Back Index Next

İmam'ın yanına giderek, "Bunlar kimdi?" diye sordum. İmam, "Aralarında Ebu Eyyub Ensarî'nin de bulunduğu ensardan bir gruptu." buyurdu. Diğer bir rivayette İmam'ın (a.s) onlara, "Siz kimlerdensiniz?" diye sorduğu, onların ise, "Biz seni sevenlerdeniz ey Emirü'l-Mü-minin!" dedikleri geçer.[381]

Vasi Tayininde Hz. Muhammed'le (s.a.a) Hz. Musa'nın (a.s) Ümmetinin Ortak Noktası

[Resulullah'ın (s.a.a) ümmetinde vasi tayininin Hz. Musa'nın (a.s) ümmetinde vasi tayiniyle bazı ortak noktaları vardır.] Tevrat'ta Hz. Musa'nın (a.s) ümmetinde vasi tayiniyle ilgili geçenler özetle şöyledir: Allah Tealâ Musa'ya şöyle emretti: "İlâhî bir ruha sahip olan Yuşe' b. Nun'u halkın gözleri önünde öne çıkararak elini onun omzuna koyup onların karşısında onu kendine vasi ta yin et. Kendi heybet ve iktidarından ona da ver ki İsrail Oğulları ona itaat etsin; onun emriyle düşüp kalksınlar." Musa (a.s) da itaat ederek Allah'ın emrettiği gibi Yuşe' b. Nun'u halkın karşısına çıkarıp onların gözeri önünde elini onun omzuna koyarak onu kendisine vasi yaptı... Kur'ân-ı Kerim'de de, Allah Tealâ'nın Emirü'l-Müminin Ali (a.s)

hakkında Resulü'ne vahyederek açıkça şöyle buyurduğunu görmekteyiz: Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevi) yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Resul-i Ekrem (s.a.a) bu ayet nâzil olduktan sonra Gadir-i

Hum'da hacıların toplanmasını emretti. İleride olan geri döndü, geride kalanlar da gelip yetişti. Sonra sayıları yetmiş bini aşan o topluluğun karşısında ayağa kalkarak Ali'nin (a.s) elinden tutup herkesin göreceği şekilde kaldırarak, "Benim size kendi nefislerinizden daha evlâ ve sizin emir sahibiniz olduğuma tanıklık ediyor musunuz?" diye sordu. Oradakiler, "Evet." diye bağırınca, Resulullah (s.a.a) kendi heybet ve yüceliğinden Ali'ye (a.s) de vererek tarihî konuşmasını yaptı: "Ben kimin mevlasıydam, bu Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım; Ali'yi seveni sev, Ali'ye düşman olana düşman ol ve..."

* * *

Buraya kadar Resulullah'ın (s.a.a), kendisinden sonra ümmetin imamı ve kendi vasisini tayin etmesi alanındaki hadislerinin bir kısmını inceledik. Şimdi ise Kur'ân-ı Kerim'in bu konudaki bazı ayetlerini inceleyelim.

KUR'ÂN'DA VELÂYET VE ÖNDERLİK

Kur'ân'da Ali'nin (a.s) Velâyeti

Geçen bütün hadisler, Resulullah'tan (s.a.a) sonra Hz. Ali'nin (a.s) müminlerin önderi olduğunu ortaya koymaktadır. Kur'ân-ı Kerim de bu gerçeği vurgulayarak şöyle buyurmaktadır: Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü, namaz kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir.[382] Aşağıdaki rivayetler de bunu teyit etmektedir: Taberî Tefsiri'nde, Vahidî'nin Esbabu'n-Nüzul'unda, Hâkim Haskanî'nin Şevahidu'n-Nüzul'unda, Belazurî'nin Ensabu'l-Eşraf'ında ve diğer kaynaklarda[383] İbn Abbas, Ebuzer Gıfârî, Enes b. Malik, Emirü'l-Müminin Ali (a.s) ve diğer ileri gelenlerden nakledilen bir rivayet özetle şöyledir: Fakir bir Müslüman Mescidu'n-Nebi'ye gelerek sadaka istedi. Dilencinin sözleri, sünnet namazda rükû hâlinde olan Hz. Ali'nin (a.s)[384] kalbini incitti. Bunun üzerine sağ eliyle arka sındaki fakire namazda taktığı kırmızı renkli Yemen akiki yüzüğünü çıkarmasını işaret etti. Fakir adam İmam'ın (a.s) maksadını anlayarak gelip yüzüğü çıkardıktan sonra ona dua ederek mescitten çıktı.  Mescitteki-lerden hiçbiri dışarı çıkmadan Cebrail (a.s) Resulullah'a (s.a.a) şu ayeti indirdi: Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü, namaz kılan ve rükû

hâlinde zekât veren müminlerdir.[385] Bunun üzerine Hassan b. Sabit yerinden kalkarak şu beyitleri okudu: Ya Ebu'l-Hasan! Kalbim, ruhum feda sana,

Tüm hak yolunun sâliklerinin de kalbi, ruhu. Rükû hâlinde bağışta bulunan sensin; Canlar feda sana ey rükû edenlerin ruhu. Allah da senin  hakkında indirdi en üstününü velâyeti de Onu dininin muhkematından kıldı.[386]

Bu Ayetin Delaletine Yöneltilen Eleştiri

Ehlisünnet ulemasından bazıları bu rivayetin anlamını eleştirmiş ve "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü, namaz kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir." ayetinde çoğul şahısın kullanıldığını ve bunun tek bir kişi olan Ali b. Ebu Talib'e delâlet edemeyeceğini söylemişlerdir. Biz onların bu eleştirilerini reddederek yanıldıklarını söylüyoruz. Çünkü Arapça'da çoğul için tekil şahıs kullanılmamasına rağmen, tekil için çoğul şahısın kullanılması sakıncasız olup konuşmalarda çokça rastlanan bir durumdur. Kur'ân'da da bunun birçok örnekleri vardır. Meselâ, Munafikûn Suresi'ndeki tabirler bu türdendir: "Münafıklar sana geldikleri zaman: Biz gerçekten şahadet ederiz ki, sen kesin olarak Allah'ın elçisisin, derler. Allah da bilmektedir ki sen elbette O'nun elçisisin. Allah, şüphesiz münafıkların yalan söylemekte olduklarına şahitlik etmektedir... Onlara, 'Gelin Allah'ın Resulü sizin için mağfiret (bağışlanma) dilesin.' denildiği zaman başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslamışlar olarak yüz çevirmekte olduklarını görürsün... Onlar derler ki: Allah'ın Resulünün yanında bulunanlara hiçbir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Ancak münafıklar kavramıyorlar. Derler ki: And olsun, Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır. Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'ın, O'nun Resulü'nün ve müminlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar."[387] Taberî bu sûrenin tefsirinde şöyle yazar: Bütün bu ayetlerden Abdullah b. Ubey Selul kastedilmiştir. Allah Tealâ bu sûrenin tüm ayetlerini onun hakkında indirmiştir. Müfessirler de bu görüştedirler, rivayetlerde de böyle geçer.[388]

Suyûtî de bu ayetlerin tefsirinde İbn Abbas'tan şöyle nakleder: Bu sûrede münafıklardan maksat, Abdullah b. Ubey Selul'dur.[389] Tarihçilerin dediği ve müfessirlerin de kendi kitaplarında kaydettikleri üzere bu olay özetle şöyledir: Ömer b. Hattab'ın görevlisi Cehcah Gıfârî, Benî Mustalik Gazvesi'nde bölgenin kuyusundan su alma konusunda Hazrec kabilesiyle müttefik olan Sinan b. Cehmî ile kavga etti. Bunun üzerine Cehmî ensarı, Cehcah ise muhacirleri yardıma çağırdı, böylece iş büyüdü! Abdullah b. Ubey Selul, bu olaydan öfkelenerek aralarında, daha küçük yaşta olan Zeyd b. Erkam da olduğu hâlde akrabalarından bir grubu etrafına toplayıp şöyle dedi: Gerçekten muhacirler böyle mi yaptılar?! Onlar bizim şehrimizde

ve bizim bölgemizde bize karşı mı övünüyorlar?! Vallahi Kureyş'in bu mültecilerine karşı durumumuz tıpkı, "Köpeğini eğitirsen seni de parçalar!" misalinde olduğu gibidir. Bize karşı böyle mi davranırlar? Vallahi Medine'ye döndüğümüzde gücü ve onuru çok olanımız, zayıf ve düşkün olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır. Daha sonra akrabalarına dönerek şöyle dedi: Bu belâyı kendiniz başınıza getirdiniz, şehrinizi onlara bıraktınız,

varınızı-yoğunuzu onlarla kardeşçe bölüştünüz. Oysa eğer sahip olduğunuz şeyleri onlardan esirgeyecek olsanız şüphesiz buradan göçüp başka bir yere giderler! Bunu duyan Zeyd b. Erkam koşarak Resulullah'a (s.a.a) gördüklerini anlattı. Orada olan Ömer,[390] Zeyd'in dediklerini duyunca ona, "Ya Resulullah! İzin ver gidip boynunu vurayım." dedi. Resulullah (s.a.a), "O zaman Medine'de kanlar dökülür." buyurdu. Bunun üzerine Ömer, "Eğer muhacirden olan birinin onu öldürmesini uygun görmezseniz, Sa'd b. Muaz veya Muhammed b. Mesleme'nin öldürmesini emredin." dedi. Resulullah (s.a.a), "Halkın, Muhammed ashabını öldürüyor, demesini istemiyorum." buyurdu.[391] Abdullah b. Ubey bunları duyunca hemen Resulullah'a (s.a.a) koşarak kesinlikle böyle bir şeyin olmadığına dair yemin etti! Ensar da olanları Resul-i Ekrem'e (s.a.a) ulaştırdığı için Zeyd b. Erkam'ı kınadı ve Abdullah b. Ubey'e, "Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna giderek senin için bağışlanma dilemesini iste." dedi. Abdullah b. Ubey başını

sallayarak bu öneriyi reddetti ve şöyle dedi: Bana, iman et dediniz, iman ettim. Malımın zekâtını vermemi söylediniz, verdim. Şimdi de bir tek Muhammed'e secde etmem kaldı! Bunun üzerine onun hakkında Munafikûn Suresi nâzil oldu. Bu sûrede, "Onlar derler ki: Allah Resulü'nün yanın-da bulunanlara hiçbir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler." sözünden kastedilen Abdullah b. Ubey'dir. Yine bu sûrenin "Onlara, 'Gelin Allah Resulü sizin için mağfiret (bağışlanma) dilesin.' denildiği zaman başlarını yana çevirdiler." Ayetinden maksat da yine Abdullah b. Ubey'dir.[392]

* * *

Bu sûrede Allah Tealâ bu sözleri söyleyen tek kişi olan Abdullah b. Ubey'e "Onlar derler ki" veya tek konuşan Abdullah b. Ubey'ken ona "Onlara, 'Gelin Allah Resulü sizin için mağfiret (bağışlanma) dilesin.' denildiği zaman başlarını yana çevirdiler." şeklinde (üçüncü çoğul şahısla) işaret eder. Bu konuda bütün müfessirler ittifak içerisindedir; çeşitli rivayetler de bunu teyid eder. Biz de bunu örnek olarak naklettik. Bunun benzerlerine Kur'ân'da sık sık rastlamak mümkündür. Meselâ: "İçlerinden Peygamber'i incitenler vardır. O (her sözü dinleyen) bir kulaktır, diyenler vardır."[393] Veya: "Onlar, kendilerine insanlar: Size karşı insanlar topla(n)dılar..."[394] Ve yine: "Derler ki: Bu işten bize ne var ki?"[395] Bu ayetlerde ve benzeri diğer birçok yerde çoğul şahıs kullanılmış olduğu hâlde maksat bir kişidir. Ulu'l-Emr, Ali (a.s) ve Evlâtlarından Olan İmamlardır Yukarıda geçen bütün seçkin ve mütevatir rivayetler Resulullah'tan (s.a.a) sonra Hz. Ali'nin (a.s) müminlerin emir sahibi ve önderi olduğunu ispat eder. Nitekim, "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de."[396] Ayetindeki "emir sahipleri"nin tefsirinden de anlaşılan budur. Yine aşağıdaki hadisler de bunu apaçık sergilemektedirler:

a) Şevahidu't-Tenzil'de Hz. Ali'nin söz konusu ayet hakkında Resulullah'a "-Ayette geçen- emir sahipleri kimlerdi?" diye sorması üzerine Hz. Peygamber, "Sen onların ilkisin." buyurduğu geçer.

b) Mücahid'den "emir sahipleri" hakkında şöyle nakledilir: "Allah Tealâ, Muhammed'den (s.a.a) sonra hükümet ve önderliği Hz. Peygamber'in hayatında Ali b. Ebu Talib'e bıraktı. Bu iş, Resulullah'ın (s.a.a) Medine'de Ali'yi kendi yerine bırakmasıyla başladı. Allah Tealâ da insanlara ona itaat etmelerini ve emrine baş kaldırmamalarını emretti.

c) Ebu Basir'den şöyle rivayet edilir: Ebu Cafer İmam Bâkır'a, "Allah'a itaat edin; Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." ayetinin nüzul sebebini sorduğumda o, "Bu ayet Ali b. Ebu Talib hakkında nazil olmuştur." buyurdu. "İnsanlar, o hâlde niçin Allah Tealâ Ali ve Ehlibeyt'inin ismini Kur'ân'da açıkça zikretmemiştir, diyorlar?!" dediğimde İmam (a.s) şöyle buyurdu: Onlara de ki, Allah Tealâ Kur'ân'da Resulü'ne namazı nazil etmiş, ama üç veya dört rekat olduğunu belirtmemiştir. Bunu Resulullah'ın (s.a.a) kendisi tefsir etmiştir. Yine haccı farz kıldığı hâlde Kâbe'nin etrafında yedi defa dönülmesi gerektiğini belirtmemiştir, bunu da Resulullah (s.a.a) insanlara söylemiştir. Aynı şekilde, "Allah'a itaat edin; Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." ayetini Ali, Hasan ve Hüseyin hakkında nazil etmiş, Resulü de (s.a.a) İslâm ümmetini bu hususta muhataba alarak, "Sizlere Allah'ın Kitabı ve Ehlibeyt'imi tavsiye ediyorum. Ben Allah'tan bu ikisini kıyamette

Kevser havuzunun başında bana ulaşıncaya kadar birbirlerinden ayırmamasını istedim. Allah Tealâ da bu duâmı kabul etti." buyurdu.[397]

Ehlibeyt'in Nuh'un Gemisine ve İsrail Oğulları'nın Bağışlanma Kapısına Benzetilişi

Hz. Ali (a.s), Ebuzer Gıfârî, Ebu Said Hudrî, İbn Abbas, Enes b. Malik gibi Resulullah'ın (s.a.a) ashabından ve Ehlibeyti'nden onun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Ehlibeyt'im; Nuh'un gemisi gibidir, ona binen kurtuldu, ondan ayrılan ise boğuldu. Bazı rivayetlerde ise bunun devamında şöyle geçer: Ehlibeyt'im, İsrail Oğulları'ndaki bağışlanma kapısı gibidir.

Bu Rivayetin Kaynakları

Söz konusu rivayet şu muteber kaynaklarda kaydedilmiştir: Zehairu'l-Ukba, s.20, -Muhibbuddin Taberî'nin eseri. Müstedrek-i Hâkim Nişaburî, c.2, s.343 ve c.3, s.150. Hilyetu'l-Evliyâ -Ebu Nuaym'ın eseri-, c.4, s.306. Hatib'in Tarih-i Bağdad'ı, c.12, s.19. Heysemî'nin Mecmau'z-Zevaid'i, c.9, s.168. Suyûtî'nin ed-Dürru'l-Mensur'u, "Secde ederek kapısından girerken dileğimiz bağışlamandır deyin."[398] ayetinin tefsirinde. Suyûtî'nin Tarih-i Hulefa'sı, s. 270 ve Mansur Devanikî'nin hayatı, Me'mun'dan, Reşid'den, Mehdi'den, Mensur'dan, babasından, dedesinden ve o da İbn Abbas'tan, o ise Resulullah'tan (s.a.a) şöyle nakleder: "Ehlibeyt'im Nuh'un gemisi gibidir; ona binen kurtuldu, ondan ayrılan ise boğuldu." Kenzü'l-Ummal, birinci baskı, c.6, s.153 ve 216. es-Savaiku'l-Muhrika, -İbn Hacer'in eseri-, s.75; İbn Hacer bunu Darkutnî, Taberânî, İbn Cerir, Ahmed b. Hanbel ve diğerlerinden nakletmiştir. Yukarıda Kitap ve sünnette Allah ve Resulü'nün (s.a.a), Resulullah'tan (s.a.a) sonraki emir sahibini belirttiklerini  gördük. Şimdi ise başka tabirlerle kaydedilen diğer nasları inceleyelim.

İMAMLAR, ALİ (A.S) VE ONUN EVLÂTLARIDIR

Resulullah'ın (s.a.a) Mübelliğleri

Allah Tealâ Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli ayetlerde Peygamber'in vazifesinin sadece kendisinin emirlerini tebliğ etmek olduğunu belirtmiştir. Meselâ:

Peygamber'e tebliğden başka (yükümlülük) yoktur.[399] Peygamber'e düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir.[400] Bilin ki, elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir.[401] Şu hâlde Peygamber'e düşen apaçık bir tebliğden başkası mı?[402] Yine bazı ayetlerde Resulullah'ın (s.a.a) vazifesi sadece tebliğle sınırlandırılmıştır. Örneğin: Artık yalnızca sana düşen, duyurup bildirme (tebliğ)dir.[403] Sana düşen, yalnız tebliğdir.[404] Allah'ın emirlerini tebliğ, doğrudan doğruya ve vasıtasız tebliğ, vasıtalı tebliğ ve yine zamanı ulaşan şeyi tebliğle zamanı ulaşmayan şeyi tebliğ diye birkaç kısma ayrılır. Birbirleriyle kavga eden iki mümin grubun hükmü veya zalim bir hükümdar ve sultan karşısında Müslümanların vazifesi gibi. Resulullah'ın (s.a.a) tebliğ etmekle yükümlü olduğu şey iki kısımdır:

a) Kendisine vahyolan şeyin bizzat sözlerinin ve anlamının tebliği; yani bu ümmette Kur'ân-ı Kerim diye adlandırılan ve hakkında, "Sizi -ve kime ulaşırsa- kendisiyle uyarıp korkutmam için bana şu Kur'ân vahyedildi." buyrulan Allah'ın Kitabı.

b) Kendisine anlamı sözlü olarak vahyedilen şeylerin tebliği. Şer'î hüküm ve kuralların tebliği gibi; nitekim Allah Tealâ buyuruyor ki: "O: Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti."[405] Resulullah'ın (s.a.a) namazın rek'at ve zikirlerinin sayısını belirtmesi, İslâm'ın diğer hüküm ve kurallarını teşriî ya da geçmiş ümmetlerin karşılaştıkları olayları, bu dünyanın ve ahiret yurdunun gaybî haberlerini anlatması, hepsi Kur'ân dışında kendine vah-yolan şeylerin tebliğidir. Dolayısıyla Allah Tealâ Kur'ân'da şöyle buyurur: "O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz."[406]

Müslümanlar arasında bu tebliğe "hadis-i şerif-i nebevî" denir.

* * *

Geçen ayetler, Peygamber'in vazifesini Allah'ın vahyini tebliğle sınırlandırmıştır. Dolayısıyla peygamberi diğerlerinden ayıran seçkin özellik tebliğdir. O hâlde eğer Resulullah (s.a.a.) birini tanıtırken, "falanca bendendir." buyuruyorsa maksat, tebliğ konusunda onun Resulullah'ın (s.a.a) makamında oluşudur. Biz bunları kendi düşüncemiz olarak söylemiyoruz; Resulullah (s.a.a) bazı hadislerde bunu açıkça ortaya koymaktadır. Buna örnek olarak Berâe Suresi'nin ayetlerinin tebliğini gösterebiliriz:

Berâe (Tevbe) Sûresi'nin Tebliği

Berâe Sûresi'nin tebliği olayı Sahih-i Tirmizî, Tefsir-i Taberî, Hasais-i Neseî, Hâkim'in Müstedreku's-Sahiheyn'inde ve diğer kay naklarda Enes b. Malik, İbn Abbas, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Abdullah b. Ömer, Ebu Said Hudri, Ömer b. Meymun, Ali b. Ebu Talib[407] ve Ebu Bekir gibi sahabelerden nakledilmiştir. Biz burada Müsned-i Ah-med b. Hanbel'de şahsen İmam Ali'den (a.s) nakledilen hadisi özetle nakletmekle yetiniyoruz:

Resulullah (s.a.a) Ebubekr'i çağırtarak Berâe Sûresi'yle birlikte Mekke'ye gönderdi:

– Gelecek yıldan itibaren hiçbir müşrikin haccetmeye hakkı yoktur.

– Çıplak kimsenin Kâbe'nin etrafında dönmeye hakkı yoktur.

– Müslümanların dışında kimse cennete girmeyecektir.

– Resulullah'la (s.a.a) antlaşma imzalayanların antlaşmaları, süresi bitinceye kadar geçerlidir.

– Allah ve Resulü müşriklerden uzaktır.

Ebu Bekir gerekli emirleri aldıktan sonra Mekke'ye doğru hareket etti. Fakat üç gün sonra Resulullah (s.a.a) Ali b. Ebu Talib'e (a.s) şöyle buyurdu: "Ebu Bekir'e yetişerek onu bana gönder ve Berâe Suresi'ni de sen tebliğ et." Ali (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) emrine uydu. Ebu Bekir Resul-i Ekrem'in (s.a.a) huzuruna gelince ağlayarak, "Ya Resulullah! Benden bir hata mı gördünüz?" dedi. Hz. Resulullah (s.a.a), "Sende hayırdan başka bir şey vuku bulmadı; ama bana onu ancak kendim veya kendimden olan bir kişinin tebliğ etmesi emredildi." buyurdu.[408] Abdullah b. Ömer'in naklettiği  rivayette Resulullah'ın (s.a.a) son cümlesi şöyle kaydedilmiştir: Ama bana bunu kendin veya kendinden olan bir kişi dışında hiç kimse senin adına tebliğ etmemelidir, diye emredildi.[409] Ebu Said Hudrî ise bunu şöyle nakleder: Onu kendim veya benim adıma, benden olan bir kişiden başkası tebliğ etmemelidir.[410] Bu ve benzeri rivayetlerdeki sözlü ve manevî belirtiler burada tebliğden maksadın, Allah Tealâ'nın Resulü'ne nâzil etmiş olduğu İslâm'ın hükümlerini ilk defa mükelleflere ulaştırmak olduğunu ortaya koymaktadır ve bu ise Resulullah'ın (s.a.a) kendisinin veya kendisinden

olan birinin vazifesidir. Bu tebliğ karşısında, her mükellefin Resulullah (s.a.a) veya ondan olan bir kimse tarafından tebliğ edilen hükümleri diğerlerine ulaştırmakla sorumlu olduğu başka bir tebliğ daha vardır. Bu tebliğin özelliklerinden biri, kıyamete kadar devam edecek oluşu ve  herkesin onun karşısında kendisini sorumlu görmesidir. Resulullah'ın (s.a.a), "Kendim veya benim adıma, kendimden olan bir kişiden başkası tebliğ etmemelidir." buyruğundan maksadın birinci kısım tebliğ olduğu apaçık bellidir. Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinde geçen "minni" (benden) tabirini ise "Menzile Hadisi" açıklamaktadır. Ali (a.s) Resulullah'a (s.a.a) Nispetle Harun'un Musa'ya Menzilesindedir Menzilet Hadisi, Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim, Müsned-i Tayalesî, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i İbn Mâce ve diğer kaynaklarda[411] kaydedilmiştir. Biz burada Sahih-i Buharî'den naklediyoruz: Resulullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) şöyle buyurdu: Sen bana nispetle Harun'un Musa'ya menzilesindesin; ancak

benden sonra peygamber yoktur. Bu hadisin son kısmı Sahih-i Müslim'de şöyle geçer: Ancak benden sonra peygamber yoktur. İbn Sa'd kendi Tabakat'ında Berâ b. Azib ve Zeyd b. Erkam'dan şöyle rivayet eder: Tebûk Savaşı başlayınca Resulullah (s.a.a) Ali b. Ebu Talib'e (a.s) "Ya ben Medine'de kalmalıyım, ya sen." buyurdu. Ali'yi kendi yerine seçtikten sonra kendisi müşriklerle savaşmak için Medine'den çıktı. Resulullah (s.a.a) Medine'den çıktıktan sonra, "Resulullah, Ali'yi yapmış olduğu kötü bir işten dolayı savaşa götürmedi." dediler! Ali bunu duyunca Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yanına gitti. Resulullah Ali'yi görünce, "Bir şey mi oldu?" diye sordu. Ali, "Hayır, ya Resulullah! Ama bazılarının, senin yapmamdan

hoşlanmadığın bir şey yüzünden beni savaşa götürmediğini yaydıklarını duydum!." dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) tebessüm ederek, "Ali! Sen bana nispetle Harun'un Musa'ya olan menzilesinde (konumunda) olmak istemiyor musun; ancak benden sonra peygamber yoktur?" buyurdu. Ali, "İsterim, ya Resulullah!" cevabını verdi. Sonra Resul-i Ekrem (s.a.a), "Senin makam ve mevkiin de öyledir." buyurdu.[412] Bu hadisin bazı bölümlerini gazvelerde Resulullah'ın (s.a.a) Medine'deki halifesinden bahsederken açıkladık.

Resulullah'ın (s.a.a) Hadislerinde "minnî" (benden) Kelimesinden Maksat nedir?

"Ente minî bimenzileti Harûne min Mûsa" ("Senin bana olan nispetin Harun'un Musa'ya olan konumu gibidir.") hadisindeki "minnî" kelimesi Resulullah'ın (s.a.a) diğer hadislerde bu kelimeden maksadının ne olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır. Şöyle ki: Harun peygamberlik konusunda Hz. Musa'nın (a.s) ortağı, Allah'ın hükümlerini tebliğ konusunda onun yardımcısıydı. Hz. Ali (a.s) de "Menzilet Hadisi" gereğince Resul-i Ekrem'e (s.a.a) karşı Harun'un Musa'ya konumundadır; ancak, peygamberlik hariç. O hâlde Harun'un makam ve mevkisinden Ali'ye (a.s) ulaşan tek şey, tebliğ konusunda Peygamber'in yardımcılığıdır. Yine Resulullah (s.a.a) "minni" kelimesinden maksadının ne olduğunu Vedâ Haccı'nda Arefe günündeki konuşmasında da beyan etmektedir: Ali bendendir, ben de Ali'denim. Benim vazifemi kendim veya Ali'den başkası yapamaz.[413] Resul-i Ekrem (s.a.a) bu buyruklarında "minni" kelimesini kullanmasındaki maksadını apaçık bir şekilde beyan etmektedir. Resulullah'ın (s.a.a) maksadı şudur: Ali (a.s) Allah'ın hükümlerini vasıtasız olarak tebliğ konusunda, mükelleflere karşı Peygamber konumundadır. İşte buradan Resulullah'ın (s.a.a) diğer hadislerinde Ali (a.s) hakkında kullanmış olduğu "minni" kelimesinin anlamı açıklık kazanmaktadır; meselâ Bureyde'nin hadisinde Ali'yi (a.s) Resulullah'a (s.a.a) şikâyete gittiğinde onun, "Ali'yi şikâyet etme, doğrusu o bendendir..."[414] Veya İmran b. Hasin'in rivayetinde ona,

"Doğrusu Ali bendendir." buyurduğunu görüyoruz.[415]

* * *

Tüm bu rivayetlerde Resulullah (s.a.a), Ali (a.s) ve soyundan gelen imamların vasıtasız olarak ağır tebliğ yükünü mükelleflere aktarma konusunda kendisi gibi olduklarını ve aynı vazifeyi taşıdıkları nı anlatmak istiyor. Dolayısıyla, onların hepsi Peygamber'dendir, Peygamber de onlardandır. Onlar tebliğ konusunda Resulullah'la (s.a.a) ortaktırlar, aralarındaki tek fark şudur: Resulullah (s.a.a), Allah Tealâ'nın hükümlerini, kanunlarını vasıtasız olarak doğrudan doğruya vahiy yoluyla almakta, onlar ise bunu Hz. Peygamber'in kendisinden almaktadırlar. O hâlde imamlar Allah tarafından İslâm ümmetinin tebliğcileridirler; Allah ve Resulü böyle ağır bir yükü taşımaları için onları daha önce hazırlamıştır. Çünkü Allah Tealâ, Tathir Ayeti'nde bildirdiği gibi onlara giydirmiş olduğu temizlik ve masumluk elbisesiyle, onları her türlü çirkinlik ve kötülükten korumuştur.

Ayrıca, Resulullah (s.a.a) Ali'yi (a.s), Allah Tealâ'nın kendisine vahyettiği şeylerle özel olarak yetiştirmiş, diğer imamlar da onları biri diğerinden almak suretiyle Ali'den (a.s) almışlardır. Aşağıdaki rivayetler bunu apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.

 Resulullah'ın (s.a.a) İlminin Taşıyıcısı

Tefsir-i Râzî'de, Muttakî Hindî'nin Kenzü'l-Ummal'ında Hz. Ali'nin (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) bana bin çeşit ilim öğretti; bu ilimlerin her birinden de bin kapı açıldı yüzüme.[416] Tefsir-i Taberî, Tabakat-ı İbn Sa'd, Tehzibu't-Tehzib, Kenzü'l- Ummal ve Fethu'l-Barî'de şöyle rivayet edilir (biz Fethu'l-Barî'den naklediyoruz): Ebu Tufeyl'den şöyle rivayet edilir: Ali'nin (a.s) konuşmalarından birinde şöyle dediğini gördüm: Neyi isterseniz sorun benden; vallahi kıyamete kadar vuku bulacak şeyleri soracak olursanız söylerim size. Bana Kur'ân'dan sorun; vallahi gece mi gündüz mü, çölde mi, yoksa dağın başında mı nazil olduğunu bilmediğim bir ayet yoktur...[417] İşte bu yüzden Resulullah (s.a.a) Cabir b.  Abdullah'ın rivayetinde Ali (a.s) hakkında şöyle buyurmaktadır: Ben ilim şehriyim, Ali ise onun kapısıdır. Bu şehre girmek isteyen kapısından girmelidir. Hâkim, bu rivayetin senedinin sahih olduğunu söyler.[418] Bir rivayete göre yukarıdaki hadisin sonunda şöyle geçer: İlim isteyen kimse kapıdan girmelidir.[419] Bu konu, başka bir rivayette şöyle geçer: Hudeybiye günü Resulullah'ın (s.a.a) Ali'nin (a.s) elini tutarak şöyle buyurduğunu gördüm: Bu adam özgür kimselerin efendisi ve zalimleri öldürendir. Ona yardım eden zafere ulaşır, onu alçaltan ise alçalır. Burada Resulullah (s.a.a) sesini yükselterek şöyle devam etti: "Ben ilim şehriyim, Ali ise onun kapısıdır, bu şehre girmek isteyen onun kapısından girsin."[420]İbn Abbas'ın rivayetinde Resulullah'ın şöyle buyurduğu geçer: Ben ilim şehriyim, Ali ise onun kapısıdır, bu şehre girmek isteyen onun kapısından girsin.[421]

Back Index Next