GİZEMLİ ÖYKÜLER

Ayetullah Destgayb


GİZEMLİ ÖYKÜLER



      İÇİNDEKİLER
 

GEÇMİŞTEN İBRET ALMAK

 

 

 

 

 



 

     GİZEMLİ ÖYKÜLER

GEÇMİŞTEN İBRET ALMAK

"Ant olsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır."[1]

Geçmiş ümmetlerin başlarına gelen olayları okuyup öğrenmenin insana çekici geldiği bilinen bir gerçektir. Öykü anlatmak ve öykü dinlemek ötelerden beri insanlara oldukça şirin gelmiştir. Bu nedenle eskiden kıssa/öykü anlatımı oldukça rayiçti ve hatta resmî bir meslek sayılırdı.

Bu dönemde de bazı basın ve yayın organları okuyucuların dikkatini çekmek için heyecan verici, ama baştan sona yalan-yanlış romanlar yayınlamakta ya da yabancı dergilerin uyduruk hikâyelerini anlatmaktadırlar. İşin ilginç yanı ise, bütün bu yalan ve uydurmalara rağmen insanların bu ve benzeri hikâyeleri iştiyakla okuyup dinlemeleridir. Bu da insan tabiatının kıssalara ve geçmiş tarihe ne kadar düşkün olduğunu gösterir. Halbuki bu merak hissini doğru yolda kullanmak ve ondan en iyi şekilde yararlanmak mümkündür.

İnsandaki bu merak hissi, hiçbir şekilde uyduruk ve saptırılmış kıssalara gerek duyulmadan, yaşanmış gerçek öykülerle ibret almak ve kalpleri gafletten uyandırmak yolunda kullanılabilir. Nitekim, Kurân-ı Kerim geçmiş ümmetlerin başına gelen gerçek olayları defalarca hatırlatmıştır. Ad, Semud, Hz. Nuh, Firavun ve Hz. Lut'un kavimlerinin kıssalarını değişik yerlerinde anlatarak onların kötü akıbetlerini vurgulamış ve insanları bu tür işlerden sakındırmıştır.

"Andolsun ki onu bir ibret olarak bıraktık, hiç ibret alan yok mu?"[2]

Kurân-ı Kerim, Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssasını en iyi kıssa olarak tabir etmiş[3] ve Yusuf sûresinin son ayetlerinde şu ifadeyi kullanmıştır: "Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır."[4]

Yani, her akıl sahibi geçmiş ümmetin başına gelenlerden ibret alarak bu kıssalardaki ahlakî noktaları ve onların yaptıklarının neticesini öğrenip doğruyu ve yanlışı bir birinden ayırt etmiş, doğru yolu yanlış yola tercih edip kendine dersler çıkarmıştır.

Kurân-ı Kerim defalarca peygamberlerin geçmişlerini, sıkıntılı ve musibetli durumlarını, maksada ulaşmak yolunda yapmış oldukları fedakârlıkları ve bu hedef doğrultusunda nasıl sebat gösterdiklerini yinelemiş; birçok hikmet ve öğütleri, insanın kemale erme yolu sayılan yüce ahlakî talimatları kıssa kalıbında açıklamıştır.

Lokman Hekim'in oğluna olan sözünü nasihat şeklinde dile getirmiştir.[5] Veya yaratılış sırlarını ve tekvînî işlerin hikmetini "Musa ve Hızır" kıssası olarak beyan etmiştir.[6]

Sadaka vermenin ve Allah yolunda infak etmenin etkileri gibi daha birçok konuyu en güzel dille farklı kıssalarda açıklamıştır.

Yazar, kitabının girişinde kısaca bahsettiği gibi, bu eseri kaleme almasının sebeplerinden birini şöyle dile getirir: Amaç, okuyucuların, başkalarının geçmişlerinden ibretler ve ahlakî dersler çıkarmasıdır. Bu da her insan tabiatının kıssalara olan merakından hâsıl olur. Başka bir deyimle, kıssa kalıbında öğütler insan üzerinde daha çok etki bırakır. Özellikle de bu kıssalar yaşanmış gerçek öykülerden  olursa, okuyucuyu daha çok etkisi altına alacağı muhakkaktır.

GAYBE İMAN

Dikkat edilmesi gereken konulardan biri de mukaddes İslam dininin temel esaslarından olan meada ve duyu organlarıyla hissedilemeyen gaybe iman meselesidir. İnsan her ne kadar his ötesine inanırsa, imanı da bir o kadar güçlenir; Rabbinin dergâhına bir o kadar daha yakın olur.

Doğal olarak gaybe imanı artıran yollardan biri de insan nefsini his ötesi âleme bağlayan doğru rüyalardır. Bu yolla insan gizemli olayları idrak edebilir ve gerçek âlemdeki olaylara rüya yoluyla vâkıf olabilir.

Sâdık rüya görenler gaybe daha fazla iman ederler. İşitip inananların imanı ise artar.

Bu yüzden elinizdeki kitap, doğru rüyaları ve bu doğruluğu gerçek hayatta tasdik eden olayları içermektedir.

Okuyucular, günümüze ait hiçbir kitapta bulamayacağı bu doğru rüyaları mütalaa ederek gerçek manada onlardan faydalanabilirler. Bu rüyaları gören kişilerin birçoğunun hayatta olduklarını, onlarla uzaktan-yakından irtibatta olan kimselerin bu büyük insanların yalancı ve düzenbaz olmadıklarını taahhüt ettiklerini hatırlatmak isteriz.

Kısacası, okuyucu, bu kitabı mütalaa ettikten sonra madde âleminin ötesinde bizi bekleyen başka bir âlemin varlığını daha iyi hissedecektir.

Bu yüzden elinizdeki kitap, İslamî akidelere, gayb âlemine ve madde ötesine iman meselesini takviye etmede son derece etkilidir.

EHLİBEYT İMAMLARININ (A.S) ASRIMIZDAKİ MUCİZELERİ

Hidayet İmamlarına Daha Çok İnanmak ve Tevessül Etmek

Bu eserin özelliklerinden biri de kıssalarının çoğunun ismet ve taharet imamlarının (a.s) mucizelerine yönelik olmasıdır. Bu öyküler günümüzde gerçekleşen öykülerdir ve neticede, okuyucunun bu temiz hânedâna imanını güçlendirecek, propagandacıların kötü tebligatlarına aldanmalarını önleyecek, Ehlibeyt (a.s) dostlarının hak yol ve hak mezhepten sapmalarına mani olacak, onlara daha çok tevessül edilmesini ve bu vesileyle onların da daha çok teveccüh etmelerini sağlayacaktır. Çünkü okuyucu, bu temiz insanların, Hak Taâla'nın kudret ve hacetler kapısı olduklarını öğrenecek ve ayrıca dinin temelini oluşturan imamların sevgilerini elde etmek için daha fazla gayret sarf edecektir.

ÜMİTSİZLİĞE ENGEL OLMAK

İnsan ne kadar kötü olsa da, kendi saadetinden ümitsizliğe kapılsa da veya birtakım musibetlere ya da olağanüstü sıkıntılara uğrasa da imamların ahvalini okuyarak ümitsizliğini ümide dönüştürebilir; Allah'a olan ümidini artırabilir; O'nun rahmetini elde etmeyi başarabilir; önünde bulunan uzun ve korkunç yolculuk için kendine azık hazırlayabilir, geçmişini telafi edebilir. Böylece yaşam zorlukları onu alt edemez hâle gelir.

Kısaca, bu kitabın herkese yararlı olacağını ve siz değerli okuyucuların yeterli ölçüde istifade etmesini temenni ederiz.

Şiraz- 18 Ramazan – 09.18.1374

Seyit Muhammed Haşim Destgayb

 

YAZARIN ÖNSÖZÜ

Ömrüm boyunca salih kullardan, takva ve yakin sahibi kimselerden birtakım öyküler dinledim veya bazılarına şahit oldum. Bunların her biri duaların müstecap olmasını, makam ve saadetlere erişilmesini, Kurân-ı Kerim'e ve temiz imamlara (a.s) tevessül etmenin insan üzerindeki olumlu etkilerini doğrulayan delillerdir.

Ömrümün sonlarına yaklaştığı şu altmış beş yaşında düşündüm ki; ölüm elçileri, yani bedenin çökmesi ve hastalıkların saldırısı bana yüce Rabbimin, temiz cetlerimin ve diğer müminlerin mülakatına gideceğimi müjdeliyor. Bu nedenle sözünü ettiğim öykülerden hatırımda kalanları aşağıda belirttiğim birkaç nedenden dolayı kaleme almak istedim:

1-Salih kullardan olmasam da onları seviyor; "Şayet ki onlardan değilsen, o halde onlardan anlat" sözü gereği haklarında bir şeyler dinlemek, bir şeyler anlatmak ve bir şeyler yazmak istiyor; onları görmeyi arzuluyorum.

2-Hadiste de geçtiği üzere, "İyiler yâd edildiğinde Allah'ın rahmeti yağar."[7] Umulur ki bu rahmet, hem yazarı hem de siz değerli okuyucuları kapsasın!

3-Bu öyküleri gaybe imanı artırdığı, kalpleri öbür âleme ve yüce Allah'a yönlendirdiği için kaleme aldım. Böylece evlatlarımın ve diğer okuyucuların sıkıntı ve zorluklarda ümitsizliğe kapılmamalarını ve kalplerini yüce yaratana bağlamalarını istedim. Şunu bilmelerini isterim ki; takva derecelerini elde etmek ve duyu organlarıyla hissedilemeyen yakin makamlarını kazanmak için dua ve tevessülün birçok etkisi vardır.

4-Şayet benden sonra aziz bir okuyucu bu kitabı eline alır, okur da bu vesileyle Rabbiyle aşina olur ve güzel bir durum elde ederse, Allah da kendi erdem ve rahmetiyle bu yüzü siyah kulunu yâd eder umarım.

 

001

SADAKA ÖLÜMÜ GECİKTİRİR

Seyit Muhammed Rezevî'nin[8] kendisinden şöyle işittim:

Vaktiyle dayım merhum Mirza İbrahim Mahallatî şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Öyle ki doktorlar tedavisinden ümitlerini kesmişlerdi. Çok sevip saydığı merhum Şeyh Muhammed Cevat Bîdâbadî'nin de bu hastalıktan haberdar edilmesini istedi. Bu istek üzerine İsfahan'a telgraf çekerek merhum Bîdâbadî'yi dayımın hastalığından haberdar ettik. "Hemen iki yüz tümen sadaka verin; Allah şifasını inayet edecektir!" diye cevap yolladı.

Bu meblağ o dönemlerde oldukça yüksek bir meblağ idi. Buna rağmen bir yerlerden bulup fakirler arasında paylaştırdık. Kısa sürede Mirza şifa buldu.

Bir defasında Mirza Mahallatî ağır bir hastalığa daha yakalanmıştı. Doktorlar onun için ümit yok dediler. Ben ilk önce merhum Bîdâbadî'yi telgrafla haberdar ettim. Telgrafın cevabını talep etmeme rağmen bir cevap alamadım. Nihayet Mirza Mahallatî o hastalık yüzünden vefat etti. Ben de merhumun neden cevap vermediğini anlamıştım. Çünkü Mirza'nın kesin eceli gelip çatmıştı. Artık sadaka vermenin ölümüne bir faydası yoktu.

Bu öyküden iki ders anlaşılmaktadır:

1-Sadaka vererek hastanın iyileşmesi çabuklaştırılabilir; hatta daha da öteye, ölümü geciktirilebilir.

Sadakanın hastalara şifa olduğuna, ölümü geciktirdiğine, ömrü uzattığına ve yetmiş tür belayı def ettiğine dair Ehlibeyt'ten (a.s) birçok hadis naklolunmuş, bu alanda yine birçok öykü nakledilmiştir. Tüm bunları bu kitaba sığdırmak mümkün değildir. Bu konuda bilgi edinmek isteyenler, merhum Tuveyserkanî ve merhum Nuri'nin Lealiu'l-Ahbar ve Kelime-i Tayyibe adlı eserlerine müracaat edebilirler.

2-Kesin ecel gelip çattığında şahsın yaşaması hikmete muhalif olur. Bu durumda her ne kadar dinî ve dünyevî yararları olsa da, dua ve sadaka etkisini kaybeder. Bu konuyu teyit etme amacıyla bir başka öyküyü naklediyoruz:

002

KESİN ECELİN TEDAVİSİ YOKTUR

Tütün satıcısı lakabıyla tanınan merhum Hacı Gulam Hüseyin, Hacı şeyh Muhammed Cafer Mahallatî'den şöyle işittiğini anlatır:

Merhum Hüccetü'l-İslam Şirazî hastalandığında bir grup arkadaşı ziyaretine gitmişti. Hacı Mirza Muhammed Hasan ve âlimlerden bir grup yanı başında oturuyordu. Özellikle İmam Hüseyin'in türbesi olmak üzere birçok türbede ve başta Kûfe Mescidi olmak üzere birçok kutsal mekânda hayırsever insanların onun için itikâfa girdiği ve hakkında şifa dileklerinde bulundukları söylendi. "Bunlar, Allah'tan sizin için şifa diliyorlar; sıhhatiniz için sadakalar verildi. Biz, edilen duaların ve verilen sadakaların bereketiyle Allah'ın sizi iyileştireceğini ve sayenizi Müslümanların üzerinden eksik etmeyeceğine inanıyoruz" dendi.

Merhum Mirza bu sözleri işittikten sonra Allah'a, "Ey vesilelerin, hikmetini geri  çevirmeye kadir olamadığı Rabbim!" diye yakardı.

Adeta o merhuma ecelinin kesinleştiği ilham olmuştu. Dolayısıyla da sözünü ettiğimiz vesilelerin, Allah'ın kesin hikmetinin önüne geçemeyeceğini bize işaret etti.

003

ÖLÜM ANINDA KURÂN TİLAVET ETMEK

Birinci öyküde Mirza Mahallatî'nin ölüm hastalığından bahsedildiği için o merhumun ölümünü de anlatmak istedim. Merhum Hacı Mirza İsmail Kazerunî şöyle diyordu:

Mirza Mahallatî ölüm döşeğinde Haşr sûresinin son ayetlerini defalarca tekrarladı. Son olarak, "O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır…"[9] ayetinin ortalarına vardığında ruhunu yüce Rabbine teslim etti.

Gerçekten de ömrün sonlarında hem dilin, hem kalbin Allah'ı anarak ölmesi saadetin özüdür. Bütün iman ehlinin tek arzusu da budur.

"Onun içiminin sonunda misk kokusu vardır. İşte yarışanlar ancak onda yarışsınlar."[10]

Allah'ım! Muhammed (s.a.a) ve O'nun temiz soyunun hürmetine işimizin sonunu hayırlı kıl!

 

004

CENABET MANEVÎ KİRLİLİKTİR

Merhum Rezevî şöyle anlatır:

Merhum Bîdâbadî, Medine'ye gitmek amacıyla Bûşehr yoluyla Şiraz'a teşrif ettiler. İki aya yakın bir süre burada kaldılar. Ali Ekber Magâzeî adlı bir şahsın evine misafir oldular. Burada her üç vakitte namaz ikame ederdi ve bazı özel kişiler onun arkasında cemaat namazı kılmak için buraya gelirlerdi.

Bir akşam cenabet guslü üzerime vacip olmuştu. Sabah ezanından sonra banyoya gitmek için evden dışarı çıktım. Karşımda birden Hacı Şeyh Muhammed Bâkır Şeyhülislam'ı gördüm. Bîdâbadî'nin ziyaretine gitmek üzereydi. Bana "Sen de geliyor musun? İstersen birlikte gidelim" dedi. Utancımdan banyo yapmam gerektiğini söyleyemedim; çaresiz kabul ettim. Kendi kendime "Henüz vakit var. Bîdâbadî'yle görüşür, sonra hamama giderim" diye düşündüm.

Birlikte içeri girdik. Önce Şeyhülislam tokalaşıp yere oturdu. Sonra ben yanına gittim. Tokalaşırken kulağıma eğilip "Banyo daha önemliydi!" dedi.

Bîdâbadî'nin benim kendi hâlimden haberdar olması ister istemez beni sarsmıştı. Utancımdan yüzüm kızardı. O hâlimle geri dönmek istedim. Merhum Şeyhülislam bana, "Nereye gidiyorsun?" diye sorunca merhum Bîdâbadî, "Bırakın gitsin; daha önemli bir işi var!" diye cevap verdi.

Bu öyküden iyice anlaşıldığı gibi cenabet ve diğer hadesler,[11] bazı bilimcilerin sandığı gibi Allah'ın belirlediği basit ve sıradan hükümler değildir. Bilakis bütün hadesler ve özellikle de cenabet, hakikî işlerdendir. Yani bir çeşit pislik ve çirkef şeyler bu yolla insanın ruhuna ilave olur. Bu da insanın gerek Allah ile münacatında, gerekse O'nun huzuruna çıkmak için kılınan namazda varolan bağının kopmasına neden olur. Dolayısıyla bu halde kılınan namaz bâtıldır. Cenabet ve hayız gibi büyük hadesler gerçekleştiğinde mescitlerde durmak ve Kurân-ı Kerim'in yazısına dokunmak da ayrıca haramdır.

Bu manevî pislikler yüzünden bu durumlarda yemek yemek, uyumak,  yediden fazla Kurân ayeti okumak ve ölünün yanında durmak mekruhtur. (Zira o durumda ölüm döşeğindeki insan rahmet meleklerinin rahmetine son derece ihtiyaç duyar; melekler ise cenabet ve hayız pisliğinden hiç hoşlanmazlar).

Bunun dışında birtakım haramlar ve mekruhlar da vardır ki bunu, dini açıdan sakıncası olmayan birtakım tezkiyeler neticesinde ruhlarını kötülüklerden ve günahlardan arındıran salih Şiîlerden başkasının derk etmesi mümkün olmayabilir. Nitekim merhum Bîdâbadî bunu idrak etmişti.

Buna benzer daha birçok kıssalar vardır. Merhum Tunikabonî, Kısasu'l-Ulema adlı eserinde şöyle nakleder:

 Merhum Seyit Abdülkerim b. Seyit Zeynelabidin Lahicî babasının şöyle dediğini anlatır: Mukaddes mekânlarda (Necef'te) tahsil ediyordum. Merhum Bâkır Vehîd Behbehanî'nin son zamanlarıydı. Yaşlandığı için onun yerine bazı öğrencileri ders veriyordu. Ama merhum Behbehanî teberrük olsun diye kendi evinde Lema'ların şerhini yüzeysel olarak anlatırdı. Biz de birkaç kişiyle birlikte yine teberrüken o derse katılırdık.

Bir gün cenabet olmuştum. Namazım kazaya kalmıştı. Üstadın ders saati de gelip çatmıştı. Kendi kendime "En azından ders boşa gitmesin" diye düşündüm. O hâlimle derse gittim. "Sonra banyo yaparım" diyordum. Üstat henüz gelmemişti. İçeri girdiğinde son derece güler bir yüzle etrafa bakındı. Ansızın yüzünde bir üzüntü belirdi. "Bugün ders yok; haydi, evlerinize gidin" dedi. Herkes kalktı ve oradan ayrıldı. Ben de gitmek istedim. "Sen kal!" deyip oturmamı istedi. Artık ders meclisinde kimse kalmamıştı. Bana; "Oturduğun serginin altında bir miktar para var, onu al ve guslet; bir daha da derse cenabetli gelme!" dedi.

Yine makam ve keramet sahibi seyit Muhammed Bâkır Kazvinî'nin biyografisi hakkında Müstedreku'l-Vesail'de (c.3, s.401), şöyle nakledilir:

1246 yılında Necef'te ölümcül veba salgını baş göstermişti. O yıl yaklaşık 40 bin kişi bu salgın yüzünden hayatını kaybetti. Seyit'ten başka, kaçmayı başaran herkes Necef'ten uzaklaşmıştı.

Salgından önceki akşam, Seyit, rüyasında İmam Ali'yi (a.s) görmüştü. İmam, salgından dolayı Seyit'i haberdar etmiş ve ona şöyle buyurmuştu: "Sen veba yüzünden dünyadan en son göçecek kişisin!"

Nitekim öyle de oldu. Yani Seyit öldükten sonra veba salgını sona erdi. Bu müddet içerisinde Seyit'in işi, aralıksız olarak her gün sabahın ilk saatlerinden akşama kadar mukaddes eyvanda cenaze namazı kılmak olmuştu. Bir grubu cenazeleri toplayıp eyvana getirmek, başka bir grubu gusül ve kefen işleriyle ilgilenmek, bir başka grubu da cenazelerin defin işlerini yapmakla görevlendirmişti. Bu durum Seyit Murtaza'yla görüşünceye kadar böyleydi. Seyit bana şu haberi vermişti:

Seyit'in yanında olduğum bir vakit, Necef sakinlerinden hayırsever yaşlı bir acemin Seyit'e bakarak ağladığını gördüm. Sanki Seyit'e işi düşmüştü de ona ulaşamıyordu. Seyit onu bu durumda görünce bana; "Ne hâceti var, bir sor hele!" dedi. Yanına yaklaşıp ne istediğini sordum. "Bugünlerde ölümüm gelip çatarsa, Seyit'in cenazeme münferiden namaz kılmasını arzuluyorum!" diye cevap verdi. (O sıralar cenazelerin fazlalığı yüzünden birkaç cenazeye bir namaz kılıyordu). Seyit'in yanına dönerek yaşlı adamın dileğini ona ilettim. Seyit de kabul etti. Ertesi gün bir genç ağlayarak yanımıza geldi. "Ben o yaşlı adamın oğluyum; babam vebaya yakalandı. Sizi çağırmam için de beni gönderdi" dedi. Seyit (salgından ölenlerin) cenaze namazlarını kılması için yerine Seyit Amilî'yi bıraktı. Kendisi de o gençle birlikte hayırsever yaşlının ziyaretine gitti. Ben de onunla birlikteydim.

Yanımızda bir grup cemaat de vardı. Henüz yolu yeni yarılamışken yaşlı, salih bir adamla karşılaştık. Adam evinden yeni dışarı çıkıyordu. Nereye gittiğimizi sordu. "Falan şahsın ziyaretine" dedim. "Ben de ziyaret sevabı almak için sizinle geleyim" dedi.

Seyit içeri girdiğinde önceki gün gördüğümüz yaşlı adam çok sevinmişti. Ziyaretimizden dolayı hepimize teşekkür ederek mutluluğunu dile getirdi. Yolda bize katılan iyiliksever yaşlı adam da selam verip içeri girdi. Onu görür görmez hastanın yüz ifadesi aniden  değişti. Korkmuştu. Elleri ve kafasıyla onu işaret ederek dışarı çıkmasını istedi. Sonra da oğluna dönüp eliyle onu dışarı çıkarmasını işaret etti. Orada bulunan herkes bu duruma oldukça şaşırmıştı. Ortada hiçbir aşinalık söz konusu değilken bu istemezliğe kimse bir anlam verememişti. Çaresiz, yaşlı adam dışarı çıktı ve bir müddet sonra tekrar içeri girdi. Bu sefer yaşlı hasta ona bakarak gülümsedi ve ziyaretinden dolayı hoşnutluğunu dile getirdi. Biz daha çok şaşırmıştık. Herkes görüşüp dışarı çıktıktan sonra ben işin sırrını ziyarete gelen yaşlı adama sordum. "Cenabetliydim. Hamama gitmek için dışarı çıkmıştım. Ama hamam yerine sizinle birlikte ziyarete geldim. İçeri girdiğimde hastanın bundan rahatsızlık duyduğunu görünce bunun benim yüzümden olduğunu anladım. Gusül alıp geldiğimde nasıl sevindiğini gördünüz!" dedi.

Müstedrek'in yazarı bu ilginç öyküyü anlattıktan sonra şöyle der:

"Bu kıssada, cünüplü ve hayızlıyken ölüm döşeğinde yatan kimsenin yanına gidilmemesi konusunda İslam dininin gaybî sırlarına vicdanî bir tasdik söz konusudur."

 

005

TAYYÜ'L-ARZ NASİP OLURSA

Muhterem muhakkiklerden Mirza Mahmud Müçtehit Şirazî, ömrünün çoğunu tezkiye ve nefsanî isteklerle mücadeleyle geçiren merhum Hacı Seyit Muhammed Ali Reştî'den şöyle nakleder:

Necef'te, Hacı Kıvam Medresesi'nde ilim tahsil etmekle meşgul olduğum dönemlerde talebeler arasında bir söylenti vardı. Bâb-ı Tûsî tarafında bulunan ve geçimini yamacılıkla sağlayan yaşlı bir adamın "Tayyü'l-Arz" makamına sahip olduğu ve her Cuma akşamı namazını İmam Hüseyin'in (a.s) türbesinde kıldığı söyleniyordu. Hâlbuki Necef ile Kerbela arası on üç fersahtı[12] ve yaya olarak yapılan yolculuk iki gün sürüyordu.

Nihayet bu konuyu araştırmaya karar verdim ve doğruluğundan emin olmak istedim. Bu amaçla iyilik ehli yamacıyla arkadaş oldum. Dostluğumuz pekiştikten sonra konuyu güvendiğim ve ilmî mübahaselerde bulunduğum talebelerden birine açtım. Ondan bugün Kerbela'ya gitmesini ve Cuma akşamı türbede bulunarak yamacı dostumun orada olup olmadığını öğrenmesini istedim. Onu gönderdikten sonra Perşembe günü, akşam üzeri yamacı dostumun yanına giderek üzüntümü dile getirdim. Bana; "Niçin üzgünsün?" diye sordu. "Arkadaşıma söylemem gereken önemli bir konu var, ama Kerbela'ya gittiği için ona ulaşamıyorum" dedim. "Konuyu bana söyle; Allah kâdirdir; belki bu akşam arkadaşına haber ulaşır" dedi. Yazdığım mektubu ona verdim. Mektubu alarak Selam Vadisi'ne doğru hareket etti. Bir daha da onu göremedim.

Arkadaşım Cumartesi günü Necef''e dönmüştü. Yanıma gelerek yamacıyla yolladığım mektubu bana verdi. "Cuma akşamı yamacı arkadaşın türbeye gelerek bu mektubu bana verdi" dedi.

Olayı böyle görünce yamacının "Tayyu'l-Arz" makamına sahip olduğunu anladım. Onunla görüşmek ve bu makama nasıl sahip olunabileceğine dair bilgi almak istedim. Bu amaçla onu evime davet ettim. Hava sıcak olduğu için damın üzerine çıktık. İmam Ali'nin (a.s) mukaddes kubbesi tam karşımızdaydı. Sade bir akşam yemeğinden sonra ona; "Ben sizin Tayyu'l-Arz makamına sahip olduğunuza eminim. Hatta o mektubu bundan emin olmak için size vermiştim. Şimdi ise bu makama nasıl erişebileceğime dair bana yol göstermenizi rica ediyorum" dedim.

Yamacı, sırrının ortaya çıktığını görünce bir anda feryat etti ve adeta kurumuş bir dal gibi yere düştü. Bu durumdan çok korktum ve öldüğünü sandım. Kendine geldikten sonra eliyle İmam Ali'nin (a.s) kubbesine işaret ederek bana: "Ey seyit, ne varsa hepsi onun elindedir. Dilediğin her şeyi ondan iste!" dedi ve yanımdan ayrıldı. Artık yamacı adamı Necef'te gören olmadı. Ne kadar araştırdıysam da kimsenin onu görmediğini öğrendim.  

Bu kıssayı birkaç büyük âlimin de merhum seyit Reşti'nin dilinden naklettiğini duydum.

Değerli okuyucu! Sakın bu öykü sizi şaşırtmasın ve inanması da güç gelmesin! Zira mâsum Ehlibeyt İmamlarının (a.s), takipçilerinden birine bu makamı vermesi büyük bir iş değildir. Bu konuya benzer olaylar rivayet kitaplarında kayıtlıdır.

Biharu'l-Envar'ın 11. cildinde, İmam Musa b. Cafer'in (a.s) halleri hakkında şöyle yazılıdır:

İbrahim Cemmal Kûfî, Harun Reşit'in baş veziri ve halis Şiîlerden biri olan Ali b. Yaktin'e oldukça darılmıştı. Ali b. Yaktin, Medine'de İmam Musa b. Cafer'in (a.s) huzuruna vardığında imam ona itina etmeyip şöyle buyurdu: "İbrahim senden razı olmadıkça ben de senden razı olmam!" Ali b. Yaktin; "İbrahim Kûfe'de, ama ben Medine'deyim" diye cevap verdi. Bunun üzerine İmam onu bir anda Medine'den Kûfe'de bulunan İbrahim'in kapısına yolladı. O da İbrahim'i dışarı çağırdı. Ali b. Yaktin'i şaşkın bir halde gördü. Ali, olayı İbrahim'e anlatarak rızasını aldı. Yüzünü yere koyarak ayağını üzerine koyması için İbrahim'e yalvardı. "Ayağını yüzüme koy ki İmam benden hoşnut olsun!" dedi. O sırada Ali, Medine'ye döndü ve İmam da ondan razı oldu.

Yine İmam Muhammed Taki'nin (a.s) Şam'da bulunan Ra'sul Hüseyin Mescidi'nin hizmetçisini bir gecede Şam'dan Kûfe, Medine ve Mescidu'l-Haram'a, oradan da tekrar bulunduğu yere geri gönderdi.

Bu ve buna benzeri kıssaları bu kitaba sığdırmak mümkün olmaz. Zira elinizdeki kitapta sadece güvenilir kişiler veya kaynaklarda görülen-duyulan olaylar nakledilmektedir. Kitaplarda kaydedilen tüm kıssalar dikkate alınmamıştır. Ama bazen bir konuyu teyit etmek amacıyla bunlardan da istifade edilmiştir.

006

ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLMEK

Yine merhum Mirza Mahmud'un şöyle dediğini duydum:

Merhum Seyit Murtaza Keşmirî'nin seçkin ve erdemli talebelerinden Şeyh Muhammed Hüseyin Gomşeî'nin "Mezardan Çıkan" lakabı oldukça meşhur olmuştu. O merhumdan duyduğum kadarıyla şöhret nedeni şöyleydi:

Muhammed Hüseyin 18 yaşında Gomşe şehrinde tifoya yakalanmıştı. Gün geçtikçe hastalığı daha da şiddetleniyordu. O yıl üzümlerin bol olduğu bir yıldı. Odasına bol miktarda üzüm koydular. Kimsenin haberi olmadan o üzümlerden yedi ve sonunda da tifo hastalığı yüzünden hayatını kaybetti.  

Orada hazır bulunanlar ağlamaya başladılar. Annesi cansız yatan bedenini görünce, "Ben dönünceye kadar kimse ona dokunmasın" dedi. Eline bir Kurân alıp çatıya çıktı ve Rabbiyle râz-ü niyaz etmeye başladı. Kurân-ı Kerim'i ve İmam Hüseyin'i (a.s) şefaatçi kılarak, "Ey Allah'ım, evladımı bana geri verinceye kadar yakarışımdan vazgeçmeyeceğim" dedi.

Henüz birkaç dakika geçmemişti ki Muhammed Hüseyin'in ruhu bedenine geri döndü. Muhammed etrafına bakındı. Annesini göremeyince "Anneme söyleyin hemen gelsin! Allah, hayatımı İmam Hüseyin'e bağışladı" dedi.

Bu haber annesine bildirildi. Sonra da Muhammed Hüseyin başından geçenleri anlatmaya başladı:

Ölümüm gelip çattığında beyaz elbiseli iki nur yüzlü yanıma gelerek; "Neden korkuyorsun?" diye sordu. "Tüm bedenim ağrıyor" dedim. Bunun üzerine içlerinden biri elini ayaklarımda gezdirmeye başladı. Tüm ağrılarım sona ermişti. Elini her yukarı kaldırışında bir o kadar rahatlıyordum. Ansızın bütün ev halkını ağlar gördüm. Her ne kadar onlara rahatladığımı anlatmak istediysem de bir türlü başarılı olamadım. Sonunda o iki nurlu sima beni yukarı doğru götürmeye başladılar. Çok mutluydum. Yolun yarısında daha büyük bir nur belirdi ve o ikisine; "Biz bu şahsa 30 yıl daha ömür verdik. Annesinin tevessülü hatırına onu geri götürün" dedi.

Hızla beni geri getirdiler. Gözümü açtığımda etrafımdakiler yine ağlıyordu. "Anneme senin tevessülün kabul oldu ve ömrüme 30 yıl eklediler" dedim.

Çoğu Muhammed Hüseyin'in kendi dilinden bu olayı nakleden Necef uleması, onun ölmesini bekledi ve tam 30 yıl sonra Muhammed Hüseyin merhum oldu.

Buna benzer bir öykü de Irakî'nin Dâru's-Selam adlı eserinin son bölümlerinde Kerbela civarında yaşayan, salih ve takvalı biri olarak bilinen Molla Abdülhüseyin tarafından nakledilmiştir. Uzun bir öykü olduğu için biz özetiyle yetiniyoruz:

Molla Abdülhüseyin'in oğlu çatıdan düşerek hayatını kaybeder. Baba perişan ve ağlar bir halde gayri ihtiyari olarak İmam Hüseyin'in (a.s) türbesine koşar. İmam'dan oğlunun dirilmesini talep eder ve "Oğlumu bana geri vermedikçe türbenden dışarı çıkmayacağım" der.

Kısacası, komşular Molla Abdülhüseyin'in geri dönmediğini görünce "Artık bundan fazla cenazeyi bekletmek doğru olmaz" deyip cenazeyi gasil haneye götürürler. Gusül esnasında İmam Hüseyin'in (a.s) şefaatiyle ruh tekrar bedene geri döner. Bunun üzerine Abdülhüseyin'in oğlu elbisesini giyerek derhal İmam'ın türbesine gider ve babasıyla birlikte evlerine döner.

Ehlibeyt imamlarının mucizeleriyle tekrar dirilen ölülerin öyküsü oldukça fazladır. Bunlardan bazıları Medinetu'l-Maaciz adlı kitapta "İmamların Mucizeleri" başlığı altında zikredilmiştir.

 

007

DÜŞMANDAN KURTULMAK

Adı geçen merhum Şeyh Muhammed Hüseyin Gomşeî hakkında şöyle nakledilir:

Merhum Gomşeî, Irak'ta defnedilen mâsum imamların ziyareti için oldukça hızlı koşabilen bir merkep satın alarak yol hazırlıklarına başladı. Yanına bir miktar elbise, biraz yol azığı ve birkaç cilt kitap alıp hurcuna yerleştirdi. İçlerinde gerekli bilgilerin yazıldığı bir de kitapçık vardı. Ayrıca kitapçığın içinde takiyeye aykırı, muhaliflere lânet eden konular yazılıydı.

Kervanla beraber yola koyuldu. Bağdat gümrüğüne vardıklarında gümrük müfettişi iki görevliyle birlikte yanlarına geldi. Şeyhin hurcunu açmalarını istedi. Müfettişin gözü küçük kitapçığa takıldı ve tesadüfen kitabı açtığında takiyeye muhalif olan konuları görüp okumaya başladı. Öfkeyle şeyhe baktı ve yanındakilere onu büyük mahkemeye götürmelerini emretti. Müfettiş, şeyhi gözaltına aldıktan sonra diğer ziyaretçileri hiç aramadan serbest bıraktı.

Eskiden gümrükle şehrin mesafesi arasında âbat yerler yoktu. İki memur, şeyhin eşyasını merkebe yükleyip şeyhi gümrükten çıkararak yola koyuldular. Bir süre yol gittikten sonra merkep durdu ve bir daha da hareket etmedi. Memurlar merkebi hareket ettirmek istedilerse de bir türlü başarılı olamadılar. Öyle ki biri diğerine; "Artık yoruldum, şeyhin kaçış yolu yok! Ben merkebin önünde gideyim, sen de şeyhle beraber arkasından gel!" dedi.

Görevliler bir süre böyle yol kat ettiler. Güneşin yakıcı sıcaklığı onları susuz ve bitkin düşürmüştü. İkinci görevli şeyhe; "Ben su ve gölgelik bir yel bulabilmek için önden gidiyorum; sen de arkamızdan gel, sakın geri kalma!" dedi. Yorgun ve bitkin düşen şeyh, kaçması için bir engelin kalmadığını görünce merkebe bindi. Biner binmez merkep kulaklarını havaya dikip tıpkı bir Arap atı gibi hızla koşmaya başladı. Birinci memura yetişerek "Gel, sen de bin; merkep düzeldi" demek istedi. Ancak adeta biri şeyhin ağzını kapatmıştı. Söylemek istediği şeyi söyleyemedi. Hızla görevlinin yanından geçti. Öyle ki, memur bile bu durumu fark edemedi.

Şeyh, bu işin ilahî bir yardım olduğunu ve kendisini kurtarmak istediklerini anlamıştı. İkinci görevlinin yanına vardığında o da şeyhi fark edememişti. İkinci memuru da atlattıktan sonra merkebin yularını boş bıraktı ve "Allah nereyi isterse oraya gitsin" dedi. Merkep Bağdat'a girdi. Sokakları geride bırakarak hiç zaman kaybetmeden Kazımeyn şehrine girdi. Bir süre Kazımeyn sokaklarında gezindikten sonra şeyhin dostlarının bulunduğu bir evin kapısına gelerek başıyla kapıyı tartakladı.

Şeyh dostlarıyla görüştükten sonra sonra Kazımeyn'den ayrıldı ve rabbine, kendisini bu büyük şerden kurtardığı için şükürler etti.

008

HZ. ALİ'NİN (A.S) TÜRBESİ VE NECEF KAPISI

Yine Şeyh Muhammed Hüseyin'in şöyle anlattığı rivayet edilir:

Bir akşam vaktiydi. Turşu satın almak için evimden dışarı çıkmıştım. Turşu dükkânı şehir duvarının yakınında bir yerdeydi. (Eskiden mukaddes Necef şehri hisarla çevriliydi ve büyük bir kapısı vardı. Bu kapı büyük pazara, büyük pazarın kapısı türbenin avlusuna, avlunun kapısı altın eyvana ve revaka[13] açılıyordu. Öyle ki bütün kapılar açık olduğunda kutsal türbe rahatlıkla görülebiliyordu). Oradan geçerken bir grubun şehir kapısını çaldığını, ama memurların onlara itina etmediğini gördüm. Onlar da; "Ey Ali, kapıyı kendin aç!" diye sesleniyorlardı. Şehir kapısı akşamları kapanır, sabaha kadar açılmazdı. Bu saatlerin dışında açık tutmak yasak idi.

Kısacası, turşuyu alıp eve doğru yürümeye başlamıştım. Yine şehir kapısına yaklaştığımda az önceki ziyaretçilerin bu kez ağlama ve sızlama seslerini işittim. Ayaklarını yere vurup yüksek sesle; "Ey Ali, kapıyı aç!" diye bağırıyorlardı. Sırtımı duvara yaslayıp İmam'ın kubbesini baktım. Kubbe sağ yanımda, şehir kapısı da sol yanımdaydı. Bir o yana, bir bu yana bakarken ansızın mübarek kabir tarafından portakal büyüklüğünde mavi renkli bir nurun yükseldiğini gördüm.

Bu nur kendi ekseni etrafında dönerek önce avluya, oradan da büyük pazara doğru yavaşça hareket etti. Gözüm nurun üzerindeydi. Yavaşça önümden geçerek şehrin kapısına çarptı. Ansızın duvarın bir bölümü yere çöktü. Ziyarete gelen Araplar son derece sevinçli bir halde şehre girdiler.

Neceflilerin çoğu, özellikle de alimleri 6, 7 ve 8. öyküleri bilmektedirler. Merhum Muhammed Hüseyin'i bizzat gören ve bu olayı kendisinden duyan bazı büyük âlimler hâlen yaşamaktadırlar. Olayı nakledenlerin sayısı çok fazla olduğu için isimlerinin kaydedilmesine gerek duymuyorum.

009

İMAM RIZA'NIN (A.S) MUCİZESİ

Merhum Mirza, yine Muhammed Hüseyin'den şöyle nakleder:

Şeyh Muhemmed Hüseyin, İmam Rıza'yı (a.s) ziyaret etmek amacıyla Irak'tan Meşhed'e hareket etmişti. Mukaddes Meşhed'e girdikten sonra parmağında bir yara belirdi. Yara onu oldukça rahatsız ediyordu. Birkaç âlim arkadaşı onu hastaneye götürdü.  Nasranî cerrah parmağın hemen kesilmesi gerektiğini, aksi takdirde yaranın yukarılara da sirayet edeceğini söyledi.

Şeyh parmağının kesilmesini kabul etmedi. Doktor "Yarına kadar beklersen, bileğine kadar olan bölümü kesmek zorunda kalacağız" dedi.

Şeyhin ağrıları daha da artmıştı. Akşamdan sabaha kadar inleyip durdu. Ertesi gün parmağının kesilmesine razı oldu. Hastaneye götürdüklerinde cerrah eli görünce bileğine kadar olan bölümü kesmeleri gerektiğini belirtti. Ama şeyh bunu da kabul etmeyip sadece parmaklarının kesilmesine rıza gösterdi. Cerrah, ısrarının hiçbir faydası olmadığını ve böyle kalırsa daha da yukarılara sirayet edebileceğini söyledi. Şeyh bu işe razı olmayarak eve döndü. Ne yazık ki ağrıları git gide artıyordu. Öyle ki, ertesi gün elinin kesilmesine de razı oldu. Tekrar cerraha gidildi. Doktor eline bakınca yaranın daha yukarılara sirayet ettiğini gördü ve omzuna kadar olan bölümün kesilmesi gerektiğini söyledi. "Bugün kolunuz kesilmezse, yaranız ertesi gün başka uzuvlara da sirayet eder; sonra da kalbinize işler ve bu hastalıktan ölüp gidersiniz" dedi.

Şeyh, kolunun omzuna kadar kesilmesine razı olmadı. Ne var ki ağrıları artık dayanılmaz bir hâle gelmişti. Bu yüzden sabahlara kadar inleyip duruyordu. Arkadaşları kolunun omzuna kadar kesilmesi için onu ikna edip hastaneye kaldırdılar. Henüz yolda giderlerken şeyh, arkadaşlarına dönerek "Hastanede ölebilirim. Önce beni İmam'ın türbesine götürün" dedi. Nihayet türbeye gelmişlerdi. Bir köşeye oturup ağlamaya başladı. İmam'a "Ey efendim! Ziyaretçinizin böylesi bir musibete düştüğünü görür de nasıl feryadına yetişmezsiniz? Halbuki siz çok merhametli imamsınız; özellikle de ziyaretçilerinize daha çok merhamet edersiniz!" diye şikâyette bulundu.

Şeyh bu yakarışlarından sonra baygınlık geçirip yere uzandı. Tam o sırada İmam Rıza'yı (a.s) gördü. İmam, mübarek ellerini şeyhin omuzlarına ve parmaklarına sürüp "Artık iyileştin!" dedi.

Şeyh kendine geldiğinde ağrılarından bir eser kalmadığını fark etti. Durumu arkadaşlarına belli ettirmeyip onlarla birlikte tekrar Nasranî cerraha gitti. Cerrah, şeyhin elini iyice kontrol etti. Parmağında ve kolundaki yaradan eser kalmamıştı. Yaranın diğer kolunda olduğunu sanıp onu da kontrol etti. Ama bir şey göremedi. Şeyhe "İsa Mesih'i mi gördün?" diye sordu.

Şeyh, "İsa Mesih'ten daha üstün birini gördüm; O bana şifa verdi" diye cevap verdi. Daha sonra İmam'ın kendisine nasıl şifa verdiğini ona da anlattı.

010

İMAM RIZA'NIN (A.S) İNAYETİ

Âsaru'l-Hucce adlı eserin yazarı Şeyh Muhammed Razi, (Tahran'da bulunan Hacı Seyit Azizullah Mescidi imamı) Seyyidu'l-Ulema merhum Hacı Yahya'dan ve bazı ilim adamları da Sahibü'z-Zamanî lakabıyla meşhur merhum Şeyh İbrahim'den şöyle nakleder:

İmam Rıza'nın (a.s) kutlu doğum gününde (11 Zilkade) yine O'nun methinde bir kaside okudum. Türbe sorumlusunun yardımcısıyla görüşüp kasidemi ona da okumak amacıyla evden dışarı çıktım. Kutsal avludan geçerken kendi kendime; "Ey cahil! Sultan burada, nereye gidiyorsun? Kasideni neden O'na okumuyorsun?" dedim.

Pişman oldum ve onunla görüşmekten vazgeçtim. Türbeye girip İmam'ın mezarının hemen karşısında durdum ve kasideyi okumaya başladım. Sonra da "Ey efendimiz! Geçim sıkıntısı çekmekteyim. Bugün de bayram. Bir bayramlık inayet buyursanız iyi olur!" dedim. O sırada sağ tarafımdan birinin bana on tümen uzattığını gördüm. Parayı aldım. Tekrar mezar-ı şerife dönerek "Efendimiz, bu yetmez!" dedim. Bu kez de sol taraftan biri on tümen uzattı. Yine yetmez, dedim. Bir on tümen daha verdiler. Kısaca, tam altı kez miktarı artırmasını diledim. Her defasında on tümen inayet buyurdu. (O dönemlerde on tümen küçümsenecek bir meblağ değildi).

60 tümeni yeterli gördüğüm için daha fazlasını istemekten haya ettim. Parayı alıp efendime teşekkür ederek oradan ayrıldım. Ayakkabıların emanet alındığı yerde türbeye girmek üzere olan rabbâni alimlerden merhum Hacı Şeyh Hüseyin Ali Tahranî'yle karşılaştım. Beni görünce bağrına bastı. "Bakıyorum iyice gözün açılmış, kendini İmam Rıza'ya (a.s) yaklaştırmış, yüzünün suyunu dökmüşsün! Sen şiir okuyorsun, o da sana hediye veriyor. Söyle bakalım, ne kadar harçlık verdi sana?" dedi. "Altmış tümen" dedim. "Altmış tümeni verip iki katını almaya razı olur musun?" diye sordu. Teklifini kabul ettim. Altmış tümeni verip yüz yirmi tümen aldım. Ama daha sonra pişman oldum. İmamın bana merhamet ettiği meblağın başka bir şey olduğunu anlamıştım. Şeyhin yanına döndüm. Ne kadar ısrar ettiysem de Şeyh Ali Tahranî muameleyi feshetmedi.

011

İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) TEVECCÜHÜ

Yaklaşık otuz beş yıl bundan önce züht ve ibadet ehli merhum Hacı Şeyh Gulam Rıza Tabesi, Şiraz'a gelerek birkaç ay Babahan Medresesi'nde ikamet etmişti. Ben de bu haberi duyunca onunla görüşme şerefine nail oldum. O büyük zat şöyle anlattı:

Birkaç arkadaşla beraber kutsal mekânlara ziyarete gittik. İran'a hareket edeceğimiz sabah, Berasa Mescidi'ni ziyaret etmeyi unuttuğumu fark etmiştim. Bu kutsal mekânın sevabından mahrum kalmak istemiyordum. Arkadaşlarıma "Gelin hep beraber Berasa Mescidine gidelim" dedim. "Artık zamanımız kalmadı" dediler ve bu yüzden gelmediler. Tek başıma Kazımeyn'den çıkarak sözünü ettiğim mescide vardım. Ne var ki kapısı kapalıydı. Kapı içeriden kapanmıştı ve ortada kimsecikler yoktu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Halbuki buraya büyük ümitlerle gelmiştim. Çaresiz, mescidin duvarına baktım. Oraya tırmanıp mescide girebilirim, diye düşündüm.

Kısacası, duvara tırmanıp mescide girmeyi başarmıştım. Mescidin kapısının içeriden kapatıldığını ve bu yüzden onu kolayca açabileceğimi düşünerek gönül rahatlığıyla namaz ve duayla meşgul oldum. İbadetten sonra kapıyı açıp dışarı çıkmak istedim. Fakat kapı sağlam bir şekilde kilitliydi. Herhalde kapıyı içeriden kilitleyip merdivenle dışarı çıkmışlar, diye düşündüm. Şaşırıp kalmıştım. Ne yapacağımı bilemiyordum. İçeriden mescidin duvarına tekrar tırmanmak mümkün değildi. Kendi kendime "Bir ömür Hüseyin'den dem vuruyorsun! Cennetin kapısı o hazretin bereketiyle yüzüme açılacak; bunu ümit ediyorum. Bu kapının da O'nun sayesinde yüzüme açılması nedir ki?" dedim. Tam bir yakinle elimi kilidin üzerine koydum ve "Ya Hüseyin!" deyip kilidi çektim. Aynı anda kapı açıldı ve dışarı çıktım. Rabbime şükür ettim. Daha sonra da kafileye yetiştim.

 

Berasa Mescidi:

Muhaddis Kummî Mefatihu'l-Cinan adlı eserinde Berasa Mescidi hakkında şöyle der:

Berasa Mescidi, tanınmış kutsal mekânlardan biridir. Bağdat ile Kazımeyn arasında yer almaktadır. Genelde ziyaretçiler bu mescide pek itina etmeyerek, hakkında bunca faziletler ve üstünlükler nakledilmesine rağmen ziyaret feyzinden mahrum kalmaktadırlar.

7. yüzyılın tarihçilerinden Himevî, Mucemu'l-Buldan adlı eserinde şöyle der: "Berasa, Kerh kıblesi ve güney muhavval kapı tarafında yer alan bir bölgeydi. Bağdat'ın bir mahallesi sayılırdı. Şiîlerin, orada namaz kıldığı büyük bir camileri vardı. Daha sonraları bu cami harabeye çevrildi. Abbasî halifesi Râzi Billâh zamanından önce Şiîler orada bir araya gelir, sahabeye küfrederlerdi… Râzi Billâh o mescidi yıkarak yerle bir ettirdi. Orada bulunan herkesi tutuklayıp zindana attırdı. Şiîler bu haberi Bağdat'ın baş amirine ilettiler. O da mescidin yeniden yapılmasına ve yerinin genişletilmesine hükmetti. Mescidin baş tarafına Râzi Billâh adını yazdırdı. Cami 450 senesine kadar mamur ve içerisinde namaz kılınabilir bir haldeydi. O yıldan günümüze kadar hâlen terk edilmişliğini korumaktadır.

Berasa Mescidi, Bağdat inşa edilmeden önce yerleşim yeriydi. Tahminlere göre İmam Ali (a.s) haricilerle savaşa giderken o bölgeden geçmiş, hamamını burada yapmış ve sözü edilen mescitte namaz kılmıştır.

Ebu Şuayb Berasi, Berasa Mescidi'nin fazileti hakkında nakledilen hadislerin toplamından on iki fazilet çıkarmış ve bunları saymıştır. Berasi, daha sonra şöyle der: Şimdilerde kapısı kapalı olmakla beraber bu mescide ilgi de kalmamıştır."

Müellif der ki: Beş yıl önce oraya gittiğimde Allah'a şükürler olsun ki mescidi mâmur gördüm. Her bakımdan donatılmış, restore edilmiş, elektrik ve su boruları döşenmişti. Kapısı açıktı. Müminler orayı ziyaret ediyorlardı.

012

İKİ İLGİNÇ OLAY

Seyit Necef Eşref Medresesi'nde merhum Hacı Şeyh Murtaza Talikanî'den duydum, şöyle anlatıyordu:

Merhum Seyit Muhammed Kazım Yezdî zamanında bu medresede birbirine zıt iki ilginç olaya şahit oldum. Biri şuydu: Yaz mevsimiydi. Bu yüzden talebelerin bir kısmı avluda, bir kısmı da çatıda uyuyordu. Bir akşam, talebelerin gürültüsüyle uyandım. Bütün talebeler avluya doğru yürüyordu. Bir kişinin etrafına toplandılar. Ne olduğunu sordum. Horasanlı falan talebenin (ismini unuttum) yuvarlanarak çatıdan aşağı düştüğünü söylediler.

Hemen yanına gittim. Adeta uykudan yeni uyanmıştı. Her yanı sapasağlamdı. Talebelere, ona çatıdan düştüğünü söylememelerini istedim. Daha sonra onu odasına götürdük. İçmesi için biraz ılık su verdik.

Sabah olduğunda onu yanımıza alarak merhum Seyit'in dersine gittik. Olayı Seyit'e de anlattık. Seyit de bu olaya sevinmişti. "Hemen bir koyun alıp medresede kesin, etini de yoksullar arasında taksim edin" dedi.

Birkaç gün sonra aynı medresede yine bir olay daha oldu. Aynı veya başka bir talebe, (tereddüt bana ait) binanın bodrum katında, yüksekliği iki karıştan az olan bir yatağın üzerinden düşerek hayatını kaybetmişti. Cenazesini bodrumdan çıkardılar.

Bu iki farklı olay ve buna benzer daha yüzlerce olay bize şunu öğretmektedir: Her sebebin etkenliği Allah'ın iradesine bağlıdır. Sebepleri etkin kılan O'dur. Zira normal şartlarda sözü edilen iki katlı medresenin çatısından aşağı düşen bir kişinin kırıkları olması ya da ölmesi gerekirken, güçlü bir faktörün en ufak bir tesiri dahi bu kişiden uzaklaştırdığına tanık oluyoruz. Çünkü bu işin gerçekleşmesini Allah istememiştir. Bunun tam tersine, normalde iki karış yükseklikten düşen birinin bir zarar görmemesi gerekirken bu olay kişinin ölümüyle de sonuçlanabiliyor.

                                                                                                                                    

013

BİNLERCE KİŞİNİN ÖLÜMDEN KURTULMASI

Üç yıl önce Tahran'da, Hacı Seyit Muhammed Ali Kadı Tabatabaî'yi ziyaret etmek ve huzurundan feyiz almak bana nasip oldu. Hatırımda onun anlattığı birçok kıssa var. Bir keresinde bana şöyle anlatmıştı:

Dört yıl önce, mübarek Ramazan ayında, Mirza Abdullah Müctehidî'nin de imamlık yaptığı Tebriz'in Şişgülân Mescidi'nde mübarek Kadir Gecesi için bir araya toplanmıştık. Mescit ağzına kadar cemaatle dolmuştu. Abdullah Müctehidî, meclisin bitimine iki saat kala gayri ihtiyari ve hiç beklenmedik bir şekilde meclisine son verdi. Ayakta durmaya hâli olmadığını anlayınca camiden dışarı çıktı. Onun hareket etmesiyle birlikte cemaat de dışarı çıktı. En son kişi de dışarı çıktıktan sonra camiin büyük eyvanı tamamen çöktü. Bu olayda bir kişi bile zarar görmedi. Cemaatin içeride olduğu sırada bu olay gerçekleşmiş olsaydı, içindeki herkesin çöken bina altında can vermesi içten bile değildi.

014

BOĞULMAKTAN KURTULMAK

Yine Şeyh Hüseyin Tebrizî şöyle anlatır:

Necef'te, bir Cuma günü, gezi amacıyla Kûfe'ye gittim. Nehrin kenarında yürüyordum. Bir yere vardığımda çocukların oltayla balık avladıklarını gördüm. Necef sakinlerinden biri de oradaydı. Aynı yere olta atan balıkçılardan birine dönerek "Bu sefer de benim şansıma olta at!" dedi. Olta suya atıldıktan bir süre sonra ip hareket etmeye başladı. Oltanın sahibi ipi yukarı doğru çekmeye başladı ama ağır olduğu için çıkaramadı. "Ne güzel şansın varmış; şimdiye kadar böyle ağır bir balık görmedim!" dedi. İpi yukarı çektiğinde boğulmak üzere olan bir çocuğun ipe sarılarak dışarı çıktığını gördük. Adam çocuğu görür görmez "Bu benim oğlum! Burada ne işin vardı oğlum?!" diye feryat etti.

Çocuk bir süre sonra kendine gelince başından geçenleri şöyle anlattı: Yukarıda çocuklarla beraber yüzüyorduk. Dalga beni suyun altına çekti. Bir daha da yukarı çıkamadım. Sonunda elime bir ip geçti ve ona sarılarak yukarı çıkmayı başardım.

Suphanallah!  Çocuğun kurtulması için babanın nehir kenarına gelerek "Bu sefer de benim şansıma at" demesi nasıl da kalbine ilham oluyor?

Bu ve buna benzer nice kıssalar vardır ki hepsini nakledecek olsak, bu kitaba sığmaz. Buna benzer birkaç kıssa Envar-u Nûmaniye adlı eserin sonlarında Ecel Bâbı'nda zikredilmiştir. Aynı şekilde, merhum Nihavendî'nin Hazinetu'l-Cevahir adlı eserinde de nakledilmiştir. Meraklıları bu kitaba müracaat edebilirler.

015

İMAM ALİ'NİN (A.S) İNAYETİ

Takva ve ilim sahibi merhum Hacı Mirza Muhammed Sadr Bûşehrî şöyle nakleder:

Merhum babam Hacı Şeyh Muhammed Ali, Necef-i Eşref'ten Hindistan'a yolculuk ettiğinde ben ve kardeşim Şeyh Ahmed daha altı-yedi yaşlarında idik. Tesadüfen o yıl babamın yolculuğu uzadı. Ev masrafları için anneme verdiği para tükenmiş, bu yüzden zor durumda kalmıştık.

Bir ikindi vakti açlıktan ağlayıp annemize sarıldık. Annem elbiselerimizi temizledi ve abdest almamızı söyledi. Sonra da bizi İmam Ali'nin (a.s) türbesine götürdü. "Ben eyvanda oturacağım; siz de gidin, İmam Ali'ye (a.s) babanızın bu akşam evde olmadığını ve karnınızın aç olduğunu söyleyin; o size harçlık verir!" dedi.

Kardeşimle beraber türbeden içeri girdik. Başımızı parmaklığa dayayarak; "Babamız bu akşam evde yok ve karnımız da aç!" dedik. Elimizi mezar-ı şerifin parmaklıklarından içeri uzatarak "Bize harçlık verin de annemiz akşama yiyecek bir şeyler hazırlasın!" dedik.

Aradan bir süre geçti. Akşam ezanı okunmuştu. İkame sesini duydum. Çocuksu düşüncemle kardeşime "İmam Ali cemaat namazı kılıyor" dedim. Türbenin bir köşesine oturduk ve namazın bitmesini bekledik. Henüz bir saatten fazla bir süre geçmemişti ki adamın biri yanımıza gelerek bir kese para uzattı. "Bunu annene ver; babanız yolculuktan dönünceye kadar ne lazımsa (adı hatırımda kalmayan) falan mahalleye müracaat edin ve oradan alın!" dedi. Hatta babamın yolculuğunun ne kadar uzayacağını da bana haber verdi. Bu süre içerisinde tıpkı Necef'in önde gelen zenginleri gibi, geçimimiz güzel bir şekilde devam etti. Sonra da babamız yolculuktan döndü.

016

ALİMLERİN SAYGINLIĞI

Yukarıda adı geçen şahıs yine şöyle anlatır:

Şeyh Ensarî'nin talebesi olan ceddim merhum Abdullah Behbehanî geçim sıkıntısı yüzünden beş yüz tümen (bu meblağ yüz yıl öncesine kadar oldukça yüksek bir meblağ idi) gibi ağır bir borcun altına girmişti. Normalde bu ağır borcu ödemek imkânsız görünüyordu. Durumunu üstadı Şeyh-i Âzam'a anlattı. Üstat biraz düşündükten sonra "Tebriz'e yolculuk et; inşallah bir genişlik hâsıl olur!" dedi.

Şeyh Behbehanî, Tebriz'e doğru yola koyuldu. Tebriz'de oranın seçkin ve meşhur âlimlerinden merhum Cuma imamının evine misafir oldu. Merhum imam, ona pek itina etmedi. O da geçici olarak geceyi evin avlusunda geçirdi.

Sabah ezanından sonra imamın kapısı çalındı. Hizmetkâr kapıyı açtığında karşısında Tebriz'in en zengin tacirlerinden birini gördü. İmamla işi olduğunu söyledi. Hizmetçi imama haber verince imam "Bu vakitte gelmenizin sebebi nedir?" diye sordu. O da "Dün akşam (uzak yoldan) bir âlim size geldi mi?" diye sordu. Cuma imamı; "Evet, dün akşam Necef'ten bir âlim geldi, ama ben daha onunla konuşmadığım için kim olduğunu ve neden geldiğini de bilmiyorum" dedi. Tacir; "Sizden onu bana havale etmenizi rica ediyorum" dedi. İmam bir sakıncasının olmadığını ve şeyhin odada olduğunu söyledi. Tacir, şeyhin yanına giderek büyük bir ihtiramla onu evine götürdü. O gün tacir, Tebriz tacirlerinden yaklaşık elli kişiyi akşam yemeğine davet etti.

Yemekten sonra misafirlerine; "Arkadaşlar, dün gece ilginç bir rüya gördüm. Şehrin dışındaydım. Ansızın gözüm İmam Ali'nin (a.s) mübarek cemaline ilişti. Bir ata binmiş şehre doğru geliyordu. Hemen yanına koşup atının üzengisini öptüm. "Ey efendimiz! Ne oldu da Tebriz'i mübarek ayağınızla müzeyyen kıldınız?" diye sordum. "Çok borcum var. Buraya borçlarımın ödenmesi için geldim" buyurdu.

Uykudan uyandığımda bu olayı düşünmeye başladım. Kendi kendime "Anlaşılan İmam Ali'ye (a.s) yakın bir kimsenin oldukça borcu var ve borçlarının ödenmesi için Tebriz'e geldi" dedim. Sonra da onların dergâhına en yakın kimselerin birinci derecede seyitler ve âlimler olduğunu düşündüm. Daha sonra da onu nerede ve nasıl bulacağımı düşündüm. "Bu kişi âlimse, kesin âlimlerin yanına gidecektir" dedim. Sabah namazını kıldıktan sonra âlimlerin evlerini, sonra da otelleri ve misafirhaneleri kontrol etmek için dışarı çıktım. Güzel bir rastlantı sonucu Cuma imamının evine gittiğimde bu saygın şeyhi orada buldum. Sonra bu şeyhin Necef ulemasından olduğu ve borçlarının ödenmesi için Hz. Ali'nin (a.s) yanından bizim şehre geldiği malum oldu. Beş yüz tümenden fazla borcu var; yüz tümenini ödemeyi ben üstleniyorum!" dedi. Diğer tacirler de bir miktar para vererek şeyhin borcunu kapattılar. Şeyh arta kalan parayla Necef'te kendisine bir de ev satın aldı.

Merhum Sadr Bûşehrî, o evin hâla durduğunu ve kendisine miras kaldığını söylüyordu.

017

ALİMLERİN KERAMETİ

Tahran sakinlerinden Hacı Muin Şirazî şöyle nakleder:

Bir gün amcazadelerimden biriyle Tahran yollarının birinde durmuş, uzak bir yere gitmek için taksi bekliyorduk. Yaklaşık yarım saat bekledik. Gelip geçen taksiler ya yolcu doluydu ya da durmuyordu. Bekleye bekleye yorulduk. Ansızın bir taksi yanımızda durdu. "Buyurun binin, sizi istediğiniz yere götüreyim" dedi. Bindik ve gideceğimiz maksadı söyledik. Yol esnasında amcazademe "Allah'a şükür, nihayet Tahran'da hâlimize acıyıp bizi arabasına alan bir Müslüman bulundu" dedim.

Şoför sözümü işitmiş olacak ki "Beyefendiler, bilakis ben Müslüman değil, Ermeni'yim" dedi. "Nasıl oldu da durumumuzu görüp bizi arabana aldın?" dedim. "Müslüman değilim ama âlimlere ve alim kıyafeti giyen kişilere saygı duyuyorum. Şahit olduğum bir işten dolayı ihtiramlarını gerekli görüyorum" dedi. "Neye şahit oldunuz?" diye sordum. Başından geçenleri şöyle anlattı:

Merhum Hacı Mirza Sadık Müctehidî Tebrizî, Tebriz'den Kürdistan'a (Senendec'e) sürgüne gönderildiğinde arabanın şoförlüğünü ben yapıyordum. Yol esnasında mola vermek üzereydik. Bir ağacın gölgesinde güzel bir çeşme vardı. Oraya yaklaştığımızda Tebrizî, "Burada dur da öğlen namazını kılayım" dedi. Görevli memur, sözüne itina etmeden arabayı sürmemi emretti. Ben de duymazdan gelip arabayı sürmeye devam ettim. Suyun yanına vardığımızda araba aniden durdu. Ne kadar uğraştıysam da çalışmadı. Aşağı indim. Arabanın arızasının ne olduğunu bilmiyordum. Bir türlü sorunun nerede olduğunu bulamadım. Tebrizî, "Araba durduğuna göre bırakın ben de namazımı kılayım!" dedi. Görevli sustu ve bir şey söylemedi. Bunun üzerine Tebrizî namaz hazırlıklarına başladı. O namaz kılmakla meşgulken ben de arabanın parçalarını tamir etmeye çalışıyordum. Kısacası, Tebrizî namazını bitirdikten sonra araba hemen çalıştı. O günden sonra bu kıyafeti giyen kimselerin Allah katında saygın ve değerli olduklarını anladım.

Âlimlerin saygınlığı ve ihtiramlarının gerekliliği hususunda birçok rivayet ve kıssa nakledilmiştir. Bu konuyla ilgili merhum Nurî'nin Kelime-i Tayyibe adlı eserine müracaat edebilirsiniz.

018

KURÂN'A TEVESSÜL ETMEK

Hacı Muhammed Hasan İmanî şöyle anlatır:

Merhum babam Ali Ekber Magazaî'nin ticarî işleri bir süre ters gitmiş, ağır bir borcun altına girmiş ve borçlarını ödeyemez duruma gelmişti. O zamanlar (adı 1 ve 4. öykülerde geçen) merhum Hacı Şeyh Muhammed Cevad Bîdâbadî de, Şiraz'a gitmek üzere İsfahan'dan yola çıkmıştı. Merhum Bîdâbadî, babamın çok sevdiği bir tanıdığıydı ve Şiraz'a geldiğinde sürekli bizim eve misafir olurdu. Nihayet Bîdâbadî'nin Âbade şehrine geldiği haberi babama ulaştı.

Merhum babam "Bu ağır borç içerisinde bir de onun gelmesi bizim için uygun olmadı" dedi. Bîdâbadî, Zarkan şehrine vardığında babam, Cuma günü öğleden önce Şiraz'a varıp Cuma guslünü yerine getirmek için beş tümen fazla vererek hızlı koşabilen bir binek kiraladı. (Zira merhum, müstahap ameller konusunda, özellikle de yapılması önemle vurgulanan sünnet amellerden olan Cuma guslü konusunda oldukça titizdi.)

Kısacası, Cuma günü öğleden önce bizim eve varmayı başarmışlardı. Bîdâbadî, babamla sohbet ederlerken "Buraya zamansız ve boş yere gelmedim; bu akşamdan itibaren tüm ev halkıyla beraber mübarek En'am sûresini okumaya başlayın" dedi. Nasıl okunması gerektiği konusunda da şu açıklamayı yaptı: "Okumaya fecr-i sadık ile fecr-i kâzib arasında başlayın. Daha sonra da 'Ve Rabbin zengindir, rahmet sahibidir. Dilerse sizi yok eder ve sizi başka bir kavmin zürriyetinden yarattığı gibi sizden sonra yerinize dilediği bir kavmi yaratır.'[14] ayetini, baştan sona 202 kez okuyun. Bu sayı, mübarek isimlerden Rab, Muhammed ve Ali'nin  (ebced hesabıyla) toplam değeridir."

Daha sonra hamama giderek Cuma guslü alıp eve döndüler. Biz o akşamdan itibaren sözü edilen sureyi okumaya başladık. İki hafta sonra bolluk ve genişlik hâsıl oldu ve sıkıntılarımız sona erdi. Ömrümüzün sonuna kadar da rahat bir yaşam sürdük.

019

ŞÜPHELİ LOKMA

Yine Muhammed Hasan İmanî şöyle nakleder:

Bîdâbadî evimize geldiği ilk gün babama "Benim yemeğim sadece senin hazırladığın yiyecekten olsun; başkasının getirdiği yemeği kabul etme!" demişti.

Tesadüfen o gün merhum Hacı Şeyhülislam da gelmişti. Babama bir çift keklik vererek bunları kebap yapıp Bîdâbadî'ye ikram etmemizi istemişti. Babam, Bîdâbadî'nin isteğinden gafil olarak merhum Şeyhülislam'ın talebini kabul etti. Daha sonra keklikleri kebap yapıp akşam yemeği vaktinde Bîdâbadî'nin önüne koydu. Bîdâbadî keklikleri görünce sofradan kalktı ve babama "Ben senden başkasının hediyesini kabul etmemeni istemiştim!" dedi. Kısacası, o kekliklerin etinden hiç yemedi.

Kekliği getirenin merhum Şeyhülislam olmasına rağmen Bîdâbadî'nin onu yememesine sakın şaşırmayın. Çünkü kekliği şeyhe getiren şahıs avlayan kişiyi razı etmemiş olabilir ya da avcı, dinî esaslar gereği hayvanı tezkiye yapmamış olabilir. Mesela, kekliği keserken "bismillah" dememiş olabilir.

Muhtemelen bunun gibi daha birçok ihtimalleri göz önünde bulundurarak merhum Bîdâbadî kekliği yemek istememiştir. Çünkü şüpheli lokmalar kalbin katılaşmasında oldukça etkilidir.

Büyük şahsiyetler bu tür lokmalardan sürekli sakınmışlardır. Zira insanın yediği lokma, tıpkı tarlaya serpilen tohuma benzer. Tohum iyi olursa, etkisi de iyi olur; ama aksi olursa, sonuç bellidir.

Aynı şekilde temiz ve helal lokma, kalbin yumuşaması ve manevî ruhun güçlenmesine vesile olur. Haram lokmanın semeresi kalbin katılaşması, dünyaya düşkünlük ve şehvete kapılarak maneviyattan mahrum kalmaktır.

Aynı zamanda o büyük şahsiyetin kekliğin şüpheli lokma olduğunu bilmesine de şaşırmayın! Çünkü insan, elde ettiği takva ve Allah'a yakınlık derecesine oranla özellikle de şüpheli lokmalar hususunda kalbinde özel bir letafet elde eder. Öyle ki bununla manevî işleri ve his ötesi şeyleri idrak edebilir.

Bu ve benzeri kıssalar rabbanî alimlerden oldukça rivayet edilmiştir. Burada, konunun tekidi için merhum Hacı Nuri'nin Dâru's-Selam adlı eserinden (c.1, s.253) bir alıntıyla yetiniyoruz:

Merhum Bahru'l-Ulum'un kız kardeşinin oğlu rabbanî âlim merhum Hacı Seyit Muhammed Bâkır Kazvinî'nin kerametleri hakkında takva ehli Seyit Murtaza Necefî şöyle anlatır:

Seyit Kazvinî'yle birlikte salihlerden birinin ziyaretine gittik. Seyit tam kalkmak üzereyken adam "Bugün evimizde taze ekmek pişirildi;  o ekmekten yemenizi isterim" dedi. Seyit de bu daveti kabul etti. Bir süre sonra sofra serilmişti. Seyit ekmekten ağzına bir lokma koyar koymaz hemen geri çekildi. Daha da ağzına bir şey sürmedi. Ev sahibi "Neden yemiyorsunuz?" diye sorunca "Bu ekmeği hayızlı bir kadın pişirmiş" diye cevap verdi. Adam şaşırmıştı. Odadan ayrılıp ekmeğin kimin tarafından pişirildiğini öğrenmeye gitti. Bir süre sonra da geri döndü. "Seyit, haklıymış" dedi. Bunun üzerine başka ekmek getirdi ve seyit o ekmekten yedi.

Hayız halindeki bir kadının ekmek pişirmesi o ekmeğe bir tür manevî kirliliğin bulaşmasına sebep olur. Öyle ki latif bir ruh ve temiz bir kalp bunu idrak edebilir. O halde her yönüyle gerek maddî, gerekse manevî pisliklere bulaşan ekmek pişiricilerinin hallerini düşünebiliyor musunuz?

Seyit b. Tâvus hakkında şöyle denir: "Allahın adı anılmadan hazırlanan hiçbir yemeği, 'Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuskusuz bu, büyük günahtır.'[15] ayeti gereği yemezdi."

Hele bir de yemek yaparken Allah'ın adını anma yerine (haram olan) müzikleri dinleyen ve boş boş konuşan günümüz insanlarını düşünelim. Ne yazık! İlahî nimetlere nasıl da haram karıştırıyorlar? Bundan da kötüsü, fakirlerin hakkı olan zekât verilmeden pişirilen arpa ve buğdaylara ya da gasplı bir yere ekin ekme sonucu elde edilen ürünlere ne demeli? Her ne kadar zavallı tüketicinin haberi olmasa da, bunların ruhsal etkileri kaçınılmazdır.

020

GELECEKTEN HABER VERME

Merhum Rezevi, şöyle nakleder:

Merhum Bîdâbadî, Medine'ye müşerref olma kastıyla Bûşehr yoluyla Şiraz'a gitti. İki aya yakın bir süre Şiraz'da kaldı. O sıralar halk arasında birtakım ayrılıklar baş göstermişti. Meşrutiyet isteyenlerle bağımsızlık taraftarları arasında ihtilaf çıkmıştı.

Merhum Bîdâbadî iki grup arasını düzeltmek, fesat ve tefrikanın önüne geçebilmek için elinden geleni yapıyordu. Hatta bu amaçla meşrutiyet yanlısı merhum Allame Hacı Şeyh Muhammed Bâkır İstehbânatî'yle bizzat görüşmelerde bulundu. Kargaşanın sona ermesi için ne kadar uğraştıysa da çabalarının bir faydası olmadı. Bu olaydan sonra aldığı ani bir kararla Şiraz'dan ayrılma hazırlıklarına başladı. Kalması için ısrar ettikse de kabul etmedi. "Çok yakında şehirdeki fitne ateşi daha da alevlenecek, birçok insanın kanı akıtılacak!" dedi.

Kısacası, içlerinde cami ehli, "Tellal" lakaplı merhum Hacı Seyit Abbas ve merhum Aga Mirza Hacı Hasanpur'un da bulunduğu birkaç dindar kişiyle birlikte yola koyuldular.

Bu iki büyük şahsiyet, daha sonra bana şöyle naklettiler: Erjen Ovası'na kadar merhum Bîdâbadî'yle birlikteydik. Orada bize Şiraz da fitne ateşinin daha da alevlendiği, Hacı Şeyh Muhammed Bâkır İstehbânati'nin öldürüldüğü ve içlerinde sizin ailelerinizin de bulunduğu bir grubun zor durumda olduğu haberleri geldi. Bu yüzden dönmemiz gerektiği söylendi. Bu yüzden (İsimlerini unuttuğum) birkaç kişiyle birlikte Şiraz'a döndük. Oraya vardığımızda şeyhin sözlerinin tamamının gerçekleştiğini gördük.

021

SADAKANIN ÖNEMİ

Muhammed Hasan İmanî, merhum Hacı Gulam Hüseyin Bûşehrî'den şöyle nakleder:

Hacca müşerref olduğum yıl, rabbani âlim merhum Hacı Şeyh Muhammed Cevad Bîdâbadî de oradaydı. Yolculuk sırasında haramiler hacıların çoğu mallarına el koymuşlardı. Öte yandan veba salgını herkesi tehdit ediyordu. Herkes korku içindeydi.

Merhum Hacı Bîdâbadî veba tehlikesinden güvende kalmak isteyenlere "Herkes gücüne göre 140 ya da 1400 tümen sadaka versin. (Merhum, 12 ve 14 rakamlarının uğuruna çok inanırdı.) Ben de onun selametliğini İmam-ı Zaman'dan (a.s) isteyeceğim. Bunu yaptığınız takdirde salgından güvende kalacağınızı garanti ediyorum" dedi.

Merhum Hacı Melik, "Ben kendim için 140 tümen sadaka verdim" dedi. Aynı şekilde hacılardan bir grup da sadaka vermeyi kabul etmişti. Bu meblağ o zamanlar yüksek bir rakam olduğu için birçok kişi veremedi. Bîdâbadî de o paraları toplayarak yolculuk sırasında malları yağmalanan hacılar arasında taksim etti.

Kısaca, belirtilen miktarı sadaka verenler salgından bir zarar görmeden vatanlarına geri döndüler. Vermeyenler ise vebaya yenik düşerek hayatlarını kaybettiler. Kız kardeşimin oğlu ve kâtibim de bu meblağı vermeyenler arasındaydı. Onlar da salgına yenik düşerek vefat ettiler.

Sadaka, bedenin hastalıktan güvende kalması, (kesin ecel dışında) ölümü geciktirmek ve malı afetlerden korumak için kesin ve tecrübe edilmiş bir yoldur. Bu hususta Ehlibeyt'ten (a.s) mütevatir hadisler zikredilmiştir. Merhum Hacı Nuri, bu hadislerin çoğunu "Kelime-i Tayibe" adlı eserinde nakletmiştir.

İnsan sadaka ile gerek kendisinin, gerekse yakınlarının canını ve malını ilahî sigorta altına alabilir. Kelime-i Tayyibe adlı eserde belirtilen sadaka âdâbına ve şartlarına uyarsa, bilmelidir ki; Allah en iyi koruyucu, en iyi bilen ve en güçlü yardım edicidir. O vaadinden asla dönmez, aksini yapmaz.

Burada, aziz okuyucunun basiretine ışık tutacak bir rivayete değinmek istiyoruz. Mezkûr kitabın 193. sayfasında, sadaka âdabının onuncu şartı zikredilirken İmam Hasan Askerî'den (a.s) şöyle nakledilir:

Bir gün İmam Câfer Sâdık (a.s) bir yere gidiyordu. Yanında mallarıyla birlikte bu yolculuğa katılan bir grup vardı. Onlara gidecekleri yol istikametinde hırsızların ve haramilerin pusu kurdukları haberi ulaştı. Korkudan titremeye başladılar. İmam:

-Size ne oluyor? diye sordu.

-Mallarımızı da yanımızda getirdik; hepsini elimizden alırlar diye korkuyoruz. Ama bu malları siz üstlenseniz belki sizin hürmetinizi gözetir, mallarımıza dokunmazlar, diye teklifte bulundular.

-Nerden biliyorsunuz; belki de sadece beni kastetmişlerdir. Böyle olursa bütün mallarınızı yağmalarlar.

-Mallarımızı yere gömelim mi?

-Bunu yaparsanız mallarınızın daha çok telef olmasına sebep olursunuz. Biri gelip onları alabilir ya da defnettiğiniz yeri bir daha bulamayabilirsiniz,

-O halde ne yapalım?

-Malınızı onlardan koruyacak, âfetleri üzerinden bertaraf edecek, onu daha da çoğaltacak, her birini dünyadan ve dünyanın içinde olan şeylerden daha büyük kılacak ve son derece ihtiyaç duyduğunuzda onu size teslim edecek birine emanet edin. Mallarınızı âlemlerin Rabbine emanet ediniz.

-Peki mallarımızı ona nasıl teslim edebiliriz?

-Zayıflara ve miskinlere sadaka vererek.

-Burada fakir yok ki!

-Malınızın üçte birini sadaka vermeyi niyet edin. Böylece Allah da onu korktuğunuz şeylerden korusun.

-Niyet ettik,

-O halde Allah'ın güvencesi altında gidiniz.

Yola koyuldular. Haramiler belirince korkmaya başladılar. İmam:

-Allah'ın güvencesi altında olduğunuz halde nasıl korkarsınız, diye sordu. Haramiler iyice yaklaşıp atlarından indiler. İmam'ın elini öpüp:

-Dün akşam rüyamızda Resul-i Ekrem'i (s.a.a) gördük. Bizden kendimizi size sunmamızı istediler. Huzurunuza vararak sizi ve beraberinizdekileri düşmanların ve hırsızların şerrinden korumak için sizinle birlikte yolculuk yapmaya karar verdik, dediler. İmam:

-Size ihtiyacımız yok; sizi bizden def eden her kimse, onları da bizden def edecektir, dedi.

Nihayet hepsi güvenlik ve esenlik içerisinde maksatlarına ulaştılar. Kararlaştıkları gibi mallarının üçte birini sadaka verdiler. Ticaretleri de bayağı kazançlı geçti. Her bir dirhemleri on dirhem gelir elde etti.

-İmam Sadık'ın (a.s) bereketi ne kadar da büyükmüş! dediler. İmam:

-Allah ile muamele etmenin bereketini gördünüz; o halde onunla muameleye devam ediniz, buyurdu.

Allah yolunda verilen sadakanın olağanüstü etkilerinden biri de malın azalmaktan ziyade kat kat artmış olarak insana geri dönmesidir. Bu konuya ilişkin birçok rivayet mevcuttur. Konuyla ilgili olarak Kelime-i Tayyibe adlı esere bakılabilir.    

022

ÖLÜMDEN DÖNÜŞ

Yine merhum Muhammed Hasan İmanî şöyle anlatır:

Vaktiyle İsfahan'dan Şiraz'a dönüyorduk. Yolculuğumuz sırasında Hacı Bîdâbadî'nin huzuruna vardık. Bize şöyle dedi: (Adı birinci öyküde geçen) Mirza Mahallatî bana yazdığı bir mektupta ona dua etmeyi unuttuğumu söylüyor. Ona selamımı iletin ve onun için dua etmeyi unutmadığımı söyleyin. Nitekim falan gece üç defa ölüm tehlikesiyle karşılaşmış, kurtulmasını İmam Mehdi'den (a.f) istemiştim. Allah da onu korudu. Bunları ona anlatın."

Muhammed Hasan İmanî daha sonra şöyle anlattı:

Şiraz'a vardıktan sonra Bîdâbadî'nin mesajını Mirza'ya ilettim. "Bana söyledikleri doğrudur" deyip başından geçen ilginç olayı anlattı:

O akşam tek başıma eve dönüyordum. Kapıya vardığımda eyvanın altında bir kişiye rastladım. Beni görür görmez hapşırdı. Selam verdim. Benden onun için istihare etmemi istedi. Tespihle istihare ettim, kötü geldi. Bir daha istihare istedi, o da kötü geldi. Üçüncü kez istihare istedi, onun da sonucu kötü geldi. Bunun üzerine elimi öperek şöyle dedi: Beni bu akşam sizi şu silahla öldürmeye zorlamışlardı. Sizi görünce elimde olmadan hapşırdım; tereddüt içindeydim. Kendi kendime "İstihare edeyim" diye düşündüm. Sonuç iyi gelirse sizi öldürecektim. Üç defa istihare açtırdım. Üçünde de sonuç kötü çıkınca Allah'ın bu işe razı olmadığını ve onun katında saygın bir kişi olduğunuzu anladım.

023

HIRSIZDAN GÜVENDE OLMAK

Yine Muhammed Hasan İmanî şöyle nakleder:

Aynı seferde merhum Bîdâbadî, bu yolculukta haydutların yolumuzu keseceğini, kervanımıza saldıracaklarını, ama bize bir zarar veremeyeceklerini söyledi ve her birimize 14 mâsum (a.s) sayısınca 14 tümen yol harçlığı verdi.

Sivend şehrine yaklaştığımızda haramiler kervanımıza saldırı düzenledi. Yükümüzü taşıyan katır bir anda hızlanarak kafileden uzaklaşıp Sivend'e doğru kaçmaya başladı. Mahfemizi taşıyan merkep de arkamızdan koşmaya başladı. Sonunda bize ve eşyamıza hiçbir zarar gelmeden şehre vardık. Ama bütün kafile haramilerin saldırısına maruz kalarak eşyalarını kaybetmişti.

024

ÖLÜMDEN KURTULUŞ

Merhum İmanî yine şöyle anlatır:

(İmanî'nin halasının oğlu) Hüseyin Aga Mojde, annesiyle ağır bir hastalığa yakalanarak ölümün eşiğine gelmişlerdi. Merhum Bîdâbadî yanlarına gelerek bu iki hastadan birinin öleceğini bildirdi. "Ama ben Hüseyin Aga'nın şifasını Allah'tan diledim, o iyileşecek" dedi.

Merhum Bîdâbadî'nin bu haberinden sonra aynı gece Hüseyin Aga'nın annesi vefat etti. Allah, Hüseyin Aga'ya şifa inayet etti. Hüseyin Aga hâlen hayattadır ve kendisi iyiliksever bir kişidir.

025

ÇEŞME SUYU

Bir grup seyit, İsfahan'a bağlı Necefâbad ilçesinden hareket ederek merhum Bîdâbadî'nin huzuruna vardı. "Dağın yamaçlarından akan ve uzun süredir ahalinin yararlandığı çeşme epey bir zamandır kurumuş durumda. Bu nedenle çevre sakinleri oldukça zorluk çekiyor. Dua edin de bir rahatlık hâsıl olsun!" diye ricada bulundular. Bunun üzerine merhum; "Eğer biz bu Kurân'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz."[16] ayetini (sonuna kadar) okudu. Sonra da bu ayeti bir parça kâğıda yazarak onlara verdi. "Akşamüzeri bunu dağın başına bırakın ve dönün" dedi. Onlar da kâğıda yazılı ayeti dağın başına koyarak evlerine döndüler. Eve vardıklarında dağın tepesinden korkunç bir ses yükseldi. Öyle ki herkes bu sesi duymuştu. Çevre sakinleri sabahleyin evlerinden dışarı çıktıklarında çeşmenin aktığını gördüler ve Rablerine şükrettiler.

Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar:

Merhum Bîdâbadî ve emsali hakkında nakledilen kıssalar sakın okuyucuyu şaşırtmasın veya Allah muhafaza bu tür olaylar okuyucular tarafından sakın inkâr edilmesin.

1-Zira Salman, Meysem, Reşid Hucrî ve Cabir Cufî gibi mâsum imamların mektebinde yetişen seçkin Ehlibeyt ashabı yanı sıra Seyit Bahru'l-Ulum, Seyit Bâkır Kazvinî ve Molla Mehdi Necefî gibi üstün makamlara ulaşan bu mektebe mensup âlimler hakkında o kadar muteber olaylar nakledilmiş ve İslamî kaynaklarda kaydedilmiştir ki, bunların tümü hiçbir inkâra meydan bırakmamaktadır. (Bu konuyla ilgili daha çok bilgi edinmek isteyenler Mamakani'nin, Ehlibeyt ashabının ve ravilerinin başlarından geçen olayları detaylı bir şekilde kaleme aldığı Rical-ı Mamakanî 'ye ya da bazı âlimlerin kerametlerini konu alan Kısasu'l-Ulema adlı esere müracaat edebilirler).

2-Din büyüklerinden bu tür kerametlerin görülmesi, masum imamların (a.s) makamlarının büyüklük ve yüceliğinin anlaşılmasına ve bu makamların idrakten öte bir yüceliğe haiz olduğunun öğrenilmesine neden olur. Zira insan tam anlamıyla onların takipçiğinde bulunarak ilim, beceri ve davetlerine icabetle bu makamlara ulaşabiliyorsa, o halde imamların ilme ve kudrete olan ihatasının nasıl olduğunu rahatlıkla tasavvur edebilir. Zira çok açıktır ki, ruhani makama sahip olan bir kimse için bu, imamların (a.s) ihsan ettiği ufak lütuf lokmalarından gıda almak demektir.

İmam varlık âleminin kutbu, imkân âleminin kalbi ve tekvîniyatın kaynağıdır. İmam'ın makamını idrak etmeye aciz olduğumuzu tasdik etmek demek âlemlerin Rabbi, duaların icabet edeni, imamların (a.s) yaratıcısı olan ve onlara velayet makamını ihsan eden yüce Allah'ın ilim ve kudretine vakıf olmanın imkânsız olduğunu tasdik etmek demektir ve bu tasdik, yakini güçlendirir.

Netice itibarıyla bu kıssaları öğrenmek, İmam'ın makamını tanıma yolunda basireti çoğaltarak insanın, Rabbinin azametini idrak etmesine sebep olur.

3-Bu ve benzeri kıssalar Allah, Resulü ve Ehlibeyt imamlarının (a.s) takva ehline yönelik buyruklarının doğru olduğunu ve vaatlerinin de kesinlikle vuku bulacağını gösterir. Kabiliyetli kişiler şer'î teklifleri yerine getirme hususunda son derece duyarlı olup, tüm vacipleri yapma ve haramlardan da kaçınma hususunda çaba ve ciddiyet gösterirlerse, aklın idrak edemeyeceği his ötesi makamlara erişebilirler. Öyle ki melekler onlara hizmetkârlık ederler. Allah'tan diledikleri tüm şeyler onlara verilir. Buna benzer daha nice makamlar vardır ki, hadis kaynaklarında özellikle de Usul-i Kâfi'de[17] zikredilmiştir.

Okuyucunun bilgi seviyesini artırmak için Ehl-i Sünnet ve Şia'nın naklettiği muteber bir hadisi aktarıyoruz:

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: "Dostlarımdan birine ihanet eden kuşkusuz benimle savaş için pusu kurmuştur. Dergâhımda, üzerine vacip kıldığım amelle bana yaklaşmak isteyen kişinin amelinden daha sevimli bir amel yoktur. Kulum nafileleri (müstahap amelleri) yaparak bana yaklaşsın. Bunu yaparsa, onu severim. Onu sevdiğimde ise işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili ve savunan eli olurum.  Beni çağırdığında icabet ederim. Bir şey dilerse ona bağışlarım."[18]

Bu hadisin yorumuyla ilgili âlimler bazı görüşler belirtmişlerdir.[19] Hadisten istifade edilen nokta şudur: İnsan vacipler konusunda titizlik göstererek, bunları yerine getirerek, müstahap amellere de gereken ehemmiyeti vererek yüce yaratıcının dergâhına yaklaşabilir ve O'nun sevgili kulu olabilir. Böyle olduğunda da gözü Rabbinin gören gözü olur; yani başkalarının göremediklerini binlerce perde ve örtü arkasından görebilir. Kimsenin duyup işitemediğini o işitir. Hatta maneviyatı, melekutî sûretleri ve his ötesi gaybî nağmeleri açık ve net bir şekilde duyabilir.

Sonuç olarak, değerli okuyucu şunu bilmelidir ki; bu tür kıssalarda gerek okuduğu, gerek duyduğu, gerekse Allah'ın vaat ettiği ve (has kullarına) sakladığı bu yüce makamlar ve ruhani dereceler, iyi ve mukarreb kullar için denizden bir damla misalidir. Nitekim, Hadis-i Kudsi'den de bu anlaşılmaktadır.[20]

026

KÖTÜRÜMKEN İYİLEŞMEK

Bir hac yolculuğunda büyük âlim Hacı Seyit Ferecullah Behbehanî'yle görüşme fırsatı buldum. Evindeki taziye meclisinde İmam Hüseyin (a.s) tarafından bir mucize gerçekleşmişti. Ben de ondan bu mucizeyi bana yazmasını rica ettim. Olayı kendi kalemiyle detaylı bir şekilde yazarak bana yolladı. Yazılı metni burada olduğu gibi naklediyorum:

Ramhormoz'a bağlı Câbirnan doğumlu Behbehan sakini Abdullah, 28 Muharrem 1883 yılında ayağından müzmin bir hastalığa yakalandı. Koltuk değneğiyle güçlükle yürüyordu. Geçimi için hayırsever müminler ona yardımda bulunurlardı. Doktor Gulamî'ye müracaat ettiğinde pek de ümit verici bir haber almadı. Sonra yanıma gelerek Ahvaz'a gitmek için yardım istedi. Allah'a şükür, yolculuk için vesileler tedarik edildi. Ona bir mektup vererek Ayetullah Behbehanî'ye yolladım. O da Abdullah'a yardım konusunu kabul ederek onu Condi Şahpur hastanesi başhekimi Doktor Ferhat Tabipzade'nin yanına yolladı.

Doktor, ilk etapta ayaklarının filmini çekti. Diz kapaklarının altında kansere neden olan bir urun oluştuğunu belirterek, bu ayağın iyileşmesinin artık imkânsız olduğunu söyledi. Daha sonra tüm masraflarını kendisi karşılayarak onu Abadan Petrol Hastanesi'ne sevk etti. Orada da ayağından dört film çekildi. Ne var ki sonuç aynıydı. Bu cevabı da aldıktan sonra ümitsiz bir şekilde Behbehan'a geri döndü.

Abdullah şöyle anlatır:

Bu zaman zarfında gördüğüm bazı ümit verici rüyalar beni biraz da olsa rahatlatıyordu. Bir akşam rüyamda sizin evin bahçesine girdiğimi görmüştüm. Siz orada yoktunuz, ama dış bahçedeki elma ağacının altında iki nurlu seyit vardı. O sırada siz de selam vererek içeri girdiniz. Seyitler, sizi görünce kendilerini tanıttılar. Biri İmam Hüseyin (a.s) diğeri de oğlu Hz. Ali Ekber (a.s) idi. İmam Hüseyin (a.s) size iki elma verdi. "Biri senin, diğeri de oğlun içindir. Bu elmalar iki yıl sonra netice verecek!" dedi. Sonra da Hz. Mehdi'yle (a.f) birkaç kelime sohbet etti.

O sırada ben de size dönerek "İmam'dan bana şifa vermesini dileyin!" dedim. O iki büyük zattan biri şöyle buyurdu: 1384 yılında, Cemadiyüssani ayında, bir Pazartesi günü, falan şahsın (bana işaret ederek) evinde taziye meclisi olacak. Oraya git; inşallah ayakların iyileşecektir!"

Sevinçle uykudan uyandım. Bu ümitle vaat edilen günün gelip çatmasını bekliyordum.

Abdullah bu rüyayı bana da anlattı. O gün gelip çattığında Abdullah'ın koltuğunda iki sopayla içeri girerek minberin yanında bir yere oturduğunu gördüm.

Kendisi şöyle diyor: Mecliste oturalı bir saat olmuştu. Yavaş yavaş ayağımın eski hâline kavuştuğunu hissedebiliyordum. Sanki kan yeniden damarlarımda dolaşmaya başlamıştı. Ayağımı uzatıp tekrar topladım. Bunu yapabildiğimi görünce iyileştiğimi anladım. Henüz mersiye okuyan şahıs sözlerini tamamlamamıştı. Değnekler elimde olmadan ayağa kalkıp oturdum. Sevinçle olayı etrafımdakilere de anlattım.

Abdullah daha sonra yanıma gelerek benimle tokalaştı. Meclis bir anda salavât sesleriyle dolmuştu. Abdullah artık o müzmin hastalıktan tamamen kurtulmuştu.

Bunun üzerine şehirde kutlama merasimleri tertiplendi. İmam Hüseyin'in mucizesi münasebetiyle aynı yıl, mehir ayında, saat sekizden on bire kadar bizim evde de kutlama merasimleri düzenlendi. Eşine az rastlanır bir kutlama oldu ve fotoğraflar çekildi.

Vesselamu aleykum ve rahm. ve berekatuh

Seyit Ferecullah el- Musevî

027

RÜYAYLA GELEN ŞİFA

Vaktiyle merhum hacı Muhammed Haşim Silahî'nin ağzında bir yara belirmişti. Öyle ki ağzından kan ve irin akıyordu. Oldukça üzgündü. Tedavi için Doktor Yaverî'ye müracaat etti. Doktor, bu yaranın ancak elektrik tedavisiyle iyileşebileceğini, cihazın Şiraz da bulunmadığını, bu nedenle de Tahran'daki Şurevi Hastanesi'ne müracaat etmesi gerektiğini söyledi.

Merhum, bir ara bana gelerek "Bir yandan Tahran'a gidersem, mübarek Ramazan ayının feyzinden mahrum kalacağıma üzülüyorum; diğer yandan da gitmesem, kanları yutarak harama müptela olacağımdan endişe duyuyorum" dedi. Nihayet Tahran'a gitmekten vazgeçti.

Bir sabah Doktor Yaverî elinde bir tıp kitabıyla evime gelerek şöyle dedi:

Dün gece rüyamda birini gördüm. Neden Muhammed Haşim'i tedavi etmediğimi sordu. Ben de Tahran'a gitmesi gerektiğini söyledim. Bunun üzerine Tahran'a gitmeye gerek olmadığını, derdinin devasının elimdeki kitabın falan sayfasında olduğunu söyledi.

Rüyadan uyandım. Hemen kitabı açtım. Karşıma tıpkı rüyada söylenen sayfa çıktı. Nihayet orada yazılı olan yöntemi uyguladım. Allah da ona şifa verdi ve mübarek Ramazan ayının orucunu ilk günden itibaren imsak etme sevabına nail oldu.

Allah'ın sonsuz rahmeti ruhuna olsun.

028

BİR ANDA YEDİ HASTANIN İYİLEŞMESİ

Yaklaşık 20 yıl bundan önce Şiraz'da tifo salgını baş göstermişti. Oldukça büyük kayıplar vardı ve çok az evin dışında neredeyse bu hastalığa yakalanmayan ev yoktu.

Bir gün merhum Muhammed Hâşim Silahî bana gelerek "Hacı Abdurrahim Serefraz'ın evinde İmam Hüseyin'in (a.s) bereketiyle yedi tifo hastası birden şifa buldu" dedi ve olayı detaylarıyla anlattı.

Sonraları Hacı Serefraz ile görüştüm ve bu olayın nasıl gerçekleştiğini sordum. Anlattıkları, merhum Silahî'nin anlattıklarıyla aynıydı. Sonra olayı kendi el yazısıyla yazmasını rica ettim. Şimdi, yazdığı metnin aynını naklediyorum:

Bundan yaklaşık 20 yıl önce halkın geneli tifoya yakalanmıştı. Evimin bir odasında (yakınlarımdan) yedi tifo hastası bulunuyordu. Muharremin 8. akşamıydı. Taziye merasimine katılmak için onları evde kendi hallerine bırakıp gecenin geç saatlerinde, telaşla merhum Hacı Molla Ali Seyfî'nin tertiplediği ve kendi taziye meclisimiz sayılan merasime gittim. Sine dövme merasiminin ardından Hz. Kâsım b. Hasan'ın (a.s) ağıtı okundu. Meclisin bitiminde cemaatle sabah namazını kıldık. Namazın ardından alelacele evin yolunu tuttum. Henüz yoldayken içimden, Hz. Zehra'nın (a.s) azizini (Hz. Mehdi) vasıta kılarak, evimdeki yedi hastanın şifa bulmasını Allah'tan diledim.

Nihayet eve gelmiştim. Çocuklar mangal ateşinin etrafına toplanmış, önceki günden arta kalan ekmekleri ısıtıp ısıtıp büyük bir iştahla yiyorlardı. Bu sahneyi görünce öfkelendim. Çünkü bayat ekmek tifo hastaları için zararlıydı. Sinirlendiğimi gören büyük kızım, "Biz iyiyiz, uykudan yeni uyandık ve karnımız aç. Açlığımızı bastırmak için de ekmekle çay içiyoruz" dedi. "İyi de tifo hastaları için ekmek yemek iyi olmaz" dedim. Bunun üzerine "Babacığım! Biz şifa bulduk; otur da sana gördüğüm rüyayı ve nasıl şifa bulduğumuzu anlatayım" dedi. Ben de anlatmasını istedim. Şöyle anlattı:

Rüyamda, bulunduğumuz oda oldukça aydındı. Bir yabancı odamıza gelerek bir köşeye siyah bir sergi serdi ve edepli bir şekilde kapının yanında durdu. Ardından, son derece değerli beş kişi daha içeri girdi. İçlerinden biri çok saygın bir hanımefendiydi. Önce odanın raflarına ve üzerinde 14 mâsumun isimleri yazılı olan duvardaki tablolara dikkatle baktılar. Sonra siyah serginin üzerine oturarak ceplerinden Kurân çıkarıp okumaya başladılar. Daha sonra içlerinden biri Hz. Kâsım'ın ağıtını Arapça olarak okumaya başladı. "Kâsım" isminin tekrarlanmasından dolayı bu ağıtların Hz. Kâsım için okunduğunu anladım. Herkes şiddetle ağlıyordu. Özellikle de o yüce hanımefendinin ağlayışı daha yürek yakıcıydı.

Herkesten önce odaya girip sergiyi seren şahıs küçük kaplarda kahveye benzer bir şey getirip önlerine koydu. Bu azametteki kişileri yalın ayak görünce şaşırmıştım. Öne çıkarak "Allah aşkına söyleyin, hanginiz İmam Ali'siniz" dedim. İçlerinden biri "Benim!" diye cevap verdi. Oldukça azametliydi. "Neden yalınayaksınız?" diye sordum. Ağlayarak cevap verdi: "Biz bugünlerde yastayız, o yüzden ayaklarımız çıplak." Dikkat ettim; sadece o heybetli hanımın ayağı örtülüydü.

Daha sonra "Biz çocuklar hastayız; annemiz de, teyzemiz de hasta" dedim. İmam Ali (a.s) yerinden kalkarak mübarek elini teker teker başımıza ve yüzümüze dokundurup yere oturdu. "Artık iyileştiniz!" dedi. "Annem de hasta" dedim. "Annenin ölmesi gerekiyor!" dedi. Bunu işitince ağladım, ısrarla yalvarmaya başladım. Ayağa kalkarak mübarek ellerini annemin yorganının üzerine sürdü. Odadan çıkıp giderken bana dönerek "Namaza önem verin; insan, kirpikleri açılıp kapandığı sürece namaz kılmalıdır" buyurdu.

Sokak kapısına kadar arkalarından gittim. Onlar için siyah parçalara bürünmüş binekler getirmişlerdi. Üzerlerine binip yanımızdan ayrıldılar. Hemen eve döndüm. Bu esnada sabah ezanın sesini duyarak uykudan uyandım. Elimle kardeşlerimin, teyzemin ve annemin eline dokundum. Hiçbirimizin ateşi kalmamıştı. Hep birlikte sabah namazını kıldık. Çok acıkmıştık. Sizin gelip kahvaltı hazırlamanız uzun sürer diye düşünüp çayla birlikte ekmek yedik. Böylece evde bulunan yedi tifo hastası, doktora ihtiyaç duymadan iyileşmişti.

029

ÇABUK İCABET

Takvası herkesçe tasdik edilen, güvenilir ve adil biri olarak bilinen (Bezzaz/Manifaturacı lakaplı) Hacı Ali Selman Meneş şöyle anlatır:

Bacağımda çıkan bir yara beni oldukça rahatsız ediyordu. Hastaneye gidip ameliyat olmak çok zor geliyordu. Bir seher vakti teheccüd için uyandığımda çok pis kokular hissettim. Merakla etrafıma baktığımda kokunun yaramdan etrafa yayıldığını fark ettim. Perişan bir halde Rabbime şöyle yalvardım: "Allah'ım! Ömrüm boyunca İslam'a hizmet ettim, sana kullukta bulundum, Muhammed (s.a.a) ve onun temiz soyunun (a.s) sevgisi ile yaşadım. Beni bu belaya düşürme ve senin dininden uzak olan kişilere müracaat etmeye mecbur kılma!" Öyle ağlayıp sızlamıştım ki bir ara kendimden geçtim.

Uyandığımda sabah olmuştu. Teheccütten mahrum kaldığımı düşünüp üzüldüm. Temizlenmek kastıyla alelacele merdivenlerden aşağı indim. Bir anda ağrıyan ayaklarımla nasıl hızlı bir şekilde aşağı indiğimi anımsayıp şaşırdım. Ayaklarımda hiç ağrı kalmamıştı. Işığa çıkarak yarama baktım. Yaradan eser kalmamıştı. Hatta izi bile görünmüyordu. Yara olan ayağımla sağ ayağım arasında hiçbir fark kalmamıştı.

Hacı Ali Selman Meneş, buna benzer birçok olayın kendi ya da akrabalarının başına geldiğini, bu tür hastalık ve sıkıntıları dua ve mâsumlara (a.s) tevessül yoluyla geçiştirdiklerini anlattı. Okuduğunuz bu kıssa da onlardan bir numunedir.

Bu öyle bir olay ki, az rastlanır

Sen inkârcı olma, sırrı Hak'tadır.

030

KURÂN'IN FEYZİ

Yine Hacı Ali Ağa şöyle naklediyor:

Çocukluğumda okula gitmediğim için cahil kalmıştım. Gençliğimin ilk yıllarında Kurân-ı Kerim okumayı çok arzuluyordum. Bir gece arzuma kavuşmak için kırık bir kalple Hz. Mehdi'ye (a.f) tevessül ettim.

O gece bir rüya gördüm; Kerbelada'daydım. Adamın biri yanıma gelerek "Şu eve git; orada İmam Hüseyin (a.s) için ağıt okunuyor; git de dinle!" dedi. İçeri girdim. İki saygın seyit yerde oturuyordu. Önlerinde bir ateş vardı. Yanlarına, üzerinde ekmek bulunan bir sofra serilmişti. Bir miktar o ekmekten ısıtarak bana ikram ettiler. Mersiye okuyan şahıs Ehlibeyt'in (a.s) musibetlerini okudu. Merasim sona erdikten sonra uykudan uyandım. Ansızın arzumun yerine geldiğini hissetim. Hemen Kurân-ı Kerimi açıp okumaya başladım. Eksiksiz ve tam olarak okuyordum.

Artık Kurân tilaveti toplantılarına katılıyor ve yanlış okuyanların hatasını gideriyordum. Hatta kıraat hocasının yanlışlarını dahi düzeltiyordum.

Üstat; "Sen daha düne kadar okuma yazma bilmiyor ve Kurân okuyamıyordum. Nasıl öğrendin?" diye sordu. "İmam-ı Zaman'ın (a.f) bereketi ile bu arzuma kavuştum." dedim.

Hacı Ali, bugün itibarıyla kıraat üstatlığı yapıyor. Mübarek Ramazan gecelerinde de kıraat toplantıları düzenliyor.

Hacı Ali'nin özelliklerinden biri de, rüya yoluyla gelecekte gerçekleşecek olayları sık sık görmesidir. Yarın kiminle karşılaşacağını, kiminle muamele edeceğini ve o muameleden ne kadar kazanç elde edebileceğini bu rüyaları sayesinde bilmektedir.

Bana, "Allah çok yakında oğluna (Seyit Muhammed Haşim'e) bir erkek çocuk bağışlayacaktır. Adını merhum babanın adı olan Seyit Muhammed Taki koy!" dedi. Çok geçmeden Allah ona bir erkek çocuk bağışladı. Adını Muhammed Taki koyduk.

Doğumdan sonra çocuk çok ağır bir hastalığa yakalandı. Öyle ki yaşamasından ümidimizi kesmiştik. Yine Hacı Ali; "Bu çocuk iyileşecek ve yaşayacak!" dedi. Kısa bir süre sonra Allah o çocuğa şifa verdi. Şu an Allah'a şükürler olsun ki o çocuk beş yaşında ve yaşıyor.[21]

Kısacası Hacı Ali, takvası,  müstahaplara amel etmesi ve özellikle de günlük nafileleri yerine getirerek nefsini kötülüklerden arındırması neticesinde İmam Zaman'ın (a.f) inayet ve lütfünü elde etmiştir.

Bu Tür Kişiler Gelecekten Nasıl Haber Verirler?

Bazı kişilerin gelecekteki olayları anlayıp bildirmelerinin sırrı şudur: Güç sahibi Allah, ezelden ebede kadar gerçekleşecek olan büyük-küçük tüm olayları ve tekvînî hadiseleri, henüz vuku bulmadan önce ruhanî kitapların ve manevî lehivlerin birinde kaydetmiştir. Nitekim Hadid sûresinde şöyle buyurmaktadır:

"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. * (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez."[22]

Buna göre bazı temiz gönüller, rüya âleminde bir hadde kadar maddeden soyutlaşarak serbest kalabilir; saygın ruhlar, yüce levih ve ilahî kitaplarla irtibata geçebilir; onlar tarafından bilinen birtakım olaylardan haberdar olabilir, gördüklerini tamamen hafızalarında saklayarak uyanıp da bedenlerine döndüklerinde uykuda gördüklerinden haber verebilirler.

031

DAHA İLGİNÇ BİR ÖYKÜ

On beş yıl önce Kum'un ve Necef'in önde gelen âlimlerinden, Kerbelaî Muhammed Kâzım Kerimî Sarukî[23] adlı yetmiş yaşındaki yaşlı bir adamın hiç okur-yazarlığı olmadığı halde Kurân-ı Kerim'i tam olarak öğrenip hafız olduğunu işittim. Şimdi yaşanmış olan bu gerçek olayı aktarıyoruz:

Perşembe günü ikindi vakti Kerbelaî Muhammed Kâzım o bölgede bulunan bir imamzadenin ziyaretine gider. İçeri girdiğinde iki muhterem seyitle karşılaşır. Kendisinden türbenin etrafına yazılan yazıların okunması istendiğinde; "Efendiler! Benim okuma yazmam yoktur; ben Kurân okuyamam" diye cevap verir. Bunun üzerine onlar da okuması için ısrar ederler. Bu iki seyidin iltifat ve buyruklarından sonra kendinden geçer ve orada yığılıp kalır.

Ertesi gün ilkindi vakti köy ahalisi imamzadeyi ziyarete geldiklerinde onu yere uzanmış bir vaziyette bulurlar. Kerbelaî kendisine geldiğinde duvardaki yazıtlara bakar. Bu yazıtların Cuma sûresine ait olduğunu görür ve okumaya başlar. Bir süre sonra kendisinin Kurân hafızı olduğunu fark eder. Kurân-ı Kerim'den istenen her hangi bir sûreyi doğru bir şekilde ezberden okur.

Merhum Mirza Şirazî'nin torunu Mirza Hasan'dan işittim, şöyle diyordu:

Onu defalarca sınadım. Sorduğum her ayetin hangi sûrede olduğunu ezberden söyleyebiliyordu. Bana daha da ilginç gelen bir özelliği de herhangi bir sûreyi sondan başa doğru okuyabilmesiydi.

Elimde Sâfi Tefsiri vardı. Önüne koyup "Bu da Kurân'dır; okuyabilir misin?" dedim. Kitabı aldı ve göz atmaya başladı. "İyi ama bu kitabın tamamı Kurân değil!" dedi. Sonra da elini yazıların üzerine koyarak "Bu yazı Kurân ayetidir, şu yarım satır ayettir, şu da ayet değildir" dedi.

"Arapça ve Farsça okuma yazma bilmediğin halde bunu nasıl yapıyorsun?" diye sordum. "Allah'ın kelamı nurdur, ayet olan yerleri nur, diğer yazılar ise (onun nuru karşısında) karanlıktır" diye cevap verdi.

Birkaç büyük âlimle daha görüştüm. Onlar da Kerbelaî Kâzım'ı imtihan ettiklerini ve onun bu işinin olağanüstü bir şey olduğuna yüzde yüz emin olduklarını belirterek bu makamın ona feyiz kaynağı Allah tarafından verildiğini itiraf ettiler.

Salnâme-i Nur-i Dâniş'in 1335 yılı baskısının 223. sayfasında, Kerbelaî Muhammed Kâzım'ın bir fotoğrafı yayımlandı. Kitapta, "Rabbanî İlhamlardan Bir Numune" başlığı altında bir de makale vardı. Bu makalede bir grup saygın âlimin bu olayı harikulade bir olay olarak yorumladıkları vurgulanıyordu.

Mezkur makalenin bir bölümünde şöyle yazılıdır: "Yukarıdaki el yazmalarının toplamından Kerbelaî Kâzım'ın Kurân hafızı oluşunun ilahî bir bağış olduğu iki delille ispatlanır:

1-Tüm köy halkının onun okuma-yazmasının olmadığına tanıklık etmesi ve buna hiç kimsenin muhalefet etmemesi.

Ben bizzat bu mevzuun doğruluk derecesini Tahran sakini Sarukîlerden sorup araştırdım. Okuryazar olmadığı yüksek tirajlı gazete ve dergilerde yayımlanmasına rağmen muhalefet eden birinin çıkmaması, bu olayın gerçek bir olay olduğunu inkâr edilmez kılıyor.

2-Kerbelaî'nin hafızlığından yola çıkarak bu tür hafızlığın ders ve tahsil yoluyla mümkün olamayacağı ortadadır. Zira…

a) Ona Arapça ya da Arapça olmayan bir kelime okunduğunda bu kelimenin Kurân'da olup olmadığını hemen söylemesi...

b) Kurân kelimelerinden bir şey sorulduğunda anında hangi sûre ve cüzde olduğunu söylemesi…

c) Kurân-ı Kerim'in birkaç yerinde tekrarlanan bir kelimenin tüm yerlerini duraksamaksızın ve eksiksiz olarak okuması…

d) Kurandaki bir kelime veya hareke yanlış okunduğunda ya da bir harf eksik veya fazla okunduğunda hiç düşünmeden bunu söylemesi…

e)Birkaç sûreden alıntı yapılarak peş peşe okunan kelimelerin yerini hiç hata yapmadan söylemesi...

f)Eline herhangi bir Kurân verildiğinde Kurân kelimesini ya da ayetini anında göstermesi…

e)Arapça ya da Arapça olmayan bir sayfada diğer kelimelere mutabık olarak yazılan bir ayeti ayırt edebilmesi, gerçekten fazilet ehli için bile güçtür.

Bu özellikler, 20 sayfalık bir yazıyı ezberleyen en güçlü hafızaya sahip bir kişide bile yoktur. Kaldı ki binlerce ayetlik Kurân'a böyle vakıf olsun!"

Mezkur makalede, birkaç büyük din âliminin bu konuya ilişkin tanıklıkları nakledildikten sonra şöyle yazılmıştır: "Allah tarafından Kerbelaî Kâzım'a bahşedilen bu makam, sınırlı fikirlerini maddenin dört duvarında kısıtlayanları ve tabiat ötesini inkâr edenleri şakına çevirmiş, doğru yoldan sapan kimseler için de bir hidayet vesilesi olmuştur. Ama bu iş, tüm önemine rağmen muvahhitlerin nazarında Allah'ın sonsuz ışıklarından (inayetlerinden) küçücük bir ışıktır ve Hakk'ın en küçük kudret mazharlarından biridir.

Tarihte yazılı ve kayıtlı olan bu tür olağanüstü olaylar, peygamberler ve hak elçileri tarafından defalarca tahakkuk bulmuştur. Asrımızda da yaratılış kaynağıyla irtibatta olan keramet sahibi kişiler vardır ve bunlar, Kurân hafızlığından çok daha önemli ve değerlidirler."

Bu makalenin sonunda şu noktayı hatırlatmayı gerekli görüyorum: Bu olaylar gazete ve dergilerde yayınlandıktan ve Tahran'da duyulduktan sonra çarşıdaki bazı dindar esnaflardan şöyle duydum: "Bundan birkaç yıl evvel, yani merhum Hacı Yahya zamanında, Hacı Abûd adında kör bir şahıs "Seyit Azizullah Camii"ne gidip gelirdi. Kör olmasına rağmen Kerbelaî Kâzım'ın taşıdığı özelliklere sahipti. O da ayetin yerini gösterir, halka Kurân ile istihare ederdi… Bir gün ona Kurân-ı Kerim kalınlığında Fransızca bir sözlük vererek istihare etmesini istediler. Hemen sinirlenerek sözlüğü yere attı ve "Bu, Kurân değil!" dedi.

Kurân hafızının da hazır bulunduğu bir mecliste üniversite hocalarından sayın İbnuddin, Hacı Abûd'un sahip olduğu özellikleri teyit ederek şöyle dedi:

Bu şahsı merhum Ayetullah Hacı Şeyh Abdülkerim Hairî'nin de bulunduğu Kum kentinde üstat Misbah Yezdî'nin evinde mülakat ettim. Orada onu imtihan ettiler. Tüm bunlar, Allah'ın kudretinin bir göstergesidir. Bazen halkı bunlarla irşat eder ve zahirî hücceti tamamlar.

"Bu, Allah'ın lütfüdür. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.[24]

032

HÜSEYNÎ MUCİZE

Merhum Muhammed Rahim İsmail Beyg, Ehlibeyt'e (a.s) tevessül etme ve İmam Hüseyin'e (a.s) kalbi bağlılık konusunda eşine az rastlanır takva sahibi kimselerdendi. Bu yüzden bir takım manevî makamlara erişmişti. Merhum, 1387 Ramazan ayında hakkın rahmetine kavuştu. Kendisi şöyle nakleder:

Altı yaşında gözlerimden bir rahatsızlık geçirdim. Bu rahatsızlık, ağrısıyla birlikte üç yıl devam etti ve üç yıl sonunda bu hastalık yüzünden iki gözümü de kaybettim.

Aşura günleri muhterem dayım merhum Hacı Muhammed Taki İsmail Beyg'in evinde mersiye meclisi vardı. Hava çok sıcak olduğundan misafirlere soğuk şerbet ikram ediyorlardı. Dayıma "Bugün davetlilere ben şerbet dağıtmak istiyorum" dedim. "Gözlerin görmediği için bu işi sen yapamazsın" dedi. Bunun üzerine "O halde sağlam birini görevlendirin; bana yardımcı olsun" dedim. Dayım da bu teklifimi kabul etti ve bizzat kendisi yardım ederek misafirlere birlikte şerbet ikram ettik.

O sırada merhum Muinuşşeria İstehbânatî minbere çıkarak Hz. Zeynep'in (a.s) mersiyesini okudu. Bu mersiye beni çok etkilemişti. Dayanamayıp ağladım ve kendimden geçtim. (Mukaşefe aleminde) İhtişam ve azamet sahibi bir hanımefendi gördüm. Bu hanımefendi Hz. Zeynep (a.s) idi. Mübarek ellerini iki gözüme sürerek "Artık iyileştin; gözünde bir ağrı hissetmeyeceksin" dedi.

Gözümü açıp meclistekilere baktım. Sevinçle dayımın yanına koştum. Meclisteki herkes şaşırmıştı. Bir anda etrafıma toplandılar. Dayımın isteği üzerine beni bir odaya götürerek kalabalığı dağıttılar.

Merhum, daha sonra şöyle nakleder:

Birkaç yıl önce birtakım deneyler yapıyordum. Yanımda ki alkol dolu kâseyi fark  etmeden kibrit yaktım. Ansızın alkol ateş alıp yanmaya başladı. Gözlerimin dışında bütün bedenimi ateş aldı. Birkaç ay hastanede tedavi gördüm. Bana "Nasıl oldu da gözlerin sağlam kaldı?" diye soranlara bunun, İmam Hüseyin'in (a.s) bir vergisi olduğunu, ömrümün sonuna kadar gözlerimin ağrımayacağını vaat ettiklerini söylüyordum.

033

İDAM CEZASI

Hacı Mümin lakabıyla meşhur merhum Abbas Ali, birçok kez mukaşefe alemine tanık olmuş, kerametler elde etmiş yakîn ehli biriydi. Yolculuklarda ve huzurda yaklaşık 30 yıl onunla arkadaşlık etme şerefine nail olmuştum. Kendisi, yaklaşık iki yıl bundan önce Allah'ın rahmetine kavuştu.

Merhum hakkında birçok kıssa nakledilmiştir. Bir defasında devlet casusları, merhumun dayısı Abdunnebi'nin oğlunun evinde silah bulmuşlardı. Onu tutuklayarak hapse attılar. Bir süre sonra da idama mahkûm ettiler. Dayısı oldukça perişan ve üzgündü.

Hacı Mümin, "Ümidini kaybetme! Bütün işler Hz. Mehdi'nin (a.f) iradesi altındadır. Bu Cuma akşamı O'na tevessül ederek oğlunun kurtulmasını dileyelim" dedi. Hacı Mümin, dayısı ve dayısının eşi geceyi hiç uyumadan, dua ve tevessülle geçirdiler. "(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!"[25] ayetini okudular.

Üçü de gecenin sonlarına doğru çok güzel bir misk kokusu algılayarak o yüce zatın nuranî cemalini müşahide etmiş; İmam onlara, "Duanız kabul oldu. Allah evladınızı size bağışladı; yarın eve dönecek!" diye vaatte bulunmuştu.

Merhum Hacı Mümin der ki: Çocuğun anne ve babası Hz. Mehdi'nin (a.f) cemalini gördüklerinde dayanamamış, sabaha kadar baygın düşmüşlerdi. İdam günü gelip çattığında sabahleyin erkenden çocuklarının akıbetini öğrenmeye gittiler. O sabah idamın bir sonraki güne ertelendiğini, dosyasının yeniden gözden geçirileceğini haber aldılar. Nihayet, öğleden önce onu serbest bıraktılar.

Merhum Hacı Mümin'in duasının aynı zamanda şiddetli hastalar ve sıkıntıda olanlar hususunda da kabul olduğuna dair birçok kıssalar nakledilmiştir. Allah'ın sonsuz rahmeti onun ruhuna olsun.

034

KURTARICI

 Yine Hacı Mümin şöyle anlatır:

Gençliğimin ilk yıllarıydı. O dönemlerde İmam-ı Zaman'ı görmeyi çok istiyordum. Bu şevk beni öyle etkisi altına almıştı ki O'nu görünceye kadar yemeyi ve içmeyi kendime haram etmiştim. (Gerçi bu istek cahilliğimden ve aşırı iştiyakımdan kaynaklanıyordu.) İki gün boyunca hiçbir şey yemedim. Üçüncü gece bir miktar su içmek mecburiyetinde kaldım. Baygınlık geçirdim. O esnada İmam-ı Zaman'ı gördüm. Bana, "Neden kendini böyle harap ediyorsun?" diye çıkıştı. Sonra da "Sana yiyecek bir şeyler göndereceğim; onları ye" buyurdu. Kendime geldiğimde saat epey geç olmuş, (Serduzek) Camii boşalmıştı. Kapı çalıyordu. Gidip kapıyı açtım. Tanınmamak için olsa gerek, başını abayla örtmüş bir yabancı, abasının altında bir tabak yiyecekle karşımda duruyordu. "Al bunları ye ve kimseye de verme!" diye tembihte bulundu. Yemeği minberin altına koyarak oradan uzaklaştı. Merakla yemeğe baktım. Tabakta kızarmış tavuk ve pilav vardı. Hemen yemeye başladım. Şimdiye kadar tadına varamadığım eşsiz bir lezzeti vardı.

Ertesi gün, dönemin önde gelen hayırseverlerinden merhum Mirza Muhammed Bâkır gün batımından önce yanıma gelerek boş tabağı istedi. Bir miktar para vererek "Şu parayı al; yarın Seyit Haşim Meşhed'e hareket edecek. Sen de onunla git! Zira yolda büyük bir şahsiyetle mülakat edecek ve ondan yararlanacaksın" dedi.

Hacı Mümin sözlerine şöyle devam eder:

Parayı alarak merhum Seyit Haşim'le birlikte Tahran'a doğru hareket ettik. Tahran'dan çıktığımızda yaşlı ve nur yüzlü biri eliyle arabamıza dur işareti yaptı. (Otomobil, Seyit Haşim tarafından özel olarak kiralandığı için) onun izniyle arabaya bindi ve yanıma oturdu.

Yolculuk sırasında bana birçok nasihatlerde bulundu. Başımdan geçenleri ve başıma gelecekleri haber verdi. Hayrıma olan ne varsa bana izah etti.

Anlattıkları şeylerin hepsini gördüm. O gün beni lokanta yemeklerini yemekten sakındırarak, "Şüpheli yemekler kalbe zarar verir" demişti. Bu yüzden yanında bir sofrası vardı. Ne zaman ihtiyaç duysa onu çıkarır, arasındaki taze ekmekten bana da ikram ederdi. Bazen yeşil kişmiş çıkarır, bana da verirdi.

Bir süre sonra Kademgâh'a vardık. Bana ecelinin yaklaştığını ve Meşhed'e varamayacağını söyledi. "Ölürsem kefenin yanımda hazırdır. Üzerimde 12 tümen var. Onunla türbenin avlusunda bir yer satın al; cenazemi de Seyit Haşim kaldırsın!" diye vasiyet etti.

Bu sözler beni hem ürkütmüş hem de üzmüştü. Bana "Sakin ol! Ölüm gelip bana ulaşıncaya kadar bunlardan kimseye söz etme ve Allah'ın istediğine razı ol!" dedi.

Torok Dağı'na vardığımızda[26] otomobil durdu. Yolcular arabadan inerek İmam Rıza'nın (a.s) türbesine selam verdiler. Şoför muavini gözlerini uzaktan görünen kubbeye dikmişti.

Yaşlı adam bir köşeye çekilip yüzünü türbeye çevirdi. Selam verip uzunca ağladı. "Mübarek kabrine yaklaşmak için bundan daha fazla liyakatim yok" dedi. Sonra kıbleye doğru uzanarak abasını başına çekti.

Aradan birkaç dakika geçmişti. Yavaşça yanına yaklaştım. Abasını açıp baktım. Yaşlı adam hakkın rahmetine kavuşmuştu. Ağlayıp sızlamamı işiten yolcular etrafıma toplandı. Şahit olduğum bazı kerametlerini onlara da anlattım. Orada bulunan herkes bu olaydan etkilenerek ağlamıştı. Daha sonra cenazesini aynı arabayla şehre götürüp mukaddes türbenin avlusuna defnettik.

035

ÖLÜM SAATİ

Yine Hacı Mümin, birkaç yıl Serduzek Mescidi'nin bir köşesinde itikaf ve ibadetle meşgul olan züht ve takva ehli Seyit Ali Horasanî'den birtakım ilginç olaylar nakletti. O olayların birini şöyle anlatır:

Seyit Ali ölmeden bir hafta önce bana "Önümüzdeki Perşembe günü yanıma gel. O gece benim son günüm olacak" demişti. Bunun üzerine Perşembe günü akşam üzeri yanına gittim. Ocağın üzerinde bir miktar süt vardı. Bir bardak kendi içtikten sonra kalanını da bana vererek içmemi istedi. "Bu akşam dünyadan göçeceğim; cenaze işlerimi (Serduzek Camii imamı) Seyit Hâşim üslenecek. Yarın (cami komşularından) Adalet adlı bir şahıs gelir de kefenleme işini üstlenmek isterse, buna razı olma; ama tatlı satıcısı Celal kendi malından beni kefenlemek isterse kabul et" dedi.

Sonra kıbleye doğru dönerek Kurân tilavet etmeye başladı. Ansızın gözlerini kıbleye dikti. Yaklaşık yüz defa "lâ ilâhe illallah" kelimesini tekrarladı. Tüm bedeniyle ayakta durarak "Selam olsun sana ey ceddim!" dedikten sonra kıbleye uzandı ve "Ya Ali! Ya Mevla!" dedi. Daha sonra bana dönerek "Ey genç, bana bakıp da sakın korkma! Ben ceddimin yanına giderek rahatlığa kavuşacağım" dedi. Sonra da gözlerini kapayıp ruhunu Allah'a teslim etti.

036

DÜŞÜNCEYİ BİLME

Yine Hacı Mümin, Serduzek Camii cemaat imamı muhterem âlim Hacı Seyit Haşim'in anlattığı bir olayı naklederek şöyle der:

Bir gün Seyit Haşim minbere çıkarak namazda kalbi huzurun gerekliliği ve önemi hakkında konuşma yaptı. Ve sözlerine şöyle devam etti:

Bir gün şu camide merhum babam (Hacı Seyit Ali Ekber Yezdî) cemaat namazı kıldıracaktı. Cemaatte ben de vardım. Ansızın köylü kıyafeti giymiş biri içeri girdi ve cemaat saflarını yararak babamın hemen arkasındaki ilk safta yerini aldı. Müminler, takvalı kişilerin durması gerektiği yerde onu görünce bu durumdan rahatsız oldular. Ama yabancı, bu duruma aldırış bile etmemişti.

Namazın ikinci rekâtındaydık.  Henüz kunuttayken ansızın fürada kastıyla cemaatten ayrıldı ve namazını bitirip olduğu yere oturdu. Ardından yanında taşıdığı sofrayı açarak ekmek yemeye başladı.

Namaz sona erince cemaattekiler her taraftan ona saldırıp itirazlarını dile getirdiler. Fakat o hiçbir şey söylemiyordu. Babam durumu fark edince "Ne oluyor?" diye çıkıştı. Cemaat; "Meselesini bile bilmeyen şu cahil köylü cemaatin ilk safında durarak size iktida etti; sonra namazın ortasında ayrılarak namazını bitirdi. Ardından hiçbir şey olmamış gibi yemek yedi" diye cevap verdi. Bunun üzerine babam ona; "Neden böyle bir şey yaptın?" diye sordu. Yabancı, "Cevabını gizlice mi söylememi istersiniz, herkesin içinde mi?" dedi.  Babam; "Herkesin içinde söyle" dedi. Bunun üzerine yabancı şöyle dedi:

"Cemaat namazının sevabından yararlanmak amacıyla camiye girdim. Size iktida ettim. Ne var ki, Fatiha sûresinin ortalarına vardığınızda namazdan çıktınız. Artık yaşlandığınızı, camiye gelmekten aciz olduğunuzu düşündünüz. Kendi kendinize artık bir bineğe ihtiyaç olduğunu ve camiye gidip gelirken ona binmeniz gerektiğini hayal ettiniz. Sonra merkeplerin satıldığı meydana giderek kendinize bir binek seçtiniz. İkinci rekâta geldiğinizde bineğinize yem ve yer ayarlıyordunuz. Artık dayanamadım ve daha fazla sizinle cemaat namazı kılmanın reva olmadığını düşündüm. Bu yüzden de namazımı fürada olarak kıldım."

Yabancı, bu cevabı verdikten sonra sofrasını toparlayıp dışarı çıktı. Babam elleriyle başına vurarak ağlamaya başladı. "Bu adam büyük bir insan olsa gerek! Çabuk onu bana getirin; ona ihtiyacım var!" diye hayıflandı. Ancak cemaat dışarı çıktığında adam gözden kaybolmuştu. Bugüne kadar da onu gören olmadı.

Bu öyküden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki: Hiçbir mümine hakaret gözüyle bakılmamalı veya bir müminin yapmış olduğu bir işi doğruya yorma yolu varken onu kötüye yormanın yanlış olduğu bilinmelidir. Zira tahkir edilen kişi, insanların gözünde üstünlük ve ihtiram nedeni olarak bilinen birtakım zahirî şeylere sahip olmadığı için sırf bu nedenle Allah'ın gözünde saygın bir mevkie sahip olabilir veya insan, bilmeyerek de olsa, bir Allah dostuna haksızlık ederek O'nun kahır ve gazabına uğrayabilir.

Aynı şekilde, Allah dostu bir kimse doğru bir iş yapabilir; fakat insan o işi doğruya ve iyiye yorması gerekirken yersiz itiraz ve eleştirileriyle doğruluğa rağmen onun kalbini kırabilir.[27]

037

MÜMİN TAHKİR EDİLMEMELİDİR

Takva ehli alimlerden Hacı Şeyh Muhammed Bâkır Şeyhülislam der ki:

Cemaat namazı bittikten sonra sağımda ve solumda oturan kişilerle tokalaşmayı alışkanlık hâline getirmiştim. Bir defasında Samerra'da merhum Mirza Şirazî'nin kıldırdığı cemaat namazına katılmıştım. Solumda muhterem bir alim, sağımda da basit bir köylü vardı. Namazdan sonra sağ tarafımda oturan muhterem âlimle tokalaştım; solumda oturan köylüye ise elimi uzatmadım. Hemen bu yanlış düşüncemden pişman oldum ve kendi kendime "Sana göre hiçbir şanı ve makamı olmayan bu sâde köylü, Allah katında saygın ve aziz biri olabilir!" dedim. Sonra son derece edepli bir şekilde elimi uzatarak onunla da tokalaştım.

O sırada adeta dünya kokularından olmayan bir misk kokusu algıladım. Oldukça mutlu oldum. İhtiyat ederek ona "Yanınızda bir misk kokusu var mı?" diye sordum. "Hayır, asla böyle bir kokum olmadı" diye cevap verdi. O kokunun ruhanî ve manevî kokulardan olduğuna kesin olarak inanmıştım. Ayrıca o kişinin de çok saygın ve manevî biri olduğuna yakin ettim. O günden sonra hiçbir mümini küçümsemeyeceğime dair kendi kendime ahdettim.

038

ALLAH'IN LÜTFÜ VE KULUN NAKÖRLÜĞÜ

Yine adı geçen merhum Şeyhülislam, Behbehan şehri Cuma imamı Seyit Behbehanî'den (ismini bana tam olarak söylemişti, ama daha sonra unuttum) şöyle işittiğini anlatır:

Vaktiyle Mekke'ye müşerref olmuştuk. Namaz için Mescidü'l-Harâm'a gitmek üzere evden dışarı çıktım. Yolda hayatî bir tehlike atlatmış, Allah'ın inayetiyle ölümden dönmüştüm. Neyse ki sağlıklı bir şekilde mescide doğru yöneldim. Mescit kapısının yakınlarında kavun satıcıları vardı. Yere çok miktarda kavun dökmüş, yoldan geçenlere satıyorlardı. Merak edip fiyatını sordum. "Şu taraftaki kavunların fiyatı şu kadar, ama ucuzunu istersen diğerleri daha iyi" dedi. "Mescit çıkışı alırım" diye düşündüm. Mescidü'l-Haram'a giderek namazla meşgul oldum.

Namazda "Pahalı kavunlardan mı, ucuz kavunlardan mı alayım ya da kaçar kilo alayım? diye düşünüyordum.  Namazım bitene kadar bu düşünceler içerisindeydim. Namazı bitirip dışarı çıkmak istediğimde hiç tanımadım biri yanıma gelerek yavaşça kulağıma bir şeyler fısıldadı. "Seni bugün ölüm tehlikesinden kurtaran Allah'a karşı O'nun evinde kavun namazı kılman doğru olur mu?" diye sordu.

Hemen kabahatimi anlayarak titremeye başladım. Eteğine yapışmak istedim ama, onu bulamadım.

36. ve 38. öykülere benzer yaşanmış birçok öykü nakledilmiştir. Benzeri bir kıssayı da Kısasu'l-Ulema adlı eserin sahibi merhum Tunikabonî, kitabının 311. sayfasında şöyle nakleder:

Seyit Razi'nin kerametlerinden biri de şuydu: Vaktiyle kardeşi Seyit Murtaza'ya namazda iktida etmişti. Rükûa vardıklarında seyit Razi namazını münferit olarak tamamladı. Ona niçin münferit kıldığını sorduklarında, "Rükûa vardığımızda kardeşim Seyit Murtaza'nın fikri hayız meselesiyle meşgul idi. Onu kanlarla boğuşurken gördüm. Bu yüzden namazımı yarıda keserek münferit kıldım" diye cevap verdi.

Bazı kitaplarda seyit Murtaza'nın bu konuyu itiraf ettiği ve şöyle dediği yazılıdır: "Kardeşim doğru anlamıştı. Namaza gelmeden önce bir bayan, bana hayız meselesiyle ilgili bir soru sordu. Namazda ona verdiğim cevabı düşünüyordum. Bu yüzden kardeşim kanlarla boğuştuğumu görmüş olacak."

Kalbî huzur, namazın sıhhat şartlarından değildir. Yani kalbî huzur olmadan kılınan namaz, insandan mükellefiyeti kaldırır ve namazı tekrar kaza veya iade etmeye gerek kalmaz. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şudur: kalbî huzur olmadan kılınan namaz, tıpkı ruhsuz beden gibidir. Yani ruhsuz bedenin bir eseri ve semeresi olmadığı gibi, kalbî huzur olmadan kılınan namazın da bir mükâfatı yoktur. Bu namaz, insanı Allah'a yaklaştırmaz. İnsanı ancak huzur-u kalple kılınan miktar Allah'a yaklaştırır. Bu yüzden bazılarının namazından ancak yarısı, bazılarının ancak üçte biri ve bazılarının da ancak dörtte biri kabul olur.[28] Hatta bazılarının namazının da ancak onda biri makbul olur.

Usul-i Kafi'de İmam Câfer Sâdık'tan (a.s) rivayet edilir ki; bir insan elli yıl namaz kılabilir, ama kıldığı namazlardan iki rekâtı dahi kabul olmayabilir.

Allah'ım! (Katına) yükselmeyen namazdan ve fayda vermeyen amelden sana sığınırım!

039

ACİL YARDIM

Ali Asker İsna Aşerî'nin kâtibi şöyle der:

Bir akşam eşimin burundan kan açılmıştı. Hiç aralıksız burnun iki deliğinden de kan geliyordu. O saatte doktora ulaşmamız mümkün değildi. "Kanama bu şekilde devam edecek olursa, eşimin aşırı kan kaybından ölmesi içten bile değil" diye düşündüm. Daha önceden hiç dile getirmediğim Allah'ın mübarek isimlerinden biri olan "Kabiz" ismini "Ya Kâbiz!" diyerek defalarca tekrarladım. Anında kan kesiliverdi. Öyle ki, bir damla bile akmadı.

Bu olay üzerinden bir hafta geçti. Vakit akşam olunca uyumuştum. Bir ara beni uykudan kaldırarak eşimin tekrar burnun kanadığını söylediler. O akşam okuduğum ismi tekrarlamamı istediler. Aynı ismi tekrarladım ve kan yine kesildi.

Duanın icabet olmasının önemli şartlarından biri de madde ve etkenler üstü Allah'ın sonsuz kudretine yakîn etmektir. Tüm vesileler onun iradesi altındadır. Şek ve tereddüt ile edilen dualar icabetten uzaktır.

Kendisini mutlak olarak Allah'a muhtaç gören ve Allah'tan başka bir yardımcısının olmadığına yakîn eden bir kimse, bu hâliyle O'ndan bir şey dilerse, elbet dileğine kavuşur.

Bazı muteber kitaplarda şöyle bir hâdise nakledilir:

Kadının biri, bir gün bebeğini de kucağına alarak nehir üzerindeki bir köprüden karşıya geçmek ister. Ne var ki köprü kalabalıktır. İzdiham sonucu yere düşer ve kucağındaki çocuk suya yuvarlanır. Yavrusunun nehre düştüğünü gören kadın "Müslümanlar feryadıma yetişin!" diye acı acı bağırır. Bebek, kundağıyla birlikte suyun akıntısına kapılmıştır. Anne ise ümitsizce etrafında bulunanlardan yardım ister. Ne var ki az ileride bir su değirmeni vardır ve küçük yavrusu değirmene doğru ilerlemektedir. Kundak değirmen taşının döndüğü yere iyice yaklaştığında anne, artık çocuğunun taşın altına girerek parçalanacağını anlar. Bu durumda onu kimsenin kurtaramayacağını çok iyi bilmektedir. Çocuk değirmen taşının altına gireceği sırada başını göğe kaldırarak "Allah!" diye haykırır. O sırada hızla akan su bir anda durur ve bulunduğu yerde birikmeye başlar. Anne hemen değirmenin yanına giderek kendi eliyle çocuğunu sudan çıkarır ve Rabbine şükreder.

"Onlar mı (hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz."[29]

040

HÜSEYNÎ İNTİKAM

Birkaç yıl Hindistan'da ikâmet eden ve şu an Şiraz'da bulunan Hacı Muhammed Sevdager, Hindistan'da kaldığı süre içerisinde birtakım ilginç olaylara şahit olduğunu anlatmıştır. Aşağıda, onun anlattığı bir olayı naklediyoruz:

Vaktiyle Bombay şehrinde bir Hindu, resmî bir emlak bürosunda kendisine ait mülkünü satmıştı. Parasının tamamını müşteriden alarak bürodan dışarı çıktı. Şia mezhebine mensup iki dolandırıcı da onu pusuya düşürüp parasını almak için fırsat kolluyordu. Hindu, durumu fark edince hızla evinin yolunu tuttu. Hemen evinin önünde bulunan ağaca tırmanarak izini kaybettirdi. İki dolandırıcı evine girip adamı aramaya başladı. Ama Hindu evde yoktu. Bunun üzerine zavallı Hindu'nun eşini taciz etmeye başladılar. "Onu eve girerken gördük, bir an önce saklandığı yeri söyle" diye zorlamaya başladılar. Zavallı kadın "Bilmiyorum" deyince dövdüler. Kadın sonunda mecbur kalıp "Kendi imamınız Hz. Hüseyin'in (a.s) hakkı için ona bir şey yapmayacağınıza dair yemin ederseniz, yerini söylerim!" dedi. Hayâdan yoksun bu iki arsız, İmam'ın üzerine yemin ederek ona bir zarar vermeyeceklerini ve sadece yerini öğrenmek istediklerini söylediler. Kadın ağaca işaret edince onlar da ağaca tırmanarak Hindu'yu aşağı indirdiler. Üzerindeki paraların tümünü aldılar. Daha sonra takip edilir, rezil oluruz korkusuyla kafasını kesip oradan uzaklaştılar.

Zavallı kadın, başını göğe kaldırarak ey "Şiîlerin Hüseyin'i! Sana edilen yemin üzerine kocamın yerini gösterdim!" diye haykırdı. O sırada aniden biri ortaya çıktı ve parmağıyla o iki adamın boğazına işaret etti. Anında o zorbaların kafaları bedenlerinden ayrılarak yere düştü. Sonra kafası kesilen Hindu'yu dirilterek gözlerden kayboldu.

Devlet makamları bu olaydan haberdar oldu. Araştırmalardan sonra İmam Hüseyin'in mucize gösterdiğine yakîn edildi. Bu olay üzerine Muharrem ayı münasebetiyle devlet makamları tarafından büyük bir ziyafet verildi. Demir yolları taşımacılığı, İmam Hüseyin'in (a.s) matemcileri için ücretsiz seferler başlattı. Yeniden hayata dönen Hindu ve yakın akrabaları da Şiî olarak Müslümanlığı seçtiler.

 

041

ALEVÎ İNTİKAM

Züht ehli muhterem alimlerden merhum Hacı Şeyh Muhammed Şefi' Muhsinî Cemmî yaklaşık iki ay önce Allah'ın rahmetine kavuştu. Merhum, hayattayken bana şu öyküyü anlattı:

Kenkan'da fakir bir meddah vardı. Ev ev dolaşır, Hz. Ali'nin (a.s) methiyle ilgili kasideler okur, halk da ona geçimi için yardım ederdi. Bir gün, rastlantı sonucu yolu Nasibî bir "kadı"nın evine düştü. Orada Hz. Ali'nin (a.s) methinde birçok kaside okudu. Kadı bu işe oldukça öfkelenmişti. Kapıyı açarak "Ne kadar da Ali'yi methediyorsun! Ömer'i methetmezsen sana bir şey vermeyeceğim!" dedi. Meddah; "Ömer uğruna bana verilen şey, benim için yılan zehrinden daha kötüdür; asla o bahşişinizi almam!" diye cevap verdi. Kadı hiddetinin önünü alamayarak zavallı meddahı iyice dövmeye başladı. "Kadı"nın hanımı öne çıkarak "Yeter artık, onu öldürürsen seni de öldürürler!" diye çıkıştı. Sonra da kadıyı içeri götürerek yatıştırdı. Bir sorun çıkmasın diye de meddahın gönlünü almaya çalıştı.

Bir süre sonra "kadı"nın feryadı duyuldu. Kadın, kocasının sesini duyar duymaz hemen içeri koştu. Gördüğü manzara onu şaşkına çevirmişti. Çünkü kocası, hem dili tutulmuş hem de felç olmuştu.

Haberi hemen akrabalarına duyurdu. Ona "Nasıl bu hâle geldin?" diye sorduklarında işaret diliyle kendisini göğün yedinci katına götürdüklerini ve büyük bir zatın yüzüne tokat atarak aşağı fırlattığını anlattı.

Bir süre sonra kadıyı Bahreyn Hastanesi'ne kaldırdılar. İki aya yakın bir süre tedavi altında kaldı. Ancak hiçbir faydası olmamıştı. Bu yüzden Kuveyt'e intikal ettiler.

Şeyh Muhammed şöyle diyor:

Tesadüfen onunla aynı gemiye binmiştik. Birlikte Kuveyt'e gittik. Dua etmem için bana yalvarıyordu. Ona tokat yediği kişinin eliyle şifa bulması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Ne var ki sözüm bu zavallıya tesir etmedi.

Bir süre sonra Kuveyt'teki hastanelere müracaat etti. Onların da bir yararı olmadı. Geçen yıl ona Bahreyn'de rastladım. Bir dükkânda yoksulluk içerisinde yaşıyor ve dileniyordu.

Bu "kadı"nın öyküsüne benzer bir öykü de Ebu Abdullah Muhaddis adlı bir şahıs hakkında nakledilmiştir. Bu olay, Medinetu'l-Maaciz adlı eserin 140. sayfasında Şeyh Mufid'den nakledilmiştir. Rivayete göre Şeyh Mufid şöyle anlatır:

Uncu Cafer'in yanına giderek rüya tabirleriyle ilgili dört adet kitap satın aldım. Dükkândan ayrılmak istediğinde "Otur da bir dostumun başından geçen bir olayı sana anlatayım. Umarım bu olay mektebin yararına olur!" dedi. Sonra da anlatmaya başladı:

Yanımda ilim öğrettiğim bir arkadaşım vardı. Babu'l-Basra mahallesinde Ebu Abdullah Muhaddis adlı bir şahıs halka hadis anlatırdı. Ben ve arkadaşım hadis dinlemek için onun yanına giderdik. Ne zaman Ehlibeyt'in (a.s) faziletleri hakkında bir hadis beyan edecek olsa, hakaret edercesine gönderme yapardı. Bir gün Hz. Zehra'nın (a.s) faziletleriyle ilgili bir hadis yazdırdı ve "Bunların bize bir yararı yok; çünkü Ali (a.s) Müslümanları öldürdü, Hz. Zehra'ya (a.s) karşı da saygısızlık etti!" dedi. Ben de arkadaşıma dönerek "Bundan sonra bu adamdan bir şey öğrenmemiz reva olmaz. Çünkü o dinsiz biri ve sürekli İmam Ali ve Hz. Zehra'ya (a.s) karşı saygısızlık ediyor. Bu, Müslüman bir kimsenin yapacağı bir iş değil!" dedim. Arkadaşım sözlerimi onaylayarak "Bir daha dönmemek üzere başka bir yere gitsek daha iyi olur" dedi.

O gece bir rüya gördüm. Sanki Büyük Cami'e gidiyordum. Ebu Abdullah da oradaydı. Hz. Ali (a.s) eyersiz bir bineğe binmiş cami'e doğru gidiyordu. Kendi kendime "Şimdi kılıcıyla onun boynunu vurur!" diye düşündüm. Ona yaklaştığında sopayla sağ gözüne vurarak "Ey melun! Niçin Hz. Fatma'ya (a.s) hakaret ediyorsun?" diye bağırdı. Muhaddis, elini gözünün üzerine koyarak "Aman Allah'ım, gözümü kör ettin!" diye feryat etti.

Ertesi gün arkadaşımın yanına koştum. Gördüğüm rüyayı ona da anlatmak istiyordum. Ansızın rengi solmuş bir halde onun da bana doğru geldiğini gördüm. "Biliyor musun, ne oldu?" diye sordu. "Hayır" dedim. "Dün gece rüyamda Muhaddis'i gördüm dedi. Sonra da gördüğü rüyayı anlattı. Tıpkı benim gördüğüm rüyanın aynıydı. Ona "Ben de böyle bir rüya gördüm ve bunları anlatmak için sana geliyordum" dedim. "Gel de elimize bir Kurân alarak Muhaddis'e gidelim ve huzurunda böyle bir rüya gördüğümüze dair yemin edelim; bu inancından vazgeçmesi için ona nasihatte bulunalım" dedi.

Birlikte Muhaddis'in evine doğru hareket ettik. Oraya vardığımızda kapıyı açan hizmetçi "Şimdi onu göremezsiniz" dedi. Tekrar kapıyı çaldık. Yine aynı cevabı işittik. Hizmetçi daha sonra bize dönerek "Şeyhin, dün geceden beri elini gözünden çektiğini görmedim. Sürekli feryat ediyor; Ali b. Ebu Talib beni kör etti, diyor!" dedi.

Ona "Biz de bu iş için buraya geldik!" dedik. Bunun üzerine kapıyı açtı; içeri girdik. Feci bir şekilde inliyor ve "Benim Ali ile ne işim olabilir ki; dün gece elindeki sopayla gözümü kör etti!" diye bağırıyordu.

Sonra da bize rüyada gördüklerimizin aynını anlattı. "Bu inancından vazgeç, bir daha da onun yüce makamına dil uzatma!" dedik. "Allah belanızı versin! Ali diğer gözümü de kör etse, onu Ebubekir ve Ömer'in önüne geçirmem!" dedi.

Bu sözler üzerine orayı terk ettik. Üç gün sonra mülakatına gittiğimizde diğer gözünün de kör olduğunu gördük. Buna rağmen yine inancından vazgeçmemişti. Bir hafta sonra gittiğimizde onu toprağa verdiklerini öğrendik. Oğlunun da mürtet olduğunu ve İmam Ali'ye (a.s) duyduğu öfkeyle Rum diyarına göç ettiğini haber aldık.

42

ALEVÎ İNAYET

Mirza Mahmut Şirazî şöyle anlatır:

Merhum Şeyh Muhammed Hüseyin Cehrumî, Necef'in önde gelen alimlerinden ve merhum Seyit Murtaza Keşmirî'nin öğrencilerinden idi. Necef'te ıtır satıcısı biriyle muamele eder, ondan azar azar borç alır, eline geçtikçe de öderdi.

Uzun bir süre borcunu ödemek için eline bir meblağ geçmedi. Yine bir defasında, ıtır satıcısına giderek bir miktar borç istedi. Satıcı, "Şeyh efendi, borcunuz çoğaldı; bundan fazla size borç vermekten beni mazur görün!" dedi. Şeyh üzülmüştü. İmam Ali'nin türbesine giderek hâlini İmam'a (a.s) şikâyet etti. "Ey efendim! Sizin komşunuzum, size sığınıyorum; borcumu ödeyin" diye yakardı.

Aradan birkaç gün geçmiş, Cehrum'dan bir yabancı gelmişti. Şeyh'e gelerek bir kese para verdi ve "Bunu size teslim etmem istendi; bunlar, size aittir!" dedi. Şeyh para kesesini alarak vakit kaybetmeden ıtır satıcısının yanına gitti. Yolda "Tüm borcumu öder, paranın geri kalanıyla da ihtiyaçlarımı gideririm" diye düşünüyordu. Satıcıya "Size ne kadar borcum var?" diye sordu. Satıcı, "Çok fazla" dedi. Şeyh, "Ne kadar olursa olsun ödemek istiyorum" dedi. Satıcı hesap defterini getirerek Şeyh'in borcunu hesapladı (Merhum Mirza borcun meblağını zikretti ama hatırımda kalmadı). Şeyh, para kesesini çıkararak "Borcunu şundan al ve kalanını bana iade et" dedi. Satıcı, Şeyh'in huzurunda paraları saydı. Paralar, tam Şeyh'in borcu kadardı. Şeyh, eli boş ve son derece üzgün bir halde tekrar türbeye gitti. "Ey efendim! İlle de söylediğim kadar vermenize gerek yoktu (daha fazlasını da ihsan edebilirdin)!" dedi. Sonra da hacetlerini sıraladı.

Türbeden dışarı çıktığında ihtiyacını giderecek kadar bir meblağ daha eline geçti.

43

ŞEYTANIN GÖRÜNMESİ

Hacı Ali Selman Meneş der ki:

Bir gece seher vakti, gece namazı kılmakla meşgul idim. Kunutta üç yüz defa "el-afv" denilen vitir namazı için seccademin üzerindeki tespihi alıp doğrulmak istediğimde tespihin açılmayacak bir şekilde düğümlenmiş olduğunu gördüm. Bu işin şeytandan olduğunu ve bu gece beni namazdan mahrum etmek istediğini anladım. Aniden şeytan karşımda beliriverdi. "Ey melun! Niçin böyle yaptın?" dedim. Sözüme aldırış etmedi. Tekrar, "Allah'ın lütfünün benimle olduğunu bilmiyor musun?" diye sordum. Yine itina etmedi. Başımı göğe kaldırarak "Allah'ım! Bana gösterdiğini lütfü zahir eyle ve bu melunun yüzünü siyah et!" diye yakardım.

Ansızın tespihin düğümlerinin çözüldüğüne dair kalbime ilham olunduğunu hissettim. Adeta "Al da zikret" diye ilham olmuştu. Tespihi elime aldığımda hiçbir düğümünün kalmadığını ve o melunun gözden kaybolduğunu gördüm.

Şeytan, Allah'a giden yolu kapamaya çalışan ve insanları bu dergâhtan uzaklaştıran bir köpek konumundadır. İnsan ne zaman Rabbine yaklaşmak amacıyla bir iş yapmak isterse, şeytan o işe engel olmak için elinden geleni yapar. Şeytanı alt etmenin yegâne yolu, yüce Rabbin lütfüne sığınmak ve onun kahredici gücüne dayanmaktır.

Kuşkusuz kim ihlasla Allah'a tevekkül eder, O'nu çağırır ve O'na sığınırsa Allah tarafından korkutucu bir ses, o melunu ürkütüp uzaklaştıracaktır. Bu mâna açık bir şekilde Kurân-ı Kerim'de vaat edilmiştir. Nitekim, Nahl sûresinde şöyle buyrulur:

"Kuran okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hâkimiyeti yoktur."[30]

Melun şeytan; Hz. Yahya, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. İsa (a.s) gibi büyük peygamberlerin karşılarında da cisme bürünmüş, onları rahatsız etmeye çalışmıştır. Ejderha kılığına girerek namaz halinde olan İmam Zeynelabidin'in (a.s) ayak parmağını ağzına almak istemiş, ancak ilahî ve korkutucu bir ses onu ürkütüp oradan uzaklaştırmıştır.

Aynı şekilde, diğer müminlerle ilgili birçok kıssa rivayet kitaplarında nakledilmiştir. Bunları kaleme almaktaki maksadım, insanlara Allah'a sığınmanın gerekliliğini vurgulamaktır. Hayırlı bir işe girişmeden önce ne şekilde şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak gerektiği konusunda merhum Nuri'nin Dâru's-Selam adlı eserinin 3. cildine müracaat edilebilir.

Yine rivayet edilir ki; Allah yolunda sadaka vermek isteyen kişinin eline yetmiş şeytan yapışır ve onu fakirlikle korkutarak bu büyük hayırdan mahrum etmek isterler.

44

CİMRİLİĞİN KÖTÜ ETKİLERİ

Büyük âlimlerden biri şöyle nakleder:

Merhum Bîdâbadî'ye gönülden bağlı olan İsfahan'ın saygın tacirlerinden biri şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Merhum Bîdâbadî onu ziyarete gittiğinde hastalığın şiddetiyle baygın yatıyordu. Bîdâbadî onu ölüm tehlikesiyle burun buruna gördü. Varlıklı biri olduğu için çocuklarına, "On dört bin tümen sadaka ayırın ve bunları fakirler arasında taksim edin; ben de şifasını Hz. Mehdi'den (a.f) talep edeceğim" dedi. Tacirin çocukları merhumun bu isteğini kabul etmediler. Bunun üzerine merhum Bîdâbadî üzülerek oradan ayrıldı. Kendisine eşlik eden birine "Bu hastanın evlatları cimrilik edip sadaka vermediler. Ama bu hasta bizim arkadaşımız ve boynumuzda hakkı var; ona dua etmeli ve şifasını Allah'tan dilemeliyiz" dedi.

Daha sonra birlikte eve gittiler. Akşam namazından sonra merhum Bîdâbadî ellerini göğe kaldırarak Allah'tan onun için şifa dileyeceği yerde "Allah'ım, onun günahlarını bağışla" dedi.

Arkadaşı, "Niçin Allah'tan şifasını dilemediniz?" diye sordu. Merhum, "Dua etmek istediğimde 'Artık onun için mağfiret dile!' diye bir ses işittim ve öldüğünü anladım" dedi. Olayı araştırdıklarında o saatte hastanın, Allah'ın rahmetine kavuştuğu ortaya çıktı.

En büyük hüsran, varlığın büyük bir kısmını heva ve heves uğruna harcamak fakat o miktarı, hatta ondan daha az bir miktarı Allah yolunda harcamaktan kaçınmaktır. Aynı insan, hastaneye çok fazla meblağ ödeyerek ve hatta bir taahhüt göstererek orada kalmayı kabullenebiliyor; hâlbuki bu meblağdan daha az bir miktarı şifa bulur ümidiyle Allah yolunda sadaka vermeye razı olmuyor. Daha da öteye, kesin eceli gelip çatsa da çatmasa da vereceği miktarın ahireti için bir azık olacağı hususunda gaflet ediyor. Tüm bunlar kişinin ilahî vaatlere olan imanının zayıflığından ve dünyaya olan düşkünlüğünden kaynaklanmaktadır.

Nitekim İmam Câfer Sâdık (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Hastalarınızı sadaka vererek tedavi ediniz."

Burada hadisin maksadı, doktor ve ilaç vesilesiyle tedaviyi terk etmek değildir. Bilakis, dua ve sadaka vererek doktor ve ilaç tedavisini etkili ve faydalı kılmaktır. Çünkü ilacın etki göstermesi Allah'ın iradesine bağlıdır. Doktor ve ilaca verdiğimiz önemden daha fazlasını sadaka ve duaya vermeliyiz. Bu konu büyük günahları terk etme bahsinde detaylı bir şekilde açıklanmıştır.

045

İMAM HÜSEYİN'E (A.S) YAS TUTMAK

Bir diş hekimi olan merhum Seyit İsmail Mucab, Hindistan'da kaldığı süre içerisinde tanık olduğu birçok ilginç şeyler anlatmıştır. O olayların birini şöyle nakleder:

Hindistan'da Hindu olmalarına rağmen İmam Hüseyin'i (a.s) çok seven bir grup tacir vardı. Bunlar, mallarının bereketli olması için her yıl O'nun matem merasimine katılır, yıllık kazançlarının bir bölümünü yine O'nun yolunda harcarlardı. Hatta bazıları Âşura gününde şerbet, su ve dondurma hazırlayarak bu merasime katılanlara ikramda bulunurlardı. Bazıları da İmam Hüseyin (a.s) için ayırdıkları meblağı, matem yapılan merkezlerde kullanılması amacıyla Şiîlere verirlerdi.

İşte bu Hindulardan biri, sine döven gruplarla birlikte hareket etmeyi ve sine dövmeyi kendine alışkanlık edinmişti. Öldüğü vakit Hindu yakınları, ayinleri gereği cesedini ateşte yaktılar. Sağ eli ve sinesinin dışında her yeri kül olmuştu. Ateş bu iki uzvu yakmamıştı. Yakınları bu uzuvları alarak Şiilerin mezarlığına götürdüler ve Şiîlere, "Bu uzuvlar sizin Hüseyin'inize (a.s) aittir!" dediler.

Dünya ateşiyle mukayese dahi edilemeyen cehennem ateşi bile İmam Hüseyin'in (a.s) sayesinde söner ve esenliğe dönüşür. O halde dünya ateşinin İmam Hüseyin'in (a.s) hatırına yakıcı olmaması çok da şaşırtıcı bir şey olmasa gerek.

Bir grup Hindistanlının her yıl Âşura akşamları çıplak ayakla ateşte yürüdükleri ve buna rağmen ateşin onları yakmadığı herkes tarafından bilinmektedir.

046

BİR MUCİZE DAHA!

Müellif der ki:

1358 yılında, Necef'te olduğum dönemlerde Muharrem ayında kama vurmak, sine dövmek ve deste gruplarının dışarı çıkması Irak hükümeti tarafınca şiddetle yasaklanmıştı. Âşura akşamı mukaddes türbe ve avlusunda sine dövülmemesi için, ilk geceden itibaren türbenin kapıları ve revakı hükümet tarafından kilitlendi. Aynı şekilde avlunun kapılarını ve son olarak da kıble kapısını kilitlemek istediklerinde ansızın büyük bir kalabalığın desteler hâlinde kapıya doğru hücum ettiği ve içeri girdiği görüldü. Kalabalık, engel tanımayarak türbeye doğru harekete geçti. Ancak kapılar kilitliydi. Bunun üzerine bulundukları eyvanda ağıt okumaya ve sine dövmeye başladılar.

Bir grup güvenlik görevlisi amirleriyle birlikte çıkageldiler. Amir, ayağındaki botla eyvanda bulunan mâtemcilerden birine tekmeyle vuruyordu. Öfkeli amir hırsını alamayıp görevlilere, matemcileri tutuklamalarını emretti. Oysa desteler hâlindeki matemciler daha fazlaydı ve amiri havaya kaldırarak avluya fırlatmışlardı. Amir, bu olay sonucu feci şekilde yaralandı. Olaydan etkilenen diğer görevliler de etkisiz kılmıştı.

Devlet güçlerinin birazdan gelerek bu olaya müdahale etmek isteyeceklerinden endişe eden matemciler son derece üzgün bir halde türbenin kilitli kapısına doğru harekete geçtiler. Bir yandan sine dövüyor, bir yandan da "Ey Ali! Kapıyı aç, biz senin evladının matemcileriyiz!" diye bağırıyorlardı.

Türbenin, revakın ve avlunun tüm kapıları bir anda açılıverdi. Bazı güvenilir görgü tanıklarının bana anlattıklarına göre kapıların ve duvarların arasında bulunan kalın demir şişler ortadan ikiye bölünmüştü.

Sonuçta, desteler hâlindeki kalabalık türbeye girerek sine dövdüler. Bu haberi duyan Necef sakinleri de avluda ve türbede toplanarak onlara katıldılar.

Bu arada emniyet güçleri de ortadan kaybolmuştu. Mezkur olay Bağdat'a rapor edildiğinde matemcilere bir zorluk çıkarılmaması emredildi. O yıl Necef ve Kerbela'da önceki yıllara oranla daha fazla matem merasimleri düzenlendi.

Bu açık mucizeyi şairler şiirlerinde dile getirdiler. Bu şiirlerden birini önde gelen Araplardan biri tabloya yazarak türbenin duvarında astı. Ben de bu şiirlerden birkaç mısra alıntı yaptım:

Murtaza'nın mucizesini gördün mü?

Gel de Müslüman'san eğer itiraf et!

Avucumuz açılır gibi kapılar açıldı yüzümüze

Bu iki rahatlığın değerini bil de ihsan et

Muharremlikte akan kanlara kim engel olur?

Matem sahiplerinin önüne çekseler de set

Olmasaydı o vasiden bu güzel inayet

Fitne çıkardı sonunda, kan akardı elbet[31]

Allahın salât ve selamı O'nun üzerine olsun.

047

KABİRDEN KURTULUŞ

Mirza Mahmut Şirazî şöyle nakleder:

Merhum Seyit Zeynelabidin Kâşî'nin Kerbela'da takva ehli, dindar ve inancı sağlam Tebrizli (ismini söylemişti ama ben daha sonra unuttum) bir hizmetkârı vardı. Kerbela'ya gelmeden önce başından geçen bir olayı şöyle anlattı:

Tebriz'in dışında, mezarlığa yakın bir yerde kahvehanem vardı. Geceleri orada uyurdum. Havanın çok soğuk olduğu bir gece kahvehanenin kapılarını sıkıca kapatarak oracıkta uyudum. Birden kapının süratle dövüldüğünü işittim. Hemen koşup kapıyı açtım. Adam beni görünce kaçtı. Geriye döndüm. İkinci kez daha şiddetli vurmaya başladı. Yine kapıya koştum, ama adam tekrar kaçtı. Kendi kendime "Anlaşılan bu adam bu gece beni uyutmayacak!" dedim. Elime bir sopa alıp kapının arkasında oturdum. Heyecanla gelmesini bekledim. Üçüncü kez kapıyı çalıp kaçmıştı. Mezarlığa kadar onu takip ettim. Ne var ki mezarlığa girer girmez bir anda ortalıktan kaybolmuştu. Olduğum yerde durarak etrafıma bakındım. Onu bulmaya çalışıyordum. Sonra da "Belki burada bir yere saklanmıştır, birazdan ortaya çıkar" diye düşünüp oracıkta uyudum.

Uyumak için başımı yere koyduğumda toprak altından zayıf bir inilti sesi işittim. Meğer bulunduğum yer yeni bir kabirmiş ve o gün öğleden sonra defnedilmiş. Adam kalp krizi geçirmiş, yakınları da kalbinin durduğunu sanarak onu o halde toprağa gömmüşler.

Hâline acıyıp kurtarmak için girişimde bulundum. Mezarın üzerindeki toprakları kenara atıp adamı oradan çıkardım. "Nerdeyim? Babam nerede? Annem nerede" diye sorular sormaya başladı. Elbisemi ona giydirerek kahvehaneme getirdim. Adamı tanımadığım için akrabalarına da haber veremedim. Yavaş yavaş sorular sorarak mahallesini ve evinin yerini öğrendim. Hemen o akşam annesini ve babasını bularak durumu onlara da bildirdim. Bunun üzerine onlar da kahvehaneme gelerek onu evlerine götürdüler. Kapıyı çalıp kaçan kişinin, o gencin kurtarılması için görevlendirilen gaybî bir memur olduğunu anladım.

48

İLGİNÇ BİR NASİHAT

Ehlibeyt velayetinin (a.s) muhlisi olarak bilinen Aga Mirza Ebulkâsım Attar Tahranî, merhum Hekim Molla Hâdî Sebzivarî'nin talebelerinden olan merhum Hacı Şeyh Abdunnebi Nuri'den şöyle nakleder:

Merhum Hacı Sebzivarî'nin ömrünün son yılıydı. Bir gün adamın biri merhumun dersine gelerek, "Mezarlıkta bir adam var. Bedeninin yarısı içeride, diğer yarısı da dışarıda; sürekli gökyüzüne bakıyor. Çocuklar ne kadar ona sataşıp rahatsız etmeye çalışsalar da oralı olmuyor" dedi.

Bunun üzerine merhum, "Bu şahsı bizzat kendim görmem gerek" dedi. Merhum adamı yakından görünce çok şaşırmıştı. Yanına yaklaştı ancak adam ona da itina etmedi.

Merhum, ona "Senin deli olduğunu sanmıyorum, ama yaptığın iş akıllıların işine benzemiyor!" dedi. Bunun üzerine adam, "Ben cahil ve gâfil biriyim; ancak iki şeye yakînen inanıyorum: Birincisi; hem benim hem de bu âlemin şânı pek yüce olan bir yaratıcısı var; O'nu tanıma ve O'na ibadet etme konusunun ihmal edilmemesine inanıyorum.

Diğeri ise; bu âlemde kalmayacağıma ve öteki âleme göçeceğime tam olarak inanıyorum. Ama o âlemde durumumun ne olacağını bilmiyorum.

Muhterem Hacı! Bu iki ilim beni perişan etti. Öyle ki insanlar beni deli sanıyorlar. Siz kendinizi Müslümanların âlimi olarak gördüğünüz halde ve bu kadar ilminiz olmasına rağmen neden bir zerre de olsa acı hissetmiyor, korkmuyor ve düşünmüyorsunuz?"

Adamın öğütleri bir ok gibi Hacı'nın kalbine saplanmıştı. Bu sözleri işittikten sonra hâli değişmişti. Perişan bir halde geri döndü.

Ömründen geriye az bir zaman kaldığını hisseden Hacı, artık ahiret seferini düşünüyor, bu tehlikeli ve uzun yolculuk için hazırlık yapıyordu. Sonunda da Allahın rahmetine kavuştu.

İnsan ne makamda olursa olsun daima nasihat dinlemeye muhtaçtır. Çünkü işittiği nasihati biliyor ise bu, onun için bir hatırlatma sayılır. Zira insan unutkandır ve devamlı bir hatırlatıcıya ihtiyaç duyar. Ama eğer işittiği nasihati bilmiyor ise, bu nasihat ona ilim ve marifet kazandırır.

Bu yüzden Kurân-ı Kerim, hayrı dilemenin ve karşılıklı nasihatleşmenin her Müslüman'ın vazifesi olduğunu vurgulayarak şöyle buyurur:

"Ant olsun asra. İnsan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.[32]

Başkasına nasihat edip öğüt vermek Allahın emri olduğu gibi dinlemek ve kabul etmek de lazım ve kaçınılmaz bir iştir. Zira nasihat hem dinlemek, hem kabul etmek, hem de ona uymak için emredilmiştir. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim'de "Nasihati işitip de kabul eden yok mudur?" ifadesi defalarca tekrarlanmıştır.

Şunu da belirtmekte yarar var: Her ne kadar nasihatin kısmî ve anlık bir etkisi olsa da, sonuçsuz değildir. Aslında bu tür toplantılara katılmak ve kimden olursa olsun nasihat dinlemek insan için bir saadettir.

Mesleme'den şöyle nakledilir:

Bir sabah Ömer b. Abdülaziz'in evine gittim. Sabah namazından sonra yalnız olduğu odaya cariyelerinden biri bir miktar hurma getirdi. Hurmadan bir miktar alarak "Ey Mesleme! Bunu yer ve üzerinden bir bardak su içersek yeterli olur mu?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedim. Bir miktar daha alıp "Peki ya bu kadar alsak nasıl olur?" diye sordu. "Evet, bu miktar yeterli olur; hatta bundan daha azını da yerse akşama kadar başka bir şey yemesine gerek kalmaz" dedim. "O halde insan neden cehenneme gitsin? Yani bir gün boyunca bir avuç hurma ve bir miktar suyla idare edebilen insan neden bu kadar dünya malına tamah ediyor ve haramlardan sakınmayarak cehenneme gidiyor?" diye sordu. O güne kadar hiçbir nasihat beni bu kadar etkilememişti."

Kimse hangi sözün onu daha çok etkileyeceğini bilemez. Mesleme bu kadar öğüt dinlemesine rağmen hiçbir söz onu bu denli etkilememişti.

Bazı tefsir kitaplarında Fuzeyl Ayaz'ın başından geçen bir olay şöyle rivayet edilmiştir:

Fuzeyl, ömrünün bir bölümü günah ve isyan içinde geçirmiş biriydi. Bir akşam vakti soygun yapmak amacıyla bir kervanı takibe koyulur. Bir an Kurân okuyan bir şahsın sesini işitir. Adam şu ayeti tilavet ediyordur: "İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kurân sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?"[33] Bu ayeti işittikten sonra gafletten uyanır ve "Evet, vakti geldi!" diyerek geldiği yoldan tekrar geri döner. Gerçek manada tövbe edip üzerindeki kul haklarını iade eder ve böylece tüm alacaklılarını kendisinden razı eder. Bir süre sonra da zamanının en iyi insanlarından biri olur.

Yine şöyle anlatılır:

Zenginlerden biri, bir vaizin yanından geçerken ondan şöyle bir söz işitti: "Zayıf kulun güçlü Rabbine isyan edip baş kaldırmasına şaşarım!" Adam bu sözden çok etkilendi ve tüm günahlarını terk etti. Sonunda doğru yolu bularak zamanının saygın insanları arasına girdi.

Bu şahıs da hayatı boyunca birçok nasihat dinlemiş olabilir, ama onu gafletten uyandıran ve değiştiren şey, sadece bir cümle olmuştu.

Abdullah b. Mübarek'e "Daha ne zamana kadar ilim ve hadis talep edeceksin?" diye sorduklarında "Bilmiyorum; henüz kurtuluş ve saadetimi hazırlayacak sözü duymamış olabilirim" diye cevap verdi.

Rabbanî âlimlerden merhum Şeyh Câfer Şuşterî, minberde şöyle dua ederdi: "Allah'ım! Meclisimizi öğüt meclisi kıl. Öğüt meclisi, ancak günahkâr bir kimsenin pişmanlık duyarak günahlarını terk etmesi, itaat ehlinin de itaat yolunda şevkini ve ihlâs arzusunu artırmasıyla olur."

Sonuç olarak âlim ve gayri âlim herkes öğüt meclislerine katılmalı, onları kabullenmeli ve pratiğe dökmelidir. Bilmeyenler öğrenmek için, bilenler ise hatırlamak için nasihatlerden pay almalıdır.

Öğüt dinlemenin faziletiyle ilgili oldukça hadis zikredilmiştir. Bunun önemini anlamak için öğüdün ruhun gıdası olduğunu ve kalbe hayat bahşettiğini bilmek yeterlidir. Nitekim İmam Ali (a.s), oğlu İmam Hasan'a (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kalbini nasihatle dirilt! Zira nasihat, nefsi ve şeytanı rüsva eder; insanı onların şerrinden korur; vesveseleri ve ıstırapları bertaraf eder; gönül rahatlığını ve güvenceyi icat eder; 'gönüller Allah'ın zikriyle sükûnete erer.'"[34]

Niceleri vardır ki birtakım sıkıntılar ve şeytanî vesveseler yüzünden intihara teşebbüs etmiş, bu düşüncelere öğütle karşı koyarak gönül rahatlığını elde etmiştir.

Şu noktayı da hatırlatmakta yarar vardır: Öğüt toplantılarına ve öğüt veren kişilere ulaşamayacak durumda olanların, başta Kurân-ı Kerim olmak üzere bu konuyla ilgili kitaplara müracaat etmelerinde fayda vardır. Aşağıdaki kitaplar ve bu alanda yazılan diğer eserler, okuyucular için tavsiye edilir niteliktedir:

1-Kurân-ı Kerim ve mealleri.

2-Nehcü'l-Belaga: İmam Ali'nin (a.s),  insanı düşünceye sevk eden hutbeleri muhakkak faydalı olacaktır.

3-Biharu'l-Envar, c.17, Allame Meclisi: Peygamberimizin (s.a.a) ve hidayet imamlarının (a.s) nasihatleri bu kitapta bir araya toplanmıştır.

4-Miracu's-Saadet, Merhum Narrakî

5-Aynu'l-Hayat, Allame Meclisî

49

TÖVBE NASİBİ

Mirza Ebulkâsım, merhum İtimadu'l-Vaizîn Tahranî'den şöyle nakleder:

Vaktiyle Tahran'da ekmek bulmak oldukça güçtü. Bir gün Mirgazabbaşı Nasreddin Şah, su ambarının eyvanına çıkmış, köpeklerin uluma sesleriyle karşılaşmıştı. Durumu araştırdığında bir köpeğin yavruladığını ancak yiyecek bulamadığı için yavrularına süt veremediğini, bu yüzden de acı acı uluduğunu öğrendi. Kısacası, bu duruma çok üzüldü. Komşu fırından bir miktar ekmek alarak köpeğin önüne attı. Sonra da merakla köpeği seyretti. Köpek ekmeği yedikten bir süre sonra göğsünün sütle dolduğunu anlayınca yavrularına süt vererek onları sakinleştirdi.

Mirgazabbaşı, bir ay boyunca köpeklerin yiyeceğini komşu fırından satın aldı. Her gün çırağa "Şu köpeklerin ekmeğini sen ver. Eğer bir gün dahi ihmal ederseniz sizi affetmem" diyordu.

O zamanlar arkadaşlarıyla dönüşümlü olarak birbirlerine misafir oluyorlardı. Her gün öğleden sonraları gezintiye çıkarlar, akşam olunca da yemeği sıradaki arkadaşlarının evinde yerlerdi. Tesadüfen o gece sıra Mirgazabbaşı'ndaydı.

Mirgazabbaşı'nın iki eşi vardı ve ayrı ayrı evlerde kalıyorlardı. Bir hanımının evi Tahran'ın merkezindeydi ve misafir ağırlamak için onun evi daha uygundu. Diğer hanımının evi ise Tahran'ın girişindeydi.

Tahran'ın merkezinde kalan eşine bir miktar para vererek "Şu kadar misafirimiz var; ona göre eksiksiz bir hazırlık yapmanı istiyorum!" diye tembihte bulundu. Sonra da her zamanki gibi öğleden sonra arkadaşlarıyla beraber şehir dışına gezmeye çıktı. O gün gezileri epey uzadı. Arkadaşları, "Bugün çok yorulduk, en iyisi şehir girişindeki evine gidelim; hem daha yakın olur!" dediler.

Mirgazabbaşı, "Maalesef şehir girişindeki evimde bir hazırlık yapılmadı. Merkezdeki eve gitsek daha iyi olur" dediyse de arkadaşları oraya gitmeye razı olmadılar ve "Biz bu evde kalacağız!" diye direttiler. "Bu gece aza razıyız, yarın diğer evine gider, geri kalanını orada yeriz!" dediler.

Mirgazabbaşı arkadaşlarının bu teklifini mecburen kabul etmek zorunda kaldı. Az da olsa kebap yaptırıp misafirlerine ikram etti. Geceyi orada geçirdiler.

Seher vakti herkes Mirgazabbaşı'nın ağlama sesleriyle uyanmıştı. "Niçin ağlıyorsun?" diye sordular. "Rüyamda İmam Zeynelabidin'i (a.s) gördüm. Bana, 'Allah köpeklere yaptığın ihsanı kabul etti. Bu yüzden de seni ve arkadaşlarını ölümden kurtardı. Zira ilk eşin sana olan öfkesinden, mutfağın falan yerine zehir gizledi. Oraya gidecek olsaydınız yemeğinize katacaktı. Yarın git, o zehri bul. Ama eşine eziyet etme. Kendi gönül razılığıyla ayrılmak isterse güzel bir şeklide ondan ayrıl! Allah, gerçek tövbeyi sana nasip edecektir. Kırk gün sonra da babam Hüseyin'in (a.s) ziyaretini gerçekleştirmek üzere Kerbela'ya gideceksin!' buyurdu."

Mirgazabbaşı, sabah olduğunda arkadaşlarına dönerek "Rüyamın doğruluğunu öğrenmek için benimle birlikte o eve gelmenizi istiyorum" dedi. Hep birlikte Tahran'ın merkezindeki evine gittiler.

Eve vardıklarında hanımı hemen öne çıkarak, "Dün gece epey hazırlık yapmıştım, neden gelmediniz?" diye itirazda bulundu. Mirgazabbaşı oralı olmayıp arkadaşlarıyla birlikte hemen mutfağa koştu. Tıpkı İmam'ın (a.s) rüyada anlattığı gibi, zehir oradaydı. Onu eşine göstererek "Dün gece bununla bize ne yapmayı düşünüyordun? diye sordu. Cevap vermeyince, "Eğer İmam'ın emri olmasaydı bu kötülüğünü telafi ederdim, ama efendimin emri üzerine sana ihsan edeceğim. İstersen bu evde kal; ben sana hiçbir şey olmamış gibi davranırım. Ama istemiyorsan, boşanırız; ne istersen sana veririm!" dedi.

Eşi rezil bir duruma düştüğünü görünce bir daha onunla aynı çatı altında kalamayacağını anlamıştı. Bunun üzerine boşanmak istediğini belirtti. Mirgazabbaşı da eşinin isteği üzerine onu güzellikle boşadı.

Bu olaydan sonra Mirgazabbaşı görevinden istifa etti ve istifa dilekçesi kabul edildi. Daha sonra tövbe ederek borçlarını ve üzerindeki kul haklarını ödemeye başladı. Rüyada gördüğü gibi Kerbela'ya müşerref oldu. Ölünceye dek de orada kaldı.

Köpeğe dahi olsa, Allah'ın yarattığı varlıklara ihsanda bulunmak konusunda birçok hadis zikredilmiştir. Bazen bu ihsanlar insanın akıbetinin hayra dönüşmesine ve Allah'ın mağfiretini elde etmeye vesile olmaktadır.

Bu konuda şahit oldukça fazladır. Nitekim, Biharu'l-Envar adlı eserin 14. cildinde Hayatu'l-Hayvan adlı bölümde Dumeyrî, Allah Resulü'nden (s.a.a) şöyle nakleder:

Vaktiyle kadının biri çöle gitmişti. Bir süre sonra oldukça susadı. Kendini bir su kuyusuna yetiştirdi. Kuyunun dibine inerek doyuncaya kadar su içti. Kuyudan çıktığında susuzluktan kuyunun etrafındaki nemli toprağı yalayan bir köpek gördü. Kendi kendine "Zavallı köpek! O da benim gibi susamış olsa gerek" diye düşündü. Hâline acıdı ve su çıkarmak için aynı zahmetle tekrar kuyunun dibine indi. Çizmesinin içine su doldurdu ve ağzıyla kavrayarak yukarı çıktı. Sonra da onunla köpeğin susuzluğunu giderdi. Bu iyiliğine karşılık olarak da Allah ona yardım etti ve günahlarını affetti.

"Ey Allah'ın Resulü! Hayvanlara yaptığımız iyiliklerin bir karşılığı var mıdır?" diye sorduklarında; "Evet, susayan her ciğeri serinletmenin ve ona su vermenin bir mükâfatı vardır" buyurdu.

Yine aynı kitapta Resul-i Ekrem'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Miraca gittiğim akşam cennete girdiğimde orada birini gördüm. Susuz bir köpeği suyla doyuruyordu."[35]

Yeri geldiğinde hayvana iyilik yapmak günahların bağışlanıp akıbetin hayırlı olmasına sebep olabiliyorsa insanlara, özellikle de müminlere ihsan etmenin etkisini düşünebiliyor musunuz?

050

İMAM RIZA (A.S) ZİYARETÇİLERİ

Rabbani âlim Hacı Şeyh Muhammed Cevad Bîdâbadî'yle aynı dönemde yaşayan takva ve yakîn ehli bir zat şöyle nakleder:

Bir gün Merhum Bîdâbadî, ziyaret amacıyla kız kardeşiyle birlikte İsfahan'dan Meşhed'e hareket etti. Kırk gün orada ikamet etmeyi niyet etmişlerdi. Henüz ikametlerinin üzerinden 18 gün geçmemişti ki rüya âleminde İmam Rıza'yı (a.s) gördü. İmam ona "İsfahan'a dönmelisin" diye emretti. "Efendimiz, ben burada kırk gün kalmayı niyet etmiştim. Henüz geleli 18 gün olmadı" dedi. Bunun üzerine İmam "Kız kardeşin annesinin özlemine dayanamıyor; bizden İsfahan'a dönmesini talep etti. Onun hatırı için dönmelisin, ziyaretçilerimi sevdiğimi bilmiyor musun?" diye cevap verdi.

Merhum Bîdâbadî uyandığında kız kardeşine "Geçen gün İmam Rıza'dan (a.s) ne istedin?" diye sordu. "Annemin ayrılığına dayanamayıp üzülünce yüce İmam'dan İsfahan'a dönmemizi talep ettim" dedi.

İmam Rıza'nın (a.s) tüm Şiîlerine, özellikle de türbesini ziyaret edenlere duyduğu şefkat ve muhabbet herkes tarafından bilinmektedir. Nitekim ziyaretnâmesinin bir bölümünde, "Selam olsun sana ey şefkatli İmam!" ibaresi yer almaktadır. Mukaddes türbesini ziyaret eden herkes, İmam'dan yana muhakkak muhabbet ve inayet görmüştür.

051

EVLAT ACISI

Müminlerin yanında takva ve iyilikseverliliğiyle tanınan Seyit Zinnur (mimar) şöyle nakleder:

Bir gece rüyamda oldukça geniş bir bağın içinde görkemli bir köşk görmüştüm. Muhafızdan izin alıp içeri girdim. Köşkün büyüklüğü beni büyülemişti. İçinde gezinmeye ve derinliklerine doğru yürümeye başladım. Olağanüstü güzellikte bir yere vardım. Etrafı ırmaklarla çevrili bu yer, mest edici kokular saçan yasemin ağaçlarıyla daha da muhteşemdi. Ağaçların gölgesinin altında çeşit çeşit süslerle bezenmiş bir taht vardı. Şeyh Muhammed Kâsım Talakat (vaiz) tüm heybeti ve izzetiyle tahtın üzerindeydi.

Muhafıza dönerek, "Bu saltanat kime ait?" diye sordum. "Saltanat kürsüsünde oturan Talakat'a ait" diye cevap verdi. İzin alarak huzuruna çıktım. Uzun bir teşrifattan sonra "Sizinle bir arkadaşlığımız vardı ve durumunuzdan haberdar idim. Nasıl oldu da Allah size böyle bir makam inayet etti?" diye sordum. "Evet, haklısın. Benim bu makamı hak edecek bir amelim yoktu, ama 18 yaşında genç bir oğlum vardı. Dünyadayken ansızın boğazında bir hastalık meydana geldi ve 24 saat içerisinde o hastalık yüzünden öldü. Allah da bu musibet karşılığında şu gördüğün makamı bana ihsan etti" diye cevap verdi.

Seyit Zinnur şöyle der: Talakat'ın oğlunun ölümünden haberim yoktu. Onu görüp rüyamı anlatmak istedim. Kendi kendime "Belki de oğlu ölmemiştir ve rüyanın başka bir tabiri vardır" diye düşünüyordum. Âlim arkadaşlarımdan birine merhumun oğlunu sordum. "Evet, onun 18 yaşında bir oğlu vardı ve 24 saat içerisinde hayatını kaybetti" diye cevap verdi.

Evlat acısına, özellikle de erkek çocuklarının ölümlerine sabretmenin mükâfatıyla ilgili olarak birçok rivayet ve kıssa nakledilmiştir. Bu kıssaları merhum Tuveyserkanî Leâliyu'-l-Ahbar adlı eserinin başlarında nakletmiştir. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek için Şehid-i Sani'nin Meskenu'l-Fuad fî Mevti'l-Ehibbe ve'l-Evlâd adlı eserine müracaat edebilirsiniz.

Burada, konuyla ilgili bir hadisi zikretmekle yetiniyoruz: İmam Câfer Sâdık (a.s) şöyle buyurmuştur: "İster sabretsin, ister sabretmesin evladını kaybeden müminin mükâfatı cennettir."[36]

Her musibetin mükâfatı sabır göstermeye bağlıdır. Ama evlat acısı bundan istisnadır. Yani insan bu musibete sabredemese dahi Allah katında mükâfatı sabittir.

052

SADIK RÜYA

Yakîn ehli Ehlibeyt aşıklarından merhum Hacı Şeyh Muhammed Şefi' Cemmî şöyle anlatır:

Vaktiyle bir Gadir-i Hum bayramında Necef'e müşerref olmuştum. Ziyaretimi tamamladıktan sonra memleketime (Cem) döndüm.

Muharrem ayında Hüseyniye'de, İmam Hüseyin (a.s) anısına matem törenleri düzenliyordum. Aşura günü gelip çattığında şevkle o yüce İmam'ı ziyaret etmeyi arzulamıştım. Bu muradımın yerine gelmesi için O'na tevessül ettim. Normal şartlara göre oraya gitmem imkânsız gibi görünüyordu. Aynı gece rüya âleminde İmam Ali ve imam Hüseyin'in (a.s) mübarek cemalini ziyaret ettim.

İmam Ali (a.s) oğluna, "Niçin Muhammed Şefi'in gelmesine izin vermiyorsun?" diye sordu. İmam Hüseyin (a.s), "İzin belgesini yanımda getirim" diye cevap verdi. Sonra her iki tarafı eşit olan ve üzerine iki nurlu satır yazılı bir kâğıt verdi. Şiir ehli olmadığım halde bir bakışta onu ezberledim:

Ol şahın muhlislerindendir kendisi

Adı Muhammed'dir hem de Şefi'

Nasip oldu yoldaşa Kerbela'ya yolculuk

Gerçi çok olmamıştı Necef'ten döneli

Uyandığımda son derece neşeliydim. Artık dileğimin gerçekleşeceğinden kesinlikle emindim. Rabbime şükürler olsun ki, aynı gün içerisinde Kerbela'ya gitme vesileleri tedarik olmuştu. O gün Kerbela'ya doğru yola koyuldum ve İmam'ın pak türbesini ziyaret ettim.

Merhum Hacı Şeyh Muhammed Şefi' ile yaklaşık 30 yıl arkadaşlığımız olmuştu. Birkaç hac ziyareti yanı sıra diğer ziyaretlerde de birlikteliğimiz oldu. Amel ehli, güzel ahlaklı, sadık ve ihlâslı bir Ehlibeyt (a.s) aşığıydı. Gittiği her şehirde hayırsever kişilerle ülfet kurar, katıldığı her mecliste insanlara Allah'ı ve Ehlibeyt'i (a.s) hatırlatırdı. Ehlibeyt'in (a.s) menkıbelerini anlatmaktan ve onların düşmanlarına buğz etmekten kaçınmazdı. Tevazuda, hayâda, edepte, insanlara muhabbet etmede, cömertlikte ve iyilikseverlikte gerçekten de eşsiz biriydi.

Allah makamını yüceltsin; Muhammed (s.a.a) ve O'nun temiz soyundan gelen masum imamlarla haşretsin.

053

HZ. FATIMA'NIN İNAYETİ

Hacı Ali Ekber Serverî Tahranî şöyle anlatır:

İbadet ehli seyide bir teyzem var. Kendisi ailemizin bereket kaynağıdır. Bir sıkıntımız olduğunda ona müracaat eder, hayır duasıyla sıkıntılarımızı bertaraf ederiz.

Bu iffetli kadın vaktiyle bir hastalığa yakalanır. Birkaç hastane ve doktoru ziyaret eder, ancak bir yararı olmaz. Sonunda Hz. Fatıma'ya (s.a) yönelik bir tevessül meclisi düzenler. Meclise gelen davetlilere yemek ikram eder. Aynı gece bir rüya görür.

Rüyasında Hz. Fatıma (s.a), evini ziyarete gelmiştir. O'na evinin küçük olduğunu, yeterince hazırlıklı olamadığını, bu yüzden de kendilerini davet edemediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Fatıma (a.s) "Biz kendimiz gelmiştik, meclisinizde hazır idik. Şimdi de sana hastalığının çaresini göstermeye geldik" der. Sonra da mübarek ellerini yüzünün hizasına kaldırarak elinin içine bakmasını ister. Teyzem Hz. Fatıma'nın elinin içine baktığında orada bedeninin içini görür. Rahmi iltihap içerisindedir. Daha sonra Hz. Fatıma, "Falan doktora git, iyileşeceksin!" der.

Teyzem ertesi gün Hz. Fatıma'nın, rüyada tavsiye ettiği doktora müracaat eder ve derdini söyler. Çok geçmeden ağrıları bertaraf olur.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Eğer Hz. Fatıma (a.s) isteseydi, herhangi bir doktora müracaat etmeden veya herhangi bir ilaç kullanmadan hastaya o anda şifa verebilirdi. Ama Allah, hikmeti gereğince her dert için bir derman yaratmıştır. Yani, Allah'ın o ilaçta kıldığı özellik ortaya çıkmalıdır. O halde hastalar doktora müracaat etmekten veya ilaç kullanmaktan kaçınmamalıdırlar.

Bilinmelidir ki Allah, şifayı doktor vesilesiyle verir. Elbette bazı durumlarda ilahî maslahat gereğince direkt olarak da hastalara şifa verebilir. Belki de zikredilen seyide hanım için böyle bir maslahat söz konusu değildi. Bu yüzden ilahî sünnet gereğince doktora gitmesi söylendi.

İmam Sâdık (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:

Vaktiyle peygamberlerden biri hastalandı. "Bana hastalığı veren Allah şifamı da verene kadar ilaç kullanmayacağım!" dedi. Bunun üzerine Allah-u Taâla ona şöyle vahyetti "İlaç kullanmadığın sürece sana şifa vermem. Zira, (ilaçla da olsa) hastalığının şifası benim elimdedir."[37]   

054

ANNELER AZİZDİR

Kuveyt sakinlerinden Molla Ali Kazerunî, doğru rüyalar gören mukaşefe sahibi biriydi. Zamanın takva sahibi erdemli kişilerindendi. Bir hac seferinde kendisiyle tanışma ve arkadaşlık etme şerefine nail oldum. Bana şöyle anlattı:

Rüya âleminde ucu bucağı olmayan çok geniş bir bahçe gördüm. Ortasında oldukça büyük, görkemli bir köşk vardı. Hayranlıkla onu süzüyordum. Kime ait olduğunu merak etmiştim. Muhafızlardan birine sordum, Habib Neccar Şirazî'ye ait olduğunu söyledi.

Habib, yakından tanıdığım ve arkadaşlık yaptığım biriydi. Gördüğüm köşke ve onun makamına gıpta etmemek elde değildi. Derken köşkün üzerine yıldırım düştü. Köşkü yakıp kül etti. Bu korkunç manzaranın dehşetiyle uykudan uyandım. Yapmış olduğu bir günahtan dolayı makamının yok olduğunu düşündüm.

Hemen ertesi gün mülakatına gittim. "Geçen gün ne yaptın?" diye sordum. "Bir şey yapmadım" dedi. Allah'a ant içirterek "Bu tür şeyler ortaya çıkması gereken gizemli olaylardır. Mutlaka anlatmalısın!" dedim. Bunun üzerine yaptığı bir hatayı bana da anlattı. "Geçen akşam falan saatte annemle aramda bir konuşma oldu. Sonunda dayanamayıp anneme vurdum" dedi. Hakkında gördüğüm rüyayı ona da anlattım. "Annene eziyet ettiğin için böyle bir makamı kaybettin" dedim.

Gerek ayetlerden, gerekse rivayetlerden anlaşılan şudur ki, bazı büyük günahlar salih amelleri ve iyi davranışları yok eder. Nitekim Uddetu'd-Dai adlı eserde Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir defa la ilâhe illallah derse, Allah onun için cennette bir ağaç diker." "Ey Allah'ın Resulü! O halde cennette bizim çok ağacımız var" denilince Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ateş gönderip de onları yakmaktan kork!"

İşte, bu büyük günahlardan biri de anne-baba hakkına riayet etmemek; yani, anne-babayı üzmek ve onlara saygısızlık etmektir.

055

ZENGİNLERİN İHLÂSLISI

Hacı Şeyh Muhammed Bâkır Şeyhülislam şöyle anlatır:

Merhum Hacı Kıvamü'l-Mülk Şirazî, vaktiyle bir Hüseyniye yaptırıyordu. Hüseyniyenin taşları için zamanın önde gelen taş yontma ustalarından seyit Haccar'ı istihdam etmişti. Bu muamelede Seyit büyük bir zarara uğradı. Öyle ki, 300 tümen gibi bir meblağ borçlanmıştı. O zamanlar bu miktar yüksek bir meblağ sayılırdı. Kısacası, bu anlaşma yüzünden durumu daha da kötüleşerek perişan bir hâle geldi.

Bir Cuma akşamı Cafer-i Tayyar namazı kılıp işlerinin açılması için İmam Ali'yi (a.s) vesile edinerek Allah'tan yardım ister. O gece rüyasında İmam Ali'yi (a.s) görür. İki Cuma akşamı aynı rüyayı görür. Üçüncüsünde İmam ona "Yarın Hacı Kıvam'ın yanına git; biz seni ona havale ettik" buyurur. Uyandığında ne yapacağını bilemez. Kendi kendine "Hacı Kıvam'la nasıl konuşayım? Elimde bir nişane yok! Bu yüzden beni yalanlayabilir" diye düşünür.

Üzgün bir halde Hüseyniyeye giderek bir köşeye çekilir. O sırada Hacı Kıvam da hizmetkârları ve birtakım çevresiyle birlikte çıkagelir. Hacının o saatte Hüseyniyeye gelmesi beklenmedik bir durumdur. Seyit Haccar'ın yanına gelerek "Benimle eve kadar gelmeni istiyorum; seninle işim var!" der.

Hacı Kıvam evine döndükten sonra Seyit de arkasından oraya gider. Hizmetkârlar son derece ihtiramla onu Hacı Kıvam'ın huzuruna götürürler. Selam verip içeri girdiğinde Hacı Kıvam, hâlini bile sormadan her birinde yüzer tümen değerinde para bulunan üç para kesesi takdim eder. "Bunu al, borcunu öde" der. Sonra da hiçbir şey söylemez.

Bu kıssadan da anlaşıldığı üzere, eskiden imkân sahibi hayırsever kimseler, yaptıkları hayır işlerde sınırlı da olsa, sadık ve ihlâslı idiler. Bu yüzden nice din büyüklerinin teveccühünü kazanıp yanlarında yer almışlardır.

Ne yazık ki günümüzde servet sahibi kişiler genellikle servetlerini nasıl çoğaltacaklarını düşünmektedirler. Böyle olunca da mallarını hayır işlerde kullanmak onlara nasip olmamaktadır.

Buna ilave olarak, varlıklarının az bir miktarını hayır yolda harcasalar bile, içlerinde samimiyet ve ihlâs görülmemektedir. Bazıları, insanların kendilerini methetmelerini beklerler. Yapmış oldukları iyiliklerde Allah rızası olmadığı için kalıcı bir netice de elde etmeyeceklerdir.

Hayırlı amelleri batıl eden riya konusu Büyük Günahlar adlı eserde etraflıca beyan edilmiştir. Allah, zenginlerimizi biriktirdikleri mallardan netice almaya muvaffak etsin.

Hak ile taşırsan malını eğer

Temiz mal budur işte der Peygamber

056

ÖLÜLERİN HÂLİ

 Hacı Seyit Muhammed Ali Naci, merhum babası Hacı Seyit Muhammed Hasan'ın vasisi idi. Merhum babası geride çok fazla namaz ve oruç kazası bırakmış, ecir tutması için oğluna vasiyette bulunmuştu. Seyit Ali Naci, dört yıl namaz ve dört ay oruç için (Ateşîha Mescidi'nin cemaat imamı) merhum Hacı Seyit Ziyauddin'i bu işe ecir etti ve parasını nakit olarak ödedi.

Seyit Ali Naci der ki:

Bir müddet sonra rüyamda babamı gördüm. Çok üzgündü. Ona "Babacığım, vasiyetini yerine getirdim. Dört yıllık namaz ve orucunu yerine getirmesi için Seyit Ziyauddin'e para verdim. Şimdi benden razı mısın?" dedim. Babam son derece üzgün bir halde "Kim başkasını düşünür ki? Seyit Ziyauddin benim adıma sadece altı günün namazını kıldı" diye cevap verdi.

Uyandığımda seyit Ziyauddin'in yanına giderek "Babam için ne kadar namaz kıldınız?" diye sordum. "Kıldığım miktarı bir deftere yazmıştım" dedi. Ona "işlerinizin düzenli olduğunu biliyorum, ama bilmek istediğim bir konu var ve gördüğüm rüyanın doğru olup olmadığını öğrenmek istiyorum" dedim. Uzun bir ısrardan sonra defterini getirdi. Gerçekten de kıldığı namazların sayısı altı günü geçmemişti. Seyit Ziyauddin oldukça şaşırmıştı. "Gerçekten unutmuşum. Namazın çoğunu kıldığımı sanıyordum. Merhum babanız böyle dediyse bu günden itibaren namazlarını kılmaya başlayacağım" dedi.

Kısacası, bu rüya sayesinde Seyit Ziyauddin'in ecir namazlarını unuttuğu ortaya çıkmış, böylece merhum Hacı Naci'nin rüyasının gerçek olduğu anlaşılmıştı.

İmam Ali'nin (a.s) kısa sözlerini içeren Gureru'l-Hikem adlı hadis kitabında İmam (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Öz nefsinin vasisi ol ve kendi malın konusunda başkalarının senin için ne yapmasını istiyorsan, aynını kendin yap."

Hadis şunu vurgulamak istiyor: Yani, ölümünden sonra başkalarının, senin malın üzerinde yapacakları iyilikleri henüz hayattayken kendin yap. Zira Allah'tan korkan ve sana acıyacak olan dindar vasi pek azdır. Ayrıca vasi, senin vasiyetini yerine getirebilir. Ancak vasinin senin adına namaz, oruç ve hac görevlerini yerine getirmesi için ecir tuttuğu kimse bunları doğru bir şekilde yerine getirmeyebilir ya da itina etmeyerek unutabilir. Doğru yerine getirse bile, insanın bizzat yapmış olduğu ameller başkasının niyabeten yaptığı amellerden çok daha farklıdır. Nitekim şöyle rivayet edilir:

Ashaptan biri, Allah Resulü'ne (s.a.a), öldükten sonra ambarındaki hurmaları bizzat kendisinin infak etmesini vasiyet eder. Allah Resulü de bu vasiyeti yerine getirir. Yere düşen hurma tanelerinden birini alarak şöyle buyurur: "Hayatta iken kendi eliyle bu hurma tanesini infak etseydi, onun adına infak ettiğim ambardaki hurmalardan daha iyiydi!"

Sadi Şirazi ne de güzel söylemiş:

 

Bir yaprak da olsa gönder mezara

Yoksa getiren olmaz senden sonra

Ye, giy, bağışla ve ihsanda bulun

Neden saklarsın ki başkalarına

 

Altın ve nimet versen bil ki hayır var

Senden sonra elbet emrinden çıkar

Azığını al da yanında götür

Kim acır ki sana; ne evlat, ne yâr

 

Yanarsan, hayatta kendine dert yan

Ölüye dert yanmaz diri hırsından

Başparmağın kadar hâline acıyan

Bulunmaz dünyada senin ardından[38]

 

57

YARIM KALAN MESCİT

(Serduzek Mescidi'nin banisi) merhum Hacı Gulam Ali Behbehanî'nin oğlu merhum Hacı Muhammed Hasanhân Behbehanî şöyle nakleder:

Babam Serduzek Mescidi yapılmadan önce ölümcül bir hastalığa yakalandı. Mescidin tamamlanması için Bombay'dan havale edilen 12 bin rupiyeyi mescidin yapımında kullanmamı vasiyet etti. Vefat ettiğinde mescidin yapım işleri birkaç günlüğüne durduruldu.

Gece rüyamda babamı gördüm. Bana "Niçin yapım işlerini durdurdunuz?" diye soruyordu. "Size duyulan saygıdan ve sizin için düzenlenen taziye meclisinden dolayı böyle yaptık" dedim. Bunun üzerine bana "Madem benim için bir şey yapmak istiyordunuz o halde mescidin yapım işlerini durdurmasaydınız!" diye itiraz etti.

Uyandığımda mescidin kalan işlerini tamamlamaya karar verdim ve babamın bu vasiyetini yerine getirmek için kolları sıvadım. Ne var ki babamın vasiyet ettiği havaleyi bir türlü bulamıyordum. Her yere bakmış, elimden geleni yapmıştım.

Birkaç gün sonra tekrar babamı rüyamda gördüm. "Neden mescidin binasını yapmıyorsun?" diye sordu. "Vasiyet ettiğiniz rupiyelerin havalesini bulamıyorum" diye cevap verdim. Odanın arkasındaki küçük bölüme düştüğünü haber verdi. Uyanıp ışığı yaktım. Gerçekten de söylediği yerdeydi. Daha sonra o meblağı tahsil ederek mescidin binasını tamamladım.

058

SADIK RÜYA

Merhum Hacı Mutemed şöyle nakleder:

Taziye meclisi için Şah Daiyullah Vakfı'na davet edildim. Karlı hava ve yağışın etkisiyle yollar çamurlu olduğu için Şiraz'daki Dârusselam Mezarlığı'ndan geçmem gerekti. Mersiye merasimi sona erdikten sonra aynı yoldan tekrar geri döndüm. Gece rüyamda Sultan lakabıyla tanınan merhum Hacı Seyit Ali Ekber Falesîrî'nin oğlu Seyit Mirza'yı gördüm. "Ey Mutemed! Bugün bizim evin yanından geçerken binanın hasarlı olduğunu gördün; niçin onu tamir etmedin?" diye sordu.

Merhumun mezarının orada olduğundan hiç haberim yoktu. Aynı gün mezarlığın sorumlusu Şeyh Hasan'ın yanına giderek durumu ona da anlattım. Merhumun mezarının orada olup olmadığını öğrenmek istiyordum. Şeyh Hasan, mezarın orada olduğunu söyledi. Sonra birlikte mezarı görmeye gittik. Gerçekten de mezar, önceki gün geçtiğim güzergâhta bulunuyordu ve yağışlar nedeniyle harap bir hâle gelmişti. Bunun üzerine Şeyh Hasan'a bir miktar para vererek mezarı tamir etmesini istedim.

Bu ve bunun gibi daha binlerce yaşanmış öyküden insanın, öldükten sonra bedeninin toprak altında kalsa da yok olup gitmediğini anlıyoruz. İnsanın bedeni çürüyüp gitse de ruhu berzah âleminde kalıyor ve bu dünyada olup biten olaylardan haberdar olabiliyor. Bu konu Kurân-ı Kerim[39] ve rivayetlerde açıkça beyan edilmiştir.

Biharu'l-Envar'ın 3.cildinin 141. sayfasında Allah Resulü'nden (s.a.a) şöyle rivayet edilmiştir:

Allah resulü (s.a.a) Bedir Savaşı'nda öldürülen müşriklere şöyle hitap etti: "Allah Resulü'ne (bana) ne kötü komşulardınız sizler! O'nu evinden dışarı çıkardınız. Sonra bir araya toplandınız ve O'nunla savaştınız. Kuşkusuz ki Allah'ın bana vaat ettiği şeyi, yani dünyada helak olmayı ve ahirette de azabı hak olarak buldunuz."

Ömer b. Hattab "Ey Allah'ın Resulü! Helak olup giden ölülerle nasıl konuşuyorsunuz?" diye sorunca Allah Resulü şöyle buyurdu: "Sus, konuşma ey Hattab'ın oğlu! Allah'a ant olsun ki sen onlardan daha iyi işitmiyorsun. Onlarla azap melekleri arasındaki mesafe, ancak benim onlardan yüz çevirip gitmem kadardır. Ben yanlarından ayrılır ayrılmaz azap melekleri onları cezalandıracaktır!"

Yine şöyle rivayet edilir:

Cemel savaşı sona erdiğinde İmam Ali (a.s) ölülerin arasında yürüyordu. İkinci ve üçüncü halife döneminde Basra'da kadılık yapan, çocukları ve akrabalarıyla İmam Ali'ye (a.s) karşı savaşa gelen Kâb b. Sur'un cesedinin yanından geçerken durdu ve onu oturtmalarını istedi. Bu savaşta o ve tüm yakınları öldürülmüştü. Kâb'ın cesedine hitaben şöyle buyurdu: "Ben Allah'ın bana hak üzere vaat ettiğini (zafer ve fethi) buldum; sen de Allah'ın sana hak üzere vaat ettiğini (dünyada helâki, ahirette de azap içinde olmayı) buldun mu?

İmam'ın emri üzerine onu tekrar yere yatırdılar. Bir süre sonra Talha'nın cesedinin yanı başına geldi. Onu da oturtmalarını istedi. Aynı sözü ona da tekrarladı. Ashaptan biri "Ey müminlerin emiri! Artık duyamayan bu iki cesetle neden konuştunuz?" diye sorunca İmam şöyle buyurdu: Allah'a ant olsun ki sözlerimi işittiler. Nitekim Bedir'de öldürülen müşrikler de Allah Resulü'nün sözlerini işitmişlerdi."

059

ÖLÜME HAZIRLIK

Hac seferinde ve mukaddes türbeleri ziyaret ettiğim vakit Allah'ın salih kullarından Hacı Yahya Mustafavî İklidî ile arkadaşlık ve yoldaşlık etme şerefine nail oldum. O büyük zat bana şunları anlattı:

Seyit Muhammed Sahhaf adında hayırsever bir İsfahanlı vardı. Merhum Seyit Zeynelabidin İsfahanî'ye gönülden bağlı biriydi. Seyit Zeynelabidin'in vefatının üzerinden bir yıl geçmişti ki bir Cuma akşamı Muhammed Sahhaf rüyasında onu görmüştü.

Rüyasında merhum oldukça büyük ve geniş bir bahçede, yüksek bir köşktedir. Köşkün içi türlü türlü ipek halılar, rengârenk güller ve reyhanlarla kuşanmıştır. Her yanında çeşit çeşit yiyecek ve içecek vardır.

Kısacası, onu lezzetler ve çeşit çeşit nimetler içinde görünce hayrete kapılır. Bir süre sonra buranın berzah âlemi olduğunu anlar. Gördüğü bu makama gıpta etmeye başlar. Merhum Seyit'e dönerek "Siz burada böylesi yüce makamlarda nimetler içerisindesiniz; bizse dünyada binlerce sıkıntıların ve dertlerin içerisinde yaşıyoruz" der ve "Bana da yanınızda yer verseniz ne iyi olur!" diye ricada bulunur. Merhum Seyit; "Bizimle olmayı arzuluyorsan gelecek hafta seni bekliyorum" der.

Derken rüyasından uyanır. Gördüklerini, bir haftadan fazla ömrünün kalmadığına yorar. Bu nedenle de borçlarını ödeyip ailesine gerekli vasiyetleri eder ve kısa sürede işlerini yoluna koyar.

Akrabaları, "Sendeki bu değişikliklerin sebebi nedir?" diye sorduklarında "Uzun bir yolculuğa çıkacağım. O yüzden hazırlık yapıyorum!" diye cevap verir.

Nihayet Perşembe günü tüm akrabalarını bir araya getirerek "Bugün ömrümün son günüdür; gece vakti ebedi yurduma göçeceğim" der. Onlar "Sen son derece sağlık ve esenlik içindesin" deseler de "Bu, kesin bir vaattir" diyerek karşı gelir. Akşamdan sabaha kadar dua ve istiğfarla meşgul olur. Ailesini yanından uzaklaştırarak onları istirahat etmeye zorlar. Güneş doğduktan sonra başucuna geldiklerinde merhumun kıbleye doğru yattığını ve o halde öldüğünü görürler.

Allahın rahmeti üzerine olsun.

060

HACCIN ÖNEMİ

Merhum hacı Abdülali Moşksar şöyle nakleder:

Rabbani âlimlerden merhum Hacı Seyit Abdülbaki, bir gün Ahmedağa Mescidi'nde cemaat namazının ardından minbere çıktı. Ben de o mescitte hazır idim. "Bugün size nasihat olarak kendi gördüğüm bir şeyi anlatmak istiyorum" dedi ve anlatmaya başladı:

Mümin bir arkadaşım vardı. Hastalanınca ziyaretine gittim. Onu ölüm döşeğinde görünce yanı başında oturarak Saffat ve Yasin sûrelerini okumaya başladım. Ailesi odadan dışarı çıkınca onunla baş başa kaldım. Tevhid ve velayet kelimelerini telkin etmeye başladım.  Şuuru yerinde olmasına ve henüz söyleyebilecek durumda olmasına rağmen tekrarladıklarımı söylemedi. Ansızın son derece öfkeli bir edayla bana dönüp "Yahudi, Yahudi, Yahudi!" dedi.

Bunu duyunca başımı dövündüm. Artık yerimde duramıyordum. Hemen dışarı çıktım. Ben çıkınca ailesi de yanına gitti. Kapıya yaklaştığımda ağlama ve feryat sesleri işittim. Arkadaşım artık ölmüştü.

Durumu araştırdıktan sonra epey bir süredir bu bedbahtın üzerine haccın farz olduğu, buna rağmen hacca gitmediği anlaşıldı. Bu önemli farizayı yerine getirmediği için de bir Yahudi olarak dünyadan göçtü.

061

İMAM HÜSEYİN'E (A.S) TEVESSÜL

Abguştî lakaplı merhum Hacı Muhammed Rahim'in[40] oğlu Hacı Mirza Ali Îzedî şöyle anlatır:

Babam çok hastalanmıştı. Bizden kendisini camiye götürmemizi istedi. "Size saygısızlık olur; çünkü eşraf ve tacirler ziyaretinize geliyorlar. Bu işin camide yapılması münasip olmaz" diye itiraz ettik. Allah'ın evinde ölmek istediğini söyledi. Camiye oldukça düşkün biriydi. Mecburen onu camiye ötürmek zorunda kaldık.

Bir akşam hastalığı daha da şiddetlendi. Durumu kötüleşip kendinden geçince eve götürdük. O akşam ölüm sarhoşluğu iyice kendini belli ettirmişti. Artık öleceğinden emin idik. Odanın bir köşesinde oturup ağlamaya başladık. Defin ve taziye işleri hakkında görüş alışverişinde bulunduk. Sehere kadar bu durum devam etti.

Ansızın beni ve kardeşimi yanına çağırdı. Hemen yanına koştuk. Kan ter içindeydi. Bize "Sakin olun; gidip uyuyun. Pek yakında bu hastalıktan kurtulacak ve iyileşeceğim" dedi. Şaşırmıştık.

Ertesi sabah hastalığı tamamen geçmiş, iyileşmişti. Adeta hastalığından eser yoktu. Yatağını toparlayıp hamama götürdük.

Bu olay 1330 h.k. yılında, Muharrem ayının başlarında gerçekleşti. Utancımızdan bu hastalıktan nasıl kurtulduğunu ve bir anda nasıl iyileştiğini soramadık.

Bir ara Hac mevsimi yaklaşmıştı. Birtakım hesaplarını yapıyor ve işlerini yoluna koymakla uğraşıyordu. Ziyaret hazırlıklarını yaptıktan sonra ilk kafileyle yola çıktı. Şiraz'a bir fersah uzaklıktaki Cennet bağına kadar uğurlamaya gittik. Akşama kadar da onunla birlikte kaldık.

Yolculuk sırasında "Neden bana o gün bir anda nasıl iyileştiğimi sormadınız?" dedi. Sonra da kendi cevapladı: Aslında o akşam ecelim gelip çatmıştı. Ben ölüm sarhoşluğu içindeydim ki, bir anda kendimi Yahudilerin mahallesinde buldum. Onların kötü kokusu ve içinde bulundukları kötü manzara karşısında dehşete kapıldım. Öldüğümde onların zümresinde olacağımı anladım. İşte o halde Rabbime yalvardım. Gördüğüm yerin haccı terk edenlere ait bir yer olduğu söylendi. Bunun üzerine "O halde İmam Hüseyin'e (a.s) yaptığım tevessüller ve döktüğüm gözyaşlarım ne olacak?" diye sordum.

Ansızın o ürkütücü manzara bir anda ferahlatıcı bir manzaraya dönüştü. Bana "Senin o yolda yaptığın tüm hizmetler kabul oldu ve haccını yerine getirmen için İmam Hüseyin (a.s) sana şefaat etti. Ömrün on yıl uzatılarak ecelin geciktirildi" dediler. İşte, o gün yaşadıklarım bunlardı.

Merhum Îzedî der ki:

1340 yılında, Muharrem ayından önce, babam bu kez hafif bir hastalığa yakalandı. Muharrem ayının ilk akşamı, ömrünün son akşamı olacağını haber verdi. Tıpkı bize haber verdiği gibi muharrem ayının ilk akşamı, seher vakti Allah'ın rahmetine kavuştu.

Gizem dolu bu öykü, bizlere iki mesaj sunmaktadır: Birincisi, haccın önemi; ikincisi ise bu farizayı terk etmenin günahının ne kadar büyük olduğu ve bu yolda hiçbir şekilde tembellik yapılmaması gerektiğidir.

Merhum Muhakkik, İlelu'ş-Şerayi adlı eserinde şu ifadeyi kullanılmıştır: "Şartlar hazır olduğunda hacca gitmek, bir an evvel yerine getirilmesi gereken farzlardandır." Nitekim bu vazifeyi geciktirmek büyük günahlardan olduğu gibi insanı helake sürükler.

Yahudilerle haşredilmekten daha kötü bir helak söz konusu olabilir mi? Nitekim Sefinetu'l-Bihar adlı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

"Hacca gitmek için bir sıkıntısı olmayan kimse haccı engelleyecek bir hastalığa müptela olmadığı veya zamane hükümeti tarafından bir engel bulunmadığı sürece haccetmeden ölürse, dilerse Yahudi, dilerse de Nasranî olarak ölür."

Özet olarak; şer'î bir mazeret olmadan haccı terk eden bir kimse öldükten sonra Yahudi ya da Nasranîlerle beraber olacaktır.

Yine, "Kim bu dünyada kör ise, öteki dünyada da kör olacaktır"[41] ayetinin tefsiri hakkında şöyle denir:

Bu ayet, haccı yıldan yıla geciktiren kişi hakkında nazil olmuştur. Yani her yıl hac zamanı geldiğinde "Seneye giderim" der ve hacca gidemeden ölüp gider. Bu yüzden ilahî farizalardan birini yapmadığı için kör olur ve Allah da onu cennet yolunu görmekten mahrum eder.

Öyküde anlatmak istenilen diğer bir konu da şudur:

İmam Hüseyin (a.s) kurtuluş gemisi ve Allah'ın geniş rahmetidir. O mukaddes imama tevessül etmek, insana tövbe yolunu nasip eder.  Her türlü büyük günahtan tövbe etmesini sağlar. İnsanın akıbetinin hayırlı olmasına ve günahlardan arınmış olarak ölmesine sebep olur. Aynı şekilde İmam'a tevessül etmek, her türlü tehlike ve âfetten güvende kalmayı sağlar. Şüphesiz, ihlâs ve sadakatle O'na sarılan kurtuluş ve saadet ehli olacaktır.

062

ZEKÂTIN ETKİSİ

Hacı Muradhan Hasanşahî Ersencanî şöyle nakleder:

Vaktiyle Fars bölgesi çekirge istilasına uğramıştı. O gün Kıvamu'l-Mülk'e Fesa civarındaki ekin tarlalarının bu istila sonucu yok olduğunu haber verdiklerinde Kıvam, "Bizzat kendim görmeliyim" diyerek harekete geçti. Merhum Benânulmülk, ben ve diğer bir grupla beraber Şiraz'dan hareket ettik. Kıvam'ın tarlalarına vardığımızda tüm ekinlerinin çekirgelere yem olduğunu gördük. Öyle ki içlerinde sağlam kalan tek bir başak bile yoktu. Tarlanın içinde gezinip etrafa bakınıyorduk.

Hemen hemen tarlanın ortalarına varmıştık. Oradaki ekinler sanki hiç el değmemiş gibi sapasağlamdı. Dört tarafındaki ekinler yok olmasına rağmen bu bölgenin tek bir başağı bile yenmemişti.

Kıvam merakla, "Acaba bu tarla kime ait?" diye sordu. Fesa pazarında yamacılık yapan bir şahsa ait olduğu söylendi. Bunun üzerine bana dönerek onu mutlaka görmesi gerektiğini söyledi ve bu yüzden onu bulup yanına getirmemi istedi.

Yamacıyı bulup "Kıvamu'l-Mülk sizi görmek istiyor" dedim. "Benim Kıvam'la ne işim olabilir? Bir işi varsa, kendi gelsin!" diye cevap verdi. Bir süre rica ve yalvarmalar neticesinde onu Kıvam'ın yanına gitmeye razı ettik.

Nihayet araziye vardığımızda Kıvam "Şurası sana mı ait?" diye sordu. Evet deyince, "Nasıl oldu da çekirgeler yalnız senin tarlana dokunmamışlar?" diye sordu. Bunun üzerine yamacı şöyle cevap verdi: "Ben kimsenin malını yemedim ki onlar da benim malımı yesinler! Ben her zaman tarla başında mahsulün zekâtını ayırır, müstahaklara verir, daha sonra geri kalanını eve götürürüm."

Kıvamu'l-Mülk, bir yandan onu takdir ederken bir yandan da onun bu işine şaşkınlığını gizleyememişti.

063

KURÂN-I KERİM'İN ŞİFASI

Seyit Mahmud Hamidî şöyle der:

Şiraz halkının genelinin anofloanza hastalığına yakalandığı yıl (1337 h.k, Muharrem ayı) ailemin tüm fertleriyle beraber ben de aynı hastalığa yakalanmıştım. Bir ara hastalığın şiddetinden baygınlık geçirdim. Baygınlık hâlinde Fetih Mescidi'nin cemaat imamı merhum Seyit Mirza'yı gördüm. Vekil Mescidi'nde cemaat namazı kıldırdıktan sonra cemaatten birine şöyle dedi: "Halka söyle ellerini şakaklarına koyarak şu ayeti okusunlar: 'Biz, Kurân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.'[42] Kim bu ayeti yedi defa okursa şifa bulacaktır."

Kendime geldiğimde ayeti yedi kez okudum ve hemen şifa buldum. Sonra elimi oğlumun şakağına koyarak ayeti ona da okudum; o da hemen iyileşti. Kısaca, o gün tüm ev halkı ayeti yedi defa okuyarak şifa buldu. O yıldan bu yana ev halkından biri hastalanacak olsa, mezkûr ayeti okuyup hemen şifa buluyoruz.

064

ÖLÜM KURTULUŞTUR

Birkaç yıl önce Şiraz'dan Tahran'a göç eden ve buraya yerleşen Seyit Ziyauddin Takavî şöyle nakleder:

Bir gün merhum Şerefe'nin[43] evine misafir oldum. Öğleden önce oracıkta hafif bir uykuya dalmışım. Rüyamda Ayetullah Seyit Ali Müctehidî Kazerunî'yi gördüm. Bir hamamda yere uzanmış, keseci de yanına geçmiş, onu keseliyordu. Nedense sürekli bedeninden kirler çıkıyordu. Şaşkınlığımdan kendi kendime "Acaba bu kirler nereden çıkıyor?" diye düşündüm.

Uyandığımda rüyamı merhum Şerefe'ye de anlattım. Rüyamı işitince çok üzüldü. "Görülüyor ki Seyit Ali'nin ölümü pek yakındır. Yazık ki böyle bir cevheri kaybedeceğiz!" diyerek teessüfünü dile getirdi.

Seyit Ali'nin hâlinden habersiz olarak merhum Şerefe'nin evinden dışarı çıktım. Ailesine durumunu sorduğumda hâlinin çok vahim olduğunu söylediler. Ne yazık ki o gün öğleden sonra dünyadan göçtü. Daha sonraları rüyayı gördüğüm sırada ölümün eşiğinde olduğunu öğrendim.

İçinde karmaşık rüyalar olmadığı sürece sadık rüya, ruhun belirli ölçüde maddeden soyutlanması ve melekût âlemiyle irtibat kurması neticesinde gerçekleşen hakikat âlemine uygun tasvirler görmektir.

Gerçekte ölüm, mümin için madeninin çirkefliklerinden arınmak, özgürlüğe kavuşmak, tabiatın zincirlerinden ve kayıtlarından kurtulmak demektir. Merhum Seyit de ölümle pençeleşirken ruhu maddelerden arınıp özgürlüğe kavuştuğu için Seyit Takavî onu hamamda temizlenirken görmüştür.

Biharu'l-Envar'ın 3. cildinde şöyle nakledilmiştir:

İmam Ali Naki (a.s) ölüm halindeki bir sahabesinin yanına gitti. Hasta, ağlıyordu ve ölümün zorluğundan oldukça korkuyordu. İmam (a.s) "Ey Allah'ın kulu! Ölümü bilmediğin için ondan korkuyorsun. Bedenin kirlendiğinde bundan rahatsızlık duyar, hoşlanmazsın. Hamama gittiğin takdirde kirden ve kir yüzünden bedeninde oluşan yaralardan kurtulacağını bildiğin halde yine de hamama gitmek istemez misin? Bu pisliklerden arınıp temizlenmek istemez misin?" diye sordu. Hasta "Evet, isterim ey Allah Resulü'nün oğlu!" deyince İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Ölüm de tıpkı hamam gibidir. Tüm pisliklerden arınıp temizleneceğin en son duraktır. Oradan geçersen, tüm sıkıntılarından geçer, rahatlığa ve saadete erersin!"

İmam'ın (a.s) bu sözleri üzerine hasta adam sakinleşti. Sonra da gözlerini kapayarak ölüme teslim oldu.

065

İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) MUSİBETİ

Şeyh Ali Muvahhid, Âşura günleri tebliğ amacıyla gittiği Laristan bölgesinden döndüğünde şunları anlattı:

Morudeşt'in Fedag-ı Âla bölgesinde ikâmet etmiştik. Tasua günü birkaç kişi yanımıza gelerek "Önceki akşam dört fersah ötede bulunan sedir ağacının civarlarında ay ışığına benzer bir nur gördük" dedi. Bölge ahalisinden birkaç kişi bu manzarayı görmek için ağacın olduğu yere gitti.

Âşura günü geldiklerinde, dün gece orada bir nura rastlamadıklarını, ama sabaha yakın o ağaçtan yere kan damladığını bildirdiler. Akan kanlardan kâğıt üzerinde birkaç damla kan örneği de getirmişlerdi. Bu sahneyi gören bölgenin ehlisünnet kesiminden bir grup, Yezid'e ve İmam Hüseyin'in (a.s) katillerine lânet okuyarak Şiîlerle birlikte matem merasimlerine katıldılar.

Âşura günü bazı yörelerde bitkilerden ve cansız varlıklardan akan kanlar, İmam Hüseyin'in (a.s) musibetinin büyüklüğünü göstermektedir. Bu tür olaylar Şiî ve Sünnî tarihçilerin ittifak ettiği kesin meselelerdendir.

Bu konuda daha fazla bilgi için Şifau's-Sudur adlı kitaba müracaat edebilirsiniz. Ayrıca, Riyazu'l-Kudüs adlı kitapta Kazvin'in Zerabad nahiyesinde gerçekleşen ağaçtan kan akma olayı detaylı olarak beyan edilmiştir.

O'na gözleri açık ağlıyorsa zaman

Bil ki Kerbela'dan geçmekte bu kan

Bu konuyu teyit etmek amacıyla iki öykü daha naklediyoruz:

066

KANLI TOPRAK

Merhum Hacı Mümin şöyle anlatır:

Vaktiyle Serduzek Mescidi'nde Cuma namazını merhum Seyit Haşim'le kılmaktan geri kalmayan iffetli ve muhtereme bir bayan vardı. Bir gün bana gelerek, "Bende İmam Hüseyin'in (a.s) mübarek türbesine ait nohut büyüklüğünde bir parça toprak var. Onu kefenimin arasına koydum. Her yıl Âşura günü o toprak kefenimin öteki yüzüne nüfuz edecek şekilde kan oluyor, sonra da yavaş yavaş kuruyor!" diye haber verdi.

Bunun üzerine Âşura günü beni evine çağırmasını ve toprağı bana da göstermesini rica ettim. İsteğimi geri çevirmedi. Âşura günü evine gittiğimde bohçasını açarak kefenini çıkardı ve toprağı bana gösterdi. Tıpkı söylediği gibi kefen kan olmuştu. Kadın bu manzara karşısında titriyordu. O sahneyi görünce İmam'ın (a.s) musibetinin büyüklüğünü hatırlayarak şiddetle ağlayıp kendimden geçtim.

Buna benzer bir olayı da merhum Irakî, Daru's-Selam adlı eserinde güvenilir ve adil biri olan Molla Abdülhüseyin Hansarî'den nakletmiştir. Hansarî der ki:

Şerh-i Kebir'in sahibi Seyit Ali'nin oğlu Seyit Mehdi, vaktiyle bir hastalığa yakalanmıştı. Şifa kastıyla zamanın büyük ve saygın âlimlerinden füsul'un sahibi Muhammed Hüseyin ile Hacı Cafer Esterabadî'nin gusledip ihram giyerek mübarek kabrin zemin katına inmeleri kararlaştırıldı. Kitaplarda rivayet edilen âdâba göre kabrin yanı başına inip oradan bir miktar toprak alacak, sonra da bunu hasta Seyit'e getireceklerdi. Daha sonra iki büyük zat bu toprağın mukaddes türbeden olduğuna dair şahadet edecekler, Seyit de bu şehadet doğrultusunda nohut büyüklüğündeki kutsal toprağı yiyecekti.

Bu iki zat kutsal türbenin bodrumuna inerek o temiz topraktan bir miktar aldılar. Aynı topraktan bir miktar da orada bulunan müminlere verdiler. Bu müminlerin arasında daha sonraları kendisini ölüm döşeğinde ziyaret ettiğim muhterem bir ıtır satıcısı. Arta kalan kutsal toprağı ölümünden sonra liyakati olmayan kişilerin eline geçer endişesiyle bana vermişti. Ben de onu bir şeye sararak annemin kefeninin arasına koydum.

Tesadüfen Aşura günü gözüm kefenin bulunduğu bohçaya ilişti. Kefende bir rutubet hissetmiştim. Merakla açıp baktım. Toprak kesesinin kefen arasında tıpkı ıslanmış bir şeker gibi kana bulandığını gördüm. Kan, bohçanın bir yüzünden diğer yüzüne geçmişti.

Sonra onu tekrar yerine koydum. Muharrem'in 11. günü bohçayı tekrar açtığımda toprak kurumuş, ilk halini almıştı. Ama hem kefende, hem de bohçada sarı bir iz vardı. O günden sonra her Âşura'da o kutsal toprağa bakmaya başladım. Her baktığımda onu kana bulanmış olarak buluyordum. Nihayet anladım ki, o pak toprak nerede olursa olsun kana bulanıyordu.

067

İLGİNÇ HESAP

Yaklaşık yirmi yıl arkadaşlık yaptığım Mirza Mehdi Hulusî şöyle nakleder:

Züht, ibadet ve amel ehli âlimlerden Mirza Muhammed Hüseyin Yezdî (28 Rebiyülevvel 1307'de vefat ederek Hafiziye'ye ait Batı Mezarlığı'nda toprağa verildi) zamanında hükümet meclisinin bahçesinde görkemli bir ziyafet düzenlendi. Ziyafete ruhaniyet elbisesi giymiş bir grup tacir de davet edilmişti. Yahudilere has klasik müzikler çalınıyor, her çeşit günah işleniyordu. Bu durumu merhum Mirza'ya bildirdiler. Merhum buna çok üzüldü. Cuma günü Vekil Mescidi'nde ikindi namazını kıldırdıktan sonra minbere çıktı. Uzun bir süre ağlayıp birkaç cümle nasihatten sonra şöyle dedi:

"Ey haddi aşıp günah işleyen tacirler! Sizler daima ruhanilerin arkasında idiniz. Açık bir şekilde Allah'ın haramlarını helal sayan bir meclise gittiniz. Onları bu işten alıkoyacağınız yerde üstüne üstlük onlara katıldınız. Ciğerimi deşip kalbimi ateşe verdiniz. Kanım boynunuzdadır!"

Sonra minberden aşağı inerek evine gitti. Cemaat namazına da gelmedi. Evine gidilip durumu soruldu. Hasta yatağında yatmakta olduğu söylendi. Her geçen gün durumu daha da ağırlaşıyor, ateşi gittikçe yükseliyordu. Doktorlar, bu durumda iyileşmesinin mümkün olmadığını, bir hava değişimi geçirmesinin hastalığına iyi geleceğini söylediler. Bu tavsiye üzerine onu Daru's-Selam Mezarlığı'na yakın olan Salari Bahçesi'ne götürdüler.

O zamanlar Şiraz'a Hintli biri gelmişti. Hakkında "Hesabı doğru yapar ve haber verdiği her şey gerçekleşir" deniyordu.

Bir gün mağazamızın önünden geçerken, merhum babam Hacı Abdülvahhab "Onu getir de Mirza'nın nasıl olacağını soralım" dedi. Hintliyi içeri getirdim. Babam, başkaları tarafından duyulmaması için Mirza'nın isminin gizli tutarak, "Benim ticari malım var; onun için kurbanlık kesmem gerekir mi yoksa kendiliğinden bana ulaşacak mı? Cefr ya da remil ilmine göre bu durumu bana haber verebilir misiniz? Ücreti ne olursa öderim" dedi.

Bunu söylerken içinden Mirza'nın bu hastalıktan kurtulup kurtulmayacağını geçiriyordu. Hintli uzun uzadıya bir hesap yaptı. Oldukça şaşırmıştı. Bir süre şaşkın şaşkın bekledi. Babam, "Eğer anlıyorsan söyle, anlamıyorsan boşu boşuna kendini de bizi de yorma!" dedi.

Hintli "Benim hesabım doğrudur, ama sen benim zihnimi karıştırdın. Çünkü dilinle söylediğin şeyler kalbinden geçirdiğin şeyle farklı gözüküyor" diye cevap verdi.

Babam; "Kalbimde ne niyet ettim ki?" dedi. Hintli, "Şu an yeryüzünün en zahit adamı hasta yatıyor. Sen bu hastanın akıbetinin nasıl olacağını öğrenmek istiyorsun. Ama sana şunu söyleyeyim ki, bu adam iyileşmeyecek ve altı ay sonra vefat edecek!" diye cevap verdi.

Babam bu sözleri işitince çok sinirlendi ve haber yayılmasın diye Hintliye belirli bir meblağ ödeyerek yanından uzaklaştırdı. Ama Hintlinin de söylediği gibi Mirza, altı ay sonra Allah'ın rahmetine kavuştu.

İyiliği Emretmek, Kötülükten Sakındırmak

Bu öyküye binaen iki önemli noktayı hatırlatmak istiyorum:

Birinci konu: Kurân-ı Kerim ve hadislerde geldiği üzere, üzerinde önemle durulan ve terk edenler için Allah'ın şiddetle tehditlerde bulunduğu en önemli vacip amellerden biri de iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma farizasıdır. Bu farizayı terk etmek büyük günahlardandır. Bu hususta Büyük Günahlar adlı kitapta geniş açıklanmalar yapılmıştır.

Kötülükten sakındırma, öncelikli olarak kalbî inkârı açığa vurmakla gerçekleşir. Yani her Müslüman'ın vazifesi, yapılan herhangi bir harama karşı rıza göstermemek ve kalben bu haram işten nefret etmektir. Öyle ki bu nefret, yüz ifadesine yansımalıdır. Harama mürtekip olan bir kişiyle karşılaşıldığında ona güler yüz gösterilmemeli, aksine yüz ekşitilmeli ve bu rahatsızlık açıkça belirtilmelidir. Özetle, kalbî inkârın etkileri, şahsın uzuvlarında görülmelidir.

Kişinin imanı ve maneviyatı ne kadar güçlü olursa, günaha karşı kalbî inkârı da bir o kadar sağlamlaşacaktır.

Merhum Mirza, imanı kuvvetin son doruğunda, ruhu son letafette ve aydın kalbi şefkatin son noktasında olan, zamanının ender rastlanan kişilerinden biriydi. Nitekim Hintli, bunu kendi hesaplamalarından da anlamıştı.

Merhum Mirza, zahiri iyi görünüşlü bir grubun Allah'ın haramlarını ayaklar altına almasına dayanamayarak hastalandı ve bu hastalık yüzünden dünyayı terk ederek salih kulların arasına katıldı. Merhumun üzüntüsünün şiddetlenmesine iki şey sebep olmuştu:

Biri, alenen yapılan günahın insanların nazarında küçük görülmesi ve bu günaha teşebbüs etmeleri; diğeri ise görünümü iyi olan tacirlerin bu işi yapmasıydı. Zira zahiri görünüşü iyi olan kimseler, başta ruhaniler ve minberlerde halka vaaz verip onları irşat eden kimselerle, ikinci derecede ulema ile içli dışlı olup cemaat namazına katılan ve ilahî şiarları yaşatmaya çalışan müminlerdir. Şüphesiz ki bu grupta görülen bir hata, halkın inancının zayıflamasına ve dinî hükümlerin insanlar tarafından hafife alınmasına neden olacaktır.

Büyük Günahlar adlı eserde açıklandığı üzere, görünümü iyi olan şahısların küçük günahları, büyük günahlar hükmündedir.

İkinci konu: Mezkûr Hintlinin ya da bir başkasının birtakım gizli işlere vakıf olması ve vuku bulacak olayları önceden bildirmesi, onların hak yolda olduklarına, itikatlarının doğruluğuna veya ilahî dergâha yakın olduklarına delalet etmez. Çünkü insan inanç ve itikadı doğru olmadığı halde cinleri etkisi altına alarak, bir üstattan remil ilmini ve bazı gizemli ilimleri öğrenerek ya da ruhunu birtakım işlerden arındırarak bazı gizli işlerden haberdar olabilir. Aynı zamanda bu kişiler, çirkin edimlere ve yakışıksız işlere kalkışarak ruhaniyetten mahrum bir halde şeytanlar âlemiyle de irtibatta olabilirler.

Bazı büyük din bilginlerinin birtakım gizli işleri bilmeleri ve gaybî haberler vermeleri konusuna gelince; şunu belirtmemiz gerekir ki: Bu işler, beceri yoluyla elde edilebilir işler değildir. Aksine ilahî bir bağış ve rabbanî bir ilhamdır.

Buna göre "Hakla batılı birbirinden ayırmada ölçü nedir?" diye sorulabilir. Bunun cevabı ortadadır. Böyle bir durumda öncelikli olarak kişinin davranışlarına ve hallerine bakılır. Onların ruhani mi, şeytani mi olduğu veya ilahî bağış için mi yoksa maddi kazanç elde etmek için mi bu işi yaptıkları yol göstericidir.

İkinci olarak şu bilinmelidir ki, yalan üzere ruhaniyet makamına sahip olduğunu iddia eden ve birtakım gizemli ilimler öğrenerek harikulade işler yapan ve bu yolla zavallı insanları kandıran kimseyi Allah mutlaka rezil ve rüsva edecektir. Allah'ın, lütuf kaidesi gereğince hüccetini (kesin delilini) zahir etmemesi ve insanları sapıklıkta bırakması imkânsızdır.

Netice olarak, gizemli ilim sahipleri din kanalıyla halkı doğru yoldan saptırıp dalalete düşürmek isteyecek olsalar, mutlaka Allah hakkı aşikâr edecektir. Nitekim Kurân-ı Kerim'de Allah-u Taâla şöyle buyurmaktadır:

"Bilakis biz, hakkı batılın tepesine bindiririz de o, batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, batıl yok olup gitmiştir. (Allah'a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size![44]

Rivayet ve rical kitaplarına müracaat ettiğimizde, görüyoruz ki, sadrı İslam'dan 3. asra kadar Allah, hidayet imamları (a.s) vesilesiyle hakkı ortaya çıkarmış, batılı da yok etmiştir. O dönemlerden günümüze dek zaman zaman batıl iddialarda bulunan kimseler çıksa da Allah, büyük âlimler ve İslam dininin hamileri vasıtasıyla onları rezil etmiş, batıllıklarını ortaya çıkarmıştır. Şimdi, bu konunun teyidi amacıyla bir öykü daha naklediyoruz:

Derbendî'nin Esraru'ş-Şehadet ve Tunikabonî'nin Kısasu'l-Ulema adlı eserlerinde şöyle nakledilir:

Şah Abbas zamanında batılı krallardan biri Safevî şahına bir mektup yollayarak "Mezhep âlimlerinize söyleyin, gönderdiğim elçiyle din hakkında tartışsınlar; eğer onu ikna ederlerse biz de Müslüman olacağız, ama şayet o sizi yenerse siz bizim inancımıza döneceksiniz!" dedi. Elçinin yaptığı iş ise şuydu: Kim eline bir şey alacak olsa, onun ne olduğunu rahatlıkla söylüyordu.

Bunun üzerine Safevî şahı âlimleri bir araya topladı. O dönemlerde âlimlerin en ileri geleni ve en seçkini merhum Molla Muhsin Feyz idi. Muhsin Feyz, elçiye "Padişahınızın senden başka âlimi yok muydu da senin gibi bir avamı tartışmak için yolladı?" diye sordu. Elçi; "Siz beni alt edemezsiniz. Şimdi elinize bir şey alın, avucunuzdaki şeyi size haber vereyim!" dedi. Bunun üzerine Muhsin Feyz, gizlice eline Kerbela toprağından yapılmış bir tespih aldı. Elçi uzun uzun düşündü, ama ne olduğunu bulamadı. Muhsin Feyz, "Görüyorum ki cevaptan aciz kaldınız!" dedi. Elçi; "Hayır, aciz kalmadım. Elinde cennet toprağından bir parça var. Ama o cennet toprağının nasıl sizin elinize geldiğini düşünüyorum!" diye cevap verdi.

Molla Muhsin, istediği cevabı alınca şöyle yanıt verdi: "Evet doğru söyledin, elimde cennet toprağından bir parça var. Elimdeki, İmamımızın ve Peygamberimizin torununun tespihidir. Peygamberimizin buyruğuna göre Kerbela (İmam Hüseyn'in defnedildiği yer) cennetten bir parçadır. Sen de bu sözün doğruluğunu kabul ettin. Çünkü kendine ait hesaplamalarında hata yapmayacağını söyledin. O halde Peygamberimizin nübüvvetlik iddiasını da doğrulamış oldun. Çünkü bu işi Allah'tan başka kimse bilmez ve peygamberden başkası onu insanlara söylemez. Buna ilave olarak Peygamberin oğlu Kerbela'da defnedilmiştir. Eğer Peygamber hak üzere olmasaydı O'nun sulbünden olmayan biri cennet toprağına defnedilmezdi."

Hıristiyan elçi, delile dayalı bu sağlam sözü işitince Müslüman oldu.

068

HELAK OLMAKTAN KURTULMAK

Yine merhum Hulusî, yaklaşık 30 yıl önce, yakınlarından epey yaşlı ve salih birinin (ben ismini unuttun) şöyle anlattığını nakleder:

Gençlik dönemlerimde akrabalarımdan birinin evi İsfahan'ın girişinde bir yerdeydi. Cuma akşamı evinde düğün töreni vardı. Beni de davet etmişti. Sıla-i rahim olsun diye davetini kabul ederek oraya gittim. Yahudi bir grup müzik çalıp şarkı söylüyordu. Bu sahneyi ve işlenen diğer günahları da görüce çok üzüldüm. Onları uyarıp nasihat ettiysem de bir yararı olmadı. Kaçış yolum da yoktu. Çünkü evim Kazerun girişlerinde bir yerdeydi ve eve gitmem için uzun bir mesafe kat etmem gerekiyordu. Ayrıca akşam saatlerinde şehre giriş-çıkış yasaktı.

Çersizlik içinde evin boş bir odasına girdim ve kapıları kapadım. Cuma akşamı olduğu için namaz kıldım, dua ettim ve rabbimle raz-ü niyazda bulundum. Akşamın son saatlerinde sesler kesilmiş, herkes yorgunluktan uyumuştu. Şiddetli bir yer sarsıntısıyla uykudan uyandım. Oldukça ürkmüştüm. Odanın kapısını açıp ne oluyor diye anlamaya çalıştım. Tam o sırada evin bahçesinde bulunan bir ağaç depremin etkisiyle bulunduğum odaya doğru devrildi. Dalları neredeyse elime değecek kadar yakınıma düşmüştü.

Korkuyla ağacın dallarından tutarak hızla geriye ittim. Ağaç yerine oturunca dallarından tutunarak aşağı inmeye çalıştım. Bahçenin ortasına vardığımda bir anda büyük bir gürültü işittim. Korkuyla geriye dönüp baktım. Bina tamamen çökmüş, ev yerle bir olmuştu. Benim dışımda o evden kurtulan olmadı. O an kendi evimi ve ailemi düşündüm. Kendi kendime "Gidip onlara bir bakayım, acaba onlara ne oldu?" dedim. Ağaçtan inerek evime doğru yola koyuldum. Kazerun'a kadar yolumun üzerindeki tüm ev ve dükkânlar harabeye dönüşmüştü.

Bu olay bize iki şey öğretmektedir:

1- Günahkârlar arasında Allah'ı hatırlayıp onları bu günahtan vazgeçirmeye çalışan biri olur ama onlar dinlemezlerse, onlara gelen bela uyarıcı kişiye gelmez. Zira Allah, vaadi gereği onu bu beladan kurtarır. Nitekim Allah-u Taâla, Âraf suresinde Cumartesi ashabı hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık."[45]

2- Günah ehli hiçbir zaman gönül rahatlığıyla heva ve heveslerine kapılarak diledikleri günahı yapmasınlar. Zira her an Allah'ın kahredici azabı gelip çatabilir. Özele veya genele yönelik bu tür ani belalar, tövbe kapılarını insanın yüzüne kapatabilir. Nitekim Kurân-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:

"Sonra kötülüğü (darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar ve: 'Atalarımız da böyle sıkıntı ve sevinç yasamışlardı' dediler. Biz de onları, kendileri farkına varmadan ansızın yakaladık. O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve (günahtan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.[46]

Ani deprem vb. gibi umumî belalar hakkında unutulmayacak birçok gerçek yaşam öyküsü nakledilmiştir. Büyük olasılıkla yukarıda anlatılan bu deprem, Farsname-i Nasırî'nin (s.308) de sözünü ettiği 25 Recep 1269 yılında, Şiraz'da, sabaha yakın gerçekleşen şiddetli deprem idi. Yüzlerce evi viran eden bu deprem, geride binlerce hasarlı bina bıraktı. Binlerce kişi enkaz altında kalarak yaşamını yitirdi. Camilerin ve okulların bir bölümü bu depremde harabeye döndü. Şehir genelinin yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardı.

Aynı dergide (s.268) şöyle yazılıdır: 1237 yılında Çin ve Hindistan'dan İran'a veba salgını sirayet etti. 5-6 gün içinde Şiraz'da altı bin kişi hayatını kaybetti.

1239 yılının Şevval ayında Kazerun kasabasında şiddetli bir deprem yaşandı. Birkaç akşam sonra, sabaha karşı, bundan daha şiddetli bir deprem de Şiraz'ı vurdu. Binaların geneli altı üstüne gelecek şekilde yerle bir oldu. Ama baharın sonları olduğu ve halkın büyük bir bölümü damların üzerinde ya da avluda uyuduğu için can kaybı birkaç bini geçmedi. Yine birkaç gün sonra Şiraz da artçı bir deprem daha oldu. İlk depremden daha hafif olan bu depremde, evlerinin çatısında uyuyan insanlar, ilk depremin korkusuyla kendilerini aşağı atmış, bu nedenle de birçoğunun ayağı kırılmıştı.

Bu olayları yaşayan insanlardan hâlen hayatta olan yaşlı insanlar vardır. Anlattıklarına göre, 1322 yılında, yani yaklaşık 70 yıl önce Şiraz'da veba salgını baş gösterdiğinde insanlar tıpkı hazan yaprakları gibi kâh yollarda, kâh evlerinde, kâh pazarlarda yere dökülüyorlardı. Cenazeler üst üste yığılıyor, defin işleri güçlükle yapılıyordu.

Merhum Doktor Haverî şöyle diyordu:

Gecenin geç saatleriydi. Hastaları tedavi etmeye gittiğimde yolum Yeni Pazar'a düştü. Kimsecikler yoktu. Ama yol boyunca bir sürü cenaze dizilmişti. Köpekler cesetleri parçalayıp yiyorlardı.

Bu belanın şiddetini öğrenmeniz için şu kıssayı anlatmam yeterli olur sanırım: "Muhammed'in Annesi" adında bir bayan bana şöyle diyordu: Oldukça çaresizdim. Sokak ortasında uzanmış, başımı yere koymuştum. "Ey Müslümanlar! Dört oğlumu kaybettim, Allah rızası için gelin onların cenazelerini kaldırın, diye feryat ediyordum. Akşam güneş batımına yakın eve döndüğümde cenazelerden bir eser yoktu. Herhalde hayırsever insanlar götürüp defnetmişlerdir, diye düşündüm. Ama sonraları ne kadar araştırıp soruşturduysam onları kimin götürdüğünü veya nereye defnettiklerini bulamadım. Hâlen dahi onların mezarlarının yerini bilmiyorum.

Yine bundan 50 yıl önce 1337 senesinde Şiraz'da baş gösteren anfolonza salgınını hâlen iyi hatırlayan kişiler vardır. O yıllarda Şiraz halkının geneli bu hastalığa yakalanmıştı. İmam Hüseyin'e (a.s) tevessüller edildi. Pazarlara ve sokaklara minberler kurulup İmam Hüseyin'e (a.s) ağıtlar okundu, dualar edildi ve iki ay geçmeden bu hastalık bertaraf oldu.

Yine 1322 yılında, yaklaşık 25 yıl önce, halkın geneli tifoya yakalanmıştı. Doktorlar hastaların çokluğundan onlara yetişmekte güçlük çekiyordu. Sabahın erken saatlerinden akşam geç saatlere kadar hastalarla ilgileniyorlardı. Bazen evlerine dönemedikleri dahi oluyordu.

Ben, akrabalarım ve dostlarımın cenazesiyle ilgilendiğim için öğleye kadar gasil hanede kalıyordum. Öğleden sonraları gittiğimde de akşama kadar orada kalıyor, cenazelere namaz kılıyordum. Her gün ortalama olarak yaklaşık elli cenaze geliyordu.

Bu hastalık yetmiyormuş gibi kıtlık baş göstermiş, her şey oldukça pahalanmıştı. Öyle ki, insanlar ekmek almak için sabah erkenden fırında kuyruklar oluşturuyor, öğleye kadar ancak ekmek alabiliyorlardı. Ekmekten başka her şey vardı. İnsanların gürültüsü ve inleme sesleri uzak mesafelerden işitilebiliyordu. Hem doktor, hem ilaç, hem de ekmek bulmak için çırpınan zavallı insanlar vardı. En zavallıları ise yokluk yüzünden evlerini ve eşyalarını sudan ucuza satmaya mecbur kalan insanlardı. Bu vahim durum birkaç ay devam etti.

Bu tür olayları anlatırken aziz okuyucularımız, bu kıssaları mütalaa ederek geçmiş toplumların başına gelen belalardan haberdar olsun istedik. Bilinmelidir ki yüce Allah haddi aşıp bozgunculuk yapan, Allah'ı ve ahiret gününü tamamen unutan, adalet ve ihsan yolunu terk eden, şehveti ve nefsî istekleri uğraş edinen kimselere mühlet vermektedir. Hadlerini iyice aştıktan sonra yaptıklarından pişmanlık duymaları ve tekrar tövbe edip Allah'a yönelmeleri için Allah-u Taâla ani belalar gönderir; onları perişan eder. Aslında bu tür belalar, yaratıcının kahır yoluyla gönderdiği lütuftan başka bir şey değildir. Bu, tıpkı suyu ve otu bol olan bir yerden sapıp da kurak toprağa yönelen koyunları çobanın taşla-sopayla meraya geri çevirmesine benzer.

Nitekim İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Nimet ve rahatlıkta Rabbimi övdüğüm gibi bela ve sıkıntılarda da O'nu övüyorum."

Kurân-ı Kerim'de de şöyle buyrulmaktadır: "Andolsun ki, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğsinler diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık."[47]

Günümüzde insanların geneli Allah'ı ve ahireti unutarak şehvetlere ve şeytanî arzulara yönelmişlerdir. Allah'tan yüz çevirerek O'ndan ve ahiret azabından başka herkesten ve her şeyden korkmaktadırlar. Allah'ın geniş rahmetinden ve mükâfatından başka her şeye ve herkese bel bağlamışlardır. Adalet, ihsan ve şefkat gibi insanı kemale götüren sıfatlardan uzak durarak; özellikle de genç neslin, bilhassa da genç kızların, hayâ ve iffeti terk ederek bunların yerine hayvanî sıfatlar edindikleri görülmektedir. Allah'ın evlerini boş bırakarak sinema, diskotek ve eğlence mekânları gibi şeytanî yerleri doldurmaktadırlar. Onlara Allah'ı ve ahireti hatırlatacak âlimane toplantılardan kaçınır, nerede şeytanî bir ses varsa onu dinlemeye koşarlar. Hangi gün yollar ve caddeler cinayetlerden, türlü türlü hıyanetlerden ve iffetsizliklerden boş kalıyor ki?

Bu yüzden insanlar bu kötü gidişattan vazgeçmedikleri sürece Allah yoluna dönünceye kadar üzerlerine bela ve afetlerin yağmasını beklemek zorundadırlar. Böylece bu zorunluluk, onların mescitlerde toplanıp yaptıkları kötü işlerden dolayı Allah'a karşı tövbe etmelerine vesile olacaktır. Ülkenin batısında, Lar ve Horasan bölgelerinde yaşanan son depremler, toplumumuz için büyük bir uyarıdır.

069

HAYIRLI OLANI İSTEMEK

Bûşehr sakini merhum Seyit Abdullah şöyle anlatır:

Vaktiyle İsfahan âlimlerinden biri, deniz yoluyla hacca müşerref olmak için bir grupla birlikte Bûşehr'e gelmişti. Ne var ki İngiliz elçiliği vize vermeyerek zorluk çıkarmıştı. Ben de dahil olmak üzere birçok kişi işin düzelmesi için elinden geleni yapmaya çalıştıysa da bir faydası olmadı.

Şeyh ve arkadaşları bu duruma oldukça üzülmüşlerdi. Şeyh, "Epey müddettir hacca gitmek için uğraşıyoruz. Bir aya yakındır yoldayız ve bu yolda sıkıntılara katlandık. (O zamanlar kafile yolculuğu İsfahan'dan Şiraz'a 17 gün, Şiraz'dan Bûşehr'e kadar da 10 gün sürüyordu.) Bu yüzden geri dönemeyiz" diyordu.

Merhum Biladî şöyle der:

Şeyhi oldukça üzgün ve sıkıntılı görünce acıdım. Bir şeylerle meşgul olmasını sağlayıp rahatlatmak için mescidimi ona vererek cemaat namazı kıldırmasını ve minbere çıkıp vaaz vermesini rica ettim. Şeyh, isteğimi kabul etmişti. Her akşam minbere çıkıyor, beraberindeki hacı adaylarıyla birlikte hüzünlü ve kırık bir kalple Allah'a yalvarıyor, "emmen yucibu" ayetini okuyor ve İmam Hüseyin'e (a.s) tevessül ediyordu. Onların bu yakarışı her işiteni etkileyip üzüyordu.

Birkaç akşam böyle perişan bir halde Allaha yalvarıp şikâyetlerini dile getirdiler. "Rabbimiz, bizler geri dönemeyiz, bizi maksadımıza ulaştır!" diyorlardı.

Bir gün İngiliz konsolosluğundan birkaç kişi geldi. Şeyhe, "Gelin de izin belgenizi alın!" dediler. Sevinçle vizelerini aldılar ve Kâbe'ye doğru yola koyuldular.

Aradan birkaç ay geçmişti. Bir gün deniz kenarında dolaşırken saçı başı birbirine karışmış kötü görünüşlü birine rastladım. Bana pek yabancı gelmemişti. "Sen birkaç ay önce falan şahısla birlikte Mekke'ye gitmek isteyen İsfahanlı değil misin?" diye sordum. "Evet" dedi. Bunun üzerine Şeyh'in ve arkadaşlarının durumunu sordum. Uzun uzun ağladıktan sonra cevap verdi: "Yolda önce haydutların saldırısına uğradık, mallarımızı yağmaladılar; sonra da hastalığa yakalanarak hayatlarını kaybettiler. Onlardan geriye sadece ben kaldım; durumumu görüyorsun!"

Biladî hoca der ki:

Onların dualarının niçin kabul olmadığını şimdi anlıyorum. Israrlarını sürdürünce Allah isteklerini kabul etti, ama bu, kendi zararlarına oldu.

Allah-u Taâla Kurân'da şöyle buyurmaktadır: "Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz."[48]

Yine bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız."[49]

Ayetteki kasıt şudur: Bazıları şerri talep ederek hayrı istediklerini sanırlar. İstedikleri şey hayırlarına olmadığı için Allah onu kabul etmez. Tıpkı öfkelendiklerinde kendilerinin ya da evlatlarının ölümünü dileyen, öfkeleri yatışınca da bundan pişmanlık duyup duaları kabul olmadığı için Allah'a şükreden kimseler gibi…

Nice işler vardır ki insan, hayrının ve saadetinin onda olduğunu zannederek ısrarla o işin olmasını yeğler, ama muradına erince de "Keşke bu iş olmasaydı!" diye hemen pişman olur.

Dolayısıyla insan, hacetlerini Rabbinden dilerken isteğinin hayırlısını Allaha bırakmalı ve şöyle demelidir: Ey alemlerin Rabbi! Dinî ve dünyevî hacetlerim ancak senin rızan ve benim de hayrım doğrultusunda olursa yerine getir!

İnsan, diliyle söylemese bile bunu kalbinden geçirmelidir. O halde Rabbimizden bir şey talep ettiğimiz zaman o işin yararımıza mı, zararımıza mı olduğunu Allaha havale etmeli; hayrımıza olanı Allah'tan dilemeli; aksi halde ondan vazgeçmeliyiz.

Netice olarak, insan kendisini Rabbi karşısında aciz, zayıf ve maslahatını teşhis edemeyen bir kul olarak görmeli; Rabbini ise her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir Rab olarak bilmelidir. Haceti verilmezse Rabbine karşı kötü düşüncelere kapılmamalı ve O'nu, isteğini yerine getirmediği için itham etmemelidir. Aksine duası kabul olmadıysa, bunu ya kendi maslahatına ya henüz vaktinin gelip çatmadığına ya da duasının kabul gerektiren bazı şartlara haiz olmadığına yormalıdır.

070

HAYÂ EDEN KÖPEK

  Yine merhum Biladî şöyle anlatır:

Tahsili için birkaç yıl Fransa'da ikâmet eden akrabalarımdan biri vatana döndüğünde şöyle bir olay anlattı:

Paris'te bir ev kiraladım. Eve bekçilik yapıp gözetmesi için de bir köpek satın aldım. Akşamları kapıyı kapatıyordum. Köpek kapının yanında uyuyordu. Derse gidip geldiğimde köpek de benimle birlikte eve giriyordu.

Bir akşam eve geç döndüm. Hava çok soğuktu ve üşümemek için paltomun yakasını kaldırmış, kulaklarımı ve başımı örtmüş, elimdeki eldivenle de yüzümü kapatmıştım. Sadece gözlerim görünüyordu. Bu halde evin kapısını açmak istediğimde zavallı köpek beni tanımayarak saldırdı. Paltoma asılınca hemen yakamı indirip yüzümü açtım. Tanıması için seslendiğimde beni tanımıştı. Hemen kuyruğunu sallayıp sokağa doğru kaçtı. Kapıyı açıp içeri almak istedim ama bir türlü girmedi.

Sabah olduğunda köpeği ölü olarak buldum. Aşırı hayâ ve utanç yüzünden can vermişti.

İşte bu yüzdendir ki herkes kendi köpeksi nefsine hitap edip "Ne kadar hayâsızım!" diyebilmelidir. Sahi, neden tüm varlığımızın kaynağı olan Rabbimizden hayâ etmiyor ve yüce makamına saygısızlık yapıyoruz? İmam Zeynelabidin (a.s), Ebu Hamza Sumalî Duası'nda şöyle buyuruyor:

"Ey Rabbim! Tek başıma kaldığımda senden hayâ etmiyor, aşikârda da (makamına) saygı göstermiyorum. Belki de beni hayâmın azlığından cezalandırıyorsundur."

71

FEDAKÂR KÖPEK

Merhum hacı Şeyh Sihamuddin babasından, o da babasından şöyle nakleder:

Vaktiyle merhum Hâkim Hüseyin Ali, yüzmek için deniz kenarına gider. Elbisesini çıkarıp suya atlamak istediğinde köpeği önüne geçip yüzmesine mani olur. Hâkim köpeğine itina etmeyip tekrar suya atlamak ister. Köpek, sahibine engel olamayacağını anlayınca denizin belirli bir yerine zıplar. O sırada büyük bir deniz hayvanı peyda olur ve köpeği yutup oradan uzaklaşır.

Hâkim, bu manzarayı görünce köpeğin neden kendisine mani olmak istediğini anlar. Onun bu fedakârlığı karşısında şaşkına dönen hâkim, üzüntüsünden gözyaşlarını tutamaz.

Merhum Allame Meclisî, Biharu'l-Envar adlı eserinin 14. cildinde, köpeklerin vefası ve kendilerini sahiplerine feda etmeleri konusunda birbirinden ilginç kıssalar nakletmiştir.

Söz köpeğin vefa ve hayâsından, insanın vefasızlık ve hayâsızlığından açılmışken, merhum Şeyh Bahaî'nin şiir kalıbında anlattığı kıssayı aktarmak istedim:

 

Vaktiyle abit bir kul dağa çıktı Lübnan'da

Rakîm ashabı gibi çekildi inzivaya

 

Dünyadan yüz çevirdi, Allah'ına yöneldi

İzzet hazinesini buralarda keşfetti

 

Rabbi için aç kaldı, günlerce oruç tuttu

İftarlarda kendini hep ekmekle avuttu

 

Yarısını akşam yer, yarısını saklardı

Onu da sahurda yer, kanaatle yaşardı

 

Bir süre böyle geçti, inmedi hiç köyüne

İnmek de istemedi, dönmedi hiç evine

 

Nihayet bir gün ekmek kalmamıştı bohçada

Açlıktan bitkin düştü, zayıfladı bir anda

 

İlk akşamı aç kıldı, yatsıya zor dayandı

Karnı aç olduğu çun fikri hep taamdaydı

 

Ne takati kalmıştı, ne de derman açlıktan

O gece yatamadı, mahrum kaldı namazdan

 

Sabah olunca artık dedi şehre ineyim

İnip de bir çırpıda yemek falan yiyeyim

 

Bir şehire girdi ki, sakini ehl-i zarar

Yarısı ateşperest, yarısı da sahtekâr

 

Ne var ki abit açtı, dayandı bir kapıya

İki ekmek kopardı, ateşperest de olsa

 

Aldı ekmeği abit, teşekkür edip çıktı

Ekmeği görünce sanki tekrar gönlü açıldı

 

Geri dönüp giderken yine hiç korkmuyordu

İki ekmekle o gün iftarı düşlüyordu

 

Ateşperest adamın bir köpeği var idi

Zavallı da açlıktan bir deri-bir kemikti

 

Yanında top çizilse, onu ekmek sanırdı

Biri de "etmek" dese, onu ekmek anlardı

 

Görünce abitte'kmek, koştu hemen ardından

Kuyruğunu sallayıp ekmek istedi ondan

 

Köpeği gören abit birini ona verdi

Biri de bana yeter deyip geri çekildi

 

Ne var ki köpek açtı, yine kuyruk salladı

Bir ekmek daha deyip hemen yanına vardı

 

Abit ise gönülsüz, onu da verdi naçar

Korkmuştu çünkü ondan, biri etmemişti kâr

 

Aç köpek iştahlıydı, onu da yedi ama

Bir kez daha takıldı abitin arkasına

 

Gölge gibi izledi, onu hiç kaybetmeden

Havlamakla kalmayıp yapıştı giysisinden

 

Şaşırmıştı bir anda, durum olunca ciddi

Senin gibi hayâsız var mı bir köpek, dedi

 

Elimde avucumda ne varsa yedirdim ya

Daha ne istersin ki, git başkasına havla

 

İki ekmeğim vardı, onları da sen yedin

Bir de yetmezmiş gibi üstümü pençeledin

 

Köpek dile gelerek dedi ey kemal ehli

Ben hayâsız değilim, ne de celal ehli

 

Küçüklüğümden beri hep burada yaşadım

Bu evi ben kendime ebedi yuva yaptım

 

Koyunları ben güder, evini gözetirim

Sahibim de lütfetse bir lokma ekmek yerim

 

Bazen bol kemik verir, bazen de aç bırakır

Günlerce yanar ağzım, post kemiğe yapışır

 

Bazen bu ateşperest kendi de tok dolaşmaz

Hele sen beni boş ver, kendine nan bulamaz

 

İşte duydun gerçeği, ben bu halde yaşadım

Yine de ondan başka kimseye el açmadım

 

Yaşlı ateşpereste ben, hep bekçilik eyledim

Verdiğine şükrettim, vermeyince sabrettim

 

Ama sen böyle misin, olmayınca bir akşam

Sabır direğin çöktü, yüz çevirdin Allah'tan

 

Bir anda yardan geçip iniverdin bayıra

Ateşperest demeyip yapıştın kapısına

 

İki lokma ekmek için reva mı dosttan geçmek?

Düşmanıyla barışmak, hele post değiştirmek?

 

Yüzün varsa sen hak ver, ey yüzsüz seçkin adam

Hayâsız bir ben miyim, yoksa sen misin, inan

 

Hakkı duyunca abit şaşırdı sessiz kaldı

Köpekten aldı dersi oracıkta bayıldı

 

Köpek nefsli Bahaî, duydun mu itin sözün

Git de kanaati sen, o itten öğren özün

 

Sabırla açılmazsa yüzüne hak kapısı

Seni de geçer elbet o köpeğin pahası

 

072

HELAL RIZIK

Merhum Mahmud Şirazî, bir dönemler Şiraz'da, yakın zamanda da Tahran'da eczanelere toptan ilaç pazarlayan merhum Hacı Mirza Hasan Ziyauttüccar Şirazî'den şöyle işittiğini nakleder:

Bir gün Kirmanşah yoluyla Kerbela ziyaretine gitmeye karar verdim. Bunun için bir merkep kiralayıp yolculuk hazırlıklarına başladım. Daha sonra bir kafileyle birlikte hareket ettim.

Kazvin'e kadar yaya yürüyen bir adam beni yalnız görünce yanıma gelip bana eşlik etti. İşlerimde bana yardımcı oluyordu. Akşam yemeğini birlikte yedik. Kazımeyn'e kadar bana yardımcı oldu. Ben de bu yardımlarının karşılığı olarak onu yiyeceğime ortak ettim.

Nihayet Kazımeyn'e varmıştık. Ayrılma zamanı gelince ona ismini sordum. "İsfahan'a bağlı Komşe nahiyesinden Kerbelaî Muhammed" diye cevap verdi. Kerbelaî Muhammed bana şunları anlattı:

Yedi yıl önce İmam Rıza'nın (a.s) ziyaretine gittiğimde Esterabad yakınlarında, Türkmenler tarafından saldırıya uğradık. Kafilemizdeki tüm mallarımızı yağmalayıp beni de kendileriyle birlikte götürerek kendilerine hizmetçi yaptılar. Gündüzleri sürekli çalıştırıyorlardı. Bu durumdan oldukça rahatsızlık duyuyor, sıkılıyordum. Bir gün ne pahasına olursa olsun ellerinden kaçıp kurtulmaya karar verdim.

"Eğer Rabbim bana yardım eder de vatanıma dönmem için beni bunların elinden kurtarırsa, aynı yoldan Kerbela'ya müşerref olacağım" diye nezrettim. Sonra bir bahaneyle onlardan uzaklaştım. Akşam olduğu için uyuyup kalmışlardı. Bu yüzden beni fark etmediler. Hızla onlardan uzaklaştım. Bir yere vardığımda artık onların şerrinden güvende olduğumu anlamıştım. Rabbime şükürler ederek aynı yerden Kerbela ziyaretine geldim.

Merhum Ziyauttuccar der ki: Ben Samerra'ya gitmek istiyordum. Ona, "Gel birlikte gidelim. Kerbela'ya daha sonra gideriz" dedim. Ne kadar ısrar ettiysem kabul etmedi. "Hiç vakit kaybetmeden nezrimi yerine getirmeliyim" diyordu. Bir miktar para uzatarak "Ne kadar istiyorsan al!" dedim. Önceleri almak istemedi. Israr edince üç İran riyali alarak yanımdan uzaklaştı. Bir daha da onu görmedim.

Bir süre sonra Necef'e varmıştık. Bir ara kutsal avlunun üst tarafından geçerken kalabalık bir gruba rastladım. Bu kalabalık, bir adamın etrafına toplanmış onu dinliyordu. Kalabalığı yarıp aralarına girdiğimde bu kişinin sefer arkadaşım Komşeli Kerbelaî Muhammed olduğunu gördüm. Boynuna geçirdiği bir parçayla kendini mukaddes revakın parmaklıklarına bağlamış ağlıyordu. Tahranlı bir adam ona "Ne istersen sana vereyim" diyordu. Yüz tümen vermeye bile razıydı. Ama Kerbelaî Muhammed kabul etmedi. Yanına yaklaşarak "Ey arkadaşım, İmam Ali'den (a.s) ne istiyorsun? Kalk da eve gidelim. Ne ihtiyacın varsa ben sana veririm" dedim. Yine kabul etmedi. "Benim hacetimi şu yüce zattan başka kimse veremez. Ondan başka kimsenin bunu vermeye gücü yetmez. O yüzden de hacetimi alıncaya kadar buradan bir yere gitmeyeceğim" diye karşılık verdi. Israrlarımın bir faydası olmadığını görünce onu kendi haline bırakıp yanından ayrıldım.

Ertesi gün, avluda yine ona rastladım. Bu kez oldukça sevinçli ve güler yüzlüydü. Beni görünce "Gördün mü, hacetimi aldım!" dedi. Elini cebine sokup bir belge çıkardı. "İşte bak, bunu İmam Ali'den (a.s) aldım!" dedi. Belgeye baktım. Dört bir yanı birbiriyle eşit yazılmış gayet okunaklı bir yazıydı. "Bu belge de neyin nesi, kime ait?" diye sordum. "Bunu ancak onu elde ettiğimde sana haber verebilirim" dedi. Daha sonra Tahran'daki adresimi alarak yanımdan ayrıldı.

Aradan birkaç yıl geçmişti. Tahran'daki mağazama geldi. Onu hatırladıktan sonra "Hani bana İmam Ali'nin (a.s) sana olan inayetini haber verecektin?" diye sordum. "Birkaç kez Tahran'a geldim ama siz Şiraz'a gitmiştiniz. Şimdi onu size haber vermeye geldim. Ben İmam'dan ömrümün sonuna kadar rahat geçinmek için helal rızk istemiştim. O yüce İmam da beni muhterem seyitlerden birine havale ederek bana ekili bir arazi vermesini emretti. Seyit, İmam'ın (a.s) bu emrine itaat ederek ekili araziyi bana verdi. O yıldan bu yana o tarlayı ekiyor ve hiç sıkıntı çekmeden rahatça yaşıyorum" dedi.

073

MEYSEM-İ TEMMAR'IN KERAMETİ

Bu yıl, (Aban 1347) Necef'te ziyaret mekânlarına müşerref olduğum bir vakit Seyit Ahmed Necefî Horasanî ile birlikte Hz. Meysem'in (r.a) ziyaretine gittik. Oradaki görevlilerden biri bizimle ilgilenerek çay ikram etti. Biz de bir şey vermek istedik ama kabul etmedi. "Hizmet hakkımı Hz. Meysem bana verir" dedi. Sonra şunları söyledi:

Burada hizmet ettiğim birkaç yıl içerisinde rüyamda bazen Kûfe'nin harabelerinden birini bana gösterir, ben de orayı kazarım. Her kazdığımda bir sikke buluyorum. Bulduğum sikkeleri satarak geçimimi temin ediyorum.

Kazıp çıkardığı sikkelerden birini bize gösterdi. İran riyalinden daha küçük olan yeşil renkli bu sikkenin üzerine Kufî hattıyla tevhid kelimesi nakşedilmişti.

074

KÖRÜN ŞİFA BULMASI

Ağalar Camii'nin muhterem cemaat imamı takva sahibi âlimlerden Hacı Seyit Muhammed Cafer Subhanî şöyle anlatır:

Rüyamda, İmam Hüseyin'in (a.s) mübarek türbesinde duaların icabet edildiği yeri bana gösterdiler. Burası, Habib b. Mezahir'in mezarıyla aynı hizada olan mukaddes türbenin baş tarafındaki yerdi.

Merhum babamla ziyarete müşerref olduğumuz bir yolculukta babam ani bir baş ağrısına yakalanarak her iki gözünü de kaybetti. Bu durum beni derinden üzmüştü. Ayrıca oldukça da sıkıntıya düşmüştüm. Çünkü devamlı elinden tutmam, ihtiyaçlarını gidermem ve onu gözetmem gerekiyordu.

Bir gün İmam'ın türbesine girip duaların müstecap olduğu yerde durarak "Babamın gözlerinin iyileşmesini sizden istiyorum" dedim. O gece rüyamda yüce bir şahsiyetin babamın başucuna gelerek mübarek ellerini gözlerine sürdüğünü gördüm. Sonra bana dönek, "İşte gözleri! Ama aslı sağlam değil!" buyurdu. Uykudan uyanıca babamın iki gözünün de iyileştiğini gördüm. Ama "Aslı sağlam değil!" cümlesini anlayamamıştım. Bu olay üzerinden üç gün geçtikten sonra babam Allah'ın rahmetine kavuştu. O zaman bu cümlenin manasını anladım.

075

İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) İHSANI

Yine Merhum Hacı Seyit Muhammed Cafer şöyle naklediyordu:

Vaktiyle merhume annemle Kerbela'ya müşerref olmuştuk. O yıl annem hastalanıp yatalak oldu. Hastalığı kırk günü geçtiğinde ağır bir borcun altına girmiştim. Bu zaman zarfında ne Şiraz'dan, ne de başka bir yerden elime bir şey geçmemişti. Mevlamın lütfüne sığınarak türbesine müşerref oldum. Yine o başucu tarafında durarak; "Ey mevlam! Ne kadar sıkıntıda ve üzgün olduğumu siz biliyorsunuz; feryadıma yetişin!" dedim ve türbeden dışarı çıktım.

Aradan az bir zaman geçmişti ki merhum Ayetullah Ağa Mirza Muhammed Taki Şirazî'nin vekili yanıma gelerek "İstediğiniz her şeyi vermek için Mirza tarafından görevlendirildim" dedi. "Ne kadar verebilirsiniz" diye sorduğumda, "Miktarı belirtilmemiştir, onu siz belirleyin" dedi. Böylece borçlarımın tümünü ödedim ve Kerbela'da olduğum sürece içinde bütün masraflarım temin edilmiş oldu.

076

KÖTÜ ZAN

Seyit Mahmud Attarân şöyle anlatır:

Aşura günleri Serduzek mahallesinin sine destelerinde yer alıyordum. Bir gün yakışıklı bir gencin zincir vurduğu esnada kadınlara baktığını fark ettim. Bu duruma dayanamayıp ona bir tokat attım, sonra da onu deste grubundan dışarı çıkardım. Birkaç dakika sonra elim ağrıdı ve yavaş yavaş ağrısı şiddetlenmeye başladı. Doktora başvurmak zorunda kaldım. Bana "Ağrının nedenini anlayamıyorum, ama ağrısını dindirip yatıştıracak bir yağ var" dedi.

Doktorun verdiği yağı kullandım. Hiç faydası olmamıştı. Bilakis ağrısı ve şişi daha da artmıştı. Eve geldiğimde ağrısına dayanamayıp bağırmaya başladım. Akşam bu yüzden uyuyamadım. Gecenin sonlarına doğru gözlerim ağırlaşmaya başladı ve uyudum. Rüyamda Şah Çerağ[50] hazretlerini gördüm. Bana "O genci bulup rızasını almalısın!" dedi.

Uyandığımda elimin ağrısının sebebini anlamıştım. Gidip o genci buldum ve kendisinden özür diledim. Nihayet gönlünü alarak razı ettim. Kısa bir süre sonra elimin şişkinliği yattı, acısı da dindi.

Hata ettiğimi ve o genç hakkında kötü zanna kapıldığımı anlamıştım. O gün İmam Hüseyin'in (a.s) matemlisine saygısızlık edilmemesi gerektiğini öğrenmiştim.

Bu kıssadan almamız gereken ders şu ki; Allah ve Resulüne bağlı kişilere saygısızlık etmek ve onları (basit sebeplerden dolayı) rencide etmek tehlikeli olduğu gibi ilahî belanın gelip çatmasına ve O'nun gazabına uğramaya neden olur.

077

İHSANIN MÜKÂFATI

Merhum Hacı Muin Şirazî şöyle anlatır:

Tahran Pazarı'nda Alman gümüşü satan Seyit Hasan Verşuçî tüm sermayesini kaybettikten sonra ağır bir borcun altına girmişti.

Bir gün mağazasına genç bir bayan gelir ve şöyle der: Ben Yahudi bir kızım. 120 tümen param var evlenmek istiyorum. Sizin dürüst bir insan olduğunuzu duydum. Şu parayı alın ve karşılığında çeyizim için listede yazılı şu eşyaları verin."

Verşuçi, şöyle anlatır:

Parayı alarak bende olan malları verdim, olmayanları ise komşu mağazalardan temin ettim. Alışverişinin toplamı 150 tümen tuttu. Genç kız "Elimdeki paradan başka param yok " deyince "Zaten ben de istemiyorum" dedim. Bunun üzerine başını göğe kaldırarak bana dua etti. Satın aldığı eşyaları bir el arabasına koyup gönderdim. Başka parası olmadığı için kirasını da ben verdim.

Bir gün kendi kendime, "En iyisi durumumu Tahran'ın önde gelen zengin arkadaşlarımdan Hacı Ali Alakabendî'ye söyleyeyim" dedim. Sabah erkenden Şemiran'a giderek hediye amaçlı altı kilo elma satın aldım.

Hacı Alakabendî, İmam zade Kâsım'ın türbesinin yakınlarında bir yerde oturuyordu. Bahçesinin kapısını çalıp bekledim. Bir süre sonra bahçıvanı gelerek kapıyı açtı. Elmaları ona vererek "Hacıya Hüseyin Verşuçî'nin geldiğini haber verin" dedim.

Bahçıvan haber vermek için içeriye gittiğinde kendime geldim. Kendi kendimi "Neden yaratan Rabbime değil de onun yarattıklarına el açıyorum?" diye azarladım. Yaptığım işten hemen pişman oldum. Geri dönüp kendimi bir çöle attım. Topraklar içinde secdeye kapılarak ağladım. Devamlı tövbe ediyor, Allah'tan bağışlanma diliyordum.

Şehre dönmem gerekiyordu. Ama hacının adamlarının beni göremeyeceği bir yoldan dönmek istiyordum. Beni bulmak için peşimden birilerini göndereceğini bildiğim için o gün öğleye kadar dükkâna da gitmedim. Artık hacının adamlarından kimsenin gelmeyeceğine emin olunca işime döndüm. Elemanlar "Hacının adamları birkaç kez buraya gelip seni sordular" dedi. Kısa bir süre sonra da hacının hizmetkârı gelip "Sabah geldiniz ama neden hemen geri döndünüz anlayamadık; hacı siz bekliyor" dedi.

"Bir yanlışlık oldu" deyip geçiştirdim. Hizmetkâr gittikten bir süre sonra bu kez de hacının oğlu geldi. O da "Babam sizi bekliyor" dedi. "Babanla bir işim yok!" deyip onu da gönderdim. Birkaç saat sonra elinde asası, bitkin ve hasta haliyle bu kez de hacı çıkageldi. "Niçin sabahleyin gelip hemen geri döndün? Mutlaka bir işin olmalı? Hacetin nedir?" diye sordu. "Hayır, bir ihtiyacım yok, herhalde bir yanlışlık oldu" diye geçiştirdim. Öfke ve hiddetle geri döndü.

Birkaç gün sonra evde oturmuş ekmek ve üzüm yiyordum. Tacir arkadaşlarımdan biri yanıma gelerek "Elimde işine yarar bir mal var. Epey bir zamandır ambarımda boşuna yer kaplıyor" dedi. Ne olduğunu sordum. Emayelenmiş bir kalıp alman gümüşü olduğunu söyledi. Önceleri istemedim ama ısrar edince satın aldım. Her küpünü alış fiyatına, 17 tümene, veresiye olarak vermişti.

İkindi vakti bini aşkın gümüş küpü getirdi. Mağazamın ambarı bu küplerle doldu. Ertesi gün numunelik bir küp alarak gümüşçüler pazarına gittim. Bana "Bunu nerden aldınız, uzun zamandır bu tür gümüş ele geçmiyor!" dediler. Küpleri tanesi 50 tümenden satın aldılar. Elde ettiğim kazançla borçlarımın tamamını ödeyip sermayemi yeniledim. Sonra lütfünden dolayı Rabbime şükürler ettim.

Bu öykü, bize muvahhit bir insanın zorluk ve sıkıntılarda Allah'tan başkasına bel bağlamaması gerektiğini öğretmektedir. Bilinmelidir ki, başkalarından yüz çevirip Allah'a yönelen kimsenin işi yolunda gider, en güzel ve en istenilen seyirde hareket eder.

Havale et işini Hakk'a ey Hafız

Bu sayede açılır geçim bahtımız

 

078

İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) ZİYARETÇİLERİ

Son Kerbela ziyaretine müşerref olduğum yolculukta (14 Recep 1388) Seyit Abdürresul Hadim bana şunları anlattı:

Vaktiyle İmam Hüseyin'in (a.s) türbesinde kapıkulu olarak görev yapan ve şu anki kapıkulunun da babası olan merhum Abdülhüseyin, erdem sahibi, iyi insanlardan biriydi.

Bir akşam kanlı ve kirli ayaklarıyla türbeye giren, o hâliyle hacet dilemeye çalışan bir Arap görür. Merhum, onu bu halde görünce etrafındakilere bağırarak onu hemen türbeden dışarı çıkarmalarını emreder. Arap, dışarı götürülürken "Ey Hüseyin, bu evin size ait olduğunu düşünüyordum; ama görüyorum ki eviniz başkasına aitmiş!" diye seslenir.

Aynı gece merhum bir rüya görür: Rüyasında İmam Hüseyin türbenin avlusunda minbere çıkmış, müminlerin ruhları da etrafını sarmış onu dinliyorlardır. İmam, hademelerinden yana duyduğu rahatsızlığını şikâyet ediyordur. Türbe sorumlusu, "Ey ceddim, size karşı ne gibi bir edepsizliğimiz oldu?" diye sorar. İmam, "Siz bu akşam en aziz misafirlerimden birini rencide edip türbemden dışarı attınız. Onu hoşnut etmediğiniz sürece ne ben razı olurum, ne de Allah razı olur" diye cevap verir. Görevli "Ey ceddim, ben onu tanımıyorum ve nerde olduğunu da bilmiyorum" der. Bunun üzerine İmam, "Şu an Hasan Paşa'nın (çadırlara yakın bir yer) evinde uyuyor. Oradan da türbemize gelecek. Bizimle işi vardı. Onun kötürüm olan oğluna şifa verdik. Yarın kabilesiyle birlikte gelecek. Onu karşılamaya git" diye cevap verir.

Merhum, uykudan uyanınca birkaç hademeyle birlikte zavallı Arap'ı İmam'ın buyurduğu yerde bulur. Ellerini öperek son derece ihtiramla evine getirir, ona ikramda bulunur.

Ertesi gün yanına otuz hademe alarak onları karşılamaya gider. Bir süre sonra sevinç ve neşe içerisinde gelen bir gruba rastlarlar. Aralarında Arap ve şifa bulan felçli çocuğu da vardır. Hemen yanlarına alarak birlikte mukaddes türbeye müşerref olurlar.

079

ÖZGÜRLÜK BELGESİ

Sadık Ehlibeyt dostlarından Haydar Aga Tahranî şöyle anlatır:

Birkaç yıl önce İmam Rıza'nın (a.s) revakına müşerref olmuştum. Yaşlılıktan beli bükülmüş, saçı-başı ağarmış, kaşları gözünün üzerine sarkmış yaşlı bir adamın ibadetindeki tevazu ve kalbî huzuru beni kendine cezp etmişti. Bir süre sonra gitmek için yerinden doğrulduğunda takatinin olmadığını gördüm. Yanına gidip ayağa kalkması için yardım ettim. "Evin nerede, istersen seni götüreyim" dedim. Hayrat Han Medresesi'nde bir odada kaldığını söyledi.

Kısacası, onu kaldığı yere götürdüm. Yaşlı adama hayranlık duymaya ve onu sevmeye başlamıştım. Artık her gün onu görmeye gidiyor, işlerinde yardımcı oluyordum. İsmini, yaşadığı yeri ve ne işle uğraştığını sordum. "Adım İbrahim, Iraklıyım" diye cevap verdi. Farsçayı da biliyordu. Kendisinden bahsederken şöyle dedi:

Gençliğimden bu yana her yıl İmam Rıza'yı (a.s) ziyarete gelir, bir süre burada kalır, sonra Irak'a dönerim. Henüz otomobilin icat edilmediği yıllarda iki kez yaya olarak ziyarete geldim. İlk seferimde çok sevdiğim sadık can yoldaşlarımdan üçü bir fersahlık yola kadar bana eşlik ettiler. Benden ayrıldıkları ve ziyarete müşerref olamadıkları için çok üzgündüler. Vedalaşmak istediğimizde ağlayarak "Daha gençsin, yaya olarak gideceğin bu yolculukta çok sıkıntı çekeceksin, ama İmam sana teveccüh edecektir. O yüzden de sana hacetlerimizi söylüyoruz. Üçümüzün selamını İmam Rıza'ya (a.s) ilet ve o mukaddes türbeye vardığında bizleri de yâd et" dediler.

Sonra onlara veda ederek Meşhed'e doğru hareket ettim. Şehre girdiğimde yorgun ve bitkin halimle mukaddes türbeye girdim. Türbenin bir köşesine yığılıp kalmıştım. O halde kendimden geçtim.

Rüyamda İmam Rıza'yı (a.s) gördüm. Mübarek elinde sayılamayacak kadar kâğıt vardı. Kadın-erkek, çoluk-çocuk tüm ziyaretçilerine o kâğıtlardan veriyordu. Sıra bana gelince dört kâğıt verdi. "Niçin bana dört adet verdiniz?" diye sordum. "Biri senin, diğeri de üç arkadaşının!" diye buyurdu. "İyi ama bu iş size uygun değil; kâğıtları başkalarının dağıtmasını emretseydiniz!" deyince "Şu gördüğün insanlar beni ümit ederek buraya gelmişler; o halde bizzat kendim bu işi yapmalıyım" diye cevap verdi. Merakla kâğıtlardan birini açıp baktım. İçinde dört ibare yazılıydı: "Ateşten kurtulma belgesi, hesap gününden güvende olmak, cennete girmek ve ben, Allah Resulünün oğluyum."

Yukarıdaki öyküden iki netice almak mümkündür:

1-İmam Rıza'nın (a.s) ziyaretçilerine olan şefkat, merhamet ve teveccühü öylesine derindir ki kim kurtulmayı ümit ederek O'na sığınır ve güvenirse şefaat eder, kimseyi kapısından ümitsiz geri çevirmez.

2-Kim gerçek manada O yüce İmam'ı ziyarete etmeyi arzular, ama gitmeye imkânı olmaz da başkasından, kendisinden taraf ziyaret etmesini isterse, tıpkı ziyaret eden kişi gibi olur. Elbette bu mevzu, sadece İmam'ı ziyaret etmek konusu için geçerli değildir. Aynı zamanda bütün hayır işler için de geçerlidir. Yani kim hayır bir iş yapmayı sever, kalben o işe nail olmayı arzular, ama buna rağmen yapmak için imkânı olmazsa, kuşkusuz o hayrı yapmış gibi olur ve o hayrı yapan kişinin sevabını alır. Bu konuyu teyit eden birçok rivayet mevcuttur:

Cabir b. Abdullah, Kerbela'ya müşerref olduğu bazı seferlerinde, Kerbela şehitlerini ziyaret ederken onlara şöyle hitap ederdi. "Allah'a ant olsun ki biz de çektiğiniz o sıkıntılarda sizinle ortağız."

Yanında bulunan Atiyye b. Saad "Nasıl olur da biz Kerbela şehitleriyle ortak olabiliriz; halbuki biz o sıkıntılarda onlarla birlikte değildik, onlarla birlikte kılıç savurmadık, onlar gibi başlarımız bedenlerimizden ayrılmadı, çocukları gibi bizim çocuklarımız yetim kalmadı, eşlerimiz de eşleri gibi dul kalmadı!" deyince Cabir şöyle cevap verir: Ey Atiye, habibim Allah Resulünden (s.a.a) şöyle işittim, derdi ki: "Kim bir topluluğu severse onlarla haşrolur. Bir toplumun yaptığı işi benimseyip seven, o işte onlarla ortaktır." Muhammed'i hak üzere gönderen Allah'a ant olsun ki benim ve kavmimin niyeti, İmam Hüseyin (a.s) ve ashabının hedefleri uğruna öldükleri şeydi."[51]

İmam Rıza (a.s), Rayyan b. Şubeyb'e şöyle buyurdu:

"Ey Şubeyb'in oğlu! İmam Hüseyin (a.s) ile birlikte şehit olanların sevabına sahip olmak seni mutlu ediyorsa, o halde ne zaman onları hatırlasan, 'Keşke ben de onlarla olsaydım ve onlar gibi büyük saadete erişseydim!' de."[52]

Fakat belirtmek gerekir ki, şehitlerin elde ettiği sevaplara ulaşmanın şartı, bu arzu ve istekte sadık olmaktır. Yani Allah yolunda öldürülmek, insanın gönlünde yatan bir arzu olmalıdır. Öyle ki, bu uğurda zemine hazır olursa kendine, evladına ve malına olan düşkünlük onu bu yüce hedeften alıkoymamalıdır. O halde tüm kalbi Kerbela vakıasında onu bu fedakârlıktan alıkoyacak kendini beğenmişlik, şehvete düşkünlük ve dünya sevgisiyle dolu olan bir kimsenin "Keşke ben de onlarla olsaydım!.." demesi, apaçık bir yalandan başka bir şey olmaz.

Bir ilim ehli şöyle derdi:

Yıllarca gurur ve yanılgıdaydım. Kendimi Kerbela şehitlerinin sevabına ortak görüyordum. Bir gece rüyamda tıpkı Aşura olayını anlatan kitaplarda yazıldığı gibi, kendimi Kerbela ortamında buldum. İmam Hüseyin'in (a.s) yanında duruyordum. Hz. Kasım savaş meydanına giderek şehit oldu. Birden "Artık İmam'ın (a.s) yardımcısı kalmadı; şimdi de savaş meydanına beni sürecek!" diye düşündüm. Korkumdan kendimi saklamak için arkaya çekildim. Sonra da bir ata binip hızla oradan uzaklaştım.

Gördüğüm rüyanın korku ve dehşetiyle uykudan uyandığımda bir ömür dilimde heceleyip durduğum şehadet arzusunun yalan olduğunu anladım.

Bunu anlatmaktan maksat, aziz okuyucunun gurura kapılmamasını hatırlatmaktır. Şunu bilmek gerekir ki, şehitlerin sevabına ulaşmanın yolu, gerçek ve hakikî manada (onlar gibi olmayı) arzu etmektir. Ama bu arzu, dünya sevgisiyle kuşanmış bir kalp için imkânsızdır. Bir ömür nefisle mücadele edilmeli, onu alt etmeli, bu konuda sıkıntılara göğüs gerilmeli ki, bu arzu hakikate dönüşsün.

Meydanda şehit olan kimse bir defada ölerek rahatlığa ve huzura kavuşur. Oysa nefsiyle savaşan ve mücadele eden kimse bir ömür hem şeytanla, hem de nefsiyle savaş içerisindedir. Bu yüzden nebevî hadiste de geldiği üzere buna "cihad-ı ekber"[53] denilmektedir.

Ayrıca, şahadet arzusu hakikî olsa da şehitlerin sevabı gibi bir sevap alacaklardır; o sevabın aynını değil. Zira göstermiş oldukları olağanüstü fedakârlıklardan dolayı Allah-u Taâla'nın Kerbela şehitlerine vermiş olduğu makamlar ve mükâfatlar, yaratılıştan bu yana gelen ve gelecek olan hiçbir şehide verilmeyecektir. O halde böyle bir makam basit bir temenniyle nasıl elde edilebilir. Bu özel makam, ancak Kerbela şehitlerine mahsustur. Gerçek anlamda o şehitlerin makamını temenni edenlere ise Allah, fazlından benzeri sevaplar verecektir.

080

KADINLARIN ALTI GÖREVİ

Bundan birkaç yıl evvel, sürekli cemaat namazlarına katılan seyide eşim yanıma gelerek bana şöyle dedi: "Epey bir zamandır kurtuluşum için annem Hz. Fatma'ya (a.s) tevessül ediyordum. Nihayet dün akşam O'nu rüyamda görünce "Hanımefendimiz, biz kadınlar kurtuluşa ermek için ne yapmalıyız?" diye sordum. "Siz kadınlar altı şeye dikkat ederseniz kurtuluş ehli olursunuz" diye cevap verdi.

Ama ben gaflet edip o altı şeyi soramadan uyandım. Şimdi sen söyle, o altı şey nedir?

Aklıma ilk gelen şey, kadınların vazifelerini ve Allah Resulüyle yaptıkları biatin kabul şartlarını içeren Mümtehine suresinin son ayeti olmuştu. Bu surenin 12. ayetine müracaat edip şartları saydığımda bunların altı şey olduğunu gördüm. Eşime "Mutlaka Hz. Fatma'nın (a.s) maksadı da budur" dedim.

Müslüman kadınların vazifelerini bilip öğrenmeleri için bu ayetlerin kısaca tercümelerine işaret ediyoruz:

"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar;

1-Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, (yani sıfatlarında, fiillerinde ve ibadette)

2-Hırsızlık yapmamak, (kocalarının ve başkalarının malları hususunda)

3-Zina etmemek,

4-Çocuklarını öldürmemek, (hatta nutfe, alaka ve cenin hallerinde bile)

5-Elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek,

6-İyi işi işlemekte (namaz, oruç, hac, zekât ve kocalarına itaat etme, yabancı erkeklere bakmama, dokunmama vb. konularda) sana karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir."[54]

081

İMAM HÜSEYİN'İN İNAYETİ

Serkuh Darab sakini takva ehli âlimlerden Şeyh Muhammed Ensarî şöyle anlatır:

1373 yılında Kerbela'ya müşerref olduğumda oğlum hasta idi. Şifa bulması için onu da yanımda götürdüm. Erbain günü oğlum ile beraber Fırat Nehri'nin kenarına gittik. Ziyaret guslü almak amacıyla nehre girdik. Gusül ile meşgulken akıntı ansızın oğlumu sürükleyip götürdü. Kafası dışında tüm bedeni suyun içindeydi. Yüzmeye takatim kalmamıştı. Kurtarmak için yardım edecek kimse yoktu. Üzgün ve kırık bir kalple Rabbime sığındım ve oğlumu kurtarması için İmam Hüseyin (a.s) hürmetine O'ndan yardım istedim. Birden oğlumun bana doğru geldiğini gördüm. Elinden tutup sudan çıkardım. Neler olduğunu sorduğumda, "Kimseyi görmedim, ama sanki biri kollarımdan tutmuştu ve sana doğru getiriyordu" diye cevap verdi. Bunu duyunca duamı kabul ettiği için Rabbime teşekkür edip şükür secdesine kapandım.

082

HZ. MEHDİ'NİN (A.F) YARDIMI

Şeyh Muhammed Ensarî, yine şöyle anlatır:

Aynı yolculukta Samerra'ya müşerref oldum. Mukaddes sirdâba (bodrum kat) inmek istediğimde akşam namazının vakti geçmişti ve henüz namazımı kılmamıştım. Sirdaba açılan mescitte cemaat namazı kılınıyordu. Bu mescidin ehlisünnete ait olduğunu bilmiyordum. Cemaat yatsı namazını kılmakla meşguldü. Oğlumla beraber mescide girip bir köşeye çekildik. Önümüze Kerbela mührü koyup namaz kılmaya başladık. Cemaat namazı bittikten sonra önümden geçenler öfkeyle bana bakıyor, çirkin sözler sarf ediyorlardı. Takiyye yapmadığım için pişman olmuştum.

Tüm cemaat çekilip gittikten sonra mescidin ışıklarını söndürüp kapıyı yüzümüze kapadılar. "Ben uzaklardan gelen bir ziyaretçiyim, buraların yabancısıyım!" dediysem de fayda etmedi. İçlerinden bize itina eden çıkmadı. Bizi öylece bırakıp gittiler. Oğlum ve ben oldukça korkmuştuk. Bizi öldüreceklerini düşünerek ağlayıp sızlamaya başladık. Muzdarip bir halde Hz. Mehdi'yi (a.f) vesile kılarak Allah'tan yardım diledik.

O sırada duvarın yanında oturup ağlayan oğlum "Babacığı gel, yol açıldı!" dedi. Giriş kapısı yakınlarında bulunan ve duvara monte edilen mescidin sütunu, yukarı doğru kalkmaya başlamıştı. Sütun yerden 2-3 karış ayrıldı. Bu mesafe, altından rahatlıkla geçmemiz için yeterliydi. Oğlumla birlikte hemen oradan çıktık. Dışarı çıktığımızda sütun eski haline geri dönüp kapandı. Bunun üzerine Rabbimize şükrettik. Ertesi gün merak edip aynı yere gittik. Açılan sütunun yerinde herhangi bir iz yoktu. İğne deliği kadar bile olsa, bir çatlağa rastlamadık.

083

HZ. FATMA'NIN (A.S) ADIYLA

Üstün kerametler sahibi Hacı Seyit Murtaza Keşmirî'nin oğlu Seyit Ali Nakî Keşmirî, erdem sahibi Seyit Abbas Larî'den şöyle işittiğini nakleder:

Necef'te dinî ilimler tahsil ettiğim dönemlerde bir gün öğleden sonra iftar için yemek hazırlayıp odama bıraktım, sonra da kapıyı kilitleyip dışarı çıktım. Akşam ve yatsı namazlarımı kılıp, bir süre sonra iftar için tekrar medreseye döndüm. Odamın kapısına vardığımda anahtarı bulamadım. Medresenin çevresinde de arayıp bulamayınca bazı arkadaşlarıma sordum. Onlar da öyle bir anahtar görmediklerini söylediler. Açlığın etkisiyle oldukça bitkin düşmüştüm. Ne yapacağımı bilemiyordum. Medreseden dışarı çıkıp başım önümde türbeye doğru şaşkın şaşkın yürümeye başladım. O sırada merhum Hacı Seyit Murtaza Keşmirî'ye rastladım. Şaşkınlığımın sebebini sorunca durumu ona da anlattım. Benimle birlikte medresedeki odamın kapısına kadar geldi. "Kim Hz. Musa'nın (a.s) annesinin ismini bilir de kilitli kapıya onun adını söylerse kapı açılır, diyorlar. Ama şu bir gerçek ki, bizim annemiz Hz. Fatıma'nın (a.s) makamı ondan geri değil!" deyip elini kapının kilidine koydu. Sonra da "Ya Fatıma!" deyip içeri girdi. Kapı, O'nun ismiyle açılmıştı.

084

SIKINTIDAN SONRA RAHATLIK

Yine mezkûr Seyit, Alemu'l-Hüda Melayirî'nin şöyle söylediğini nakleder:

Necef-i Eşref'te dinî ilimler tahsil ettiğim dönemlerde geçimden yana çok sıkıntıya düşmüştüm. Bir gün cebimde hiç para olmadığı halde aileme yiyecek bir şeyler tedarik etmek için dışarı çıktım. Çaresizlik içerisinde pazara gittim. Pazarın başından sonuna kadar birkaç kez gidip geldim. Durumumu kimseye bildirmedim. Pazarda böyle yürümenin yakışıksız olduğunu düşünerek oradan ayrılıp boş bir sokağa girdim. Hacı Said'in evinin yakınlarına kadar yürüdüm. Ansızın merhum Hacı Murtaza Keşmirî'ye rastladım.

"Sana ne oluyor? Ceddin İmam Ali (a.s) arpa ekmeği yiyor, bazen de iki gün üst üste hiçbir şey bulamıyordu!" dedi. Bir süre İmam Ali'nin (a.s) sıkıntılarından anlatıp beni teselli etmeye çalıştı. "Sabırlı ol, elbette ki genişlik yakındır; Necef'te zahmet çekmeli, çaba göstermelisin" deyip cebime o zamanın rayiç parasından bir miktar koydu. "Bu parayı sakın sayma, kimseye de söyleme; istediğin kadar harca!" diye tembihledi. Yanından ayrıldıktan sonra pazara gidip ekmek ve yiyecek şeyler aldım, sonra da eve götürdüm. Birkaç gün o paradan bir şeyler satın alıp eve götürdüm.

Bir gün kendi kendime "Ne zaman elimi cebime atsam para buluyorum; o halde ailem için pahalı yiyecekler alayım!" dedim. O gün eve et aldığımda eşim bana, "Anlaşılan sana bir şeyler inayet olmuş. Görüyorum ki et satın almışsın!" dedi. "Evet", dedim. "Öyleyse bir miktar kumaş al da elbise dikeyim" dedi.

Pazarda bir manifaturacıya giderek bir miktar kumaş satın aldım. Cebimden bir miktar para çıkarıp "Kumaşların parasını şuradan alın, eksik olursa üzerini tamamlayayım" dedim. Manifaturacı parayı saydı. "Para tamam, eksik yok" dedi.

Bir yıl boyunca durumum böyle devam etti. Her gün lazım olduğu kadar o paradan çıkarıp harcıyor, durumu kimseye anlatmıyordum. Bir gün yıkanması için elbisemi çıkardığımda paraları cebimden almayı unutmuştum. Elbise yıkanırken çocuklarımdan biri elini elbisemin cebine atarak parayı çıkarmış, o günün ihtiyaçlarına harcamıştı. Böylece o para tükenmiş oldu.

Bir şeyin bereket bulması ve harcandığı halde tükenmemesi ilahî kudretçe mümkün, hatta gerçek bir iştir. Bu tür örnekler birçok kitapta beyan edilmiştir. Bu konuyla ilgili olarak merhum Nuri'nin Kelime-i Tayyibe adlı eserine ve Daru's-Selam'a müracaat edilebilirsiniz.

Aynı şekilde, rabbanî âlimlerden merhum Hacı Seyit Murtaza Keşmirî'nin kerametleri ve İmam Mehdi'nin (a.f) huzuruna müşerref olması mevzuu, Necefli âlimlerin genelinin kabul ettiği bir mevzudur.

085

DÜŞÜNCEYİ OKUMA

Yine mezkur Seyit, Seyit Murtaza Keşmirî'nin öğrencilerinden merhum Şeyh Hüseyin Hallavî'den şöyle işittiğini nakleder:

Merhum Seyit Muhsin Amulî'nin kızıyla evlenmek istiyordum. Bu işi için istihare etmek amacıyla Seyit üstadımızın yanına gittim. Kalbimdeki niyetimi söylemeden "Acaba benim için bir istiharede bulunabilir misiniz?" dedim. Seyit bir süre düşündükten sonra "Seyide bir hanımın gayri seyit biriyle evlenmesini iyi karşılamıyorum" dedi. Bunu söylemesi üzerine istihare etmekten vazgeçtim.

086

BAŞKASININ HAKKI

Birkaç yıl Necef-i Eşref'te ikamet eden erdem sahibi ve güvenilir âlim Hacı Şeyh Muhammed Taki Larî şöyle nakleder:

Bir gün Kerbela pazarında manifaturacı bir arkadaşımın dükkânının önünde oturmuştum. Ansızın gözüm yerde duran bir altın sikkesine ilişti. Yoldan geçenler parayı fark etmeden yanından geçiyordu. Kimseye bir şey söylemeden oraya gittim. Yere eğilip elimi uzattığımda onun altın olmadığını, donmuş bir sümük olduğunu fark ettim. Kendi davranışımı kınayarak kimsenin anlamayacağı şekilde tekrar yerime döndüm.

İkinci kez aynı yere baktım. Emin olmak için tüm dikkatimi oraya verdim. Altın olduğuna emin olunca tekrar oraya gidip eğildim. Ne var ki yine donmuş sümük gördüm. Pişman olup tekrar yerime döndüm.

Üçüncü kez baktığımda yine altın olduğunu görmüştüm. Ama bu kez almaya gitmedim. Oldukça şaşırmıştım. O sırada muhterem bir seyidin perişan bir halde yerlere bakına bakına gelmekte olduğunu gördüm. Altını görünce hemen eğilip onu aldı ve cebine koydu. Sonra da bir şey olmamış gibi oradan uzaklaştı.

Bu durum beni meraklandırmıştı. Hızla yanına koştum. Selam verip hal-hatır sordum. Sonra da o altın sikkesinin ne olduğunu sordum. "Bugün Allah bana bir evlat nasip etti. Eve bir şeyler almam gerekiyordu ama param yoktu. Falan şahsın yanına giderek borç istedim. Bana şu altın sikkeyi borç verdi. Pazara giderek bir miktar gerekli ev ihtiyaçları satın aldım. Aldığım malzemelerin parasını ödemek istediğimde sikkeyi cebimde bulamayınca kaybettiğimi anladım. Gördüğün o yerde de sikkeyi buldum" dedi.

Bu kıssayı nakletmekten maksadımız şudur: Muhterem okuyucu bilmelidir ki, âlemlerin Rabbi ve işleri tedbir eden yüce yaratıcı, bir an olsun kullarının özel ve genel işlerini tedbir etmekten gaflet etmez. Bu kıssada da görüldüğü üzere Allah, altın sikkeyi Şeyh'in almaması için donmuş bir sümüğe çevirmişti. Çünkü Şeyh onu alacak olsaydı, zavallı seyit zor durumda kalacaktı. O halde muvahhit bir kimse daima Rabbine tevekkül edip işleri O'na havale etmelidir. Şüphesiz O, en iyi vekildir.

087

İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) ZİYARETÇİLERİ

Necef'te ikamet eden bazı güvenilir âlimler, züht ve ilim ehli merhum Şeyh Hüseyin b. Şeyh Meşkûr'un şöyle dediğini naklederler:

Bir gün rüyamda, kendimi İmam Hüseyin'in (a.s) haremine müşerref olurken görmüştüm. Bir Arap genç türbeye gelip tebessüm etti ve ardından İmam'a selam verdi. İmam (a.s) da gülümseyerek karşılık verdi.

Ertesi gün Cuma akşamıydı. O akşam türbeye gidip bir köşede oturdum. O sırada rüyada gördüğüm gence rastladım. Türbenin tam karşısında durup tebessüm etti ve selam verdi. Ama rüyadaki gibi İmam Hüseyin'i (a.s) göremedim. Türbeden çıkıncaya kadar o Arap'ı izledim. Daha sonra onu takip edip yanına yaklaştım. Gördüğüm rüyayı detaylarıyla anlatıp bu yüzden İmam'a (a.s) neden selam verdiğini öğrenmek istediğimi söyledim. "Ne yaptın da İmam sana gülerek cevap verdi?" diye sordum.

Genç, şöyle anlattı: Bir yaşlı annem, bir de yaşlı babam var. Kerbela'ya birkaç fersah ötede yaşıyoruz. Cuma akşamları İmam'ı ziyarete geliyoruz. Bir hafta babamı bir hafta da annemi merkebe bindirip ziyarete getiriyordum. Bir Cuma akşamı sıra babamdaydı. Onu merkebe bindirip çıkmak istediğimde annem ağladı ve "Beni de götürmeni istiyorum, belki gelecek haftaya kadar yaşayamayabilirim!" dedi. Hava oldukça yağmurlu ve soğuktu. Bu yüzden annemi uyardım ama kabul etmedi. Hal böyle olunca babamı merkebe bindirip annemi de sırtıma aldım. Çok meşakkatli ve zahmetli bir yolculuktan sonra nihayet türbeye varmıştık. O vaziyette türbeye girdiğimde İmam Hüseyin'i (a.s) gördüm ve selam verdim. İmam da tebessümle bana cevap verdi. İşte o akşamdan bu yana her türbeye müşerref oluşumda İmam'ı görüyorum; o da bana tebessümle karşılık veriyor.

Bu öyküden de anlaşıldığı üzere iman ehline ve anne-babaya sevgi gösterisinde bulunmak, hizmet etmek, özellikle de İmam Hüseyin'in (a.s) ziyaretçilerine ihtiram göstermek din büyüklerinin hoşnutluğunu kazanmaya sebep olmaktadır.

088

ADİL FAKİHİN MAKAMI

Merhum Şeyh Muhammed Nihavendî hakkında şöyle nakledilir:

Merhum Nihavendî bir gece rüya âleminde Meşhed'e müşerref olduğunu görür. Türbenin baş tarafında İmam Mehdi'ye (a.f) rastlar. O sırada humusun "İmam Hakkı" olan bölümden tasarruf etmek için İmam'ın bizzat kendisinden (a.f) izin almak aklına gelir. Hemen İmam'ın (a.f) mübarek elini öperek "Sizin hakkınız olan İmam hakkında tasarruf etmem için bana ne kadar müsaade ediyorsunuz?" diye sorar. "Her ay falan meblağ" (belirtilen miktarı maalesef unuttum) diye cevap verir.

Rüyanın üzerinden birkaç yıl geçer. Şeyh Muhammed bir gün Meşhed'e müşerref olur. Şeyh'in müşerref olduğu vakit merhum Ayetullah Hacı Hüseyin Burucerdî de Meşhed'de bulunmaktadır.

Bir gün Şeyh Muhammed türbeye gider ve mezar-ı şerifin başucunda oturur. Rüyada İmam Mehdi'yi (a.f) gördüğü yerde merhum Burucerdî'nin oturduğunu görür. Birçok taklit merciinden humusun İmam hakkı bölümünden tasarruf etme izni aldığı için "Ondan da izin alsam iyi olur" diye düşünür. Bu amaçla merhumun yanına vararak ondan izin ister. Ayetullah Burucerdî de ona tıpkı Hz. Mehdi'nin (a.f) rüyada kendisine buyurduğu meblağ kadar izin verir.

Şeyh daha sonraları bu olayın birkaç yıl önce gördüğü rüyanın yorumu olduğunu anlar.

Bu kıssadan anlaşılan şudur: Ehlibeyt dostları İmam Mehdi'nin (a.f) gaybet döneminde adil fakihin makamını öğrenmeli, onu İmam'ın naibi olarak görmeli ve dinî vazifeleri için ona müracaat etmelidirler. Fakihin hükmünü adeta İmam'ın hükmü olarak kabul etmelidirler.

Mefatihu'l-Cinan adlı dua kitabında şöyle nakledilir: Hz. Mehdi (a.f), Hacı Ali Bağdadî'ye şöyle buyurdu: "Necef müçtehitleri; yani Şeyh Murtaza Ensarî, Şeyh Muhammed Hüseyin Kazımeynî ve Şeyh Muhammed Hasan Şerukî benim vekillerimdirler. Benim hakkıma düşen payı onlara ulaştırırsanız kabuldür.

089

İNSANIN AKIBETİ

Menuçehr Mevrisî'nin anlattığı uzun bir öykünün özetini naklediyoruz:

Laristan bölgesine bağlı Eyser köyünde öğretmenlikle meşgul olduğum dönemlerde Ahmet adında genç bir köylü ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Ölüm döşeğindeyken ziyaretine gittim. Ona üç şehadeti telkin ettim. "Lâ ilâhe illallah" ve "Muhammed Resulullah" cümlelerini zorlanarak da olsa söylemeyi başarmıştı. Ama sıra "Aliyyen veliyullah" cümlesine geldiğinde bu şehadette takıldı ve bir türlü söyleyemedi. Önce kafasını sallayarak, daha sonra da diliyle bu cümleyi söylemeyeceğini ifade etti. Bir süre sonra da bayıldı. Etrafında bulunanlar orayı terk ederek evlerine gittiler.

Birkaç gün baygın yattıktan sonra yakınları onu Şiraz'a götürerek hastaneye yatırdılar. Burada birkaç gün tedavi gördükten sonra iyileşti ve hastaneden taburcu edildi.

Bunun üzerine onu tekrar görmeye gittim. Telkini okuduğumda niçin "Aliyyun veliyullah" cümlesini söylemekten kaçındığını merak ediyordum. Ona bunun nedenini sorduğumda korkuyla dudaklarını ısırdı ve şöyle cevap verdi:

Üç şehadeti bana telkin ettiğinizde onları üç kalın halka olarak gördüm. İlk halkanın üzerinde "lâ ilâhe illallah" ikinci halkanın üzerinde "Muhammed Resulullah", üçüncü halkanın üzerinde de "Aliyyun veliyullah" yazılıydı. Birinci halka elimde, ikinci halka ortada, üçüncü halka da oldukça ürkütücü bir görünüme sahip iri cüsseli birinin elindeydi. Diğer elinde ise tüm nakit paralarımın içinde olduğu bir torba vardı. Telkinleriniz sayesinde "lâ ilâhe illallah" ve "Muhammed Resulullah" cümlelerini söylemeyi başardım. Sıra "Aliyyun veliyullah" cümlesine geldiğinde, o korkunç görünümlü adam elimdeki zincir halkayı çekiştirip "Eğer o cümleyi söyleyecek olursan içinde tüm banka hesaplarının ve nakit paralarının olduğu bu torbayı alır giderim!" diye tehdit etmeye başladı. Ben de tüm varlığımı kaybetmemek için söylemedim. Ama paralarıma karşı aşırı bir sevgi beslememe rağmen tevhit zincirini bırakmıyordum. Tam bu keşmekeş ve sıkıntı içerisinde nur yüzlü ve gönül alıcı bir seyit çıkageldi. Mübarek ayaklarını zincirin üstüne koydu. O korkunç yaratığın eli sanki seyidin ayakları altında kalmışçasına acıyla bağırıyordu. Yüksek sesle bağırıp elindekini bırakınca zincirlerin tamamı benim elime geçti. Daha sonra neler olduğunu anlayamadım. Kendime gelip gözlerimi açtığımda kendimi kan ter içinde hastanede buldum.

Dünya malına aşırı düşkünlüklerinden dolayı bu tamahlarına yenik düşen ve imansız olarak ölüp giden nice insanlar vardır ki, güvenilir kişilerden bu kimselerin başlarından geçen olayları anlatan birçok öykü işittim. Aynı zamanda bu öyküler, mezkur konu hakkında yazılmış kitaplarda da mevcuttur. Burada, kısaca Muntahabu't-Tevarih'ten bir öyküyle yetiniyoruz:[55]

Ölüm döşeğindeki bir âlime "Adîle Duası" okunur. "Tanıklık ederim ki imamlar (a.s) iyi insanlardır" cümlesine geldiklerinde alim, "Bunu kabul etmiyorum!" der. Ona üç kez aynı cümle telkin edilir fakat alim, her üçünde de aynı sözü tekrar eder. Tüm bedeni ter içinde kalmıştır. Bir süre sonra gözlerini açtığında odanın bir köşesinde bulunan sandığı işaret ederek yanındakilerden onu açmalarını ister. Sandığın içinde bir kâğıt parçası vardır. İsteği üzerine sandığı açıp içindeki kâğıdı ona verirler. Alim, kâğıdı alır almaz yırtıp atar. Etrafındakiler "Niçin yırttın?" diye sorunca şöyle cevap verir:

"Birine beş tümen borç verip karşılığında o kişiden bir senet almıştım. 'Tanıklık ederim ki imamlar (a.s) iyi insanlardır' cümlesini her telkin edişinizde sandığın hemen yanı başında aksakallı bir adam beliriyor, senedi eline alarak 'Eğer bu cümleyi söyleyecek olursan senedi yırtarım!' diye beni tehdit ediyor, senede olan sevgim bu cümleyi söylememe engel oluyordu. Allah bana şifa inayet edince de senedi kendi elimle yırtıp attım!"

Bu kıssayı okuyan herkes ümit ile korkuyu bir arada yaşamalıdır. Korkmalıdır, çünkü kalbinde dünya sevgisi bulunan ve fani işlere düşkün olan bir kimseye bu zaafından dolayı şeytanlar daha kolay musallat olup onu rahatlıkla yoldan çıkarabilirler. Zira şeytan insana ancak sevdiği ve gönülden bağlı olduğu şeylerle galip gelir. O halde kalp dünya sevgisinden arınmış olmalı ya da en azından Allaha, Resulüne ve ahirete olan sevgisi, diğer şeylerden daha fazla olmalıdır. Şöyle ki, dünya sevgisinden vazgeçebilmeli; mal, evlat ve diğer dünya süslerini dinine çok rahat feda edecek kadar değer verip aziz saymalıdır. Öyle ki kalbinde dininden daha önemli bir şey olmamalıdır.

Merhum Şeyh Saduk'un, Uyun-u Ahbar-i Rıza adlı eserinde Resul-i Ekrem'den (s.a.a) rivayet ettiği mübarek Ramazan ayının faziletiyle ilgili hutbede şöyle gelmiştir:

…Daha sonra Allah Resulü ağladı. İmam Ali (a.s) "Ey Allah'ın Resulü, niçin ağlıyorsunuz?" diye sordu. Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: "Bu mübarek ayda senin başına gelecek olan musibete ağlıyorum. Sen namaz halindeyken mahlukatın en bedbahtı ve en kötüsü kafana bir kılıç darbesi indirerek sakalını kana bulayacak!"

Bunun üzerine İmam Ali (a.s) "Ey Allah'ın Resulü, beni kılıç darbesiyle şehit ettiklerinde dinî inancımdan yana güvende olacak mıyım?" diye sordu. Resul-i Ekrem (s.a.a) de O'nu "Evet, dinin sağlam olacaktır" diye müjdeledi.

Yani insan, dinî inancı bakımından güvende olursa, başına gelen her şeye katlanır; hatta canını kaybetmesi bile onun için çok önemli bir şey değildir.

Kerbela'da Aşura günü Hz. Ebulfazl'ın (a.s) sağ kolunu kestiklerinde şu şiiri okudu:

 

Vallahi kesseler de sağ kolumu

Sonsuza dek savunurum yolumu

Ve sadık olduğuna inandığım

Şu hak İmam Peygamber torununu

 

Sol kolunu kestiklerinde ise şu şiiri okudu:

 

Sen ey nefis korkma sakın küffardan

Müjde sana Rahman olan Cabbar'dan

Yine sevin, müsterih ol ve inan

Peygamberin didarı pek yakındır

Sol kolumu kesseler de zulm ile

Sen onlara ya Rabbi, nârı tattır!

 

Özetle şunu belirtmeliyiz ki, din uğrunda her türlü mahrumiyet, zarar, eziyet ve sıkıntı küçük sayılmalı; Allah'a, Resul'üne, İmam'ına ve ahirete olan kalbî sevgi her şeyden, hatta candan dahi daha fazla olmalıdır. Aksi takdirde insanın imanı doğru ve kâmil sayılmaz.

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a olan sevgisi canından, anne-babasından, evladından, ailesinden, malından ve insanların tümünden fazla olmayan kimse, Allah'a olan imanını halis kılmamıştır."

Başka bir hadiste de Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

"Canımı elinde bulunduran Allah'a ant olsun ki beni kendisinden, anne-babasından, ailesinden, evladından ve tüm insanlardan daha sevgili görmeyen kimse kesinlikle Allah'a iman etmiş sayılmaz."[56]

Mezkûr iki hadis, mana bakımından Tevbe suresinin 25. ayetiyle mutabıktır:

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, esleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez."

Nefsanî şehvetlere ve fani şeylere olan kalbî sevgisi Allah'tan, Resul'ünden, İmam'ından ve ahretten daha fazla olan bir kimse, büyük bir tehlike altındadır. Yani önüne çıkacak imtihanlarda dinini dünyasına satacak, yukarıdaki öyküde de görüldüğü gibi dünya hayatında rahatlık içinde yaşasa da ömrünün son saatlerinde şeytanın saldırılarına uğrayacaktır.

İnsan, Allah'ın özel lütfü o tehlike anlarında yardımına koşarsa ancak güvende olur. Dolayısıyla yaratana yalvarıp yakarmaktan başka çaremiz yoktur. İmanımızı korumasını ancak O'ndan istemeliyiz. Nitekim İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır:

"Rabbine ısrarla dua eden iman üzere ölür."[57]

 

Şimdi her zamankinden daha gamlıyım

Belki de ölümün çok yakınındayım

O saatlerde Allah'ım sen yardım et

Gafletten uyandır beni merhamet et

Kör şeytanın şerrinden koru kulunu

Varsa imanımda nur göster lütfunu

Ruhum çıkar da varırsa dudağıma

Ya Rabbi tut elimden beni bırakma

Kalmaz çünkü o vakit akıl başımda

Unutturma ismini dök lisanıma

 

Diğer taraftan insan Rabbinin rahmetine ümitli olmalıdır. Kim Allah'a sadakat ve ihlâs ile iman eder, Hz. Muhammed ve O'nun temiz soyunu Allah'ın velileri ve hüccetleri bilir, onları can-ı gönülden sever, ahirete inanır, orayı varılacak en değerli mekân olarak görür ve cennette Ehlibeyt (a.s) ile bir arada olmayı arzularsa Allah ona muhakkak yardım elini uzatacaktır.

İman ve Allah sevgisi yerleşen bir kalbin belirtisi ibadeti huzû ve huşû içinde yerine getirmek ve her konuda Allah'a itaat etmektir. Böyle bir kalbe hiçbir zaman şeytan musallat olamaz. Nitekim Allah-u Taâla, Kurân-ı Kerim'de mümin kuluna yardım edeceğine dair söz vermiştir:

"Allah imanınızı asla zayi etmez. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir."[58]

Başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır:

"Allah sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sapasağlam tutar; zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar."[59]

Tefsir-i Ayyaşî'de İmam Cafer Sadıktan (a.s) şöyle rivayet edilmektedir:

"'Bizim dostlarımızdan birine ecel gelip çattığında şeytan sağından ve solundan gelerek imanını elinden almaya çalışır, ama Allah buna izin vermez.' İmam daha sonra İbrahim süresinin 27.ayetini tilavet etti."

090

ONBİNLERCE ÖLÜ VE BİR BEBEK

Muhterem bir zat olan Mevlevî şöyle nakleder:

Bugün itibarıyla Pakistan toprakları içerisinde bulunan Beluçistan'ın Kuveyte nahiyesinde yaklaşık 30 yıl önce bir deprem oldu. 75 bin kişinin yaşamını yitirdiği bu depremde şehrin tamamı harabeye dönmüştü. Mirza Muhammed Taki'nin oğlu Mirza Muhammed Şerif'in  "Hümeyra" adındaki kızı bu depremde henüz beşikteydi ve depremden hafif sıyrıkla kurtulmuştu. Olay kısaca şöyle olmuştu:

Depremin üzerinden bir hafta geçtikten sonra İngiliz hükümeti depremde hayatlarını kaybeden Müslüman, Hindu ve diğer dinlere mensup herkesin cesetlerinin yakılmasını kararlaştırır.

Aynı depremde bir anne de Zümrüt adında bir kız çocuğunu kaybetmiştir. Kadın kararı duyduğunda üzülür ve çocuğunun Hindularla birlikte yakılmasına razı olmaz. Bu yüzden kocası Recep Ali'ye çocuğunun cesedini enkaz altından çıkarması için yalvarır.

Enkazı kaldırırlarken bir beşiğe rastlarlar. İki demir parçası adeta bir haç şeklinde beşiğin üzerine gelmiş, böylece tavanın beşiğin üzerine çökmesine mani olmuştur. Depremden bir hafta geçmiş olmasına rağmen beşikteki çocuğun halen hayatta olması ilgilerini çeker. Bu küçük bebek (Hümeyra), deprem sırasında ağzına tesadüf eden bir kesek sayesinde hayatta kalmayı başarmıştır. Hümeyra'yı bulduklarında hâlen o keseği emiyordur. Sadece bir toprak parçasının alnına isabet etmesi sonucu alnı yaralanmış olan bu bebek şu an hayatta ve alnındaki iz hâlen belirginliğini koruyor. Çocuğun ailesi bizim akrabamız sayılır.

091

ALİ'Yİ NAZARINDA TUT!

 Yine Mevlevî şöyle nakleder:

Kandahar'da İmam Ali'yi can-ı gönülden seven gerçek bir Ali aşığı yaşardı. Bu kişi, Muhibb-i Ali (Ali sevdalısı)  adında iyiliksever bir şahıstı. Ona "Ali'yi nazarında tut!" dendiğinde bir anda yüzünün şekli değişir, gayri ihtiyari gözyaşı dökerdi.

Vefat edince arkadaşları onu gasil haneye götürdüler. Bir yandan ona gusül verilirken bir yandan da ağlıyorlardı. Bu sırada arkadaşlarından biri bu duygusal andan etkilenerek ağlar haliyle merhuma hitaben "Ey Muhibb-i Ali, Ali'yi nazarında tut!" dedi. Ansızın gördükleri manzara oradaki herkesi hayrete düşürdü. Merhum, ölmüş olmasına rağmen birden sağ elini kaldırarak yavaşça göğsünün üzerine koydu. Bu haber kısa sürede çevre bölgelere yayıldı. Kandahar Şiîleri gruplar hâlinde gelerek bu sahneyi temaşa ettiler. Bu sahneyi gören herkes şevke gelerek ağlıyordu. Gusül bitinceye kadar Muhibb-i Ali'nin eli göğsünün üzerinde kaldı.

 

Eğer ansalar başucumda namını

Ruhum feryat eder, haykırır adını

 

Gerek İmam Ali'nin (a.s), gerekse diğer Ehlibeyt'in (a.s) sevgisi tüm Müslümanlara önemle vurgulanan ilahî farizalardan biridir. Nitekim bu, Kurân-ı Kerim'de Peygamberin risaletinin karşılığı ve mükâfatı olarak beyan edilmiş; mütevatir hadislerde Allah'a ve Resulüne (s.a.a) iman etmenin gereği, hatta özü sayılmış; dünya ve ahirette bu sevgiye karşılık büyük mükâfatlar vaat edilmiştir.[60]

Bu makamda Ehl-i Sünnet'in önde gelen araştırmacı yazarlarından ve müfessirlerinden olan Keşşaf'ın, kendi Tefsir'inde, "De ki: Ben tebliğime karşılık sizden yakınlarıma sevgi duymanızdan başka bir ücret istemiyorum"[61] ayetinin yorumu hakkında Resul-i Ekrem'den (s.a.a) naklettiği rivayetle yetiniyoruz. Bu rivayeti aynı zamanda Fahri Razi, Tefsir-i Kebir'inde, Keşşaf'tan nakletmiştir. Rivayet şöyledir:

"Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: Bilesiniz ki, Muhammed (s.a.a) ve Âl-i Muhammed sevgisi üzerine ölen kimse günahları bağışlanmış ve şehit olarak ölmüştür. Tövbeli ve tam bir imanla ölmüştür. Böyle bir kimseyi ölüm melekleri (Nekir ve Münker)  cennetle müjdeler, tıpkı zifaf odasına götürülen gelin gibi saygıyla cennete götürürler. Kabrinden cennete iki kapı açılır ve Allah, onun mekânını rahmet meleklerinin ziyaretgâhı kılar. Bu şekilde ölen kimse sünnet ve cemaat üzenine ölmüştür. Bilesiniz ki, Muhammed ve Âl-i Muhammed'e düşmanlık ederek ölen kimse de kâfir olarak ölmüştür; kıyamet gününde alnında "Allah'ın rahmetinden uzaktır!" yazısıyla gelir. Bu şekilde ölen kimse, cennetin kokusunu alamayacaktır!"

Netice itibarıyla Allah, Muhammed (s.a.a) ve Âl-i Muhammed'in (a.s) sevgisinin gerekliliği herkesçe bilinen bir mevzudur.

Hatırlatmakta yarar gördüğümüz konulardan biri de muhabbetin dereceleridir. Muhabbetin ilk aşaması vaciptir. Ama aşk mertebesine varıncaya dek insanın bu aşamadan faydalanması, sevgisinin kuvvet ve şiddetine bağlıdır. Başka bir deyişle, hakikî manada zerre kadar da olsa kalbinde Ehlibeyt'e (a.s) sevgisi bulunan bir kimse bu sevgiyle ölürse, sonsuza dek Allah'ın rahmetinden uzak kalmaz; nihayetinde kurtuluş ehli olur ve sevdiği Ehlibeyt (a.s) ile bir araya gelir. Hatta 300 bin yıl Allah'ın rahmetinden uzakta ve azap içinde olsa bile sonunda onlarla haşredilecektir. Nitekim hadiste de bu konu açıkça beyan edilmiştir.

Muhabbetin son merhalesine nail olan, yani kalbini Allah'ın veya O'na ait olan (Resul-i Ekrem'i, Ehlibeyt'i, müminleri ve ahiret hayatını sevmek gibi) şeylerin sevgisiyle kuşatan, bunlar dışında hiç kimseye ve hiçbir şeye kalben sevgi duymayan, tüm sevgisi Allah ve O'nun rızası doğrultusunda olan bir kimse ölümüyle birlikte hakikî mahbubuyla vuslat kurmuş, tüm hicapları yırtmış demektir. İnsan eşini ve çocuklarını ilahî birer nimet ve emanet oldukları için, dünya malını da Allah yolunda infak edip O'nun rızasını kazanmak için sevmelidir. Ehlibeyt dostlarının makamlarını, derecelerini ve saadetlerini gösteren rivayetlerin, bu belirttiğimiz muhabbet makamına erişenlerle ilgili olduğunu söylemek mümkündür.

Muhammed Taki Meclisî (Allame Meclisî'nin babası), Camia ziyaretinde geçen "(Üzerimize) farz olan itaat sizi sevmekle kabul görür" cümlesi hakkında şöyle der:

"Muhammed (s.a.a) ve Âl-i Muhammed'in (a.s) sevgisinin vacip olduğuna delalet eden hadisler kesin hadislerdir. Bizim onlara olan sevgimizin en alt derecesi onları canımızdan daha çok sevmek,[62] en yüksek derecesi ise aşktır."

 

Mertlik eder de âşık olursan ey Sadî

Muhammed ve al-i Muhammed'in yeter sevgisi

 

Muhaddis Cezairî, Envar-u Numaniye adlı eserinde sevgi hakkında şöyle der:

"Muhabbetin sayısız mertebesi vardır. Ama onları beş mertebede toplamak mümkündür:

1-İstihsan: Mahbubun iç ve dış güzelliklerinin görmek veya işitmek yoluyla elde edilmesidir.

2- Meveddet: Kalbin mahbuba yönelmesi ve onunla ruhsal bir ülfet kurmasıdır.

3- Hallet: Maşukun sevgisinin tüm kalbi sarıp kuşatmasıdır.

4- Aşk: Sevgide aşırılıktır. Bu aşamada aşık sürekli maşuku yad eder,  bir an bile ondan gafil olmaz.

5- Veleh: Kalpte maşukun sevgisinden başka kimsenin sevgisinin olmaması ve kalbin onun sevgisinin dışında kimsenin sevgisini istememesidir.

Muhaddis Cezairî, bu merhaleleri bir bir açıkladıktan sonra hakikî muhabbetle bunlar arasında bir karşılaştırma yapmış, ardından muhabbet ehlinden bazı ilginç kıssalar nakletmiştir. Aynı şekilde, Gülzar-ı Ekberî'de[63] öldükten sonra cenazelerinde ve kabirlerinde hayat belirtileri görülen kimseler hakkında çok ilginç olaylar nakledilmiştir.

Burada iki önemli konuya dikkat çekmek istiyoruz:

1-Hakikî muhabbetin herhangi bir makamına erişen kimse sahip olduğu bu makamla yetinmemeli; kalbindeki mecazî aşkları, yani dünya sevgisini ve şehvetleri söküp atmalı; yerine gerçek ilahî aşkı, yani Allah sevgisini ve Allah'a  dönen sevgileri artırmaya çalışmalı; böylece muhabbet makamının derece ve bereketlerinden daha fazla pay almalıdır.

Ey tek gönüllü yüz gönlü tek gönüllü et

Başka sevgiyi sil kalbinden, sil de yok et

Bir kez de olsa ihlasla gel kapımıza

Eğer gelmezsek sana bizi şikâyet et.

2-Muhibb-i Ali'nin öldükten sonra elinin hareket etmesine şaşırmamak gerekir. Zira muhabbetin şiddeti arttıkça aşığın ruhu maşukla vuslat kurar. Mahbup, yani İmam Ali (a.s), hayat ile kudretin mazharı olduğu için sevenlerinden de böyle kerametlerin zuhur etmesi şaşılacak bir olay değildir.

092

SEYİTLERİN YÜCELİĞİ

Yine Mevlevî şöyle nakleder:

Eskiden padişahlar ve bazı devlet adamları bir yerden bir yere giderken tahtırevana oturur, köleler veya hizmetçiler onu sırtlarında taşırlardı. Bir gün Haydarabad Devleti ordu komutanı Nizam Deken yine böyle bir tahtırevana oturmuş evine gidiyor, bir grup putperest Hindu da onu omuzlarında taşıyordu. Nizam, tahtırevanın içinde bir ara uyukladı. Derken rüyasında İmam Ali'yi (a.s) gördü. İmam (a.s) ona "Ey Nizam, kendini seyitlere taşıtmaya utanmıyor musun?" diye sormuştu. Gözünü açar açmaz hizmetkârlarına hemen tahtırevanı yere bırakmalarını emretti. Hizmetkârlar, "Efendimiz, bizden bir kusur mu gördünüz?" diye sorunca Nizam, "Hayır ama başka bir grubun taşımasını istiyorum" diye cevap verdi. Böylece başka bir grup görevi devralarak Nizam'ı evine götürdü.

Bir süre sonra Hindulardan oluşan ilk tahtırevan grubunu gizlice evine çağırdı. Hepsiyle birer birer kucaklaşıp yüzlerinden öptü. Nereli olduklarını sordu. "Falan köydeniz" diye cevap verdiklerinde, "Ne zamandan beri o köyde yaşıyorsunuz?" diye sordu. "Sadece ecdadımızın Arabistan'dan gelerek buraya yerleştiklerini ve burayı kendilerine vatan edindiklerini biliyoruz" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Nizam, onlardan atalarının yazıtlarını bulup araştırmalarını istedi.

Hindu hizmetkârlar, ellerinde bulunan yazıları toplayarak tekrar Nizam'ın yanına geldiler. Nizam, yazıtları incelediğinde Hinduların soylarının İmam Rıza'ya (a.s) vardığını gördü. Bu duruma oldukça şaşırmıştı. Durumu böyle görünce "Sizler nasıl putperest oldunuz? Hâlbuki Müslüman olarak dünya gelmişsiniz. Hatta Müslümanların efendisi sayılırsınız!" diyerek ağlamaya başladı. Kısacası, onlar da bu gerçeği öğrenince durumdan etkilenip Ehlibeyt (a.s) mektebine girdiler. Nizam, daha sonra onlara birçok mülk bağışladı.

Seyitler silsilesine ve onların zürriyetlerine ihtiram ve ikram etmenin gerekli olması Şii mezhebinin açık mevzularından biridir. "Büyük Günahlar" adlı kitabın birinci cildinde Sılai rahim konusunda işaret edilmiştir. Meselenin detayı ve kanıtları" Fezailus sadat" adlı eserde zikredilmiştir. Ve ayrıca merhum Nuri "Kelime-i Tayyibe" adlı eserinde konuyla ilgili kırk hadis naklederek seyitler sülalesine saygı göstererek bereket gören şahısların kısassını beyan etmiştir. Allah resulü (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: salih amel ehli olan seyitlere Allah rızası için ikram ediniz böyle olmayanlara ise bana mensup oldukları ve hatırım için saygı gösteriniz.[64]

093

HZ. EBULFAZL'IN (A.S) KERAMETİ

Yine başka bir ola Mevlevî şöyle nakleder:

kardeşim Muhammed İshak çocukluğunda vereme yakalandı. Artık İyileşmesinden ümidimizi kesmiştik. Babam onu Kerbela'ya götürerek Hz. Ebulfazl'ın (a.s) türbesine götürerek türbenin demir parmaklıklarına bağladı. Ve o büyük zata tevessül ederek Allahtan şifa vermesini ya da ölmesini diledi. Çocuğu oraya bağlayarak kendiside revakta namaz kılmakla meşgul oldu. Oğlunun yanına dönünce oğlu babacığım acıktım dedi. Oğlunun yüzüne bakınca çehresinin değiştiğini ve şifa bulduğunu gördü. Onu dışarı götürdü. Ertesi gün çocuk nar isteyince babası sekiz nar tanesi ve büyük bir ekmek verdi. İştihayla yedi ekmeği. Hastalığından bir eser kalmamıştı. Şuanda Necef'te sakin olan bu çocuk Hz. Hamza da fırıncılık yapıyor.

Muhterem Mevlevi beyle Hz. Hamza'yı ziyarete müşerref olduğumda Muhammed İshak'ı mülakat ettiğimizde onu sapasağlam ve esenlik içinde gördük. Simasında takva ve iman nuru belliydi.

94- SÖNMEYEN MUM

Yine muhterem Mevlevi şöyle naklediyor: annem kuranı kerimi okumayı oldukça seven biriydi. Günde yedi cüz tilavet ederdi. Mübarek Ramazan akşamları da uyumuyor, kuran okumak, namaz kılmak ve dua etmekle meşgul olurdu. bir akşam şamdan da bir parmağın ucu büyüklüğünde mum kaldığını gördüm. Hükümet tarafından sokağa çıkma yasağı konulduğu için dışarı çıkıp mum tedarik etmemiz mümkün değildi.  Hükümet adamları Dışarıda gördükleri herkesi tutuklayıp hapse atarak cezalandırıyorlardı. Annem kalan o mumun ışığıyla kuran okudu.

Allaha and olsun ki gecenin sonlarına kadar mum sönmedi. Namaz ve duasını bitirip sahur yemeği yedik hala o mum yanıyordu. Sabah ezanı minarelerden yükselmeye başladığında sönmeye doğru yüz tuttu. Bir parmak ucu büyüklüğündeki küçük bir mum annemin sayesinde bize dokuz saat ışık verdi.

95- HZ. İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) MATEMİNDE ASLANIN AĞLAMASI

Merhum Seyit Murtaza Keşmiri'nin oğlu merhum büyük âlim Hacı Seyit Muhammed Razevi Keşmiri şöyle diyordu: Keşmir de bir dağın yamaçlarında bir Hüseyniye vardı. Etraftan baktığında içi her taraftan görünüyordu. Hava almak ve aydınlık olsun diye dam üzerinde bir yer açıktı. Orada her yıl Aşura günleri İmam Hüseyin'in (a.s) anısına yas merasimleri yapılıyor. Bir grup Ehlibeyt (a.s) taraftarı bir araya gelerek yas ve ağıt merasimleri yapıyorlar. Muharrem ayının evvelinden itibaren çölden bir aslan gelip damın üzerine çıkıyor ve başını o açık yerden içeri sokuyor ve matemlileri seyrediyor ve gözyaşı döküyordu. Muharremin onuncu günü olan Aşura gününe kadar böyle yapıyor ve merasim sona erdikten sonra da oradan uzaklaşıyordu.

Bu köyde muharrem ayı hiç karışmazdı ve herkes tarafından aynı gün olarak biliniyordu. O aslanın gelmesiyle Muharrem ayının ilk günü olduğu belli olurdu.

Aşura günü bazı hayvanların hüzünlenmeleri mükerrer görülmüş ve güvenilir kişilerden nakledilmiştir. Basiretimizin çoğalması için burada ilginç bir kıssayı merhum Nuri'nin "Kelime-i Tayyibe" adlı eserinden naklediyoruz:

Büyük ve zeki âlim, yüce kerametler ve makamlar sahibi Ahund Molla Zeynel Abidin Selmasi şöyle diyordu: Hz. İmam Rızanın (a.s) ziyaretinden dönerken yolumuz Hemedan şehrine yakın olan Elvend dağına düştü. Bahar mevsimiydi. Konaklamak için durduk. Arkadaşlarım çadır kurmakla meşgulken ben de dağın yamaçlarını seyrediyordum. Birden gözüm gözüme beyaz bir şey takıldı. Dikkatle bakınca başında beyaz renkli küçük ammeme'si olan beyaz sakallı yaşlı bir adam olduğunu gördüm. Takriben iki metre yüksekliğinde bir sekinin üzerinde oturmuş etrafına da büyük taşlar dizilmiş sadece kafası görünüyordu. Yanına giderek selam verdim ve muhabbetli bir şeklide konuştum. Benimle kaynaşarak bulunduğu yerden aşağı indi. Durumunu bana anlatarak bazı tekliflerden kaçıp kendilerine değişik isimler veren gruplardan ve dalalet ehlinden olmadığını ve ayrıca evli ve çocuk sahibi olduğunu bildirdi.  Onların geçimini temin edip düzene koyarak rahat bir şekilde ibadet etmek için bir süreliğine inzivaya çekildiğini söyledi. Yanında âlimlerin ilmi kitaplarını bulunduran bu şahıs 18 yıldır orada olduğunu söyledi. Burada olduğu sürece birçok ilginç olaylara şahit olduğunu söyledi. Sonra şöyle anlatmaya başladı: ilk defa buraya Recep ayında geldim. Beş ay gibi bir zaman geçmişti. Akşam namazı kıldığım bir akşam aniden büyük bir gürültü ve tuhaf sesler duydum.

Korkarak namazımı hızlıca kılıp bitirdim. Başımı çevirip baktığımda çölün hayvanlarla dolup taştığını ve bana doğru geldiklerini gördüm. Korku ve ıstırabım artmaya başladı. Aslan, geyik, kaplan, kurt ve dağ keçisi gibi muhtelif ve zıt hayvanların bir araya toplanmalarını görünce şaşkına döndüm. Türlü türlü sesler çıkarıp adeta şeyhe çekip bağırıyorlardı. Etrafımda toplanıp başlarını kaldırarak bana feryat ediyorlardı. Kendi kendime galiba değişik türlerden ve birbirlerine düşman olan ve etrafıma toplanan bu hayvanların beni parçalamaları yakındır diye düşündüm. Birbirlerine saldırmamalarının nedeni büyük bir iş ve tuhaf bir hadise için olmalıydı.

Biraz düşündükten sonra bu akşamın Aşura gecesi olduğunu anladım. Tüm bu feryat ve figanların nedeni Hz. Hüseyin'in (a.s) musibeti içindi. Emin olduktan sonra ammame'mi başımdan çıkardım ve Hüseyin Hüseyin ve şehid Hüseyin gibi sözler söyleyip başıma vurarak kendimi bu mekândan aşağı doğru attım.

Hayvanlar halkalar oluşturarak ortalarını boşlatıp bana bir yer açtılar. İçlerindeki hissettikleri hüzünden dolayı bazıları yere haykırıyor bazıları kendilerini toprağa buluyorlardı. Güneş doğana kadar böyle devam ettik. Daha vahşi olan hayvanlar başta olmak üzere tüm hayvanlar uzaklaşıp gittiler. O zamandan bu yana tam on sekiz yıldır bu adet ve düzenleri devam etmektedir. Hatta bazen Aşura gününü karıştırdığımda hayvanların gelmesiyle Aşura günü olduğunu anlıyorum. Sonra bu Abid adam ateş yakıp iftarı ve sahurluğu için iki adet ekmek pişirdi. Ona yarın bir şeyler hazırlayıp ikram etmem için misafirim olmasını rica ettim. Ertesi gün için yiyeceğinin olduğunu ama onun ertesi günü bir şeyler bulamazsa misafir olabileceğini söyledi. Arkadaşlarımın yanına gelerek ertesi gün için güzel yemekler pişirmelerini ve aziz bir misafirim olduğunu ve onun yıllardır sıcak pişmiş yemek yemediğini söyledim. Hazırlıklara akşamdan başladılar. Sabah olduğunda pirinç pişirdiler. Ben ise seccademin üzerinde oturmuş namazın takibat dualarını okuyordum. Güneş doğmasına yakın bir adamın hızla dağa doğru çıktığını gördüm. Endişelenerek Cafer adındaki hizmetkârıma onu yanıma getirmesini söyledim. Ona bağırarak gelmesini söyleyince Susuzum bana biraz su getir Abidin yanına gideyim sonra sizin yanınıza gelirim diye cevap verdi. Abidin yanına giderek ona bir şeyler verdikten sonra yanımıza geldi. Selam verdi ve oturdu.

Ona bu acelenin sebebi neydi ne işin vardı Abide ne verdin sen kimsin nerden geliyorsun diye bir sürü soru sordum. Ben aslen Azerbaycan'ın Hoy şehrindenim. Küçüklüğümde beni çalmışlar. Hemedanalı Falan derici hacı beni satın alarak beni bir öğretmenin yanına koyarak okuma yazmayı ve dini meselelerimi öğretti. Sonra beni evlendirip sermaye vererek azat etti. Geçen akşam rüyamda Hz. Ali'yi (a.s) gördüm. Bana şöyle buyurdu: Elvend dağında olan Abide üç temiz temiz ve helal un götür. Canım size feda olsun helal olduğunu nerden bileyim diye arz ettiğimde falan sepici hacının yanında var diye buyurdu.  Rüyamda Abidi akşamın son saatlerinde görüp unu yetiştirmeye söz verdim. Uykudan uyandım saati karıştırdım. Güneş doğmadan evvel Abide yetişemeyeceğim korkusuyla evden dışarı çıktım. Dericinin evinin yerini iyi bilmiyordum. Bir süre yürüdükten sonra Gece devriyeleri beni yakalayarak karakola götürdüler. Karakol sorumlusu ey adam bu saate hiç sokağa çıkılır mı? Diye azarladı. Falan sepici hacıyla işim vardı. Görüşmek için gecenin son saatlerini kararlaştırdık. Uyandığımda vakti karıştırmışım sözümde durup geç kalmamak için dışarı çıktım devriyeler beni yakalayıp size getirdiler. Sepici hacıyı herkes tanıyordu.

Bekçi başı bu gencin simasında sadakat ve dürüstlük görüyorum onu sepici hacının yanına götürün diye emretti. Hacı tanıyıp evine alırsa onu serbest bırakın aksi halde yanıma getirin diyerek tembihledi. Beni sepici hacının kapısına götürdüler. Kapıyı çaldığımızda hacının kendisi dışarı çıktı. Selam verdim beni görünce beni kucaklayarak bağrına bastı ve alnımdan öptü. Sonra beni içeri alınca da devriyeler geri dönüp gittiler. Hacıya 3 kg. helal ve temiz un istiyorum dedim. Baş üstüne diyerek ağzı kapalı bir heybe un getirdi ve bu istediğin miktar diyerek bana verdi. Fiyatı ne kadar eder diye sorduğumda seni bu işle görevlendiren bana da senden bir ücret almamamı emretti. Unu sırtıma alarak yola koyuldum. Hiç vakit kaybetmeden ve sözümde durmak için sabah namazını vaktinde kıldım. Bu dilediği kuluna verdiği bir lütuftur.

Büyük âlim Ahund şöyle dedi: konakladığımız o dağın yamaçlarına yakın bir yerde bedeviler koyun besliyorlardı. Bir miktar ayran ve peynir almak istediğimizde bize satmaktan imtina ederek kovdular. Gönderdiğimiz zavallı adam eli boş ve perişan bir halde yanımıza geldi.

 Henüz fazla geçmemişti ki onlardan bir grup ıstırap ve perişan bir halde yanımıza gelerek size ayran satmadığımız ve elçinizi kovduğumuz için koyunlarımız hastalığa yakalandılar. Yerlerinde durdukları halde tir tir titriyor sonra düşüp ölüyorlar. Bunu size yaptığımız saygısızlığın cezası olarak düşünüyoruz dediler.

Şimdi size sığınarak bu afetin bizden bertaraf olmasını istiyoruz. Onlara bir dua yazıp vererek yüksek bir çubuğun üzerine asmalarını söyledik. Bir süre sonra bütün bedeviler toplu bir halde yanımıza geldiler. Kaldıramayacağımız kadar bol miktarda ayran ve peynir getirdiler.

Sonra Abidin yanına gittim. Abid bana sizinle bu cemaatin arasında ilginç bir olay yaşanmış. Bunu bana bu bölge sakinlerinde olan Cin taifesinden biri haber verdi dedi. Ve şöyle devam etti: bedeviler sizlere peynir ve ayran satmayıp kaba bir şekilde kovunca cin taifesi onların bu davranışlarına kızdılar. Sonra onların koyunlarını telef etmeye başladılar. Bedeviler gelip sizden dua istediler. Onlara cinleri korkutup tehdit eden dualar verdiğinizde cinler birbirlerine demek bunlar anlaşmışlar ki bizi tehdit ediyorlar diyerek koyunları telef etmekten vazgeçtiler.

Sonra Abid elini üzerinde oturduğu serginin altına sokarak duayı çıkarıp bana verdi. O Abidin adı Hüseyin Zahit idi.

96- HASTANIN HZ. HÜSEYİN'İN (A.S) VESİLESİYLE ŞİFA BULMASI

Yine Mevlevi Bey şöyle bir olay naklettiler: Kandahar şehrinde İmam Hüseyin'e (a.s) matem merasimleri yapmak için atalarımızdan kalan bir Hüseyniyemiz vardı. "Alimetab" adında annemin amcasının kızı ve aynı zamanda merhum Hacı Şeyh Muhammed Tahir Kandahari'nin halası olan bu muhterem hanım mektep yüzü görmemesine ve ders okumamasına rağmen çok temiz bir itikada sahiptir. Abdest alıyor, salâvat gönderiyor ve ellerini kuranı kerimin satırlarının üzerine koyuyor tilavet ediyordu. Okuduğu her satır için bir salâvat çeviriyordu. Kuranı çok güzel okuyordu. Halen de bu ameline devam etmektedir.

Bu hanımın "Abdurrauf" adında bir oğlu var. Çocukluğunda sinesinde ve sırtında bir kamburluk vardı. Bende defalarca bunu görmüştüm. Alimetab Adı geçen Hüseyniyede Aşura akşamları yapılan matem merasimlerine bu dört yaşındaki hasta çocuğunu da getirirdi. Annesi ve babası Allahtan bu çocuğun ölümünü diliyordu. Çünkü hem çocuğun hem de kendileri sıkıntı meşakkat içindeydiler. Merasim bittikten sonra çocuğun boynunu minbere bağlıyor ve ya Hüseyin Allahtan dile ya şu çocuğa şifa versin ya da canını alsın diye yalvarıyorlardı. Biz uyuyorduk. Birden cemaatin gürültüsüyle uykudan uyandığımızda çocuğun titreyerek düşüp kalktığını ve nara attığını gördük. Bu durumu görünce perişan olduk. Annem Alimetab'a çocuğu çabuk eve götür de asabi babası buna itiraz etmesin. Anne çocuğu kucaklayarak eve götürdü. Yaprak gibi titreyen çocuğun şiddetli titremesiyle annede titriyordu. Onunla birlikte ben de eve gittim. Çocuk üç gün boyuca titredi durdu. Çocuk peyderpey titredikçe sinesinde ve sırtındaki fazla et parçaları da eriyordu. Sonunda çocuğun sırtında ve göğsünde o kamburluktan bir eser kalmadı. Birkaç zaman evvel annesiyle birlikte Irak'a ziyarete geldiğinde uzun boylu ve reşit bir genç olarak gördüm onu. Halen hem o hem de annesi hayattadırlar.

97- ŞEHİD HÜRRÜN KERAMETİ

Yine Mevlevi Bey şöyle nakleder: 23 yıl önce Kerbela da bulunuyordum. Müzmin baş ağrısına ve unutkanlığa yakalanmıştım. Arkadaşlarım beni gezdirmek ve hava değişikliği için cenabı Şehid Hürrün türbesine götürdüler. Türbeden içeri girdiğimizde ayakta durmaya gücüm kalmamıştı. Oturarak kısa bir ziyaret name okudum. Bu arada bedevi bir Arap hanımı içeri girerek türbenin yanı başında oturdu. Parmaklarını türbenin parmaklıklarına koyarak şu duayı okudu:

Ey mevlamız Hüseyin'den (a.s) sıkıntı ve hüznü gideren mevlamız Hüseynin  (a.s) hakkı için büyük sıkıntılarımızı gider.

Sürekli ellerini parmaklıklara sürüyor ve bu zikri yineliyor ve türbenin etrafını tavaf ediyordu. Beşinci ya da altıncı tavafında bende bu duayı ezberledim. Ayakta durmaya takatim olmadığı için sürüne sürüne kendimi türbenin parmaklıklarına yetiştirdim. Elimi türbenin alt parmaklıklarına koyarak bu zikri söyledim. Sonra diğer parmaklığa koydum ve aynı zikri tekrarladım. Sonra elimi Üçüncü parmaklığa koyup duayı okumaya başladığımda türbenin içinden tıpkı iğne yapılarak bedene verilen ilaç gibi parmağıma hafif bir sıcaklık geldiğini ve bedenimin tamamına ve damarlarıma sirayet ettiğini hissettim. Ayağa kalkabileceğimi hissettim. Ayağa kalkarak türbenin diğer yerlerini ayakta dolaşarak okudum. Hastalığım tamamen bertaraf olmuş artık ondan bir eser kalmamıştı.

Bazıları Hürr İbni. Yezid Riyahinin ilk başta İmam Hüseyin'in (a.s) yolunu kesip Medine'ye dönmesine engel olduğunu sanarak bu yüce zatın makamında şüpheye düşmüşlerdir.

Bu tür şüpheleri gidermek için cenabı Hürrün makamını öğrenmek için hatırlatmakta yarar gördük. O çok saygın, onurlu ve Küfe de ileri gelen ve makam sahibi kişilerden biriydi.

Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) karşısına çıkması makamından istifade edip işin barış ve sulhla sonuçlanması içindi. Ama İmam Hüseyin'le (a.s) savaşıp o yüce İmamı öldürmek Hürrün aklının ucundan bile geçmiyordu. Nitekim kendisi şöyle buyurdu: eğer Kerbela vakasını ve İmam Hüseyin'i (a.s) öldürmenin işin içinde olduğunu bilseydim asla böyle bir hata yapmazdım. Aşura günü İmam Hüseyin'in (a.s) geri kalan Ehlibeytiyle birlikte Iraktan çıkma

Ve İmamın (a.s) diğer önerilerini işittikten sonra İbni Saad İmamın bu önerisini kabul etmedi.  

Cenabı Hürr Ömer İbni Saad'ın yanına gelerek; Hüseyin'le savaşmak mı istiyorsun diye sorduğunda evet öyle bir savaş ki en kolayı başların bedenlerden ayrılması ve ellerin kesilmesi olacaktır dedi. Hürr işin barışla sonuçlanması için Hz. Hüseyin'in (a.s) bu önerilerinden hiç birini kabul etmiyor musun şimdi sen? Diye buyurdu.

Ömer Saad bunu İbni Ziyad kabul etmez dedi. Hürr atına su vermek bahanesiyle öfkeli ve kırık bir kalple ordudan uzaklaştı. Yavaş yavaş İmam Hüseyin'in (a.s) çadırlarına doğru yaklaşıyordu. Muhacir İbni Evs ne istiyorsun saldırmak mı istiyorsun dedi. Hürr ona cevap vermedi ve titremeye başladı.

Muhacir Allah'a and olsun ki senin bu halin bizi şekke soktu. Hiçbir savaşta seni böyle görmemiştik. Bana Küfenin en pehlivan ve yiğidi kim diye sorsalar senden başkasını söylemezdim. Niçin böyle titriyorsun dedi.

Hür şöyle cevap verdi: Allaha and olsun ki kendimi cennet ile cehennem arasında görüyorum. Yemin ederim ki parça parça olsam ve ateşlerde yakılsam da cennetten başka bir şeyi seçmeyeceğim. Sonra atını İmam Hüseyin'in (a.s) tarafına sürdü. Kalkanını ters çevirip başını göğe kaldırarak şöyle dedi: ya rabbi yakışıksız davranışımdan ve senin velilerinin ve peygamberinin kızının evlatlarının kalbini kırdım. Bu yüzden tövbe ediyor ve senden bağışlanma diliyorum dedi.

Bu pişmanlık ve üzüntü içerisinde İmam Hüseyin'in (a.s) yanına gelerek kendini toprağa attı ve başını İmamın (a.s) ayaklarına koydu. İmam kaldır başını kimsin sen diye buyurdu Hüre. (aşırı utanç ve hayâsından Hürrün yüzünü kapattığı anlaşılıyor) anam babam size feda olsun ben Hürr İbni Yezidim. Sizi bu mekânda Medine'ye dönmekten alı koyan ve sıkıntıya sokan Hürr. Allaha and olsun ki isteklerinizi geri çevireceklerini ve sizi öldürmeye kalkışmayacaklarını sanmıştım. Tövbem kabul olur mu? Diye arz edince, İmam (a.s) şöyle buyurdu: elbette kabul olur Allah tövbeleri kabul eder. Seninde tövbeni kabul ederek günahlarını bağışlar. Sonra İmam'a şöyle arz etti: Küfeden çıktığımda yolda bazen kulağıma bir nida geliyor ve ey Hürr cennet sana müjdeler olsun diyordu. (elbette bu müjde Hürrün akıbeti göz önünde bulundurularak verilmiştir.)  kendi kendime bu müjde anlamsız bir müjde olmalı çünkü ben peygamberin (s.a.a) oğluyla savaşa gidiyorum diyordum. Ama şimdi bu müjdenin doğru olduğunu anladım. İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyurdu: seni müjdeleyen kardeşim Hz. Hızır (a.s) idi. Şüphesiz ki mükâfat ve hayra nail oldun.

Sonunda İmam Hüseyin'den (a.s) izin alarak savaş meydanına gitti. Kâfirlerden seksen kişiyi cehenneme gönderdikten sonra şahadet şerbeti içti. Ashap Hürrün cenazesini İmam'ın yanına getirdiler. İmam (a.s) onun kanlı yüzüne eliyle dokunuyor ve şöyle buyuruyordu: ne mutlu sana annen yanlışlıkla sana Hürr adını vermemiştir. Allah'a and olsun ki sen dünya da ve ahirette de hürsün. Sonra ona Allahtan bağışlanma diledi.

Bazı Makatil kitaplarında İmam Hüseyin'in (a.s) Hürrün şahadetinde mersiye şeklinde şiir okuduğu nakledilmiştir.

Bu kıssayı nakletmekteki gayemiz şudur: Hürr hatasını anlayarak tövbe edince İmamda (a.s) tövbesini kabul etti. Sonra imamının yolunda şehid olana kadar cihad etti. O halde fazilet bakımından diğer Kerbela Şehitleriyle eşittir. Şunu da belirtmek gerekir ki Kerbela şehitleri ilim ve amel bakımından ayrı ayrı erdemlere sahiptiler. Merhum Şeyh Cafer Şuşteriye göre Hürrün makamı diğer Kerbela şehitlerinden az değildi ve o Hürrün tövbesiydi. Emrinde 4 bin asker olan bir komutan tüm yaşam zevklerini bir kenara iterek Allah'ı hatırlıyor ve onun korkusundan yaprak gibi titremeye başlıyor. Görenleri şaşkına çeviriyor ve günahının utancından yüzünü kapatıp kendini toprağa atıyor. Böyle içten ve sadakatle kalbi ibadet yani tövbe etmek Allah katında çok değerli bir makamdır. Böyle tövbe eden biri Allahın çok sevgili kuludur. Şüphesiz onun bu tövbesi İmam Hüseyin'i (a.s) çok sevindirmiş ve o anda onun tüm hüzünlerini bertaraf etti. Ve burada Ey mevlamız Hüseyin'den (a.s) sıkıntı ve hüznü gideren mevlamız! Hüseynin  (a.s) hakkı için büyük sıkıntılarımızı gider. Cümlesinin manası daha iyi anlaşılıyor. Yani ey tövbesiyle üzüntüyü İmamın (a.s) kalbinden giderip onu sevindiren…

Bu arada şunu da belirtmeliyiz ki eğer bizlerde günahlarımızdan tövbe edip rabbimize dönersek Hz. Mehdi'yi (a.f) sevindirmiş olcağız.

Sonuç olarak cenabı Hürrün fazilet bakımından ve kabrini ziyaret etmenin sevabı ve dini ve dünyevi işlerde tevessül etme bakımından diğer Kerbela şehitleriyle aynı derecede olduğunu öğrendik. Ama ziyarette Ey mevlamız Hüseyin'den (a.s) sıkıntı ve hüznü gideren mevlamız.. Cümlesini cenabı Hürre, Hz. Ebulfazl'a (a.s) veya herhangi Kerbela şehitlerinden birine söylemek her ne kadar mana itibarıyla doğru olsa da ama ziyaretlerde Masumdan  (a.s) gelen orijinal şekliyle ve bir şey azaltıp çoğaltmadan söylemek gerekir.

Cenabı Hürrün makamını daha iyi tanıyıp bilgilenmek için merhum Nimetullah Cezairi'nin " Envaru Numaniye" adlı eserinde naklettiği bir kıssayı aktarıyoruz:

Şah İsmail Safevi Bağdat'ı ele geçirdikten sonra Kerbela'ya Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) ziyaretine müşerref oldu. Bazı kişilerin cenabı Hürre yakışıksız sözler söylediklerini duydu. Bunun üzerine bizzat Cenabı Hürr'ün mezarına giderek açmalarını emretti. Hürr'ün bedenini gördüklerinde tıpkı yeni şehit olmuş ve başına bir parça sarılmış taptaze duruyordu. Durumu Şah' bildirdiler. Aşura günü Hürr'ün kafasına bir darbe isabet ettiği içim İmam Hüseyin (a.s) kafasından akan kanı durdurmak için başına bir parça bağladı. Ve şehit olunca da o halde defnettiler. Şah teberrük almak için Hürr'ün kafasındaki parçayı açmalarını emretti. Parçayı açtıklarında darbe alan yerden kanlar akmaya başladı. Başka bir parçayla bağladılar ama kan durmadı. İmamın (a.s) bağladığı parçayla bağlamaya mecbur kaldılar ve sonunda kan kesildi. Şah Hürrün makamının yüceliğini anlayarak mezarına kubbe yaptırarak türbesine bir hizmetkâr görevlendirdi.

Hürr'ün mezarının Kerbela'ya iki fersah uzak olması hakkında iki görüş belirtilmiştir:

1-       Hürr'ün yakınları ve kavmi cesedi kendi bulundukları yere götürüp defnettiler.

2-        Düşman ordusuyla çarpışırken bu yerde savaştı ve oraya da defnedildi. Ama birinci görüş gerçeğe daha yakın ve kuvvetli bir görüştür.

98- MURDAR LEŞ VE DÜNYANIN PİSLİĞİ

Muhterem Mevlevi Bey muttaki ve erdem sahibi Seyit Rıza Musevi Kandahari'den şöyle nakleder: dayısı Sultan Muhammed terzilikle uğraşırdı. Ama çok fakir ve perişan bir halde yaşıyordu. Bir gün onu mutlu ve güler yüzlü görünce hayırdır bu gün seni neşeli görüyorum diye sordum.

Sakin ol dedi bana mutluluktan nerdeyse çıldıracağım. Dün akşam, bayramın yaklaştığı şu günlerde çocuklarımın çıplaklığından ve kendi halimin perişanlığından çok ağladım. Hz. Ali'ye (a.s) şöyle hitap ettim: efendim sen mertlerin şahısın ve zamanın en cömerdisin! Halimi görüyorsunuz.

Sonra uyudum. Rüyamda bayram merasimlerinin yapıldığı Kandahar şehir kapısından dışarı çıktım. Kalesi altın ve gümüşten olan büyük bir bahçe gördüm. Bir kapısının yanında birkaç kişi durmuştu. Yanlarına gittim ve bu bahçe kimin bahçesidir diye sorduğumda Hz. Ali'nindir. (a.s) dediler. İçeri girip Hz. Ali'yi (a.s) görmek için onlara yalvardım.

Şimdilik Allah Resulü (s.a.a) orada teşrif ediyor dediler ama daha sonra gitmem için izin verdiler. Kendi kendime önce Allah Resulünün (s.a.a) huzuruna gidip nasihat etmesini isteyeyim dedim. Huzuruna müşerref olup halimin perişanlığında yakındığım da bana Efendin Ebal Hasan'ın (a.s) yanına git diye buyurdular. O zaman bana bir belge veriniz diye arz ettiğimde bana yazılı bir kâğıt verip iki kişiyle birlikte İmam Ali'nin (a.s) huzuruna yolladılar. Huzuruna müşerref olduğumda Sultan Muhammed nerdeydin? Diye sorduğunda halimin perişanlığından size sığındım ve Allah Resulünden de bir yazı getirdim size diye arz ettim. İmam Ali (a.s) havaleyi aldı okudu ve bana sert bir şekilde baktı. Kolumdan sıkıca tutup bahçe duvarının yanına götürdü. Duvara işaret etti ve duvar ikiye yarıldı. Karanlık ve uzun bir dehliz belirdi. Beni de kendisiyle beraber o karanlık koridora götürdü. Çok korkuyordum. Bir işaretiyle her yan aydınladı. Önümüze bir kapı çıktı. Oldukça pis bir koku yayılıyordu oradan. Bana yüksek bir sesle oraya gir ne kadar istiyorsan al diye buyurdu. İçeri girdiğimde içi ölü leşiyle dolu bir virane gördüm. İmam öfkeyle bana şöyle buyurdu: çabuk ol al. İçerisi akbabalar ve leş yiyen hayvanlarla doluydu. Mevlamın korkusuyla almak için elimi uzattığımda ölü bir kurbağanın bacağı elime geldi. Aldın mı diye buyurdu bana. Evet, aldım diye arz ettim. Öyleyse benimle gel buyurdu. Döndüğümüzde koridor aydınlıktı. Koridorun ortasında bulunan altı sönük ocağın üstünde suyla dolu iki kazan vardı. Sultan Muhammed elinde olanı şu suya batır ve çıkar diye buyurdu. Elimdeki kurbağa bacağını suya sokup çıkardığımda altına dönüştü. Siniri biraz olsun yatışan İmam Ali (a.s) bana bakarak şöyle buyurdu: Sultan Muhammed sana yakışmaz benim sevgimi mi istiyorsun yoksa şu altınımı? Sizin muhabbet ve sevginizi istiyorum diye arz edince o halde elindekini harabeye at diye buyurdu. Elimdekileri oraya atar atmaz uykudan uyandım. Güzel bir koku aldım. Sevinçten sabaha kadar ağladım durdum. Ve Mevlam Ali'nin (a.s) sevgisini seçtiğim için rabbime şükürler ettim.

Seyit Rıza şöyle diyordu: bu hadiseden sonra Sultan Muhammed'in dünyevi sıkıntısı bertaraf oldu ve çocuklarının durumu da iyileşti.

Bu kıssadan birkaç önemli ders çıkarmak mümkündür. Kısaca onların bazılarına işret etmekte yarar görüyoruz: başlı başına dünya nimetleri ve zenginlik iyilik ve kötülükle vasıflandırılmamıştır. Tüm dünyevi nimetler zatların güzel olmalarına rağmen insan nispet bu iyilik ve kötülük fark eder. Ve her insana göre bu iki türlüdür:

Zengin bir insanın kalbi arzusu ahiret yurdu ve Muhammed ve al-i Muhammed'in (s.a.a) civarında yaşamak olur, dünya ve içinde olanlar kalbinde yer etmemişse yani dünya mallarını zatları itibariyle değil aksine ebedi hayat olan ahiret için sevip ve bu yolda da servetinin çoğalması için çaba sarf eden birinin elde ettiği dünya malı kötü sayılmaz. Böyle bir kişinin belirtisi ise şudur: Malını çoğaltmak için çalışır ama hırs ve tamahla değil aksine ahiret yaşamına bir hazırlık olsun diye çalışır Servetini saklar ama hak yolda harcamak için değil. Hatta batıl işlerde bir dirhem bile harcamamak için saklar. Diğer taraftan Allah yolunda tüm kalbi rızasıyla harcamaktan esirgemez. Diğer bir belirtisi de asla elindeki servetle övünüp kibirlenmez. Kendini fakirlerle aynı seviyede görür. Tüm servetini ve diğer sevdiği dünya süslerini kaybetse de asla kalpten üzüntü duyup perişanlığını dile getirmez.

Ama insanın tek amacı maddi hayat ve dünyevi şehvetler olursa,  serveti kalpten sever ve onu nefsi şehvetler için kullanırsa ve ahiret yurdunu hayalden ibaret bir evham olarak düşünür ve sadece diliyle ahretin, cennet ve cehennemin ve hesabın olduğunu söylerse bu tür servet kınanmıştır. Servet çoğaltma ve dünya malı böyle bir şahıs için hakiki bir afet ve ebedi bir bedbahtlık demektir. Böyle bir kimsenin meseli hakikat âleminde şuna benzer: kendine bir saltanat vaat edilen ve hareket edip saltanat koltuğunda oturmak için köşke girip envai aksam nimetlerden yararlanacak olan bu şahıs yolun ortalarındayken akbabalar ve leş yiyen hayvanların dolu olduğu bir harabeye gider. Sonra orayı mesken için seçerek saltanat köşkü yerine leşlerle yetinmek zorunda kalan kimsenin meseli gibidir.

Genellikle zenginlik insanoğlu için onu avlayan bir tuzak olmuştur. Yani dünya sevgisi kalbine kök salıp yerleşerek öteki âlemden gafil olmuş ve kalbi alakası öteki dünyadan kopmuştur. Allah'a teala hikmeti gereğince bazı kullarını bu âlemin zevk ve nimetlerinden mahrum etmiş fakirlik ve hastalıklarla ve musibetlerle ve zalimleri onlara musallat kılarak bu kulların dünyaya kalp bağlamamalarını ve ahiret hayatını unutmamalarını istemiştir. Başka bir tabirle insanın sadece bir kalbi vardır o kalbe ne kadar dünya sevgisi ve nefsanî arzular yerleşirse o ölçüde allah'a, velilerine ve ahiret hayatına sevgisi azalacaktır. Bazen de dünya sevgisi kalbi o kadar sarıp kuşatır ki artık Allaha ve velilerine kalpte hiç yer bırakmaz. İşte burada Hz. Ali'nin (a.s)  Sultan Muhammed'e benim mi yoksa dünyanın mı? Sevgisini istiyorsun buyruğunun anlamı ortaya çıkıyor.

99–72 YIL SONRAKİ CESEDİN TAZELİĞİ

Yezd şehrinin Eberku nahiyesinde İçi aydın ve temiz ve doksan yaşında Hacı Muhammed Ali Selami adlı bir şahıs yaşamaktadır. Şiraz'a her geldiğinde cemaat namazına katılan bu mümin bir şahıs bir defasında şöyle bir olay anlattı: 1388 yılında Eberku belediyesi yol meydanı için kazı işleri yapmaya başladı. Birden bundan yetmiş iki yıl önce vefat eden büyük âlim Hacı Molla Muhammed Sadık'ın bulunduğu bir mahzene yetiştiler. Ceset olduğu gibi taptazeydi. Sanki daha yeni defnedilmiş gibiydi. Tırnakları ve parmakları olduğu gibi duruyordu. Hacı Muhammed Ali Selami onu gençliğinde görüp tanıdığını söylüyordu. Öldüğünde Cenazesini Necef'e götürmelerini vasiyet etmişti. Vefatından sonra cesedini geçici olarak mahzene koymuştular. Sonra da oradan alıp başka yere defnedilmesi için ihmal edildi. O merhumun vâsiside vefat edince cenaze o mahzende unutuldu ve öylece orada kaldı. Ve bu olayın üzerinden 72 yıl geçtikten sonra cenazeyi bir tabuta koyarak Kum kentine oradan da Necef'i Eşrefe intikal edildi.

Aziz okuyucunun bilmesi gerekir ki bazı şerif ruhlar hakiki kuvvet hayatı sayesinde yıllarca ibadet ettikleri o bedenlerle toprağın derinliklerine gömülseler de her şeyden haberdar olurlar ve hiçbir şey onlardan gizli kalmaz. Bu yüzden bedenleri çürümeden olduğu gibi taze kalıyorlar. Birçok peygamberler, imam zadeler ve büyük âlimlerin ölümlerinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen bedenleri sağlam ve taze olarak görülmüştür. Bu konular muteber tarih kitaplarında kayıtlıdır. Hz. Şuayb, Hz. Danyal, Hz. Ahmed. İbni Musa (Şahçerağ), Seyit Alauddin Hüseyin, Şeyh Saduk ve Muhammed İbni Yakup Kuleyni gibi seçkin şahısları örnek olarak belirtebiliriz. Tüm bunları anlatıp açıklamak bu kitaba sığmaz.

100- NECEF SEFERİ VE EVLAT ŞİFASI

 82. kıssayı nakleden Şeyh Muhammed Ansari Darabi şöyle nakleder: Kerbela seferine çıkmadan önce rüya âleminde Hz. Ali'yi (a.s) gördüm. Bana ziyarete gel diye buyurduğunda sefer vesilem ve hazırlığım yok diye arz ettim. Masrafların bana ait ben üstleniyorum diye buyurdu. Fazla bir zaman geçmeden Necef'e yetişecek ve orada kalıp dönecek kadar elime para geçti. Sara hastası olan oğlumu da şifa bulması için yanımda götürdüm. Allahın izniyle şifa buldu.

101- DEVAMI KESİLMEYEN PARA

Ve yine babası olan Şeyh Muhterem İbni. Şeyh Abdussamed Ansari'den şöyle nakleder: Gulam Hüseyin adlı bir şahısla birlikte büyük bir iştiyak ve hevesle elimizde hiçbir mal olmamasına rağmen Serkuh Darab'tan hareket ettik. Her durduğumuz yerde bir iki gün kalıyor amelelik yapıyorduk. Beş ay sonra KirmanŞah üzerinden Kerbela'ya yetiştik. Orada da günlerce çalışıp geçimimizi temin ediyorduk. Ama Necef'te iki gün iş bulamadık ve parasız kaldık. Gadiri Hum bayramı akşamı aç ve parasız kalmıştık. Mukaddes türbede kalalım kaderimizde ölüm de varsa orada ölelim dedik. Akşamın üzerinden biraz geçmişti ki dört şahıs türbeye geldi. Onlardan biri yanıma gelerek adımı, babamın adını, dedemin ve onun babasının adını söyleyince şaşırdım. Sonra gümüş sikke elime koyarak gitti. Saydığımda dört tümen olduğunu gördüm. Irak'ta iki ay kaldık ve o paradan harcadık. Vatanımıza döndüğümüzde de o paradan iki ay kadar harcadık. Ama sonradan birden kayboldu.

102- HASTANIN ŞİFASI VE MEYSEMİN MEZARININ TAMİRİ

Adı önceki kıssalarda da geçen muhterem Kandahari ve bir grup Necef'in güvenilir şahsiyetleri şöyle naklettiler: Irak'ın en büyük taciri olan Reşad Marza takriben yedi yıl önce kanser hastalığına yakalandı. Irak, Suriye ve Lübnan doktorları tedavisinden ümitlerini kestiler. Tedavi olmak amacıyla Avrupa'ya gitti.  Oradaki Doktorlarda ameliyat yapsak ta yapmasak ta hiçbir faydası yoktur kanserin kökü kalbe yetişmiştir. Ameliyat yapsak en fazla bir hafta ömrü uzar. Diye cevap verdiler. Hayattan elini çekti. Akşam rüyasında üzerinde gömlek olan orta boylu bir Arap gördü. Ona Reşat Marza mezarımı düzeltirsen Allahtan sana şifa vermesini dilerim dedi.

Reşad siz kimsiniz diye sorduğunda ben Meysem Tammar'ım diye cevap verdi. ( önceleri Meysem'in türbesi küçük ve dar bir yerdi.) Reşad uykudan uyanır ve tekrar uyuduğunda aynı rüyayı görür. Üçüncü defa aynı rüyayı gördü.

Ertesi gün uçakla Bağdat'a döndü. Direk olarak Meysem'in mezarına giderek orada kalmaya başladı. Akşam vaktinde rüyasında gördüğü şahıs karşısında belirir ve Reşad Marza ayağa kalk diye çağırır onu. Kalkamıyorum deyince yüksek bir sesle ayağa kalk deyice Reşad ayağa kalktı ve hastalığından hiçbir eser kalmamıştı.

Reşad iyileştikten hemen sonra bu günkü Meysem'in mezarını yaptırır. Sonra da Müslim İbni. Akil'in mezarının kubbesini altından yaptırır. Daha sonra Hz. Ali'nin (a.s) türbesine 200 kilo altın vererek restore ettirdi.

103- EHLİBEYTİN (A.S) KUM KENTİNDE MUCİZESİ

Kum sakini olan erdem ve kemal sahibi saygıdeğer vaiz Seyit Hasan Burkai şöyle yazmıştı:

Halende Hz. Masume'nin (a.s) müzesinin sorumluluğunu yapan–1348 yılı itibariyle-  Tahran sokağı ve Ağabakkal caddesinde ikamet eden Kasım Abdulhüseyni bana şöyle bir kıssa anlattı: müttefikler İran da bulundukları zaman mahmullerini güney yolu üzerinden eski Sovyetler birliğine götürdüklerinde ben demir yolları şirketinde çalışıyordum. Ayağım Taş taşıyan bir kamyonun altında kaldı. Beni Kum kentinin Fatimi hastanesine intikal ettiler. Halende hayatta olan Doktor Müderrisi ve Doktor Seyfi'nin gözetimi altında tedavi görüyordum. Ayağım şişerek bir yastık kadar olmuştu. 50 gün boyunca ağrıdan uyuyamıyor inleyip sızlıyordum. Sürekli ağrıdan bağırıp nara atıyordum. Kimsenin ayağıma dokunması mümkün değildi. Çünkü acısından kendimden geçiyor ve tüm odalarda ve salonlarda bulunanların sesimi duyabilecekleri kadar avazım çıktığınca bağırıyordum. Bu müddet zarfında Hz. Zehra (a.s), Hz. Zeyneb (a.s) ve Hz. Masume'ye (a.s) tevessül ediyordum. Annem sık sık Hz. Masume'nin (a.s) türbesine gidiyor dua ve tevessül ediyordu. 13–14 yaşlarında tahranda işçi bir adamın oğlu bir kurşun isabet etmesi sonucu sağ tarafımda uyuyordu. Onunla aramda bir metre kadar mesafe vardı. Kurşunun açtığı cerahatler sonucu zavallı çocuk cüzam olmuştu. Doktorlar ondan ümitlerini kesmiştiler. Birkaç gün İhtizar halinde kaldı. Bazen çok zayıf bir ses ondan işitiliyordu. Ne zaman başucuna hemşireler gelseler daha ölmemiş diyerek her an ölmesini bekliyorlardı.

Ellinci gece intihar etmek düşüncesiyle bir miktar zehir tedarik ederek yastığımın altına koydum. Artık bu gece iyileşmezsem intihar edeceğim artık dayanma gücüm kalmadı diye planlar kuruyordum. Annem ziyaretime geldiğinde ona eğer bu akşam Hz. Masumeden (a.s) Şifamı almaz isen yarın cenazemi yatakta göreceksin dedim. Bunu ciddi ve kati bir şekilde söyledim. Gün batımına doğru annem türbeye gitti. O akşam kısa bir uykuya daldım. Rüyamda üç yüce ve saygın hanım efendinin o yaralı çocukla birlikte olduğumuz odadan içeri girdiklerini gördüm. O hanımlardan birinin kim olduğu belliydi. İlkinin Hz. Zehra (a.s), ikincinsin Hz. Zeyneb (a.s) ve üçüncüsünün de Hz. Masume (a.s) olduğunu anladım. Önde Hz. Zehra (a.s) arkasında ise Hz. Zeyneb (a.s) ve Hz. Masume (a.s) teşrif ediyorlardı. Direk olarak o çocuğun yatağına doğru yaklaştılar ve Hz. Zehra (a.s) o çocuğa ayağa kalk diye buyurdu. Çocuk kalkamıyorum diye cevap verince sen iyileştin diye buyurdu. Rüyamda çocuğun iyileşerek kalkıp oturduğunu gördüm. Bana da teveccüh edeceklerini bekliyordum. Ama bu bekleyişimin aksine bana hiç teveccüh etmediler. Bu esnada uykudan sıçrayarak uyandım ve kendi kendime artık o yüce hanımlar bana teveccüh etmeyecekler dedim.

Elimi yastığın altına sokup hazırladığım zehri çıkarıp içmek istediğimde o yüce hanımlar odamıza ayakbastılar onların ayaklarının bereketine belki bende şifa bulurum diye düşündüm. Elimi ayağımın üzerine koyduğumda bir ağrısı kalmadığını hissettim. Yavaşça ayağımı hareket ettirdiğimde hareket edebiliyordum. Onların şifalarından nasiplendiğimi anladım. Yarın sabah hemşireler çocuğun öldüğünü düşünerek geldiklerinde çocuk iyileşti dedim. Neler söylüyorsun sen diyerek şaşırıp kaldılar. Uyandırmayın onu iyileşti dedim onlara. Doktorlar geldiklerinde çocuğun ayağındaki kurşun yarasından cüzama dönüşen hastalıktan bir eser kalmadığını gördüler. Bu arada benim iyileştiğimde de haberleri yoktu. Hemşirenin biri her zaman ki gibi ayağımdaki pamuğu açıp pansuman yapmak için başucuma geldiğinde ayağımın şişinin indiğini ve iyileştiğini gördü. Annem türbeden geldiğinde ağlamaktan gözleri şişmişti. Nasılsın oğlum diye sorduğunda sevinçten kriz geçirmesini düşünerek şifa bulduğumu söylemedim. Daha iyiyim anneciğim asamı getir de evimize gidelim dedim. Eve vardığımızda olayı anneme anlattım.

Ama o gün hastanede ben ve o çocuğun şifa bulmasından sonra doktorların, hemşirelerin ve halkın gürültüsü ve izdihamını vasıf edilmez bir durumdu. Oda ve salon Salâvat ve ağlama sesleriyle inliyordu adeta.

104- HZ. MEHDİNİN (A.F) MUCİZESİ VE HASTANIN ŞİFA BULMASI

Ben Hasan Burkai uzun bir zamandır Kum kentinde bulunan Sahibezzaman Camisi yani Cemkeran camisine müşerref olmak bana nasip oluyor. Bundan üç hafta önce ( 1390 yılının Rabiussani ayının beşi Çarşamba akşamı) Cemkeran mescidine müşerref olmuştum. Ziyaretçiler ve yolcuların dinlenip çay içmek için geldikleri mescidin kahvehanesinde hz. Şah Abdülazim sakini olan Ahmet Pehlivani adında bir şahısla karşılaştım. Adet gereğince hal hatır sorduktan sonra şöyle anlatmaya başladı: tam dört yıldır Çarşamba akşamları Cemkeran mescidine gidip geliyorum. Doğal olarak bir şeye şahit olmuşsun ki gelip gidiyorsun mutlaka İmamı Zamandan (a.f) bir hacet almış olmalısın dedim.

Evet dedi bir şeyler görmeseydim gelmezdim. Geçen yıl bir Çarşamba akşamı Tahran'da yakın akrabalarımdan birinin düğün merasimi nedeniyle Cemkeran mescidine müşerref olamadım. Gerçi düğün merasiminde müzik ve çalıp oynama gibi aleni bir günah yapılmıyordu da. Akşam yemeğini yedikten sonra eve gidip uyudum. Gece yarısı susadığım için uykudan uyanmak istediğimde ayağımın hareket etmediğini gördüm. Ne kadar uğraştıysam bir türlü yürüyemedim. Ailemi uyandırıp ayağımın hareket etmediğini söyledim. Eşim belki soğuk algınlığındandır dedi. Kış mevsiminde değiliz dedim. Bilahare ayağım bir türlü hareket etmiyordu. Yanı başımızda Asger Efendi diye bir komşum vardı. Aileme onu çağırmasını istedim. Geldiğinde bir doktor çağırmasını söylediğimde bu saatte doktor bulunmaz dedi. Başka çaremiz yok dedim. Gitmek zorunda kaldı ve giderek kliniği "Şah Abdulazim'in Mücesseme meydanından Şahrohi adında bir doktor getirdi. Doktor elindeki çekiçle dizlerime vurdu. Hiçbir tepki göstermedim. İğneyi ayağımın altına batırdı yine bir şey hissetmedim. Bu seferde koluma iğne yaptı ama acı hissettim. Bir reçete yazdı ve gıyabımda Asger beye bu bir krizdir iyileşmesi çok zor dedi ve gitti.

Sabah olduğunda çocuklar beni bu halde görünce ağlayıp sızlamaya başladılar. Annem de durumumu fark edince başına ve dizine vurmaya başladı. Ev ağlama ve hüzün sesleri ile çalkalanıyordu. Takriben sabah saat dokuz sularında ey imamı Zaman (a.f) ben her Çarşamba akşamları size ait olan Cemkeran mescidine müşerref oluyordum. Dün akşam gelemedim ve bir günaha da mürtekip olmadım bir teveccüh edin de oraya müşerref olayım. Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım ve öylece uyuyup kalmışım. Rüyamda muhterem bir şahıs yanıma gelerek elime bir asa verdi ve kalk dedi. Kalkamıyorum deyince sana kalk diyorum diye buyurdu. Tekrar aynı sözü yinelemediğimde elimden tutarak hareket ettirdi. O esnada uykudan uyandım ve yürüyebildiğimi gördüm. Oturdum ve ayağa kalktım. Şifa bulduğumdan emin olmak için sevincimden havaya sıçradım. Hiçbir şeyimin kalmadığını ve tamamen iyileştiğimi gördüm. Annem beni bu halde görüp sevincinden kriz geçirmesin diye uyudum. Annem yanıma geldiğinde bana bir asa ver de yürüyeyim dedim. Yavaş yavaş anneme İmamı Zaman' (a.f) tevessül ederek iyileştiğimi anlatmaya çalıştım. Asger efendiye gelmesini söyledim. Geldiğinde ona falanca doktorun yanına git ve iyileştiğimi söyle dedim. Asger efendi gidip döndüğünde doktor yalan söylüyor iyileşmesi olanaksızdır doğru söylüyorsa kendi ayaklarıyla gelsin diye haber getirdi. Kendi ayaklarımla gittiysem de doktor gözlerine inanamıyordu. Buna rağmen iğneyi ayağıma batırdı acıdan bağırdım. Bana ne yaptın da iyileştin diye sorunca İmamı Zaman'a (a.f) tevessül ederek iyileştiğimi anlattım. Doktor bu mucizeden başka bir şey olamaz Avrupa ve Amerika'ya da gitseydin yine iyileşemezdin dedi.

105- SIKINTIDAN SONRA GENİŞLİK

Yine adı geçen Burkai Efendi şöyle yazıyor: Meşhedi Muhammed Cihangir adında seyyar halı ve kilim satıcısı bir şahıs vardı. Yıllardır tanıdığım bu şahıs genellikle Kaşan şehrine gider. Ama birlikte bir yolculuk veya bir toplantıda yan yana olmamıştık. Ama doğru sözlü, hayır ehli olan bu şahsı iyi tanıyorum. Elinde çok az bir sermayesi olduğu halde ve birkaç gün öncede evine gittiğimde normal bir yaşantıya sahip olan bu şahıs tacirlerden yüz bin tümenlik mal istese de hiç esirgemeden verirler. Ama kendisi gücü yettiği kadar mal alıp satıyor.

Kaşan'a gittiğim bir yolculukta yan yana oturduk. Burkai efendi Ehlibeyt'in (a.s) mucizelerinden bahsettikten sonra şöyle dedi. İnsan kırık bir kalple hacetini alabilir. Kısaca kendi biyografisini anlattı ve başka bir sefer de detaylı olarak ve kitap olarak çıkacak hayatımı sana anlatırım diye ekledi. Ama kısaca geçimim çok iyi ve günde yüz ya da daha fazla seyyar satcısından kazanıyorum. Ama insan zenginleşince günaha düşüyor. Bazen günaha düşüyordum sonunda baht yıldızım söndü ve bana sırt çevirdi. Sermayemi kaybederek yüz binden fazla bir borç altına girdim. Öyle ki tek bir tümenim bile kalmamıştı.

Eve kapanmış birkaç ay dışarı çıkmadım. Yorulup sıkıldığım bazı akşamlar pijamalarımla dışarı çıkıyor ve çok ihtiyatlı bir şekilde yürüyordum. Bir akşam dışarı çıkacağımdan haberdar olan alacaklılardan biri kapıma polis getirerek karanlıkta bekletmişti. Dışarı çıktığımda beni tutukladı. Karakolda eğer beni zindana atarsanız paranızı alamazsınız ama durumum iyileşirse söz veriyorum ki ilk fırsatta borcumu ödeyeceğim. Bunun üzerine beni serbest bıraktılar.

Borçlulardan biri gelip kapıya dayandığında eşim iki yaşındaki çocuğumuz kucağına alarak kapıya gittiğinde kapıya öyle bir tekme vurmuş ki eşim ve çocuğum zarar gördüler. Çocuğum birkaç saat sonra o darbe yüzünden vefat etti. Eşimde hastalandı ama olayın üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen halen hastalığı devam ediyor.

Eşim evde ne var ne yok hepsini sattı. Hatta bazen evdeki çay tabaklarından ve bardaklardan satıyor ekmek satın alıp yiyorduk. Sonunda İran'dan mukaddes mekânlara giderek orada Ehlibeyt'e (a.s) tevessül ederek alacaklıların borcundan kurtulmaya karar verdim. Hurremşehir sınırından Irak'a doğru yola koyuldum. Yanıma içinde ufak tefek yol araçları olan bir hurç aldım. Hatta bir kuru ekmeğim bile yoktu. Irak topraklarına vardığımda yol iz bilmeden hurma ağaçlarının içinden bilmediğim bir yöne doğru yola düştüm. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Ne yolu soracak bir adam ne de yiyecek bir şeyim vardı. Açlıktan ve yol yorgunluğundan artık takatim kalmamıştı. Hatta yere düşen hurmaları haram sanarak yemiyordum.

Bilahare hava kararmış akşam olmuştu. Hurmalıkların arasında yalnız başıma kalmıştım. Hurcunu serdim üzerinde oturdum. Gayri ihtiyari yüksekten ağlamaya başladım. Birden başına aba atmış nur yüzlü bir adamın geldiğini gördüm. Farsça neden üzgünsün şimdi seni maksadına yetiştiririm dedi. Efendim yolu bilmiyorum dedim. Yolu sana gösteririm hurcunu al da benimle birlikte gel diye buyurdu. Birkaç adım gittikten sonra arabaların geçtiği bir asfalta vardık. Burada dur şimdi bir araba gelip seni götürecek diye buyurdu bana. Sonra uzaktan gelen arabanın farını görünce oradan uzaklaşıp gitti. Araba yanıma gelince durdu ve beni bir yere kadar götürdükten sonra başka bir arabaya bindirdi. Benden hiçbir ücrette almadı. Sanki önceden kararlaştırılmış gibi beni Kerbela'ya kadar bir arabadan başka bir arabaya bindiriyor üstelik kirada almıyorlardı. Nihayet Kerbela'ya varmıştım. Ama Kerbelada da iş bulamadığım için durumum çok kötüydü. Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) mübarek türbesine müşerref oldum. Mevlama ağlayarak efendim! İşsizim işlerimi yoluna sokun diye arz ettikten sonra türbeden dışarı çıktım. (erbain günüydü) hurmalıklarda gördüğüm o adamı gördüm ve selam verdim. Selamımın cevabını verdikten sonra bana on dinar vererek şunu al diye buyurdu. Efendim bu azdır diye arz edince az değil az olursa yine veririm diye buyurdu. Efendim adresiniz nerde diye sorduğumda biz buralardayız diye buyurdu. Meşhedi Muhammed şöyle diyordu: bu para çok ilginçti mis gibi bir kokusu vardı. Her defasında bir şey satın aldığımda artıyordu. Öyle ki bu paradan oldukça kar edindim. Ne zaman birkaç bin tümen elime geçtiğinde hemen İran'a geliyor ve borçlulara taksim ederek Kerbela'ya dönüyordum. Bütün bu kazançlarımı o yüce zatın verdiği on tümenden kazanmıştım.

Bir yıl sonra safer ayının 28. günü o adamı Hz. Ali'nin (a.s) türbesinde gördüm. Yanına giderek efendim bir miktar daha yardım edebilir misiniz? Diye arz ettiğimde beş dinar daha merhamet etti. Ama o adamı bir daha göremedim. Vaktiyle Necef'te giderken esnaflardan biri beni çağırarak benimle odama kadar gelebilir misin dedi. Kabul ederek onunla birlikte gittim. Bana kefilin var mı diye sorunca iki kişi kefilim var dedim. Kimler olduğunu sorunca biri Rabbim diğeri ise Hz. Alidir (a.s) diye cevap verdim. Sözlerimi kabul etti. Bazen bana bin dinar veriyor bende Bağdata gidip mal satın alıp geliyordum. Kara beni de ortak etti. Böylelikle bütün borçlarımı ödedim. Ama ailem Kum kentinde olduğu için oraya dönmek zorunda kaldım. Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) türbesinde borçlarımın ödenmesi ve başkasına muhtaç olmayacak kadarda mal vermesi için dua ettim. Bundan fazlasını istemedim. Çünkü servetim kötü etkilerini yaşayıp görmüştüm.

Meşhedi Muhammed evinde matem merasimleri düzenliyor ve merasimlerindeki ihlâsı anlamak mümkündür. Ben bizzat merasime katılmış bulunuyorum. Kendisi Hz. Zehra'yı (a.s) bu meclislerde hazır olarak görüyorum diyordu.

106- KIR VE KARZİN DEPREMİ

Kır Şiraz güney doğusunda bulunan ve yaklaşık kırk fersah uzaklıkta yer alan bir yerleşim yeridir. Firuz Abada şehrine ise takriben 14 fersah uzaklıktadır. Karzin şehrine de bir buçuk fersah uzak olan bir şehirdir. (Farsnamede şöyle gelmiştir: Kır şehrinin bloklarının uzunluğun başlangıcı Mübarekabad bitişi ise paslar bahçesidir. Genişliği iki buçuk fersah olan bu blok Keyfeskan köyünden Gendumana kadar ve Fars'ın Gemsirat beldesine kadar uzanmaktadır. Bu blok 23 köy içmektedir.

Son zamanlarda "Kır" elektrik, su boruları, yapıları, yolları ve demir yoluyla tam bir yerleşik şehir haline gelmiştir. Bine yakın nüfusu bulunmaktadır.

25 safer 1392 ve 21 ferverdin 1351 H. Ş. Yılına tekabül eden senesinde bu nahiye Allah'ın hışmına ve gazabına uğradı. Semavi bir afet ve vuku bulan deprem yüzünden kır şehri bloğu zarar gördü. Her yerden daha fazla kır şehri hasar gördü. Öyle ki şehrin altı üstüne gelerek tek bir sağlam bina kalmadı. Şehir halkının üçte biri enkaz altında kalarak feci bir şekilde hayatlarını kaybettiler. Şehrin yaşlıları şimdiye dek böyle bir afetle karşılaşmamıştılar.

Bu olayın tafsilatını anlatmayı gafletten uyandırıp ibret almak açısından güvenilir ve olaya şahit olan iki âlimden naklediyoruz; olayı bizzat yaşayan şeyh Ahmet Restgar ve şeyh Muhammed Cevat Mukimi Kır'iden gördükleri ve bildiklerini yazmaları istendi. Biz burada her iki muhterem şahsıdan mektuplarını naklediyoruz;

BİSMİLLAHİRAHMANNİRAHİM.

ŞEYH MUHAMMED CEVAD MUKİMİNİN MEKTUBU:

Yürekleri fırlamayan Kır, Kazrin ve Afroz depremleri ve bu depremin meydana getirdiği cani ve mali kayıplar özet olarak takdim ediyorum; 25 safer 1392 yılında güneş doğmadan 15 dakika önce eşi benzeri görülmeyen bir deprem oldu. Dışarıda bulunanlar önce kıble sonrada kutup tarafından şimşek çaktı daha sonrada deprem oldu. Önce yer hafif hafif sallanmaya gittikçe de artan deprem şiddetinden yer adeta kendi ekseninde dönüyordu. Takriben 25 saniye süren şimşek sesi gibi korkunç ve ürpertici bir ses yükseldi. Bütün evler viran olmuş beton, alçı ve taştan yapılan sağlam binalar yerle bir oldular. Çocuklar uyuyor, kadınlar namaz kılıyor ya da abdest almakla meşguldüler. Erkeklerin çoğu uyanmıştı. Bu depremde en çok ölenler küçük çocuklar ve annelik duygularıyla çocukları kurtarmaya çalışan ve enkaz altında kalarak can veren anneler ve çocuklar oldu.

Edindiğimiz kesin bilgilere göre Kır şehrinde 2000 ve bu şehre bağlı ilçe ve kazalarda ise 500 kişi hayatını kaybetti. Allah daha iyisini bilir.

Deprem üzerinden iki gün ve bir akşam yani safer ayının 25'den günün öğleden sonra saat beşine kadar enkaz altından diri çıkarılan kişilerin listesi;

1-Kır sakini Muhammed Safai'nin 7 ya da 8 yaşlarındaki oğlu Mahmut. Belirtmek gerekir ki o aileden birkaç kişi enkaz altında kalmıştı ama aynı gün içinde bazıları enkaz altından çıkarıldı ama içlerinden biri hayatını kaybetmişti. Enkaz altından 2 gün sonra çıkarılan Mahmut sapa sağlamdı. Ona bu iki gün içinde birileri sana yiyecek ve içecek veriyor muydu diye sorduklarında şöyle dedi; dayım Resul Hakisteri bana bisküvi ve su veriyordu. (elbette gaipten ona bir şeyler veriliyordu ama çocuk onu dayısı olarak görüyordu) halen o çocuk yaşamaktadır.

2-Kır sakini seyit Habibullah Hüseyin'in dört yaşındaki oğlu seyit Hasan sabah saat beş buçukta vuku bulan deprem enkazının altında kalan bu çocuk ertesi gün yani safer ayının 26. günü saat 10'da enkaz altından çıkarıldı. Ona da sana su ve yiyecek veren biri var mıydı diye sorduklarında annem bana su ve yemek veriyordu diye cevap verdi.

Halbuki annesi enkaz altında kalmamış ve kurtulmuştu. Ama bu depremde 18 yaşındaki büyük abisi, ondan bir küçük olan kardeşi ve birde kız kardeşi hayatlarını kaybettiler.

3-depremin üzerinden 44 saat geçtikten sonra enkaz altından sağlam olarak çıkarılan çocuklardan biride Meşhedi İbrahim Muzeri'nin oğlu 11 yaşındaki Mansurdu. Bu çocuğu safer ayının 27. gününün akşamı enkaz altından çıkardılar. Uzun müddet enkaz altında kaldığı için ayakları yürümeye kadir değildi. Ama sonraları iyileşerek yürümeye başladı.

Eğer depremin olduğu gün ya da ertesi günü kurtarma ekipleri gelseydi bu kadar cani kayıp olmazdı. Ama maalesef hiçbir yardım gelmeyince birçok kimse enkaz altında kalarak yaşamlarını yitirdiler.

KORKUM HADİSEYLE İLGİLİ HABERLER

Deprem olmadan 9 gün önce hacı seyit Cafer Hüseyni adlı dindar ve imanlı bir kişi Allah'ın rahmetine kavuştu. Ölüm döşeğinde iken seyit Ekber adında ki oğlu akrabaları ve yakınlarıyla birlikte ziyaretine gelerek başucunda oturdu. Birden seyit o hasta haliyle yüksek bir sesle ey tacirler! Ey sahtekârlar! Her biriniz bin (sadaka) tümen veriniz evleriniz harap oluyor. Diye feryat etti. Birkaç kez bu cümleyi tekrarladı; bin tümen verin. Daha sonra yüz tümen verin evleriniz viran oluyor. Sonra kendi ev halkına dönerek sizde Kır şehrini terk edin aksi halde helak olacaksınız. Bu cümleleri birkaç kez tekrarladıktan dört gün sonra vefat etti. O merhumun vefatından 3 gün sonra binaları yerle bir eden ve binlerce kişinin ölümüne neden olan içler acısı deprem vuku buldu.

Tacirlere ve zenginlere bin tümen ya da yüz tümen verin diye hitap etmesinin amacı belanın bertaraf olması için sadaka vermek ve yoksullara yemek vermek olabilir.

4-Belki de o anda bela ve afeti görebiliyor ve bu yüzden haber veriyordu.

Ama maalesef biz insanoğlu bu büyük ilahi ayetlerden (nişanelerden) kendimize gelmiyor ve ibret almıyoruz.

DOĞRU RÜYA.

Ramazan Tahiri adındaki bir şahsiyet şöyle diyor; safer ayının 25. akşamının sabahı meydana gelen o depremde hastalığından dolayı uyuyamayan bir oğlum vardı. Hastalığı yüzünden çok acı çekiyor ve sızlayıp duruyordu. Güneş doğumuna yakın çok ağlıyordu. Annesini uyandırdığımda daha sabah açılmasına çok var mı? Diye sordu. Az kaldı ben biraz uyuyacağım sabah namazında beni uyandır diyerek uyudum. Rüyamda bir gencin kapıma gelerek dışarı çık diye seslendi. Ne işin var deyince yine aynı sözünü tekrarladı. Yanına gittiğimde bana bak dedi. Nereye bakayım deyince evlere barklara bak dedi. Kafamı çevirip şöyle bir etrafa bakınca bütün evlerin viran olduğunu gördüm. Bunlar bizim evlerimiz dedim. Evet, sizin evleriniz dedi. Neden böyle oldu diye sorduğumda aşırı günahlardan dolayı bu hale geldi dedi. Bu bölge halkının tamamının namaz kılıp oruç tutukların ve ibadet ettiklerini söylediğimde yaptıkları ibadet riyadır ve halis değildir diye cevap verdi. Ne kadar yalvardıysam kalmadı ve gitti.

Uyandığımda namaz vakti olmuş eşim ise neden uykuda ağlıyor ve üzgündün diye sorduğunda. Bir şey yok çabuk olda çocukların ikisini ben ikisini sen al dışarı çıkalım. Evde bizden başkaları da yaşıyordu. Tam çocukların elinden tutmuş dışarı çıkıyordum deprem başladı. Kıpırdamaya bile mühlet vermedi. Evin çökmesi sonucu hepimiz enkaz altında kaldık. Anneleriyle beraber çocuklardan birkaçı hayatlarını kaybettiler. Beni ve enkaz altında kalan birkaç kişiyi kurtardılar.

Enkazdan çıkarıldığımda ailemin enkaz altında kalmaları yüzünden afallamış ney uğradığımı şaşırıp kalmıştım.

Kimsesiz yalnız başıma kalmıştım. Akrabalarımdan bir yanıma gelerek amca amca diye seslendi. Gel durma bugün yardım günüdür. Çocuklarım enkaz altında kaldılar gel yardım et de onları kurtaralım. Benimde çocuklarım enkaz altında gelemem dedim.

Evimizde kalan genç bir öğrencinin hayatta olduğunu gördüm ondan yardım istedim. Ağladı ve yapamam diyerek gitti. Komşularım ve akrabalardan başka biri şaşkına dönmüş bir halde geldi. Allah rızası için yardım et dedim. O da çocuklarının enkaz altında kaldıklarını ve kimsenin olmadığını söyledi. Bilahare tam bir kıyamet sahnesi yaşanıyordu. Herkes kendi hal ve derdiyle ilgileniyordu. Olayı uzun uzadıya ve detaylıca yazmak istesem çok uzun ve yorucu olur.

Kır şehir ahalisinden mümine bir kadın şöyle diyordu. O yıllarca deprem olmadan önce gece yarısından sonra şöyle bir rüya gördüm; başında ammeme olan onu omuzlarına saran bir seyit bir hanımla evimize geldi. O hanım yüzünü peçeyle kapamıştı. Bana seslenerek ışığı yak dedi. Işıkları yaktığımda kocan ve çocuklarınla birlikte evi terk edin diye buyurdu.

Efendim! 6–7 yıl zahmet çekip şu evi kurduk daha buraya yeni yerleştik diye arz ettiğimde dışarı çıkmanız gerekiyor çünkü bela gelip çatacak diye buyurdu. İzin verirseniz kocamı uyandırayım dediğimde daha erken diye buyurdu. Çok korkuyor ve içimden müezzinin ezan okusaydı ve sabah açılsaydı diye geçiriyordum.

Sonra bana şöyle dedi; ateş yak ve üzerine su koy ama çay demlemeye fırsat bulamayacaksın. Ateş yaktıktan sonra kocam Haydarı uykudan uyandırdım. Müezzin sabah ezanını okudu. Hz. Ebulfazl Abbas'a (a.s) çok tevessül ederek ya Ebalfazl imdadıma yetiş diye seslendim. Bir kolu olmayan nur yüzlü genç bir seyit'in evimizin kapısına gelerek Haydarı kaldır ve annesinin vefat ettiğini ve gelip annesinin cenazesini defin etmesini söyle diye buyurdu. Ona seyit Kazım nerdeydiniz diye sorduğumda Kır şehrinden olup vaiz ve minber ehli bir âlim olan seyit Kazım Fatimi o depremde Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.

Ben seyit Kazım değilim Kıble yönünden gelip geçmekte olan biriyim dedi. Çok korktuğumu görünce korkmayın, hamile olduğunuz için sizinle sırtımı dönerek konuşuyorum diyerek gitti bir daha da onu göremedim.

Artçı bir deprem oldu. Çocukları ve kocam, uykudan kaldırana kadar şiddetli bir deprem oldu. Çocukları evden dışarı çıkarana kadar ev şiddetli deprem sarsıntısından çöktü. Evin tamamı harabeye dönüşmesine rağmen çocukların bulunduğu bölümün sadece duvarları çatladı ama çökmedi. Allaha şükürler olsun ki depremde ev halkından kimse ölmedi.

Diğer bir mümine kadın şöyle diyor;

Muharrem ayında deprem olmadan takriben bir buçuk ay önce şöyle bir rüya gördüm. Doğu tarafından bir bulut kitlesi belirdi. O bulutların içinde bir yüksekselse ezan okuyordu. Güneş doğduğu yerin başından Allah'u ekber söylüyor ve yavaş yavaş yukarı doğru yükseliyordu. Ezanı kelime kelime okuyarak Kır şehrinin üzerine gelince ezan okumayı kesti. Sesi her tarafa ulaşıyor tüm âlem sesini duyabiliyordu. Uykudan uyandığımda gördüğüm rüyayı komşularımdan birine anlattım. Komşum, rüyamı şöyle tabir etti: gördüğün rüya Kır şehrinin viran olmasına işaret ediyor.

Kır şehir ahalisinden seyit Ali Murtaza adında bir şahıs şöyle diyor; Deprem olup şehir viran olmadan bir gece önce şöyle bir rüya gördüm: Kıble tarafında siyah bulutlar kümesi belirdi. Kır ahalisinden uzaklaş ve bizlere belaya müptela etme diye yalvarıyorlardı. Bu yalvarmaların hiçbir yararı olmadı. Kutup tarafından bir bulut gelerek sel baskını gibi tüm şehrini sarıp kuşatarak kıble tarafına doğru kaydı.

Bundan fazla, rüyaları yazıp nakletmek bahsin uzamasına ve kitabın asıl hedefinden çıkmasına neden olur. Aynı şekilde bir ya da iki gün enkaz altında kaldıktan sonra kurtarılan insanların sayısı çok fazla olduğu için tüm hepsini nakletmeyi uygun görmedik. Çünkü ibret alınacak nede çok şey var ama ibret alan ise nede azdır.

Ben bizzat kendi şahit olduğum bir olayı nakletmek istiyorum; Teng Ruain adlı bir yerde tebliğ ile meşguldüm. Safer ayının 24. günü öğleden sonra bulunduğum yere bir fersah uzaklıktaki Bendbest adlı bir bölgeye davet edildim. Bir grup göçebe hayatı süren kişilere tebliğ ve Hz. Hüseyin'e (a.s) matem merasimleri yapmak için gitmiştim. O bölgeye Kır şehri arasında beş fersah bir mesafe vardı. Akşamdan başlayarak iki saat boyunca dini meseleler anlatıyor, vaaz verip nasihatlerde bulundum. Hz. Hüseyin'e (a.s) mersiye okuduktan sonra akşam yemeği yedik yemekten sonra benimle birlikte Bendbest bölgesine gelen bir grup Teng Ruin ahalisi kendi bölgemize gidip orada kalalım dediler. Yorgun olduğumu ve bu akşam burada kalacağımı ertesi gün döneceğimi söyledim. Onlar TengRuine döndüler bende geceyi çadırda uyuyarak geçirdim. Sabah namazını kıldıktan sonra tekrar uyudum. Henüz uykuya geçmemiştim ki yer sallanmaya başladı. Korkumdan kalkıp çadırdan dışarı çıkmak istedim. Ama depremin şiddetinden yerimden kalkamadım ve yere düştüm. Tekrar ayağa kalktım yine yere düştüm. Üçüncü kez kalkmak için elimli yere koyduğumda yerin kendi etrafına döndüğünü ve sallandığını gördüm. Biraz olsun deprem yavaşladı. Çadırdan dışarı çıktığımda o bölgede bulunan bir dağın başından kaya parçalarının kopup aşağı yuvarlanıyordu. Dağdan tıpkı yıldırımdan çıkan sesler gibi bir gürültü işitiliyordu. Bazı yerler şiddetli sarsıntıdan yarılmış ve tekrar birleşmişti. O dağın yakınlarında bulunan Ab Abad adlı yerde yer çatlaması sonucu pınar gibi yerden su kaynıyordu. O kadar su vardı ki derinliği belli değildi.

Tıpkı büyük bir havuz gibi su birikmiş bir yere de akmıyordu. Çeşmesi ve akarsuyu olan birçok bostan, bağ, bahçe ve tarlaların suları tamamen kurumuş ya da azalmıştı. Bazı yerlerde ise bu sular birkaç beraber çoğalmıştı. Kır şehirde de sular kaç beraber çoğalıp fazlalaşmıştı. Allah'u Teala hikmetleri ve maslahatları en iyi bilendir. Allah bütün mümin ve mümin eleri Muhammed ve al-i Muhammed (s.a.a) hürmetine tüm bela ve afetlerden korusun.

Kır ve ahalisinin durumuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek için aşağıdaki bilgileri hatırlatıyorum;

Kır şehri yavaş yavaş şehirleşmeye yüz tutmuş bir kasabaydı. Günümüzde de elektrik santralleri, şehre yapılan yolları, su borularıyla ve belediyesiyle hızla büyüyüp gelişmekte olan bir şehirdir. 6 bini aşkın bir nüfusa sahip olan bu şehrin birkaç ilkokulu ve lise okullarının hazırlıklarına başlamıştı. Ama 7–8 camisi olmasına rağmen tek bir din âlimi yoktu. Bu yüzden cemaat namazları kılınmıyor ve dini merasimler ve tebliğ yapılmıyordu. Sadece Ramazan, muharrem ve çok az bir sürede safer aylarında dini tebliğleri oluyordu. Olsa da bilgisiz âlimler tarafından oluyordu. Ne âlimleri nede ilme kalbi ve hakiki alakaları vardı. Dünyaya çok düşkün ve dört elle sarılmışlardı. İyiliğe emretme ve kötülükten sakındırma farizası tamamen terk edilmişti. Dindar ve dini vazifesini yapmak isteyen kimseyi de azarlıyor ve alay ediyorlardı. Şuan bile o yaşayan büyük ilahi afetten ve kıyamet sahnesinden geriye kalanlar da doğru dürüst bir âlim ve kılavuzluk edecek bir kişinin olmamasından dolayı tıpkı eskisi gibi hatta ondan daha kötü bir şekilde yaşıyorlar. Bu bedbaht halkın akıbetinin ne ile sonuçlanacağını ve nereye varacağını Allah bilir.

Bundan fazlada sözü uzatıp siz muhterem okuyucuları sıkmak istemiyorum. Allah'u Teala Muhammed ve al-i Muhammed'in (s.a.a) hikmetine büyük âlimler ve müçtehitlerin özelde de siz saygıdeğer âlimin gölgesini benim ve tüm Müslümanların başından eksik etmesin. Ve sizi bütün bela ve afetlerden korusun inşallah'u Teala.

Muhammed Cevad Mukimi

ŞEYH AHMET RESTGARIN MEKTUBU

ALLAHIN ADIYLA.

Ben (bu hakir) 25 safer 1392 yılında Kır ve Kazrin de meydana gelen depremlerde Kazrin'in Serçeşme adlı bir köyünde bulunuyordum. Sabah saat 05.15'te sabah namazını eda ettikten sonra namazın takip dualarını okuyor ve zikir ve duayla meşguldüm. Yer hafif bir şekilde sallanınca deprem olduğunu anladım. Ayet namazı kılmak için depremin durmasını biraz bekledim.

Depremin aralıksız devam ettiğini görünce başımı odanın kapısından çıkarıp ne olduğunu anlamak için dışarı baktım. Kaçmak istediğim halde yalın ayakla kapıyı açtığımda gök gürültüsüyle şiddetinden kendimi tutamayınca sıkıca ağaca yapıştım.

Bir anda her taraf zifir karanlığa büründü. Kısa bir süre sonra her taraf aydınlanarak karanlık yerini aydınlığa bıraktı. Etrafıma baktığımda kırık duvarlardan ve bazı viran olmuş evlerden başka Serçeşme köyünden ve evlerinden bir eser kalmamıştı. Yaklaşık 25 saniye süren bu deprem evleri ve köy yerle bir ederek viran etti.

Sözün özeti; sabah olduğu için köy ahalisi tarlalarında çalışmak için dışarı çıkmış ama hala köyün içinde bulunuyorlardı. Ben ahalinin köyden çıkmalarını yasaklayarak onlara teselli veriyor sakinleştirmeye çalışıyordum. Genç, yaşlı kadın ve erkek demeden tüm ahali el ele vererek elimizde bulunan araçlarla büyük bir ciddiyet örneği sergileyerek dört saat enkaz kaldırması yaparak yaklaşık 150 kişiyi enkaz altından çıkardık. Enkazdan çıkardıklarımızın geneli çocuklar olmak üzere birkaç kadın ve erkekten ibaretti.

Bu depremde 61 kişi hayatını kaybetmişti. Bütün cenazeleri yan yana koyarak kabir kazmaya başladılar. Birkaç kişiyi de gusül ve kefen işleriyle görevlendirdim. Hüseyniye çökmeden önce dışarı çıkararak kurtulan hacı şeyh Mahmut Mahmudiyle beraber bütün cenazelere namaz kıldık ve öğleden sonra dört saat boyunca cenazeleri tek tek defnettik. Köy ahalisine teselli vermek ve başsağlığı dilemek için üç gün o köyde kaldım. Daha sonra şehrime döndüm. Ama Kır kasabasından ve Kazrinden yeteri kadar bilgim yoktu.

GEREKLİ HATIRLATMA

Bazı cahil ve bilgisiz Müslümanlar yıkıcı depremler ve seller gibi afet ve hadiseleri maddecilerden ya da onlara uyarak tabiatın öfkesi olarak biliyorlar. Gazetelerde büyük manşetlerle "Tabiatın hışmı" diye başlıklar atıyor ve yazdıklarının akıl ve şeriata muhalif olduğundan habersizdiler.

Akla muhalif olması; Kahır, öfke idrak ve bilincin etkilerindendir. Mesela bir hayvan ya da insan başkasından kaba ve sert bir hareket algıladığında zaman ona öfkelenir ve ondan intikam almaya çalışır. Dolayısıyla tabiatın bir şuuru ve bilinci olmadığı için hakkında hiçbir öfke ve tepki tasavvur edilemez.

Şeriata muhalif olması; imkân ve hudus burhanından (kanıtından) sonra kesin ve net olarak ve dünyanın diğer parçalarının tümü (tamamı) yüce Allahın mahlûkatıdırlar. Bütün bunların geneli onun hikmet ve sonsuz kudretinden meydana gelmiştir. Arştan yere, dereden zerreye olan varlıkların tamamı âlemlerin Rabbi olan Allah'ın terbiye ve tedbiri altındadırlar. Dolayısıyla yer kürede meydana gelen her olay Allah'u Teala'dan kaynaklanmaktadır. Acaba akli olarak bir olayın meydan gelmesi o olayın kendiliğinden oluşup meydana geldiği düşünüle bilir mi? Allahın mülkünde ve yarattığı şeylerde her han gibi bir hadisenin onun izni ve meşiyyeti olmadan vücuda gelmesi tasavvur edilebilir mi? Hâlbuki düşen her yaprak[65]ve yağan her yağmur damlası o yüce yaratıcının izniyledir.

HADİSELERDE TABİİ SEBEPLER

Eğer vuku bulan bu hadiselerin gözle görülen ve bilinen sebepleri vardır denilirse mesela azgın sel baskınlarının sebebi peyderpey yağan sağanak yağmurlardır. Veya depremlerin sebebi yerkürede biriken ve hareket edip bir yerden dışarı çıkmak isteyen buharlar ya da yerin derinliklerinde hareket edip dışarı çıkmak isteyen seller ve su birikintileridir denilirse nasıl cevap verirsiniz.

SEBEP MESEBBEB MESELESİ

Sebepler ve müsebbepler silsilesi ve malullerin illetleriyle olan ayrılmaz irtibatlarını kimse inkar edemez. Diyoruz ki harap olan binalar sellerden ve bulutlardan yağan yağmurlardan kaynaklanır.

Bulutlar ise güneş ışığının denize yansıması sonucu denizlerden oluşur. Veya meyvenin varlığı ağaçtandır ağaç ise toprağa serpilen bir tohumdan ve o tohumun su içmesi sonucu oluşmuştur. Ve aynı şekilde hayvanın oluşumu (meydana gelmesi) spermdendir. Sperm ise dişiyle erkeğin çiftleşmesinden meydana gelir. Bu şekilde istediğimiz kadar örnekleri çoğaltabiliriz. Ama bu örneklerde ona tema ve mevzu bahis bu sebeplerin ve özelliklerinin (etkilerinin) nasıl ortaya çıkıp meydana geldiği ve etkilerinin niteliğidir.

Kesin akli hüküm gereğince her sebebin asıl varlığı o şeyin kendinden olmadığı gibi kendi gibi yaratılan başka bir varlıktan da değildir. Aksine kainatı yaratan sonsuz kudret sahibi o şeyi yaratmıştır. Aynı şekilde o şeyin özelliği (hasiyeti) ve sebebiyeti kendinden değildir. Sebeplerin müsebbibi olan Allah onu başka bir şeyin sebebi olarak yaratmıştır. Tüm kâinatta bulunan zerrelerin terbiyet edicisi ve müdebbiri ancak odur. Bu işte bir yardımcı ve ortağı da yoktur. Suyun varlığı nasıl Allah'tan ise güneş sıcaklığıyla buharlaşan deniz sularını yağmura tebdil etmek sonra da oluşan bulutlardan dökülen yağmur damlaları da onun tedbir ve izniyledir. Nereye ne kadar yağacağını onun meşiyyeti ve hikmetinin gereğidir.

Aynı şekilde ufak yağmur damlalarını sele çevirerek yapıları ve şehirleri viran eden sel baskınları da onun izni ve meşiyyetinin gereğidir.

Aynı şekilde yerin derinliklerinde meydana gelen buharların kaynağı o yeri yaratandır. Yeri miktar ve nitelik olarak sallayan depremin şiddeti de onun elindedir. Yani yerin ne kadar ve hangi şiddetle sallanması ve sallanma sonucu meydana gelen etkilerde yüce ve kudret sahibi Allah'tandır. İster çöllerde meydana gelip hiçbir şeye hasar vermeyen isterse yerleşim yerlerinde vuku bulan ve hatta bir duvarı bile tahrip etmeyen şiddetli depremler olsun tamamı onun iradesinde ve izniyledir.

Bazen de hikmet ve meşiyyeti gerektirse sağlam burçları, yüksek kaleleri ve sağlam binaları kökünden kazıyarak yerle bir eder.

 Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.[66]

HADİSELERİN YEDİ ÖZELLİĞİ

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır; yerde ve gökte olan her şey şu yedi haslet olmadan gerçekleşmez; Meşiyyet, irade, kaza, kadar, izin, kitap ve ecel. Kim bunlardan birini ihlal (çiğnemeye) edebileceğini zannederse şüphesiz ki Kâfirdir.[67]

Başka bir hadiste Hz. İmam Musa İbni. Cafer (a.s) şöyle buyurmaktadır; kim bunun dışında bir itikada sahip olursa şüphesiz ki Allah yalan isnat etmiş ya da onu reddetmiştir.

Bu kısa hadis beyanından da iyice anlaşıldığı gibi; deprem ve diğer afetler Allah'ın izni ve meşiyyetiyledir.

AFETLER İLAHİ BİR GAZAPMIDIR?

Eğer şöyle bir soru sorsalar; vuku bulan bu korkunç ve dehşet verici hadiseleri Allah'ın gazabı diye adlandırabilir miyiz?

Cevap olarak bunu verebiliriz; her Müslüman yakin olarak şuna inanmalıdır ki Allah'u Teala insanların ihtiyarı (iradi) fiilleri karşısında hoşnut ya da gazaplanarak hoşnutsuz olur. İnsanların yaptıkları işlere ya lütufla ya da kahırla nazar eder. Yani yapılan iyi ve güzel davranışlar onu hoşnut ve razı, kötü ve çirkin davranışlar ise gazaplandırır.

Ama şunu da bilmek gerekir ki Allah'ın hoşnutluğu v öfkesi mahlûkatının hoşnutluğu ve gazabı gibi değildir.

Yani her insan başkasından güzel bir davranış ve fiil görür ister istemez kalbinde bir sevinç ve ferahlık hisseder. Bu yüzden de o kişiyi iyilikle anarak on ihsan ve iyilik etmek ister. Ama kaba ve yakışıksız bir davranış görürse gönlü rencide olarak o kişiye öfkelenir ve içinin bu öfkesini yatıştırmak için intikam almaya ve ona bir ders vermeye çalışır. İnsanların hoşnutluğu ve öfkeleri bu minval üzeredir.

Ama Allah'u Teala her türlü etki ve tepkiden münezzeh ve müberradır. Yani tüm insanlar ona boyun eğip, güzel davranışlarda bulunarak ibadet etseler ya da isyan edip kötülükler yapın itaatsizlik etseler de zerre kadar mukaddes zatına etki etmez.

Eğer cümle kainat olsa kafir

Oturmaz Kibriya eteğine bir toz.

Şunu da belirtmeliyiz ki insanların davranışlarını ihmal edip etkisiz kılmamıştır. Ona itaat edip emirlerine boyun eğen kullarına lütuf ederek değer ve nimet verir. Emrinden çıkıp taşkınlık yaparak azan kullarını ise şiddetli bir şekilde cezalandırır. Ve biliniz ki Allah şiddetli azap eden diğer taraftan da şefkatli bağışlayıcıdır. Özetlemek gerekirse Allah'ın rıza ve hoşnutluğu sevap verip mükâfatlandırması gazabı ise cezalandırmasıdır. Ceza alemi ise genel olarak ölümden sonra olan berzah ve kıyamettir.

Ama dünya yaşantısına nispet ayetlerden ve rivayetlerden anlaşılan şudur; bir takım ibadetler ve itaatlerin uhrevi mükafatı olmasının yanı sıra dünya da güzel karşılığını alacaktır. Örnek olarak sadaka ve Sılai rahimi belirtebiliriz. Sadaka ve Sılai rahimin ahiret sevabının yanı sıra dünyada hayatında da belaların giderilip malların bereketlenmesine ve ömürlerin uzamasına sebep olur. Aynı şekilde günahlarda böyledir. Yani bazı günahların uhrevi cezası olmasının yanı sıra bu dünyada da azapların inmesine sebep olur. Hırs, aşırı cimrilik, kasavet, zulüm, başkalarının hakkına tecavüz etme, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmayı[68] terk edenlerin dünya ve ahirette cezalandıracağı açık bir konudur.

Belaların günahlarından dolayı geldiğini söylemek genel ve külli değildir. Zira kerim, hekim ve halim olan Allah günahkâr kulunun tövbe etmesi ya da günahı iyilikle telafi etmesi için ona mühlet tanımış olabilir. Aynı şekilde azgınlığını ve isyanını çoğalttıkça nimetini ona açıp fazlalaştırarak uhrevi cezasını artırmak istemiş olabilir. Bu konuyla ilgili Kuran'ı kerimde birçok ayetler vardır.

DEĞİŞİK ŞÜPHELER VE CEVAPLARI

Anlatılan konulardan da anlaşıldığı gibi bir grubun helak olmasına, bazılarının da evsiz barksız ve perişan olmasına neden olan depremler ve diğer afetler ilahi bir gazap ve intikamdır.

Eğer Allah'ın bu umumi bela ve cezasını hak etmeyen ama bu afetlerde belalara ve ölümlere maruz kalan suçsuz insanların günahı nedir yani mustazaflar ve çocuklar gibi hiçbir şekilde günah işlemeyen insanların cezası neden böyle ağır oluyor. Diğer taraftan birçok toplumlar bu afetlere maruz kalan masum insanlardan çok daha günahkâr olmalarına rağmen neden onlara bir bela gelmiyor ve emniyet içinde yaşıyorlar sizce bu Allah'ın adaletine ters değimlidir. Diye sorsalar, cevap olarak şöyle deriz;

Allah'ın intikam ve cezası günahkâr için geçerlidir.

Umumi belalarda yaşamlarını yitiren masum insanlar için bu tür belalar zahmetli dünya hayatından kurtulup ebedi bir saadet evine bir an önce kavuşmaları içindir. Elbette uğradıkları belalar ve sıkıntılar ve çektikleri acılar içinde Cabbar olan (telafi eden) yüce Allah onların acı ve sıkıntıları en iyi şekilde telafi ederek mükâfatlandıracaktır. Sonuç olarak bela günahkâr için bir azap masum ve suçsuz kimse içinde sevap ve makamın yüceliği demektir.

Çocuk yaşlarda hayatlarını kaybedenler hususunda ise rivayetler de geldiği üzere onlar berzah aleminde Hz. İbrahim'in (a.s) himayesi altında terbiye görüp kıyamet günü ise anne ve babalarıyla bir araya gelecek ve anne ve babalarına şefaat ederek birlikte cennete gideceklerdir.

Diğer afet zedelere gelince bu tür belalar Allah'ın onları gaflet uykusundan uyandırıp tövbe etmeleri iyi işlere yönlenmeleri için edeplendirmesi ve tembihi olarak bilinmelidir.[69]

Daha günahkâr olan kavimlerin nimet ve emniyet içinde yaşamaları hususunda belirtmeliyiz ki;

1-Açıklandığı üzere dünya ceza ve mükâfat yeri olmadığından her günahkâr yaptığı kötü işlerden dolayı cezalandırılmamaktadır. Yine belirttiği gibi Allah'ın hikmeti gerektirdiğinde bazı insanları edeplendirmek ve azgınlıklarından vazgeçirmek için onları bir takım günahları yüzünden cezalandırarak insanın saadeti olan kulluk görevini yapmasını sağlar.

2-Bir gruba bela gelip çattığında aynı o zamanda onlarda bela yetişecek diye bir kaide ve kural yoktur. Yaratanın hikmeti gerektirirse onlarda zamanında musibetlere uğrayacaklardır. Aynı şekilde bela sadece depremlerle sınırlı değildir. Onları çok daha zor belalara müptela edebilir. Nitekim zamanımızda birçok ülkeler birbirleriyle savaş halindedirler. Asayiş, rahatlık ve emniyet tamamıyla bu ülkelerden alınmıştır.

3-Birçok toplumlarda beli bükülmüş ve saçlarını Allah'a ibadet etme yolunda ağartan yaşlı insanlar ve Allah korkusundan şehvetlerini içlerine hapsedip ve nefsanî arzularına sırt çevirerek onun yoluna yönelen gençlerin duaları sayesinde Allah belaları onlardan ve toplumlarından gidermiştir.

Hz. Resulün (s.a.a) de buyurduğu gibi; rükû eden kullar Allah'tan korkan kişiler ve süt emen çocuklar olmasaydı şüphesiz ki üstünüze azap yağardı.[70]

107- DUANIN ÇABUK KABUL OLMASI

Kum ilimler havzasının önce gelen âlimlerinden olan merhum adil ve fakih hacı şeyh Murtaza Hairi'nin yazmış olduğu birkaç kıssayı basiretimizin çoğalması için aktarıyoruz iki ayrı muteber kanalla duyduğum kıssayı sizlere de anlatmak istiyorum. Birini güvenilir ve emin kişi olarak bilinen hacı seyit Sadruddin Cezairi diğeri ise muhterem Murvarid beyden. O merhumun torunu ona güvenen sağlam bir şahıstan nakletti.

Adı 10. kıssada geçen merhum hacı şeyh Hüseyin Ali ateşi yükselen arkadaşlar birinin ziyaretine gider. O merhum hastalık ateşine, Allah'ın izniyle falan şahısın bedeninden çık diyerek bana bir nargile getirin de çekeyim çıksın dedi. Sonra ateş hastanın bedeninden çıkararak bertaraf oldu.

Sonra ona nasıl böyle bir katiyetle söylediniz diye sorduklarında şöyle dedi; ben mevlam ve efendim İmam'ı Zaman'a (a.f) hıyanet etmedim. O yüce zatın emin hizmetkârlarının onurunu koruyacağına emindim.

Mirza Şirazi, Ahund Horasani ve seyit Feşareki aynı redifte olan merhum hacı şeyh Hüseyin Ali merhum höccetül İslam hacı Mirza Muhammed Hasan Şirazinin büyük talebelerinden biriydi.

Asrın yüce şahsiyetlerinden olan muhterem Nevkani şöyle nakletti; merhum hacı şeyh Hüseyin Ali Meşhede geldiği ilk yıllarda o kadar takvalı ve gösterişsizdi ki hatta âlimler bile onun ilmi makamından habersizdiler. Merhum rahmetli Mir seyit Ali Hairi yezdi'nin seccadesinin yanında oturur ve yoksullara yardım toplardı. (galiba o dönemler kıtlık senesiydi)

Merhum Hairinin ona bu işlerle ilgili bir söz söylemesinden anlaşılıyor ki o da merhum Hüseyin Ali'nin ilmi makamından habersiz olduğunu gösteriyor. Merhum bir gün yalnız başına zamanının büyük âlimlerinden olan seyit Hairi'nin evine gitti. Bir meseleyle ilgili üç cevap verdi seyide. Seyit üç kez mağlup olunca seyit Safi Zamir Hacı Mirza Muhammed Hasana aferin dedi ve şöyle ekledi; çok iyi talebeler yetiştirmiş.

Ağa seyit Muhammed Ali babasından şöyle nakletti; Merhum Hacı şeyh yaklaşık 16 yıl gibi uzun bir süre medresede ki odamın açık bir yerinden bana para atıyordu. Bir müddet paranın kimin tarafından atıldığını bilmiyorduk. Daha sonra bir vesileyle onun tarafından atıldığını anladık.

Yazar şöyle diyor; Rabbani ve yakin makamları sahipleri olan âlimlerin dualarının kabul olduğu sayılmayacak kadar fazladır. Ve bu kitapta nakledilen 25. kıssanın zeylinde şaşkınlığı gidermek ve bu konuyu ispatlamak için bir takım açıklamalar yapıldı. Bu kıssayı teyit etmek hatemul müetehidin şeyh Murtaza Ansari'den şöyle bir kıssa nakledilmektedir; bu kıssayı Merhum şeyhin öğrencilerinden olan şeyh Mahmut Irakı "Darusselam" adlı eserinin son bölümlerinden nakletmiştir. Büyük âlimlerden olan kerametler ve dualar sahibi ve şeyh Ansarinin sevip saydığı bir âlim olan Merhum Hacı seyit Ali Şuşteri, 1260 yılında Necef'te veba hastalığının yaygın olduğu vakit orada bulunuyordu. Gece yarılarında Merhum seyit bu hastalığa yakalanır. Oğulları onu perişan bir halde görünce vefat etme korkusuyla ve şeyhin onları neden onun ziyaretine gitmek için kendisini haberdar etmediği için ışığı yakarak seyidin evine gitmek istediler.

Merhum seyit durumu fark edince; ne yapmak istiyorsunuz diye sorduğunda gidip şeyhe haber vermek istiyoruz dediler. Merhum seyit gitmenize gerek yok birazdan kendisi teşrif edecektir dedi. Birkaç saniye geçmemişti ki kapı çalındı. Seyit kapıyı açın şeyhtir dedi. Kapıyı açtıklarında şeyh Molla Rehmetullah ile beraber gelmişti. Şeyh; Hacı seyit Ali'nin durumu nasıl diye sorduğunda hastalığa yakalanmış inşallah Allah rahm eder dediler. Şeyh, inşallah korkulacak bir durum yok diyerek içeri girdi. Seyidi muzdarip ve perişan bir halde görünce; endişelenme, inşallah iyileşeceksin dedi. seyit nerden biliyorsun deyince, şeyh Allah'tan senin benden sonra kalıp yaşaman ve cenazeme namaz kılman için dua ettim dedi. seyit, niçin Allahtan bunu dilediniz deyince şeyh; artık iş işten geçti ve dua kabul oldu dedi. Sonra oturarak bir miktar soru ve cevaptan ve şakadan sonra şeyh kalktı gitti.

Bazıları ise olayı şöyle naklederler; şeyhe o akşam nasıl böyle yakinle seyit iyileşecek dediniz. Şeyh: bir ömürdür Allah'a kulluk ediyor emirlerine itaat ediyorum o akşam duamın kabul olacağına yakin ettim. Allah'u Teala şeyhin duasıyla seyite şifa verdi. Cemadisani ayı 1281 yılının akşamı şeyh Allah'ın rahmetine kavuştu o aralar seyit Kerbela ziyaretine müşerref olduğu için orada bulunmuyordu. Ertesi gün şeyhin cenazesine kimin namaz kılacağı hususunda ne yapacaklarını şaşırıp kalmıştılar. Birden seyit geldi diye sesle yükseldi. Seyit cenazeye namaz kıldıktan sonra şeyhin minberine çıkarak ders vermeye başladı. Seyit o kadar güzel ders veriyordu ki sanki şeyh ders anlatıyordu. 1283 yılında seyit Allah'ın rahmetine kavuştu.

Şeyhin duasının kabul olmasıyla ilgili sözleri tıpkı aşağıdaki kıssaya benzemektedir; damın üzerinde emekleyerek annesini yakalamaya çalışan bir çocuk çatının üstündeki suyoluna doğru gidince annesinin çığlık sesi yükseldi. Sokaktan geçenler ellerinden bir şey gelmediği için öylece seyrediyorlardı. Çocuk aşağı düşünce oradan geçen takvalı müminlerden biri ya Rabbi onu tut dedi. Tam o esnada çocuk olduğu gibi havada kadı. O takvalı adam çocuğu yakalayarak yere bıraktı. Orada bulunan insanlar sahneyi görünce o adamın eline ayağına düştüler. O mümin adam; ey mille, yeni ve ilginç bir olay gerçekleşmedi. Bir ömürdür ona itaat ediyorum, bir defa da onun kulunun isteğini kabul etmesi bu kadar da şaşılacak bir şey değil. Duada geldiği üzere Allah'u Teala şöyle buyurmaktadır; bana itaat edene bende itaat ederim (yani isteklerini yerine getiririm).

108-GEÇİM ZORLUĞUNDAN SONRA GENİŞLİK

Yine Ayetullah Hairi şöyle yazdılar; Hacı seyit Ali Nasırın arkadaşların, adil vekil ve yalan söylediği görülmeyen dindar ve muttaki Talikani'den şöyle naklederler; Ayetullah seyit Muhammed Feşarekinin oğlu seyit Ali Ekber İsfahan'a Hacı Mirza AbdulCevad Kelbasinin evine gider. (ben adı geçen bütün bu şahısları tanıyorum) seyit Ali Ekberin parası olmadığından sabah erkenden sabah namazını eda etmek amacıyla "Hekim" mescidine gitti. Dönmesi biraz uzadı. Peşi sıra mescide gittiğimde onu secdeye kapanmış bir halde gördüm. rahatsız etmeden geri döndüm. Adamın biri eve gelerek ben hacı Abdul Cabbarın seyit Muhammed Feşarekinin oğlu burada mı? Diye sordu. Evet, buradadır dediğimde bin tümen bir meblağ vererek gitti.

Bundan dört yıl önce bin tümen yüksek bir meblağ sayılırdı. Kimse bu miktarı olan şahısı görmeden ona veremezdi. O zamanlarda da bu parayı kimse vermezdi. Kum ilimler havzasının tüm harcamaları 3 bin tümenden o da bazen gelip yetişmezdi. O şahıs bu meblağı vererek gitti. Onu sorduklarında kimse Abdul Cabbar adlı bir şahısı tanımıyordu.

109-HEDİYE, ZİYARETİN KABUL NİŞANESİ

Yine merhum Hairi Hacı Mir seyit Hasan Burkainin oğlu Mustafa Burkaiden şöyle nakleder; merhum Ağa Mirza Rıza o zamanlar hayatta iken küçük oğluyla birlikte Meşhede müşerref odular (maalesef kendisinden biyografisini sorup öğrenmeye muvaffak olamadım) otomobil çağı olmasına rağmen aile ve hizmetkârıyla birlikte revak mahfeyle gittiler. Vesilelerimiz mahfede olduğu için yolun büyük bir bölümünü yaya olarak gittim. Ayrıca giderken uzaktan İmam Rızaya (a.s) kabul ise bir hediye lütuf ediniz diye arz ettim.

Meşhedi Mukaddese vardığımızda merhum babamın ziyaretine geliyorlardı. Bir gün alim kıyafetinde yaşlı bir adam babamın ziyaretine geldi. Evde hizmetkârımız olmasına rağmen babam bana nargile hazırlayıp getirme mi emretti. O yaşlı adam, uğurlayıp dönerken bana şöyle dedi; biz rüya tabirini sana verdik. Biri sana rüyasını anlatırsa gördüğü akşam sayısı kadar Kuran'ın sayfalarını çevirdiğinde rüyanın tabirini bulacaksın.

Bunu dedikten sonra gitti. Yaşlı adamın sözlerini çokta önemsemedim. Bir müddet sonra Kum kentine döndüm. Babam vefat etmiş maddi durumumuz da iyiden iyiye bozulmuştu. Bir akşam Hz. Masume'nin (a.s) türbesinde bulunan üst mescitte oturmuştum. Hanımın biri kocasıyla beraber yanıma geldi. Bir rüya gördüğünü söyledi. Ayın on beşinci akşamı bu rüyayı görmüştü. Kuranı açıp 15 yaprak saydıktan sonra o kadının rüyasının kalbime yazılmış olduğunu rüyanın tabirinde onun altında olduğunu gördüm. gördüğü rüyayı anlatıp tabir ettim. Şaşırıp kaldılar. Bir miktar bana verdiler. Daha sonraları bunu başkalarına anlattığım için bu ilahi vergi benden alındı.

110-AŞURA ZİYARETİNİN ÖNEMİ

Merhum şeyh Cevad b. Şeyh Meşkûr Arab, Irak'ın önde gelen âlim ve taklit mercilerinden idi. Adil, zahit ve fakih biriydi. Kutsal Necef kentinde İmam Ali'nin (a.s) türbesinde namaz kıldıran âlimlerdendi. Hicri 1337 yılında, yaklaşık olarak 90 yaşlarındayken vefat etti. Babasının kabrinin yakınlarında, İmam türbesinin avlusunda toprağa verildi.

Merhum, sefer ayının 26'sında, H. 1336 yılında, Necef'te geceleyin rüyasında ölüm meleği Hz. Azrail (a.s) görür. Selamlaştıktan sonra ona nerden geldiğini sorar. Azrail (a.s) Şiraz'dan geldiğini ve Mirza İbrahim Mahallati'nin ruhunu aldığını söyler. Şeyh, berzah âleminde ne halde olduğunu sorar. Azrail (a.s) iyi bir halde ve berzah âleminin en iyi bağda olduğunu, Allah'ın bin meleği onun emrine verdiğini haber verir.

(şeyh, daha sonra olayı şöyle anlatır;)   

 "Azrail'e "hangi amelinden dolayı ona böyle bir makam verilmiş; ilmi makamından dolayı mı, yoksa öğrenci yetiştirdiği için mi? Diye sordum. "hiçbiri" dedi. "Cemaate İmamlık ettiği ve halka İslami hükümler anlattığı için mi?" diye sordum. Yine, "Hiçbiri" dedi. "O halde neden?" diye soruduğumda "Aşura ziyaretini okuduğum için" dedi.

(Merhum Mirza Mahallati ömrünün son otuz yılı boyunca her gün Aşura ziyareti okudum, asla ihmal etmezdi. Hastalık vb. nedenler yüzünden okuyamadığı günlerde ise kendi adına okuması için naip tutardı.)

Merhum şeyh, uykudan uyandığında ertesi gün Ayetullah Mirza Muhammed Taki Şirazi'nin evine gider ve rüyasını ona da anlatır. Şiraz'i, rüyayı dinleyince ağlamaya başlar. Ona niçin ağladığını sorar. Şirazi, Mirza Muhammed Taki'nin vefat ettiğini ve onun fıkhın temel taşlarından biri olduğunu söyler. Bunun sadece şeyhin gördüğü bir rüya olduğunu, olayın henüz belli olmadığını söyleyen çıksa da o diretir. "Evet, bu bir rüya ama şeyh Meşkûr'un gördüğü bir rüya; sıradan birinin gördüğü rüya değil" diye cevap verir. Hemen ertesi gün kutsal Necef kentine Mirza Mahallati'nin Şiraz'da vefat ettiği ne dair bir telgraf gelir. Böylece merhum şeyh'in rüyası doğruluk kazanır.

Bu öyküyü Necef'in önde gelen bazı âlimleri, merhum Ayetullah seyit Abdulhadi Şirazi'den nakletmişlerdir. Abdulhadi Şirazi, merhum Mirza Muhammed Taki'nin evinde olduğu, şeyh Meşkûr rüyasını anlattığı sırada orada hazır bulunduğunu söylemiştir. Yine saygın âlimlerden hacı Sadruddin Mahallati de bu olayı şeyh Meşkûr'dan rivayet etmiştir.

111- İMAM RIZA'NIN (A.S) ŞİFASI

Takva sahibi hayırsever ve salih bir kul olan Mecduddin Şirazi şöyle anlatır:

"Çocukluk dönemlerimde gözümden rahatsızlanmıştım. Hekim Mirza Ali Ekber'e gittim. Gözümün etrafına fitil çekti. Ne yazık ki eliyle daha önce zararlı bir maddeye dokunduğu için benim gözümde karardı. Gözümün etrafında ağır yaralar çıktı. Babam beni hangi Doktora götürdüyse de çare olmadı. Sonunda "senin şifanı İmam Rıza'dan (a.s) alacağım dedi. Nihayet, İmam'ın türbesine vardık. Hatırlıyorum; Altın İsmail Sebili'ne ayak basar basmaz İmam'ın Haremine dönerek ağlamaya başladı ve "Ey Ali b. Musa Rıza! (a.s) oğlumun gözünü iyileştirdikçe Haremine girmeyeceğim! Dedi.

Ertesi sabah güzümde hiçbir ağrı kalmamıştı. Allah'a şükür, bugüne kadar da gözümde kız kardeşim beni tanıyamamıştı. Bana, "senin gözlerin yara bere içindeydi, nasıl oldu da hemen iyileşti? (biran) seni tanıyamadım! "dedi;

Mecdudin Şirazi yine şöyle der; şemsi 40. yılında ailemle birlikte Meşhede gittik. Orada birkaç ilginç olayla karşılaşmıştık. Sözgelimi; kaldığımız iki katlı misafir hanede, çocuğum çatıdan düştü ama İmam Rıza'nın da inayetiyle, Allah'a şükür hiçbir zarar görmedi.

Eve dönerken bu meseleyi henüz arabadayken birilerine anlattım. Kadının biri bana dönerek: "bu tür şeylere şaşırmamak gerek. Bizde Taberisi caddesinin girişinde, üç katlı bir misafirhanede kalıyorduk. Çocuğum üçüncü kattan yere düştü. Ama İmam Rıza'nın (a.s) inayetiyle hiçbir zarar görmedi." Dedi.  

112-KURAN VE MEFATİHİ'İN İLGİNÇ ÖYKÜSÜ

94 yılına ait cemadiyussani ayının son cumartesi günüydü. Hacı Molla Ali Hasan Kazeruni [71] Kuveyt'ten Şiraz'a gelmiş, hasta olduğu için Nemazi hastanesi'ne müracaat etmişti. Yanında bir adet Mefatih'ul Cinan ve bir adet de Kuran'ı Kerim vardı. "Bunları senin için getirdim. Her birinin ilginç öyküsü var! Dedi ve anlatmaya başladı.

Mefatih'in öyküsü şöyle; siz de biliyorsunuz ki, ben küçüklükten beri annesiz- babasız büyüdüm. Kimse beni okula göndermedi. Okuma yazmam yoktu. Nihayet, bir gün, ziyaret-i Arefe'yi derk edebilmek için Kerbela'ya gittim. Arefe günü İmam'ın Harem'i şerif'ine girmek için dışarı çıktım. Ancak yoğun kalabalık nedeniyle geçiş yolu kapalıydı ve bu yüzden de Harem'e giremedim. Okuma yazma bilen birilerini aradım. Tüm çabalarıma rağmen benim için ziyaret'i Arefe okuyacak birini bulamadım kederli ve üzgün bir halde şehitlerin efendisine seslendim:

-Ey efendim! Seni ziyaret edebilme arzusu beni buralara kadar getirdi. Okuma yazına bilmiyorum. Bana bu konuda yardımcı olabilecek kimse de yok, dedim.

Ansızın muhterem bir seyit elimden tutup "Benimle gel! Dedi: kalabalığın arasından beni Harem'in giriş kapısına kadar götürdü. "Giriş izni Ziyareti'ni okuduktan sonra birlikte içeri girdik. "Ziyaret'i Varis" de birlikte okuduktan sonra bana dönerek:

-Ziyaret'i Varis'ten sonra "Ziyaret'i Eminullah" artık sen okuyabilirsin! Bu ikisini asla terk etme. Mefatih'te yazılanlar tamamen doğrudur. Bu kitabın bir nüshası, avlunun önünde ki şeyh Mehdi'nin kitapevinde var. Ondan al, dedi.

O an Allah'ın bana olan lütfünü İmam Hüseyin'in (a.s) inayetini düşündüm. Kendi kendime "Nasıl oldu da bana bu seyidi yolladı ve onca kalabalığın arasından nasıl geçebildik? Dedim. Kısacası, bu inayetlerden ötürü hemen şükür secdesine kapandım. Başımı kaldırdığımda seyit'i göremedi. Etrafta onu aradım ama bulamadım. Ayakkabı görevlisine de sordum. Öyle birini tanımadığını söyledi.

Kısacası, avluya çıkıp şeyh Mehdi'nin kitapevine gittim. Henüz kitap hakkında bir şey söylemeden bana Mefatih'i uzatıp:

-Ziyaret'i Varis ve ziyaret'i Eminullah'ın olduğu yerlere işaret koydum, dedi.

Parasını vermek için elimi cebime attığımda da önceden ödendiğini söyledi. Sonra bana dönüp "Bu meseleyi kimseye anlatma!" dedi. Eve vardığımda; "keşke şeyh Mehdi'ye Mefatih'in parasını kimin verdiğini sorsaydım!" diye hayıflandım. Sırf bunu sormak için tekrar evden dışarı çıktım. Ama yolda ne yapacağımı unutup başka şeylerle ilgilendim. Daha sonraları yine bu soru için dışarı çıktım. Ama aynı şey başıma geldi. Kısacası, Kerbela da olduğum sürece bir türlü soramadım.

Kerbela'ya yaptığım seferde dahi bu soruyu sormayı ve cevabını almayı çok arzu etmeme rağmen üç yıl hep unuttum. Üç yıl sonra tekrar Kerbela'ya vardığımda şeyh Mehdi'nin vefat ettiğini öğrendim.

Kuran'ı Kerim'in öyküsüne gelince: İmam Hüseyin'in bu inayetinin ardından tekrar onu vesile edinerek "Madem böyle bir inayette bulundunuz, Kuran okuyabilmeyi de inayet etseniz daha iyi olur" dedim.

Derken bir gece onu rüyamda gördüm: bana beş adet taze hurma tanesi verdi. Hepsini yedim. Tadı ve kokusu anlatılmayacak kadar güzeldi. Sonra da bana "Artık Kuran'ın tamamını okuyabilirsin" dedi.

(Elindeki Kuran'ın işaret ederek) Bu Kuran'ı daha sonraları biri bana Mısır'dan hediye getirdi. Bende hep Kuran'ı bunun üzerinden okuyordum. Daha sonraları da Arapça yazılı tüm hadis kitaplarını okumaya başladım.

113-KADİR GECESİNDE RUHLARIN HZ. HÜSEYİN'İN KABRİNİ ZİYARETİ

Yine, Hacı Hasan Kazeruni şöyle anlatır:

Ramazan ayı'nın 23. gecesinde, evimizin tavanında tek başıma geceyi ihya ediyordum. Sabaha yakın saatlerde ansızın üzerimde hafif bir uyuşukluk ve ağırlık hissettim. Adeta kendimden geçmiştim. O sıra da gök âleminde büyük kalabalığın olduğunu fark ettim. Çeşitli sesler geliyordu. Oldukça yakınımda hissettiğim bir ses vardı. "Allah aşkına söyle sen kimsin? Diye sordum ses, "Ben Cebrail'im" diye karşılık verdi. "Bu gece bir şey mi var?" dedim. "Fatıma; Meryem, Asiye Hatice ve Kulsum ile birlikte Hüseyin'in kabrini ziyaret'e gidiyor. Şu gördüğüm kalabalık da melekler ile Peygamberin ruhu!" diye cevap verdi. "Allah rızası için beni de oraya götürür müsün?" dedim. "senin ziyaretin buradan da kabuldür. Bu manzarayı görmek dahi senin için bir saadettir" dedi.

Müellif der ki: hacı Ali'ye gerçekten de Hz. Hüseyin'i can'ı gönülden sevme saadeti nasip olmuştu iki saatlik o meclisinde dahi birkaç defa İmam Hüseyin'in adını anmışken hıçkırıklara boğulmuş, inlemişti. İsmini anarken birkaç dakikaya kadar konuşamıyordu. Sürekli "İmam Hüseyin'in musibetlerini dile getirecek kadar takatim olmuyor" diyordu.

114-HZ. FATIMA'NIN İNAYETİ

Kum İslami İlimler Havzası'nın önde gelen âlimlerinden şeyh Abdunebi Ensari Darabı'nın başından birkaç ilginç olay geçmiş. Onlardan birini numune olarak kendi kaleminden aktarıyoruz:

"Bir yıl boyunca süren şiddetli bir baş ağrısına yakalanmıştım. Şiraz'da 3 kez ve Tahran'da da 3 kez çeşitli doktorlara müracaat ettim. Oldukça ilaç ve iğne kullandım. Ama bunlar geçici bir süreliğine beni sakinleştiriyor, bir süre sonra ağrılar tekrar devam ediyordu.

Bir rahatsızlık, bir akşam Ayetullah Behcet'in evine gidinceye kadar devam etti. O akşam yine her zamanki gibi şiddetli ağrılarla evden dışarı çıktım. Seçkin ve takva sahibi âlimlerden Ayetullah Behcet'in kıldırdığı cemaat namazına katıldım. Namaz arasında durumum daha da fenalaşmıştı. Arkadaşlarımdan biri durumu fark edince "anlaşılan çok hastasın!" dedi. "Yaklaşık bir yıldır böyleyim; hangi doktora gittiysem ve hangi ilacı kullandıysam fayda etmedi." Dedim. O arkadaş da takva ve fazilet sahibi biriydi. "Bizim çok daha iyi doktorlarımız var; onlara müracaat et. Eğer Hz. Fatıma'ya (a.s) tevessül edersen mutlaka şifa bulursun" dedi.

Bu söz beni oldukça etkilemişti. Tevessül etmek için kararımı vermiştim. Aynı rahatsızlıkla dışarı çıktım. Kapının önünde bir başka arkadaşımla karşılaştım. O da bana aynı şeyi tavsiye etti.

Derhal Hz. Masume'nin (a.s) Harem'i Şerif'ine gidip ziyarettin ardından eve döndüm. Tek başıma bir köşeye çekilip, ağlayıp sızladım. Hz. Fatıma'yı (a.s) vesile edinerek Allah'tan şifa diledim.

Sonra uyumuşum. Gece yarısı rüyamda, benim için bir meclis oluşturulduğunu gördüm. Mecliste birkaç seyit vardı. İçlerinden biri ayağa kalkıp benim için dua etti.

Sabahleyin uyandığımda başımı sallayıp ağrımı kontrol ettim. Başımda ağrıdan eser kalmamıştı. Oldukça sevinmiştim. Hastalık nedeniyle uzun bir süre dost ziyaretinden mahrum olduğum için sevinçle arkadaşlarımın yanına gidip bu sevinci onlarla da paylaştım.

Evimde (Hz. Hüseyin (a.s) için) mersiye merasimi düzenleyip bir grup arkadaşım eve davet ettim. İnşallah, ömrümün sonuna kadar her ay bu merasimi sürdürmek istiyorum.

Bugün, aradan sekiz ay geçmiş durumda ve Allah'a şükürler olsun ki sağlık durumum oldukça iyi. Başarılarım birkaç kat arttı. Gayet huzurlu bir şekilde ders ve tebliğ hayatıma devam ediyorum.

4 Recep 1394 H. Kameri

115-ASKERİYEYN MUCİZESİ

Seyyid Muhammed Hadi Müderris Musevi, uzun yıllar Semarra'da, Askeriyeyn (a.s) türbesinde cemaat İmamlığı yapmış seçkin âlimlerden idi.(Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas Rejimi'nin) son yıllardaki baskılarıyla Irak'tan sınır dışı edilen İranlılarla birlikte İran'a geri döndü.

Müderris Musevi, (İmam Ali Naki (a.s) ve İmam Hasan Askeri'nin (a.s) türbelerinin bulunduğu) Askeriyeyn türbesinde gerçekleşen birçok ilginç olaydan bahsetmiştir. Burada, onun naklettiği iki olaya yer veriyoruz:

Adı Mehdi ve künyesi İbni Abbas olan Ehl'i Sünnet Mezhebi'ne mensup bir genç, babasıyla birlikte Askeryeyn türbesinde görevli olarak çalışıyordu. Mehdi, bir gün arkadaşlarıyla birlikte Samerra'da, Dicle Nehri'nin kenarına eğlenmeye gider. Orada yiyip, içip eğlenirler; içki içerler. Gecenin ilerleyen saatlerinde şehre geri dönerler. Mehdi, eve kestirmeden gidebilmek için İmamların türbesinin avlusundan geçip diğer kapıdan çıkmak ister. Ancak avluya adımını atar atmaz yere yıkılır ve bir daha da ayağa kalkamaz.

Halk, oraya geldiğinde Mehdi'nin baygınlık geçirdiğini ve oldukça içkili olduğunu anlar. Onu hemen avludan kaldırıp dışarı çıkarırlar. Aynı gece bu haber Samerra'nın dört bir yanına yayılır. Haberi duyan Samerralılar kısa sürede Askeriyn türbesine akın ederler. Bir süre sonra türbeye has ziyaret ve duayla meşgul olurlar.

Mehdi, hastanede birkaç gün geçirdikten sonra kendine gelir. Ne var ki bedeninin yarısı felç olmuştur. Daha sonra Samerra hastanesinden Bağdat Hastanesi'ne nakledilir. Sekiz ay boyunca tedavi için Samerra ile Bağdat arasında gidip gelmeler başlar. Nihayet, Hanefilerin ve Ehl-i sünnet camiasının önderi olan Ebu Hanife'ye ve yine Irak'ta mezarları bulunan Ehl'i sünnet'in önde gelen dervişlerine tevessül ederler. Ancak bir netice alamazlar.

Bir gün, bazı yakınları ve Mehdi'nin annesi, "şifayı birde Askeriyeyn'in (a.s) kendilerinde arayalım!" şeklinde öneride bulunurlar.

Bunun üzerine türbede görevli olarak çalışan Mehdi'nin babası ve büyük ağabeyi, birkaç gece Mehdi'yi türbeye götürmeye sabahlara kadar orada kalmaya karar verirler. Üç gece orada kalırlar. Üçüncü gece, aynı zamanda Peygamber efendimizin bi'set (Peygamberliğe seçiliş) günü olan Recep ayının 27. gününe tesadüf eder. (o gün aynı zamanda Hz. Ebulfazl'ın türbesi için hazırlanan zırıhın Irak'a getirilmiş gün [27 Recep 1386 H.] olarak kayda geçmiştir.)   

 Mehdi boğazına takılan bir parça Askeriyeyn'in (a.s)türbelerine bağlanmıştır. Saat gece yarısı iki sularında bir rüya görür. Rüyasında yeşil amameli biri baş ucunda belirir ve ona kalkmasını söyler. Mehdi "Ben felçliyim, kalkamam diye cevap verir. Yeşil amameli adam sözünü ikinci kez tekrarlar ve oradan ayrılır.

Mehdi, daha sonra olanları şöyle anlatır:

"Uykudan uyandım. Ellerimle zıhırı kavrayıp ayağa kalktım. İnanamıyordum. Birkaç kez zırıhı salladım. Uykuda olmadığımı anlamıştım. Artık ben eski halime geri dönmüştüm. Var gücümle bağırmaya başladım. Ağabeyim Huzayr, Askeriyey türbesinin avlusunda uyuyordu. Sesimi işitince yanıma geldi. (her şeyden) aciz kardeşini bir anda kendi ayakları üstünde görünce kendinden geçip zırıhın etrafında dönmeye başladı. Bu durumdan oldukça etkilenmişti. O da zırıhı kavrayıp salladı.

O sırada hademelerden biri avlunun kapısını açmak için türbeye iki kardeşi bu halde görünce derhal Samerralı Caferilerin müezzini şeyh Mehdi Hekim'e gider ve gördüklerini on anlatır. Türbenin minaresine çıkması ve onları halka ilan etmesini rica eder. Şeyh Mehdi de bunu kabul eder.

Sabah namazı vaktinde tüm Samerralılar Hz. Askeriyeyn türbesine akın eder. Avlu, ikinci kez Samerralılarla dolup taşar. Halk koyunlar kesip tatlı dağıtır, birbirlerine şerbet ikram eder. Kadınlar da kendilerine özgü sevinç gösterileriyle türbeye girer. Samerralılar, bu sevinci dualar ve münacatlarla devam ettirirler.

116-KÖR BİRİNİN HZ. ASKERİYEYN'İN BEREKETİYLE ŞİFA BULMASI

Yine Seyid Muhammed Hadi Müderris Musevi, öyküyü [72]bizzat yaşayan kişinin kendi ağzından şöyle nakleder;

Hacı Saidus Sultan lakabıyla meşhur Mirza Seyyid Bakırhan Tahran'i 1323 H. K. Tarihinde İmamların türbelerini ziyaret etmek amacıyla Irak'a hareket eder. Kazımeyn'e vardığında 4 yaşındaki tek oğlu seyyid Muhammed şiddetli bir göz ağrısına yakalanır. Birkaç gün tedavi görür, ama fayda etmez.

On gün ikamet etmek üzere bu kez de Samerra'ya giderler. Ancak hava sıcaklığı, yolların tozlu oluşu ve arabanın sallantısı çocuğun rahatsızlığı daha da artırır.

Samerra'ya girdiklerinde, çocuğu "zamanın Eflatun'u" ve Hafızu's Sıhhat olarak bilinen hekimler hekimi Kudsu'l Hukema'nın yanına götürürler. Bir süre tedavinin ardından onun da faydası olmaz. Kudsu'l Hukema, "Bu çocuğu hemen Bağdat'taki falan Hekim'e götürmelisiniz. Kendisi göz konusunda uzmandır. Ama sakın oyalanmayın. Çünkü bu rahatsızlık oldukça tehlikelidir der.

Çocuğun babası bunları duyunca oldukça üzülür. Orda on gün kalmaya niyet ettiği için Bağdat'a gitmez. Yedi gün boyunca niyet gözyaşlarıyla, dua ve ziyaretle meşgul olur.

Yedinci gün çocuğun ağrıları daha da şiddetlenir. Şiddetli ağrı nedeniyle çocuk aralıksız olarak ağlar. Öyle ki geceleyin ev halkı ve komşuları ağlama sesinden dolayı uyuyamaz.

Sabah olunca baba, Kudsu'l Hukema'yı alıp eve getirir. Hekim, hem çocuğun gözlerini kontrol eder. Gözlerini aralayıp dikkatle baktığında bir anda rengi kaçar. Ellerini dövünerek çocuğun babasını kınamaya başlar. "zavallı çocuğun gözlerini kör ettin! Ben size söylemiştim; zaman kaybetmeden onu Bağdat'a götürün, demiştim. Ama siz sözüme kulak asmadınız. Gördünüz mü, çocuk kör oldu! Artık Bağdat'a götürseniz de fayda etmez. Gözündeki ağrı gözlerindeki yaradan kaynaklanıyor. Gözünü kör eden de bu yara oldu der.

Baba, Hekim'in anlattıklarını dinledikten sonra oldukça perişan olur. Adeta cansız bir bedene dönüşür.

Hekim, daha sonra en azından çocuğun ağrılarını dindirmek için tedaviye başlar. Tıpkı iki badem tanesine benzeyen yaraları ilaçla tedavi eder. Sonra da gözleri zorlukla yerine yerleştirir. Bu arada çocuk, ameliyatın verdiği acıyla baygınlık geçirir.

Bu olay, Ayetullah Mirza Muhammed Taki Şirazi vs. ulemaya da iletilir. Hepsi bu olaydan dolayı büyük bir üzüntü duyar.

Çocuğun babası on günlük ikamet sona erdiğinde bir araba kiralayarak şehirden ayrılmadan önce son kez, veda ziyareti yapmak üzere Askeriyeyn (a.s) türbesine gider. İmam Hasan Askeri ve İmam Ali Naki'nin (a.s) türbelerinin yanı başında oturup Aşura ziyareti'ni okumaya başlar. O sırada türbenin hademelerinden hacı Ferhad çocuğu kucağına alarak Harem'e girer. Sonra da bir bezle sarılı olan çocuğun gözlerini türbeye sürer sonra da ziyareti tamamlayıp dışarı çıkar.

Baba, çocuğunu o halde görünce sağlam gözlerle Irak'a geldiği ama kör olarak döndüğünü hatırlar. Bu durumdan etkilenip kendinde olmayarak ağlamaya, sızlamaya, feryat etmeye başlar. Aşura ziyareti'ni okumakta olduğunu unutup titrek haliyle türbeye yapışır. İmamlar, muhatap alırken adaba riayet etmez; "Çocuğumla bu halde dönmek reva mı?" diye bağırır sonra, yorgun düşüp bir köşeye çekilir.

Ansızın çocuğunun, türbenin kapısından girdiğini görür. Dayısı da arkasından onu izliyordu. Çocuk, yavaşça babasının yanına gelip kucağına oturur. "Babacığım! İyileştim artık gözlerim görüyor ve hiç ağrısı kalmadı! Der.

Baba, bu duruma oldukça şaşırır. Eliyle çocuğunun gözlerini kontrol eder. Yaralardan ve hatta gözlerindeki kızarlıklardan hiç eser kalmadığını görür. Oğlunun dayısına dönüp merakla sorar: "Bu çocuk daha on beş dakika öncesine kadar kör ve gözleri bağlı olarak buradaydı. Bu süre içerisinde neler oldu?

Çocuğun dayısı; "Evet, öyleydi. Sonra Harem'in dışına çıktı. Çocuğu kucağıma almış, avluda geziyor, sizin gelmenizi bekliyordum. O esnada başını omzumdan kaldırıp gözlerindeki sargıyı açtı. Bana dönerek 'Bak, dayıcığım!

Artık gözlerim iyileşti! Dedi. Bende müjde vermesi için onu size gönderdim." Der.

Bunu duyan baba, şükür secdesine kapanır. İmam Hasan Askeri ve İmam Ali Naki'den (a.s) özür diler ve teşekkürlerini bildirir. Sonra da bu sevinçle Harem'den dışarı çıkarlar. Hep birlikte Kudsu'l Hukema'nın yanında giderler. Baba, çocuğunu dayısına emanet edip tek başına Kudsu'l Hukema'nın evine girer. "Bağdat2a gidiyoruz, yolda çocuğumuzun gözüne iyi gelebilecek bir ilacınız varsa, onu almak istiyoruz" der. Hekim, "Benimle alay mı? Ediyorsun? Benim kör olan göze verebilecek ilacım yok! Olayı hafife aldığınız için zavallıyı kör ettiniz                                                                    der. Baba daha sonra oğlunun dayısına seslenerek çocuğu içeri getirmesini ister. Hekim, çocuğun gözlerinin açıldığını ve görebildiğini fark edince şaşakalır. Hemen gözlerinden öpüp etrafında döner; ağlamaya başlar. (Sevinç gözyaşlarıyla karışık) çocuğa gözündeki yara nerede? Nasıl iyileştin? Diye sorar.

Başlarından geçen olayı ona da anlatırlar. Hep birlikte Muhammed (s.a.a) ve Al-i Muhammed'e (a.s) salâvat gönderirler.

Daha sonra oradan ayrılıp Mirza Şirazi'nin evine giderler. Mirza da ağlamasıyla tanınan biridir. Olayı kendi gözleriyle görünce sevinç ve aşk gözyaşları döker. (Büyük bir hayranlıkla) çocuğun gözlerini öper.

"Burada kalın, şehri aydınlatıp süsleyelim." Der. Ne var ki baba özür dileyip çıkmaları gerektiğini söyler ve aynı gün Kazımeyn'e (a.s) gitmek üzere oradan ayrılırlar.

117-EKSİK PİRİNÇLER

Bir bakkal olan Merhum Hacı Muhammed Rıza her sene Şiraz'da Erbain günü[73] yaklaşık 120 kg. pirinç pişirir bunu halka dağıtırdı. Yine o yıllardan birinde, Kerbela'ya gitmeye karar vermişti. Bu nedenle de 120 Kg.'lik pirinci bir köşeye ayırıp Erbain günü bunu pişirin halka dağıtması için oğlunu iyice tembihledi.

Henüz Kerbela'dayken, bir gün sonra rüyasında Hz. Hüseyin'i (a.s) gördü. Rüyada ona"Ey Muhammed Rıza! Bu yıl Kerbela'ya geldiğin için ihsanını yarıya indirdin. Demişti.           

 Muhammed Rıza uyandığında rüyasına bir anlam verememişti. Şiraz'a döndükten üç gün sonra oğluna Erbain'de ne yaptığını sordu. Oğlu "Erbain günü için söylediklerini aynen uyguladım" dedi. kısacası, ısrarlar neticesinde oğlu o gün ancak 60 kg'lık pirinç pişirip dağıttığını itiraf etti. Diğer yarısını da siz Şiraz'a geldikten sonra üç gün boyunca pişirip dağıttık" dedi.

118-DÜĞÜN GECESİ ÖLDÜRÜLEN DAMAT

Seyyid Muhammed Ali Sıbtu'ş şeyh şöyle anlatır;

"Bağdat civarında yaşayan kabile reisi bir Arap şeyhi vardı. Yakınlarından birinin kızını oğluna istemek için görücüye gitmeye karar vermişti. Onların geleneklerine göre nikah ve zifaf merasimi bir arada yapılırdı. Şeyh, kız tarafıyla anlaştıktan sonra düğün ve ikram hazırlıkları tamamlayıp tüm yakınlarını bu merasime davet etti. Dönemin Arap taklit mercilerinden Merhum Hacı Şeyh Mehdi Halisi de nikâh kıyması için bu merasime çağrılmıştı.

Şeyh Mehdi meclise katıldığında hemen nikâh merasimi için hazırlıklar yapıldı. Gençlerden bazıları, geleneklerine uygun olarak damadı bu merasime getirmek için oradan ayrıldılar. Sevinç çığlıklarıyla damdı getiriyorlardı. Havaya ateş etmek de gelenekleriydi arasındaydı. Bu yüzden havaya bol bol ateş ediyorlardı. İçlerinde tüfeği dolu bir genç bir seyit vardı. Sevinç gösterileri arasında yolda ilerlerken ansızın seyidin elindeki tüfek patladı. Kurşun, damadın göğsüne isabet etmişti. Hiçbir kastın olmadığı bu olayda damat aracılık öldü. Genç seyit (olayın verdiği şokla) korkarak hemen oradan uzaklaştı. Bu facia, nikâh merasiminin ortasında damadın babasına anlatıldı.

Merhum şeyh Mehdi Halisi, ölen damadın babasını sabırlı olmaya davet etti ve şu güzel cümlelerle onu sakinleştirmeyi başardı:

Biliyor musun; Peygamberimizin (s.a.a) hepimiz üzerinde büyük hakkı var ve hepimiz, onun şefaatine muhtacız. Seyit bu işi kasıtlı olarak yapmamış. Kurşun, gayri ihtiyari tüfekten çıkmış, senin oğlunun göğsüne isabet etmiş ve ilahi takdir gereği oğlun vefat etmiştir. Seyidi ceddinin hürmetine affet ve bu musibette sabırlı ol. Allah'ın emrine teslim ol ki, Allah da sana sabır ehlinin mükâfatını versin!"

"Bu gecenin mutlu bir gece olacağını düşünüyordum. O yüzden büyük bir kalabalığı buraya davet ettik. Şimdi, bunca kalabalığı mutsuz bir şekilde geri göndermek hoş olmaz. Allah Resulünün (s.a.a) hakkını eda etmek için gidip o genç seyidi bulun ve buraya getirin. Oğlumun yerine, gelinle onu evlendirip zifaf odasına yollayın!

Şeyh, sabırlı babanın bu konuşmasını dinledikten sonra onu takdir edip kutladı. Gençler de seyidi aramaya başladılar. Bir süre sonra onu bulup olayı ona da anlattılar. Seyit, önceleri onu bu bahaneyle oraya götürün öldüreceklerini düşünmüştü. Daha sonra arkadaşları ona güvence verince kabul etti ve tekrar düğün yerine geldi.

Aynı gece şeyh, kızı onunla nikâhladı ardından gelin ve damat zifaf odasına uğurlandı. Vurulan kabile reisinin oğlu ise ertesi gün toprağa verildi.

Zorluklar Karşısında Dirençli Olmak

Bu öykü de birçok ilginçlikler, ibretler ve dersler vardır.

Hatırlamak amacıyla bu konulara değinelim:

1-Şecaat, yiğitlik, büyüklük ve sabrı bu asil Arap'tan öğrenmek gerek.

"Asıl cesur, zor durumdayken sağlam yürekli olan kimsedir."

Yani bu kimse çabuk sarsılır biri olmamalı, şikayetlenmemeli ve kendini kontrol etmelidir.

Şüphesiz tahammülü en zor ve en acı olay bir anda özellikle de zifaf gecesi önce gerçekleşen evlat acısıdır. Hele bu, biri tarafından öldürülmek suretiyle olursa daha da acı verir.

Böylesi bir anda aklını ve imanını yitirmeyen, Allah'a kul olma yolundan sapmayan, yani kendini ve evladını Allah'ın malı, ölümünü o'nun kazası ve mercilerinde Allah olduğunu inanan bir baba, "Evladım er ya da geç benim de gideceğim bir yere gitti" diye düşünür, bu hakikati "inna lillah ve inna ileyhi raciun" Allah'tan geldi ve ona döneceğiz[74] diyerek itiraf ederse, elbette ki Allah'ın bahşedeceği sonsuz saadete, esenliğe, rahmete ve mükâfata erişmesi içten bile değildir. "işte onlaradır Rablerinden esenlik ve rahmet"[75]

Nitekim böyle bir kimsenin direncini İmam (a.s) şöyle tanımlamıştır.

"Mümin tıpkı sağlam bir dağa benzer; tufanlar dahi onu hareket ettiremez."

Zor ve sıkıntılı anlarda tahammül göstermeyen, akıl ve iman yolunda çabucak sapan, takdir'i ilahiye öfkelenen ve itiraz eden kimseler tıpkı en küçük sarsıntıda sarsılan saraylar gibi hadiseler karşısında sarsılırlar. Öyle ki, bu olaylar neticede kriz ve baygınlıkla son bulur.

Genç damadın ölümüne karşı diğerlerinin sabır göstermemeleri düğün gününü matem meclisine dönüştürmemeleri ilginç bir olaydır.

Evet, onlar da senin babanın gösterdiği büyüklüğün bereketiyle sabır gösterdiler.

Tıpkı Hz. Zeyneb'in (a.s) Kerbela'da gösterdiği ilginç sabrın bereketiyle diğer Ehlibeyt hatunlarının gösterdiği sabır gibi…

Nasihati Kabullenmek Bilgidendir

2-Saadeti arzu eden akıl sahibi bir kimse, emin ve şefkat dolu birinden nasihat işittiğinde ya da karşılaşılan bir olayda sabır göstermesi istense, bu kimse karşısında mütevazı olmalı, nasihatini can'ı gönülden kabullenmelidir. Nitekim yukarıda açıklanan öyküde asalet sahibi Arap (ölen damadın babası) merhum Halisi'nin karşısında böyle yapmıştır.

Aynı kimse, nasihatle bulunan kimseye karşı tekebbür edecek kadar cahillik eder de, sabra davet edildiğinde; "senin yüreğimde olup bitenlerden haberin var mı? Ne halde olduğunu biliyor musun? Doğru ya! Senin bir yerin ağrımıyor!" ya da takvaya davet edildiğinde veya bir günahtan alıkonulmak istendiğinde; "sen de kimsi? Benim gibi birine nasıl nasihat edersin? Sen git önce kendine nasihat et! Şöyle veya böyle olan sen değimlisin?" gibi uygunsuz sözler sarf ederse, böyle bir kimse gerçekten de saadetten mahrum olacağı gibi bedbahtlığını da artıracaktır.

Nitekim Kuran'ı Kerim'de bu kimseler hakkında şöyle buyrulur:

"Ona takvalı ol, denildiğinde benlik ve gurur kendisini günaha sürükler. Ona (azap olarak) cehennem yeter. O ne kötü yerdir!"[76]

"Nasihate kulak asmayanın kulağı çekilir."

Musibete Uğrayan Teselli Etmek

3-Kuran'ı Kerim'in Asr süresinde geçen ilahi düsturlardan biri de şudur ki; Müslüman bir kimse nerede mal, can, hastalık, yakınların ve dostların ölümü gibi musibete uğrayan bir kimse görürse, "sabrıtavsiye edenler müstesna gereği"[77] onu sabra davet etmeli dünya hayatının fani ve geçici oluşunu çarkının sürekli değişen olduğunu ve bu tür belaların herkesin başına gelebileceğini hatırlatılmalı; ahiret hayatının kalıcılığını ve Allah'ın mükafatının sonsuz oluşunu belirtmelidir.

Mümin Misafirperverdir

4-İmanın gerek simlerinden ve yüce erdemlerden biri de misafir ağırlamak, misafirliği sevmek ve misafirperver olmaktır. Resul'ü Ekrem (s.a.a) bu konuda şöyle buyurmuştur.

"Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse misafirine değer versin![78]

Misafirperverliğin faziletiyle ilgili rivayet oldukça fazladır. Bu güzel amelin ehemmiyetini belirtmek için, kanımca şu rivayet yeterlidir: Rivayet edilir ki; "Misafirperver kimse, Hz. İbrahim'le (a.s) haşredilecektir:"

Misafire ikramda bulunmak sevince işarettir. Misafir ağırlayan kimse, kendi içinde bir üzüntüsü varsa, bunu misafirlerine yansıtmamalı, kesinlikle onları da üzmemelidir.

Gerçekten de kutlanması gereken bir durumdur: ölen gencin babası, o gece mertlik gösterip sevinç meclisinin matem meclisine dönüşmesini engellemiş oğlunun matemiyle onları yasa boğmamıştır.

5-Seyitlere İhsanda Bulunmak ve Onları Sevmek

Seyitlere ve Resul'i Ekrem'in (s.a.a) zürriyetine karşı saygı, dostluk, ihsan vaciplik, fazilet, sevaplarının ve etkilerinin çokluğu gibi konular bilmesi gereken zaruri konulardandır. Hatırlatmak için Meveddele ayeti yeterlidir:

"De ki: Ben (yaptıklarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. İstediğim ancak akrabalarıma karşı sevgi göstermenizdir.[79]

Bir başka yerde de şöyle buyrulmaktadır;

"De ki: Ben (akrabalarıma sevgiyi) sizden bir ücret (olarak)istemişsem, bu sizin faydanızadır."[80]

Zira Müslümanlar, bu sevgi vesilesiyle o'nun şefaatine nail olabilirler. Nitekim Resul'i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde zürriyetime saygı gösteren, zorluklarda onlara yardımcı olan ve hacetlerini gideren kimselere şefaat edeceğim."[81]

Gerçekten de Resul'i Ekrem'in (s.a.a) zürriyetiyle dostluk, o Hazreti kendisiyle dostluk etmenin gereksinimlerindendir. Hele buna bir de Resul'i Ekrem'in evlatlarına olan sevgi, insanın kendi evlatlarından daha öne geçirilmesi eklenirse, bu dostluk daha da perçinleşir. Nitekim Allame Enini (r.a) Deylemi'nin Müsned'inden naklen El Gadir'de; Hafız Beyhaki, Şuubu'l İman adlı eserinde; Ebuş-Şeyh Sevab adlı eserinde ve daha birçokları eserlerinde Resul'i Ekrem'in (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

"Hiçbir Allah kulu beni kendi canından daha çok sevmediği; benim itretimi ve mensuplarımı kendi itretinden ve mensuplarından daha sevimli görmediği sürece gerçek manada iman etmiş sayılmaz."[82]

Mükemmel imanı, sadıkane muhabbeti ve hakiki cesaretiyle o gece ölen oğlu yerine (bilmeyerek onu öldüren) genç seyidi geliniyle evlendiren o muhterem babayı düşünüyorum da, şaşırmamak elde değil; acaba Allah ve Resulü (s.a.a) ceza ve mükâfat gününde bu Arap'la ne şekilde muamele edecekler.[83]

Bu tür öyküleri ve hatırlatmaları yazmaktan maksat, muhterem okuyucuların, şerafet ve yücelik sahibi örnek kişileri onlardan almalarını sağlamaktır. İmam Ali (a.s) şöyle buyurur:

"Asıl cesur, nefsinin isteklerine galip gelen kimsedir."[84] Yani bu kimse nefsinin istek ve eğiliminden geçmeli, bağışlayıcı olmalı ve bencil olmamalıdır.

Bununla birlikte asıl korkak ise, nefsinin en küçük eğilimi karşısında çabuk sarsılan, hedefine ulaşamayacağını düşünüp telaşlanan ve dürtülerinin esiri olan kimsedir. Bu nedenledir ki, bir hadis'i şerifte "Cennetlikler padişahlardır." Buyurmuştur.

Evet, asıl padişah nefsine hakim olan, kendini Allah'tan başka kimseye ve hiçbir şeye muhtaç görmeyen kimsedir.

Cana Kıyma Hükümleri

6-Öyküye paralel olarak, önemle hatırlatılması gereken konulardan biri de kasıtsız olarak birini öldürmenin dini yönden konumudur. Tıpkı öyküde de olduğu gibi bir kimse ortada hiçbir kasıt olmaksızın yanlışlıkla birini öldürürse ona öfkelenmek veya onunla düşmanlık etmek akla ve dine aykırıdır.

Akli açıdan: İşi ön şartlarında bir suçu olmadığı takdirde yanlışlık sonucu suç işleyen birini kınamak aklen doğru olmaz. Aksine, böyle bir kimseye halk arasında, "zavallı! Farkında olmadan yapmış!" denir. (ancak karşı tarafa verilen zarardan dolayı belirli bir diyet ödenir.)

Dini açıdan: Ahzab Süresi 5. ayette şöyle buyurur:

"Yanlışlıkla yaptığınız işler konusunda size bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır."

Evet, yanlışlıkla birinin bedeninin her hangi bir uzvunu koparan kimse, mağdur ettiği kimseye tam bir diyeti veya daha azını ödemelidir. Veyahut da mağdur olan taraf hakkından geçip suçluyu bağışlayabilir. Bağışlamak dahi iyi olanıdır ve mükâfatı Allah katındadır. Yanlışlıkla adam öldürmenin diyeti ise bin miskal altın veya on bin miskal gümüştür. Bedenin diğer uzuvları için öngörülen diyet miktarları ise ilmihal kitaplarında zikredilmiştir.

Cana kıyma konusunda önem taşıyan meselelerden biri de dikkattir. Kişi bu konuda oldukça dikkatli olmalı, yanlışlıkla da olsa, böyle bir olaya mürtekip olmamalıdır. Mesela elinde dolu bir tüfeği olan kimse oldukça dikkatli olmalıdır. Aksi takdirde yanlışlıkla birini öldürdüğünde, ölen kişinin varisine diyet ödemesi gerektiği gibi, bir köle azat etmeli ve eğer köle yoksa altmış gün oruç tutmalıdır. Nitekim bu konu Kuran'ı Kerim'de de beyan edilmiştir:

    Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakki olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğerki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola.[85]

Buna göre gerek yanlışlıkla adam öldürme durumda, gerekse bir başkasının bedenine yanlışlıkla zarar verme durumu maktulün yakınlarının veya mağdurun bu kimselere kin gütmeye öç almaya veya düşmanlık etmeye hakları yoktur.

Kalplerinde dahi yanlışlıkla bunu yapana karşı düşmanlıktan ve öfkeden yana bir şey olmamalıdır. Hatta eğer mümkünse, bu olayı olmamış gibi varsaymalı işi Allah'a havale etmeli, onu affetmelidir. Bu, iki taraf için de daha hayırlıdır. Ve bu kadar özverili olamayacaksa, en azından sadece diyet almakla yetinmelidir.

Yanlışlıkla işlenen suçlarda karşı tarafa kin gütmenin haram olduğu konusu "Kalb'i Selim" adlı kitabımda detaylı bir şekilde anlatılmıştır.

119- ESRARENGİZ EV

Yine, seyyid Muhammed Ali Sebtu'ş şeyh şöyle anlatır:

"Ahvaz'ın önde gelen muhterem alimlerinden merhum seyyid İbrahim Şuşteri evlendikten sonra oldukça zor günler geçirir ve fakir düşer. Kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamayacak duruma gelir. Bu yüzden gizlice Necef'i Eşref'e gider ve medresede Şuşterli bir talebe arkadaşının yanında kalır. Birkaç ay sonra Necef'e Şuşter'den bir kafile gelir. Arkadaşları seyyid İbrahim'in yanına gelerek "Ailen Necef'e geldiğini öğrenmiş. Annen, baba, kız kardeşlerin ve eşin seni görmeye gelmişler!" der.

Seyyid İbrahim, bu haberi alınca ne kalacak yerin, ne de maddi imkânının olmadığını düşünerek ne yapacağını şaşırır. Çaresiz, boş bir ev aramaya başlar. Çevreden ona bir dükkânın adresi verilir ve dükkân sahibinin elinde boş bir ev olduğu söylenir. Hemen ona müracaat eder. Adam, "Evet, ama o ev oldukça uğursuz bir ev; kim o ev de kalmışsa perişan olmuş veya hemen ölmüş!" der.

Seyyid, kendi kendine "Ne iyi! Eğer ölürsem bir an evvel bu ağır yükten kurtulmuş olurum" diye düşünür. (Tereddüt etmeden) evin anahtarlarını alır ve içeri girer. Evin her köşesi örümcek ağlarıyla doludur. Etraf çöp ve pislik içindedir. Anlaşılan, uzun süre bu eve kimse girmemiştir.

Bir müddet temizlik yaptıktan sonra, yakınlarını da alarak eve getirir. Gece uyuduğunda rüyasında, Araplara özgü kıyafeti olan birinin üzerine doğru geldiğini görür. Adamın kıyafeti diğer Araplara oranla daha muhteremdir. Öfkeyle seyidin üzerine çıkar ve "Ey seyit! Neden evime geldin? Şimdi seni boğacağım!" der.

Seyit: "Ben Peygamber evlatlarından bir seyidim. Benim hiçbir suçum yok!" der.

Öfkeli Arap: "Evet, ama benim evime yerleşmişsin!" der.

Seyit: "Ne isterseniz yaparım; şimdi sizden izin istiyorum" der.

Arap: "Şimdi oldu işte! Madem öyle, mahzene in ve orayı temizle; yerdeki alçıdan yapılmış perdeyi kaldır. Karşına benim mezarım çıkacak. Üzerinde ne kadar çöp varsa hepsini dışarı at. Sonra da her gece Hz. Emirü'l Müminin ziyati (büyük bir olasılıkla Eminullah Ziyareti'ni demiştir) her gün şu kadar (miktar söylenmiştir ama öyküyü nakleden kiş

 Bu miktarı unutmuştur) Kuran oku. Bunları yaptığın takdirde evimde kalabilirsin!" der.

Seyit, daha sonra şöyle anlatır;

"Arap'ın da dediği gibi mahzenin alçıdan yapılmış yüzeyini kazdım. Karşıma bir kabir çıktı. Orayı iyice temizledim. Geceleri Eminullah Ziyareti, gündüzleri de Kuran'ı Kerim okumaya başladım. Ama maddi açıdan oldukça sıkıntılıydım.

Bir gün İmam Ali türbesinin avlusunda oturuyordum. Adını daha öğrendiğim Serdar'ı Akdes olarak bilinen Reisu't Tüccar, beni fark etti ve yanıma gelip hal-hatır sordu. Daha sonra evinizdeki bireylerin sayısı kadar birer Osmanlı lirası verdi ve her ay bize yetecek kadar belirli bir meblağ vereceğini vaat etti. Kısacası, bu görüşmenin ardından geçim sıkıntımız kalmadı. Tamamen huzura kavuştuk.

Ruhlar, kabirlerine ilgi Gösterirler

Bu öykü, diğer öykülerde de olduğu gibi ruhların Berzah aleminde kaldığına ve bu alemden haberdar olduklarına kanıt niteliği taşımaktadır. Bu öyküden anlaşıldığı kadarıyla ruhlar, bedenlerin defnedildiği yerlere özel ilgi gösteriyorlar. Şöyle ki: Ruh, yıllarca bedenle birliktedir. Onunla işlerini yoluna koyar, bir şeyler öğrenir, hakikati tanır, kulluk eder, hayır işler yapar. Tüm bu işler neticesinde bedeni için emek sarf etmiş, onu terbiye etmiş ve onunla sıkıntıları göğüslemiştir. Bu nedenledir ki muhakkikler, nefs ile beden arasındaki diyalogu aşık ile meşuk arasındaki diyaloga benzetirler.

Ölümle birlikte ruh, bedenden ayrılır. Ama yine de onunla bağlantısını tam olarak kesmez. Bedeni neredeyse oraya ilgi gösterir. Eğer orası çöplük ve günah yeri haline gelmişse, bundan oldukça rahatsızlık duyar. Orayı bu hale getirenlerden nefret ederler. Bu öyküde de görüldüğü gibi hiç şüphesiz, ruhların nefreti oldukça etkilidir. O eve yerleşenlerin başlarına ne belalar geldiğini gördünüz oyda ki ( insanlar bunları düşünmesi gereken yerde) yalan-yanlış düşüncelere kapılıp bu evin "uğursuz" olduğunu sanıyorlardı.

Halbuki eğer mezarlar temiz tutulur ve yanı başlarında Kuran okumak gibi güzel ameller ilenecek olursa bu güzel amelleri yapan kimseler için dua ederler. Nitekim seyit'in itirafında da görüldüğü gibi mezkur mezar ziyaret edip yanı başında Kuran'ı Kerim tilavet ettiği için yaşantısında düzelmeler olmuştur.

Müminin Kabrine Saygısızlık Haramdır.

Yine bilinmelidir ki mümin bir kimsenin ruhu muhterem, saygın ve Allah'ın izzetiyle azizdir.

Öyle ki, İmam Bakır (a.s)'dan rivayet edilen bir hadise göre müminin saygınlığı Kabe'nin saygınlığından daha öndedir. (Bir başka rivayette de, müminin saygınlığının Kabe'nin saygınlığından yetmiş kez daha fazla olduğunu buyurmuştur.) Beni bir süre onunla beraber olduğu için cansız bedeni de muhteremdir. Nitekim kutsal dinimizde yer alan bedenin teçhizi gusledilmesi, kefenlemesi ve defnedilmesi adabından da bu anlaşılmaktadır. Bunlara ilave olarak; mümin bir kimsenin kabrin üzerinde oturmak, yürümek orayı bir geçit haline getirmek gibi edebe aykırı davranışlar da mekruhtur.

Zulmü ve fıskıyla tanınan birini müminin yakınına defnetmek de aynıdır.

İmam Kazım'dan (a.s) Bir Mucize:

Şia'nın muteber kitaplarından Keşfu'l Gumme'de İmam Musa b. Cafer'in (a.s) kerametleri bölümünde şöyle yazılıdır:

"Irak'ın önde gelenlerinden birinin anlattığına göre; Abbasi halifesinin şöhret sahibi oldukça zengin bir vezir vardı.

Ordu ve devlet işlerini yürütmede etkin ve çalışkandı. Halifeye de oldukça bağlıydı. Bu bağlılık vezir ölünceye kadar devam etti.



[1] —Yusuf; 111

[2] —Kamer; 15, Her kavmin kıssasından bilgi edinmek için ve onların helak olmalarının nedeninden haberdar olmak için Ayetullah destgaybın" Hakaiki ez Kuran" adlı eserinin ikinci faslına müracaat edebilirsiniz. 

[3] — Yusuf; 3

[4] —Yusuf; 111

[5] —Lokman süresinin 12 ila 19 ayetlerine müracaat edile bilir.

[6] — Kehf; 59 ila 82. ayetleri.

[7] —Sefinetul bihar, c: 1 s: 447

[8] — Merhum Ayetullah Seyit Muhammed Rezevi 13 şevval 1387 tarihinde Şiraz da vefat etti. Bu kıssa yayınlandığında merhumun vefatından bir bucuk yıl geçiyordu

[9] -Haşr; 23

[10] - Mutaffifin; 26

[11]-Hades: Abdest ve gusül almayı gerektiren hallerdir. Abdest almayı gerektiren hallere küçük hades, gusül almayı gerektiren hallere de büyük hades denir. (Mütercim)

[12] -Bir fersah, 5685 metredir.

[13] —Üstü örtülü ve önü açık yer.

[14] —en'am.133

[15] —en'am;121

[16] —haşr;21

[17] -Kitabu'l-İman ve'l-Kufr bâbı.

[18] —usuli kâfi, bab; emn eza elmuslimine vehtegerehom, c,2,s263,hadis:7

[19] - Allame Meclisî, bu görüşleri Mir'âtu'l-Ukul adlı eserde nakletmiştir.

[20] — "Salih kullarım için öyle şeyler hazırladım ki öylesini hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş, hiçbir beşer gönlünden geçirmemiştir." (Hadis-i Kudsi)

 

[21] — bu kitap basıldığında çocuk yedi yaşında ilkokula gidiyordu.

[22] — Hadid, 22-23

[23] -Saruk, Erak kentine bağlı bir yerleşim yeridir.

[24] — Cuma; 4

[25] —Neml; 62

[26] -Eskiden ziyaretçilerin yolu buradan geçerdi.

[27] — mümine ihanet etmenin,  küçümsemenin ve kalp kırmanın günahının büyüklüğü hakkında kebire günahları adlı kitabın ikinci cildinin 390 ila 417 sayfalarına müracaat edilebilir.

[28] — namazda kalbi huzurun ehemmiyeti ve gerekliği ve onu elde etmenin keyfiyeti hakkında salatul haşiin adlı esere ve aynı şekilde kebire günahları adlı eserin ikinci cildine namazı terk etme bahsinin açıklandığı 262 ila 270. sayfalara bakılabilir. 

[29] —neml;62

[30] —Nahl; 98-99.

[31] - Şiirin orijinali Arapçadır. Yukarıda Türkçe çevirisiyle yetinilmiştir.

[32] —Asr Suresi.

[33] —hadid;16

[34] —ra'd;28

[35] —Aynı rivayet Ravendî'nin Nevadir adlı eserinde de geçmektedir.

[36] - Adabussünen, Mamakani sayfa 281;

[37] — lealil ahbar sayfa 116

[38] - Şiirin orijinali Farsçadır. Okuyucuların anlayabilmesi için Türkçeye çevrilmiştir.

[39] —muminun;100

[40] - Bu lakabıyla şöhret bulmasının nedeni hakkında şöyle anlatılır: Merhum, İmam Hüseyin'e (a.s) son derece bağlı ihlas sahibi biriydi. Aşura ziyaretnamesini okumaya oldukça önem verirdi. Her akşam cemaat namazından sonra evinin bitişiğindeki Genc Mescidi'nde bir veya iki kişi tarafından mersiye okunur, mersiyeden sonra sofra açılır, ortaya bir miktar ekmek ve nohutlu sulu yemek (abguşt) bırakılırdı. Merhum istek üzerine bazılarına orada yemek verir, bazılarını da evine götürürdü.

[41] —isra;72

[42] —isra;83

[43] - Vaktiyle kendisi Şiraz'ın seçkin minber hatiplerinden biriydi.

[44] —enbiya;18

[45] —araf;165

[46] —Araf, 95-96.

[47] —enam;42

[48] —bakara;216

[49] —yunus;11

[50] Türbesi Şiraz şehrinde olan bu yüce zat Hz. İmam Rıza'nın(a.s) kardeşidir.

[51] —nefesul mehmum s;300

[52] —nefesul mehmum s;17

[53] —en büyük cihad demektir.

[54] —mümtehine;12

[55] - Bab, 14; öykü, 6.

[56]— sefinetul bihar c.1 s.201

[57] —usuli kâfi, kitabul iman vel kufr

[58] —bakara;143

[59] —ibrahim;27

[60] - Bu konuda daha fazla bilgi için bkz: Biharu'l-Envar, c.7.

[61] —şura;23

[62] — Merhum Meclisinin beyan ettiği şeyler 90 kıssada zikredilen iki rivayete mutabık olmasına rağmen ayetlerine ve hadislerin zahirinden anlaşılan şudur: Allah, Resulü ve onun temiz soyuna duyulan sevgi kalbe yerleşmiş bir halde bu dünyadan göçen hatta bundan daha az bir sevgi üzerine ölen kimsenin akıbeti kurtuluş olacaktır. Ama hakiki muhabbet az olursa makam da o kadar az olur.  Kalpte Hakiki sevginin mecazi (gelip geçici) sevgiden fazla olması vacip olduğundan cüzi sıkıntılara maruz kalacaktır. Ama hakiki sevgiyi tahsil etmenin ve mecazi sevgileri kalpten söküp atmanın ihtiyari bir mesele olduğuyla ilgili son zamanlarda kaleme aldığım "kalbi selim" adlı esere müracaat edebilirsiniz.

[63] - Gülşen, 66.

[64] — Kelime-i Tayyibe adlı eserin 330.sayfasında gelen bu hadisi şehidi evvelin "Durretul Bahire", "Minhacussafevi" ve Menakıbı Devlet Abadinin eserlerinden nakletmiştir.

[65] -Enam;95

[66] -Hadid; 22

[67] -Usulu kafi;

[68] —Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurdu; Allah'u Teala Hz. Şuayba (a.s) vahiy ederek şöyle buyurdu; ümmetimden 40 bin kötü 60 bin de iyi insanlar azaplandıracağım Hz. Şuayb; Ya Rabbi kötüler bunu hak ediyor iyileri niçin cezalandırıyorsun diye arz edince yüce Allah şöyle buyurdu; iyiler, kötülerle kaynaştılar, benim öfkem için onlara öfkelenmediler, onları kötü işlerden sakındırıp uyarmadılar. Vesailu şia, kitap; bil maruf bab: 8

[69] —Nitekim Hz. Lutun (a.s) şehrini başlarına yıktı. Viraneye dönen şehirleri oradan gelip geçenler için ibret ve ders alma vesilesidir. Saffat; 137- 138.

[70] -Müstedrekul vesail, c. 2, s: 353

[71] -54. öyküde adından söz edilmiştir.

[72] -bu öykü, Tarih'i Samarra adlı kitapta (c. 2, s.193) da yazılıdır. Okuduğunuz öykü, mezkur kitaptaki öykünün özetidir.

[73] -Erbain: kırkıncı gün anlamına gelir. Hz. Hüseyin'in (a.s) şahadetinin 40. günüdür.

[74] -Bakar, 156.

[75] -Bakara, 157.

[76] -Bakara, 206.

[77] -Asr, 3.

[78] -Sefinetu'l Bihar.

[79] -Şura, 23.

[80] -Sebe, 47.

[81] -Kitab'ı kavaid, (Allame'nin oğluna vasiyeti bölümü.)

[82] -Siretuna ve Sunnetuna'dan naklen.

[83] -"Yaptıklarından dolayı onlar için ne mutluluklar sakandığını hiç kimse bilemez" (Secde, 17.)

[84] -Sefinetu'l Bihar

[85] -Nisa, 92.