next page

back page

 

6. Bölüm

 

Anneciğim! Gerçi dedem Resulullah’ın (s.a.a) hayatta bulunduğu yıllarda da sen çok çetin zorluklar yaşadın; ama onun vefatından sonraki kara günlere oranla onlar iyi günlerin sayılır senin.

Sen ve babam, dedem Resulullah’la (s.a.a) adım adım ve omuz omuza mücadeleler verip işkenceler gördünüz, sıkıntılar yaşadınız; ama asla yılmadınız; sizin için önemli olan, günden güne yükselen İslâm sancağıydı çünkü.

Gerçi çoğu zaman günler geçiyor, ama en fakir insanların bile mahrum kalmadığı bir lokma arpa ekmeği geçmiyordu boğazınızdan sizin; ama gösterdiğiniz gayret ve fedakârlıklar sonucu, İslâm’ın gün geçtikçe geliştiğini, giderek bu bebeğin serpilip büyüdüğünü bizzat müşahede ediyordunuz.

Yıllar boyu odanızın yegane minderi, yatağınız ve dünyalık namına sahip olduğunuz tek şey, tabaklanmış o koyun derisinden ibaretti.

Hayatınız hep savaş ve müdafaayla geçti, biliyorum. Babam, bir savaştan henüz yeni dönmüşken; sırtının teri henüz kurumamış, kılıcının kanı henüz yıkanmamışken bir başka savaşa daha gitmek zorunda kalıyor ve bir cepheden diğerine koşarak İslâm ordularına komuta ediyordu.

Evet, bütün bunları biliyorum. Ama o zor günlerde dahi hiç olmazsa dedem Resulullah (s.a.a) hayattaydı; küfrün ve cehlin karanlıkları sizin birbirine kenetli nurlu ellerinizle dağılmada ve İslâm şafağı sökerek güneşi armağan getirmedeydi yavaş yavaş.

Nitekim, ben de Hendek savaşında gelmedim mi dünyaya?!

O günlerde de zorluklar yok muydu?! Türlü sıkıntılar, türlü eziyetler yaşamıyor muyduk?!

Vardı, yaşıyorduk elbette... Ama dedem Resulullah’ın (s.a.a) bir tek sözü yüreklerimize su serpiyor ve bütün zorlukları unutturuyordu hepimize:

“Ali’nin Hendek günü bir kılıç vuruşu, insanlarla cinlerin bütün ibadetlerinden üstündür.”

Hatırlıyorsun değil mi anne?... Bu yüzdendir ki, “O günler saadet günleriydi” diyorum.

Bugünlerse zor... Bugünler matem ve keder günleri anne!..

Dedem Resulullah elimizden tutar, ayaklarımızı onun ayağı üzerine koyar, sonra da dizine, oradan da karnına ve göğsüne tırmanırdık neşeyle; oradan da omuzlarına çıkardık. O ise durmadan teşvik ederdi bizi:

“Daha yukarı yavrularım, hadi göreyim sizi canlarım benim!”

Sonra da bizi dudaklarımızdan öper, tepeye tırmandınız diyerek kutlar ve:

“Ya Rabbi! derdi, Ben şu Hasan ile Hüseyin’i pek seviyorum! Onları seveni sev, sevmeyenlerine düşman ol!”

Elleriyle dizleri üzerine çökerek bizim atımız olur, Hasan’la beni sırtına alıp hareket eder ve neşeyle:

“Ne güzel binek, değil mi?! Binicileri de pek yaman ha!” derdi...

Bazen beni sokakta görür, ben ondan kaçar gibi yapardım. Beni yakalamadıkça peşimi bırakmazdı. Çenemin altını okşar, başımı okşar, dudaklarıma buseler kondurur ve:

“Aman ya Rabb’im! Ne kadar da seviyorum şu Hüseyin’imi ben!” derdi.

Bazen ağabeyim Hasan’la beni güreştirir ve sürekli Hasan’ı teşvik ederek onun tarafını tutmaya çalışırdı. Bir defasında sen hayretle:

- Babacığım! dedin, Küçüğün tarafını tutacağın yerde, büyüğünü teşvik ediyorsun sürekli sen!

Dedem o çok sevdiğim tebessümüyle:

- Cebrail öbür tarafta durmuş, Hüseyin’i teşvik ediyor kızım; bu durumda Hasan’ı da teşvik edecek biri lâzım değil mi? dedi.

Küçücüktük. Camiye giderdik, onu bulabilmek için. Bazen secdeye rast gelirdi, hemen sırtına oturuverirdik. Arşı kat ediyoruz sanırdık... Biz kendiliğimizden sırtından ininceye kadar secdeyi uzatır, bütün cemaati bizim için bekletirdi. Müminler, namazdan sonra hemen koşar:

- Siz secdedeyken Cebrail mi geldi? Vahiy mi nazil oluyordu ya Resulullah? diye sorarlardı.

O, gülümseyerek ve memnuniyetle cevaplardı:

- Cebrail’den daha sevgili, vahiyden daha tatlı...

Dedem Resulullah minberdeyken girerdik kimi zaman da camiye. Bizi gören cemaat hemen yol açardı, koşarak minbere çıkar, dedemizin kollarına atılırdık. Boynundan asılırdık. En arka saflarda oturanlar bile, ayak bileklerimizdeki halhalları görürdü.

Dedem her fırsatta hatırlatır, tekrarlardı cemaate: “Ben bunları severim, bunları seven beni sever, bunları inciten düşmanımdır benim!”

Bir gün babamla sen, ağabeyim Hasan’la beni de alıp dedemi ziyarete gitmiştiniz hani... Biz tam kapının önünde beklerken içeriden dedem çıkmış, sırtındaki Hayber abasının bir ucundan kaldırıp gölgelik gibi başımızın üzerinde tutarak, o sırada orada bulunan birkaç sahabenin de duyacağı bir şekilde:

“Ben sizin düşmanlarınızla savaşır, dostlarınız ve izleyicilerinizle dost olurum.” demişti.

Evet... Ne güzel günlerdi o günler anne... Ancak o günleri görüp yaşamayanlar, zor günler zanneder o günleri...

Dedem Resulullah, babamdan çok sık söz eder, onun güneşine her gün bir pencere açardı Müslümanlar için.

Bir gün cemaatin huzurunda babama dönüp:

“Ya Ali! Senin dostluğun iman, sana düşmanlık ise nifak ve münafıklıktır!” dedi.(1)

Bir başka gün de yine kalabalığın huzurunda:

“Ya Ali!” dedi, “Sırat-ı Müstakim (doğru yol) sensin!” (2)

“Ya Ali! Hak daima seninledir, senin dilindedir, senin kalbindedir, senin iki kaşının arasındadır!” (3)

Ve bir başka gün şöyle buyururdu:

“Ya Ali! Sen Beytullah gibisin tıpkı.” (4) Kâbe’yle aynıdır konum ve prestijin senin!

“Ya Ali! Cennetle cehennemi sen paylaştırırsın. Cennetliklerle cehennemlikler senin işaretinle belli olurlar!”

Kimi zaman da babam o sırada orada olsun veya olmasın cemaate şöyle buyururdu dedem:

“Ali’nin hizbi, Allah’ın hizbi ve onun düşmanlarının hizbi de Şeytan’ın hizbidir.” (5)

“Ali, Allah’ın sağlam ipidir!” (6)

“Ali, hidayet sancağıdır!” (7)

Evet anne... Bunlar, dedem Resulullah’ın (s.a.a) mübarek elleriyle ve birbiri ardınca evimizin kapısına dikilen iftihar sancaklarıydı...

Ama yine de dedem endişeliydi. Bütün endişesi, onun ölümünden sonra bir ateş fırtınasının kopup bu sancakları yakmasıydı.

Gadir Gölü, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu muhtemel fırtınaya karşı en güçlü tedbir ve önlemlerinden biriydi.

Ve Cuhfe, masum bir lider olmaksızın dinin tamamlanmış olmayacağı ve Ali’nin velâyeti olmaksızın İslâm’ın eksik kalacağı yolunda Allah Teala’nın Müslümanlara duyuruda bulunduğu mekândı.

Dedem Resulullah:

“Kim benim peygamberliğime inanıyorsa benden sonra da Ali’nin velâyetine inanmalıdır!” diyerek şöyle ekliyordu:

“Benim elimle Müslüman olanlar, İslâm’ın benden sonra Ali’nin ellerinde olduğunu bilsinler.”

Liderlik ve velâyet sancağı benden sonra Ali’ye emanet edilmiştir. Zira Allah Teala bana; eğer bunu insanlara bildirmezsem, peygamberlik vazifemi yapmamış olacağımı buyurmuş bulunmaktadır.

Nitekim Rabb’ul-âlemîn, dedem Resulullah’ın (s.a.a) irtihaliyle birlikte peygamberliğin sona ermesi nedeniyle ümmetin imamet ve hilâfet mesuliyetinin kimin uhdesinde olacağını böylece belirledikten sonra, bir ayetin nüzulüyle bunu da tespit etmiş oldu:

“Bugün dininizi kemale erdirdim, nimetimi size tamamladım ve bu -velâyetli- İslâm’ınızdan razı ve hoşnut oldum.”

Anne! O günler çok zordu biliyorum, ama ne de olsa dedem Resulullah’ın (s.a.a) sımsıcak eli omzundaydı babamın; onun mübarek destek ve himayesi söz konusuydu; hem, sen de vardın o günlerde babama destek ve moral verecek...

Ama dedem Resulullah’ın (s.a.a) ölüm döşeğine düşmesiyle birlikte ilk kara bulutlar da belirmeye başladı bu mazlum İslâm’ın semalarında.

Camideki o olayı hatırlıyor musun? Dedem minbere çıkıp cemaate şöyle seslenmişti:

“Kimin benim üzerimde bir hakkı varsa ya gelip istesin ya da helâl etsin: Rabb’imin dergâhına huzurla çıkmak istiyorum ben. Tekrar diyorum, ben beka diyarına göçmek üzereyim. Eğer birini rahatsız etmişsem, incitmişsem veya birinin boynumda hakkı varsa kalkıp söylesin.”

Camide bir uğultu kopmuş, birinin sesi bu uğultuyu bastırmıştı:

- Ya Resulullah! Benim üç dirhem alacağım var sizden!

- Pekalâ! Ey Fazl! Gel, şu adamın üç dirhemini öde!

Ve bir başkası:

- Ya Resulullah! Ben beytülmale üç dirhem ihanette bulundum.

- Niçin yaptın bunu kardeşim?

- Muhtaçtım... İhtiyacım vardı...

- Ey Fazl! Ondan üç dirhem alıp beytülmale ekle.

Ve bir ses daha:

- Ya Resulullah! Bir gün devenize binmiş olarak yoldan geçerken, ona yavaşça vurduğunuz kırbaç yanlışlıkla bana değmişti...

- Ey Fazl! Git o kırbacı evden getir, bu adam kısas edebilsin...

Kırbaç geldi. Adam, Resulullah’ın yanında duruyordu, elinde o mübarek kırbaç vardı.

- Ya Resulullah! Ben o sırada gömleksizdim. Sırtımda hiçbir şey yoktu... Eğer mümkünse siz de....

Ve dedem hiç alınmadan hemen sırtındaki gömleği yukarıya sıyırıp eğildi:

- Buyur kardeşim! Kısasta bulun!

Ve adamcağız dayanmayıp kendisini şevkle dedemin üzerine atmış, onun mübarek vücudunu gözyaşları içinde buselere boğmuştu:

- Ya Resulullah! Sizin mübarek vücudunuza nasıl kırbaç vururum ben?! Nasıl kıyarım sizin incinmenize, ey Allah’ın ve meleklerinin sevgilisi! Şu mübarek vücudunuzu son bir kez olsun ziyaret etmek ve şu günahkâr dudaklarımı o tertemiz teninizle müteberrik etmek istedim. Asıl siz helâl edin beni ya Resulullah! Ensar arasında, güneşi öpen tek kişi ben olayım istedim!...

- Allah senden razı olsun kardeşim! Ey cemaat! Şimdi kimsenin benim boynumda bir hakkı yok mu? İçim rahat olarak göçebilir miyim aranızdan şimdi?

Mescid’ün-Nebi cemaatin hıçkırıklarıyla sarsılmaya başladı. Birçok insan, dedem Resulullah’ın (s.a.a) yerine kendi canını feda etmeye hazırdı belki de o anda... Ama ertesi gün aynı insanlar, dedem henüz hayatta olduğu hâlde Ebu Bekir’in arkasında namaz kıldılar pekalâ!

Dedem Resulullah (s.a.a) bunu duyunca önce şaşırmış, sonra pek rahatsız olmuştu:

“Ebu Bekir’e, Üsame komutasında hemen Medine’yi terk etmesini emretmiştim! Niçin gitmemiş?! Neden hâlâ Medine’de?!”

Dedem Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir’in niçin Medine dışına çıkması gerektiğini çok iyi biliyordu; keza, onun sarih emrine rağmen niçin gitmeyip Medine’de kaldığını da...

Ayşe defalarca gelip:

“İzin verin, bir kez de babam sizin yerinize namaz kıldırsın cemaate.” demişti.

Hatta birkaç kez de Hafsa’yı aracı etmiş, ama Resulullah (s.a.a) her seferinde; “Hayır!” demiş ve onların bu ısrarlı tavrı karşısında nihayet azarlamıştı:

“Siz, tıpkı Yusuf’un eşleri gibisiniz!”

Bütün bu “hayır”lar ve azarlamalara rağmen, izin verilmediği hâlde Ebu Bekir cemaatin önüne geçmiş, namaz kıldırıyordu şimdi!

Allah Resulü (s.a.a) bu tutuma tahammül edememişti; babamı çağırarak:

“Ya Ali!” demişti, “Gel koltuğuma gir de camiye götür beni!”

Hz. Resulullah (s.a.a) hastalığı ağırlaştığı hâlde, olayı duyar duymaz o hâliyle kalkıp camiye gitmiş(8) ve Ebu Bekir’in namazını yarıda bıraktırıp kendisi kıldırmıştı o hâliyle... Hâli hiç de iyi olmadığından, oturarak hem de!

Sonra da babamı çağırarak son vasiyetlerini yapmak istediğini söyledi. Bunu duyan Aişe’yle Hafsa koşup gelmeleri için babaları Ebu Bekir’le Ömer’e hemen haber yolladılar. Ama dedem, onları görür görmez kaşlarını çatarak:

“Eğer gerekirse çağırırım sizleri!” diye buyurup çıkmalarını işaret etmişti.(9)

Evet anne.... Fitnenin ilk kara bulutları, dedemin hastalanıp yatağa düşmesiyle birlikte başladıydı...

Dedem Resulullah (s.a.a):

“Benden sonra sapmamanız için size yazılı bir kılavuz bırakmak istiyorum; bir kalemle bir levha getirin bana!” buyurdu.

Allah Resulü’nün (s.a.a) ne yazmak istediği ve ne gibi bir “yazılı belge” bırakacağı apaçık ortadaydı. Ömer engel oldu! Keşke engel olsaydı sadece! “Bu adam sayıklıyor!” diye de bağırdı ve ekledi: “Allah’ın kitabı yeter bize!” (10)

Evet anne... Babandan söz ediyordu, “Bu adam” diyerek... Ceddimizden... Dedemden, Allah’ın Resulü’nden söz ediyordu...

Yaranı tazelediğimin farkındayım, ama öyle birisi için “sayıklıyor” diyordu ki, sayıklamak bir yana, söylediklerinin bir tek cümlesi bile kendisinden değil, mutlak vahiydi. Yüceler yücesi Rabb’ul-âlemîn de belirtmiyor muydu bunu:

“... O peygamber, heva ve heves üzere, kendi istek ve tutkularıyla konuşmaz; onun söylediklerinin tamamı vahiydir.”(11)

Evet anne... Allah Azze ve Celle’nin bu sarih buyruğuna rağmen sarf edilen o söz, dedem Resulullah’ı (s.a.a) pek incitmiş, gözleri doluvermişti o sırada, bir kâinat dolusu yalnızlık, mazlumiyet ve ümmetinin o nahoş tavrıyla... Ama meseleyi hiç mi hiç, üstelememişti artık o son lahzalarında...

“Vahyin boğazına sarılabilen inkâr pençesi, bir kağıt parçasını da kolayca buruşturup atabilirdi ayaklar altına küstahça çünkü!”

“Senin başına gelecek belâdan daha büyük belâ yok Hüseyin’im!” deme anne...

Aşura günü benim başıma gelecek olanlar, her ne kadar “felâketin doruğu” olacaksa da; başlangıç noktası, dedeme karşı sergilenen o tavırdı aslında anne!

Aşura’da önüme çekilecek olan o çizginin ilk ucu burada işte anne!

Dedem başını toprağa koymak üzereyken daha, başladı bütün sapmalar anne... Kerbelâ, o ilk eğrilik ve sapmaların bir uzantısından başka nedir ki aslında?!

Ne diyordum... Evet, o sırada dedem seni çağırıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Bahar yağmuru gibi yaşlar boşanmaya başladı gözlerinden. Bir şeyler daha fısıldadı. Bu kez de bütün dertlerini unutup, bulutlar arasında yağmurda ansızın ortaya çıkan güneş gibi gülüverdi yüzün.

Son demlerini yaşadığından emin olduğunu duyunca ağlamış, ona Ehl-i Beyt’inden ilk kavuşacak olanın kendin olduğunu duyunca da sevinmiş, ferahlayıp gülmüştün.

Evet; şahadetin, şu dünyada çektiklerine son veren bir gökkuşağı sayılır senin için. Gidişin senin için dertlerin ve acılarının sonu oldu anne; ama bizler için... Elem üstüne elem...

Sen kurtuldun ama, bizim dedem Resulullah’tan (s.a.a) sonra bir kolumuz kanadımız daha kırıldı gidişinle...

Dedem Peygamber’le senin gidişinden sonra İslâm kanatlanarak güç bulamaz artık.

Dedem, o sahabenin tavrını görünce, kendisini yalnız bırakmalarını söyledi; Ehl-i Beyt’ten başka herkesin çıkmasını emretti.

Sen, babam, ağabeyim Hasan, Zeynep, Ümmü Gülsüm ve ben kaldık içeride sadece.

Ümmü Seleme’ye de kapının önünde beklemesini ve içeriye artık kimseyi almamasını tembihledi.

Aman Allah’ım... Yoksa... Dedem... Resulullah...

Babamın yanına yaklaşmasını istedi, yorgun sesiyle:

“Gel Ali’m, yanıma otur şöyle!” dedi.

Ve seninle babamın ellerini tutup hasretle bağrına bastı. Sizin elleriniz, dünyanın bütün dertlerine merhemdi sanki o sırada anne... Dedem konuşmak istiyordu, ama yapamadı. İçine gömdüğü dertler, ümmetin cehaleti, bencilliği ve makam hırsının mübarek kalbinde biriktirdiği elemler gözyaşlarıyla teselli buluyordu âdeta...

Ne kadar da yalnızdı dedem. Çektiği bunca zahmet ve katlandığı onca sıkıntılardan sonra, son demlerini yaşadığı şu lahzalarda Allah’tan başka yari, biz Ehl-i Beyt’inden başka da yaveri kalmamıştı, Allah Resulü’nün.

Dedem, dünyanın o en sevgili, en değerli, en üstün, en aziz ve en büyük insanı; yıllarca kendilerini yetiştirmek için didindiği, cehalet karanlığından iman gündüzüne çıkarabilmek için çırpındığı insanların elinden ağlıyordu şimdi. Hem de son nefeslerini vermek üzere olduğu lahzalarda...

Ne kadar da mazlumdu dedem. Uğrunu canlar feda olası bu eşsiz insan ne kadar da yalnızdı Allah’ım!...

Onun gözlerini yumup sessizce ağlaması seni de ağlatmıştı... Babam da ağlıyordu şimdi. Bizler de ağlaşmaya başlamıştık... Acı bir hadisenin hemen eşiğinde olduğumuz hissediliyordu.

Boynunu büküp gözyaşları içinde dedeme eğildin gayri ihtiyari:

Baba! Babacığım! Ey Allah’ın en sevgili kulu! Ey peygamberlik bahçesinin son çiçeği! Ne olur, ağlama! Dayanmak mümkün değil senin gözyaşlarına... Ne olur, üzme kendini baba!... Ey Allah’ın son elçisi! Ya Resulullah! Ey sevgililerin sevgilisi! Ey gözyaşlarına kurban olduğum! Ne olur, ağlama!...

Son nefeslerinde sana böyle davrananlar, senden sonra bize neler yapmazlar ki baba!...

Senden sonra ne olur bizim hâlimiz, ya Resulullah!

Sen göçer gidersen, bunlar bize nasıl davranacak, kim bilir?!

Senden sonra kim arka verecek Ali’ye?! Kim ona “kardeşim” diyerek arka çıkacak?! Kim ona destek verip “Kitabullah ve Ehl-i Beyt”in Müslümanlara kılavuz ve hidayet meşalesi olduğunu beyan edecek?!

İslâm’ın başına neler gelecek senden sonra baba?!

Hıçkırarak, sarsıla sarsıla ağlıyordun. Gözyaşların elbiseni ıslatmıştı anne...

Gayri ihtiyari dedemin üzerine attın kendini, biteviye öpmeye başladın; yüzünü, yanaklarını, gözlerini, dudaklarını, sakalını, elini... Öptün, öptün... Onu kaybetmeden önce doyasıya öpmek istiyordun.

Gözyaşlarınız birbirine karışmıştı. Dedem seni kuvvetle bağrına basmış, ağlıyordu öylece...

Babam da alt üst olmuştu. Ya biz? Hiç Sorma o sıradaki hâlimizi anne!

Her an uçup gidecek, her lahza ansızın kaybolması mümkün o çiçeği doyasıya koklamak istiyorduk hepimiz.

Hiçbirimiz kendimizde değildik o sırada... Vakar ve metanet timsali olan babam bile dedemin üzerine kapanmış, sarsıla sarsıla ağlıyordu, o salâbetli dağları andıran heybetiyle...

Dedem senin elini tutup babamın avuçlarına koyarak:

“Kardeşim! Ya Ebu’l-Hasan!” dedi, “Bu, Allah ve Resulü’nün emanetidir sana!

Aliciğim! Bu emaneti iyi koru! Allah’a yemin ederim ki, cennet kadınlarının efendisidir bu!

Meryem-i Kübra’nın bile gıpta ettiği kadındır bu!

Aliciğim! Allah’a yemin ederim ki, ben bu mevki ve dereceye ulaşma yolunda Allah’tan kendim için ne istediysem, Fatıma’m için de istedim, Allah Teala da lütuf buyurdu hamdolsun!

Aliciğim! Fatıma’mın bütün sözleri benim kelâmımdır, bilmiş ol! Onun sözleri vahyin ve Cebrail’in kelâmı, babasının sözleridir.

Aliciğim! Allah’ın, benim ve meleklerinin rızası, Fatıma’nın rızasındadır!

Kızım Fatıma’ya zulmedecek, onu incitecek kimsenin vay hâline!

Ona saygısızlıkta bulunacak olanın vay hâline! Onun hakkını çiğneyecek olanın vay hâline!”

Sonra da dedem, tekrar sana sarılıp defalarca öptü, öptü ve: “Baban sana kurban olsun Fatıma’m!” dedi.

Sen daha şiddetle ağladın:

“O ne söz baba! Benim canım yüz binlerce kere fedadır sana!” dedin.

Dedem, ölümünden sonra kızının ve Ehl-i Beyt’inin diğer fertlerinin başına neler geleceğini o sırada görmedeydi sanki.

Sadece yüzü ve sakalları değil, üzerindeki örtü de ıslanmıştı dedemin, gözyaşlarından.

Hasan’la ben, ayaklarına sarılıp ağlamaya başladık dedemin. Ayaklarını öpüyor, kokluyor, hasretle kucaklayıp sıkıyorduk.

Babam, dedemin rahatsız olmaması için bizi kaldırmak istediyse de dedem engel oldu:

“Bırak dursunlar! Bırak hasret gidersin yavrularım!... Gelin şu son nefeslerimde doyasıya öpüp koklayayım sizi evlâtlarım! Vedalaşmak için fazla vakit kalmadı çünkü!...

Benden sonra şu iki yavrucağın başına çok çetin belâlar gelecek; sert fırtınalara tutulacak ikisi de defalarca...

Ehl-i Beyt’ime zulmedecek olanlara Allah lânet etsin!

Ya Rabbi! Bu ikisini sana ve salih kullarına emanet ediyorum!”

O lahzalarda konuşabilen tek dilimiz, gözyaşlarımızdı; doldukça daha fazla ağlıyor, ağladıkça daha bir hüzünleniyorduk.

Babam... Ali... O dağları andıran Allah’ın aslanı yavaşça doğruldu. Çok güçlü bir kasırgaya tutulduğu her hâlinden belliydi:

- Peygamberinizin yokluğunda Allah sabır ve ecrinizi artırsın ey Ehl-i Beyt-i Resulullah! Yüceler Yücesi Rabb’ul-âlemîn, sevgili Peygamber’ini kendi yanına aldı...

Ah!... Yani?! Aman Allah’ım!

Ah u figanımız arşı titretiyordu. Dedem ayrılmıştı aramızdan. Ve sen kendini kaybetmişçesine onu çağırıyor, onu arıyordun sanki.

- Baba! Baba! Babacığım!

Ve biz senin gözyaşlarının seline kapılmazlık edemedik:

- Dede! Dede! Dedeciğim!...

Ve babam... Sabır, yiğitlik ve ilim timsali olan babam:

- Ya Resulullah! Ey Allah’ın en hayırlı kulu! Ey yaratılmışların en hayırlısı, en sevgilisi... Ey canlar uğruna fedâ olası... diye mırıldanarak öylesine yavaş ve hüzünle ağlıyordu ki, onun o sıradaki hâlinden de etkilenmemek mümkün değildi.

Biraz sonra babam kalkıp gusül ve kefenleme işiyle meşgul olacaktı.

Nasıl bir güneşin battığını ve nasıl bir karanlık ve zulmetin hızla yaklaşmakta olduğunu çok iyi bilen sense, sadece ağlıyordun...

Kapalı kapıların ardından sızarak kamçı gibi vücudumuza inen o soğuk rüzgar, yaklaşmakta olan meşum olayların habercisiydi âdeta... Ağlıyorduk...

Odanın içinde, yaratılmışların en üstün ve en azizinin yerdeki mübarek cesedi henüz soğumamışken, dışarıda mevki ve makam kavgaları başlamış, akbabaların sesleri ayyuka çıkmıştı.

O sırada seni öylesine yakıp kavuran şey, odanın içindeki felâket miydi, yoksa dışarıdaki gürültülü hadisenin “iğrençliği” miydi bilemiyorum...

Belki de her ikisiydi anne...

Kısacası; her hâlükârda ağlamakta haklıydın sen... Dedem Resulullah’la (s.a.a) babam, sen ve diğer bir avuç mümin salih Müslümanın, İslâm’ın ilk gününden başlayarak onca zahmetlerle kurdukları temel yıkılıyor, bütün emekler yele veriliyordu dışarıda şimdi...

Hangi derdime ağlayayım şimdi ben anne?

İslâm’ın garipliğine mi? Dedemin vefatına mı? Babamın şu mazlumiyetine mi? Senin şu şahadetine mi?... Hasan, Zeynep ve Ümmü Gülsüm’le benim şu öksüzlüğümüze mi yoksa?...

Hangi birine yanayım?... Hangi birine ağlayayım?... Hiçbiri kolay tahammül edilebilir gibi değil ki bunların...

Dedemin yasıyla ağladığın zamanlarda dilinden düşürmediğin o ağıtı tekrarlıyorum şimdi ben de:

“Son peygamberin yokluğu sabrımı yıktı; yaslıyım.

Ey gözüm, ağla bahar bulutu gibi; kan ağlasan yeridir.

Ey Allah’ın elçisi! Ey seçkinlerin en seçkini!

Ey zayıflar, yoksullar ve yetimlerin tek sığınağı!

Minberinin senden sonra ne hâle geldiğini,

Nurdan sonra zulmet ve karanlığın ona

Nasıl çöküp konduğunu kalk da gör!...

Allah’ım! Ya Rabb’im! Al şu canımı artık

Küskünüm hayata ben!” (12)

 

7. Bölüm

 

Babacığım! Ey Allah’ın seçkin kulu! Ey Muhammed! Ey Resul! Ey Ebu’l-Kasım! Ey öksüzlerin, sığınaksızların sığınağı!

Babacığım! Kıble ve mihrabın hâli ne olacak senden sonra?!

Babasını; en aziz yakınını yitiren şu kızının feryatlarına kim yetişecek şimdi baba?! Sabrım tükendi, takatim kalmadı artık.

Düşmanlarım sevinç içinde baba. Şu matemim onların sevinci olmuş, baksana!

Dayanılmaz bir dert, büyük bir acı bu...

Yapayalnız kaldım baba, yapayalnız... Ne yapacağımı bilemiyorum, bunca yalnızlık içinde.

Sesim iyiden iyiye kısıldı, kulaklar iyiden iyiye takandı karşımda. Ne bir yardımcım, ne bir koşanım var feryadıma... Dünyamı kararttılar baba...

Senden sonra... Bu korkunç yalnızlık ortamında yarsız, yarensiz kalıverdim baba.

Beni yatıştıracak, şu derdime derman olup yarama merhem sürecek kimseler yok şimdi.

Babacığım! Cebrail’in getirdiği Kur’an ve Mikail’in indiği mekân senden sonra garip mi garip oldu.

Babacığım! Senden sonra devir döndü, devran değişti, yollarımı birer birer kesti eşkıyalar.

Babacığım! Bir an önce sana kavuşma arzusundayım; aksi takdirde keder ve hüznüm bitmeyecek asla.

Babacığım! Zaman unutturamaz seni bana! Günlerin geçmesi acımı daha bir tazelemekte, yaramı daha bir deşmekte... Sensiz edemem baba!

Acım daima taze, derdim her zaman büyük, gözyaşlarım hep akar... Huzur yok artık bana. Senin yokluğuna tahammül edebilen bir kalp, gerçekten çok sabırlı bir kalp olsa gerek!

Gidişinle, nur da gitti dünyadan; dünya çiçekleri soldu güneşin batışıyla.

Senin acın, kıyamete dek çıkmaz bağrımdan.

Gidişinle, sabır ve tahammülü de alıp götürdün sanki benden.

Babacığım! Dullarla yetimlerin hâli n’olur senden sonra?!

Kimleri var şimdi onların artık?!

Bu ümmet, senden sonra kimle teselli bulacak kıyamete değin?!

Baba! Senden sonra çaresiz ve yapayalnız kaldık biz.

İnsanlar, senden sonra yüz çevirdiler bizden...

İnsanlar, senin için hürmet gösteriyorlardı bize. Sen varken saygı görüyorduk, bizi böyle horlayamıyorlardı sen hayattayken...

Baba! Babacığım! Sana ağlamayan bir göz düşünebilmek kabil mi?!

Senden sonra bir lahza olsun biter mi keder?!

Senden sonra kimi uyku tutar artık?!

Dinin baharı, peygamberlerin nuruydun sen.

Senden sonra dağların kederden nasıl paramparça olmadığına, deryaların suyunun bir anda çekilip kurumadığına ve yeryüzünün baştanbaşa nasıl bir depreme tutulmamış olduğuna şaşmamak elde değil!

Üstelik... Senden sonra nice felâket oklarına hedef oldum ben...

Hiç de tahammül edilir gibi değil şu acılarım; dayanılır gibi değil başıma gelenler...

Bir belâ ki, bula bula gelip bizim kapımızı buldu. Melekleri ağlatır bu belâ, ağlattı da...

Feleğin çarkı durdu hayretten.

Baba, senden sonra minberin korkunç bir hâle uğradı!

Mihrabın, münacat ve Allah’a gönülden yalvarıp yakarmalardan mahrum durumda artık.

Ama seni kucaklayan o toprak ne de mutludur şimdi baba... Evet... Ne mutlu seninle kucaklaşmış bulunan o toprağa...

Öteden beri seni, münacatlarını, namaz ve dualarını özleyip duran cennet de memnundur şimdi.

Babacığım! Düne kadar senin nurunla dolu yerler, karanlık ve zulmetler içinde bugün.

Sana kavuşmakla iyileşecek bir yara bu ancak.

Baba! Babacığım! Ali’nin hâlinden haberin var mı? Senin Ali’n, Ebu’l-Hasan’ın... Hasan’la Hüseyin’inin babası, “kardeşim” dediğin, en yakın dost ve en sevgili arkadaşın... Bir bebekken alıp ellerinde büyüttüğün ve büyüttükten sonra da kendine kardeş edindiğin...

En çetin saatlerde, en samimî ve en fedakâr bulduğun yarenin...

Hicret eden ilk mümin ve senin en can yoldaşın...

Şimdi yapayalnız... En azizini kaybetmenin hüznüne gömülmüş durumda.

Hüzün ne kelime?! Dert, keder, acı, felâket, belâ... Sevgilinin kaybıyla gözyaşlarımız durmaz akar, acılar yakamazı bırakmaz artık bizim.

Ne yapayım şimdi ben baba?!

Sabrım kalmadı, yokluğuna tahammüle... Teselli uzak mı uzak benden.

Ağla gözlerim, ağla!... Kan ağlamazsan şaşarım asıl sana!

Ey ilâhî elçi! Ey seçilmiş insan! Ey yetimlerle dulların sığınağı!

Dağlar, taşlar, hayvanlar, kuşlar, yer, gök... hepsi ağladı sana.

Ey gönlümün serveri! Hücun, Rükün, Meş’ar ve Betha ağladı sana...

Mihrap ve Kur’an dersi gece gündüz figan ettiler, ağlayıp durdular.

Ve İslâm ağladı sana... Gidişinle iyiden garipleşen İslâm... Ah, kalkıp da şu minberinin hâlini görseydin şimdi! Senin oturduğun o minbere zulmet çıkıp oturuyor şimdi!

Allah’ım! Ölümümü bir an önce ulaştır bana; yaşamak istemiyorum artık...

Baba! Hayat sensiz bomboş. Sensiz hayat ölüm; sensiz aydınlıksa elbette ki zulmettir.

Yitiğini arayıp da bulamayan ne hâle gelirse, o hâldeyim ben de... Canımı, canânımı yitirdim; kalbimi, gönül huzurumu yitirdim, gidişinle baba.

Yakup gibi gömleğini koklayayım; belki biraz yatışırım dedim; hani şu göçerken sırtında olan... Ali sana gusül verirken üzerinde bulunan gömleğin... Ah... Koklamaz olaydım... Yaram depreşti; kokunu alınca aklım başımdan gitti; hasretin ateşi harman gibi yakıp kül etti varlığımı. O gömleği bana verdiğine pişman oldu Ali’m.(13)

Ah... Baba... Baba...

Bilâl ezan okumayı bıraktı artık senden sonra...

“Okumam” diyor, okumuyordu da. Bir gün “Bilâl” dedim, “Babamın müezzininin sesini duymak istiyorum minareden, belki biraz teselli bulurum...”

Beni kıramadı...

“Allahu Ekber.”

Daha ilk tekbirde dizlerimin bağı çözüldü. Ağlamaya başladım.

Bilâl seni hatırlatan o aşina sesiyle “Eşhedu enne Muhammeden Resulullah!” deyince gayri ihtiyari bir çığlık atıp olduğum yere yığılıvermişim... Evdekiler öldüğümü zannederek ağlamışlar. Kendime geldiğimde Bilâl bütün ısrarlarıma rağmen ezanı tamamlayamayacağını söyledi, gözleri dolmuştu. “Ya Zehra!” dedi, “Ne olur ısrar etme... Bak... Ali’yle çocuklar ağlamada... Bir daha böyle kendinden geçersen artık uyanmamandan korkarız.”(14)

Ne yapayım baba? Unutamıyorum seni, elimde değil... Esasen seni unutabilmem de mümkün değil...

Kabrinin kenarına oturup sessizce gözyaşı dökerek toprağınla dertleşmekten başka ne gelir elimden?

Ah, Baba... Seni sevenler hem sana, hem senden sonra bizim düştüğümüz bu gariplik ve hüzne ağlamadan edemeyecekler kıyamete değin...

Ahmed’in toprağını koklamış birinin, miskle ambere ne ihtiyacı var artık ebediyen?!

Şu toprağın derinliklerinde gizlenen, duyuyor mudur acep şu anda beni?!

Ah! Bana çöken şu keder, gündüzün üzerine çökseydi bir anda geceye dönüşüverirdi.

Ben, Muhammed’in (s.a.a) rahmet ve himayesinin gölgesinde yaşardım bir zamanlar.

Onun sayesi başımın üzerinde oldukça endişem yoktu hiçbir şeyden.

Bugünse kolumu, kanadımı kırdılar benim; alçaklara karşı bile çaresizim bu gün.

Ve korkar oldum zulümden, güç belâ kovup uzaklaştırıyorum zalimi kendimden.

Keder ve acılarım dallanıp budaklandı; dallarıma kumrular yuvalanıp ağlar oldular geceleri şu mazlum hâlime.

Senden sonra tek dostum kederle acı şimdi; gözyaşlarımla yıkıyorum her gün yüzümü baba...

 

8. Bölüm

 

Gam ve keder, derin yara gibi tıpkı... Geliveriyor birden; ama gitmesi çok uzun sürüyor, ve ne zaman kapanacağı belli olmuyor. Hele bir de tuz biber dökerlerse... Yaranı deşerlerse... Yapayalnız bırakır, feryadına koşmaz, sesine cevap vermezlerse...

O çok zor işte... Ne anlatması kolay, ne de anlaması. Dumansız bir ateş gibi yakar kavurur seni, ama ateşini gösteremezsin kimselere... Kimsecikler de fark etmez, dumanı olmadığından.

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölümü, sırf babanın ölümü değildi senin için, biliyorum... Allah Resulü’nün de ölümüydü aynı zamanda; mesajın ölümü, ışığın ölümü, güneşin batışı ve mumun sönüşüydü, zifiri karanlıklarda...

Hatırlıyor musun, o gün “Bize Allah’ın Kitabı yeter!” diye bağırarak yüz çevireni?... Allah’ın Kitabı’nı tanımıyordu o. Peygamber’in iki ağır emaneti olan Kur’an ve Ehl- Beyt’ten birinin bırakılmasının, diğerinin de bırakılması anlamına geldiğinin farkında değildi. Bu durumda düzen ve dengenin bozulacağını bilmiyordu o cahil. Güvercinin iki kanadından birini kırmanın pek büyük bir vebal olduğunu, tek kanatla uçulamayacağını, hatta düşe kalka yeryüzünde yürümeyi bile zorlaştıracağını anlamıyordu işte...

Sadece o değil; halk da bilmiyordu, imamsız bir kitabın kitap olmadığını; ruhsuz ve cansız birkaç sayfadan ibaret olacağını; imamsız kıblenin kıble olmadığını; imamsız Kâbe’nin bir taş yığınından hiçbir farkı bulunmadığını ve imamsız Kur’an’ın “içinde ev sahibinin bulunmadığı ev”e benzediğini.

Ev sahibinin bulunmadığı bir eve misafir giden, elbette ki aç dönecektir...

Resul’ün ölümü sırasında mesaj kitabının da öldürüldüğünü gözlerinle gördün sen. “Mesaj getiren”in gidişiyle birlikte “mesaj”ın da nasıl ört bas edilmeye çalışıldığına bizzat şahit oldun.

Sen haklıydın. Senin durduğun yerden her şey açık seçik görülebilmedeydi. Geçmiş ve gelecek hadiselerden haber vermedeydin sen. Her şeyi görüyormuşçasına hem de...

Allah Teala, Peygamber ile babama -Peygamberlik ve imamet dışında- verdiklerinin tamamını sana da vermişti.

Bir keresinde babamın yanında arş, kürsü, geçmiş ve gelecekten öylesine söz ettin ki, babam hayretle alelacele Resulullah’a koşup durumu anlatınca dedem:

“Evet,” dedi, “bizim bildiklerimizi o da bilmektedir.”

Kimseler inanmasa da ben, dedemin irtihalinden sonra Cebrail’in bu evden her zaman için ayrılmaya gönlünün razı olmadığından ve yerle gök arasındaki ilişkinin süregeldiğinden eminim.

Dedem Resulullah (s.a.a) dünyadan göçer göçmez gelecekte vuku bulacak bütün fitne, acı ve felâketler bir anda gözlerinin önünden geçiverdi âdeta. “Eyvahlar olsun! Babam!...” diyerek haykırışın arşı titretmişti o gün.

Babamın elleri dedem Resulullah’ın pâk naaşını gusülle meşgulken, Benî Saide Sakîfesi’nde olup bitenleri biliyorsun.

İşte böylece o iki cihan serveri Muhammed’in (s.a.a) mutahhar naaşı henüz yerdeyken kara bulutlar sarmaya başladı İslâm ufuklarını... Ve... Fitne yağmuru yağmaya başladı.

Harun Musa’yı ölümsüzlük Tur’una uğurlamaktayken tebaası, ahireti unutmuşçasına kır kırana makam kavgasına tutulmuştu. Karşılığında işe yarar bir dünya olmaksızın hem de... Böylece dünyada da, ahirette de hüsrana uğramıştır onlar; ne de büyük bir hüsrana hem de...

Muen bin Adiy ile Uveym bin Saide, koşarak Ömer’e geldiler:

- İktidar elden gitti, işi bitiriyorlar!

- Nerede?

- Sakîfe’de!

- Başlarını kim çekiyor?

- Sa’d bin Ubade!

Ömer hemen gidip Ebu Bekir’i buldu:

- İş işten geçmeden biz de gidelim. Bakarsın...

Yolda, Ebu Ubeyde Cerrah’ı da alarak alelacele ve telâşla Sakîfe’ye yollandılar.

Sakîfe’de Sa’d bin Ubade kolları sıvamış, “iktidar devesini” önüne katmış gütmedeydi. Bu arada hastaymış gibi görünerek ve güya “pek istekli olmadığı, ama kendisine ısrar edildiği için” devenin yularını yavaş yavaş ve nazla kendisine doğru çekmedeydi.

İşte bu sırada öbür üçlü de yetişiverdiler...

Öyle yağma olur muydu?... Ya onlar?...

Bu üçlü yetişir yetişmez, yara bere içinde kalmış olan “iktidar devesi”ni Ensarın elinden kaparak dişlerinde alıp götürdüler...

Evet... Sahibine vermek için değil, kendileri parçalayabilmek için...

Deve sahibi matemler içinde; kaybettiği azizinin guslü ve kefeniyle meşgul olup o acıyla devesini de, yularını da unutmuş bir hâlde iken cereyan ediyordu, bütün bunlar.(15)

Ömer her zaman yaptığı gibi burada da işi kızgınlık, sinir, öfke ve şiddete dökmüştü. Sa’d ile sert ve çirkin bir tartışmaya girdiyse de Ebu Bekir hemen bir kenara çekip hatırlattı ona:

“Sakin ol... Burada şimdilik yumuşak davranmamız lâzım...”

Ve Ebu Bekir hemen dizginleri ele geçirmiş oldu... Muhacirler ve Ensarın her ikisini de öven bir konuşma yaptı ilkin. Böylece herkesi biraz yatıştırmış oldu. Ama sözlerinin devamında Muhacirlerin biraz daha üstün olduğunu, onların devlet ve devlet başkanlığına, Ensarın da tabii ki vezirliğe lâyık bulunduğunu söyledi...

Onun meseleyi tereyağından kıl çeker gibi halletmesi, olayı “bir ayak sürçmesi” ve bir “oldubitti” olarak tanımlayan Ömer’i bile şaşkına uğratmış ve daha sonraları “Ben bu konuda daha önceden ne hileler düşünmüş idiysem, Ebu Bekir ya tıpatıp aynısını, ya da daha kurnazcasını uyguladı orada!” demesine yol açmıştı.

Bu olaylar vuku bulmadan çok daha önceleri Hz. Resulullah (s.a.a):

“Ümmetimi, Kureyş’ten olan bu güruh helâk edecek!” buyurmuştu.

“O zaman Müslüman halka düşen nedir?” diye sorulduğunda da şöyle buyurmuştu:

“Keşke böyle bir olaya bulaşmasalar...” (16)

Önce Ebu Bekir centilmence bir tavır sergileyerek halifeliği Ömer’le Ebu Ubeyde Cerrah’a teklif edecek, onlar da “Aaa! Siz dururken bize düşer mi hiç?!” diyerek hemen Ebu Bekir’in eline sarılıp biat edecek ve böylece işi oldubittiye getirerek diğerlerinin de biat etmesini sağlamış olacaklardı...

Ve aynısını yaptılar... İş, oldu bitti!

Ebu Bekir, ilkin Muhacirler ile Ensarı öven, sonra da Muhacirlerin daha üstün olduğu, bunun için Muhacirlerin “sultan” Ensarın da “vezir” olması gerektiğini belirten nutkunu tamamladıktan sonra:

“Şimdi ya Ömer’e, ya da Ebu Ubeyde Cerrah’a biat edin, bitsin bu iş!” dedi.

Ömer hemen atıldı:

“Hayır, vallahi olmaz; siz varken hiçbirimiz el atmayız bu işe. Ver elini biat edeyim sana!”

Ebu Bekir hiç bekletmeden hemen elini uzattı... Önce Ömer, ardından Ebu Ubeyde Cerrah, sonra da Huzeyfe’nin kölesi Salim biat ettiler. Bu üç biat üzerine Ömer çok sert ve kırıcı ifadeler kullanarak orada bulunan diğerlerinin de “Peygamberin Halifesi”ne (?!) biat etmelerini istedi.

Babam, dedem Resulullah’ı (s.a.a) gusül ve kefenle meşgulken dışarıdan tekbir sesleri yükselmişti. O sırada içeride bulunan büyük amcamız Abbas’a:

“Amca, bu tekbirler neyin nesi?” diye sordu.

Abbas:

“Olmaması gereken şey oldu işte!” diye cevap verdi.(17)

O sırada babamın içinde bulunduğu durum kimilerine göre “gaflet” ve “bulunması gereken yerde bulunmama”ydı. Ama gerçek hiç de öyle değildi aslında... Babam, bulunması gereken yerdeydi o sırada aslında...

Sahi... Allah’ın Peygamberi’nin cenazesi henüz yerdeyken, bir Müslümanın Peygamber’in yanında mı bulunması, yoksa o mutahhar naaşı gusül ve kefenlemeden öylece yerde bırakıp Sakîfe’de koltuk kavgasına mı koşması gerekirdi sence?...

Evet, haklısın anne... O sırada Allah Teala, iman sınıfında bir imtihan daha almakta ve “yoklama” yapmaktaydı.

Ve bu hassas “yoklama” sırasında Resulullah’ın (s.a.a) yanında bulunmayanlar deftere “yok” yazılmadaydı... “Burada!” ve “Gelmedi!” kelimeleri çok büyük anlamlar ifade ediyordu o sırada anne... Allah’ın dini, Allah’ın sevgilisi yerdeyken, onun yanı başından ayrılmayanlar sınıfı geçtiler; bulunmayanlarsa vesvese, kuruntu ve desiselere kapıldılar...

Işığın yanında ve ışıkla birlikte olan, yolunu kaybetmeyecektir elbet o zifiri karanlıkta...

Ayın gökte olması ve güneşten ışık alması gerekir, birkaç ateşböceği için ayın yere inecek kadar tenezzül etmesi yakışmaz elbet. Fitne bulutları çok geçmeden Sakîfe damını geride bırakarak Peygamber’ in evine ulaştı... Evin önünde gürültüler giderek artıyordu, homurdanmalar işitiliyordu. Birden, kapı şiddetle yumruklanmaya başladı, Peygamber’in sade evi sarsılmıştı bu darbelerle...

- Hey! İçeridekiler! Dışarı çıkın! Yoksa hepinizi evle birlikte yakarım!(18)

Ömer’in sesiydi bu!

Sen, dünyanın acı ve kederlerini omuzlamış olarak kapıya gittin, ama kapıyı açmadın.

- Ne istiyorsun bizden? Yaslı olduğumuzu görmüyor musun Hattap oğlu?! Yasımıza karışma bari!

Ama Ömer dinlemeyip bağırdı:

- Ali! Abbas! Haşimoğulları!... Hepsinin bugün camiye gelip Resulullah’ın halifesine biat etmesi gerekiyor!

- Hangi halife? Resulullah’ın (s.a.a) halifesi ve Müslümanların imamı burada; babam Resulullah’ın cenazesini gusül ve kefenle meşgul...

Ömer yine öfkeyle bağırdı:

- Müslümanlar Ebu Bekir’e biat ettiler, ona değil!... Aç kapıyı, yakarım yoksa!...

Bu sırada oradakilerden biri:

- Kapının arkasındaki Fatıma’dır... Resulullah’ın (s.a.a) kızı... Ne dediğinin farkında mısın sen?! Hem, Resulullah’ın evi burası!... dedi Ömer’e. Fakat Ömer aldırmıyordu bile:

- İçeride kim olursa olsun, ateşe vereceğim bu evi eğer dışarıya çıkmazsanız!

Yakılabilecek bir şeyler toplatıp kapının önüne yığdı Ömer... Çok geçmeden Resulullah’ın (s.a.a) evinin kapısından dumanlar yükselmeye başladı.

Sen, hâlâ kapının arkasında durmuş, onu hidayete çalışıyordun.

Kulaklarını kendi elleriyle tıkamış birine sesini nasıl duyurabilirsin anne?! Hayrı, şerri, peygamberlik ve imameti ona nasıl anlatabilirsin ki?!

O sırada içeride, dedem Resulullah’ın (s.a.a) yakın ashabından birkaç kişi daha vardı. Ama Peygamber’in evini müdafaa hususunda senden öne geçme saygısızlığı göstermeyecek kadar da edepliydiler.

Ömer, dedem Resulullah’ın eviyle birlikte seni ve onları yakıyordu şimdi.

Sen, nübüvvetle velâyeti birbirine bağlayan halkaydın anne; Peygamber’le vasisi arasındaki en yüce ve en mükemmel bağlantı.

O sırada kapının arkasındakinin, Resulullah’ın sevgili kızı biricik Fatıma’sı ve vücudunun parçası olduğunu bilmeyen yoktu.

“Fatıma vücudumun bir parçasıdır benim; onu inciten beni incitmiş olur, beni inciten de Allah’ı!” hadisini duymayan hiç kimse yoktu en azından Medine’deki Müslümanlar arasında...

Buna rağmen... Evet, buna rağmen... Ateş iyice yükselince Ömer, oradakilerin gözleri önünde, var gücüyle bir tekme savurdu kapıya...

Hamileydin anne...

O sıradaki can alan feryadını unutmam mümkün değil...

O şiddetli darbeyle; kapıyla duvar arasında kalıvermiştin!...

Aşura’yla korkutma beni anne! Kerbelâ’yla avutma beni... Aşura burası işte... O gün en büyük Aşura’ydı anne.. Ve de dedemin evi en büyük Kerbelâ...

Eğer bugün birileri kalkıp da Peygamber’in cenazesi henüz soğumamışken onun evini ateşe verip kızına saldırabiliyorsa, onun manevî çocukları da yarın elbette ki Peygamber’in çocuklarına saldırabilecek ve Resulullah’ın evlâtlarını Kerbelâ’da katledip, çadırlarını ateşe verecektir anne...

Yarınları, dünlerin ve bugünlerin doğurduğunu bilmiyor değilim ben...

Kardeşim Hüseyin’e Kerbelâ’da çekilecek kılıçların “Sakîfe atölyesi”nde yapıldığını ve o kılıçlara Sakîfe’de çifte su verildiğini biliyorum ben. Sa’d oğlu Ömer’in Kerbelâ’daki Karargâhının temelleri de Sakîfe’de atılmış olmadı mı?!

Eğer bugün “Ali” yalnız bırakılmamış olsaydı kardeşim Hüseyin Kerbelâ’da yalnız kalır mıydı anne?!

Hüseyin, Kerbelâ’da kendisine kılıç çekenlere Resulullah’ın (s.a.a) evlâdı, cennet gençlerinin efendisi olduğunu anlatmaya çalışıyordu ayetler, hadislerle... Halbuki sen bizzat Peygamber’in evinde ve onun Medineli komşularının gözleri önünde böylesine saldırıya uğramaktasın “ashap-ı güzide” tarafından!...

Peygamber’in evinde, Peygamber’in kızına saldırmak mı daha zor, Kerbelâ çöllernde Peygamber’in torunlarına mı?

Ve, hangisinin suçu daha ağır sence?...

Ah anne!... Kerbelâ’da hiçbir kadın duvarla kapı arasında kalıp çocuk düşürmeyecek... Sen, kendin anlattın Kerbelâ’yı en ince ayrıntılarına kadar bize... En fazla; esir düşeceğimizi, kırbaçlanacağımızı, aç ve susuz bırakılacağımızı söyledin biz Ehl-i Beyt kadınlarının... Ama böğrümüze paslı çivi batmayacak hiçbirimizin...

Ah, anne! Seni güç belâ kapının arkasından çekip çıkarırlarken, kapıdaki kanlı çivileri gördüm ben... Ah! Gördüm...

Ağlamamamı isteme benden anne; ağlamak ne ki; ölünse yeridir bu acıya... Bin kez ölse insan, yeridir senin başına gelenlere... Ben hâlâ nasıl yaşayabildiğime şaşıyorum zaten!

Aşura’dan daha çetin bir gün olmadığını nasıl söylersin anne?

Aşura günü oklanan bebek altı aylıktı...

O gün senin düşürdüğün kardeşim Muhsin’se dünyaya bile gelmemişti henüz...

O sırada can havliyle Fizze’nin kollarına nasıl yığıldığını ve acıyla inleyerek “Yardım et Fizze! Muhsin’im!.. Muhsinim’i öldürdüler...” dediğini gördüm ve duydum anne...

Bize sezdirmemeye çalıştın, ama ben oradaydım...

Ah... Dedem hayattayken bu evde biri sesini biraz yükseltecek olsa “Sesinizi yükseltmeyin” diye vahiy nazil olurdu hemen.

Eğer biri dedeme ismiyle hitap etse “Ona saygıyla seslenin...” emri gelirdi hemen...

Ve o gün... Ah!... Dedemin gusül verilmiş pâk naaşı henüz kurumamışken kapısını ateşe verdiler Resulullah’ın...

Aşura günü çadırları yakacak olan ateşlerin kavı, buradan alınmıştır işte...

Ah!... Bu mu olacaktı ümmetinin sana teşekkürü?!

Böyle mi ödenir karşılığı iyiliğin, Allah’ım?!

Annesinin derdini bilmeyen kıza kız evlâdı denir mi anne?!

O canhıraş feryadın arşı inlettiğinde Kerbelâ’yı kapıyla duvar arasında gördüm ben anne...

Kerbelâ beni şaşırtmaz artık... Aşura günü esirler kervanına öncülük edebilmem için Rabb’im eğitmekte şimdiden beni... O günkü imtihanı kazanabilmem için... Ama....

Bu nasıl bir imtihan ki Allah’ım, eğitimi kendisinden daha zor?!

Kerbelâ’da düşman küfür ve şirkini apaçık ortaya koymakta, vahyi ve Kur’an’ı reddetmektedir. (19)

Ama bunlar “İslâm tehlikede” diyerek geldiler; “Bir fitne olmasından endişeleniyoruz” diyerek fitneyi kopardılar.

Bundan büyük fitne mi olurdu sahi?!

Hem... Bir fitne endişesi vardı da; Ali gibi bir yiğidi niçin hemen haberdar etmediniz bundan?!

Ve fitne diyerek fitneyi kopardılar, sapmayı başlattılar, zulmettiler... Bundan büyük fitne, bundan büyük sapma, bundan büyük zulüm mü olur?!

Bu ne saygısızlıktı böyle Resulullah’a?!

Naaşı henüz yerde kalmışken hem de....

Keşke bu kadarla tamamlansaydı... Dahası var...

Seni öyle yarı cansız bir hâlde yere serdikten sonra eve doluştular...

Kapısı vurulmadan, izin alınmadan, selâm verilmeden girilmesi haram olan eve. Haramiler gibi üşüşüverdiler tepemize...

Seni o hâlde gören babam dayanamadı; Hendek saldırışıyla atılıp bir hamlede Ömer’i tüy gibi tepesine kaldırdı... Yere vurdu. Boynundan yapışıp burnunu kumlarda iyice ezdikten sonra doğruldu, tepesine dikilip çöl aslanları gibi kükredi:

- Ey Sahhak’ın oğlu! Muhammed’i peygamberliğe seçen Allah’a yemin ederim ki sabır ve sükutla görevlendirilmiş olmasaydım, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt’ine saygısızlığın ne demek olduğunu gösterirdim sana!

Ve babam, hışmının öfkesine yenilmemek için uzaklaştı ondan.

Ama... Yine de o... Ah.... Hatırlaması bile zor...

Utanmadı yine de.... Utanmadılar... Ömer, kölesi Kunfuz bin Hazae ve diğerleri, zorla biat ettirmek üzere camiye götürmek için babamın boğazına urgan geçirdiler.

Güneş darağacında... Hakkın boynunda ip... Mazlumiyetin bundan ötesi var mı?!...

Sen dayanamadın yine. Ayağa kalkacak mecalin yoktu, ama imameti düşmanın pençesinde görmeye de takat getiremedi yüreğin...

O yaralı hâlinle kendini yerde sürüye sürüye güneşe ulaştın; babamın, o mazlum “Allah aslanı”nın eteğine yapıştın iki elinle:

- Ali’mi nereye götürüyorsunuz?! Bırakın onu! Kamçı mıydı, kılıcın kınımıydı, kabzası mıydı, bilemiyorum; Ömer o sırada elindeki bir cisimle kollarına ve yaralı böğrüne o kadar vurdu ki, babamın eteğini bırakıverdin gayri ihtiyari, kendinden geçip yığıldın oracıkta.

Ah... Biz çocuklar bir köşede durmuş, olan bitenleri izliyorduk korku ve şaşkınlıkla...

Bütün bu insanlar, daha düne kadar dedemle babama dost görünenlerdi...

Ah anne... O darbeler senin kollarınla böğürlerine değil, bizim minik yüreğimize iniyordu adetâ. Ama ne yapabilirdik ki?!

Babam da eli kolu bağlıydı zaten.

Sen kendinden geçmiştin. Babamı ite kaka camiye götürdüler. Yolda babam dedemin mezarına doğru dönüp şöyle haykırdı:

“Kardeşim! Bu ümmet musallat oldu bize! Beni öldürmek istiyorlar!”

Ah... İsrailoğulları’nın ahitlerini çiğneyip dinden dönmeleri karşısında Hz. Harun’un, Hz. Musa’ya söylediği cümlenin aynısıydı bu!

Kim bilir, kardeşi Resulullah’la (s.a.a) dertleşirken, aynı zamanda Yahudilerle Sâmiri olayını da hatırlatmak istemişti belki de bu ümmete...

Belki de Allah Resulü’nün (s.a.a) şu hadisini hatırlatmak istemişti insanlara:

“Ya Ali! Harun Musa’ya ne menziledeyse -ki kardeşi ve vasisiydi- sen de bana o menziledesin; sadece şu farkla ki, benden sonra peygamber yok!”

Camiye gittiklerinde Ömer Ebu Bekir’in önünde babama:

- Ali! dedi, Ebu Bekir’e biat et!

- Etmezsem ne olur?

- Boynunu vururum!

Babam başını dikti korkusuzca:

- O zaman Allah’ın kulu ve Resulullah’ın kardeşini öldürmüş olursun!

- Allah’ın kulu, evet; ama Resulünün kardeşi, değil!

Babam, bunca alçalacaklarını tahmin etmiyor olmalı ki hayretle sordu:

- Yani Resulullah’ın (s.a.a) uhuvvet günü beni kendisine kardeş ilân ettiğini inkâr mı ediyorsun?

-       Evet.

Ebu Bekir de aynı cevabı verdi:

-       Biat et artık!

Babam başını salladı:

- Biat etmem!... Ben Sakîfe’de yoktum o sırada; ama siz, Peygamber’e Ensardan daha yakın olduğunuzu öne sürerek halifeliğe daha liyakatli olduğunuzu söylemişsiniz orada... Eğer ölçü buysa, ben Peygamber’e hepinizden daha yakınım, o hâlde sizin bana biat etmeniz gerekir! Allah’tan korkuyorsanız, insafı elden bırakmazsınız!

Hiçbirinin diyecek bir sözü yoktu buna.

Ama Ömer:

- Biat etmelisin... Biat etmedikçe yakanı bırakmayız! dedi.

Babam, Ömer’e dönüp:

- Hilâfet düğümünü bugün Ebu Bekir için iyice sıkıyorsun ki yarın bu düğümü sana açsın. İyi sağ bunu, bu sütten sana da pay var! Allah’a yemin ederim ki siz gasıplara biat etmem ben.

Ah anne... Kendine gelir gelmez, ilk işin babamı sormak oldu, Fizze’den:

- Ali Nerede?

Fizze, babamın camiye götürüldüğünü söyledi.

O hâlinle camiye kadar nasıl yürüyebildiğini hâlâ anlamış değilim; babamı onların pençesinde ve kılıçla tehdit edilir hâlde görünce haykırdın:

- Ey Ebu Bekir! Amcamın oğlunun yakasını bırakmazsan vallahi başımı açar, yakamı yırtar, hepinizi Allah’a şikâyet ederim! Allah’a yemin ederim ki ne ben Salih’in devesinden daha değersizim Allah katında, ne de evlâtlarım!

Herkes dehşete kapıldı... Sen ellerini semaya açıp lânetleyecek olursan neler olacağını bilmeyen bir Müslüman yoktu Medine’de. “Fatıma’yı inciten beni, beni inciten de Allah’ı incitmiş olur” buyurmamış mıydı dedem?!

Ya lânetleseydin?!

Ah anne... Keşke lânetleseydin...

Babam da razı olmadı lânetlemene. Selman’ı çağırdı:

-       Git, engelle, sakinleştir Fatıma’yı.... Eğer lânetlerse...

Selman telâşla koşup sana geldi:

- Ey Resulullah’ın (s.a.a) kızı, öfkelenmeyin.... Lânetlemeyin sakın... Allah Teala babanızı rahmet için görevlendirmişti... Sen ağlayarak haykırdın:

- Ama... Ali’yi; Allah’ın hak halifesini öldürmek istiyorlar baksana!

Geçici de olsa, bıraktılar babamı. Ve sen, babamı onlardan almadıkça eve gelmedin. Ama ne gelişti o... Ruhun ve vücudun yaralar içinde...

Ve senin o sırada hangi güçle ayakta durabildiğine hâlâ şaşıyorum ben...

Sen Ali’den daha yorgun; Ali de senden... Sen Ali’den daha mazlum, Ali de senden...

Birlikte eve geldiniz... Ama ne gelişti o...

Kırık dökük olmuş, parçalanmış bir gemi limana nasıl yanaşırsa öyle...

Bir elin böğründe... Kolların ve yüzün mosmor...

Ve babam... Kendisini kurdun kucağına atan bir sürünün çobanı gibi üzgün, rahatsız, ama bir o kadar da çaresiz...

Ah, anne... Sen de kabul edersin ki Aşura ne kadar dehşetli de olsa bundan daha dehşetli değildir...

Kerbelâ’nın acıları hiç kalır bu acıların yanında anne...

Şimdi belli etmemeye çalışsan da, sana gusül verirken yüzünü, kollarını ve böğrünü görecek babam...

İşte ondan sonra her günü bin Aşura demektir babamın...

 

 

(1) - Nur’ul-Ebsar, s. 72.

(2) - Yenabi’ul-Mevedde, s. 133.

(3) - Miftah’ün-Necat, s. 66.

(4) - Kunuz’ül-Hakaik, s. 188. Bir başka rivayette de şöyle geçer: “Senin konumun, tıpkı Kâbe gibi tavaf edilendir, tavaf eden değil.”

(5) - Yunabi’ul-Mevedde, s. 55.

(6) - Yunabi’ul-Mevedde, s. 445.

(7) - Hulyet’ül-Evliya, c.1, s. 66.

(8) - Sahih-i Buharî, c: 1

(9) - Taberî, c. 3, s. 195, Farsça terc.

(10) - Bu olay, Sahih-i Buharî’de beş yerde geçmektedir.

(11) - Necm Suresi, 3-4.

(12) - Beyt’ül-Ahzan.

(13) - Maktel-i Harezmî.

(14) - Bihar’ul-Envar, c. 10.

(15) - Nitekim Hz. Ali (a.s), Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mübarek naaşının gusül, kefen ve defin işlerini tamamladıktan sonra Hz. Fatıma ve Hasan ile Hüseyin’i de yanına alarak biat için Medinelilerin kapısını teker teker çaldığında genellikle; “Ebu Bekir’e biat etmiş olduk artık... Eğer sen daha önce isteseydin, vallahi sana biat ederdik...” şeklinde cevaplar alınca; “Süphanallah! O sırada Resulullah’ın cenazesini gusül ve kefenle meşgul değil miydim ben?! Ben de onlar gibi, Resulullah’ın cenazesini yerde bırakıp biat mi toplasaydım yani?! Allah’a sığınırım böyle bir amelden!” buyurmuştu.

Bkz: İbn-i Ebi’l-Hadid, Şerh-i Nehc’ül-Belâga, c. 2, s. 5; el-Gadir, c. 8 ve el-İmame Ve’s-Siyase, c. 1, s. 12-13.

(16) - Bkz: İmam Ahmed, Hasâis, Sakîfe olayı, Mısır bas. s. 24.

(17) - Ensâb’ul Eşrâf, s. 582 ve Zindegani-yi Fatime-yi Zehra, Dr. Şehidî, s. 108.

(18) - Bu olayla ilgili geniş bilgi için Ehl-i Sünnet kaynaklarına bkz: er-Riyaz’un-Nazıra, Tarih-i Hamîs ve İbn-i Ebi’l-Hadid’den rivayetle Cevherî. Yakubî, bu olayda Hz. Ali’nin kıyasıya kendisini müdafaa ettiğini ve kılıcının kırıldığını yazar. Bkz: Yakubî Tarihi, c. 2, s. 105.

(19) - Ne bir vahiy geldi, ne bir haber; Haşimoğulları saltanatla oynadı, hepsi bu kadar. (Yezid’in şiirinden)

 

next page

back page