve parasız kalmıştık. Mukaddes türbede kalalım kaderimizde ölüm de varsa orada
ölelim dedik. Akşamın üzerinden biraz geçmişti ki dört şahıs türbeye geldi. Onlardan
biri yanıma gelerek adımı, babamın adını, dedemin ve onun babasının adını
söyleyince şaşırdım. Sonra gümüş sikke elime koyarak gitti. Saydığımda dört
tümen olduğunu gördüm. Irak'ta iki ay kaldık ve o paradan harcadık. Vatanımıza
döndüğümüzde de o paradan iki ay kadar harcadık. Ama sonradan birden kayboldu.
102-
HASTANIN ŞİFASI VE MEYSEMİN MEZARININ TAMİRİ
Adı
önceki kıssalarda da geçen muhterem Kandahari ve bir grup Necef'in güvenilir
şahsiyetleri şöyle naklettiler: Irak'ın en büyük taciri olan Reşad Marza
takriben yedi yıl önce kanser hastalığına yakalandı. Irak, Suriye ve Lübnan
doktorları tedavisinden ümitlerini kestiler. Tedavi olmak amacıyla Avrupa'ya
gitti.
Oradaki Doktorlarda ameliyat yapsak
ta yapmasak ta hiçbir faydası yoktur kanserin kökü kalbe yetişmiştir. Ameliyat
yapsak en fazla bir hafta ömrü uzar. Diye cevap verdiler. Hayattan elini çekti.
Akşam rüyasında üzerinde gömlek olan orta boylu bir Arap gördü. Ona Reşat Marza
mezarımı düzeltirsen Allahtan sana şifa vermesini dilerim dedi.
Reşad
siz kimsiniz diye sorduğunda ben Meysem Tammar'ım diye cevap verdi. ( önceleri
Meysem'in türbesi küçük ve dar bir yerdi.) Reşad uykudan uyanır ve tekrar
uyuduğunda aynı rüyayı görür. Üçüncü defa aynı rüyayı gördü.
Ertesi
gün uçakla Bağdat'a döndü. Direk olarak Meysem'in mezarına giderek orada
kalmaya başladı. Akşam vaktinde rüyasında gördüğü şahıs karşısında belirir ve
Reşad Marza ayağa kalk diye çağırır onu. Kalkamıyorum deyince yüksek bir sesle ayağa
kalk deyice Reşad ayağa kalktı ve hastalığından hiçbir eser kalmamıştı.
Reşad
iyileştikten hemen sonra bu günkü Meysem'in mezarını yaptırır. Sonra da Müslim
İbni. Akil'in mezarının kubbesini altından yaptırır. Daha sonra Hz. Ali'nin
(a.s) türbesine 200 kilo altın vererek restore ettirdi.
103-
EHLİBEYTİN (A.S) KUM KENTİNDE MUCİZESİ
Kum
sakini olan erdem ve kemal sahibi saygıdeğer vaiz Seyit Hasan Burkai şöyle
yazmıştı:
Halende
Hz. Masume'nin (a.s) müzesinin sorumluluğunu yapan–1348 yılı itibariyle-
Tahran sokağı ve Ağabakkal caddesinde ikamet
eden Kasım Abdulhüseyni bana şöyle bir kıssa anlattı: müttefikler İran da
bulundukları zaman mahmullerini güney yolu üzerinden eski Sovyetler birliğine
götürdüklerinde ben demir yolları şirketinde çalışıyordum. Ayağım Taş taşıyan
bir kamyonun altında kaldı. Beni Kum kentinin Fatimi hastanesine intikal
ettiler. Halende hayatta olan Doktor Müderrisi ve Doktor Seyfi'nin gözetimi
altında tedavi görüyordum. Ayağım şişerek bir yastık kadar olmuştu. 50 gün
boyunca ağrıdan uyuyamıyor inleyip sızlıyordum. Sürekli ağrıdan bağırıp nara
atıyordum. Kimsenin ayağıma dokunması mümkün değildi. Çünkü acısından kendimden
geçiyor ve tüm odalarda ve salonlarda bulunanların sesimi duyabilecekleri kadar
avazım çıktığınca bağırıyordum. Bu müddet zarfında Hz. Zehra (a.s), Hz. Zeyneb
(a.s) ve Hz. Masume'ye (a.s) tevessül ediyordum. Annem sık sık Hz. Masume'nin
(a.s) türbesine gidiyor dua ve tevessül ediyordu. 13–14 yaşlarında tahranda
işçi bir adamın oğlu bir kurşun isabet etmesi sonucu sağ tarafımda uyuyordu.
Onunla aramda bir metre kadar mesafe vardı. Kurşunun açtığı cerahatler sonucu
zavallı çocuk cüzam olmuştu. Doktorlar ondan ümitlerini kesmiştiler. Birkaç gün
İhtizar halinde kaldı. Bazen çok zayıf bir ses ondan işitiliyordu. Ne zaman başucuna
hemşireler gelseler daha ölmemiş diyerek her an ölmesini bekliyorlardı.
Ellinci
gece intihar etmek düşüncesiyle bir miktar zehir tedarik ederek yastığımın
altına koydum. Artık bu gece iyileşmezsem intihar edeceğim artık dayanma gücüm
kalmadı diye planlar kuruyordum. Annem ziyaretime geldiğinde ona eğer bu akşam
Hz. Masumeden (a.s) Şifamı almaz isen yarın cenazemi yatakta göreceksin dedim.
Bunu ciddi ve kati bir şekilde söyledim. Gün batımına doğru annem türbeye
gitti. O akşam kısa bir uykuya daldım. Rüyamda üç yüce ve saygın hanım
efendinin o yaralı çocukla birlikte olduğumuz odadan içeri girdiklerini gördüm.
O hanımlardan birinin kim olduğu belliydi. İlkinin Hz. Zehra (a.s), ikincinsin
Hz. Zeyneb (a.s) ve üçüncüsünün de Hz. Masume (a.s) olduğunu anladım. Önde Hz.
Zehra (a.s) arkasında ise Hz. Zeyneb (a.s) ve Hz. Masume (a.s) teşrif
ediyorlardı. Direk olarak o çocuğun yatağına doğru yaklaştılar ve Hz. Zehra
(a.s) o çocuğa ayağa kalk diye buyurdu. Çocuk kalkamıyorum diye cevap verince
sen iyileştin diye buyurdu. Rüyamda çocuğun iyileşerek kalkıp oturduğunu
gördüm. Bana da teveccüh edeceklerini bekliyordum. Ama bu bekleyişimin aksine
bana hiç teveccüh etmediler. Bu esnada uykudan sıçrayarak uyandım ve kendi
kendime artık o yüce hanımlar bana teveccüh etmeyecekler dedim.
Elimi
yastığın altına sokup hazırladığım zehri çıkarıp içmek istediğimde o yüce
hanımlar odamıza ayakbastılar onların ayaklarının bereketine belki bende şifa
bulurum diye düşündüm. Elimi ayağımın üzerine koyduğumda bir ağrısı kalmadığını
hissettim. Yavaşça ayağımı hareket ettirdiğimde hareket edebiliyordum. Onların
şifalarından nasiplendiğimi anladım. Yarın sabah hemşireler çocuğun öldüğünü
düşünerek geldiklerinde çocuk iyileşti dedim. Neler söylüyorsun sen diyerek
şaşırıp kaldılar. Uyandırmayın onu iyileşti dedim onlara. Doktorlar geldiklerinde
çocuğun ayağındaki kurşun yarasından cüzama dönüşen hastalıktan bir eser
kalmadığını gördüler. Bu arada benim iyileştiğimde de haberleri yoktu.
Hemşirenin biri her zaman ki gibi ayağımdaki pamuğu açıp pansuman yapmak için
başucuma geldiğinde ayağımın şişinin indiğini ve iyileştiğini gördü. Annem
türbeden geldiğinde ağlamaktan gözleri şişmişti. Nasılsın oğlum diye sorduğunda
sevinçten kriz geçirmesini düşünerek şifa bulduğumu söylemedim. Daha iyiyim anneciğim
asamı getir de evimize gidelim dedim. Eve vardığımızda olayı anneme anlattım.
Ama
o gün hastanede ben ve o çocuğun şifa bulmasından sonra doktorların,
hemşirelerin ve halkın gürültüsü ve izdihamını vasıf edilmez bir durumdu. Oda
ve salon Salâvat ve ağlama sesleriyle inliyordu adeta.
104-
HZ. MEHDİNİN (A.F) MUCİZESİ VE HASTANIN ŞİFA BULMASI
Ben
Hasan Burkai uzun bir zamandır Kum kentinde bulunan Sahibezzaman Camisi yani
Cemkeran camisine müşerref olmak bana nasip oluyor. Bundan üç hafta önce ( 1390
yılının Rabiussani ayının beşi Çarşamba akşamı) Cemkeran mescidine müşerref olmuştum.
Ziyaretçiler ve yolcuların dinlenip çay içmek için geldikleri mescidin
kahvehanesinde hz. Şah Abdülazim sakini olan Ahmet Pehlivani adında bir şahısla
karşılaştım. Adet gereğince hal hatır sorduktan sonra şöyle anlatmaya başladı:
tam dört yıldır Çarşamba akşamları Cemkeran mescidine gidip geliyorum. Doğal
olarak bir şeye şahit olmuşsun ki gelip gidiyorsun mutlaka İmamı Zamandan (a.f)
bir hacet almış olmalısın dedim.
Evet
dedi bir şeyler görmeseydim gelmezdim. Geçen yıl bir Çarşamba akşamı Tahran'da
yakın akrabalarımdan birinin düğün merasimi nedeniyle Cemkeran mescidine
müşerref olamadım. Gerçi düğün merasiminde müzik ve çalıp oynama gibi aleni bir
günah yapılmıyordu da. Akşam yemeğini yedikten sonra eve gidip uyudum. Gece
yarısı susadığım için uykudan uyanmak istediğimde ayağımın hareket etmediğini
gördüm. Ne kadar uğraştıysam bir türlü yürüyemedim. Ailemi uyandırıp ayağımın hareket
etmediğini söyledim. Eşim belki soğuk algınlığındandır dedi. Kış mevsiminde
değiliz dedim. Bilahare ayağım bir türlü hareket etmiyordu. Yanı başımızda
Asger Efendi diye bir komşum vardı. Aileme onu çağırmasını istedim. Geldiğinde bir
doktor çağırmasını söylediğimde bu saatte doktor bulunmaz dedi. Başka çaremiz
yok dedim. Gitmek zorunda kaldı ve giderek kliniği "Şah Abdulazim'in Mücesseme
meydanından Şahrohi adında bir doktor getirdi. Doktor elindeki çekiçle
dizlerime vurdu. Hiçbir tepki göstermedim. İğneyi ayağımın altına batırdı yine
bir şey hissetmedim. Bu seferde koluma iğne yaptı ama acı hissettim. Bir reçete
yazdı ve gıyabımda Asger beye bu bir krizdir iyileşmesi çok zor dedi ve gitti.
Sabah
olduğunda çocuklar beni bu halde görünce ağlayıp sızlamaya başladılar. Annem de
durumumu fark edince başına ve dizine vurmaya başladı. Ev ağlama ve hüzün
sesleri ile çalkalanıyordu. Takriben sabah saat dokuz sularında ey imamı Zaman
(a.f) ben her Çarşamba akşamları size ait olan Cemkeran mescidine müşerref
oluyordum. Dün akşam gelemedim ve bir günaha da mürtekip olmadım bir teveccüh
edin de oraya müşerref olayım. Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım ve öylece
uyuyup kalmışım. Rüyamda muhterem bir şahıs yanıma gelerek elime bir asa verdi
ve kalk dedi. Kalkamıyorum deyince sana kalk diyorum diye buyurdu. Tekrar aynı
sözü yinelemediğimde elimden tutarak hareket ettirdi. O esnada uykudan uyandım
ve yürüyebildiğimi gördüm. Oturdum ve ayağa kalktım. Şifa bulduğumdan emin
olmak için sevincimden havaya sıçradım. Hiçbir şeyimin kalmadığını ve tamamen
iyileştiğimi gördüm. Annem beni bu halde görüp sevincinden kriz geçirmesin diye
uyudum. Annem yanıma geldiğinde bana bir asa ver de yürüyeyim dedim. Yavaş
yavaş anneme İmamı Zaman' (a.f) tevessül ederek iyileştiğimi anlatmaya
çalıştım. Asger efendiye gelmesini söyledim. Geldiğinde ona falanca doktorun
yanına git ve iyileştiğimi söyle dedim. Asger efendi gidip döndüğünde doktor
yalan söylüyor iyileşmesi olanaksızdır doğru söylüyorsa kendi ayaklarıyla gelsin
diye haber getirdi. Kendi ayaklarımla gittiysem de doktor gözlerine inanamıyordu.
Buna rağmen iğneyi ayağıma batırdı acıdan bağırdım. Bana ne yaptın da iyileştin
diye sorunca İmamı Zaman'a (a.f) tevessül ederek iyileştiğimi anlattım. Doktor
bu mucizeden başka bir şey olamaz Avrupa ve Amerika'ya da gitseydin yine iyileşemezdin
dedi.
105-
SIKINTIDAN SONRA GENİŞLİK
Yine
adı geçen Burkai Efendi şöyle yazıyor: Meşhedi Muhammed Cihangir adında seyyar halı
ve kilim satıcısı bir şahıs vardı. Yıllardır tanıdığım bu şahıs genellikle Kaşan
şehrine gider. Ama birlikte bir yolculuk veya bir toplantıda yan yana
olmamıştık. Ama doğru sözlü, hayır ehli olan bu şahsı iyi tanıyorum. Elinde çok
az bir sermayesi olduğu halde ve birkaç gün öncede evine gittiğimde normal bir
yaşantıya sahip olan bu şahıs tacirlerden yüz bin tümenlik mal istese de hiç
esirgemeden verirler. Ama kendisi gücü yettiği kadar mal alıp satıyor.
Kaşan'a
gittiğim bir yolculukta yan yana oturduk. Burkai efendi Ehlibeyt'in (a.s)
mucizelerinden bahsettikten sonra şöyle dedi. İnsan kırık bir kalple hacetini
alabilir. Kısaca kendi biyografisini anlattı ve başka bir sefer de detaylı
olarak ve kitap olarak çıkacak hayatımı sana anlatırım diye ekledi. Ama kısaca
geçimim çok iyi ve günde yüz ya da daha fazla seyyar satcısından kazanıyorum.
Ama insan zenginleşince günaha düşüyor. Bazen günaha düşüyordum sonunda baht
yıldızım söndü ve bana sırt çevirdi. Sermayemi kaybederek yüz binden fazla bir
borç altına girdim. Öyle ki tek bir tümenim bile kalmamıştı.
Eve
kapanmış birkaç ay dışarı çıkmadım. Yorulup sıkıldığım bazı akşamlar pijamalarımla
dışarı çıkıyor ve çok ihtiyatlı bir şekilde yürüyordum. Bir akşam dışarı
çıkacağımdan haberdar olan alacaklılardan biri kapıma polis getirerek karanlıkta
bekletmişti. Dışarı çıktığımda beni tutukladı. Karakolda eğer beni zindana
atarsanız paranızı alamazsınız ama durumum iyileşirse söz veriyorum ki ilk
fırsatta borcumu ödeyeceğim. Bunun üzerine beni serbest bıraktılar.
Borçlulardan
biri gelip kapıya dayandığında eşim iki yaşındaki çocuğumuz kucağına alarak
kapıya gittiğinde kapıya öyle bir tekme vurmuş ki eşim ve çocuğum zarar gördüler.
Çocuğum birkaç saat sonra o darbe yüzünden vefat etti. Eşimde hastalandı ama
olayın üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen halen hastalığı devam ediyor.
Eşim
evde ne var ne yok hepsini sattı. Hatta bazen evdeki çay tabaklarından ve
bardaklardan satıyor ekmek satın alıp yiyorduk. Sonunda İran'dan mukaddes
mekânlara giderek orada Ehlibeyt'e (a.s) tevessül ederek alacaklıların
borcundan kurtulmaya karar verdim. Hurremşehir sınırından Irak'a doğru yola
koyuldum. Yanıma içinde ufak tefek yol araçları olan bir hurç aldım. Hatta bir
kuru ekmeğim bile yoktu. Irak topraklarına vardığımda yol iz bilmeden hurma
ağaçlarının içinden bilmediğim bir yöne doğru yola düştüm. Nereye gittiğimi
bilmiyordum. Ne yolu soracak bir adam ne de yiyecek bir şeyim vardı. Açlıktan
ve yol yorgunluğundan artık takatim kalmamıştı. Hatta yere düşen hurmaları
haram sanarak yemiyordum.
Bilahare
hava kararmış akşam olmuştu. Hurmalıkların arasında yalnız başıma kalmıştım.
Hurcunu serdim üzerinde oturdum. Gayri ihtiyari yüksekten ağlamaya başladım.
Birden başına aba atmış nur yüzlü bir adamın geldiğini gördüm. Farsça neden
üzgünsün şimdi seni maksadına yetiştiririm dedi. Efendim yolu bilmiyorum dedim.
Yolu sana gösteririm hurcunu al da benimle birlikte gel diye buyurdu. Birkaç
adım gittikten sonra arabaların geçtiği bir asfalta vardık. Burada dur şimdi
bir araba gelip seni götürecek diye buyurdu bana. Sonra uzaktan gelen arabanın
farını görünce oradan uzaklaşıp gitti. Araba yanıma gelince durdu ve beni bir
yere kadar götürdükten sonra başka bir arabaya bindirdi. Benden hiçbir ücrette
almadı. Sanki önceden kararlaştırılmış gibi beni Kerbela'ya kadar bir arabadan
başka bir arabaya bindiriyor üstelik kirada almıyorlardı. Nihayet Kerbela'ya
varmıştım. Ama Kerbelada da iş bulamadığım için durumum çok kötüydü. Hz. İmam
Hüseyin'in (a.s) mübarek türbesine müşerref oldum. Mevlama ağlayarak efendim!
İşsizim işlerimi yoluna sokun diye arz ettikten sonra türbeden dışarı çıktım.
(erbain günüydü) hurmalıklarda gördüğüm o adamı gördüm ve selam verdim.
Selamımın cevabını verdikten sonra bana on dinar vererek şunu al diye buyurdu.
Efendim bu azdır diye arz edince az değil az olursa yine veririm diye buyurdu.
Efendim adresiniz nerde diye sorduğumda biz buralardayız diye buyurdu. Meşhedi
Muhammed şöyle diyordu: bu para çok ilginçti mis gibi bir kokusu vardı. Her
defasında bir şey satın aldığımda artıyordu. Öyle ki bu paradan oldukça kar
edindim. Ne zaman birkaç bin tümen elime geçtiğinde hemen İran'a geliyor ve
borçlulara taksim ederek Kerbela'ya dönüyordum. Bütün bu kazançlarımı o yüce
zatın verdiği on tümenden kazanmıştım.
Bir
yıl sonra safer ayının 28. günü o adamı Hz. Ali'nin (a.s) türbesinde gördüm.
Yanına giderek efendim bir miktar daha yardım edebilir misiniz? Diye arz
ettiğimde beş dinar daha merhamet etti. Ama o adamı bir daha göremedim.
Vaktiyle Necef'te giderken esnaflardan biri beni çağırarak benimle odama kadar
gelebilir misin dedi. Kabul ederek onunla birlikte gittim. Bana kefilin var mı
diye sorunca iki kişi kefilim var dedim. Kimler olduğunu sorunca biri Rabbim
diğeri ise Hz. Alidir (a.s) diye cevap verdim. Sözlerimi kabul etti. Bazen bana
bin dinar veriyor bende Bağdata gidip mal satın alıp geliyordum. Kara beni de
ortak etti. Böylelikle bütün borçlarımı ödedim. Ama ailem Kum kentinde olduğu
için oraya dönmek zorunda kaldım. Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) türbesinde
borçlarımın ödenmesi ve başkasına muhtaç olmayacak kadarda mal vermesi için dua
ettim. Bundan fazlasını istemedim. Çünkü servetim kötü etkilerini yaşayıp
görmüştüm.
Meşhedi
Muhammed evinde matem merasimleri düzenliyor ve merasimlerindeki ihlâsı anlamak
mümkündür. Ben bizzat merasime katılmış bulunuyorum. Kendisi Hz. Zehra'yı (a.s)
bu meclislerde hazır olarak görüyorum diyordu.
Kır
Şiraz güney doğusunda bulunan ve yaklaşık kırk fersah uzaklıkta yer alan bir
yerleşim yeridir. Firuz Abada şehrine ise takriben 14 fersah uzaklıktadır.
Karzin şehrine de bir buçuk fersah uzak olan bir şehirdir. (Farsnamede şöyle
gelmiştir: Kır şehrinin bloklarının uzunluğun başlangıcı Mübarekabad bitişi ise
paslar bahçesidir. Genişliği iki buçuk fersah olan bu blok Keyfeskan köyünden
Gendumana kadar ve Fars'ın Gemsirat beldesine kadar uzanmaktadır. Bu blok 23
köy içmektedir.
Son
zamanlarda "Kır" elektrik, su boruları, yapıları, yolları ve demir
yoluyla tam bir yerleşik şehir haline gelmiştir. Bine yakın nüfusu
bulunmaktadır.
25
safer 1392 ve 21 ferverdin 1351 H. Ş. Yılına tekabül eden senesinde bu nahiye
Allah'ın hışmına ve gazabına uğradı. Semavi bir afet ve vuku bulan deprem
yüzünden kır şehri bloğu zarar gördü. Her yerden daha fazla kır şehri hasar
gördü. Öyle ki şehrin altı üstüne gelerek tek bir sağlam bina kalmadı. Şehir
halkının üçte biri enkaz altında kalarak feci bir şekilde hayatlarını
kaybettiler. Şehrin yaşlıları şimdiye dek böyle bir afetle karşılaşmamıştılar.
Bu
olayın tafsilatını anlatmayı gafletten uyandırıp ibret almak açısından
güvenilir ve olaya şahit olan iki âlimden naklediyoruz; olayı bizzat yaşayan şeyh
Ahmet Restgar ve şeyh Muhammed Cevat Mukimi Kır'iden gördükleri ve bildiklerini
yazmaları istendi. Biz burada her iki muhterem şahsıdan mektuplarını
naklediyoruz;
BİSMİLLAHİRAHMANNİRAHİM.
ŞEYH
MUHAMMED CEVAD MUKİMİNİN MEKTUBU:
Yürekleri
fırlamayan Kır, Kazrin ve Afroz depremleri ve bu depremin meydana getirdiği
cani ve mali kayıplar özet olarak takdim ediyorum; 25 safer 1392 yılında güneş
doğmadan 15 dakika önce eşi benzeri görülmeyen bir deprem oldu. Dışarıda
bulunanlar önce kıble sonrada kutup tarafından şimşek çaktı daha sonrada deprem
oldu. Önce yer hafif hafif sallanmaya gittikçe de artan deprem şiddetinden yer
adeta kendi ekseninde dönüyordu. Takriben 25 saniye süren şimşek sesi gibi
korkunç ve ürpertici bir ses yükseldi. Bütün evler viran olmuş beton, alçı ve
taştan yapılan sağlam binalar yerle bir oldular. Çocuklar uyuyor, kadınlar
namaz kılıyor ya da abdest almakla meşguldüler. Erkeklerin çoğu uyanmıştı. Bu
depremde en çok ölenler küçük çocuklar ve annelik duygularıyla çocukları kurtarmaya
çalışan ve enkaz altında kalarak can veren anneler ve çocuklar oldu.
Edindiğimiz
kesin bilgilere göre Kır şehrinde 2000 ve bu şehre bağlı ilçe ve kazalarda ise
500 kişi hayatını kaybetti. Allah daha iyisini bilir.
Deprem
üzerinden iki gün ve bir akşam yani safer ayının 25'den günün öğleden sonra
saat beşine kadar enkaz altından diri çıkarılan kişilerin listesi;
1-Kır
sakini Muhammed Safai'nin 7 ya da 8 yaşlarındaki oğlu Mahmut. Belirtmek gerekir
ki o aileden birkaç kişi enkaz altında kalmıştı ama aynı gün içinde bazıları
enkaz altından çıkarıldı ama içlerinden biri hayatını kaybetmişti. Enkaz
altından 2 gün sonra çıkarılan Mahmut sapa sağlamdı. Ona bu iki gün içinde
birileri sana yiyecek ve içecek veriyor muydu diye sorduklarında şöyle dedi;
dayım Resul Hakisteri bana bisküvi ve su veriyordu. (elbette gaipten ona bir
şeyler veriliyordu ama çocuk onu dayısı olarak görüyordu) halen o çocuk
yaşamaktadır.
2-Kır
sakini seyit Habibullah Hüseyin'in dört yaşındaki oğlu seyit Hasan sabah saat
beş buçukta vuku bulan deprem enkazının altında kalan bu çocuk ertesi gün yani
safer ayının 26. günü saat 10'da enkaz altından çıkarıldı. Ona da sana su ve
yiyecek veren biri var mıydı diye sorduklarında annem bana su ve yemek
veriyordu diye cevap verdi.
Halbuki
annesi enkaz altında kalmamış ve kurtulmuştu. Ama bu depremde 18 yaşındaki
büyük abisi, ondan bir küçük olan kardeşi ve birde kız kardeşi hayatlarını
kaybettiler.
3-depremin
üzerinden 44 saat geçtikten sonra enkaz altından sağlam olarak çıkarılan
çocuklardan biride Meşhedi İbrahim Muzeri'nin oğlu 11 yaşındaki Mansurdu. Bu çocuğu
safer ayının 27. gününün akşamı enkaz altından çıkardılar. Uzun müddet enkaz
altında kaldığı için ayakları yürümeye kadir değildi. Ama sonraları iyileşerek
yürümeye başladı.
Eğer
depremin olduğu gün ya da ertesi günü kurtarma ekipleri gelseydi bu kadar cani
kayıp olmazdı. Ama maalesef hiçbir yardım gelmeyince birçok kimse enkaz altında
kalarak yaşamlarını yitirdiler.
KORKUM
HADİSEYLE İLGİLİ HABERLER
Deprem
olmadan 9 gün önce hacı seyit Cafer Hüseyni adlı dindar ve imanlı bir kişi
Allah'ın rahmetine kavuştu. Ölüm döşeğinde iken seyit Ekber adında ki oğlu
akrabaları ve yakınlarıyla birlikte ziyaretine gelerek başucunda oturdu. Birden
seyit o hasta haliyle yüksek bir sesle ey tacirler! Ey sahtekârlar! Her biriniz
bin (sadaka) tümen veriniz evleriniz harap oluyor. Diye feryat etti. Birkaç kez
bu cümleyi tekrarladı; bin tümen verin. Daha sonra yüz tümen verin evleriniz
viran oluyor. Sonra kendi ev halkına dönerek sizde Kır şehrini terk edin aksi
halde helak olacaksınız. Bu cümleleri birkaç kez tekrarladıktan dört gün sonra
vefat etti. O merhumun vefatından 3 gün sonra binaları yerle bir eden ve
binlerce kişinin ölümüne neden olan içler acısı deprem vuku buldu.
Tacirlere
ve zenginlere bin tümen ya da yüz tümen verin diye hitap etmesinin amacı
belanın bertaraf olması için sadaka vermek ve yoksullara yemek vermek olabilir.
4-Belki
de o anda bela ve afeti görebiliyor ve bu yüzden haber veriyordu.
Ama
maalesef biz insanoğlu bu büyük ilahi ayetlerden (nişanelerden) kendimize
gelmiyor ve ibret almıyoruz.
DOĞRU
RÜYA.
Ramazan
Tahiri adındaki bir şahsiyet şöyle diyor; safer ayının 25. akşamının sabahı
meydana gelen o depremde hastalığından dolayı uyuyamayan bir oğlum vardı.
Hastalığı yüzünden çok acı çekiyor ve sızlayıp duruyordu. Güneş doğumuna yakın
çok ağlıyordu. Annesini uyandırdığımda daha sabah açılmasına çok var mı? Diye
sordu. Az kaldı ben biraz uyuyacağım sabah namazında beni uyandır diyerek
uyudum. Rüyamda bir gencin kapıma gelerek dışarı çık diye seslendi. Ne işin var
deyince yine aynı sözünü tekrarladı. Yanına gittiğimde bana bak dedi. Nereye
bakayım deyince evlere barklara bak dedi. Kafamı çevirip şöyle bir etrafa
bakınca bütün evlerin viran olduğunu gördüm. Bunlar bizim evlerimiz dedim.
Evet, sizin evleriniz dedi. Neden böyle oldu diye sorduğumda aşırı günahlardan
dolayı bu hale geldi dedi. Bu bölge halkının tamamının namaz kılıp oruç
tutukların ve ibadet ettiklerini söylediğimde yaptıkları ibadet riyadır ve
halis değildir diye cevap verdi. Ne kadar yalvardıysam kalmadı ve gitti.
Uyandığımda
namaz vakti olmuş eşim ise neden uykuda ağlıyor ve üzgündün diye sorduğunda.
Bir şey yok çabuk olda çocukların ikisini ben ikisini sen al dışarı çıkalım.
Evde bizden başkaları da yaşıyordu. Tam çocukların elinden tutmuş dışarı çıkıyordum
deprem başladı. Kıpırdamaya bile mühlet vermedi. Evin çökmesi sonucu hepimiz
enkaz altında kaldık. Anneleriyle beraber çocuklardan birkaçı hayatlarını
kaybettiler. Beni ve enkaz altında kalan birkaç kişiyi kurtardılar.
Enkazdan
çıkarıldığımda ailemin enkaz altında kalmaları yüzünden afallamış ney
uğradığımı şaşırıp kalmıştım.
Kimsesiz
yalnız başıma kalmıştım. Akrabalarımdan bir yanıma gelerek amca amca diye
seslendi. Gel durma bugün yardım günüdür. Çocuklarım enkaz altında kaldılar gel
yardım et de onları kurtaralım. Benimde çocuklarım enkaz altında gelemem dedim.
Evimizde
kalan genç bir öğrencinin hayatta olduğunu gördüm ondan yardım istedim. Ağladı
ve yapamam diyerek gitti. Komşularım ve akrabalardan başka biri şaşkına dönmüş
bir halde geldi. Allah rızası için yardım et dedim. O da çocuklarının enkaz
altında kaldıklarını ve kimsenin olmadığını söyledi. Bilahare tam bir kıyamet
sahnesi yaşanıyordu. Herkes kendi hal ve derdiyle ilgileniyordu. Olayı uzun
uzadıya ve detaylıca yazmak istesem çok uzun ve yorucu olur.
Kır
şehir ahalisinden mümine bir kadın şöyle diyordu. O yıllarca deprem olmadan
önce gece yarısından sonra şöyle bir rüya gördüm; başında ammeme olan onu
omuzlarına saran bir seyit bir hanımla evimize geldi. O hanım yüzünü peçeyle
kapamıştı. Bana seslenerek ışığı yak dedi. Işıkları yaktığımda kocan ve
çocuklarınla birlikte evi terk edin diye buyurdu.
Efendim!
6–7 yıl zahmet çekip şu evi kurduk daha buraya yeni yerleştik diye arz
ettiğimde dışarı çıkmanız gerekiyor çünkü bela gelip çatacak diye buyurdu. İzin
verirseniz kocamı uyandırayım dediğimde daha erken diye buyurdu. Çok korkuyor
ve içimden müezzinin ezan okusaydı ve sabah açılsaydı diye geçiriyordum.
Sonra
bana şöyle dedi; ateş yak ve üzerine su koy ama çay demlemeye fırsat
bulamayacaksın. Ateş yaktıktan sonra kocam Haydarı uykudan uyandırdım. Müezzin
sabah ezanını okudu. Hz. Ebulfazl Abbas'a (a.s) çok tevessül ederek ya Ebalfazl
imdadıma yetiş diye seslendim. Bir kolu olmayan nur yüzlü genç bir seyit'in
evimizin kapısına gelerek Haydarı kaldır ve annesinin vefat ettiğini ve gelip
annesinin cenazesini defin etmesini söyle diye buyurdu. Ona seyit Kazım
nerdeydiniz diye sorduğumda Kır şehrinden olup vaiz ve minber ehli bir âlim
olan seyit Kazım Fatimi o depremde Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.
Ben
seyit Kazım değilim Kıble yönünden gelip geçmekte olan biriyim dedi. Çok
korktuğumu görünce korkmayın, hamile olduğunuz için sizinle sırtımı dönerek
konuşuyorum diyerek gitti bir daha da onu göremedim.
Artçı
bir deprem oldu. Çocukları ve kocam, uykudan kaldırana kadar şiddetli bir
deprem oldu. Çocukları evden dışarı çıkarana kadar ev şiddetli deprem
sarsıntısından çöktü. Evin tamamı harabeye dönüşmesine rağmen çocukların
bulunduğu bölümün sadece duvarları çatladı ama çökmedi. Allaha şükürler olsun
ki depremde ev halkından kimse ölmedi.
Diğer
bir mümine kadın şöyle diyor;
Muharrem
ayında deprem olmadan takriben bir buçuk ay önce şöyle bir rüya gördüm. Doğu
tarafından bir bulut kitlesi belirdi. O bulutların içinde bir yüksekselse ezan
okuyordu. Güneş doğduğu yerin başından Allah'u ekber söylüyor ve yavaş yavaş yukarı
doğru yükseliyordu. Ezanı kelime kelime okuyarak Kır şehrinin üzerine gelince
ezan okumayı kesti. Sesi her tarafa ulaşıyor tüm âlem sesini duyabiliyordu.
Uykudan uyandığımda gördüğüm rüyayı komşularımdan birine anlattım. Komşum,
rüyamı şöyle tabir etti: gördüğün rüya Kır şehrinin viran olmasına işaret ediyor.
Kır
şehir ahalisinden seyit Ali Murtaza adında bir şahıs şöyle diyor; Deprem olup
şehir viran olmadan bir gece önce şöyle bir rüya gördüm: Kıble tarafında siyah
bulutlar kümesi belirdi. Kır ahalisinden uzaklaş ve bizlere belaya müptela etme
diye yalvarıyorlardı. Bu yalvarmaların hiçbir yararı olmadı. Kutup tarafından
bir bulut gelerek sel baskını gibi tüm şehrini sarıp kuşatarak kıble tarafına
doğru kaydı.
Bundan
fazla, rüyaları yazıp nakletmek bahsin uzamasına ve kitabın asıl hedefinden
çıkmasına neden olur. Aynı şekilde bir ya da iki gün enkaz altında kaldıktan
sonra kurtarılan insanların sayısı çok fazla olduğu için tüm hepsini nakletmeyi
uygun görmedik. Çünkü ibret alınacak nede çok şey var ama ibret alan ise nede
azdır.
Ben
bizzat kendi şahit olduğum bir olayı nakletmek istiyorum; Teng Ruain adlı bir
yerde tebliğ ile meşguldüm. Safer ayının 24. günü öğleden sonra bulunduğum yere
bir fersah uzaklıktaki Bendbest adlı bir bölgeye davet edildim. Bir grup göçebe
hayatı süren kişilere tebliğ ve Hz. Hüseyin'e (a.s) matem merasimleri yapmak
için gitmiştim. O bölgeye Kır şehri arasında beş fersah bir mesafe vardı. Akşamdan
başlayarak iki saat boyunca dini meseleler anlatıyor, vaaz verip nasihatlerde
bulundum. Hz. Hüseyin'e (a.s) mersiye okuduktan sonra akşam yemeği yedik yemekten
sonra benimle birlikte Bendbest bölgesine gelen bir grup Teng Ruin ahalisi
kendi bölgemize gidip orada kalalım dediler. Yorgun olduğumu ve bu akşam burada
kalacağımı ertesi gün döneceğimi söyledim. Onlar TengRuine döndüler bende
geceyi çadırda uyuyarak geçirdim. Sabah namazını kıldıktan sonra tekrar uyudum.
Henüz uykuya geçmemiştim ki yer sallanmaya başladı. Korkumdan kalkıp çadırdan
dışarı çıkmak istedim. Ama depremin şiddetinden yerimden kalkamadım ve yere düştüm.
Tekrar ayağa kalktım yine yere düştüm. Üçüncü kez kalkmak için elimli yere
koyduğumda yerin kendi etrafına döndüğünü ve sallandığını gördüm. Biraz olsun
deprem yavaşladı. Çadırdan dışarı çıktığımda o bölgede bulunan bir dağın
başından kaya parçalarının kopup aşağı yuvarlanıyordu. Dağdan tıpkı yıldırımdan
çıkan sesler gibi bir gürültü işitiliyordu. Bazı yerler şiddetli sarsıntıdan
yarılmış ve tekrar birleşmişti. O dağın yakınlarında bulunan Ab Abad adlı yerde
yer çatlaması sonucu pınar gibi yerden su kaynıyordu. O kadar su vardı ki
derinliği belli değildi.
Tıpkı
büyük bir havuz gibi su birikmiş bir yere de akmıyordu. Çeşmesi ve akarsuyu
olan birçok bostan, bağ, bahçe ve tarlaların suları tamamen kurumuş ya da
azalmıştı. Bazı yerlerde ise bu sular birkaç beraber çoğalmıştı. Kır şehirde de
sular kaç beraber çoğalıp fazlalaşmıştı. Allah'u Teala hikmetleri ve maslahatları
en iyi bilendir. Allah bütün mümin ve mümin eleri Muhammed ve al-i Muhammed (s.a.a)
hürmetine tüm bela ve afetlerden korusun.
Kır
ve ahalisinin durumuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek için aşağıdaki
bilgileri hatırlatıyorum;
Kır
şehri yavaş yavaş şehirleşmeye yüz tutmuş bir kasabaydı. Günümüzde de elektrik
santralleri, şehre yapılan yolları, su borularıyla ve belediyesiyle hızla
büyüyüp gelişmekte olan bir şehirdir. 6 bini aşkın bir nüfusa sahip olan bu
şehrin birkaç ilkokulu ve lise okullarının hazırlıklarına başlamıştı. Ama 7–8
camisi olmasına rağmen tek bir din âlimi yoktu. Bu yüzden cemaat namazları
kılınmıyor ve dini merasimler ve tebliğ yapılmıyordu. Sadece Ramazan, muharrem
ve çok az bir sürede safer aylarında dini tebliğleri oluyordu. Olsa da bilgisiz
âlimler tarafından oluyordu. Ne âlimleri nede ilme kalbi ve hakiki alakaları
vardı. Dünyaya çok düşkün ve dört elle sarılmışlardı. İyiliğe emretme ve
kötülükten sakındırma farizası tamamen terk edilmişti. Dindar ve dini
vazifesini yapmak isteyen kimseyi de azarlıyor ve alay ediyorlardı. Şuan bile o
yaşayan büyük ilahi afetten ve kıyamet sahnesinden geriye kalanlar da doğru
dürüst bir âlim ve kılavuzluk edecek bir kişinin olmamasından dolayı tıpkı
eskisi gibi hatta ondan daha kötü bir şekilde yaşıyorlar. Bu bedbaht halkın
akıbetinin ne ile sonuçlanacağını ve nereye varacağını Allah bilir.
Bundan
fazlada sözü uzatıp siz muhterem okuyucuları sıkmak istemiyorum. Allah'u Teala
Muhammed ve al-i Muhammed'in (s.a.a) hikmetine büyük âlimler ve müçtehitlerin
özelde de siz saygıdeğer âlimin gölgesini benim ve tüm Müslümanların başından
eksik etmesin. Ve sizi bütün bela ve afetlerden korusun inşallah'u Teala.
Muhammed
Cevad Mukimi
ŞEYH
AHMET RESTGARIN MEKTUBU
ALLAHIN
ADIYLA.
Ben
(bu hakir) 25 safer 1392 yılında Kır ve Kazrin de meydana gelen depremlerde
Kazrin'in Serçeşme adlı bir köyünde bulunuyordum. Sabah saat 05.15'te sabah
namazını eda ettikten sonra namazın takip dualarını okuyor ve zikir ve duayla
meşguldüm. Yer hafif bir şekilde sallanınca deprem olduğunu anladım. Ayet
namazı kılmak için depremin durmasını biraz bekledim.
Depremin
aralıksız devam ettiğini görünce başımı odanın kapısından çıkarıp ne olduğunu
anlamak için dışarı baktım. Kaçmak istediğim halde yalın ayakla kapıyı
açtığımda gök gürültüsüyle şiddetinden kendimi tutamayınca sıkıca ağaca
yapıştım.
Bir
anda her taraf zifir karanlığa büründü. Kısa bir süre sonra her taraf
aydınlanarak karanlık yerini aydınlığa bıraktı. Etrafıma baktığımda kırık duvarlardan
ve bazı viran olmuş evlerden başka Serçeşme köyünden ve evlerinden bir eser
kalmamıştı. Yaklaşık 25 saniye süren bu deprem evleri ve köy yerle bir ederek
viran etti.
Sözün
özeti; sabah olduğu için köy ahalisi tarlalarında çalışmak için dışarı çıkmış
ama hala köyün içinde bulunuyorlardı. Ben ahalinin köyden çıkmalarını
yasaklayarak onlara teselli veriyor sakinleştirmeye çalışıyordum. Genç, yaşlı
kadın ve erkek demeden tüm ahali el ele vererek elimizde bulunan araçlarla
büyük bir ciddiyet örneği sergileyerek dört saat enkaz kaldırması yaparak
yaklaşık 150 kişiyi enkaz altından çıkardık. Enkazdan çıkardıklarımızın geneli
çocuklar olmak üzere birkaç kadın ve erkekten ibaretti.
Bu
depremde 61 kişi hayatını kaybetmişti. Bütün cenazeleri yan yana koyarak kabir
kazmaya başladılar. Birkaç kişiyi de gusül ve kefen işleriyle görevlendirdim.
Hüseyniye çökmeden önce dışarı çıkararak kurtulan hacı şeyh Mahmut Mahmudiyle
beraber bütün cenazelere namaz kıldık ve öğleden sonra dört saat boyunca
cenazeleri tek tek defnettik. Köy ahalisine teselli vermek ve başsağlığı
dilemek için üç gün o köyde kaldım. Daha sonra şehrime döndüm. Ama Kır
kasabasından ve Kazrinden yeteri kadar bilgim yoktu.
GEREKLİ
HATIRLATMA
Bazı
cahil ve bilgisiz Müslümanlar yıkıcı depremler ve seller gibi afet ve
hadiseleri maddecilerden ya da onlara uyarak tabiatın öfkesi olarak biliyorlar.
Gazetelerde büyük manşetlerle "Tabiatın hışmı" diye başlıklar atıyor
ve yazdıklarının akıl ve şeriata muhalif olduğundan habersizdiler.
Akla
muhalif olması; Kahır, öfke idrak ve bilincin etkilerindendir. Mesela bir
hayvan ya da insan başkasından kaba ve sert bir hareket algıladığında zaman ona
öfkelenir ve ondan intikam almaya çalışır. Dolayısıyla tabiatın bir şuuru ve
bilinci olmadığı için hakkında hiçbir öfke ve tepki tasavvur edilemez.
Şeriata
muhalif olması; imkân ve hudus burhanından (kanıtından) sonra kesin ve net
olarak ve dünyanın diğer parçalarının tümü (tamamı) yüce Allahın mahlûkatıdırlar.
Bütün bunların geneli onun hikmet ve sonsuz kudretinden meydana gelmiştir.
Arştan yere, dereden zerreye olan varlıkların tamamı âlemlerin Rabbi olan Allah'ın
terbiye ve tedbiri altındadırlar. Dolayısıyla yer kürede meydana gelen her olay
Allah'u Teala'dan kaynaklanmaktadır. Acaba akli olarak bir olayın meydan
gelmesi o olayın kendiliğinden oluşup meydana geldiği düşünüle bilir mi?
Allahın mülkünde ve yarattığı şeylerde her han gibi bir hadisenin onun izni ve
meşiyyeti olmadan vücuda gelmesi tasavvur edilebilir mi? Hâlbuki düşen her
yaprak[65]ve
yağan her yağmur damlası o yüce yaratıcının izniyledir.
HADİSELERDE
TABİİ SEBEPLER
Eğer
vuku bulan bu hadiselerin gözle görülen ve bilinen sebepleri vardır denilirse
mesela azgın sel baskınlarının sebebi peyderpey yağan sağanak yağmurlardır.
Veya depremlerin sebebi yerkürede biriken ve hareket edip bir yerden dışarı
çıkmak isteyen buharlar ya da yerin derinliklerinde hareket edip dışarı çıkmak
isteyen seller ve su birikintileridir denilirse nasıl cevap verirsiniz.
SEBEP
MESEBBEB MESELESİ
Sebepler
ve müsebbepler silsilesi ve malullerin illetleriyle olan ayrılmaz irtibatlarını
kimse inkar edemez. Diyoruz ki harap olan binalar sellerden ve bulutlardan
yağan yağmurlardan kaynaklanır.
Bulutlar
ise güneş ışığının denize yansıması sonucu denizlerden oluşur. Veya meyvenin
varlığı ağaçtandır ağaç ise toprağa serpilen bir tohumdan ve o tohumun su
içmesi sonucu oluşmuştur. Ve aynı şekilde hayvanın oluşumu (meydana gelmesi)
spermdendir. Sperm ise dişiyle erkeğin çiftleşmesinden meydana gelir. Bu
şekilde istediğimiz kadar örnekleri çoğaltabiliriz. Ama bu örneklerde ona tema
ve mevzu bahis bu sebeplerin ve özelliklerinin (etkilerinin) nasıl ortaya çıkıp
meydana geldiği ve etkilerinin niteliğidir.
Kesin
akli hüküm gereğince her sebebin asıl varlığı o şeyin kendinden olmadığı gibi
kendi gibi yaratılan başka bir varlıktan da değildir. Aksine kainatı yaratan
sonsuz kudret sahibi o şeyi yaratmıştır. Aynı şekilde o şeyin özelliği
(hasiyeti) ve sebebiyeti kendinden değildir. Sebeplerin müsebbibi olan Allah
onu başka bir şeyin sebebi olarak yaratmıştır. Tüm kâinatta bulunan zerrelerin
terbiyet edicisi ve müdebbiri ancak odur. Bu işte bir yardımcı ve ortağı da
yoktur. Suyun varlığı nasıl Allah'tan ise güneş sıcaklığıyla buharlaşan deniz
sularını yağmura tebdil etmek sonra da oluşan bulutlardan dökülen yağmur
damlaları da onun tedbir ve izniyledir. Nereye ne kadar yağacağını onun
meşiyyeti ve hikmetinin gereğidir.
Aynı
şekilde ufak yağmur damlalarını sele çevirerek yapıları ve şehirleri viran eden
sel baskınları da onun izni ve meşiyyetinin gereğidir.
Aynı
şekilde yerin derinliklerinde meydana gelen buharların kaynağı o yeri
yaratandır. Yeri miktar ve nitelik olarak sallayan depremin şiddeti de onun elindedir.
Yani yerin ne kadar ve hangi şiddetle sallanması ve sallanma sonucu meydana
gelen etkilerde yüce ve kudret sahibi Allah'tandır. İster çöllerde meydana
gelip hiçbir şeye hasar vermeyen isterse yerleşim yerlerinde vuku bulan ve
hatta bir duvarı bile tahrip etmeyen şiddetli depremler olsun tamamı onun iradesinde
ve izniyledir.
Bazen
de hikmet ve meşiyyeti gerektirse sağlam burçları, yüksek kaleleri ve sağlam
binaları kökünden kazıyarak yerle bir eder.
Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen
herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış
olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.[66]
HADİSELERİN
YEDİ ÖZELLİĞİ
Hz.
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır; yerde ve gökte olan her şey şu yedi
haslet olmadan gerçekleşmez; Meşiyyet, irade, kaza, kadar, izin, kitap ve ecel.
Kim bunlardan birini ihlal (çiğnemeye) edebileceğini zannederse şüphesiz ki Kâfirdir.[67]
Başka
bir hadiste Hz. İmam Musa İbni. Cafer (a.s) şöyle buyurmaktadır; kim bunun
dışında bir itikada sahip olursa şüphesiz ki Allah yalan isnat etmiş ya da onu
reddetmiştir.
Bu
kısa hadis beyanından da iyice anlaşıldığı gibi; deprem ve diğer afetler Allah'ın
izni ve meşiyyetiyledir.
AFETLER
İLAHİ BİR GAZAPMIDIR?
Eğer
şöyle bir soru sorsalar; vuku bulan bu korkunç ve dehşet verici hadiseleri
Allah'ın gazabı diye adlandırabilir miyiz?
Cevap
olarak bunu verebiliriz; her Müslüman yakin olarak şuna inanmalıdır ki Allah'u
Teala insanların ihtiyarı (iradi) fiilleri karşısında hoşnut ya da gazaplanarak
hoşnutsuz olur. İnsanların yaptıkları işlere ya lütufla ya da kahırla nazar
eder. Yani yapılan iyi ve güzel davranışlar onu hoşnut ve razı, kötü ve çirkin
davranışlar ise gazaplandırır.
Ama
şunu da bilmek gerekir ki Allah'ın hoşnutluğu v öfkesi mahlûkatının hoşnutluğu
ve gazabı gibi değildir.
Yani
her insan başkasından güzel bir davranış ve fiil görür ister istemez kalbinde
bir sevinç ve ferahlık hisseder. Bu yüzden de o kişiyi iyilikle anarak on ihsan
ve iyilik etmek ister. Ama kaba ve yakışıksız bir davranış görürse gönlü
rencide olarak o kişiye öfkelenir ve içinin bu öfkesini yatıştırmak için
intikam almaya ve ona bir ders vermeye çalışır. İnsanların hoşnutluğu ve
öfkeleri bu minval üzeredir.
Ama
Allah'u Teala her türlü etki ve tepkiden münezzeh ve müberradır. Yani tüm
insanlar ona boyun eğip, güzel davranışlarda bulunarak ibadet etseler ya da
isyan edip kötülükler yapın itaatsizlik etseler de zerre kadar mukaddes zatına
etki etmez.
Eğer
cümle kainat olsa kafir
Oturmaz
Kibriya eteğine bir toz.
Şunu
da belirtmeliyiz ki insanların davranışlarını ihmal edip etkisiz kılmamıştır.
Ona itaat edip emirlerine boyun eğen kullarına lütuf ederek değer ve nimet
verir. Emrinden çıkıp taşkınlık yaparak azan kullarını ise şiddetli bir şekilde
cezalandırır. Ve biliniz ki Allah şiddetli azap eden diğer taraftan da şefkatli
bağışlayıcıdır. Özetlemek gerekirse Allah'ın rıza ve hoşnutluğu sevap verip
mükâfatlandırması gazabı ise cezalandırmasıdır. Ceza alemi ise genel olarak
ölümden sonra olan berzah ve kıyamettir.
Ama
dünya yaşantısına nispet ayetlerden ve rivayetlerden anlaşılan şudur; bir takım
ibadetler ve itaatlerin uhrevi mükafatı olmasının yanı sıra dünya da güzel
karşılığını alacaktır. Örnek olarak sadaka ve Sılai rahimi belirtebiliriz.
Sadaka ve Sılai rahimin ahiret sevabının yanı sıra dünyada hayatında da belaların
giderilip malların bereketlenmesine ve ömürlerin uzamasına sebep olur. Aynı
şekilde günahlarda böyledir. Yani bazı günahların uhrevi cezası olmasının yanı
sıra bu dünyada da azapların inmesine sebep olur. Hırs, aşırı cimrilik,
kasavet, zulüm, başkalarının hakkına tecavüz etme, iyiliği emretme ve kötülükten
sakındırmayı[68]
terk edenlerin dünya ve ahirette cezalandıracağı açık bir konudur.
Belaların
günahlarından dolayı geldiğini söylemek genel ve külli değildir. Zira kerim,
hekim ve halim olan Allah günahkâr kulunun tövbe etmesi ya da günahı iyilikle
telafi etmesi için ona mühlet tanımış olabilir. Aynı şekilde azgınlığını ve
isyanını çoğalttıkça nimetini ona açıp fazlalaştırarak uhrevi cezasını artırmak
istemiş olabilir. Bu konuyla ilgili Kuran'ı kerimde birçok ayetler vardır.
DEĞİŞİK
ŞÜPHELER VE CEVAPLARI
Anlatılan
konulardan da anlaşıldığı gibi bir grubun helak olmasına, bazılarının da evsiz
barksız ve perişan olmasına neden olan depremler ve diğer afetler ilahi bir
gazap ve intikamdır.
Eğer
Allah'ın bu umumi bela ve cezasını hak etmeyen ama bu afetlerde belalara ve
ölümlere maruz kalan suçsuz insanların günahı nedir yani mustazaflar ve
çocuklar gibi hiçbir şekilde günah işlemeyen insanların cezası neden böyle ağır
oluyor. Diğer taraftan birçok toplumlar bu afetlere maruz kalan masum
insanlardan çok daha günahkâr olmalarına rağmen neden onlara bir bela gelmiyor
ve emniyet içinde yaşıyorlar sizce bu Allah'ın adaletine ters değimlidir. Diye sorsalar,
cevap olarak şöyle deriz;
Allah'ın
intikam ve cezası günahkâr için geçerlidir.
Umumi
belalarda yaşamlarını yitiren masum insanlar için bu tür belalar zahmetli dünya
hayatından kurtulup ebedi bir saadet evine bir an önce kavuşmaları içindir.
Elbette uğradıkları belalar ve sıkıntılar ve çektikleri acılar içinde Cabbar
olan (telafi eden) yüce Allah onların acı ve sıkıntıları en iyi şekilde telafi
ederek mükâfatlandıracaktır. Sonuç olarak bela günahkâr için bir azap masum ve
suçsuz kimse içinde sevap ve makamın yüceliği demektir.
Çocuk
yaşlarda hayatlarını kaybedenler hususunda ise rivayetler de geldiği üzere
onlar berzah aleminde Hz. İbrahim'in (a.s) himayesi altında terbiye görüp
kıyamet günü ise anne ve babalarıyla bir araya gelecek ve anne ve babalarına
şefaat ederek birlikte cennete gideceklerdir.
Diğer
afet zedelere gelince bu tür belalar Allah'ın onları gaflet uykusundan
uyandırıp tövbe etmeleri iyi işlere yönlenmeleri için edeplendirmesi ve tembihi
olarak bilinmelidir.[69]
Daha
günahkâr olan kavimlerin nimet ve emniyet içinde yaşamaları hususunda belirtmeliyiz
ki;
1-Açıklandığı
üzere dünya ceza ve mükâfat yeri olmadığından her günahkâr yaptığı kötü
işlerden dolayı cezalandırılmamaktadır. Yine belirttiği gibi Allah'ın hikmeti
gerektirdiğinde bazı insanları edeplendirmek ve azgınlıklarından vazgeçirmek
için onları bir takım günahları yüzünden cezalandırarak insanın saadeti olan
kulluk görevini yapmasını sağlar.
2-Bir
gruba bela gelip çattığında aynı o zamanda onlarda bela yetişecek diye bir
kaide ve kural yoktur. Yaratanın hikmeti gerektirirse onlarda zamanında
musibetlere uğrayacaklardır. Aynı şekilde bela sadece depremlerle sınırlı
değildir. Onları çok daha zor belalara müptela edebilir. Nitekim zamanımızda
birçok ülkeler birbirleriyle savaş halindedirler. Asayiş, rahatlık ve emniyet
tamamıyla bu ülkelerden alınmıştır.
3-Birçok
toplumlarda beli bükülmüş ve saçlarını Allah'a ibadet etme yolunda ağartan
yaşlı insanlar ve Allah korkusundan şehvetlerini içlerine hapsedip ve nefsanî
arzularına sırt çevirerek onun yoluna yönelen gençlerin duaları sayesinde Allah
belaları onlardan ve toplumlarından gidermiştir.
Hz.
Resulün (s.a.a) de buyurduğu gibi; rükû eden kullar Allah'tan korkan kişiler ve
süt emen çocuklar olmasaydı şüphesiz ki üstünüze azap yağardı.[70]
107-
DUANIN ÇABUK KABUL OLMASI
Kum
ilimler havzasının önce gelen âlimlerinden olan merhum adil ve fakih hacı şeyh
Murtaza Hairi'nin yazmış olduğu birkaç kıssayı basiretimizin çoğalması için
aktarıyoruz iki ayrı muteber kanalla duyduğum kıssayı sizlere de anlatmak
istiyorum. Birini güvenilir ve emin kişi olarak bilinen hacı seyit Sadruddin
Cezairi diğeri ise muhterem Murvarid beyden. O merhumun torunu ona güvenen
sağlam bir şahıstan nakletti.
Adı
10. kıssada geçen merhum hacı şeyh Hüseyin Ali ateşi yükselen arkadaşlar
birinin ziyaretine gider. O merhum hastalık ateşine, Allah'ın izniyle falan şahısın
bedeninden çık diyerek bana bir nargile getirin de çekeyim çıksın dedi. Sonra
ateş hastanın bedeninden çıkararak bertaraf oldu.
Sonra
ona nasıl böyle bir katiyetle söylediniz diye sorduklarında şöyle dedi; ben
mevlam ve efendim İmam'ı Zaman'a (a.f) hıyanet etmedim. O yüce zatın emin
hizmetkârlarının onurunu koruyacağına emindim.
Mirza
Şirazi, Ahund Horasani ve seyit Feşareki aynı redifte olan merhum hacı şeyh
Hüseyin Ali merhum höccetül İslam hacı Mirza Muhammed Hasan Şirazinin büyük
talebelerinden biriydi.
Asrın
yüce şahsiyetlerinden olan muhterem Nevkani şöyle nakletti; merhum hacı şeyh
Hüseyin Ali Meşhede geldiği ilk yıllarda o kadar takvalı ve gösterişsizdi ki
hatta âlimler bile onun ilmi makamından habersizdiler. Merhum rahmetli Mir
seyit Ali Hairi yezdi'nin seccadesinin yanında oturur ve yoksullara yardım
toplardı. (galiba o dönemler kıtlık senesiydi)
Merhum
Hairinin ona bu işlerle ilgili bir söz söylemesinden anlaşılıyor ki o da merhum
Hüseyin Ali'nin ilmi makamından habersiz olduğunu gösteriyor. Merhum bir gün
yalnız başına zamanının büyük âlimlerinden olan seyit Hairi'nin evine gitti.
Bir meseleyle ilgili üç cevap verdi seyide. Seyit üç kez mağlup olunca seyit
Safi Zamir Hacı Mirza Muhammed Hasana aferin dedi ve şöyle ekledi; çok iyi
talebeler yetiştirmiş.
Ağa
seyit Muhammed Ali babasından şöyle nakletti; Merhum Hacı şeyh yaklaşık 16 yıl
gibi uzun bir süre medresede ki odamın açık bir yerinden bana para atıyordu.
Bir müddet paranın kimin tarafından atıldığını bilmiyorduk. Daha sonra bir
vesileyle onun tarafından atıldığını anladık.
Yazar
şöyle diyor; Rabbani ve yakin makamları sahipleri olan âlimlerin dualarının
kabul olduğu sayılmayacak kadar fazladır. Ve bu kitapta nakledilen 25. kıssanın
zeylinde şaşkınlığı gidermek ve bu konuyu ispatlamak için bir takım açıklamalar
yapıldı. Bu kıssayı teyit etmek hatemul müetehidin şeyh Murtaza Ansari'den
şöyle bir kıssa nakledilmektedir; bu kıssayı Merhum şeyhin öğrencilerinden olan
şeyh Mahmut Irakı "Darusselam" adlı eserinin son bölümlerinden
nakletmiştir. Büyük âlimlerden olan kerametler ve dualar sahibi ve şeyh
Ansarinin sevip saydığı bir âlim olan Merhum Hacı seyit Ali Şuşteri, 1260
yılında Necef'te veba hastalığının yaygın olduğu vakit orada bulunuyordu. Gece
yarılarında Merhum seyit bu hastalığa yakalanır. Oğulları onu perişan bir halde
görünce vefat etme korkusuyla ve şeyhin onları neden onun ziyaretine gitmek
için kendisini haberdar etmediği için ışığı yakarak seyidin evine gitmek
istediler.
Merhum
seyit durumu fark edince; ne yapmak istiyorsunuz diye sorduğunda gidip şeyhe
haber vermek istiyoruz dediler. Merhum seyit gitmenize gerek yok birazdan
kendisi teşrif edecektir dedi. Birkaç saniye geçmemişti ki kapı çalındı. Seyit
kapıyı açın şeyhtir dedi. Kapıyı açtıklarında şeyh Molla Rehmetullah ile
beraber gelmişti. Şeyh; Hacı seyit Ali'nin durumu nasıl diye sorduğunda
hastalığa yakalanmış inşallah Allah rahm eder dediler. Şeyh, inşallah
korkulacak bir durum yok diyerek içeri girdi. Seyidi muzdarip ve perişan bir
halde görünce; endişelenme, inşallah iyileşeceksin dedi. seyit nerden biliyorsun
deyince, şeyh Allah'tan senin benden sonra kalıp yaşaman ve cenazeme namaz
kılman için dua ettim dedi. seyit, niçin Allahtan bunu dilediniz deyince şeyh;
artık iş işten geçti ve dua kabul oldu dedi. Sonra oturarak bir miktar soru ve
cevaptan ve şakadan sonra şeyh kalktı gitti.
Bazıları
ise olayı şöyle naklederler; şeyhe o akşam nasıl böyle yakinle seyit iyileşecek
dediniz. Şeyh: bir ömürdür Allah'a kulluk ediyor emirlerine itaat ediyorum o
akşam duamın kabul olacağına yakin ettim. Allah'u Teala şeyhin duasıyla seyite
şifa verdi. Cemadisani ayı 1281 yılının akşamı şeyh Allah'ın rahmetine kavuştu
o aralar seyit Kerbela ziyaretine müşerref olduğu için orada bulunmuyordu.
Ertesi gün şeyhin cenazesine kimin namaz kılacağı hususunda ne yapacaklarını
şaşırıp kalmıştılar. Birden seyit geldi diye sesle yükseldi. Seyit cenazeye
namaz kıldıktan sonra şeyhin minberine çıkarak ders vermeye başladı. Seyit o
kadar güzel ders veriyordu ki sanki şeyh ders anlatıyordu. 1283 yılında seyit
Allah'ın rahmetine kavuştu.
Şeyhin
duasının kabul olmasıyla ilgili sözleri tıpkı aşağıdaki kıssaya benzemektedir;
damın üzerinde emekleyerek annesini yakalamaya çalışan bir çocuk çatının
üstündeki suyoluna doğru gidince annesinin çığlık sesi yükseldi. Sokaktan
geçenler ellerinden bir şey gelmediği için öylece seyrediyorlardı. Çocuk aşağı
düşünce oradan geçen takvalı müminlerden biri ya Rabbi onu tut dedi. Tam o
esnada çocuk olduğu gibi havada kadı. O takvalı adam çocuğu yakalayarak yere
bıraktı. Orada bulunan insanlar sahneyi görünce o adamın eline ayağına
düştüler. O mümin adam; ey mille, yeni ve ilginç bir olay gerçekleşmedi. Bir
ömürdür ona itaat ediyorum, bir defa da onun kulunun isteğini kabul etmesi bu
kadar da şaşılacak bir şey değil. Duada geldiği üzere Allah'u Teala şöyle
buyurmaktadır; bana itaat edene bende itaat ederim (yani isteklerini yerine
getiririm).
108-GEÇİM
ZORLUĞUNDAN SONRA GENİŞLİK
Yine
Ayetullah Hairi şöyle yazdılar; Hacı seyit Ali Nasırın arkadaşların, adil vekil
ve yalan söylediği görülmeyen dindar ve muttaki Talikani'den şöyle naklederler;
Ayetullah seyit Muhammed Feşarekinin oğlu seyit Ali Ekber İsfahan'a Hacı Mirza
AbdulCevad Kelbasinin evine gider. (ben adı geçen bütün bu şahısları tanıyorum)
seyit Ali Ekberin parası olmadığından sabah erkenden sabah namazını eda etmek
amacıyla "Hekim" mescidine gitti. Dönmesi biraz uzadı. Peşi sıra
mescide gittiğimde onu secdeye kapanmış bir halde gördüm. rahatsız etmeden geri
döndüm. Adamın biri eve gelerek ben hacı Abdul Cabbarın seyit Muhammed Feşarekinin
oğlu burada mı? Diye sordu. Evet, buradadır dediğimde bin tümen bir meblağ
vererek gitti.
Bundan
dört yıl önce bin tümen yüksek bir meblağ sayılırdı. Kimse bu miktarı olan
şahısı görmeden ona veremezdi. O zamanlarda da bu parayı kimse vermezdi. Kum
ilimler havzasının tüm harcamaları 3 bin tümenden o da bazen gelip yetişmezdi.
O şahıs bu meblağı vererek gitti. Onu sorduklarında kimse Abdul Cabbar adlı bir
şahısı tanımıyordu.
109-HEDİYE,
ZİYARETİN KABUL NİŞANESİ
Yine
merhum Hairi Hacı Mir seyit Hasan Burkainin oğlu Mustafa Burkaiden şöyle
nakleder; merhum Ağa Mirza Rıza o zamanlar hayatta iken küçük oğluyla birlikte
Meşhede müşerref odular (maalesef kendisinden biyografisini sorup öğrenmeye
muvaffak olamadım) otomobil çağı olmasına rağmen aile ve hizmetkârıyla birlikte
revak mahfeyle gittiler. Vesilelerimiz mahfede olduğu için yolun büyük bir
bölümünü yaya olarak gittim. Ayrıca giderken uzaktan İmam Rızaya (a.s) kabul
ise bir hediye lütuf ediniz diye arz ettim.
Meşhedi
Mukaddese vardığımızda merhum babamın ziyaretine geliyorlardı. Bir gün alim
kıyafetinde yaşlı bir adam babamın ziyaretine geldi. Evde hizmetkârımız olmasına
rağmen babam bana nargile hazırlayıp getirme mi emretti. O yaşlı adam, uğurlayıp
dönerken bana şöyle dedi; biz rüya tabirini sana verdik. Biri sana rüyasını
anlatırsa gördüğü akşam sayısı kadar Kuran'ın sayfalarını çevirdiğinde rüyanın
tabirini bulacaksın.
Bunu
dedikten sonra gitti. Yaşlı adamın sözlerini çokta önemsemedim. Bir müddet
sonra Kum kentine döndüm. Babam vefat etmiş maddi durumumuz da iyiden iyiye
bozulmuştu. Bir akşam Hz. Masume'nin (a.s) türbesinde bulunan üst mescitte oturmuştum.
Hanımın biri kocasıyla beraber yanıma geldi. Bir rüya gördüğünü söyledi. Ayın
on beşinci akşamı bu rüyayı görmüştü. Kuranı açıp 15 yaprak saydıktan sonra o
kadının rüyasının kalbime yazılmış olduğunu rüyanın tabirinde onun altında olduğunu
gördüm. gördüğü rüyayı anlatıp tabir ettim. Şaşırıp kaldılar. Bir miktar bana
verdiler. Daha sonraları bunu başkalarına anlattığım için bu ilahi vergi benden
alındı.
Merhum
şeyh Cevad b. Şeyh Meşkûr Arab, Irak'ın önde gelen âlim ve taklit mercilerinden
idi. Adil, zahit ve fakih biriydi. Kutsal Necef kentinde İmam Ali'nin (a.s)
türbesinde namaz kıldıran âlimlerdendi. Hicri 1337 yılında, yaklaşık olarak 90
yaşlarındayken vefat etti. Babasının kabrinin yakınlarında, İmam türbesinin
avlusunda toprağa verildi.
Merhum,
sefer ayının 26'sında, H. 1336 yılında, Necef'te geceleyin rüyasında ölüm
meleği Hz. Azrail (a.s) görür. Selamlaştıktan sonra ona nerden geldiğini sorar.
Azrail (a.s) Şiraz'dan geldiğini ve Mirza İbrahim Mahallati'nin ruhunu aldığını
söyler. Şeyh, berzah âleminde ne halde olduğunu sorar. Azrail (a.s) iyi bir
halde ve berzah âleminin en iyi bağda olduğunu, Allah'ın bin meleği onun emrine
verdiğini haber verir.
(şeyh,
daha sonra olayı şöyle anlatır;)
"Azrail'e "hangi amelinden dolayı
ona böyle bir makam verilmiş; ilmi makamından dolayı mı, yoksa öğrenci
yetiştirdiği için mi? Diye sordum. "hiçbiri" dedi. "Cemaate
İmamlık ettiği ve halka İslami hükümler anlattığı için mi?" diye sordum.
Yine, "Hiçbiri" dedi. "O halde neden?" diye soruduğumda "Aşura
ziyaretini okuduğum için" dedi.
(Merhum
Mirza Mahallati ömrünün son otuz yılı boyunca her gün Aşura ziyareti okudum,
asla ihmal etmezdi. Hastalık vb. nedenler yüzünden okuyamadığı günlerde ise
kendi adına okuması için naip tutardı.)
Merhum
şeyh, uykudan uyandığında ertesi gün Ayetullah Mirza Muhammed Taki Şirazi'nin
evine gider ve rüyasını ona da anlatır. Şiraz'i, rüyayı dinleyince ağlamaya
başlar. Ona niçin ağladığını sorar. Şirazi, Mirza Muhammed Taki'nin vefat
ettiğini ve onun fıkhın temel taşlarından biri olduğunu söyler. Bunun sadece
şeyhin gördüğü bir rüya olduğunu, olayın henüz belli olmadığını söyleyen çıksa
da o diretir. "Evet, bu bir rüya ama şeyh Meşkûr'un gördüğü bir rüya;
sıradan birinin gördüğü rüya değil" diye cevap verir. Hemen ertesi gün
kutsal Necef kentine Mirza Mahallati'nin Şiraz'da vefat ettiği ne dair bir
telgraf gelir. Böylece merhum şeyh'in rüyası doğruluk kazanır.
Bu
öyküyü Necef'in önde gelen bazı âlimleri, merhum Ayetullah seyit Abdulhadi
Şirazi'den nakletmişlerdir. Abdulhadi Şirazi, merhum Mirza Muhammed Taki'nin
evinde olduğu, şeyh Meşkûr rüyasını anlattığı sırada orada hazır bulunduğunu söylemiştir.
Yine saygın âlimlerden hacı Sadruddin Mahallati de bu olayı şeyh Meşkûr'dan
rivayet etmiştir.
111-
İMAM RIZA'NIN (A.S) ŞİFASI
Takva
sahibi hayırsever ve salih bir kul olan Mecduddin Şirazi şöyle anlatır:
"Çocukluk
dönemlerimde gözümden rahatsızlanmıştım. Hekim Mirza Ali Ekber'e gittim. Gözümün
etrafına fitil çekti. Ne yazık ki eliyle daha önce zararlı bir maddeye dokunduğu
için benim gözümde karardı. Gözümün etrafında ağır yaralar çıktı. Babam beni
hangi Doktora götürdüyse de çare olmadı. Sonunda "senin şifanı İmam Rıza'dan
(a.s) alacağım dedi. Nihayet, İmam'ın türbesine vardık. Hatırlıyorum; Altın
İsmail Sebili'ne ayak basar basmaz İmam'ın Haremine dönerek ağlamaya başladı ve
"Ey Ali b. Musa Rıza! (a.s) oğlumun gözünü iyileştirdikçe Haremine
girmeyeceğim! Dedi.
Ertesi
sabah güzümde hiçbir ağrı kalmamıştı. Allah'a şükür, bugüne kadar da gözümde
kız kardeşim beni tanıyamamıştı. Bana, "senin gözlerin yara bere
içindeydi, nasıl oldu da hemen iyileşti? (biran) seni tanıyamadım! "dedi;
Mecdudin
Şirazi yine şöyle der; şemsi 40. yılında ailemle birlikte Meşhede gittik. Orada
birkaç ilginç olayla karşılaşmıştık. Sözgelimi; kaldığımız iki katlı misafir
hanede, çocuğum çatıdan düştü ama İmam Rıza'nın da inayetiyle, Allah'a şükür
hiçbir zarar görmedi.
Eve
dönerken bu meseleyi henüz arabadayken birilerine anlattım. Kadının biri bana
dönerek: "bu tür şeylere şaşırmamak gerek. Bizde Taberisi caddesinin
girişinde, üç katlı bir misafirhanede kalıyorduk. Çocuğum üçüncü kattan yere
düştü. Ama İmam Rıza'nın (a.s) inayetiyle hiçbir zarar görmedi." Dedi.
112-KURAN
VE MEFATİHİ'İN İLGİNÇ ÖYKÜSÜ
94
yılına ait cemadiyussani ayının son cumartesi günüydü. Hacı Molla Ali Hasan
Kazeruni
[71]
Kuveyt'ten Şiraz'a gelmiş, hasta olduğu için Nemazi hastanesi'ne müracaat
etmişti. Yanında bir adet Mefatih'ul Cinan ve bir adet de Kuran'ı Kerim vardı. "Bunları
senin için getirdim. Her birinin ilginç öyküsü var! Dedi ve anlatmaya başladı.
Mefatih'in
öyküsü şöyle; siz de biliyorsunuz ki, ben küçüklükten beri annesiz- babasız
büyüdüm. Kimse beni okula göndermedi. Okuma yazmam yoktu. Nihayet, bir gün,
ziyaret-i Arefe'yi derk edebilmek için Kerbela'ya gittim. Arefe günü İmam'ın Harem'i
şerif'ine girmek için dışarı çıktım. Ancak yoğun kalabalık nedeniyle geçiş yolu
kapalıydı ve bu yüzden de Harem'e giremedim. Okuma yazma bilen birilerini
aradım. Tüm çabalarıma rağmen benim için ziyaret'i Arefe okuyacak birini
bulamadım kederli ve üzgün bir halde şehitlerin efendisine seslendim:
-Ey
efendim! Seni ziyaret edebilme arzusu beni buralara kadar getirdi. Okuma yazına
bilmiyorum. Bana bu konuda yardımcı olabilecek kimse de yok, dedim.
Ansızın
muhterem bir seyit elimden tutup "Benimle gel! Dedi: kalabalığın arasından
beni Harem'in giriş kapısına kadar götürdü. "Giriş izni Ziyareti'ni okuduktan
sonra birlikte içeri girdik. "Ziyaret'i Varis" de birlikte okuduktan
sonra bana dönerek:
-Ziyaret'i
Varis'ten sonra "Ziyaret'i Eminullah" artık sen okuyabilirsin! Bu
ikisini asla terk etme. Mefatih'te yazılanlar tamamen doğrudur. Bu kitabın bir
nüshası, avlunun önünde ki şeyh Mehdi'nin kitapevinde var. Ondan al, dedi.
O
an Allah'ın bana olan lütfünü İmam Hüseyin'in (a.s) inayetini düşündüm. Kendi
kendime "Nasıl oldu da bana bu seyidi yolladı ve onca kalabalığın arasından
nasıl geçebildik? Dedim. Kısacası, bu inayetlerden ötürü hemen şükür secdesine
kapandım. Başımı kaldırdığımda seyit'i göremedi. Etrafta onu aradım ama
bulamadım. Ayakkabı görevlisine de sordum. Öyle birini tanımadığını söyledi.
Kısacası,
avluya çıkıp şeyh Mehdi'nin kitapevine gittim. Henüz kitap hakkında bir şey
söylemeden bana Mefatih'i uzatıp:
-Ziyaret'i
Varis ve ziyaret'i Eminullah'ın olduğu yerlere işaret koydum, dedi.
Parasını
vermek için elimi cebime attığımda da önceden ödendiğini söyledi. Sonra bana
dönüp "Bu meseleyi kimseye anlatma!" dedi. Eve vardığımda; "keşke
şeyh Mehdi'ye Mefatih'in parasını kimin verdiğini sorsaydım!" diye
hayıflandım. Sırf bunu sormak için tekrar evden dışarı çıktım. Ama yolda ne
yapacağımı unutup başka şeylerle ilgilendim. Daha sonraları yine bu soru için
dışarı çıktım. Ama aynı şey başıma geldi. Kısacası, Kerbela da olduğum sürece
bir türlü soramadım.
Kerbela'ya
yaptığım seferde dahi bu soruyu sormayı ve cevabını almayı çok arzu etmeme
rağmen üç yıl hep unuttum. Üç yıl sonra tekrar Kerbela'ya vardığımda şeyh Mehdi'nin
vefat ettiğini öğrendim.
Kuran'ı
Kerim'in öyküsüne gelince: İmam Hüseyin'in bu inayetinin ardından tekrar onu
vesile edinerek "Madem böyle bir inayette bulundunuz, Kuran okuyabilmeyi
de inayet etseniz daha iyi olur" dedim.
Derken
bir gece onu rüyamda gördüm: bana beş adet taze hurma tanesi verdi. Hepsini
yedim. Tadı ve kokusu anlatılmayacak kadar güzeldi. Sonra da bana "Artık
Kuran'ın tamamını okuyabilirsin" dedi.
(Elindeki
Kuran'ın işaret ederek) Bu Kuran'ı daha sonraları biri bana Mısır'dan hediye
getirdi. Bende hep Kuran'ı bunun üzerinden okuyordum. Daha sonraları da Arapça
yazılı tüm hadis kitaplarını okumaya başladım.
113-KADİR
GECESİNDE RUHLARIN HZ. HÜSEYİN'İN KABRİNİ ZİYARETİ
Yine,
Hacı Hasan Kazeruni şöyle anlatır:
Ramazan
ayı'nın 23. gecesinde, evimizin tavanında tek başıma geceyi ihya ediyordum.
Sabaha yakın saatlerde ansızın üzerimde hafif bir uyuşukluk ve ağırlık
hissettim. Adeta kendimden geçmiştim. O sıra da gök âleminde büyük kalabalığın
olduğunu fark ettim. Çeşitli sesler geliyordu. Oldukça yakınımda hissettiğim
bir ses vardı. "Allah aşkına söyle sen kimsin? Diye sordum ses, "Ben
Cebrail'im" diye karşılık verdi. "Bu gece bir şey mi var?"
dedim. "Fatıma; Meryem, Asiye Hatice ve Kulsum ile birlikte Hüseyin'in
kabrini ziyaret'e gidiyor. Şu gördüğüm kalabalık da melekler ile Peygamberin
ruhu!" diye cevap verdi. "Allah rızası için beni de oraya götürür müsün?"
dedim. "senin ziyaretin buradan da kabuldür. Bu manzarayı görmek dahi
senin için bir saadettir" dedi.
Müellif
der ki: hacı Ali'ye gerçekten de Hz. Hüseyin'i can'ı gönülden sevme saadeti
nasip olmuştu iki saatlik o meclisinde dahi birkaç defa İmam Hüseyin'in adını
anmışken hıçkırıklara boğulmuş, inlemişti. İsmini anarken birkaç dakikaya kadar
konuşamıyordu. Sürekli "İmam Hüseyin'in musibetlerini dile getirecek kadar
takatim olmuyor" diyordu.
Kum
İslami İlimler Havzası'nın önde gelen âlimlerinden şeyh Abdunebi Ensari Darabı'nın
başından birkaç ilginç olay geçmiş. Onlardan birini numune olarak kendi kaleminden
aktarıyoruz:
"Bir
yıl boyunca süren şiddetli bir baş ağrısına yakalanmıştım. Şiraz'da 3 kez ve
Tahran'da da 3 kez çeşitli doktorlara müracaat ettim. Oldukça ilaç ve iğne
kullandım. Ama bunlar geçici bir süreliğine beni sakinleştiriyor, bir süre sonra
ağrılar tekrar devam ediyordu.
Bir
rahatsızlık, bir akşam Ayetullah Behcet'in evine gidinceye kadar devam etti. O
akşam yine her zamanki gibi şiddetli ağrılarla evden dışarı çıktım. Seçkin ve
takva sahibi âlimlerden Ayetullah Behcet'in kıldırdığı cemaat namazına
katıldım. Namaz arasında durumum daha da fenalaşmıştı. Arkadaşlarımdan biri
durumu fark edince "anlaşılan çok hastasın!" dedi. "Yaklaşık bir
yıldır böyleyim; hangi doktora gittiysem ve hangi ilacı kullandıysam fayda
etmedi." Dedim. O arkadaş da takva ve fazilet sahibi biriydi. "Bizim
çok daha iyi doktorlarımız var; onlara müracaat et. Eğer Hz. Fatıma'ya (a.s)
tevessül edersen mutlaka şifa bulursun" dedi.
Bu
söz beni oldukça etkilemişti. Tevessül etmek için kararımı vermiştim. Aynı
rahatsızlıkla dışarı çıktım. Kapının önünde bir başka arkadaşımla karşılaştım.
O da bana aynı şeyi tavsiye etti.
Derhal
Hz. Masume'nin (a.s) Harem'i Şerif'ine gidip ziyarettin ardından eve döndüm.
Tek başıma bir köşeye çekilip, ağlayıp sızladım. Hz. Fatıma'yı (a.s) vesile
edinerek Allah'tan şifa diledim.
Sonra
uyumuşum. Gece yarısı rüyamda, benim için bir meclis oluşturulduğunu gördüm.
Mecliste birkaç seyit vardı. İçlerinden biri ayağa kalkıp benim için dua etti.
Sabahleyin
uyandığımda başımı sallayıp ağrımı kontrol ettim. Başımda ağrıdan eser
kalmamıştı. Oldukça sevinmiştim. Hastalık nedeniyle uzun bir süre dost
ziyaretinden mahrum olduğum için sevinçle arkadaşlarımın yanına gidip bu
sevinci onlarla da paylaştım.
Evimde
(Hz. Hüseyin (a.s) için) mersiye merasimi düzenleyip bir grup arkadaşım eve
davet ettim. İnşallah, ömrümün sonuna kadar her ay bu merasimi sürdürmek istiyorum.
Bugün,
aradan sekiz ay geçmiş durumda ve Allah'a şükürler olsun ki sağlık durumum
oldukça iyi. Başarılarım birkaç kat arttı. Gayet huzurlu bir şekilde ders ve
tebliğ hayatıma devam ediyorum.
4
Recep 1394 H. Kameri
Seyyid
Muhammed Hadi Müderris Musevi, uzun yıllar Semarra'da, Askeriyeyn (a.s)
türbesinde cemaat İmamlığı yapmış seçkin âlimlerden idi.(Saddam Hüseyin
liderliğindeki Baas Rejimi'nin) son yıllardaki baskılarıyla Irak'tan sınır dışı
edilen İranlılarla birlikte İran'a geri döndü.
Müderris
Musevi, (İmam Ali Naki (a.s) ve İmam Hasan Askeri'nin (a.s) türbelerinin
bulunduğu) Askeriyeyn türbesinde gerçekleşen birçok ilginç olaydan
bahsetmiştir. Burada, onun naklettiği iki olaya yer veriyoruz:
Adı
Mehdi ve künyesi İbni Abbas olan Ehl'i Sünnet Mezhebi'ne mensup bir genç,
babasıyla birlikte Askeryeyn türbesinde görevli olarak çalışıyordu. Mehdi, bir
gün arkadaşlarıyla birlikte Samerra'da, Dicle Nehri'nin kenarına eğlenmeye
gider. Orada yiyip, içip eğlenirler; içki içerler. Gecenin ilerleyen saatlerinde
şehre geri dönerler. Mehdi, eve kestirmeden gidebilmek için İmamların
türbesinin avlusundan geçip diğer kapıdan çıkmak ister. Ancak avluya adımını
atar atmaz yere yıkılır ve bir daha da ayağa kalkamaz.
Halk,
oraya geldiğinde Mehdi'nin baygınlık geçirdiğini ve oldukça içkili olduğunu
anlar. Onu hemen avludan kaldırıp dışarı çıkarırlar. Aynı gece bu haber Samerra'nın
dört bir yanına yayılır. Haberi duyan Samerralılar kısa sürede Askeriyn
türbesine akın ederler. Bir süre sonra türbeye has ziyaret ve duayla meşgul
olurlar.
Mehdi,
hastanede birkaç gün geçirdikten sonra kendine gelir. Ne var ki bedeninin
yarısı felç olmuştur. Daha sonra Samerra hastanesinden Bağdat Hastanesi'ne
nakledilir. Sekiz ay boyunca tedavi için Samerra ile Bağdat arasında gidip
gelmeler başlar. Nihayet, Hanefilerin ve Ehl-i sünnet camiasının önderi olan
Ebu Hanife'ye ve yine Irak'ta mezarları bulunan Ehl'i sünnet'in önde gelen
dervişlerine tevessül ederler. Ancak bir netice alamazlar.
Bir
gün, bazı yakınları ve Mehdi'nin annesi, "şifayı birde Askeriyeyn'in (a.s)
kendilerinde arayalım!" şeklinde öneride bulunurlar.
Bunun
üzerine türbede görevli olarak çalışan Mehdi'nin babası ve büyük ağabeyi,
birkaç gece Mehdi'yi türbeye götürmeye sabahlara kadar orada kalmaya karar
verirler. Üç gece orada kalırlar. Üçüncü gece, aynı zamanda Peygamber
efendimizin bi'set (Peygamberliğe seçiliş) günü olan Recep ayının 27. gününe
tesadüf eder. (o gün aynı zamanda Hz. Ebulfazl'ın türbesi için hazırlanan
zırıhın Irak'a getirilmiş gün [27 Recep 1386 H.] olarak kayda geçmiştir.)
Mehdi boğazına takılan bir parça Askeriyeyn'in
(a.s)türbelerine bağlanmıştır. Saat gece yarısı iki sularında bir rüya görür.
Rüyasında yeşil amameli biri baş ucunda belirir ve ona kalkmasını söyler. Mehdi
"Ben felçliyim, kalkamam diye cevap verir. Yeşil amameli adam sözünü
ikinci kez tekrarlar ve oradan ayrılır.
Mehdi,
daha sonra olanları şöyle anlatır:
"Uykudan
uyandım. Ellerimle zıhırı kavrayıp ayağa kalktım. İnanamıyordum. Birkaç kez
zırıhı salladım. Uykuda olmadığımı anlamıştım. Artık ben eski halime geri
dönmüştüm. Var gücümle bağırmaya başladım. Ağabeyim Huzayr, Askeriyey
türbesinin avlusunda uyuyordu. Sesimi işitince yanıma geldi. (her şeyden) aciz
kardeşini bir anda kendi ayakları üstünde görünce kendinden geçip zırıhın
etrafında dönmeye başladı. Bu durumdan oldukça etkilenmişti. O da zırıhı
kavrayıp salladı.
O
sırada hademelerden biri avlunun kapısını açmak için türbeye iki kardeşi bu
halde görünce derhal Samerralı Caferilerin müezzini şeyh Mehdi Hekim'e gider ve
gördüklerini on anlatır. Türbenin minaresine çıkması ve onları halka ilan
etmesini rica eder. Şeyh Mehdi de bunu kabul eder.
Sabah
namazı vaktinde tüm Samerralılar Hz. Askeriyeyn türbesine akın eder. Avlu,
ikinci kez Samerralılarla dolup taşar. Halk koyunlar kesip tatlı dağıtır,
birbirlerine şerbet ikram eder. Kadınlar da kendilerine özgü sevinç
gösterileriyle türbeye girer. Samerralılar, bu sevinci dualar ve münacatlarla devam
ettirirler.
116-KÖR
BİRİNİN HZ. ASKERİYEYN'İN BEREKETİYLE ŞİFA BULMASI
Yine
Seyid Muhammed Hadi Müderris Musevi, öyküyü
[72]bizzat
yaşayan kişinin kendi ağzından şöyle nakleder;
Hacı
Saidus Sultan lakabıyla meşhur Mirza Seyyid Bakırhan Tahran'i 1323 H. K.
Tarihinde İmamların türbelerini ziyaret etmek amacıyla Irak'a hareket eder.
Kazımeyn'e vardığında 4 yaşındaki tek oğlu seyyid Muhammed şiddetli bir göz
ağrısına yakalanır. Birkaç gün tedavi görür, ama fayda etmez.
On
gün ikamet etmek üzere bu kez de Samerra'ya giderler. Ancak hava sıcaklığı,
yolların tozlu oluşu ve arabanın sallantısı çocuğun rahatsızlığı daha da artırır.
Samerra'ya
girdiklerinde, çocuğu "zamanın Eflatun'u" ve Hafızu's Sıhhat olarak
bilinen hekimler hekimi Kudsu'l Hukema'nın yanına götürürler. Bir süre
tedavinin ardından onun da faydası olmaz. Kudsu'l Hukema, "Bu çocuğu hemen
Bağdat'taki falan Hekim'e götürmelisiniz. Kendisi göz konusunda uzmandır. Ama
sakın oyalanmayın. Çünkü bu rahatsızlık oldukça tehlikelidir der.
Çocuğun
babası bunları duyunca oldukça üzülür. Orda on gün kalmaya niyet ettiği için
Bağdat'a gitmez. Yedi gün boyunca niyet gözyaşlarıyla, dua ve ziyaretle meşgul
olur.
Yedinci
gün çocuğun ağrıları daha da şiddetlenir. Şiddetli ağrı nedeniyle çocuk aralıksız
olarak ağlar. Öyle ki geceleyin ev halkı ve komşuları ağlama sesinden dolayı uyuyamaz.
Sabah
olunca baba, Kudsu'l Hukema'yı alıp eve getirir. Hekim, hem çocuğun gözlerini
kontrol eder. Gözlerini aralayıp dikkatle baktığında bir anda rengi kaçar. Ellerini
dövünerek çocuğun babasını kınamaya başlar. "zavallı çocuğun gözlerini kör
ettin! Ben size söylemiştim; zaman kaybetmeden onu Bağdat'a götürün, demiştim.
Ama siz sözüme kulak asmadınız. Gördünüz mü, çocuk kör oldu! Artık Bağdat'a
götürseniz de fayda etmez. Gözündeki ağrı gözlerindeki yaradan kaynaklanıyor.
Gözünü kör eden de bu yara oldu der.
Baba,
Hekim'in anlattıklarını dinledikten sonra oldukça perişan olur. Adeta cansız
bir bedene dönüşür.
Hekim,
daha sonra en azından çocuğun ağrılarını dindirmek için tedaviye başlar. Tıpkı
iki badem tanesine benzeyen yaraları ilaçla tedavi eder. Sonra da gözleri
zorlukla yerine yerleştirir. Bu arada çocuk, ameliyatın verdiği acıyla
baygınlık geçirir.
Bu
olay, Ayetullah Mirza Muhammed Taki Şirazi vs. ulemaya da iletilir. Hepsi bu
olaydan dolayı büyük bir üzüntü duyar.
Çocuğun
babası on günlük ikamet sona erdiğinde bir araba kiralayarak şehirden
ayrılmadan önce son kez, veda ziyareti yapmak üzere Askeriyeyn (a.s) türbesine
gider. İmam Hasan Askeri ve İmam Ali Naki'nin (a.s) türbelerinin yanı başında
oturup Aşura ziyareti'ni okumaya başlar. O sırada türbenin hademelerinden hacı
Ferhad çocuğu kucağına alarak Harem'e girer. Sonra da bir bezle sarılı olan
çocuğun gözlerini türbeye sürer sonra da ziyareti tamamlayıp dışarı çıkar.
Baba,
çocuğunu o halde görünce sağlam gözlerle Irak'a geldiği ama kör olarak
döndüğünü hatırlar. Bu durumdan etkilenip kendinde olmayarak ağlamaya,
sızlamaya, feryat etmeye başlar. Aşura ziyareti'ni okumakta olduğunu unutup
titrek haliyle türbeye yapışır. İmamlar, muhatap alırken adaba riayet etmez; "Çocuğumla
bu halde dönmek reva mı?" diye bağırır sonra, yorgun düşüp bir köşeye çekilir.
Ansızın
çocuğunun, türbenin kapısından girdiğini görür. Dayısı da arkasından onu
izliyordu. Çocuk, yavaşça babasının yanına gelip kucağına oturur. "Babacığım!
İyileştim artık gözlerim görüyor ve hiç ağrısı kalmadı! Der.
Baba,
bu duruma oldukça şaşırır. Eliyle çocuğunun gözlerini kontrol eder. Yaralardan
ve hatta gözlerindeki kızarlıklardan hiç eser kalmadığını görür. Oğlunun
dayısına dönüp merakla sorar: "Bu çocuk daha on beş dakika öncesine kadar
kör ve gözleri bağlı olarak buradaydı. Bu süre içerisinde neler oldu?
Çocuğun
dayısı; "Evet, öyleydi. Sonra Harem'in dışına çıktı. Çocuğu kucağıma
almış, avluda geziyor, sizin gelmenizi bekliyordum. O esnada başını omzumdan
kaldırıp gözlerindeki sargıyı açtı. Bana dönerek 'Bak, dayıcığım!
Artık
gözlerim iyileşti! Dedi. Bende müjde vermesi için onu size gönderdim."
Der.
Bunu
duyan baba, şükür secdesine kapanır. İmam Hasan Askeri ve İmam Ali Naki'den
(a.s) özür diler ve teşekkürlerini bildirir. Sonra da bu sevinçle Harem'den
dışarı çıkarlar. Hep birlikte Kudsu'l Hukema'nın yanında giderler. Baba,
çocuğunu dayısına emanet edip tek başına Kudsu'l Hukema'nın evine girer. "Bağdat2a
gidiyoruz, yolda çocuğumuzun gözüne iyi gelebilecek bir ilacınız varsa, onu almak
istiyoruz" der. Hekim, "Benimle alay mı? Ediyorsun? Benim kör olan
göze verebilecek ilacım yok! Olayı hafife aldığınız için zavallıyı kör ettiniz
der. Baba daha sonra oğlunun dayısına seslenerek çocuğu içeri getirmesini
ister. Hekim, çocuğun gözlerinin açıldığını ve görebildiğini fark edince
şaşakalır. Hemen gözlerinden öpüp etrafında döner; ağlamaya başlar. (Sevinç
gözyaşlarıyla karışık) çocuğa gözündeki yara nerede? Nasıl iyileştin? Diye
sorar.
Başlarından
geçen olayı ona da anlatırlar. Hep birlikte Muhammed (s.a.a) ve Al-i Muhammed'e
(a.s) salâvat gönderirler.
Daha
sonra oradan ayrılıp Mirza Şirazi'nin evine giderler. Mirza da ağlamasıyla
tanınan biridir. Olayı kendi gözleriyle görünce sevinç ve aşk gözyaşları döker.
(Büyük bir hayranlıkla) çocuğun gözlerini öper.
"Burada
kalın, şehri aydınlatıp süsleyelim." Der. Ne var ki baba özür dileyip
çıkmaları gerektiğini söyler ve aynı gün Kazımeyn'e (a.s) gitmek üzere oradan ayrılırlar.
Bir
bakkal olan Merhum Hacı Muhammed Rıza her sene Şiraz'da Erbain günü[73]
yaklaşık
Henüz
Kerbela'dayken, bir gün sonra rüyasında Hz. Hüseyin'i (a.s) gördü. Rüyada ona"Ey
Muhammed Rıza! Bu yıl Kerbela'ya geldiğin için ihsanını yarıya indirdin. Demişti.
Muhammed Rıza uyandığında rüyasına bir anlam
verememişti. Şiraz'a döndükten üç gün sonra oğluna Erbain'de ne yaptığını
sordu. Oğlu "Erbain günü için söylediklerini aynen uyguladım" dedi. kısacası,
ısrarlar neticesinde oğlu o gün ancak 60 kg'lık pirinç pişirip dağıttığını
itiraf etti. Diğer yarısını da siz Şiraz'a geldikten sonra üç gün boyunca pişirip
dağıttık" dedi.
118-DÜĞÜN
GECESİ ÖLDÜRÜLEN DAMAT
Seyyid
Muhammed Ali Sıbtu'ş şeyh şöyle anlatır;
"Bağdat
civarında yaşayan kabile reisi bir Arap şeyhi vardı. Yakınlarından birinin
kızını oğluna istemek için görücüye gitmeye karar vermişti. Onların
geleneklerine göre nikah ve zifaf merasimi bir arada yapılırdı. Şeyh, kız tarafıyla
anlaştıktan sonra düğün ve ikram hazırlıkları tamamlayıp tüm yakınlarını bu
merasime davet etti. Dönemin Arap taklit mercilerinden Merhum Hacı Şeyh Mehdi
Halisi de nikâh kıyması için bu merasime çağrılmıştı.
Şeyh
Mehdi meclise katıldığında hemen nikâh merasimi için hazırlıklar yapıldı.
Gençlerden bazıları, geleneklerine uygun olarak damadı bu merasime getirmek
için oradan ayrıldılar. Sevinç çığlıklarıyla damdı getiriyorlardı. Havaya ateş
etmek de gelenekleriydi arasındaydı. Bu yüzden havaya bol bol ateş ediyorlardı.
İçlerinde tüfeği dolu bir genç bir seyit vardı. Sevinç gösterileri arasında
yolda ilerlerken ansızın seyidin elindeki tüfek patladı. Kurşun, damadın
göğsüne isabet etmişti. Hiçbir kastın olmadığı bu olayda damat aracılık öldü.
Genç seyit (olayın verdiği şokla) korkarak hemen oradan uzaklaştı. Bu facia,
nikâh merasiminin ortasında damadın babasına anlatıldı.
Merhum
şeyh Mehdi Halisi, ölen damadın babasını sabırlı olmaya davet etti ve şu güzel
cümlelerle onu sakinleştirmeyi başardı:
Biliyor
musun; Peygamberimizin (s.a.a) hepimiz üzerinde büyük hakkı var ve hepimiz, onun
şefaatine muhtacız. Seyit bu işi kasıtlı olarak yapmamış. Kurşun, gayri
ihtiyari tüfekten çıkmış, senin oğlunun göğsüne isabet etmiş ve ilahi takdir
gereği oğlun vefat etmiştir. Seyidi ceddinin hürmetine affet ve bu musibette
sabırlı ol. Allah'ın emrine teslim ol ki, Allah da sana sabır ehlinin
mükâfatını versin!"
"Bu
gecenin mutlu bir gece olacağını düşünüyordum. O yüzden büyük bir kalabalığı
buraya davet ettik. Şimdi, bunca kalabalığı mutsuz bir şekilde geri göndermek
hoş olmaz. Allah Resulünün (s.a.a) hakkını eda etmek için gidip o genç seyidi
bulun ve buraya getirin. Oğlumun yerine, gelinle onu evlendirip zifaf odasına
yollayın!
Şeyh,
sabırlı babanın bu konuşmasını dinledikten sonra onu takdir edip kutladı.
Gençler de seyidi aramaya başladılar. Bir süre sonra onu bulup olayı ona da
anlattılar. Seyit, önceleri onu bu bahaneyle oraya götürün öldüreceklerini
düşünmüştü. Daha sonra arkadaşları ona güvence verince kabul etti ve tekrar
düğün yerine geldi.
Aynı
gece şeyh, kızı onunla nikâhladı ardından gelin ve damat zifaf odasına
uğurlandı. Vurulan kabile reisinin oğlu ise ertesi gün toprağa verildi.
Zorluklar
Karşısında Dirençli Olmak
Bu
öykü de birçok ilginçlikler, ibretler ve dersler vardır.
Hatırlamak
amacıyla bu konulara değinelim:
1-Şecaat,
yiğitlik, büyüklük ve sabrı bu asil Arap'tan öğrenmek gerek.
"Asıl
cesur, zor durumdayken sağlam yürekli olan kimsedir."
Yani
bu kimse çabuk sarsılır biri olmamalı, şikayetlenmemeli ve kendini kontrol
etmelidir.
Şüphesiz
tahammülü en zor ve en acı olay bir anda özellikle de zifaf gecesi önce
gerçekleşen evlat acısıdır. Hele bu, biri tarafından öldürülmek suretiyle
olursa daha da acı verir.
Böylesi
bir anda aklını ve imanını yitirmeyen, Allah'a kul olma yolundan sapmayan, yani
kendini ve evladını Allah'ın malı, ölümünü o'nun kazası ve mercilerinde Allah
olduğunu inanan bir baba, "Evladım er ya da geç benim de gideceğim bir
yere gitti" diye düşünür, bu hakikati "inna lillah ve inna ileyhi
raciun" Allah'tan geldi ve ona döneceğiz[74]
diyerek itiraf ederse, elbette ki Allah'ın bahşedeceği sonsuz saadete,
esenliğe, rahmete ve mükâfata erişmesi içten bile değildir. "işte
onlaradır Rablerinden esenlik ve rahmet"[75]
Nitekim
böyle bir kimsenin direncini İmam (a.s) şöyle tanımlamıştır.
"Mümin
tıpkı sağlam bir dağa benzer; tufanlar dahi onu hareket ettiremez."
Zor
ve sıkıntılı anlarda tahammül göstermeyen, akıl ve iman yolunda çabucak sapan,
takdir'i ilahiye öfkelenen ve itiraz eden kimseler tıpkı en küçük sarsıntıda
sarsılan saraylar gibi hadiseler karşısında sarsılırlar. Öyle ki, bu olaylar
neticede kriz ve baygınlıkla son bulur.
Genç
damadın ölümüne karşı diğerlerinin sabır göstermemeleri düğün gününü matem
meclisine dönüştürmemeleri ilginç bir olaydır.
Evet,
onlar da senin babanın gösterdiği büyüklüğün bereketiyle sabır gösterdiler.
Tıpkı
Hz. Zeyneb'in (a.s) Kerbela'da gösterdiği ilginç sabrın bereketiyle diğer
Ehlibeyt hatunlarının gösterdiği sabır gibi…
Nasihati
Kabullenmek Bilgidendir
2-Saadeti
arzu eden akıl sahibi bir kimse, emin ve şefkat dolu birinden nasihat
işittiğinde ya da karşılaşılan bir olayda sabır göstermesi istense, bu kimse
karşısında mütevazı olmalı, nasihatini can'ı gönülden kabullenmelidir. Nitekim
yukarıda açıklanan öyküde asalet sahibi Arap (ölen damadın babası) merhum
Halisi'nin karşısında böyle yapmıştır.
Aynı
kimse, nasihatle bulunan kimseye karşı tekebbür edecek kadar cahillik eder de,
sabra davet edildiğinde; "senin yüreğimde olup bitenlerden haberin var mı?
Ne halde olduğunu biliyor musun? Doğru ya! Senin bir yerin ağrımıyor!" ya
da takvaya davet edildiğinde veya bir günahtan alıkonulmak istendiğinde; "sen
de kimsi? Benim gibi birine nasıl nasihat edersin? Sen git önce kendine nasihat
et! Şöyle veya böyle olan sen değimlisin?" gibi uygunsuz sözler sarf
ederse, böyle bir kimse gerçekten de saadetten mahrum olacağı gibi
bedbahtlığını da artıracaktır.
Nitekim
Kuran'ı Kerim'de bu kimseler hakkında şöyle buyrulur:
"Ona
takvalı ol, denildiğinde benlik ve gurur kendisini günaha sürükler. Ona (azap
olarak) cehennem yeter. O ne kötü yerdir!"[76]
"Nasihate
kulak asmayanın kulağı çekilir."
Musibete
Uğrayan Teselli Etmek
3-Kuran'ı
Kerim'in Asr süresinde geçen ilahi düsturlardan biri de şudur ki; Müslüman bir
kimse nerede mal, can, hastalık, yakınların ve dostların ölümü gibi musibete
uğrayan bir kimse görürse, "sabrıtavsiye edenler müstesna gereği"[77]
onu sabra davet etmeli dünya hayatının fani ve geçici oluşunu çarkının sürekli
değişen olduğunu ve bu tür belaların herkesin başına gelebileceğini
hatırlatılmalı; ahiret hayatının kalıcılığını ve Allah'ın mükafatının sonsuz oluşunu
belirtmelidir.
Mümin
Misafirperverdir
4-İmanın
gerek simlerinden ve yüce erdemlerden biri de misafir ağırlamak, misafirliği
sevmek ve misafirperver olmaktır. Resul'ü Ekrem (s.a.a) bu konuda şöyle buyurmuştur.
"Allah'a
ve ahiret gününe inanan kimse misafirine değer versin![78]
Misafirperverliğin
faziletiyle ilgili rivayet oldukça fazladır. Bu güzel amelin ehemmiyetini
belirtmek için, kanımca şu rivayet yeterlidir: Rivayet edilir ki; "Misafirperver
kimse, Hz. İbrahim'le (a.s) haşredilecektir:"
Misafire
ikramda bulunmak sevince işarettir. Misafir ağırlayan kimse, kendi içinde bir
üzüntüsü varsa, bunu misafirlerine yansıtmamalı, kesinlikle onları da
üzmemelidir.
Gerçekten
de kutlanması gereken bir durumdur: ölen gencin babası, o gece mertlik gösterip
sevinç meclisinin matem meclisine dönüşmesini engellemiş oğlunun matemiyle
onları yasa boğmamıştır.
5-Seyitlere
İhsanda Bulunmak ve Onları Sevmek
Seyitlere
ve Resul'i Ekrem'in (s.a.a) zürriyetine karşı saygı, dostluk, ihsan vaciplik,
fazilet, sevaplarının ve etkilerinin çokluğu gibi konular bilmesi gereken
zaruri konulardandır. Hatırlatmak için Meveddele ayeti yeterlidir:
"De
ki: Ben (yaptıklarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. İstediğim ancak
akrabalarıma karşı sevgi göstermenizdir.[79]
Bir
başka yerde de şöyle buyrulmaktadır;
"De
ki: Ben (akrabalarıma sevgiyi) sizden bir ücret (olarak)istemişsem, bu sizin
faydanızadır."[80]
Zira
Müslümanlar, bu sevgi vesilesiyle o'nun şefaatine nail olabilirler. Nitekim
Resul'i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet
gününde zürriyetime saygı gösteren, zorluklarda onlara yardımcı olan ve
hacetlerini gideren kimselere şefaat edeceğim."[81]
Gerçekten
de Resul'i Ekrem'in (s.a.a) zürriyetiyle dostluk, o Hazreti kendisiyle dostluk
etmenin gereksinimlerindendir. Hele buna bir de Resul'i Ekrem'in evlatlarına
olan sevgi, insanın kendi evlatlarından daha öne geçirilmesi eklenirse, bu
dostluk daha da perçinleşir. Nitekim Allame Enini (r.a) Deylemi'nin Müsned'inden
naklen El Gadir'de; Hafız Beyhaki, Şuubu'l İman adlı eserinde; Ebuş-Şeyh Sevab
adlı eserinde ve daha birçokları eserlerinde Resul'i Ekrem'in (s.a.a) şöyle
buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Hiçbir
Allah kulu beni kendi canından daha çok sevmediği; benim itretimi ve
mensuplarımı kendi itretinden ve mensuplarından daha sevimli görmediği sürece
gerçek manada iman etmiş sayılmaz."[82]
Mükemmel
imanı, sadıkane muhabbeti ve hakiki cesaretiyle o gece ölen oğlu yerine
(bilmeyerek onu öldüren) genç seyidi geliniyle evlendiren o muhterem babayı
düşünüyorum da, şaşırmamak elde değil; acaba Allah ve Resulü (s.a.a) ceza ve mükâfat
gününde bu Arap'la ne şekilde muamele edecekler.[83]
Bu
tür öyküleri ve hatırlatmaları yazmaktan maksat, muhterem okuyucuların, şerafet
ve yücelik sahibi örnek kişileri onlardan almalarını sağlamaktır. İmam Ali
(a.s) şöyle buyurur:
"Asıl
cesur, nefsinin isteklerine galip gelen kimsedir."[84]
Yani bu kimse nefsinin istek ve eğiliminden geçmeli, bağışlayıcı olmalı ve
bencil olmamalıdır.
Bununla
birlikte asıl korkak ise, nefsinin en küçük eğilimi karşısında çabuk sarsılan,
hedefine ulaşamayacağını düşünüp telaşlanan ve dürtülerinin esiri olan
kimsedir. Bu nedenledir ki, bir hadis'i şerifte "Cennetlikler padişahlardır."
Buyurmuştur.
Evet,
asıl padişah nefsine hakim olan, kendini Allah'tan başka kimseye ve hiçbir şeye
muhtaç görmeyen kimsedir.
Cana
Kıyma Hükümleri
6-Öyküye
paralel olarak, önemle hatırlatılması gereken konulardan biri de kasıtsız
olarak birini öldürmenin dini yönden konumudur. Tıpkı öyküde de olduğu gibi bir
kimse ortada hiçbir kasıt olmaksızın yanlışlıkla birini öldürürse ona
öfkelenmek veya onunla düşmanlık etmek akla ve dine aykırıdır.
Akli
açıdan: İşi ön şartlarında bir suçu olmadığı takdirde yanlışlık sonucu suç
işleyen birini kınamak aklen doğru olmaz. Aksine, böyle bir kimseye halk
arasında, "zavallı! Farkında olmadan yapmış!" denir. (ancak karşı
tarafa verilen zarardan dolayı belirli bir diyet ödenir.)
Dini
açıdan: Ahzab Süresi 5. ayette şöyle buyurur:
"Yanlışlıkla
yaptığınız işler konusunda size bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin bile bile
yöneldiğinde günah vardır."
Evet,
yanlışlıkla birinin bedeninin her hangi bir uzvunu koparan kimse, mağdur ettiği
kimseye tam bir diyeti veya daha azını ödemelidir. Veyahut da mağdur olan taraf
hakkından geçip suçluyu bağışlayabilir. Bağışlamak dahi iyi olanıdır ve
mükâfatı Allah katındadır. Yanlışlıkla adam öldürmenin diyeti ise bin miskal
altın veya on bin miskal gümüştür. Bedenin diğer uzuvları için öngörülen diyet
miktarları ise ilmihal kitaplarında zikredilmiştir.
Cana
kıyma konusunda önem taşıyan meselelerden biri de dikkattir. Kişi bu konuda
oldukça dikkatli olmalı, yanlışlıkla da olsa, böyle bir olaya mürtekip
olmamalıdır. Mesela elinde dolu bir tüfeği olan kimse oldukça dikkatli
olmalıdır. Aksi takdirde yanlışlıkla birini öldürdüğünde, ölen kişinin varisine
diyet ödemesi gerektiği gibi, bir köle azat etmeli ve eğer köle yoksa altmış
gün oruç tutmalıdır. Nitekim bu konu Kuran'ı Kerim'de de beyan edilmiştir:
Yanlışlıkla
olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakki olamaz. Yanlışlıkla bir
mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim
edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğerki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış
ola.[85]
Buna
göre gerek yanlışlıkla adam öldürme durumda, gerekse bir başkasının bedenine
yanlışlıkla zarar verme durumu maktulün yakınlarının veya mağdurun bu kimselere
kin gütmeye öç almaya veya düşmanlık etmeye hakları yoktur.
Kalplerinde
dahi yanlışlıkla bunu yapana karşı düşmanlıktan ve öfkeden yana bir şey
olmamalıdır. Hatta eğer mümkünse, bu olayı olmamış gibi varsaymalı işi Allah'a
havale etmeli, onu affetmelidir. Bu, iki taraf için de daha hayırlıdır. Ve bu
kadar özverili olamayacaksa, en azından sadece diyet almakla yetinmelidir.
Yanlışlıkla
işlenen suçlarda karşı tarafa kin gütmenin haram olduğu konusu "Kalb'i Selim"
adlı kitabımda detaylı bir şekilde anlatılmıştır.
Yine,
seyyid Muhammed Ali Sebtu'ş şeyh şöyle anlatır:
"Ahvaz'ın
önde gelen muhterem alimlerinden merhum seyyid İbrahim Şuşteri evlendikten
sonra oldukça zor günler geçirir ve fakir düşer. Kendisinin ve ailesinin
geçimini sağlamayacak duruma gelir. Bu yüzden gizlice Necef'i Eşref'e gider ve
medresede Şuşterli bir talebe arkadaşının yanında kalır. Birkaç ay sonra Necef'e
Şuşter'den bir kafile gelir. Arkadaşları seyyid İbrahim'in yanına gelerek "Ailen
Necef'e geldiğini öğrenmiş. Annen, baba, kız kardeşlerin ve eşin seni görmeye
gelmişler!" der.
Seyyid
İbrahim, bu haberi alınca ne kalacak yerin, ne de maddi imkânının olmadığını
düşünerek ne yapacağını şaşırır. Çaresiz, boş bir ev aramaya başlar. Çevreden
ona bir dükkânın adresi verilir ve dükkân sahibinin elinde boş bir ev olduğu
söylenir. Hemen ona müracaat eder. Adam, "Evet, ama o ev oldukça uğursuz
bir ev; kim o ev de kalmışsa perişan olmuş veya hemen ölmüş!" der.
Seyyid,
kendi kendine "Ne iyi! Eğer ölürsem bir an evvel bu ağır yükten kurtulmuş
olurum" diye düşünür. (Tereddüt etmeden) evin anahtarlarını alır ve içeri
girer. Evin her köşesi örümcek ağlarıyla doludur. Etraf çöp ve pislik
içindedir. Anlaşılan, uzun süre bu eve kimse girmemiştir.
Bir
müddet temizlik yaptıktan sonra, yakınlarını da alarak eve getirir. Gece
uyuduğunda rüyasında, Araplara özgü kıyafeti olan birinin üzerine doğru
geldiğini görür. Adamın kıyafeti diğer Araplara oranla daha muhteremdir.
Öfkeyle seyidin üzerine çıkar ve "Ey seyit! Neden evime geldin? Şimdi seni
boğacağım!" der.
Seyit:
"Ben Peygamber evlatlarından bir seyidim. Benim hiçbir suçum yok!"
der.
Öfkeli
Arap: "Evet, ama benim evime yerleşmişsin!" der.
Seyit:
"Ne isterseniz yaparım; şimdi sizden izin istiyorum" der.
Arap:
"Şimdi oldu işte! Madem öyle, mahzene in ve orayı temizle; yerdeki alçıdan
yapılmış perdeyi kaldır. Karşına benim mezarım çıkacak. Üzerinde ne kadar çöp
varsa hepsini dışarı at. Sonra da her gece Hz. Emirü'l Müminin ziyati (büyük
bir olasılıkla Eminullah Ziyareti'ni demiştir) her gün şu kadar (miktar
söylenmiştir ama öyküyü nakleden kiş
Bu miktarı unutmuştur) Kuran oku. Bunları yaptığın
takdirde evimde kalabilirsin!" der.
Seyit,
daha sonra şöyle anlatır;
"Arap'ın
da dediği gibi mahzenin alçıdan yapılmış yüzeyini kazdım. Karşıma bir kabir
çıktı. Orayı iyice temizledim. Geceleri Eminullah Ziyareti, gündüzleri de Kuran'ı
Kerim okumaya başladım. Ama maddi açıdan oldukça sıkıntılıydım.
Bir
gün İmam Ali türbesinin avlusunda oturuyordum. Adını daha öğrendiğim Serdar'ı
Akdes olarak bilinen Reisu't Tüccar, beni fark etti ve yanıma gelip hal-hatır
sordu. Daha sonra evinizdeki bireylerin sayısı kadar birer Osmanlı lirası verdi
ve her ay bize yetecek kadar belirli bir meblağ vereceğini vaat etti. Kısacası,
bu görüşmenin ardından geçim sıkıntımız kalmadı. Tamamen huzura kavuştuk.
Ruhlar,
kabirlerine ilgi Gösterirler
Bu
öykü, diğer öykülerde de olduğu gibi ruhların Berzah aleminde kaldığına ve bu
alemden haberdar olduklarına kanıt niteliği taşımaktadır. Bu öyküden
anlaşıldığı kadarıyla ruhlar, bedenlerin defnedildiği yerlere özel ilgi
gösteriyorlar. Şöyle ki: Ruh, yıllarca bedenle birliktedir. Onunla işlerini
yoluna koyar, bir şeyler öğrenir, hakikati tanır, kulluk eder, hayır işler
yapar. Tüm bu işler neticesinde bedeni için emek sarf etmiş, onu terbiye etmiş
ve onunla sıkıntıları göğüslemiştir. Bu nedenledir ki muhakkikler, nefs ile
beden arasındaki diyalogu aşık ile meşuk arasındaki diyaloga benzetirler.
Ölümle
birlikte ruh, bedenden ayrılır. Ama yine de onunla bağlantısını tam olarak
kesmez. Bedeni neredeyse oraya ilgi gösterir. Eğer orası çöplük ve günah yeri
haline gelmişse, bundan oldukça rahatsızlık duyar. Orayı bu hale getirenlerden
nefret ederler. Bu öyküde de görüldüğü gibi hiç şüphesiz, ruhların nefreti
oldukça etkilidir. O eve yerleşenlerin başlarına ne belalar geldiğini gördünüz
oyda ki ( insanlar bunları düşünmesi gereken yerde) yalan-yanlış düşüncelere
kapılıp bu evin "uğursuz" olduğunu sanıyorlardı.
Halbuki
eğer mezarlar temiz tutulur ve yanı başlarında Kuran okumak gibi güzel ameller
ilenecek olursa bu güzel amelleri yapan kimseler için dua ederler. Nitekim
seyit'in itirafında da görüldüğü gibi mezkur mezar ziyaret edip yanı başında
Kuran'ı Kerim tilavet ettiği için yaşantısında düzelmeler olmuştur.
Müminin
Kabrine Saygısızlık Haramdır.
Yine
bilinmelidir ki mümin bir kimsenin ruhu muhterem, saygın ve Allah'ın izzetiyle
azizdir.
Öyle
ki, İmam Bakır (a.s)'dan rivayet edilen bir hadise göre müminin saygınlığı Kabe'nin
saygınlığından daha öndedir. (Bir başka rivayette de, müminin saygınlığının
Kabe'nin saygınlığından yetmiş kez daha fazla olduğunu buyurmuştur.) Beni bir süre
onunla beraber olduğu için cansız bedeni de muhteremdir. Nitekim kutsal
dinimizde yer alan bedenin teçhizi gusledilmesi, kefenlemesi ve defnedilmesi
adabından da bu anlaşılmaktadır. Bunlara ilave olarak; mümin bir kimsenin
kabrin üzerinde oturmak, yürümek orayı bir geçit haline getirmek gibi edebe
aykırı davranışlar da mekruhtur.
Zulmü
ve fıskıyla tanınan birini müminin yakınına defnetmek de aynıdır.
İmam
Kazım'dan (a.s) Bir Mucize:
Şia'nın
muteber kitaplarından Keşfu'l Gumme'de İmam Musa b. Cafer'in (a.s) kerametleri
bölümünde şöyle yazılıdır:
"Irak'ın
önde gelenlerinden birinin anlattığına göre; Abbasi halifesinin şöhret sahibi
oldukça zengin bir vezir vardı.
Ordu
ve devlet işlerini yürütmede etkin ve çalışkandı. Halifeye de oldukça bağlıydı.
Bu bağlılık vezir ölünceye kadar devam etti.
[1] —Yusuf; 111
[2] —Kamer; 15, Her kavmin kıssasından bilgi edinmek için
ve onların helak olmalarının nedeninden haberdar olmak için Ayetullah
destgaybın" Hakaiki ez Kuran" adlı eserinin ikinci faslına müracaat
edebilirsiniz.
[3] — Yusuf; 3
[4] —Yusuf; 111
[5] —Lokman süresinin 12 ila 19 ayetlerine müracaat edile
bilir.
[6] — Kehf; 59 ila 82. ayetleri.
[7] —Sefinetul bihar, c: 1 s: 447
[8] — Merhum Ayetullah Seyit Muhammed Rezevi 13 şevval
1387 tarihinde Şiraz da vefat etti. Bu kıssa yayınlandığında merhumun vefatından
bir bucuk yıl geçiyordu
[9] -Haşr; 23
[10] - Mutaffifin; 26
[11]-Hades: Abdest ve gusül almayı gerektiren hallerdir.
Abdest almayı gerektiren hallere küçük hades, gusül almayı gerektiren hallere
de büyük hades denir. (Mütercim)
[12] -Bir fersah, 5685 metredir.
[13] —Üstü örtülü ve önü açık yer.
[14] —en'am.133
[15] —en'am;121
[16] —haşr;21
[17] -Kitabu'l-İman ve'l-Kufr bâbı.
[18] —usuli kâfi, bab; emn eza elmuslimine vehtegerehom,
c,2,s263,hadis:7
[19] - Allame Meclisî, bu görüşleri Mir'âtu'l-Ukul adlı eserde nakletmiştir.
[20]
—
"Salih kullarım için öyle şeyler hazırladım
ki öylesini hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş, hiçbir beşer
gönlünden geçirmemiştir." (Hadis-i Kudsi)
[21] — bu kitap basıldığında çocuk yedi yaşında ilkokula
gidiyordu.
[22] — Hadid, 22-23
[23] -Saruk, Erak kentine bağlı bir yerleşim yeridir.
[24] — Cuma; 4
[25] —Neml; 62
[26] -Eskiden ziyaretçilerin yolu buradan geçerdi.
[27] — mümine ihanet etmenin,
küçümsemenin ve kalp kırmanın günahının
büyüklüğü hakkında kebire günahları adlı kitabın ikinci cildinin 390 ila 417
sayfalarına müracaat edilebilir.
[28] — namazda kalbi huzurun ehemmiyeti ve gerekliği ve
onu elde etmenin keyfiyeti hakkında salatul haşiin adlı esere ve aynı şekilde
kebire günahları adlı eserin ikinci cildine namazı terk etme bahsinin
açıklandığı 262 ila 270. sayfalara bakılabilir.
[29] —neml;62
[30] —Nahl; 98-99.
[31] - Şiirin orijinali Arapçadır. Yukarıda Türkçe çevirisiyle yetinilmiştir.
[32] —Asr Suresi.
[33] —hadid;16
[34] —ra'd;28
[35] —Aynı rivayet Ravendî'nin
Nevadir adlı
eserinde de geçmektedir.
[36] - Adabussünen, Mamakani sayfa 281;
[37] — lealil ahbar sayfa 116
[38] - Şiirin orijinali Farsçadır. Okuyucuların anlayabilmesi için Türkçeye çevrilmiştir.
[39] —muminun;100
[40] - Bu lakabıyla şöhret bulmasının nedeni hakkında şöyle anlatılır: Merhum, İmam Hüseyin'e (a.s) son derece bağlı ihlas sahibi biriydi. Aşura ziyaretnamesini okumaya oldukça önem verirdi. Her akşam cemaat namazından sonra evinin bitişiğindeki Genc Mescidi'nde bir veya iki kişi tarafından mersiye okunur, mersiyeden sonra sofra açılır, ortaya bir miktar ekmek ve nohutlu sulu yemek (abguşt) bırakılırdı. Merhum istek üzerine bazılarına orada yemek verir, bazılarını da evine götürürdü.
[41] —isra;72
[42] —isra;83
[43] - Vaktiyle kendisi Şiraz'ın seçkin minber hatiplerinden biriydi.
[44] —enbiya;18
[45] —araf;165
[46] —Araf, 95-96.
[47] —enam;42
[48] —bakara;216
[49] —yunus;11
[50] Türbesi Şiraz şehrinde olan bu yüce zat Hz. İmam Rıza'nın(a.s)
kardeşidir.
[51] —nefesul mehmum s;300
[52] —nefesul mehmum s;17
[53] —en büyük cihad demektir.
[54] —mümtehine;12
[55] - Bab, 14; öykü, 6.
[56]— sefinetul bihar c.1 s.201
[57] —usuli kâfi, kitabul iman vel kufr
[58] —bakara;143
[59] —ibrahim;27
[60] - Bu konuda daha fazla bilgi için bkz: Biharu'l-Envar, c.7.
[61] —şura;23
[62] — Merhum Meclisinin beyan ettiği şeyler 90 kıssada
zikredilen iki rivayete mutabık olmasına rağmen ayetlerine ve hadislerin zahirinden
anlaşılan şudur: Allah, Resulü ve onun temiz soyuna duyulan sevgi kalbe
yerleşmiş bir halde bu dünyadan göçen hatta bundan daha az bir sevgi üzerine
ölen kimsenin akıbeti kurtuluş olacaktır. Ama hakiki muhabbet az olursa makam
da o kadar az olur.
Kalpte Hakiki
sevginin mecazi (gelip geçici) sevgiden fazla olması vacip olduğundan cüzi
sıkıntılara maruz kalacaktır. Ama hakiki sevgiyi tahsil etmenin ve mecazi
sevgileri kalpten söküp atmanın ihtiyari bir mesele olduğuyla ilgili son
zamanlarda kaleme aldığım "kalbi selim" adlı esere müracaat
edebilirsiniz.
[63] - Gülşen, 66.
[64] — Kelime-i Tayyibe adlı eserin 330.sayfasında gelen
bu hadisi şehidi evvelin "Durretul Bahire", "Minhacussafevi"
ve Menakıbı Devlet Abadinin eserlerinden nakletmiştir.
[65] -Enam;95
[66] -Hadid; 22
[67] -Usulu kafi;
[68] —Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurdu; Allah'u
Teala Hz. Şuayba (a.s) vahiy ederek şöyle buyurdu; ümmetimden 40 bin kötü 60
bin de iyi insanlar azaplandıracağım Hz. Şuayb; Ya Rabbi kötüler bunu hak
ediyor iyileri niçin cezalandırıyorsun diye arz edince yüce Allah şöyle
buyurdu; iyiler, kötülerle kaynaştılar, benim öfkem için onlara öfkelenmediler,
onları kötü işlerden sakındırıp uyarmadılar. Vesailu şia, kitap; bil maruf bab:
8
[69] —Nitekim Hz. Lutun (a.s) şehrini başlarına yıktı.
Viraneye dönen şehirleri oradan gelip geçenler için ibret ve ders alma
vesilesidir. Saffat; 137- 138.
[70] -Müstedrekul vesail, c. 2, s: 353
[71] -54. öyküde adından söz edilmiştir.
[72] -bu öykü, Tarih'i Samarra adlı kitapta (c. 2, s.193)
da yazılıdır. Okuduğunuz öykü, mezkur kitaptaki öykünün özetidir.
[73] -Erbain: kırkıncı gün anlamına gelir. Hz. Hüseyin'in
(a.s) şahadetinin 40. günüdür.
[74] -Bakar, 156.
[75] -Bakara, 157.
[76] -Bakara, 206.
[77] -Asr, 3.
[78] -Sefinetu'l Bihar.
[79] -Şura, 23.
[80] -Sebe, 47.
[81] -Kitab'ı kavaid, (Allame'nin oğluna vasiyeti bölümü.)
[82] -Siretuna ve Sunnetuna'dan naklen.
[83] -"Yaptıklarından dolayı onlar için ne
mutluluklar sakandığını hiç kimse bilemez" (Secde, 17.)
[84] -Sefinetu'l Bihar
[85] -Nisa, 92.